DEVAM: 16. Kader
Yalıya İbn Ya'mer'den
(rivayet edildiğine göre) demiştir ki: Kader hakkında ilk konuşan Basra'da
Ma'bed el-Cühenî (isimli bir kimse) dili. (Bir gün) Humeyd b. Abdurrahman
el-Hımyerî ile birlikte hacc ya da umre için yola koyulduk. (Kendi kendimize):
"Allah rasulunün sahabilerinden biriyle karşılaşsak da bu (türedi)
kimselerin kader hakkında söylediklerini ona sorsak" dedik. Yüce Allah
bizi mescide girmekte olan Abdullah b. Ömer'i denk düşürdü. Arkadaşımla ben
hemen onun etrafını çevirdik. Arkadaşımın sözcülüğü bana vereceğini anladım ve:
"Ey Ebu
Abdurrahmanı bizim (o) tarafta birtakım insanlar türedi. Kur'ân okuyorlar, ilim
okumaya çalışıyorlar ve: Kader (diye birşey) yoktur, her iş (hiç bir şeye
bağımlı olmadan) başlı başına müstakil olarak meydana gelir, diyorlar"
dedim.
"Sen onlarla
karşılaştığın zaman onlara benim kendilerinden uzak olduğumu onların da benden
uzak olduklarını söyle. Allah'a yemin olsun ki eğer onlardan birinin Uhud dağı
kadar altını olsa da (Allah yolunda) harcasa, kadere iman etmedikçe Allah bunu
ondan kabul etmez." dedi.
Sonra babası Ömer b.
Hattab (r.a.)'in şöyle dediğini rivayet etti:
"Biz (bir gün)
Rasûlullah (s.a.v.)'in yanında otururken birdenbire yanımıza bir adam
geliverdi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı. Üzerinde yorgunluk ve
perişanlık gibi bir yolculuk alameti göze çarpmıyordu ve kendisini (asla)
tanımıyorduk. Nihayet Nebi (s.a.v.)'in yanına varıp oturdu ve dizlerini dizlerine
dayadı, ellerini (kendi) uylukları üzerine koydu ve:
"Ey Muhammed bana
islamı anlat" dedi.
Rasûlullah (s.a.v.):
"İslam, Allah'dan başka (hakiki) bir ilah olmadığına ve Muhammed'in
Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik etmen, namaz'ı kılman, zekatı vermen,
Ramazan'ı tutman ve eğer gitmeye gücün yeterse haccetmendir" buyurdu.
Adam: "Doğru
söyledin" dedi. Biz kendisine hayret ettik. (Çünkü bilmiyormuş gibi)
soruyor, (biliyormuş gibi de) tasdik ediyor (du. Sonra)
"Bana imam
anlat" dedi.
(Fâhr-i kainat efendimiz
de): "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Nebilerine ahiret gününe
inanmandır. Ve bir de hayrıyla, şerriyle kadere inanmandır" cevabını
verdi. Adam:
"Doğru
söyledin" dedi ve: Bana (şimdi de) ihsandan haber ver" dedi. (Hz.
Nebi de):
"Allah'a görüyormuşsun
gibi ibadet etmendir. Çünkü sen onu göremezsen de o seni görür" buyurdu.
(Adam bu sefer de):
"Bana kıyametin
zamanından bahset" dedi. (Hz. Nebi de:)
"Bu konuda sorulan
sorandan daha bilgili değildir" cevabını verdi. (Adam:
"Öyleyse) Kıyametin
alâmetlerinden bahset" dedi.
(Hz. Nebi de):
"Cariyenin hanımefendisini doğurması ve yalınayak, çıplak deve
çobanlarının, bina yükseltmekte yarışa girmeleridir" buyurdu.
(Hz. Ömer rivayetine
devamla şöyle) dedi: Sonra (bu adam aramızdan çıkıp) gitti. Üç (gün) sonra (Hz.
Nebi bana):
"Ey Ömer (soru)
soranı biliyor musun?" diye sordu. Ben de "Allah ve Rasulü daha iyi
bilir" dedim.
"O Cebrail idi.
Size dininizi öğretmeye gelmişti" buyurdu.
İzah:
Buhari, îman; Müslim.
İman; Tirmîzî îman; İbn Mace. mukaddime. Ahmed b. Hanbel, I, 3, 9, 37, 51, 53,
II, 107.962. IV. 16,4, 129.
Bu hadis, hadis
alimleri tarafından (Hadis-i Cibril) diye adlandırılmıştır. Bir kısım ayet ve
hadislere İslam ulemasının hususi isimler verme adeti vardır. Miras ayeti,
teyemmüm ayeti, şefaat hadisi, Ümfnü Zer' hadisi gibi.
Bu hadisenin
Efendimizin vefatına yakın zamanlarda olduğu anlaşılıyor. Hiç değilse son iki
sene içinde vaki olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çünkü İslamın şartlarından
hacc ibadetinin farz oluşu, hicretin sekizinci senesinde ve Mekke'nin fethinden
sonradır. Hadiste haçcın İslamın şartlarından biri olarak anlatılması bu
hususu göstermektedir.
Hadisenin cereyan
şekli. Efendimize vaki olan vahiy şekillerinden biridir: Cibril (a.s.)'in bir
insan şeklinde gelmesi... Buhari'nin naklettiği bir hadiste, efendimiz
kendisine vahyin nasıl geldiğini soran sahabeye vahiy hakkında bilgi verirken:
"Bazen bana çan sesine benzer bir uğultu biçiminde gelir. Bana en ağır
geleni budur. Vahiy hali benden sıyrılmakla birlikte, ben de vahyedileni
ezberlemiş olurum. Bazan ise melek, insan şeklinde gelir, benimle konuşur,
söylediğini hemen ezberlerim" buyurmuştur. Hadisi nakleden Hz. Âişe diyor
ki: Rasûlullah (s.a.v.) a çok soğuk günde, kendisine vahyin nazil olduğunu
gördüğüm olmuştur. Vahiy hali ondan sıyrıldığında Rasûlullah (s.a.v.)'ın
mübarek alnı tere batmış olurdu."[Buhari. Bedü’l-vahy]
Cibril-i Emin çoğu
zaman, Kelb kabilesinden Dihye b. Halife isimli yakışıklı, güzel, bir sahabinin
kıyafetinde gelmiştir. Ümm Seleme validemizin başından geçen bir hadise
şöyledir: Diyor ki: "Bir kerre Dihye'yi Rasulu Ekremin karşısına oturmuş,
onunla konuşurken gördüm. Biraz sonra Rasulu Ekrem'i mescidde mev'iza irad
ederken: "Şimdi Cibril ile konuştum" dediğini duydum. Bunu müteakip,
Cibril'in Dihye suretinde göründüğünü, Hz. Nebile konuşan zatın Dihye olmayıp
Cibril olduğunu anladım."
Cibril (a.s.)'in,
kimsenin bilmediği bir insan suretinde gelmesi, bilmezmiş gibi sorup, biliyormuş
gibi tasdik etmesi, sualler bitince, mescid-den çıkar çıkmaz kaybolması gibi
haller, mevzuyu orada bulunanların zihnine daha iyi yerleştirmek içindir.
Buhari ve Müslim'in daha başka yollardan yaptıkları nakillerde efendimiz:
-Onu geri çağırın, buyurmuş,
fakat, ardından çıkanlar onu görmemişlerdir. Nebiimizin maksadı, ashabın bu
hadiseye daha fazla alaka duymasını sağlamaktı, yoksa hemen ardından çıkanların
onu göremeyeceklerini ve bulamayacaklarını biliyordu.-
Hadis-i şerifte,
sorular oldukça düzenli bir şekilde sorulmuştur. Önce zahir yönleri de bulunan
amellerin ifadesi olan İslam, sonra tamamen kalb işi olan iman, daha sonra da
imanın en son kemali olan ihsan sorulmuş, efendimiz bu sorulara dinleyenleri
tatmin edecek kısa, özlü cevaplar vermiştir.
Bu arada kıyametin
zamanı hakkında sorulan sual oldukça dikkate değer. Soru soran Cibril (a.s.),
ilk soruların cevabını biliyor, fakat bu sefer sorduğunun cevabını kendi de
bilmiyor.[Bk. Kazancı A. Lütfi, Nübüvvet Pınarından, 44.]
Efendimiz bu hadis-i
şerifte, kıyametin küçük alametlerinden ikisini zikretmiş bulunmaktadır.
1. Cariye'nin
hanımefendisini doğurması
a. Hattabî'ye göre
bundan murad; İslamiyetin yayılması ve müslü-manların küfür diyarını istila
ederek ahalisini esir almalarıdır. Bir adam bir cariyeye malik olur da ondan
bir çocuğu doğarsa, çocuk hür doğacağı için annesinin sahibi mesabesinde olur.
Çünkü çocuk cariyenin sahibinin oğludur. Nevevi ile diğer bazı ulema bunun,
ekseri ulemanın kavli olduğunu söylemişlerdir.
b. ibrahim Harbi'ye
göre murad: Cariyelerin hükümdarları doğurmasıdır. Bu suretle hükümdarın annesi
olan cariye de sair ahali gibi o hükümdarın tebasından biri olur.
c. Bazılarına göre mana
ahir zamanda mal çoğalarak ümmü veled (yani efendisinden çocuk doğurmuş) cariyelerin
-satılmaları yasak olmakla birlikte- çok satılmasıdır. Böylelikle cariye
satıla satıla günün birinde bilmeden oğlunun eline geçer ve oğlu annesinin
sahibi olur. Fakat bu kavil yalnız ümmü velede mahsus değil her nevi
cariyelere şamildir. Zira, caizdir ki bir cariye nikâh şüphesiyle, meselâ,
sahibinin izniyle bir başkasıyla nikahlanarak ondan hür bir çocuk dünyaya
getirir. Sonra cariye elden ele satıla satıla doğurduğu çocuğun eline
düşebilir. Bu takdirde meselenin kıyamet alameti sayılan tarafı, ümmü veled
cariyelerin satıla-madığını bilen kimsenin kalmamış olmasıdır.
d. Bir kavle göre bu
cümleden maksat: Ümmü veled cariyenin çocuğu doğurmakla azad olmasıdır.
Doğurmak sebebiyle azad olduğu için onu adeta doğuracağı çocuk azat etmiş gibi
olur. Ancak bu tevil mecaz yolu iledir; mecazın alakası da sebebiyet
müsebbebiyet (sebep-sonuç ilişkisi) dir.
e. Diğer bir kavle göre
murad: Anneye babaya itaatsizliğin çoğalma-sıdir. Bu sebeple evlad annesine bir
kimsenin cariyesine reva gördüğü muameleyi yapacaktır. Bu te'vilde dahi
cariyenin oğluna mecazen "sa-hib" denilmiştir. Bazıları hadisteki
(Rabb) kelimesini mürebbi manasına alarak, hakikî manada kullanmak istemişlerse
de bu vecih pek zayıf görülmüştür.[Davudoğlu Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve
Şerhi, I, 117, 118.]
2. Fakir, yalınayak,
baldırı çıplak deve çobanlarının yüksek bina yapımında yarışmaları... Buhari ve
Müslim'in diğer rivayetlerinde bu çobanların sıfatlan sayılırken (itibarsız, ne
idüğü belirsiz) tabiri de geçmektedir. Bu söz ise; servetin git gide,
ahlaksız, bütün itibarı servetine ait olan hiçbir faziletin sahibi olmayan
kişilerde toplanacağını, bunların söz ve itibar sahibi olacağını anlatıyor.
Yüzyıllarca önce
yapılan ve bugün hala ayakta duran binaların ekseriyyeti umumun menfaatine ait
olanlarıdır. Şahsı için nihayet bir insanın rahatça oturabileceği bir ev
yaptıranlar, İslam cemaati için çok daha fazla harcamalarla sayıya hesaba
gelmez, Ölmez unutulmaz eserler bırakmasını bilmişlerdir. Dün cami, medrese,
han, hamam, kervansaray... yaptırıp gidenlerin ihtimal ki yüzde onunun bile
kendi evi ayakta değildir. Halbuki bugün servetler tamamen şahısların
arzularına hizmet yoluna girmiştir. Bir hayır müessesesine yardım için
başvurulan nice zenginler, şahıslarına harcadıklarının milyonda birini
verirken, titreyen elleriyle de olsa sadakayı gönül rızasıyla vermediklerini
anlatmak istiyorlar. Gitgide ahlaksız kimselerin oyuncağı haline gelen servet,
insanlığın saadeti uğrunda kaç adımlık mesafeye şeref bayrağını dikebilecektir?
Ne idüğit belirsiz deve
çobanları tarafından, yüksek bina yarışına girilmesinin kıyamet alameti olarak
gösterilmesini, beldelerin imarı ile aynı manada anlamamak gerekir. Ancak bir
kısım şehirlerin anormal derecede gelişmesi, pek çok çeşitten insanı bir araya
getirmektedir. Birbirini tanımayan bu geniş kitlenin maddi menfaatten başka
hiçbir bağla birbirine bağlanmamış olması, menfaatin de insanı nerelere kadar
sürüklediğini pek acı misalleriyle her gün görmemiz acı düşüncelerin gönüllere
yerleşmesine sebep olmaktadır.[Kazancı A. Lütfi, Nübüvvet Pınarından, s. 48,
49.]