DEVAM: 6. (İyi Yada
Kötü) Bir Yola Çağırman (ın Ve O Yollardan Birini Tutmanın) Hükmü
حَدَّثَنَا
مُحَمَّدُ
بْنُ كَثِيرٍ
قَالَ حَدَّثَنَا
سُفْيَانُ
قَالَ كَتَبَ
رَجُلٌ إِلَى
عُمَرَ بْنِ
عَبْدِ الْعَزِيزِ
يَسْأَلُهُ
عَنْ
الْقَدَرِ ح و
حَدَّثَنَا
الرَّبِيعُ
بْنُ
سُلَيْمَانَ
الْمُؤَذِّنُ
قَالَ
حَدَّثَنَا
أَسَدُ بْنُ مُوسَى
قَالَ
حَدَّثَنَا
حَمَّادُ
بْنُ دُلَيْلٍ
قَالَ
سَمِعْتُ
سُفْيَانَ
الثَّوْرِيَّ
يُحَدِّثُنَا
عَنِ
النَّضْرِ ح و
حَدَّثَنَا
هَنَّادُ
بْنُ
السَّرِيِّ
عَنْ
قَبِيصَةَ
قَالَ حَدَّثَنَا
أَبُو
رَجَاءٍ عَنْ
أَبِي
الصَّلْتِ
وَهَذَا
لَفْظُ
حَدِيثِ
ابْنِ
كَثِيرٍ وَمَعْنَاهُمْ
قَالَ كَتَبَ
رَجُلٌ إِلَى
عُمَرَ بْنِ
عَبْدِ
الْعَزِيزِ
يَسْأَلُهُ عَنْ
الْقَدَرِ
فَكَتَبَ
أَمَّا
بَعْدُ أُوصِيكَ
بِتَقْوَى
اللَّهِ
وَالِاقْتِصَادِ
فِي أَمْرِهِ وَاتِّبَاعِ
سُنَّةِ
نَبِيِّهِ
صَلَّى اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
وَتَرْكِ مَا
أَحْدَثَ
الْمُحْدِثُونَ
بَعْدَ مَا
جَرَتْ بِهِ
سُنَّتُهُ
وَكُفُوا
مُؤْنَتَهُ
فَعَلَيْكَ
بِلُزُومِ
السُّنَّةِ
فَإِنَّهَا لَكَ
بِإِذْنِ
اللَّهِ
عِصْمَةٌ
ثُمَّ
اعْلَمْ
أَنَّهُ لَمْ
يَبْتَدِعْ
النَّاسُ
بِدْعَةً
إِلَّا قَدْ مَضَى
قَبْلَهَا
مَا هُوَ
دَلِيلٌ
عَلَيْهَا
أَوْ
عِبْرَةٌ
فِيهَا
فَإِنَّ
السُّنَّةَ
إِنَّمَا
سَنَّهَا
مَنْ قَدْ
عَلِمَ مَا فِي
خِلَافِهَا
وَلَمْ
يَقُلْ ابْنُ
كَثِيرٍ مَنْ
قَدْ عَلِمَ
مِنْ
الْخَطَإِ
وَالزَّلَلِ
وَالْحُمْقِ
وَالتَّعَمُّقِ
فَارْضَ
لِنَفْسِكَ
مَا رَضِيَ
بِهِ
الْقَوْمُ
لِأَنْفُسِهِمْ
فَإِنَّهُمْ
عَلَى عِلْمٍ
وَقَفُوا وَبِبَصَرٍ
نَافِذٍ
كَفُّوا
وَهُمْ عَلَى
كَشْفِ
الْأُمُورِ
كَانُوا
أَقْوَى
وَبِفَضْلِ
مَا كَانُوا
فِيهِ
أَوْلَى
فَإِنْ كَانَ
الْهُدَى مَا
أَنْتُمْ
عَلَيْهِ
لَقَدْ
سَبَقْتُمُوهُمْ
إِلَيْهِ
وَلَئِنْ
قُلْتُمْ
إِنَّمَا
حَدَثَ بَعْدَهُمْ
مَا
أَحْدَثَهُ
إِلَّا مَنْ
اتَّبَعَ
غَيْرَ
سَبِيلِهِمْ
وَرَغِبَ
بِنَفْسِهِ
عَنْهُمْ
فَإِنَّهُمْ
هُمْ السَّابِقُونَ
فَقَدْ تَكَلَّمُوا
فِيهِ بِمَا
يَكْفِي
وَوَصَفُوا مِنْهُ
مَا يَشْفِي
فَمَا
دُونَهُمْ
مِنْ مَقْصَرٍ
وَمَا
فَوْقَهُمْ
مِنْ
مَحْسَرٍ وَقَدْ
قَصَّرَ
قَوْمٌ
دُونَهُمْ
فَجَفَوْا وَطَمَحَ
عَنْهُمْ
أَقْوَامٌ
فَغَلَوْا وَإِنَّهُمْ
بَيْنَ
ذَلِكَ
لَعَلَى
هُدًى مُسْتَقِيمٍ
كَتَبْتَ
تَسْأَلُ
عَنْ
الْإِقْرَارِ
بِالْقَدَرِ
فَعَلَى
الْخَبِيرِ
بِإِذْنِ
اللَّهِ وَقَعْتَ
مَا أَعْلَمُ
مَا أَحْدَثَ
النَّاسُ
مِنْ
مُحْدَثَةٍ
وَلَا
ابْتَدَعُوا
مِنْ
بِدْعَةٍ
هِيَ
أَبْيَنُ
أَثَرًا
وَلَا أَثْبَتُ
أَمْرًا مِنْ
الْإِقْرَارِ
بِالْقَدَرِ
لَقَدْ كَانَ
ذَكَرَهُ فِي
الْجَاهِلِيَّةِ
الْجُهَلَاءُ
يَتَكَلَّمُونَ
بِهِ فِي
كَلَامِهِمْ
وَفِي
شِعْرِهِمْ
يُعَزُّونَ
بِهِ أَنْفُسَهُمْ
عَلَى مَا
فَاتَهُمْ
ثُمَّ لَمْ يَزِدْهُ
الْإِسْلَامُ
بَعْدُ
إِلَّا شِدَّةً
وَلَقَدْ
ذَكَرَهُ
رَسُولُ
اللَّهِ صَلَّى
اللَّهُ
عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
فِي غَيْرِ
حَدِيثٍ
وَلَا حَدِيثَيْنِ
وَقَدْ
سَمِعَهُ
مِنْهُ
الْمُسْلِمُونَ
فَتَكَلَّمُوا
بِهِ فِي
حَيَاتِهِ
وَبَعْدَ
وَفَاتِهِ
يَقِينًا
وَتَسْلِيمًا
لِرَبِّهِمْ
وَتَضْعِيفًا
لِأَنْفُسِهِمْ
أَنْ يَكُونَ
شَيْءٌ لَمْ
يُحِطْ بِهِ
عِلْمُهُ
وَلَمْ يُحْصِهِ
كِتَابُهُ
وَلَمْ
يَمْضِ فِيهِ
قَدَرُهُ
وَإِنَّهُ
مَعَ ذَلِكَ
لَفِي مُحْكَمِ
كِتَابِهِ
مِنْهُ
اقْتَبَسُوهُ
وَمِنْهُ
تَعَلَّمُوهُ
وَلَئِنْ
قُلْتُمْ لِمَ
أَنْزَلَ
اللَّهُ
آيَةَ كَذَا
لِمَ قَالَ كَذَا
لَقَدْ
قَرَءُوا
مِنْهُ مَا
قَرَأْتُمْ
وَعَلِمُوا مِنْ
تَأْوِيلِهِ
مَا
جَهِلْتُمْ
وَقَالُوا
بَعْدَ
ذَلِكَ
كُلِّهِ
بِكِتَابٍ
وَقَدَرٍ
وَكُتِبَتِ
الشَّقَاوَةُ
وَمَا يُقْدَرْ
يَكُنْ وَمَا
شَاءَ
اللَّهُ
كَانَ وَمَا لَمْ
يَشَأْ لَمْ
يَكُنْ وَلَا
نَمْلِكُ لِأَنْفُسِنَا
ضَرًّا وَلَا
نَفْعًا
ثُمَّ رَغِبُوا
بَعْدَ ذَلِكَ
وَرَهِبُوا
Süfyan (es-Sevri)
(r.a.)'den (rivayet edilmiştir:) Demiştir: Bir adam kaderi (manasını) sormak
üzere Ömer İbn Abdiî-Aziz'e bir mektup yazdı. (Hz. Ömer İbn Abdil-Aziz de bu
adama bir mektup yaz(arak şu cevabı ver)di... "Gelelim mevzûmuza (ey
mektub sahibi!) Sana Allah'dan korkmayı, Allah'ın emrin(i yerine getirme)de
orta yolu (tutmanı) Peygamberinin (s.a.v.) sünnetine uymayı ve (Hz. Nebi'in)
sünneti yürürlüğe girdikten sonra bid'atçilerin (bid'atlerine Allah tarafından)
bırakılmadığı halde (din adına) ortaya attıkları bid'atleri terketmeni tavsiye
ediyorum. Sana gereken sünnete sarılmaktır. Çünkü sünnet, Allah'ın izniyle
senin için bir güvencedir.
Şunu bil ki; İnsanların
ortaya attığı ne kadar bid'at varsa mutlaka bu bid'at (ortaya atılmaz)dan önce
onun kötülüğüne dair (Kur'an ya da süntette) bir delil, yahutta onun hakkında
bir söz geçmiştir. Çünkü (bir yol olarak) sünneti, -hata, sürçme, budalalık,
zorluk çıkarma gibi- sünnetin aksini de bilen bir zat, ortaya koymuştur.
-Ancak İbn Kesîr:
"bilen" anlamındaki) lafzı kullanmamıştır.- (İbn Kesir'in rivayetine
göre Hz.Ömer İbn.Abdul-Aziz'in mektubu şöyle devam ediyor:
Ey mektup sahibi)
sahabe-t kiramın (kendileri için) seçtikleri yolu sen de kendin seç. Çünkü
onlar (aldıkları) bir bilgiye sahiplerdi. (Meselelerin aslına) nüfuz eden bir
görüşle (dine aykırı olan davranışlardan) uzak kalırlar ve muhakkak ki onlar,
(dini) işleri (n hakikatini) kavramakta (başkalarından) daha kuvvetlidirler.
(Binaenaleyh Sahabe-i Kiram) sahip oldukları (bu) faziletler) sebebiyle dini
meselelerde (örnek alınmaya) daha layıktırlar.
(Ey, bid'atçiler)! Eğer
(sizce) hidayet, üzerinde bulunduğunuz bid'atler ise o zaman siz, onlardan önce
ona (hidayete) erişmişsiniz demek olur. (Halbuki bu düşüncenizin tamamen yanlış
ve asılsız olduğu açıkça bellidir).
Şayet: Onlardan sonra
yeni bir takım şeyler ortaya çıktı (bunun için biz de bid'atleri çıkardık),
diyorsanız; şunu bilin ki, onlardan sonra ortaya çıkan (bu bid'at) ları,
onların yolundan başka bir yolu takip eden ve onlardan yüzçeviren bir kimse
ortaya koymuştur. Çünkü sahabe-i kiram din konusunda (gelecek nesillerin
ihtiyacına) yeterli olan hususları söylemişler ve (onlara) şifa verecek
açıklamayı yapmışlardır. Onlar(m daraltmalarının altında bir daraltma, onlar(ın
getirdiği genişliğin üstünde bir genişlik (yapmak, doğru) olamaz. Bir topluluk,
onların (kısıntılarının) aşağısında bir kısıntı yaptılar da bir daha i'tidal
sınırına erişemediler. Bir takım topluluklar da onlar(m ölçülerinin üstüne
çıktılar (bunlar da) sınırı aşmış oldular. Oysa ashab-ı kiram, bu iki
ölçüsüzlüğün arasında doğru bir yol üzerindedirler. (Ey mektup sahibi)
mektubunda kadere imanı soruyorsun. Allah'ın izniyle (bu hususu) tam bilene
sordum. İnsanların (din adına) ortaya attığı hiçbir yeniliğin ve bid'atçilerin
geliştirdiği hiçbir bid'at'in (dini bir) eser ve mesele olarak kadere imandan
daha açık olduğuna inanmıyorum. '
Cahiliyye döneminde
cahiller nesirlerinde ve şiirlerinde kadere imanı dile getirirler, ellerinden
kaçan nimetlere karşı kendilerini onunla teselli ederlerdi.
Sonra İslam geldi ve
kaza ve kader(e iman) ancak (ona inanmayı farz kılarak) pekiştirdi. Gerçekten
Rasûlullah (s.a.v), bir iki hadisinde değil pek çok hadisinde kaderden
bahsetti. Müslümanlar kadere dair açıklamaları kendisinden işittiler ve (Hz.
Nebiin) sağlığında ve vefatından sonra da kuvvetle inanarak ve Allah'a teslim
olarak kaderden bahsettiler. Bir şeyin Allah'ın ilminin dışında olmasını,
(Allah'ın ezeldeki) yazgısının onu tesbit etmemiş olmasını ve o şey hakkında
Allah'ın (ezeli) bir takdirinin bulunmamış olmasını (düşünmekte) kendilerini
yetkisiz ve hatali görerek, kaderden bahsettiler.
Bununla beraber, kader
Allah'ın, manası apaçık olan Kur'an'ında da mevcuttur. Sahabe-i kiram) kader
inancını Kur'an'dan almışlar ve ona imanı Kur'an'dan öğrenmişlerdir. (Ey
bidDatçiler)! Eğer siz: (Madem öyle de) Allah niçin (kader inancına aykırı
görünen) falan ayeti indirdi ve niçin (bu inanca aykırı düşen) şöyle sözler
söyledi? derseniz (ben de size şöyle derim):
Sizin Kur'an'dan okuduğunuzu
(sahabe-i kiram da) okudular ve onlar (ondan) sizin bilmediğiniz (bazı) manalar
sezinlediler. Sonra da: "Şu (kainatta vukua gelen hadiselerin) hepsi de
(ezeli olan) bir yazgi ve takdir ile (meydana gelmekte) dir, takdir edilen
olur. Allah'ın dilediği olmuştur, dilemediği de olmamıştır. Biz kendimize fayda
ve zarar verme gücüne sahip değiliz" dediler. Bu (hükme vardikta)n sonra
(Allah'a ibadet etmeye) rağbet ettiler ve (kötü amellerden de) olanca
güçleriyle kaçındılar."
İzah:
Mevzûmuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte sırasıyla şu
meseleler işlenmekte ve hükme bağlanmaktadır:
1. Allah korkusu
(=takva)
2. Orta yolu tutma,
ifrat ve tefridden sakınma
3. Sünnete sarılmak.
4. Bidatlerden
kaçınmak.
5. Sahabilerin yolundan
ayrılmamak
6. Kaza ve kadere iman
etmek.
Bunlardan sünnete
sarılmanın önemini, bu bölümün giriş kısmında, (4604-4605) numaralı hadislerin
şerhinde, bidatlerden sakınmanın lüzum ve ehemmiyetini ise (4596-4597) numaralı
hadis-i şeriflerin şerhinde açıklamıştık. Bu bakımdan yukarıda işlediğimiz sözü
geçen maddelerden sarf-ı nazar ederek şimdi diğer maddelerin izahına geçelim.
a) Takva: Korkmak ve
sakınmak demektir. Istılahta, Allah korkusundan dolayı, günahlardan uzak
kalmaya, takva denir. Takva, imsak ve per-hizkarlık, yani mutlak olarak zevk ve
haz veren şeylerden nefsi mahrum bırakarak onu terbiye etmek, demektir. Takva
sahibi kimseye muttakî denir.
İslam, insanlar
arasında eşitlik kurma gayesini gütmüş bunun için tek üstünlük vesilesi olarak
takvayı görmüştür: "Ey insanlar! Biz, sizi gerçekten bir erkek ile bir
dişiden yarattık ve tanışasıniz diye sizi kabile ve kavimlere ayırdık. Allah
katında en değerliniz en çok takva sahibi
olamnızdir" (Hucurat (49), 13).
Takva, bütün iyilikleri
ve faziletleri kendisinde toplayan bir haslettir. Takvanın aslı, önce şirkten,
sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra da günah olması muhtemel olan
şüpheli amellerden sakınmaktır. En son olarak takva, mubah olmakla birlikte
lüzumsuz olan şeyleri de terketmektir. Bir başka ifadeyle takva, insanın
kendisini Allah'tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmasıdır.
Avamın takvası şirkten
korunmakla, havassın takvası günahtan sakınmakla, evliyanın takvası fiil ve
iyi amelleri vesile bilmekle olur. Enbiyanın takvası ise fiilleri kendilerine
nisbet etmemekle ilgilidir. Çünkü nebilerin takvaları Allah'tan gelir ve Allah
rızası içindir.[Debbağoğlu Ahmet, Kara İsmail, Ansiklopedik Büyük İslam
İlmihali, s. 601.]
b) Orta yolu tutma:
İnsan iyiliğe kabiliyetli olduğu kadar, kötülüğe de kabil iyy etli dir. Bu iki
kabiliyet onun tabiatına yabancı veya ona haricden yüklenmiş değildir.
İnsanın tabiatında
mevcut olan bu iki cevheri, nazarı itibara almayan düşünce ve inanç sistemleri
insanın fıtratına uygun olmadıkları için asla gerçekçi ve tatminkar olamazlar.
Yüce bir hayatın
tahakkuku ise ancak bu iki zıt kutup arasında bir muvazene kurmakla mümkündür.
Dengenin bu iki kutuptan biri lehine bozulması fertlerin ve toplumların
hayatında bir takım buhranlara sebep olur. İnsanoğlunun ferdî ve içtimaî
hayatında, bu dengeyi kuran, yegane din ve inanç sistemi, İslamiyettir. İslama
aykırı düşen, düşünce ve inanç sistemlerinin hepsi bu dengeden mahrumdur.[Bak.
Muhammcd Kutub, İslam ve Materyalizme Göre İnsan, (Çev. Kemal Sandıkçı) .s.
124-126.]
Bu itibarla yahudilik
enaniyet, hırs ve şehevî hislere ağır gemler vur-masıyla beşeriyetin çocukluk
devrini, Hıristiyanlık, hayal ve rüya aleminde dolaşmasıyla beşeriyetin
gençlik çağını temsil eder. Müslümanlık ise bu devreden sonra gelen kemal
devrini, temsil eder ki, o herşeyi kendi aslî yerine koyar. Ne tamamiyle
dünyaya bağlanır ne de dünyadan tamamen
kopup ahirete yönelir.
Bilakis bir ölçü ve
ahenk içerisinde dünyadan da ahiretten de nasibini alır. Bu bakımdan
beşeriyetin çocukluk ve gençlik çağını temsil eden Yahudilikle hiristiyanlık
olgunluk çağını yaşayan insanlığı temsil edemezler.
Beşeriyetin çocukluk
çağını temsil eden yahudilikte, kendi döneminin çocukça istek ve arzularım
gemlemek üzere indirilen ağır hükümlerden bazıları şöyledir: "...
İşledikleri büyük günahlardan tevbe etmiş sayılmaları için intihar etmeleri
gerekirdi. Üzerlerine bulaşan bir pislikten temiz-lenebilmeleri için o pisliğin
bulaştığı yeri kesip atmaları icab ederdi. Günde elli vakit namaz kılmakla
mükelleflerdi. Büyük günah işledikleri zaman, kendilerine helal kılınan bazı
nimetler, haram kılınırdı. Yine büyük günahları işledikleri zaman kılıklarının
maymun ya da domuz kılığına çevrilmesi, gibi cezalarla
cezalandırılırlardı."[Bk. el-Hadimî Ebu Said (Çev. Kemal lşık). el-Berika
1,12.]
İslamın tuttuğu bu orta
yol, cimrilikle israfın yasaklanıp tutumlu olmanın teşvik edilmesi gibi
kaidelerle İslamın muamelat bölümünde kendini gösterdiği gibi menkûl şeriatla
ma'kul gerçek arasında bir zıddiyet olmadığını kabul etmek ve cebriye ile
mutezile arasındaki orta yolu tutmakla da itikad sahasında insandaki gazab,
şehvet, muhayyile gibi kuvvetlerin değerlendirilmesinde ise o şecaat, iffet ve
hikmet gibi mu'tedil kuvvetleri tasvib etmekle de ahlak sahasında kendini
göterir.
Yüce Allah şu ayet-i
kelimesiyle bu gerçeği bizlere bildirmiştir. "... Böylece sizi orta bir
ümmet yaptık ki insanlara şahid olasınız..."[Bakara 143]
Binaenaleyh İslam,
fıtrata ve akl-ı selime istinad eden bir din olduğu içindir ki, dinde tefrite
düşmeyi ne derece takbih etmişse ifratı da o nis-bette nehyetmiştir. İslamın
kendi saliklerinden istediği şey, din namına bir sürü ahkam ile birçok
ibadetlerle nefislerini ta'zib etmek, yıpratmak yahut güzel ve nefis şeylerden
kendilerini mahrum etmek değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle
buyrüluyor:
"Bu din metindir,
ona yumuşaklıkla, tekellüfsüz gir (takat getiremeyeceğin şeylerle kendini
yorup da) Allah'a ibadetten büsbütün ürkütme. Muhakkak ki: Varacağı yere çabuk
gitmek için arkadaşlarından ayrılıp hayvanım takatinden fazla koşturan ne
istediği yolu alabilir, ne de hayvanın sırtını sağlam bırakır."[Ahmed b.
Hanbel, III. 199.]
Diğer bir hadis-i
şerifte de şöyle buyrüluyor: "Sakın dinde gulüv ve ifrat yapmayın. Çünkü
sizden evvelkilerin helakine sebep, ancak dinde aşırı gitmiş olmalarıdır."[Nesai.
menasik: İbn Mace. menasik; Ahmed b. Hanbel. I, 215, 347.]
Bütün bu yoldaki naslar
bize şunu gösteriyor ki dinde ifrat ve tefrit yoktur.
Şüphe yok ki itidalin
ölçüsü yine Hz. Nebiin sünnetidir. Onun sünnetine uyan itidal çizgisi üzerinde
yürümüş olur. Nitekim Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde bu gerçeği şöyle
ifade buyurmuşlardır. "... Andolsun ki ben AHah'dan sizden fazla korkarım.
Takva yönünden O'na daha bağlıyım, fakat bununla beraber ben Oruç da tutarım,
iftar da ederim, gece namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da
evlenirim. Bilmiş olun ki benim sünnetimi terkeden benden
değildir."[Buhari, nikah, Müslim, nikah, Nesai, nikah]
c) Sahabilcrin yolundan
ayrılmamak: Sahabîler, Hz. Nebii gözleriyle görmüşler ve O'nun tebliğlerini
bizzat kendisinden almışlar ve İslam'ı açıklayışını kulaklarıyla
işitnıişlerdir. Bu itibarla fakihlerin cumhuruna göre sahabîlerin görüş ve
fetvaları nasslardan sonra yer alan şer'î bir hüccettir. Cumhur, bu hususta
aklî ve naklî olmak üzere iki türlü delil serd eder. Naklî delilleri şunlardır:
1. "Birinci
dereceyi kazanan muhacirler ve ansar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı
olmuştur; onlar da O'ndan razı olmuşlardır."[Tevbe 100] Burada Allah,
sahabîlere uyanları Övmüştür. Demek ki onların yolundan gitmek, övülmeyi icab
ediyor. Görüşlerini hüccet olarak kabul etmek de bir nevi onlara uymaktır.
2. Nebi (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur. "Ben ashabım için emanım. Ashabım da ümmetim için
emandır."[Müslim, fadailüssahabe] Sahabîlerin ümmet için eman oluşu, ancak
ümmetin onların görüşlerine uymasıyla olur. Nasıl ki. Hz. Nebi'in onlar için
eman oluşu, onların Nebi (s.a.v.)'in hidayetine uymalarıyla olmuştur.
Aklî delilleri de şöyle
sıralanabilir:
1. Sahabîler, Hz. Nebi'e
diğer insanlardan daha yakındırlar. Onlar, hakkında vahiy nazil olan konulara
şahid olmuşlardır. Hz. Pey-gamber'in hidayetine uymak hususunda ihlas
dereceleri ve idrak seviyeleri üstün idi. Böylece şeriatin maksatlarını iyi
kavrıyorlardı. Çünkü nasslann inmiş
olduğu şart ve durumları bizzat görmüşlerdi. Dolayısıyla onların nasslan
anlayışları, başkalarınınkinden daha kuvvetli ve nasslar üzerindeki sözleri
uyulmaya daha elverişlidir.
2. Sahabilere ait
görüşlerin sünnet olma ihtimali vardır; çünkü onlar, çoğu zaman Hz. Nebi'in
açıkladığı hükümleri anlatırken, O'na nisbet etmiyorlardı. Esasen onlardan bunu
isteyen de yoktu. Böyle bir ihtimalle birlikte, şarabîlerin görüşleri kıyas ve
içtihada dayansa bile, onlara uymak daha iyidir. Çünkü bu, hem nakle yakın, hem
de akla muvafık olur.
3. Eğer sahabîlerden
kıyas mahsulü bir görüş- bize intikal etmişse, bizim de, onlara muhalif bir
kıyasta bulunmamız mümkündür; ancak onların görüşlerine uymamız ihtiyat
bakımından daha iyidir; çünkü Peygamber (sav); "Ümmetimin en hayırlısı,
benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir" buyurmuştur.[Müslim,
fedailüssahabe, Ebu Davud. sünne] Sahabîlerden birine ait bir görüş üzerinde
icma da edilmiş olabilir; çünkü onun görüşü ötekilerine aykırı olursa,
sahabîlerden intikal eden şeyleri araştıran bilginler buna da vakıf olurlar.
Eğer bazı sahabîden rivayet edilen görüşe aykırı başka bir görüş, diğer sahabîlerden
intikal etmişse, bu görüşlerin ikisinin de dışına çıkmak, saha-bîlerin
hepsinden ayrılmak demektir. Bu ise, kabul edilemeyecek ve sahibine ait bir
saçmalıktır.[Muhammed Ebû Zehra, İslam Hukuku Metadolojisi (Fıkıh Usûlü), (Çcv.
Abdulkadir Şener), s. 208, 209.]
d) Kaza ve kader.
a) Kader Ne Demektir?
İmanın esaslarından
biri de "Kadere imaıV'dır. Allahu Teala Hazretlerinin, ezelden ebede
kadar olacak şeylerin zaman ve mekanını, evsafını, havassını, elhasıl ne şekil
ve ne zamanda olacaklarsa onların hepsini ezelde daha onlar meydanda yok iken-
bilip o suretle tahdîd ve takdir buyurmuş olmasına Kader denir ki, ilim
sıfatına raci'dir.
b)Kaza'nın Manası:
Cenab-ı Allah'ın,
ezelde irade ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri za-manı gelince herbirisini
ezeldeki ilim, irade ve takdirine uygun bir suretle icad ve halk buyurması da
Kazadır ki, Tekvin sıfatına raci'dir. İşte Ma-turîdî'den menkul olan asıl
ta'rif bunlardır.
Şöyle de ta'rif edilir:
Kaza ezelen bütün eşyanın vücûduna taallûk eden ilm-i ilahi (Maturîdî'ye göre),
yahud ilmine mutabık bur surette kainatta ezelen taallûk eden irade-i îlahiyye
(Eş'arî'ye göre)dir. Yani Allahu Te-ala'nın sonradan olacak şeylerin hepsini,
nasıl olacaklarsa öylece, ezelde bilmiş verimine mutabık bir surette dilemiş
olması Kaza'dır. Vakti gelince herşeyi ilim ve irade-i ezelliyyesine mutabık
bir surette îcad buyurması da Kader'dir.[Akseki Ahmed Hamdi, İslam Dini, 96.]