ZADU’L-MEAD |
ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.) VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM |
ANA SAYFA
Kur’an Hadis Sözlük Biyografi
E) İDDET (HZ.
PEYGAMBER'İN (S.A.) İDDET KONUSUNDAKİ HÜKÜMLERİ)
1- İddetln Çeşitleri
2- (Kar') Kelimesinin
Yorumları
3- Cariyenin İddeti
4- Hayızdan Kesilen ve
Henüz Hayız Görmemiş Kadının İddeti
5- Vefat İddeti
6- Boşanma iddeti
7- Hulu Sonucu
Ayrılmada İddet
8- Vefet İddetinin
Yeri
9- Hz. Peygamber'in
(s.a.) Kocası Ölen Kadına Yapmasını Emrettiği Hususlar
10- Hz. Peygamberin
(s.a.) istlbra konusundaki Hükümleri
1- İddetln Çeşitleri :
Bu konunun açıklamasını,
bizzat Yüce Allah kendi üzerine almış ve kitabında en açık, vazıh ve şümullü
bir şekilde beyan etmiştir. İddet konusunda Kur'an'ın beyanı dışında kalacak
hiç bir şekil bırakılmamıştır. Kur'an'da dört çeşit iddetten bahsedilmiştir ki,
iddet nevilerinin tamamı da bundan ibarettir:
Birinci çeşit iddet:
Hamile kadının iddeti, kayıtsız olarak çocuğunu doğurmasına bağlanmıştır. Bain
talakla ya da ric'i talakla boşanmış olması; kocası ölmüş veya hayatta olması
ve boşanması arasında fark yoktur. Yüce Allah: "Hamile olanların
iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4] buyurmuştur.
Bu ayette üç açıdan
genellik (umumilik) bulunmaktadır:
Birincisi:Kendisinden
haber verilen kimselerin genelliği. Bunlar hamile olan kadınlardır ve bu ifade
onların tamamını içine alır.
İkincisi:
"Ecel" (müddet) in genelliği: Müddet, hamile kadınlara izafe
edilmiştir. Cemi isimlerinin (ism-i cem) marife bir kelimeye izafe edilmesi,
genellik bildirir. Dolayısıyla çocuğun doğurulması, onların müddetlerinin
tamamı kılınmıştır; eğer o kadınlardan bir kısmının ondan daha başka müddetleri
bulunsaydı, o zaman doğuma kadar bekleme, onların tümüne nisbet edilmiş bir
müddet olmazdı.
Üçüncüsü: Mübteda ve
haber marifedir: Mübtedanın marife olduğu belli; habere gelince —ki ayetteki
kısmıdır— bunun marifeliği muzaf olan masdar tevili şeklinde olmaktadır; yani,
ayetin takdiri şeklindedir. Mübteda ve haberin her ikisinin de marife olmaları durumunda,
ikincinin birinciye hasrı gerekir. Nitekim:
"Ey insanlar,
muhtaç olanlar sizlersiniz; zengin olan ve övülmeye layık olan ise ancak
Allah'tır."[Fatır, 15] ayetinde bunun örneğini görmekteyiz.
Sahabenin büyük
çoğunluğu, hamile olan kadının iddetinin doğurmak (hamlini vaz etmek) olduğuna
bu şekilde delil getirmişler ve kocası henüz teneşir üzerinde olsa bile,
doğumla iddetinin biteceğini belirtmişlerdir. Nitekim bizzat Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) de, Eslemli Sübey'a'ya bu şekilde fetva
vermiştir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hüküm ve fetvası,
Kur"an'dan alınmıştır ve ona tamamen uygundur.
İkinci çeşit iddet:
Hayız gören kadının iddeti: Bunun süresi üç kur' (hayız ya da temizlik süresi)
beklemektir Yüce Allah: "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kur'
(hayız ya da temizlik süresi) beklerler."[Bakara, 228] buyurur.
Üçüncü çeşit iddet:
Hayız görmeyen kadının iddeti: Bu da iki kışıma ayrılır: a) Henüz hayız
görmeyen küçük çocuğun iddeti. b) Hayız halinden kesilmiş (ayise) kadının
iddeti. Yüce Allah her iki kısmın da iddetlerini şu ayetle belirtmiştir:
"Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali
görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların
iddet beklemesi üç aydır."'[Talak, 4]
Dördüncü çeşit iddet:
Kocası ölen kadının beklediği vefat iddeti: Bunu da Yüce Allah şu ayetle
açıklamıştır: "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi
kendilerine dört ay on gün beklerler. "[Bakara, 234] Bu ayet kendisiyle
gerdeğe girilen, girilmeyen; küçük ya da büyük olan hanımları içine almaktadır;
hamile kadınlar ise bu ayetin hükmü içine girmemektedir. Çünkü onlar:
"Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile
tamamlanır."'[Talak, 4] ayeti ile bu hükmün dışında kalmaktadırlar. Bu
ayette onların doğurmaları, bütün iddetleri sayılmış ve iddet doğuma
hasredilmiştir. Vefat iddeti bekleyen hanımlar ise böyle değildir; çünkü,
ilgili ayette "beklerler" fiili mutlaktır ve bir genelliği (umumu)
yoktur. Sonra:"Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile
tamamlanır."[Talak, 4] ayeti, "İçinizden vefat edenlerin bırakmış
olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."[Bakara, 234]
ayetinden daha sonra nazil olmuştur. Yine: "İçinizden vefat edenlerin bırakmış
olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."'[Bakara, 234]
ayeti ittifakla, hamile olmayan kadınlar hakkındadır. Çünkü, onun hamilelik
süresi bu süreden daha fazla devam edecek olsa, doğuma kadar beklemesi
gerekmektedir. Dolayısıyla bu ayetin umumu (genel ifadesi) ittifakla tahsis
görmüş bulunmaktadır. "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları
ile tamamlanır."'[Talak, 4] ayeti ise, ittifakla tahsis görmemiştir. Şayet
bu konuda, hükmün böyle olduğuna dair sahih sünnet bulunmasaydı, konuyu
Kur'an'a havale etmek gerekecekti. Kaldı ki, Kur'an'ın getirdiği hükmü, sünnet
teyid etmekte ve onu takrir etmektedir.
Bunlar, Allah'ın
kitabında beyan ve tafsil edilmiş olan iddetlerdir. Ancak bu iddet
çeşitlerinden bahseden ayetlerden ne murad edildiği ve delalet ettikleri
hususlar hakkında ihtilaflar vardır. Allah'a hamd olsun ki, sünnet bunlardan
murad edilen manaları açıklamıştır. Biz burada, sözkonusu ihtilafları
zikredecek, bunlar içerisinde hangisinin doğruya daha yakın ve evla olduğunu,
sünnetin delaleti doğrultusunda bulunduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Bu ihtilaflardan birisi,
selefin hamile bir kadının vefat iddeti beklemesiyle ilgili ihtilaflarıdır. Hz.
Ali, İbn Abbas ve sahabeden bir grup, dört ay on gün ya da doğum vaktine kadar
olan zamandan en uzun müddet hangisi ise. o kadar bekler; demişlerdir. Bu İmam
Malik'in mezhebinde iki görüşten birisi olmaktadır. Sehnun'un tercihi de bu
şekildedir.
Ebu Talib rivayetinde
İmam Ahmed şöyle demektedir: "Hz. Ali ve İbn Abbas, hamile olan kadının
vefat iddeti beklemesi konusunda: "En uzun süreyi bekler."
demişlerdir. İbn Mes'ud ise: "Kim isterse, onunla yemin billah ederim ki,
kısa olan Nisa suresi (yani Talak suresi Bakara'dan) daha sonra nazil
olmuştur."' derdi. "Doğurduğunda, (nikah için) helal olmuştur."
şeklindeki Sübey'a hadisi onların arasında hükmetmektedir, ibn Mes'ud, Kur'an'a
yorum getirmekte ve "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları
ile tamamlanır."[Talak, 4] ayetinin vefat iddeti bekleyen hanımlar için
olduğunu, boşanmış kadınların da aynı şekilde doğurmaları ile iddetlerini
tamamlamış olacaklarını ve nlkahlanmalannın helal olacağını belirtmiştir.
Hamile kadının, organları belirmemiş bir çocuk düşürmesi durumunda iddeti
tamamlanmış olmaz. El ve ayakları belirmiş bir çocuğun düşmesi durumunda ise,
bununla cariye azad edilmiş olur; iddet tamamlanır. Kadın doğurur, fakat
karnında başka bir çocuk daha bulunursa, diğer çocuğu da doğurmadıkça, iddeti
bitmiş olmaz. Hamile olmaması durumunda, vefat iddeti bekleyen kadının,
kocasının kendisiyle gerdeğe girdiği evinden dört ay on gün ayrılmaması ve
orada iddetini beklemesi gerekir. iddet, kocanın öldüğü ya da boşadığı günden
başlar." Buraya kadar olan kısım İmam Ahmed'in sözüdür.
Bu konuda ibn Abbas ve
Ebu Hüreyre (r.a.) birbirleriyle tartışmaya girmiş ve Ebu Hüreyre: "iddeti
doğurmasıdır." demiştir. İbn Abbas ise "İki müddetten en uzun süreyi
bekler." demiştir. Sonunda Ümmü Seleme' yi hakem tayin etmişler ve ona
gitmişler, o da Ebu Hüreyre'ye hak vermiş ve Sübey'a hadisini de delil olarak
getirmiştir.
İbn Abbas'ın bu
görüşünden vazgeçtiği de rivayet edilmiştir.
Sahabe ve tabiinin büyük
çoğunluğu ve dört imam:" İddeti, çocuğunu doğurmasıdır; isterse koca henüz
teneşirde bulunsun, doğurur doğurmaz nikahlanması helal olur." demişlerdir.
"En uzun süre kadar
beklemesi gerekir." görüşünde olanlar, şöyle demektedirler: Vefat iddeti
bekleyen hamile kadın, her iki ayetin de umumu içerisine girmektedir.
Dolayısıyla en uzun süre ile iddet beklemediği sürece, iddetinden kesin olarak çıkmış
olamaz. Bu ayetlerden birisinin umumunun diğerinin hususiliği ile tahsis
edilmesi mümkün değildir. Çünkü her iki ayet de bir açıdan aram (genel), diğer
açıdan da has (özel) olmaktadırlar. Bazı şekillerin, her iki ayetince umumu
altına girmesi yani umumun gereğiyle amel etme (imal) imkanı bulunmaktadır.
Kadın, en uzun süreyle iddetini beklediği zaman; süreler içerisinde daha az
olan, daha uzun olan içerisinde mündemiç bulunacaktır ve böylece her iki ayetin
de umumu gereği hareket edilmiş olacaktır.
Çoğunluk ulema , bunlara
karşı üç şekilde cevap vermişlerdir: Birincisi: Sarih sünnet, itibarın sadece
doğuma olduğuna delalet etmektedir. Nitekim, Sahihayn'da. varid olduğu üzere,
Eslemli Sübey'a'nın kocası vefat etmiş ve kendisini hamile olarak geride bırakmıştı.
Kadın doğurmuş ve evlenmek istemişti. Ebu's-Senabil kendisine: "Sen en
uzun süreyi doldurmadıkça, nikahlanamazsın." demiştir. Kadın Hz.
Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sormuş, O da: "Ebu's-Senabil
yalan söylemiş, Sen (nikah için) helal oldun. Dolayısıyla dilediğinle
evlen!" buyurmuştur.
İkincisi: "Hamile
olanların iddetleri, çocuklarım doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4]
ayeti, "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine
dört ay on gün beklerler."[Bakara, 234] ayetinden sonra nazil olmuştur. Bu
cevap Abdullah b. Mes'ud'a aittir. Nitekim Buhari'nin Salih'inde şöyle rivayet
edilmektedir: "Siz o kadın üzerine işi zorlaştırıyor ve ona ruhsat
tanımıyor musunuz? Ben Allah'ı şahid tutarım ki, kısa olan Nisa (Talak) suresi,
uzun olandan (Bakara) sonra inmiştir: "Hamile olanların iddetleri,
çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4] ayeti daha sonradır.
Bu cevap izaha
muhtaçtır: Çünkü, bu sözün zahiri Talak süresindeki ayet, tarih bakımından daha
sonra olduğu için Bakara süresindeki ayetten mukaddemdir, dolayısıyla onu
nesheder; anlamına gelmektedir. Ancak, "nesh" tabirinin sahabe ve
selef terminolojisinde, daha sonra gelenlere nisbetle çok daha geniş bir manası
vardır. Çünkü onlar nesh tabiri ile üç mana kasdetmektedirler:
1) Sabit bir hükmün,
hitapla (nassla) kaldırılması.
2) Zahirin delaletinin,
ya tahsis ya da takyid yolu ile kaldırılması, Bu manada nesih, birinci
manasından daha geneldir.
3) Beyanı, harici bir
delile bağlı olan lafızdan muradın ne olduğunun açıklanmasıdır. Bu üçüncüsü de
daha önce geçen iki manadan daha genel olmaktadır.
İşte ibn Mes'ud (ra.)
Talak suresinin daha sonra nazil olduğunu belirtmekle, iddetin doğumla sona
ereceğini belirten ayetin Bakara süresindeki ayeti, eğer ayetin umumu murad
ise, neshetmiş olduğunu; eğer umumu murad değil idiyse, tahsis etmiş olduğunu
veya ondan muradın ne olduğunu açıklamak ve onun mutlak ifadesini kayıtlamak
olduğunu belirtmiş; her üç ihtimale göre de. Talak süresindeki ayetin, Bakara
süresindeki ayetin umum ve mutlak ifadesine takdiminin gerekeceğine işaret
etmiştir. Bu İbn Mes'üd'un fıkıhtaki kemalinin ve ilimdeki derinliğinin bir
neticesidir ve bu fıkıh usulünün onlarda bir seciye ve meleke şeklinde
bulunduğunu, ve hiçbir zaman bu konuda bir tekellüfe girmediklerini
göstermektedir. Nitekim Arapça, meani, beyan ve onlarla ilgili diğer ilimler
de, onlarda bir meleke ve seciye şeklinde bulunuyordu. Onlardan sonra gelenler
ise, onların tozlarına ulaşmaya çalışmak için kendilerini yormaktadırlar.
Heyhat! O da nerde?!
Üçüncüsü: Farzedelim ki,
doğumun esas alınacağına dair sarih sünnet yok ve Talak suresi de sonraki
tarihli değil; bu takdirde de yine Talak süresindeki ayetin takdimi, daha önce
ifade ettiğimiz gibi, umumunun bulunuşu ve öbür ayetteki "beklerler"
ifadesinin de mutlak oluşu gerekçesiyle vacib olacaktı. Meseleyi böylesi bir
anlayışa havale etmek mümkün idi. Ancak pek çok kimseye göre kapalı kalışı ve
inceliği sebebiyledir ki, konu, sünnetin beyanına havale edilmiştir. Tevfik
ancak Allah'tandır.
"Hamile olanların
iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."'[Talak, 4] ayetinin
delaleti gereği, kadın ikiz çocuğa hamile olsa, her ikisini de doğurmadıkça
iddeti sona ermez. Ayet aynı zamanda, istibra yapması gereken kadınların
iddetlerinin de, çocuklarını doğurmaları olduğuna delalet etmektedir. Yine
ayette, "hamillerini vaz etme" tabiri kullanıldığı için, çocuğu ölü
ya da diri; tam ya da noksan; ruh üflenmiş veya üflenmemiş ne şekilde
doğururlarsa doğursunlar, iddetlerinin sona ereceğine delalet bulunmaktadır.
"İçinizden vefat
edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler."[Bakara. 234] ayeti ise, hayız görsün görmesin, sadece bu süre
kadar beklemeleri ile yetinileceğine delalet etmektedir. Bu, çoğunluğun görüşü
olmaktadır. İmam Malik ise şöyle der: Eğer bir kadının adeti senede bir defa ay
hali görmek ise ve bu kadının kocası da ölürse, bu kadın hayzını görüp ondan
temizlenmedikçe (dört ay on gün beklese de) iddeti bitmez. Eğer hayız görmezse,
kocanın vefatından itibaren tam dokuz ay bekler. Ondan, çoğunluğun görüşü
doğrultusunda ikinci bir rivayet daha bulunmaktadır. Buna göre kadın, dört ay
on gün bekler ve hayız görmesini beklemez.
2- (Kar') Kelimesinin
Yorumları:
Diğer bir ihtilaf konusu
da, ayette geçen "kar"' (c. kuru' ve akra') kelimesinin manası
hakkındadır. Acaba bundan maksat hayız mıdır yoksa temizlik süresi midir?
a) Kar Kelimesinin
Yorumu Konusundaki Görüşler:
1. Kar'dan Maksat
Hayızdır Görüşü :
Büyük sahabiler, bundan
maksadın hayız olduğunu söylemişlerdir. Bu Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman,
Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ebu Musa, Ubade b, es-Samit, Ebu'd-Derda, İbn Abbas, Muaz
b. Cebel (r.anhum) gibi sahabilerin görüşü olmaktadır. Aynı zamanda bu, İbn
Mes'üd'un Alkame, el-Esved, İbrahim, Şüreyh, Şa'bi, Hasan, Katade gibi bütün
talebelerinin; İbn Abbas'ın talebeleri olan Said b. Cübeyr ve Tavus'un; Said b.
el-Müseyyeb'in görüşleri olmaktadır. ishak b. İbrahim, Ebu Ubeyd el-Kasım, İmam
Ahmed gibi hadis imamlarının görüşleri de bu şekildedir.imam Ahmed'i de bunlar
arasında saydık. Çünkü o da bu görüşe rücu etmiş ve onda karar kılmıştır, bunun
dışında onun başka bir görüşü bulunmamaktadır. Daha Önceleri,
"kar'"dan maksadın temizlik süresi olduğu görüşünde idi. el-Esrem
rivayetinde şöyle demiştir: "Kar'dan maksat hayızdır." diyenlerin
dayandıkları hadislerin farklılıklar arzettiğini gördüm; "Koca, boşadığı
karısı üçüncü hayzını görmeye başlamadıkça ona rücu hakkına sahiptir."
diyenlerin hadislerinin ise sahih ve güçlü olduklarını gördüm."Sadece bu
beyanı elde eden kimse, Ebu Ömer b. Abdilber'dir ve o: "İmam Ahmed,
kar'dan maksadın "tuhr" yani temizlik süresi olduğu görüşüne rücu
etmiştir." demiştir ki, durum onun söylediği gibi değildir. İmam Ahmed,
bunu önceleri söylerdi, sonra ise bu konuda tevakkuf etmiştir. Yine el-Esrem'in
rivayetinde İmam Ahmed şöyle demektedir: "Daha önceleri, kar' temizlik
süresidir; diyordum. Sonra ise büyüklerin dediği gibi tevakkuf ettim,"
İmam, daha sonraları "kar' " dan maksadın hayız olduğuna kesin olarak
hükmetmiş ve temizlik süresidir şeklindeki görüşünden rücu ettiğini tasrih
etmiştir. İbn Hani' rivayetinde şöyle der: "Ben kar'dan maksadın tuhr yani
temizlik süresi olduğu görüşünde idim. Bugün ise ben kar'dan maksadın hayız
olduğu kanaatindeyim." Kadi Ebu Ya'la:"İmam Ahmed'den sahih olan işte
budur, imamlarımızın kabul ettikleri görüş de budur. İmam kar'dan maksadın
temizlik süresi olduğu şeklindeki görüşünden rücu etmiştir." demiş ve daha
sonra biraz önce geçen İbn Hani' rivayetindeki rücuunu ifade eden beyanını
zikretmiştir.
Bu görüş Ebu Hanife ve
talebeleri gibi rey ekolünün de mezhebleri olmaktadır.
2. Kar'dan Maksat
Temizliktir Görüşü:
Bir başka grup ise;
ayetteki "kar'"dan maksadın "tuhr" yani temizlik süresi
olduğunu söylemişlerdir. Bu da müminlerin annesi Hz. Aişe, Zeyd b. Sabit ve
Abdullah b. Ömer'in görüşleri olmaktadır.
Yine bu görüş "yedi
fakih", Eban b. Osman, Zühri ve bütün Medine fakihlerinden rivayet edilir.
İmam Malik ve Şafii'nin mezhebleri böyledir. İki rivayetten birisinde İmam
Ahmed de bu görüştedir.
Bu görüşe göre, bir
kadının temizlik süresi içerisinde boşanması durumunda, boşandığı andan
itibaren geri kalan temizlik süresi tam bir "kar"' sayılır mı? Bu
konuda üç görüş bulunmaktadır.
Birincisi: Geri kalan
süre bir tuhr (kar') sayılır. Meşhur olan da budur.
İkincisi: Hayır,
sayılmaz. Bu da Zühri'nin görüşü olmaktadır. Nitekim, kar'dan maksadın hayız
olduğunu söyleyenlere göre, ittifakla geri kalan hayız süresi, tam bir hayız
olarak kabul edilmemektedir.
Üçüncüsü: Eğer o
temizlik süresi içerisinde, cimada bulunmuşsa, geri kalan kısmı sayılmaz.
Cimada bulunmamışsa, geride kalan kısmı bir tuhr sayılır. Bu görüş de Ebu
Ubeyd'e aittir.
İddet bekleyen kadın
üçüncü hayıza veya ez-Zühri'nin görüşüne göre dördüncü hayıza girerse iddeti
bitmiş olur. Birinci görüşe göre, üçüncü hayız bitmedikçe iddetten çıkmış
olmaz.
iddetinin bitmiş olması
için hayızdan yıkanmış olması gerekir mi? Üç görüş bulunmaktadır:
Birincisi: Yıkanmadıkça
iddetinden çıkmış olmaz. Büyük sahabilerden meşhur olan görüş budur. İmam
Ahmed: "Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'üd: 'Koca, boşadığı karısı üçüncü
hayzından yıkanmcaya kadar rücu edebilir.' derlerdi." demiştir. Bu Hz. Ebu
Bekir es-Sıddik, Hz. Osman, Ebu Musa, Ubade, Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel'den
(r.anhum) rivayet edilmiştir. Nitekim Veki'in Musannef inde, İsa el-Hayyat -
Şa'bi vasıtasıyla Hz. Peygamber'in birbirinden güzide on üç sahabisinden —ki
içlerinde Hz. Ebu Bekir, Ömer ve İbn Abbas da bulunmaktadır— "iddet
bekleyen kadının üçüncü hayzından temizlenip yıkanmadıkça, kocasının rücu hakkı
bulunduğu" rivayet edilmiştir.
Yine onun Musannef'inde,
Muhammed b. Raşid - Mekhul vasıtasıyla, Muaz b. Cebel ve Ebu'd-Derda'dan da
benzeri rivayet edilmiştir.
Abdürrezzak'ın
Musanne/inde Ma'mer - Zeyd b. Refi' - Ebu Ubeyde b. Abdillah b. Mes'ud senediyle
rivayet edilir: Hz. Osman, bu konuda Übey b. Ka'b'ı çağırtır ve sorar: Übeyy b.
Kab: "Benim görüşümce kadın üçüncü hayzından temizlenip yıkanmcaya ve
kendisine namaz helal oluncaya kadar, kocası rücu edebilir." der. Ravi:
"Hz. Osman'ın bu görüşü benimsemiş olmasından başka bir şey
bilmiyorum." demiştir.
Yine onun Musannefinde,
Ömer b. Raşid - Yahya b. Ebi Kesir senediyle, Ubade b.
es-Samit'in:"Boşanan kadın üçüncü hayzından temizlenip yıkanmadıkça ve
kendisine namaz helal olmadıkça, ayrı düşmez." dediğini rivayet eder.
Bunlar ondan fazla
sahabidir. Bu, aynı zamanda Said b. Müseyyeb, Süfyanu es-Sevri, İshak b.
Rahuyeh'in görüşleri olmaktadır. Şerik: "Kadın ihmal etse de yirmi yıl
yıkanmasa, kocanın (yıkanmcaya kadar) ric'at hakkı bulunur." demiştir. Bu
aynı zamanda İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden birisi olmaktadır.
İkincisi: Kadın üçüncü
hayzından, sadece temizlenmiş olmakla iddeti biter ve yıkanmış olma şartı
yoktur. Bu Said b. Cübeyr ile Evzai'nin görüşleri olmaktadır. İmam Şafii'nin
kadim kavli de böyledir, çünkü o daha önceleri kar'dan maksadın hayız olduğunu
söylerdi. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden birisidir ve
Ebu'l-Hattab'ın tercihi de budur.
Üçüncüsü: Kanm
kesilmesinden sonra, kadın üzerinden temizlenmiş bulunduğu vaktin namazı
geçmedikçe iddet devam eder ve kocasının rücu hakkı bulunur. Bu Sevri'nin
görüşü olmaktadır. İmam Ahmed'den nakledilen rivayetlerden üçüncüsü de bu
şekildedir. Bu rivayeti Ebu Bekr nakletmiştir. Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin
görüşü olmaktadır; ancak bu hayzm en az müddeti sonunda kesildiğinde
sözkonusudur. Hayzm en uzun süresi sonunda kesilmesi takdirinde ise iddet,
kanın sadece kesilmiş olmasıyla sona erer.
"Kar'dan maksat,
tuhr yani temizlik süresidir." diyenler ise iki konuda ihtilaf etmişlerdir:
Birincisi: Temizlik
süresinden önce kan görme şart mıdır, yoksa değil midir? iki görüş variddir:
Her ikisi de İmam Şafii ve Ahmed'in mezheblerinde iki vecih olmaktadırlar.
Birincisi: (Tuhr içerisinde boşanmak suretiyle, öncesinde kan olmaması durumunda
bu tuhr) hesap edilir. Çünkü, bu bir temizlik süresidir ve sonunda hayız (kan)
olmaktadır; dolayısıyla, daha öncesinde hayız olması durumunda olduğu gibi bu
bir "kar' " sayılır. İkincisi: Hesap edilmez. Bu İmam Şafii'nin
mezheb-i cedidindeki beyanının zahiri olmaktadır. Çünkü kan görmeyen bir kadına
Arapça'da "zat-ı kuru' " tabir edilmez.
İkinci nokta:Üçüncü
hayza başlar başlamaz iddet biter mi? Yoksa bir gün ve bir gece hayızı devam
etmedikçe iddeti bitmez mi? Bu konuda İmam Ahmed'in tabileri iki vecih olmak
üzere ihtilaf etmişlerdir. Bu iki vecih, aynı zamanda İmam Şafii'nin beyan
etmiş olduğu iki kavli olmaktadır. Tabilerine ait üçüncü bir vecih daha
bulunmaktadır: Buna göre, kadın adeti veçhile hayzını görse, mücerred hayzının
başlamasıyla iddeti bitmiş olur. Eğer adeti veçhile hayzını görmez de mesela
normalde ayın onunda adet görürken ayın başında görmeye başlasa, bu durumda
üzerinden bir gün ve bir gece geçmedikçe iddeti tamamlanmış olmaz. Sonra iki
vecih olmak üzere yine ihtilaf etmişlerdir: Acaba bu kan iddetten sayılır mı,
yoksa sayılmaz mı? Bu ihtilafın semeresi, bu kan görme şurasında ric'atta
bulunma durumunda ortaya çılcar.
b) Görüşlerin Delilleri:
Buraya kadar
"kar"' hakkında ulemanın gprüş ve mezheblerini ortaya koymuş
bulunuyoruz. Şimdi ise delillerine geçmek istiyoruz:
1. Kardan Maksat
Hayızdir Görüşünün Delilleri:
"Kar'"m hayız
anlamına geldiğini söyleyenler, bu görüşlerine çeşitli açılardan delil
getirmişlerdir: Birinci Delil:
Yüce Allah'ın:
"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kar' {selasete kürü')
beklerler.''[Bakara, 228] buyruğundan maksadı ya sadece "tuhr" yani
temizlik süresidir, ya sadece "hayız" dır; ya da her ikisi de
birdendir. Üçüncüsü icma ile mümkün değildir; müşterek lafzı iki manaya hamledenler
dahi bu konuda hemfikirdirler. Şu halde, ayetin ilk iki ihtimale hamli
gerekmektedir: Bu iki ihtimalden hayız üzerine hamlediimesi çeşitli açılardan
daha uygun olmaktadır:
1- Eğer kar'dan maksat
tuhr olacak olsaydı, o takdirde iddet bekleyen kadın için iki kar' ve
üçüncüsünden de bir an beklemesi yeterli olurdu. Ayette kullanılan
"üç" sayısının bu manada kullanılması ise uzak bir mecazdır. Çünkü
sayılar belli bir aded konusunda "nas's"dırlar; ne aza ne de çoğa
delalet etmezler.
Burada siz: "İçerisinde
boşanılan tuhrun geri kalan kısmı bize göre bir kar'dır." diyebilirsiniz.
Bu itirazınıza üç açıdan cevap vermek mümkündür:
a) Daha önce de geçtiği
gibi, bu üzerinde ittifak edilemeyen bir konudur; bütün ümmet, kar'ın bir
kısmının tam bir kar' sayılacağına dair asla icma' etmiş değillerdir. Böyle bir
iddia delile muhtaçtır.
b) Bu bir mezhebçilik
iddiasıdır ve ayetin bu iddia üzerine hamli, kur' un tuhur olduğunu
kabullendirme gayreti gerektirmektedir. Kur'an bu şekilde mezhebçilik
iddialarıyla tefsir edilemez ve lügate bu gibi manalar yüklenemez. Lügatte,
asla tuhrdan bir anlık zaman için "tam bir kar'" ismi verilmez ve
böyle bir mana akla gelmez. Bu mana üzerinde ümmet görüş birliği de etmemiştir.
Dolayısıyla bu iddia ne naklen, ne de icma' yolu ile sabit değildir. Bu sadece
mücerred (dayanağı olmayan) bir hamiden ibarettir. Hiç şüphesiz
"hami" başka, "vaz'" ise daha başka şeylerdir. Vaz', ancak
lügat bakımından, şer'an ya da örfen sübut bulduğu zaman bir mana ifade der.
c) "Kar"'
kelimesi ya "tuhr"un yani temizlik süresinin tamamının adıdır,
nitekim (öbürlerine göre) hayz müddetinin de tamamının adı olmaktadır. Ya da
bir kısmının adıdır; veyahut da her ikisi arasında lafzı ya da manevi iştirakle
"müşterek" bir kelime olur. Üç İsısını da batıldır dolayısıyla
birinci kısım taayyün eder. Şöyle ki: "Kar' " kelimesinin temizlik
süresinin bir kısmı için vaz'edilmiş olmasının batıllığı ortadadır; çünkü böyle
olması durumunda tek bir temizlik süresinin pek çok "kar"' olması
gerekir ve bu durumda "kar' " kelimesi. mecazi anlamda kullanılmış
olur. Manevi iştirak ile müşterekliğin batıllığı da iki açıdan olmaktadır:
Birincisi: Tek bir temizlik süresine hakikat anlamında pek çok "kar'
" tabir etmenin doğru olması gerekir. İkincisi: Nazirlnln -ki "hayız"
olmaktadır- bir cüzüne ittifakla "kar"' ismi verilmemektedir.
"Kar"' kelimesinin her ikisi için lügat bakımından vaz'edilmiş elması
fark etmez ve bunda bir kapalılık yoktur.
Eğer: "Biz bu
kısımlar içerisinden, tamamıyla cü2;ü arasında lafzı iştirakle müşterek olması
şeklini tercih ediyoruz. Müşterek, her iki manası üzerine de hamledilebilir;
çünkü bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Beraet (sorumluluktan kurtulma) ancak
bununla husule: gelir." denilecek olursa buna cevap iki açıdan
verilecektir: Birincisi: Daha önce de geçtiği gibi, iştiraki sahih değildir.
İkincisi: Şayet iştiraki sahih olsa bile, bu takdirde de bütün manalarına
hamlediimesi caiz değildir. Müşterek lafızın, her iki manası üzerine de hamlini
caiz görmeyenlere göre bu zaten açıktır. Müşterek lafzın her iki manası üzerine
de hamlini caiz görenler ise, bunu ancak her ikisinin de murad edildiğine dair
delil bulunduğu zaman caiz görmektedirler Böyle bir delilin bulunmaması
durumunda ise, içlerinden birisinin ya da her ikisinin murad edildiğine dair
bir delil bulununcaya kadar tevakkuf ediyorlar. Müteahhir alimler, İmam Şafii
ve Kadı Ebu Bekir'den şunu naklederler: "Lafız karinelerden soyutlandığı
zaman, aynen amin (genel) lafızlarda olduğu gibi, her iki manaya da hamli vacib
olur; çünkü bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Zira iki manasından biri diğerinden
daha öncelikli değildir. Üçüncü bir manaya ihtimali imkanı da yoktur; tümden
terki (ta'tili) mümkün değildir, beyanın ihtiyaç anından geriye kalması ise
mümkün değildir. Amel vakti geldiğinde, iki manasından birisinin bizzat maksut
olduğu tebeyyün etmemişse, o vakitte lafzın hakikatinin murad olmadığı
anlaşılmış olur. Eğer murad edilmiş olsaydı, mutlaka beyan edilirdi.
Dolayısıyla mecaz mana taayyün etmiş olmaktadır ki, o da her iki mananın birden
murad edilmesidir. Her iki manaya da hamlin hakikat olduğunu söyleyenler,
muradın ikisinden biri olduğu tebeyyün etmeyince, her ikisinin de murad olduğu
anlaşılmış olur, demektedirler."
Şeyhülislam İbn Teymiye
şöyle demiştir: İmam Şafii ve Kadı'den nakledilen rivayet üzerinde düşünmek
gerekir. Kadı'ya gelince, amm lafızlar hakkında tevakkuf etmek ve bir delil
olmaksızın amm lafızları "istiğrak" (bütün fertlerini kapsaması)
manası üzerine hamletmenin caiz olmadığı onun prensiplerinden (asıl)
olmaktadır. Amm lafızlarda bile tevakkuf eden bir kimse, delil olmaksızın
müşterek lafızları istiğrak manasına nasıl hamledebilir? Onun kitaplarında
zikrettiği şey, sadece re'sen (yani kelimenin ilk konumunda) iştirakin
muhalliği olmaktadır. İştirak iddiasında bulunulan lafızlar ona göre mutevati'
isimler kabilindendir. İmam Şafii'ye gelince, onun ilimde sahip olduğu yüce
makam, böyle bir şey söylemiş olmasına manidir. Bu görüş onun şu sözünden
çıkarılmıştır: "Bir kimse "mevali"sine vasiyette bulunsa, bu
lafız hem yukarıdan hem de aşağıdan olan "mevla"yı içine alır."
İmam belki de bu sözü, "mevla" kelimesinin mütevatı' isimlerden
olduğu ve onlar (yani aşağıdan ve yukarıdan olan mevla) arasında bir müşterek
nokta bulunduğu inancıyla söylemiş olabilir. Çünkü o (mevla lafzı), izafi
isimlerdendir. Aynen "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun
mevlasıdır." hadisinde olduğu gibi. Bu sözden, aralarında bir müşterek
nokta bulunmayan isimler hakkında, "mutlak zikredilmesi halinde lafzın,
bütün manalarına hamledilme sinin gerekliliği" şeklinde genel bir kaide
çıkarılması ve bunun da imam'a nisbet edilmesi gerekmez. Sonra bu sözün
yanlışlığına çeşitli hususlar delalet etmektedir:
a) Lafzın her iki
manasında birden kullanılması ancak mecaz olmaktadır. Çünkü, lafzın tek başına
ayrı ayrı her bir manası için konulmuş olması hakikat olmaktadır. Mutlak lafzın
mecaz üzerine hamli caiz değildir, aksine hakikat manası üzerine hamledilmesi
vacibtir.
b) Şayet, her ikisi için
münferid olarak ve her biri için de toplu olarak konulmuş olduğu farzedilse, bu
takdirde müşterek lafzın üç manası (mefhumu) olmuş olur. Bu üç manasından bir
gerekçe olmaksızın herhangi birisi üzerine hamide bulunmak mümkün değildir.
c) O takdirde, bütün
manalarına hamli imkansız olur. Çünkü onun sadece bir manasıyla her iki manası
üzerine beraberce hamli, iki zıttın bir arada toplanmasını iktiza eder.
Dolayısıyla müşterek lafzın bütün manalarına hamledilmesi mümkün değildir. Her
iki manasına beraberce hamledilmesi, mefhumlarından bir kısmı üzerine hamletmek
olur; bütün mefhumları üzerine hamli, bir anda bütünü üzerine hamlini ortadan
kaldırır.
d) Burada bazı durumlar
vardır: 1) Sadece bu hakikat. 2) Yalnızca diğeri hakikat. 3) Her ikisi birden.
4) Sadece birinin mecazı. 5) Sadece diğerinin mecazı. 6) Her iki mecaz birden.
7) Bunun mecazı ile birlikte yalnız hakikati. 8) Diğerinin mecazı ile birlikte
hakikati. 9) Her ikisinin mecazı ile birlikte tek bir hakikat. 10) Mecazı ile
birlikte diğer hakikat. 11) Diğerinin mecazı ile beraber. 12) Her ikisinin
mecazı ile birlikte. İşte bu on iki hamil ihtimali bulunmaktadır; bunların bir
kısmı hakikat şeklinde diğer bir kısmı da mecaz şeklindedir. Bütün bu hamil
ihtimalleri içerisinde, diğer mecaz ve hakikat manalan bir tarafa itilerek bir
mecazi mananın belirlenmesi, gerekçesiz bir tercih olur ki, bu da mümkün
değildir.
e) Eğer müşterek lafız
her iki manasına da birden hamledilecek olsa, o takdirde amm lafızlardan olur.
Çünkü, amm ismin hükmü, tahsis durumunun bulunmadığı zamanda, bütün fertlerine
hamlinin vacib olmasıdır. Eğer böyle olacak olursa, bu durumda iki manasından
birisinin istisnası caiz olacaktı ve mutlak zikredilmesi durumunda hatıra ilk
olarak umum manası gelecekti ve onu iki manasından birisi hakkında kullanan
kimse, amm lafzı bazı fertleri hakkında kullanan kimse gibi olacaktı.
Dolayısıyla konuşmasında mecaz yapmış olacak ve hakikat manasında kullanmamış
olacaktı, onu iki manasından biri hakkında kullanan kimse bir delile muhtaç
olmayacaktı; aksine sadece diğer manayı nefyeden kimse delile ihtiyaç duyacaktı
ve amm. lafızların umum ifade edeceğini ve ondan mücmelliği nefyetmeyenlere
göre tahsisin bulunduğunu araştırmadan önce, ondan şümul manasını anlamak
gerekecekti. Çünkü bu durumda müşterek lafız, diğer amm lafızlar mevkiinde
olacaktı. Bu ise kesinlikle batıldır. Yine bu durumda, müşterek isimlerin
hükümleri, amm lafızların hükümlerinden ayrı olmayacaktı ki, bu durum lügatte
zaruri olarak bilinen bir husus olmaktadır. Yine bu takdirde, bu ayet hakkında,
zahiri ve mutlakmm hilafma hamide bulunma hususunda icma' edilmiş olacaktı.
Zira onlardan hiçbirisi çıkıp da, "kar"' kelimesinin hem tuhr hem de
hayıza aynı anda hamledildiğini söylememiştir. Böylece onların "lafzın her
ikisine de birden hamledilmesi ihtiyata daha uygundur." şeklindeki
sözlerinin sakatlığı da ortaya çıkmış oldu. Çünkü ayetin üç hayız ve tuhra
hamli takdir edilmiş olsaydı, bunda ihtiyattan çıkma manası olurdu.
Eğer biz onlardan her
birisinden ayrı ayrı üçe hamlederiz; denilirse, bu kez de Kur'an'ın zahirine
muhalefet edilmiş olur. Zira bu takdirde kar' sayısı altı olurdu.
"Ya bizzat
ikisinden birisine ya da ikisi üzerine hamledilmesi..." şeklindeki
sözlerine gelince, buna karşı diyoruzTü: Böyle bir şeyin, mücmel isimlerde
olduğu gibi ondan muradın ne olduğuna delaletten soyutlanmış olması caiz
değildir. Bu delalet yönünün bazı müctehidlerden gizli kalması, bütün ümmetten
de gizli kalmasını gerektirmez. Üçüncü vecihe verilecek cevap bu olmaktadır.
Sözün, mutlakı eğer murad olan manaya delalet etmiyorsa, bu takdirde mutlaka
muradın beyan edilmesi gerekir. Ayetteki "kar"' dan maksadın her
ikisi birden değil, sadece birisi olduğu taayyün edince, onunla hayzm murad
edilmiş olması btr çok açıdan daha uygun olmaktadır: Birisini arzetmiş
bulunuyoruz.
2- "Kar' "
kelimesinin hayız anlamında kullanılması, tuhr anlamında kullanılmasından daha
açık gözükmektedir. Çünkü tefsir ve lügat alimleri, bu kelimeyi hayız ile
tefsir ediyorlar, ondan sonra da "denildi ki", "denilir
ki", "falan der ki" şeklindeki ifadelerle, "Tuhr manasına
da kullanılır." ya da "O aynı zamanda tuhur anlamındadır." şeklindeki
sözlerim ilave ediyorlar. Dolayısıyla onlar, bu kelimenin "hayız" ile
tefsirinin herkesçe malum, müsellem ve yaygın olduğunu; "tuhr" ile
tefsirinin ise şaz tefsir olduğunu, sadece ileri sürülmüş bir görüş olduğunu
belirtmiş olmaktadırlar. işte onların ifadelerini burada naklediyoruz:
Cevheri şöyle der: Fetha
ile "el-kar' " kelimesi hayız demektir. Çoğulu "akra"' ve
"kuru"' gelir. Hadiste: Hayız günlerinde namaz yoktur."
buyrulmuştur. "el-Kar' " aynı zamanda "tuhr" manasına
gelir. Kelime ezdaddandır. (İki zıt anlam içeren kelimelerdendir.)
Ebu Ubeyd:
"el-Akra' hayızdır." demiş, sonra şöyle devam etmiştir,
"el-Akra' tuhrlar demektir." el-Kisai ve el-Ferra, kadın hayız
gördüğü zaman denilir; demişlerdir.
ibn Faris ise şöyle der:
"el-Kuru' " vakitlerdir. Bazan tuhr için, bazan ; da hayız için olur.
Müfredi "kar'"dır. "el-Kar' " denilir ve bu
"tuhr" demektir. Bazı insanlar, el-kar' ın hayız olduğu görüşüne
gitmişlerdir. Sonra İbn Faris, bu kelimeyi, tuhr ve hayız vakitleri arasında
müşterek kılanların sözlerini, onu tuhr vakitleri anlamında kullananların
sözlerini, hayız vakitlerine tahsis edenlerin sözlerim, sanki bunlar \
içerisinden birisini tercih etmezmiş ve her ikisinin valtitleri için kabul
edermiş gibi nakleder ve "Bir kadın hayızdan tuhra, tuhrdan hayıza
çıktığında denilir."der.
Buradan şu da
anlaşılıyor ki, "kar"' kelimesinin hakikatinde mutlaka hayz
kelimesinin müsemması bulunmaktadır. Bunu, "Tuhr vakitleri kar' olarak
isimlendirilir." diyenlerin, bununla sadece iki tarafında kan (hayız)
bulunan tuhr (temizlik) vakitlerini kasdetmiş olmaları da teyid etmektedir.
Yoksa, henüz ay hali görmeyen ve ay halinden kesilen (ayise) kadınların
temizlik sürelerine "kar"' tabiri kullanılmaz ve bu kadınlar, bütün
lügatçilerin ittifakıyla "zevat-ı kuru' " tabiri kapsamına girmezler.
b— "Kar"'
kelimesi, Şeriat lisanında sadece hayız anlamında kullanılmıştır. Bu kelime
hiçbir yerde, "tuhr" anlamında kullanılmamıştır. Dolayısıyla, ayette
geçen "kar"' kelimesinin şeriat lisanında önceden kullanılan ve bilinen
manasına hamledilmesi daha uygun, hatta gereklidir, başka türlüsü olamaz. Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) müstahaza (özür sahibi) bir kadın için:
yani "Hayız günlerinde namazını terket! " buyurmuşlardır.
Hz.'Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Allah'tan bildiren kimsedir. Kur'an
onun kavminin diliyle inmiştir. Müşterek bir kelime, onun kelamında iki
manasından biri üzerine varid olduğunda, eğer bütün sözleri arasında diğer
manasında da asla kullanıldığı sabit olmamışsa, diğer yerlerde de geçen aynı
lafzın kullanılan mana üzerine hamledilmesi vacib ve bu Allah'ın bize hitapta
bulunduğu Kur'an'ın dili olmuş olur. Bu lafzın başkalarının sözlerinde başka
manaları olsa bile bu onun Kur'an dili olmasını engellemez ve bu mana müşterek
lafzın iki manasından birisiyle tahsisi konusunda şer'i hakikat olmuş olur.
Nitekim "mutevatı"' isimler de fertlerinden birisiyle tahsis
edilmektedir ve hatta bu daha da evleviyet arzeder. Çünkü çoğu kez lafızlardaki
iştirakin sebebi, kabilelerden birisinin bir şeyi bir isimle isimlendiimeleri,
başka bir kabilenin de aynı lafzı başka bir şeye isim koymalarıdır. Hatta
Müberred ve daha başkaları: "Dilde müştereklik ancak bu yolla sözkonusu
olur; başka türlü olmaz. Sözcüğü vaz' eden kimse, onu asla birden fazla mana
için koymaz. Başlangıçta müşterek lafız sözkonusu olmaz." demişlerdir.
Şeriat lisanında "kar"' kelimesinin "hayız" manasında
kullanıldığı sabit olunca, buradan şeriat dilinde bu kelimenin manasının böyle
olduğu anlaşılmış olur. Dolayısıyla da, başka yerde geçen bu lafzın aynı manaya
hamledilmesi vacib olur. Bunu ayetin: "Onlara, Allah'ın rahimlerinde
yarattığı şeyi gizlemeleri helal olmaz."[Bakara, 228] şeklindeki siyakı
(sonrası) da açıklamaktadır. Bu rahimlerde yaratılan şey, müfessirlerin
tamamına göre hayız ve çocuktur. Rahimde yaratılan şey, ancak hariçte vücudu
olan hayızdır. Bu yüzdendir ki, selef ve halef uleması: "O çocuk ve
hayızdır." demişlerdir. Bir kısmı ise: "O çocuktur." demiştir.
Diğer bir kısmı da:"O hayızdır." demişlerdir. Ancak hiçbir kimse
ondan maksat tuhrdur; dememiştir. Bu yüzdendir ki, İbnü'l-Cevzi vb. gibi tefsir
ehlinin sözlerini toplamaya büyük bir çaba gösteren kimseler böyle bir tefsir
nakletmemişlerdir. Yüce Allah: "Kadınlarınız içinde ay hali görmekten
kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye
düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır."[Talak, 4]
buyurmuş ve her bir ayı bir hayıza karşı tutmuştur. Hükmü de hayızdan temizlik
(tuhr) halinin bulunmamasına değil, hayzın bulunmamasına bağlamıştır. Aynı
şekilde Hz. Aişe hadisinde Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Cariyenin talakı iki boşamadır, iddeti de iki hayızdır."
buyurmuştur. Hadisi Ebu Davud, İbn Mace ve Tirmizi rivayet etmişlerdir.
Tirmizi: "Garibdir ve onu sadece Müzahir b. Eslem'in hadisleri meyanından
öğreniyoruz. Müzahir ilim aleminde bu hadisten başka bir yolla bilinmez."
demiştir. Darakutni'nin lafzı da: "Kölenin talakı ikidir."
şeklindedir. İbn Mace, Atiyyetü'l-Avfi hadisinde, İbn Ömer'den (r.a.) naklen
Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): " Cariyenin talakı ikidir,
iddeti de iki hayızdır." buyurduğunu nakleder. Yine İbn Mace Sunen'inde.
Ali b. Muhammed - Veki' - Süfyan - Mansur - İbrahim - Esved senediyle Hz.
Aişe'nin: "Berire, üç hayız süresince iddet beklemekle emrolundu."
dediği rivayet edilir.
Müsned'de, İbn Abbas'tan
(ra.) rivayet edilir: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
Berire'yi muhayyer bıraktı; o da kendi nefsini tercihte bulundu. Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine hür kadının iddeti gibi iddet
beklemesini emretti." Hz. Aişe hadisinde hür kadının iddeti üç hayız
şeklinde tefsir edilmiştir. Burada itiraz serdedilerek Hz. Aişe'nin bu konudaki
görüşü "kar"' dan maksadın tuhr olduğu şeklinde idi; denilecek olursa
buna şöyle cevap verilebilir: Bu ravisi tarafından muhalefet edilen ilk hadis
değildir. Dolayısıyla onun rivayeti alınır, görüşüne bakılmaz. Yine Rubeyyi'
bt. Muavviz hadisinde, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Sabit b.
Kays b. Şemmas'n hanımına, kocasından hulu yolu ile ayrıldığında tek bir hayız
iddet beklemesini ve akabinde ailesine katılmasını emrettiği ifade edilmiştir.
Hadisi Nesai rivayet etmiştir.
Ebu Davud'un Sunen'inde
İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir: Sabit b. Kays'ın hanımı kendisinden hulu yolu
ile ayrılmıştır. Hz. Peygamber kadına bir hayız iddet beklemesini
emretmiştir.''
Tirmizi'de rivayet
edilir: Rubeyyi' bt. Muavviz, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
devrinde kocasından hulu yolu ile ayrılmıştı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) kendisine bir hayız iddet beklemesini emretti ya da ona öyle
emredildi." Tirmizi şöyle der: Sahih Rubeyyi' hadisi, onun bir hayız süre
ile iddet beklemesi emredildiğini ortaya koymaktadır. Yine istibra cariyenin
iddeti olmaktadır. Ebu Said'den sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) Evtas esirleri hakkında: "Hamile kadınlar doğurmadıkça;
yine hamile olmayan kadınlar da bir hayız görmedikçe kendileryle cima
edilemez." buyurmuştur. Hadisi Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.
Burada şöyle bir itiraz
serde dilebilir: Cariyenin istibrasının bir hayız görünceye kadar beklemek
olduğu konusunu kabul etmiyoruz, aksine cariyenin istibrasının hayızdan önceki
tuhr (temizlik süresi) ile olduğu kanaatindeyiz. Nitekim İbn Abdilberr böyle
demiş ve ilave ederek: "Cariyenin istibrası icma' ile bir hayızdır."
şeklindeki sözleri sandıkları gibi değildir; aksine bize göre cariye için,
hayzma girmesi ve gördüğü kanın hayız kanı olduğuna kesin inanması durumunda
nikahlanması caizdir. ismail b. İshak, kendisiyle münazara etmek için huzuruna
alınan Yahya b. Eksem'e bu şekilde söylemiştir, demiştir.
Buna şöyle cevap
veriyoruz: Bu itirazı Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Hamile kadınlar doğurmadıkça; yine hamile olmayan kadınlar da bir hayız
görmedikçe kendileriyle cima edilemez." sözleri reddetmektedir.
Şunu da belirtmek
gerekir ki, iddetten beklenen asıl maksat, her ne kadar başka faydaları var ise
de, rahmin temiz olduğunun ortaya çıkmasını istemektir (istibra). Nikahlı olan
hür kadının şeref ve ehemmiyetine binaen, onun rahminin temiz olduğuna dair
bilgiye alamet olmak üzere üç kar' beklemesi hüküm olarak konulmuştur. Eğer
"kar"', tuhr yani temizlik süresi olsaydı, bu durumda, birinci kar'
yani temizlik süresinde bir delalet bulunmazdı. Çünkü, eğer temizlik süresi
içerisinde cimada bulunmuş ve sonra boşamışsa ve kadın daha sonra hayız
görmüşse, bu durumda, "kar"' dan maksadın tuhr (temizlik süresi)
olduğu görüşünde olanlara göre, sözkonusu temizlik süresinin de sayılması
gerekir. Bu temizlik süresinin rahmin temizliğine delalet etmeyeceği ise
malumdur. Rahmin temizliğine delalet edecek tek şey, talaktan sonra meydana
gelen hayızdır. Eğer temizlik süresi içerisinde boşamış ve o süre içerisinde de
temasta bulunmamış ise, bu durumda rahmin temizliği talaktan önce vuku bulan
hayızla bilinmiş olur. İddet ise, talaktan önce olamaz. Çünkü iddet talakın
hükmü olmaktadır; hüküm ise asla sebebinden önce bulunamaz. Talaktan sonra
mevcut olan temizlik süresinin, rahmin temizliğine asla delaleti bulunmadığına
göre, onun rahmin temizliğine delalet etmesi için konulmuş olan iddetin
içerisine sokulması caiz olmaz. Bu tıpkı, şehadeti makbul olmayan kimsenin
şehadeti gibidir; şehadeti makbul olmayan bir kimsenin şehadetine dayanılarak
hükümde bulunulamaz. Nikahlı kadınlar hakkında iddetin, cariyeler hakkındaki
istibra gibi olması da bunun böyle olduğunu açıklamaktadır.
Sarih sünnetle,
istibranın, tuhr yani temizlik süresiyle değil, hayızla olduğu sabit olmuştur.
Dolayısıyla iddet de aynı şekildedir. Çünkü aralarında bir fark yoktur. Sadece
iddetin teaddüdü sözkonusudur ve istibrada tek bir hayız görmekle
yetinilmektedir. Bu ise, bu ikisinin "kar"' m mahiyetinde farklı
olmalarını değil, sadece muteber olan miktarında ayrı olmalarını gerektirir. Bu
yüzdendir ki, İmam Şafii, kendisinden nakledilen iki kavilden daha sahih
olanında: "Cariyenin istibrası, hayız ile olur." demiş ve onun
tabileri iki konuyu birbirinden ayırarak: "İddet, kocanın hakkının yerine
getirilmesi için vacib olmuştur; dolayısıyla da kendi hakkının bulunduğu
zamanlara tahsis edilmiştir ki, bu zamanlar da tuhr yani temizlik zamanlandır.
Yine iddet, tekerrür eder ve ortasında hayzın da bulunmasıyla rahmin temizliği
bilinmiş olur. İstibra ise böyle değildir. Çünkü o tekerrür etmez. Ondan maksat
mücerred temizliktir Dolayısıyla istibrada tek bir hayız ile yetinilinir."
İmam Şafii, diğer kavlinde, iddet konusundaki , asıl prensibinin bir gereği
olmak üzere "Cariye bir temizlik süresi (tuhr) ile istibrada
bulunur." demiştir.
Bu görüşe göre, acaba
temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılır mı? Bu konuda İmam Şafii'nin
tabilerinin iki vechi bulunmaktadır: Eğer, temizlik süresinin geri kalan kısmı,
hesaba katılacak olursa, bu takdirde mutlaka bunun üzerine tam bir hayız müddetinin
eklenmesi gerekir. İkinci temizlik süresine girer girmez artık helal olur. Eğer
temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılmayacak olursa, bu takdirde de,
mutlaka tam bir temizlik süresinin üzerine eklenmesi gerekecektir. İmam
Şafii'ye göre, (yalnız başına) temizlik süresinin geri kalan kısmı, ihtilafsız
bir "kar"' sayılmamaktadır.
Çoğunluk ulema (cumhur)
ise, istibra iddetinin temizlik süresi (tuhr) değil, hayız olduğu
görüşündedirler. Cariye hakkında sözkonusu olan bu istibra, hür kadın hakkında
sözkonusu olan iddet gibidir. Hür kadının hayızla iddet beklemesi, cariyenin
hayızla istibrada bulunmasından iki açıdan dolayı daha evladır:
Birincisi: Hür kadının
iddeti hakkında "kar"'ın üç defa tekrarlanmasının yani üç kez
istibrada bulunmasının şart koşulması suretiyle ihtiyatlı davranıldığı sabit
bulunmaktadır. Buna göre, hür kadının iddetinin, temizlik süresine nisbetle
daha ihtiyatlı olan hayızla olmasının daha uygun olacağı anlaşılır. Çünkü,
(hayız içerisinde boşanması durumunda) hayızdan geri kalan kısım bir
"kar"' sayılmaz İken, temizlik süresinden geri kalan kısım
"kar"' sayılabilir.
İkincisi: Cariyenin
istibrası, hür kadının iddeti hükmünün bir alt hükmüdür. Kur'an ile sabit olan
odur; istibra ise sadece sünnetle sabit olmuştur. Sari*, istibra konusunda,
onun hayızla olmasına hükmederek ihtiyatlı davrandığına göre, hür kadının
istibrasının öncelikli olarak hayızla olması gerekir. Hür kadının iddeti, onun
istibrasıdır; cariyenin istibrası ise onun iddeti olmaktadır.
Yine, deliller, alametler,
sınır ve gayeler, ancak diğerlerinden temayüz eden açık şeylerle husule gelir.
Kadının temizliği, asli konumudur.
yüzdendir ki, temizlik
süresi devam ettiği sürece, Şeriatta ona has olmak üzere diğerlerinden ayrı bir
hüküm getirilmesine gidilmemiştir. Kadın için temayüz eden ve farklı bir
özellik arzeden durum hayız halidir. Çünkü kadın hayız görmeye başladığı zaman,
normal hükmü değişir ve baliğa olur, kendisine namaz, oruç, tavaf gibi
ibadetlerin, mescidde kalmanın haramlığı vb. hükümler terettüp eder.
Daha sonra kan kesilip
de yıkandığı zaman, hükümlerdeki değişiklik temizlik süresinin yenilenmesi
sebebiyle değil, değişikliği gerektiren hayzın ortadan kalkmasıyla olur.
Böylece hükümler, temizlik sonrasında, hayız öncesinde bulundukları eski halleri
üzerine tekrar dönmüş olurlar ve temizlik süresi hükümlerde bir yenilik
getirmiş olmaz, "kar"' kadının hükümlerini değiştiren bir durumdur.
Bu değişiklik ise, temizlik (tuhr) ile değil ; sadece hayız ile olur. Bu izah,
hayız görmeden önce boşanıp sonra hayız gören bir kadının, bu hayızdan önceki
temizlik süresini bir "kar"' olarak hesap edenlerin görüşlerinin
fasid olduğuna delalet eder. Çünkü bu temizlik süresini "kar"' sayan
kimse, şeriatte herhangi bir hükmü bulunmayan bir şeyi bir "kar"'
kılmaktadır ki, bu da fasiddir.
2. Kar'dan Maksat
Temizliktir Görüşünün Delilleri:
Ayette geçen
"kar'"dan maksadın temizlik süresi olduğu görüşünde olanlar şöyle
demişlerdir: Sizinle münakaşamız iki noktada toplanmaktadır:
Birincisi:
"Kar'" dan maksadın tuhur (temizlik süresi) olduğuna dair delillerin
ortaya konması.
İkincisi: Sizin
delilerinize karşı verilecek cevaplar.
a- İleri Sürülen
Deliller :
Yüce Allah: ''Ey
Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman! iddetlerinl gözeterek boşayın."
buyurmaktadır,[Talak, 1] Bu ayeti delil olarak kullanma şekli şöyle olmaktadır:
-liiddetihinne- kelimesindeki lam harfi vakit anlamı veren bir harftir.
Dolayısıyla, ayetin anlamı "Onları iddetlerinin vakti içerisinde
boşayınız." demektir. Nitekim:
... ve ... ayetlerinde de
lam harfleri vakit anlamında kullanılmıştır. Yine Araplar: yani "Ayın son
üç gününde sana geldim." demektir ve lam harfi görüldüğü gibi zaman
anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu ayeti bu
şekilde tefsir etmiştir. Sahihayn'da ibn Ömer'den (r.a.) şöyle rivayet
edilmiştir: İbn Ömer'in kendisi, karısını hayız halinde iken boşamıştı. Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine, tekrar rücu etmesini, sonra
onu temiz iken kendisine yanaşmadan boşamasını emretmiş, sonra da: "Yüce
Allah'ın, kadınların içinde b o sanılmalarım emrettiği iddet işte odur."
buyurmuştur. Böylece Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Yüce Allah'ın
kadınların içerisinde boşanılmalarını emrettiği iddetin, hayızdan sonra olan
temizlik süresi olduğunu beyan buyurmuştur. Eğer "kar"' dan maksat
hayız olsaydı, bu durumda koca onu iddet içerisinde değil, iddetten önce
boşamış olurdu. Bu ise kadının iddetinL uzatmak olurdu ki, bu karısını hayız
halinde boşamak gibi caiz değildir.
İmam Şafii şöyle der:
Yüce Allah: "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kar'
beklerler."[Bakara, 228] buyurmaktadır. Ayetteki "kar"' kelimesi
bize göre —Allah daha iyi bilir— tuhr yani temizlik süre sidir. Eğer birisi
çıkar da: Onun "tuhr" olduğuna deliliniz nedir? Kaldı ki, başkaları
ondan maksadın "hayız" olduğunu söylemektedirler; derse, ona şu
şekilde cevap verilir: Buna iki delalet bulunmaktadır: Birincisi sünnetin
açıklamış olduğu kitap, diğeri de dildir. Eğer kitap delili nedir denilirse
cevaben; ayetidir; deriz. (Manası: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız
zaman, iddetleri içerisinde boşayın.[Talak. 1] Bize Nafi' ve İbn Ömer senediyle
İmam Malik haber vermiştir: ibn Ömer, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) devrinde, karısı hayız halinde iken onu boşamıştı. Babası Hz. Ömer,
bunu Hz. Peygamber'e sordu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona:
"Ona emret, karısına müracaat etsin, sonra temizlenip akabinde tekrar
hayız görüp sonra yine temizlensin. Ondan sonra dilerse tutsun, dilerse
kendisine yanaşmadan önce onu boşasın. Yüce Allah'ın kadınların içinde
boşanılmalarını emrettiği iddet işte, budur." buyurur.
Müslim ve Said b. Salim
bize ibn Cüreyc - Ebu'z-Zübeyr - ibn Ömer senediyle haber vermişlerdir: İbn
Ömer, hayız iken karısını boşadığını anlatır ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Temizlendiği zaman boşasın ya da utsun."
buyurduğunu ve "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman, iddetlerl
içerisinde boşaym." buyurmaktadır.[Talak, 1] ayetini "iddetleri öncesinde"
şeklindeki tefsiri açıklama ilavesiyle okumuştur, İmam Şafii şöyle devam eder:
Ben nasıl şüphe ederim?! Bizzat Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
Allah'tan bir beyan olmak üzere "iddetin tuhr ile olduğunu, hayız ile
olmadığını haber vermiş ve ayeti, "iddetlerl öncesinde" şeklindeki
tefsiri açıklama ilavesiyle okumuştur. Bu ise karısını temiz iken boşaması
şekliyle olur. Çünkü bu takdirde kadın iddetini karşılamış olur. Eğer hayızlı
iken boşanacak olursa, o takdirde iddetini ancak hayızdan sonra karşılayabilmiş
olacaktır.
"Dil delili
nedir?" denilirse buna da şöyle cevap verilir: "el-Kar' "
kelimesi, bir sebebe dayalı olarak verilmiş bir isimdir. Hayız rahmin bıraktığı
ve dışarı çıkan kan olmakta, tuhr ise tutulan ve dışarı çıkmayan kanın ismidir.
Arapça'da "kar"' kökünün "haps" manasına geldiği
bilinmektedir. Mesela bu kelimeyi şu şekilde kullanırlar: "O suyu
havuzunda ve su kabında tutuyor, hapsediyor. "O yemeği avurdunda topluyor,
tutuyor." demektir. Yine Araplar, kişi bir şeyi hapsettiğinde diyorlar ve
bunu "gizledi" anlamına kullanıyorlar. Hz. Ömer de: şeklindeki bir
sözünde yine aynı şekilde bu kelimeyi "hapsetmek" manasında
kullanmıştır.
İmam Şafii şöyle der:
İmam Malik, İbn Şihab - Urve senediyle nakleder: " Hz. Aişe üçüncü hayzınm
kanını görmeye başladığı zaman Hafsa bt. Abdirrahman b. Ebi Bekr'in yanına
intikal eder." Bu haber Amra bt.Abdirrahman'a söylenilmiş, o :"Urve
doğru söylüyor." demiştir. Bu konuda insanlar Hz. Aişe ile sert
tartışmalara girişmiş ve: Yüce Allah "üç kar' " buyuruyor;
demişlerdir. Bunun üzerine Hz. Aişe onlara :"Doğru söylediniz! Peki
"kar"' m ne demek olduğunu biliyor musunuz? O, "tuhr"
demektir." demiştir.
İmam Malik, İbn
Şihab'dan haber verir: Ebu Bekr b. Abdirrahman'ı işittim, şöyle diyordu:
"Fukahamızdan yetiştiğim herkes bu şekilde söylerdi." O bu sözüyle
Hz. Aişe'nin söylediğini kasde diyordu İmam Şafii, Süfyan - ez-Zühri - Amra
senediyle Hz. Aişe'nin: "Boşanmış kadın, üçüncü hayzını görmeye başladı
mı, artık kocasından ayn düşmüş (iddetini bitirmiş} olur." dediğini
nakleder.
İmam Malik, Nafi' - Zeyd
b. Eşlem - Süleyman b. Yesar senediyle nakleder: Ahvas (İbn Hakim), karısı
üçüncü hayzını görmeye başladığında Şam'da öldü. Daha önce onu boşamıştı.
Muaviye bir yazıyla bunu Zeyd b, Sabit'e sordu. Zeyd cevaben yazısında ona:
"Kadın üçüncü hayızını görmeye başladığı zaman, artık iddetini tamamlamış
olur; araları ayrılır. Dolayısıyla da birbirlerine varis olamazlar."
demiştir.
Süfyan, Zühri ve
Süleyman b. Yesar aracılığıyla Zeyd b. Sabit'in: "Kadın üçüncü hayzını
görmeye başladı mı, artık (iddetini bitirmiş ve) ayn düşmüş olur."
dediğini rivayet etmiştir.
Said b. Arube hadisinde
bir adam - Süleyman b. Yesar senediyle Hz. Osman ile İbn Ömer'in: "Kadın
üçüncü hayza girdi mi, artık kocasının kendisine rücu hakkı kalmaz."
dedikleri ifade edilmiştir.
İmam Malik, Nafi'
aracılığıyla İbn Ömer'den:"Adam karısını boşadı da, kadın üçüncü hayzını
görmeye başladı mı, artık ondan ayn düşmüş olur. Birbirlerine varis
olamazlar." dediğini rivayet eder.
Yine İmam Malik'in
bildirdiğine göre. Kasım b. Muhammed, Salim b. Abdillah, Ebu Bekr b.
Abdirrahman, Süleyman b. Yesar ve İbn Şihab şöyle derlerdi:"Boşanmış
kadın, üçüncü hayzını görmeye başladı mı, artık iddetini tamamlamış olur ve
aralarında miras cereyan etmez. " İmam Malik'ten Şafii'nin dışındaki diğer
raviler "Artık kocanın ona rücu etme hakkı kalmaz." ifadesini ilave
etmişlerdir. İmam Malik sonra: "Memleketimizdeki ilim ehlini üzerinde
bulduğum şey de işte budur."
demiştir.
İmam Şafü şöyle der:
Ayette geçen "kar"' dan maksadın "tuhr" yani temizlik
süresi olması uzak bir durum değildir. Nitekim Hz. Aişe de böyle demiştir.
Kadınlar bu konuda daha bilgilidirler. Çünkü bu haller onlarda bulunur,
erkeklerde bulunmaz. Hayız manasına da gelebilir. Bu durumda üç hayız
gördüğünde artık evlenmek için helal olur. Biz, Allah'ın kitabında
"gusletmesi" yani hayızdan sonra yıkanması şartı için bir mana
göremiyoruz. Siz iki görüşten birisine kail olmuyorsunuz: Yani, "kar'
" dan maksat "hayız" dır diyenler, "Koca, boşadığı karısı
üçüncü hayzından yıkanıncaya kadar rücu edebilir." diyorlar. Nitekim Hz.
Ali, fbn Mes'ud, Ebu Musa böyle söylemişlerdir. Hz. Ömer'in görüşü de öyledir,
İmam Şafii şöyle devam ediyor: "Onlara yani Iraklılara:"Siz, ne
görüşünü rivayet edip onunla ihticacta bulunduğunuz kimselerin görüşlerini, ne
de seleften bildiğimiz birisinin görüşünü almadınız?" denilse, onlar:
"Biz onlara nerede muhalefet ettik?" deseler, şöyle deriz:
"Onlar "...yıkanıncaya ve kendisine namaz helal oluncaya
kadar..." dediler; siz ise :"Yıkanma hususunda ihmal etse de, üzerinden
namaz vakti geçse, yıkanmasa da, kendisine namaz helal olmasa da artık (nikah
için} helal olur." dediniz. İmam Şafii'nin sözü bitti.
"Kar' "
kelimesinin dilde "tuhr" anlamına geldiğine el-A'şa'nın şu beyti de
delalet emektedir:
"Senin için her
sene bir savaş vardır'. Onun için sabrını, metanetini toplar ve onu
üstlenirsin. Karılarının temizlik süreleri içinde onlardan ayrı düşmen
dolayısıyla karşılaştığın sıkıntılara karşılık, o savaştan mal ve şeref ile
dönersin."
Beyitte geçen
"kuru"' kelimesinden maksat, "tuhr" yani temizlik
dönemleridir. Çünkü o, savaş sırasında kanlarının temizlik sürelerini kaçırmış
ve savaşı onlar üzerine tercih etmiştir.
Sonra "tuhr"
vücuda gelme bakımından hayızdan daha öncşdir; dolayısıyla o, isme daha layıktır.
Sizinle tartışmamızın
birinci noktası bitmiş oldu.
b- Birinci Görüşe
Cevaplar:
İkinci noktaya yani
sizin serdettiginiz delillere karşı cevap vermeye gelince, buna da kısa ve
detaylı olmak üzere iki cevap vereceğiz:
Kısa cevabımız şöyle
olacaktır: Biz diyoruz ki. Üzerine Kur'an nazil olan kimse, aynı zamanda onun
tefsirini de en iyi bilen, kelamın sahibinin ondan ne murad ettiğini en iyi
anlayan kimsedir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Yüce Allah'ın göz
önünde bulundurarak kadınların boşanmasını istediği iddetten maksadın
"tuhr" olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla ondan sonra artık ona
muhalif olan bir şeye iltifat etmenin bir anlamı yoktur; hatta onun bu
tefsirine muhalif olan her türlü tefsir ve yorum batıldır.
Ümmet içerisinde bu meseleyi
en iyi bilenler Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zevceleri, onlar
içerisinde de Hz. Aişe'dir. Çünkü bu konu kadınlara havale edilmiş bir konudur.
Yüce Allah onların hayız, gebelik gibi konulardaki sözlerini makbul saymıştır.
Çünkü bu gibi konular, ancak onlar tarafından bilinebilir. Dolayısıyla bu
konuda onların en bilgili olduğu ortadadır. Şimdi böyle bir konuda Hz. Aişe :
"Kar'dan maksat "tuhr" dur." demişse onu kabul etmek
gerekecektir: Şairin de dediği gibimi "Hazami bir söz söylemiştir; onu
tasdik ediniz. Zira söz, Hazami'nin sözüdür."
Detaylı cevabımıza
gelince, bu noktada sizin serdettiginiz her delili teker teker ele alacak ve
özel olarak cevap vereceğiz:
"Ayetteki
"kar' " dan maksat ya sadece tuhurdur, ya sadece hayızdır, ya da her
ikisidir..." şeklindeki sözünüzü ele alalım:
Biz buna cevap olarak:
Maksat sadece tuhurdur; diyoruz. Daha önce zikrettiğimiz deliller bunu
gerektirmektedir. "Nass, üç şeyi gerektirmektedir..." şeklindeki
sözünüze gelince buna da iki cevabımız olacaktır:
Birincisi: Bize göre
temizlik süresinin geri kalan kısmı tam bir "kar'"dır. Dolayısıyla da
kadın tam üç tuhrla iddetini beklemiş olacaktır.
İkincisi: Araplar, iki
ve üçten de bir kısım üzerine çoğul sığasını kullanmaktadırlar. Nitekim
"Hac belli aylardır."[Bakara, 197] ayetinde "eşhur"
kelimesi görüldüğü üzere çoğul olarak kullanılmıştır. Halbuki hac mevsimi
Şevval ve Zilkade'de ayları ile Zilhicce'den de on ya da dokuz veyahut da on üç
günden ibarettir. Eğer bu kullanılış şekli onların dillerinde bilinen bir şey
ise ve ona delalet eden delil de bulunuyorsa, onu kabul etmek gerekecektir.
"Kar"'
kelimesinin "hayız" hakkında kullanılması, "tuhr" hakkında
kullanılmasından daha açıktır." şeklindeki sözünüze biz de aksini
söyleyerek cevap veriyoruz.
'Tefsir ve lügat
alimleri, bu kelimeyi önce hayız ile tefsir ediyorlar, ondan sonra da
"denildi ki", "denilir ki", "falan der ki"
şeklindeki ifadelerle 'Tuhr manasına da kullanılır." ya da "O aynı
zamanda tuhr anlamındadır." şeklinde sözlerini ilave ediyorlar..."
şeklindeki ifadenize gelince , buna cevabımız şöyle olacaktır:
Lügat alimleri, bu
kelimenin iki şeye (müsemma) ad olduğunu belirtiyorlar ve bu kelimenin her iki
mana için de kullanıldığını tasrih ediyorlar. İçlerinden bir kısmı, bu
kelimenin "hayız" anlamında daha açık olduğunu; diğer bir kısmı da
"tuhr" anlamında daha. açık olduğunu kabul etmişlerdir. Kimisi de her
iki mana hakkında kullanıldığını mutlak olarak zikretmiş ve birini diğerine
tercih yoluna gitmemişlerdir. Cevheri, "hayız" anlamım tercih
etmiştir. İmam Şafii ise, —kendisi aynı zamanda lügatte de otoritedir—, onun
"tuhr" anlamına geldiğini tercih etmiştir. Ebu Ubeyd: " el-Kar'
" hem hayız hem de tuhr için kullanılması doğru olur." der. Zeccac:
"Kendisine güvendiğim birisi, Yunus'tan "kar"' kelimesinin, ona
göre hem hayız hem de tuhr için kullanılabileceğini ifade ettiğini bana haber
verdi." demiştir. Ebu'l-Amr b. Ala ise şöyle demiştir: "el-Kar'
"; vakit demektir. Bu kelime hem hayız için hem tuhur için kullanılabilir."
Bu zikrettiklerimiz,
lügat alimlerinin ifadeleri olduğuna göre, bir genellemeye giderek, dilcilere
göre "kar'"dan maksat hayızdır; şeklinde bir demlendirmeye nasıl
gidilebilir?
"Tuhr vakitleri
'kar'" olarak isimlendirilir." diyenler, bununla sadece iki tarafında
kan (hayız) bulunan tuhr (temizlik) vakitlerini kasdetmiş olmaktadırlar. Yoksa,
henüz ay hali görmeyen ve ay halinden kesilen (ayise) kadınların temizlik
sürelerine "kar"' tabiri kullanılmaz ve bu kadınlar, bütün
lügatçilerin ittifakıyla "zevat-ı kuru' " tabirinin kapsamına
girmez." şeklindeki sözünüze iki cevabımız olacaktır:
Birincisi: Bu görüşü
kabul etmiyoruz. Aksine henüz hayız görmeyen küçük bir zevce boşanmış olsa ve
sonra hayız görse, bu durumda olan bir zevce —bizde daha sahih olan vecihe
göre— içerisinde boşanmış olduğu temizlik halini bir "kar' " olarak
sayar. Çünkü bu akabinde hayız bulunan bir tuhr yani temizlik süresidir;
dolayısıyla Öncesinde hayız hali olması durumunda olduğu gibi burada da bir
"kar" olur.
İkincisi: Biz sizin bu
iddianızı kabul etsek bile, bu tuhra iki tarafı da kan ile ortalanmadıkça
"kar"' adı verilmeyeceğine delalet eder ve biz de aynı şeyi
söylüyoruz ve: "Tuhr'un "kar"' diye isimlendirilmesi için kan
şarttır." diyoruz. Bu şart, onun isim verildiği şeyin (müsemmanın) hayız
olduğuna delalet etmez. Nitekim Arapça'da "ke's"e bardak, kase
denilmesi için içilecek şeyle dolu olması şartı vardır. Bu şart
"ke's" kelimesinin isim verildiği şeyin içilecek şey olmasını
gerektirmez, o cam ya da benzeri bir şeydir. Yine "maide = sofra"
kelimesi de aynıdır, bu kelimenin kullanılması için masanın üzerinde mutlaka
yemek olması gerekir. Eğer yemek yoksa o sofra değil, masadır. Yine "kuz =
testi" kelimesi de böyledir. Bu ismin verilmesi için kulplu olması şartı
vardır. Yoksa o şeye, "kub" adı verilir. Yine kamışa kalem
denilebilmesi için ucunun açılmış ve uygun tarzda kesilmiş olması şartı vardır;
aksi takdirde ona kalem değil, kamış vb. denir. "Hatem = yüzük,
mühür" kelimesinin kullanılabilmesi için, o şeyin bizzat kendisinden ya da
başka bir madenden kaşının bulunması şartı vardır; böyle olmadığı takdirde ona
"fetha = kaşsız yüzük" adı verilir, "hatem"
denilmez."Ferve = kürk" denilmesi için, o şeyin tüylü olması
lazımdır, aksi takdirde ona "cild = deri" adı verilir. "Rita =
car" denilmesi için Örtünün tek parçadan oluşması gerekir. Eğer iki
parçadan oluşursa ona "mülae" (çarşaf) denilir. Giyilecek şeye
"hülle" denilebilmesi için, "izar" ve "rida" adı
verilen iki parçadan oluşması gerekir; aksi takdirde "sevb" adı
verilir. "Erike" isminin kullanılabilmesi için, o şeyin üzerinde bir
otağın bulunması gerekir; aksi takdirde "serir" kelimesi kullanılır.
Develere "latime" tabir edilebilmesi için, yüklerinin güzel koku
olması şartı vardır; aksi halde yük taşıyan develere '"ir" = kervan"
tabir edilir. "Nefak = tünel" kelimesinin kullanılması için mutlaka
bir çıkış yerinin bulunması gerekir; aksi takdirde "sereb" kelimesi
kullanılır. Yün için '"ihn" kelimesinin kullanılabilmesi boyanmış
olması şartına bağlıdır. "Hıdr = bürgü" kadını bürüyen şeyin adıdır;
aksi takdirde "sitr = örtü" kelimesi kullanılır. "Mihcen =
baston" denilebilmesi için, değneğin baş tarafının bükülmüş olması
gerekir. Yoksa "asa" kelimesi, kullanılır. Kuyu için
"rakiyye" kelimesinin kullanılabilmesi için içinde su bulunması şartı
vardır. "Vekud" kelimesinin "hatab = odun" hakkında
kullanılabilmesi için içerisinde ateş olması lazımdır; yoksa ona "hatab =
odun" denilir. Rutubetli olmadıkça toprağa "sera" denilmez
"turab" denilir. Mektup için bir memleketten başka memlekete
taşmmadıkça "muğalğala" kelimesi kullanılmaz, "risale"
denilir. Toprağı ziraate hazır hale getirmedikçe "karah" tabiri
kullanılmaz. Kölenin kaçışma; açlık, korku ve aşırı yorgunluk gibi bir sebepten
ötürü olmadığı zaman ancak "ibak" kelimesi kullanılır; böyle bir
sebepten dolayı kaçmışsa, ona "abık" değil "herub" adı
verilir."Rudab" kelimesi, tükrük hakkında ancak ağızda iken
kullanılır, ağızdan çıktıktan sonra onun adı artık "busak" tır. Cesur
kimseye, silahtan şikayetçi olduğu zaman ancak "kemiyy = bahadır"
denilir; aksi takdirde ona "batal = kahraman" adı verilir. Cesur
kimseye "batal" adı verilmesinin iki izahı vardır: Birincisi: Onun
şecaat ve cesareti hasmını, onun darbe ve tarruzunu iptal eder; o yüzden ona
"batal" denilmiştir, ikincisi: Onun yanında cesur kimselerin
cesaretleri kırılır ( batıl olur). Ona bu yüzden "batal" denilmiştir.
Bu durumda birinci izaha göre "batal" kelimesi "faal"
vezninde ism-i fail, ikinci izaha göre de ism-i mef'ul olmaktadır. Kıyasa uygun
olanı da budur. Yine deveye, üzerinde su taşımadıkça "raviye" adı
verilmez. Tabağa "mihda" denilebilmesi için, üzerinde, hediye olması
şartı vardır. Kadına "zaine" denilebilmesi için hevdec (deve
üzerindeki çadır) içerisinde olması şartı bulunmaktadır. Aslında bu böyledir;
bununla birlikte kadına, hevdec içerisinde olmadan da "zaine"
denildiği olmaktadır. Nitekim hadiste, bu manada kullanılmıştır. "Kova =
seci" kelimesinin kullanılabilmesi için, içerisinde o anda suyun bulunması
gereği vardır; yoksa ona "delv" kelimesi kullanılır. Kova tam
dolmadıkça "zenub" kelimesi de kullanılmaz. Henüz üzerinde ölü
bulunmadıkça "serir"e "na'ş" kelimesi kullanılmaz. Kemik
üzerinde et bulunmadıkça ona "ark" tabir edilmez. İp üzerinde boncuk
dizili olmadıkça "simt" denilmez. İki ya da daha fazlası bir araya
getirilmedikçe ip için "karane" fiili kullanılmaz. Bir topluluk tek
bir mecliste ya da aynı yolculukta bir araya gelmedikçe "rifka" adı
almaz. Birbirlerinden ayrıldıkları zaman bu isim ortadan, kalkar, fakat
"refik = arkadaş" ismi devam eder. Taşa "radf'' ismi
verilebilmesi için, ateş ya da güneşte iyice kızmış olması gerekir. Güneşe
"gazale" ismi sadece günün tam yükseldiği anda verilir. Elbiseye
"mitraf' denilebilmesi için iki tarafında da alem (süs) bulunması şarttır.
Meclise "nadi" denilebilmesi için, üyelerinin orada hazır bulunması
gerekir. Kadına, anne-baba evinde kalmadıkça "atik" denilmez. Tuzlu
suya "ücac" denilebilmesi için, tuzluluğu yanında acı da olması şartı
vardır. Yürümeye "ihta"' kelimesinin kullanılabilmesi için aynı
zamanda korkulu da olması gerekir. Ata "muhaccel" denilmesi için,
ayaklarının hepsinde ya da çoğunda beyazlık olması şartı vardır. Eğer
araştıracak olsak bu uzun bir konudur. Aynı şekilde "tuhr" için de,
önünde ve sonrasında kan olmadıkça "kar"' tabiri kullanılmaz. Şimdi
ondan maksadın hayız olduğuna delalet bunun neresinde bulunuyor?!
"Kar' kelimesi
şeriat lisanında sadece "hayız" anlamında kullanılmıştır..."
şeklindeki sözünüze gelince; biz, değil sadece o manaya geldiğini kabul etmek,
şeriat lisanında "hayız" anlamına asla kullanılmadığı kanatindeyiz.
Hz. Peygamber özürlü kadın için: "Kar* günlerinde namazı bırak!"
buyurmuştur. imam Şafii, Harmele'nin kitabında nakledildiğine göre bu hadiste
kullanılan "kar"' kelimesinin ne manaya geldiği hakkında sizin
itirazınıza da cevap olacak şekilde gayet güzel açıklamada bulunmuştur. İşte
tam metnini arzediyoruz: "İbrahim b. İsmail b. Ulye, "kar"' m
hayız manasında olduğunu sanmış ve Süfyan - Eyyub - Süleyman b. Yesar - Ümmü
Seleme senediyle gelen Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) özürlü
bir kadın hakkında "Kar*" günlerinde namazım terkedersin."
buyruğunu delil olarak kullanmıştır. Süfy;in asla böyle bir rivayette
bulunmamıştır. Süfyan'm, Eyyüb - Süleyman b. Yesar - Ümmü Seleme senediyle
rivayet ettiği şey sadece şudur: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Hayız gördüğü gün ve geceler adedince " veya "kar' günlerinde
namazını terkeder." buyurmuştur. Buradaki şüphe Eyyub'dan
kaynaklanmaktadır. O ravinin bunu mu, yoksa öbürünü mü dediğini bilmemektedir
ve onun bu rivayetini kendi dilediği tarafa doğru çekmiştir ve hadisin öyle
olduğunu rivayet etmiştir. Bu doğru bir şey değildir. Bize İmam Malik, Nafi' -
Süleyman b. Yasir - Ümmü Seleme senediyle haber vermiştir: Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Kendisine isabet eden özürden önce, bir
ayda görmekte olduğu hayız gün ve geceleri adedine baksın, sonra (o günler
sayısınca) namazını terk etsin, sonra yıkansın ve namazını kılsın."
buyurmuştur. Nafi', Süleyman'dan rivayetinde, hıfzı bakımından Eyyub'dan daha
sağlamdır ve o, Eyyub'un rivayet ettiği iki manadan da birisinin benzerini
demektedir." Şafii'nin sözü burada bitti.
Yüce Allah'ın:
"Onlara, Allah'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helal
olmaz."[Bakara, 228] buyruğunu delil olarak kullanıp, rahimde yaratılan
şeyin ya hayız, ya çocuk ya da her ikisi olduğunu ifade etmelerine gelince,
kuşkusuz hayız, burada
zikredilen şeyin içerisine dahil bulunmaktadır. Ancak o şeyi gizlemenin haram
olması, ayette zikri geçen "kuru"' kelimesinden maksadın,
"hayız" olduğuna delalet etme;:. Çünkü "kuru"' dan maksat,
eğer tuhr yani temizlik vakitleri olursa, kadının iddeti dördüncü veya üçüncü
hayzma başlar başlamaz bitecektir. Kadın nafaka ya da daha başka amaçlarla,
iddetinin bittiğini saklamak istediğinde "Ben hayızımı görmedim ki, iddetim
bitsin!" diyecektir. Halbuki, söylediği yalandır, hayızını görmeye
başlamış ve iddeti sona ermiştir. Bu durumda ayetin "kuru"'
kelimesinden maksadın "temizlik süreleri - tuhur vakitleri" olduğuna
delaleti daha açık olmaktadır. Biz burada görüşümüze delalet bulunduğuna kanaat
ediyoruz, ama siz ille de istidlalde bulunmamızı isterseniz, istidlal şekli
bizim için daha da açık olmaktadır. Çünkü müfessirlerin çoğu "rahimde
yaratılan şey" den maksadın hayız ve doğum olduğunu söylemişlerdir. İddet,
doğum halinde çocuğun zuhuru ile tamamlandığına göre, aynı şekilde hayzm da
gözükmesiyle bitmiş olmalıdır. Her ikisinin de kadınla ilgili olması bakımından
hükümde eşit tutulmaları bunu gerektirir.
"Kadınlarınız
içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların
iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç
aydır."[Talak, 4] ayetinde her bir ay, bir hayız karşılığında
tutulmuştur." şeklindeki istidlalinize gelince, bu "kar"' dan
maksadın "hayız" olduğunda sarih değildir. Bu ayet, nihayet hayızdan
ümidin kesilmesinin ay ile iddet beklemek için şart olduğunu, dolayısıyla hayız
gördüğü sürece ay halinden kesilen (ayise) kadının iddeti gibi iddet
bekleyemeyeceğini bildirmektedir. Bize göre tuhrdan ibaret olan
"kar"', ancak hayız ile birlikte bulunur ve onsuz kar' tabiri
kullanılmaz. Dolayısıyla, onun hayız olduğu da nereden gerekecektir?! Hz.
Aişe'nin rivayet ettiği:"Cariyenin talakı iki boşamadır, iddeti de iki
hayızdır." şeklindeki hadisle istidlalinize gelince; bu, öyle bir hadistir
ki, eğer onun gibi bir hadisi siz değil de biz delil olarak kullanacak
olsaydık, onu asla bizden kabul etmezdiniz. Çünkü o zayıf ve illetli bulunan
bir hadistir. Onun hakkında Tirmizi: "Garibdir ve onu sadece Müzahir b.
Eslem'in hadisleri meyanından öğreniyoruz. Müzahir ilim aleminde bu hadisten
başka bir yolla bilinmez." demiştir. Bu Müzahir b. Eşlem hakkında, Ebu
Hatim er-Razi: "Onun hadisleri münkerdir."; Yahya b. Main: "O
bir şey değil; kaldı ki bilinen bilisi de değildir." demişlerdir. Aynı
şekilde onu Ebu Asim da zayıf bulmuştur. Ebu Davud: "Bu meçhul bir ravinin
hadisidir." derken, Hattabi: "Hadisçiler, bu hadisi zayıf
bulmuşlardır." demiştir. Beyhaki: "Eğer sabit olsaydı, gereğiyle
hükmederdik; ne var ki, biz adaleti mechul olan bir ravinin rivayet ettiği
hadisi sabit kabul edemeyiz." demiştir. Darakutni: "Kasım'dan sahih
olarak gelen bunun aksidir." demiş ve sonra Zeyd b. Eslem'den şöyle
rivayet etmiştir: "Kasım'a cariyenin kaç talakla boşanacağı soruldu, o:
"Onun talakı ikidir, iddeti de iki hayızdır." diye cevap verdi.
Kendisine: "Bu konuda Hz. Peygamber'den sana bir şey ulaştı mı?" diye
soruldu. Buna da: "Hayır!" diye cevap verdi. Buhari, Tarih'inde,
Müzahir b. Eşlem - Kasım - Aişe senediyle merfu' olarak: "Cariyenin talakı
ikidir, iddeti de iki hayızdır." buyurulduğunu rivayet eder. Ebu Asim
şöyle der: Bana İbn Cüreyc Muzahir'den haber verdi: Sonra Müzahirle
karşılaştım, onu bize rivayet etti. Ebu Asim, Muzahir'in zayıf olduğunu
söylerdi. Yahya b. Süleyman, İbn Vehb'den nakleder: Bana Üsame b. Zeyd b. Eşlem
haber verdi: O babasının yanında otururken, emirin elçisi ona gelmiş ve:
"Emir sana, cariyenin iddeti ne kadardır? diye soruyor." demiş.
Babası: "Cariyenin iddeti iki hayızdır, hür kocanın cariyeyi boşaması üç
talakladır, köle kocanın hür kadını boşaması iki talakladır, hür kadının iddeti
üç hayızdır." demiş. Sonra haberciye: "Nereye gidiyorsun?" diye
sormuş, o da "Bana Kasım b. Muhammed ile Salim b. Abdillah'a da sormamı
emretti." demiş. O da Allah adına yemin verdirerek geri gelmesini ve onların
ne dediklerini kendisine bildirmesini söylemiş. Haberci gitmiş ve babama geri
dönmüş ve ona, onların da aynen kendi söylediği gibi haber verdiklerini ve:
"Ona söyle! Bu ne Allah'ın kitabında ne de Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) sünnetinde yoktur; ancak müslümanlar bununla amel
edegelmişlerdir." dediklerini bildirmiş.
Ebu'l-Kasım b. Asakir,
el-Etraf ında: "Bundan da anlaşılıyufl ki, merfu hadis mahfuz
değildir." demiştir.
"Cariyenin talakı
ikidir, iddeti ise iki hayızdır." şeklindeki merfu İbn Ömer hadisine
gelince, bu Atiyye b. Sa'd el-Avfi'nin rivayetinden olmaktadır. Onu birçok
hadis imamı zayıf bulmuşlardır. Darakutni: "İbn Ömer'den sahih olan, Salim
ve Nafi'in ondan rivayet ettikleridir." demiş ve Salim ve Nafi'den:
"İbn Ömer: 'Köle kocanın hür kadını boşaması iki talakladır; iddeti ise üç
kar'dır, hür kocanın cariye karısını boşaması ise iki talakladır; iddeti ise
cariye iddeti yani iki hayızdır.' demiştir." diye nakletmiştir.
İbn Ömer'den sabit olan
görüşün, kar' dan maksadın tuhr olduğunda şüphe yoktur.
imam Şafii, Malik -
Nafi' senediyle İbn Ömer'in: "Adam karısını boşadığı zaman, üçüncü
hayzının kanını görmeye başladı mı, artık kocasından ayrı düşmüş olur,
birbirlerine varis olamazlar." dediğini nakleder.
Bu hadis, İbn Ömer ile
Hz. Aişe arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu ikisinin de konu hakkındaki görüşleri
kesin olarak, "kar' " dan maksadın tuhr olduğu şeklindedir. Kendi
bilgileri dahilinde Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunun
aksine hadisin bulunduğu ve onların hadis doğrultusunda düşünmemeleri nasıl
tasavvur edilebilir?
Bizzat bu cevap , aynı
zamanda da Hz. Aişe'den nakledilen "Berire'ye üç hayız iddet beklemesi
emredildi..." şeklindeki hadisle istidlale de cevap olmaktadır. Ayrıca şunu
da ilave edelim: Bu hadis üç lafızla rivayet edilmiştir: a) "iddet
beklemesi emredildi." b) "Hür kadının iddeti gibi iddet beklemesi
emredildi." c) "Üç hayız iddet beklemesi emredildi." Muhtemelen
"Üç hayız iddet beklemesi emredildi." şeklinde rivayet eden kimsenin
bu rivayeti mana ile rivayet edilmiş olmalıdır. Hz. Aişe'nin bilgisi dahilinde
böyle bir hadisin bulunması ve ondan sonra da kalkıp onun "kar' " dan
maksat tuhrdur; demesi şaşılacak bir şeydir. Bundan daha da hayret verici olan
bir diğer husus, bu hadisin hepsi de hadis imamlarından oluşan meşhur bir
senedle rivayet edilmiş olması, buna rağmen ne Sahih sahipleri, ne Müsned
sahipleri, ne de ahkam hadislerini toplayan zevat tarafından kitaplarına
alınmaması ve dört imamdan hiçbirisi tarafından kullanılmamasıdır. Bu hadisi
kullanmak mecburiyetinde olan kimse, özellikle de böyle güneş gibi meşhur bir
senedle olan bu hadis karşısında onu tahric etmeksizin nasıl sabır gösterirdi?!
Hiç şüphe yoktur kt, Berire'ye iddet beklemesi emredilmiştir ve bu doğrudur.
Ancak onun üç hayızla iddet beklemesi konusuna gelince, eğer bu sahih olsaydı,
biz asla başka bir görüşe gitmezdik ve derhal onu kabule koşardık.
istibra ile iddet
arasında münasebet kurarak yaptığınız istidlalinize gelince; hiç kuşkusuz
istibranın bir hayızla olduğu doğrudur. Bu sarih nassın zahiri
olmaktadır/Cariye tuhr ile istibrada bulunur." diye iddiaya kalkışmanın
bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir zorlama, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) nassının aksi olmaktadır. Aynca İmam Şafii'nin sahih kavline,
ümmetin büyük çoğunluğunun görüşlerine ters düşer. Burada yapılacak iş, iki
konuyu birbirinden ayırmaktır. Biz diyoruz ki:" Daha önce de geçtiği gibi
aralarında fark vardır. İddet, kocanın hakkının yerine getirilmesi için vacib
olmuştur; dolayısıyla da kendi hakkının . bulunduğu zamanlara tahsis edilmiştir
ki, bu zamanlar da tuhr yani temizlik zamanlarıdır. Yine iddet, tekerrür eder
ve ortasında hayzm da bulunmasıyla rahmin temizliği bilinmiş olur. İstibra ise
böyle değildir."
Eğer "kar' ",
tuhr yani temizlik süresi olsaydı, bu durumda, birinci kar' yani temizlik
süresinin bir delaleti bulunmazdı. Çünkü, eğer temizlik süresi içerisinde
cimada bulunmuş ve sonra boşamışsa ve kadın daha sonra hayız görmüşse, bu
durumda, "kar' " dan maksadın tuhr (temizlik süresi) olduğu görüşünde
olanlara göre, sözkonusu temizlik süresinin de sayılması gerekir. Bu temizlik
süresinin, rahmin temizliğine delalet etmeyeceği ise malumdur." şeklindeki
sözünüzün cevabına ise kısaca şöyle diyeceğiz: Kadın tam iki tuhrdan sonra
temizlenmiş olunca, birincinin de diğer ikisine eklenmiş olarak delaleti sahih
olacaktır.
"Deliller,
alametler, sınır ve gayeler, ancak diğerlerinden temayüz eden açık şeylerle
husule gelir. Kadının temizliği, asli konumudur..." şeklindeki sözünüze
gelince, cevaben şöyle diyoruz: Tuhrun her iki tarafının da kan olması
durumunda, öyle olmaktadır. Ne önünde ne de sonunda kan olmaması durumunda ise,
ona asla itibar edilmemekte ve "kar*" ismi kullanılmamaktadır.
Şu hususlar da bizim
görüşümüzü teyid etmektedir: "Kar"' cem etmek, toplamak demektir;
dolayısıyla bu kelimenin tuhr zamanı için kullanılmış olması daha uygundur.
Çünkü tuhr anında kan rahimde toplanmaktadır ve ancak toplandıktan sonra dışarı
çıkmaktadır. Bir diğer husus da ifadesinde üç sayısının sonuna giren yuvarlak
ta harfidir. Sayıların sonundaki bu ta, sayılan şeyin müzekker olduğunu
gösterir. Bu da "kar"' dan maksadın müzekker bir kelime olduğuna
delalet eder ki, bu da "tuhr" dur. Eğer "kar"' dan maksat
"hayız" olsaydı, o zaman sayının ta'sız gelmesi gerekirdi; çünkü
hayız kelimesinin tekili şeklinde ta'lıdır (müennestir).
c) Değerlendirme ve
Tercih:
Bu arzettiklerimiz, bu
görüş sahiplerinin gerek kendi delilleri ve gerekse karşı delillere verdikleri
cevaplan olmaktadır. Bu konu, iki taraf arasında orta yolu bulma imkanı olmayan
bir konudur. Çünkü iki görüş arasında orta bir görüş bulunmamaktadır.
Dolayısıyla mutlaka iki taraftan birisinin görüşüne meyletmek gerekmektedir.
Biz bu meselede, "Kar'dan maksat "hayız"dır." görüşündeki
ileri gelen sahabilerle onların doğrultusunda görüş beyan eden kimselerin
tarafını tutuyoruz. Bu görüşün isabetli olduğuna dair delillerin serdi daha
önce geçmişti. Biz burada, tercihte bulunduğumuz şeyin iyice ortaya çıkması
için, karşı görüşte olanların karşı delillerine cevaplar vermek istiyoruz ve
tevfiki yalnız Allah'tan bilerek diyoruz ki:
1. Kar'dan Maksat
Temizliktir Görüşüne Ait Delillerin Tenkidi:
"Ey Peygamber!
Kadınları boşayacağınız zaman, iddetleri içerisinde boşayın."[Talak, 1]
ayetiyle istidlalinizi ele alalım: Bu ayetin sizin aleyhinize bir delil olması,
lehinize delil olmasından daha yakındır. Çünkü bundan maksat, zaruri olarak
kadının iddetten önce boşanmasıdır. Aksi takdirde ayetin, iddet içerisinde
talak verilmesi manasına hamledilmesi mümkün değildir. Çünkü bu —her ne kadar
lam harfi, fi harfi manasında zarfiyet manası da içerebiliyorsa da— mana
bakımından sakattır. Zira talakın iddet içerisinde verilmiş olması mümkün
değildir, çünkü, talak iddetin sebebi olmaktadır; sebep ise hükümden önce
bulunur. Bu anlaşıldı ise, diyoruz ki: "Kar' dan maksat hayızdır."
diyenler, ayetle amel etmişlerdir ve iddetten önce boşamış olmaktadırlar.
Eğer, "Tuhr"
dur diyenler —iddet talakın arkasından geleceği için— iddetten önce boşamış
olurlar." derseniz; bu takdirde, sizin ayeti delil olarak kullanmanız
batıl olacaktır ve ayetten muradın iddet içinde değil, iddet öncesinde verilmiş
talak olduğu sahih olacaktır. Her iki durumun da ayetle murad edilmiş olması
sahihtir. Ancak hayızın murad edilmiş olması daha ağır basmaktadır. Şöyle ki;
"iddet" kelimesi, sayılan hesaba katılan şey manasına
"fi'let" kalıbmdadır. Çünkü iddet sayılır, hesap edilir. Nitekim
ayette de "...ve iddeti sayınız."[Talak, 1] buyrulmuştur.
Hayızdan önce bulunan
tuhr hesaba katılan ve sayılan şeylerdendir; dolayısıyla o iddettendir. Bizim
burada sözünü ettiğimin şey bu değildir, Sözkonusu olan şey bir başka husustur
ki o da, (tuhrun) ayette geçen "üç kuru' " ifadesine girip
girmeyeceğidir. Eğer nass: şeklinde olsaydı,* o zaman ilgisi olurdu. Burada iki
husus vardır: Birincisi: İkincisi de: ... ayetidir. Hiç şüphe yoktur ki bir
kimse dediği zaman, bu emre muhatap olan kimse, o şeyi ancak üç gün gelmeden
önce yaptığı zaman emre uymuş olur. Yine aynı şekilde: diyen kimsenin bu sözü
de, o şeyi üç günün geçmesinden sonra yapması durumunda doğru olur Bu zarfiyet
bildiren harfinin aksi olmaktadır. Çünkü bir kimse: dediği zaman, fiil bizzat
üç günün içerisinde vuku bulmuş olur. Burada güzel bir nükte (incelik) vardır.
Şöyle ki, onlar: demektedirler ve ne vakit zamanın geçtiğini ya da
karşılanmasını istiyorlarsa "lam" harfini kullanıyorlar ve ne zaman
da, fiilin o zaman içerisinde (zarfiyet) vukuunu murad ediyorlarsa, o takdirde
de "fi" harfini kullanıyorlar. İncelik surda: Onlar zamanın geçmesini
ya da karşılanmasını istedikleri zamanda, telaffuz ettikleri adedin geçen ya da
gelecek günlere aid olduğuna (ihtisas) delalet eden "lam" harfini
getiriyorlar; eğer fiilin bizzat o zaman içerisinde vukuunu murad ediyorlarsa,
o takdirde de, zarfiyete has olan harfi yani "fi" harfini
kullanıyorlar. Bu izah, pek çok dil bilgininin "Lam harfi: sözlerinde ve
ayetinde "önce" manasınadır; aynı şekilde "sonra" manasına
da gelir: ifadelerinde olduğu gibi. Yine "fi" manasına zarfiyet
anlamında kullanılır: ayetlennde [Enbiya, 47 ve Al-i İmran, 25] bu anlamda
kullanılmıştır." şeklindeki sözlerinden daha iyidir. Derinlemesine ele
aldığımızda görüyoruz ki, lam harfi, mezkur vakitlere aidiyeti bildirmek için
asıl manası olan "ihtisas" anlamı üzerindedir. Onlar; fiili, ona olan
aidiyetinden ötürü, sanki o ona aitmiş gibi, zikredilen damana ait
kılmaktadırlar. Düşün!
Diğer bir fark:
"Lam" harfi kullanıldığında, ondan sonra zikredilen zaman mutlaka ya
mazi (geçmiş) ya da gelecek olmaktadır. "Fi" harfi kullanıldığında
ise, bu durumda, mecruru olan zaman, mutlaka fiil ile bitişik, aynı zamandır.
Arapça kaideleri bakımından eğer bu anlaşıldı ise, diyoruz ki Hidayetinin
manası "Onları iddetlerini karşılayarak boşaymız." demektir,
iddetleri içerisinde boşaymız manasına değildir. Kadınların karşılanarak
boşamlacağı iddet, talaktan sonra
olacağına göre, talaktan
sonra karşılanacak olan bu şey mutlaka hayız olacaktır. Çünkü tuhr halinde olan
kimse yine onu karşılayacak değildir; zira zaten içerisindedir. Dolayısıyla
kadın, şu anda içerisinde bulunduğu halinden sonra olacak olan hayız halini
karşılayacaktır. Dil bakımından da, aklen ve örfen de anlaşılan budur. Çünkü
afiyet, emniyet ve kelebçe içerisinde olan kimseler hakkında " O afiyet
bekliyor."; "O emniyet bekliyor."; "O kelebçelenmeyi
bekliyor." denilmez. Bu gibi ifadelerden, örfen ve dil bakımından akla
gelen şey, bir hal üzere bulunan bir kimsenin, o halin zıddını bekliyor
olmasıdır. Bu o kadar açıktır ki, örneklerini çoğaltmaya gerek duymuyoruz.
Soru: Buna göre, hayız
halinde iken karısını boşayan kimse, "kar"' dan maksadın tuhr
olduğunu söyleyenlere göre, iddeti karşılayarak boşamış olur. Çünkü, kadın
içinde bulunduğu bu hayız halinden sonra tuhr halini karşılayacaktır. Bu
hususta ne diyeceksiniz?
Cevap: Evet! Onların öyle
demeleri gerekir. Çünkü, eğer kadının boşanılması emredilen iddetin ilk vakti
tuhr ise, kocanın talakı hayız halinde vermesi durumunda, iddeti karşılayarak
boşamış olacaktır. Çünkü kadın, talaktan sonra tuhr halini karşılamış
olacaktır.
Soru: "Lam", "fi"
manasınadır ve mana:"Onları iddetleri içerisinde boşaymız."
şeklindedir. Bu ise ancak tuhr içerisinde boşadığı zaman mümkün olur. Hayız
içerisinde boşaması durumunda mümkün olmaz.
Cevab: Buna iki açıdan
cevap vereceğiz:
Birincisi: Harflerde
asıl olan tek manada ve her harfin kendi manasında kullanılmalarıdır (adem-i
iştirak). Dolayısıyla , bunun aksini iddia etmek bu asıl prensip tarafından
reddedilmiş olur.
İkincisi: Bundan,
iddetin bir kısmının talakın zamanı için zarf olması durumu gerekir. Dolayısıyla
da talak, "Ben onu Perşembe günü yaptım." ifadesinde de olduğu gibi,
zarfiyetin sahih olabilmesi zaruretinin bir neticesi olarak aynı iddet
içerisinde vaki olmuş olur. Hatta bu kabil kullanılış şekillerinde çoğunluk
zarfın bir kısmının fiili geçmiş olmasıdır. Bunun mümkün olmayacağı konusunda
da şüphe yoktur. Çünkü iddet talakın akabinde ve onu takip eder; onunla aynı
anda bulunmaz, ondan öne geçemez.
Farzetsek ki
"lam" harfi, "fi" manasında olsun; kaldı ki, bu anlayışa:
şeklindeki ibn Ömer ve daha başlsalannın kıraati de yardımcı olmaktadır. Buna
rağmen, bundan "kar"' kelimesinin "tuhr" manasına geldiği
lazım gelmez. Çünkü o takdirde "kar"' kelimesinden maksat bizzat
hayız olur; itibara alınıp sayılan da odur. Hayızdan önce bulunan tuhr
(temizlik) hali ise iki açıdan onun hükmüne zımnen ve ona tabi olma yoluyla
girer:
Birincisi: Hayzın zaruri
neticelerinden birisi öncesinde bir tuhr halinin bulunmasıdır. Kadın tuhr hali
içerisinde iken "Sen üç hayız müddetince bekle!" denildiği zaman, o
tuhr da bekleme süresinin içerisine (zaruri olarak) girer. Nitekim bir kimseye
geceleyin: "Burada üç gün (gündüz) ikamet et!" denildiği zaman o
gecenin geri kalan kısmı da, onu takip eden gündüzün içerisine girer. Nitekim
diğer iki günün geceleri de, gündüzlerine dahil olur. Eğer gündüz vakti
"Üç gece ikamet et!" diyecek olsa, bu kez de o günün geri kalan
kısmı, takip eden geceye dahil olacaktı.
İkincisi: Hayız, daha
önceden kanın rahimde toplanmasıyla tamamlanmış olur; dolayısıyla da tuhr hali,
hayızdan hem mukaddemdir hem de hayızm varlığına sebep olur. Hüküm hayıza
bağlandığına göre, bunun zaruri neticelerinden birisi de, hükmün aynı zamanda
tuhra da bağlanmış olmasıdır. Çünkü hayızm varlığı, onun varlığına bağlıdır.
Böylece bunun, yukarıdaki gün ve gecelerle ilgili verdiğimiz misalden daha
beliğ olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü gece ve gündüz birbirine bağlı,
birbirinden ayrılması düşünülemeyen iki unsurdur, fakat biri diğerinin
mevcudiyeti için sebep değildir. Burada ise tuhr, kanın rahimde toplanması için
bir sebep olmaktadır. Yüce Allah'ın ifadesi "bekleyeceği iddeti karşılamak
için..." anlamındadır. Kadın öncesinde bulunan tuhr halleriyle birlikte üç
hayız bekler. Eğer tuhr halinde iken boşanmış olursa, kadın sayılacak iddeti
karşılayabileceği bir vakit içerisinde boşanmış olur. Sayılacak iddet de hayız
ve öncesinde bulunan tuhr halleridir. Hayız iken boşanması durumunda ise böyle
değildir. Çünkü o takdirde, hesap edilecek bir iddet göz önünde
bulundurulmaksızın boşanmış olur. Çünkü içerisinde boşamlan hayızm geri kalan
kısmı, kadının ne asaleten ne de tebeiyet yolu ile bekleyeceği, hesaba katacağı
iddetten değildir. Ona iddet adının verilmesi, sadece zevcenin, o süre
içerisinde yeni bir evlilikten engellenmiş olması sebebiyledir.
Bu anlaşıldı ise diyoruz
ki: ayetindeki "lam" harfinin sebep bildiren "talil" lamı
olması caizdir ve anlamı "Kıyamet günü için doğru teraziler
kurarız."[Enbiya, 47] demek olur, Burdaki "el-kısf kelimesinin
mefulun leh olmak üzere mansub olduğu da söylenmiştir. O zaman da mana
"adalet için" anlamına gelir ve bu şekilde i'raba tabi tutulması için
gerekli şartları da taşımaktadır. ayetine'[İsra, 78] gelince; buradaki
"lam" harfi, kesinlikle "fi" manasına' değildir. Aksine
buradaki "lam"ın talil için olduğu söylenilmiştir. "Sonra"
manasına da geldiği söylenmiştir. Çünkü ayetten murad, namazın
—"düluk" kelimesi, ister "zeval, ister "gurub"
manasıyla tefsir edilsin—, tam bu "dülük" anında kılınması değildir.
Namazın kılınması ancak bu vakitten sonra olmaktadır. İddet ayetinin
"sonra" manasına hamledilmesi mümkün değildir. Zira o zaman mana:
" Onları iddetlerinden sonra boşayınız!" şeklinde olacaktır. Geriye
sadece mananın: "Onları iddetlerini karşılayacak şekilde boşayınız."
şeklinde olması şıkkı kaldı. Malumdur ki, kadın temiz iken boşandığı zaman,
iddete hayız ile başlayacaktır. Eğer "kar"' dan maksat
"tuhr" olsaydı, o takdirde sünnet olan boşama şekli, iddete
"tuhr" ile başlamış olabilmesi için hayız iken boşamak şeklinde
olacaktı. Oysa ki, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), göz önünde
bulundurularak boşanmalarını bizzat Yüce Allah'ın emrettiği iddetin, kadının
talaktan sonra iddetini karşılayabilmesi için temiz iken boşanması şekli
olduğunu açıklamıştır.
Soru: Biz "kar'
" dan maksadın tuhr olduğunu kabul ettiğimizde, kadın iddetine talaktan
sonra fasılasız başlamış olacaktır. Ondan maksadın hayız olduğunu söyleyenlere
göre ise, kadın iddetini tuhr bitmedikçe karşılayamamaktadır.
Cevap: Yüce Allah'ın
kelamı, mutlaka müstakil bir faideye hamledilmek zorundadır. Ayetin
"Onları, kendisinden sonra iddet olacak bir talakla boşayınız."
şeklindeki bir mana üzerine hamle dilme sinin bir faydası yoktur. Ama ayete:
"Onları öyle bir talakla boşayın ki, o talakta iddetlerini karşılamış
olsunlar; sayılmayacak bir tuhr halini karşılamış olmasınlar." manası
verilmesinde ise durum böyle değildir. Çünkü kadın hayızlı iken boşandığı
zaman, o sayılmayacak bir tuhr halini karşılayacaktır; dolayısıyla da iddetini
karşılayacak şekilde boşanmış olmayacaktır. Bunu : ilki şfeklinde okuyanların
kıraatleri de açıklamaktadır. "iddetin karşılanacağı, önündeki vakit"
demektir. "Hayızm önü" demek gibi. Eğer onların murad ettikleri mana
kasdedilmiş olsaydı, o zaman denilirdi. Bir şeyin önü ile evveli arasındaki
fark ise açıktır.
Sizin "Eğer
"kar"' dan maksat "hayız" olsaydı, o takdirde, adam
karısını iddetten önce boşamış olurdu." sözünüze biz de şöyle cevap
veririz: Evet! Aklen de şer'an da olması gereken budur. Çünkü iddet talaktan
ayrı düşünülmez ve hiçbir zaman da ondan önce bulunmaz; aksine talaktan sonra
bulunması vacib olmaktadır.
2 - "Ve bu hayız
halinde iken boşaması durumunda olduğu gibi, kadın aleyhine uzatmak
olurdu..." şeklindeki sözünüze gelince, cevab olarak denilmektedir ki: Bu,
"Hayızlı kadının talakının haram olmasının illeti, iddetini uzatmış olmak
korkusudur." şeklindeki bir teze mebnidir. Oysa ki. pek çok fukaha böyle
bir izaha taraftar değillerdir ve bu tezin tutarsızlığını şöyle diyerek ortaya
koymaktadırlar: Kadın kocasının kendisini hayızlı iken boşamasına razı olsa ve
iddetinin uzamasını tercih etse, yine de böyle bir talak kocaya helal
olmamaktadır. Kadının bu durumda böyle bir talakı kocaya mubah kılma yetkisi
yoktur. Oysa ki, bedelli olarak ittifakla, bedelsiz olma durumunda da iki
görüşten birisine göre, karşılıklı rıza ile, boşayan kocanın, talaktan rücu
(ric'at) hakkını düşürmesi mubah olmaktadır. Bu Ebu Hanife'nin mezhebi ve İmam
Ahmed ve Malikten gelen iki rivayetten birisi olmaktadır ve şöyle
demektedirler: "Kadının hayız içerisinde iken haram kılınmasının sebebi,
sadece kocanın karısını, kendisine rağbetinin olmadığı bir zamanda boşamış
olmasıdır." Biz haramlığın sebebinin kadın aleyhine uzatmak olduğunu kabul
etsek bile, asıl zarar verici uzatma, onu hayızlı iken boşamasıdır. Çünkü kadın
hayızm ve arkasından gelen tuhr halinin geçmesini bekleyecek, ondan sonra
iddetini beklemeye başlayacaktır ve talakla iddetini karşılamış da
olamayacaktır. Ama kadın temiz iken boşanırsa, tuhrun hemen akabinde iddetini
karşılamış olacaktır, bu durumda ise iddeti uzatmak sözkonusu olmayacaktır.
3 - "el-Kar'
kelimesi cem' yani toplamak manasından türetilmiştir. Hayız (kanı) ise tuhr
zamanında toplanır...." şeklindeki sözünüze gelince, buna üç cevabımız
olacaktır:
Birincisi: Önce sizin bu
dediğiniz doğru değildir. "Cem' " yani toplamak manasından türetilen kelime
illetli olup son harfi "ya"h olan kelimesindendir. Aynen fiilinde
olduğu gibi. Burada bizim sözünü ettiğimiz ise hemzelidir ve fiilindendir
fiilinde olduğu gibi üçüncü babtandır. Bunlar ayrı ayrı iki köktür. Çünkü
Araplar demektedirler ve bunun anlamı "Suyu havuzda topladım."
demektir. Bunun müzarisi de: şeklindedir. Bu manadan hareketle köye de
denilmiştir. Karıncaların toplandıkları yuvalarına: denilmesi de bu anlamından
hareketle ve bu köktendir. Çünkü karınca yuvası onları toplamakta ve bir araya
getirmektedir. Hemzeli olana gelince, onun anlamı süreli ve sınırlı bir şekilde
zuhur etmek , ortaya çıkmak manasına gelmektedir. denildiğinde bu kökten
türetilmiş olmaktadır. Çünkü Kur'an'ı okuyan kimse onu, eksiksiz fazlasız belli
bir miktar üzere çıkarmaktadır. Bu izahımıza: ayeti [Kiyame, 18] de delalet
etmektedir. Çünkü burada: ... ikelimeleri birbirleri üzerine atfedilmiştir.
Eğer her ikisi de aynı anlamda olsalardı, bu anlamsız bir tekrar olurdu. İşte
bu sebeptendir ki, İbn Abbas: ... ayetinin [Kiyame, 18] tefsiri hakkında
"Onu açıkladığımız zaman..." anlamı vermiş ve Kur'an'ın okunuşunu
bizzat onun açıklanışı ve ortaya konulması saymıştır. Yoksa Ebu Ubeyde'nin
zannettiği gibi "Kur'an", "cem' " yani toplamak manasından
türetilmiş değildir. Yine Araplar: ........... Bu da aynı babtandır ve "Bu
deve asla doğurmadı, yavru çıkarmadı, ortaya koymadı." demektir. Yine
demektedirler Anlamı "Falan sana selam söylüyor." demektir ve
buradaki fiil yine izhar etmek, ortaya çıkarmak anlamındadır. Yine onlar:
demektedirler ve bu ifadeyle, "Kadın bir ya da iki hayız gördü."
demek istemektedirler. Çünkü hayız, gizli olan şeyin, ceninin zuhuru gibi,
zuhur etmesi, ortaya çıkması demektir. Yine ifadeleri de bu kök ve manadandır
ve anlamları "süreyya ile yağmur ve rüzgarın ortaya çıktığı vakit"
demektir. Çünkü her ikisi de belli vakitlerde zuhur ederler. Bu kök ve ondan
türeyen manalarını, Ebu Amr ve daha başkaları gibi alimler, iştikakla ilgili
kitaplarda zikretmiş bulunmaktadırlar. Hiç şüphesiz ki, bu mana hayızda, tuhrda
olduğundan daha açıktır.
4 - Hz. Aişe:
"Kuru' dan maksat tuhr vakitleridir." demiştir. Bu durumu kadınlar,
erkeklerden daha iyi bilirler..." şeklindeki delilinize gelelim:
Biz buna cevap olarak
şöyle deriz: "Kim, Allah'ın lutabından onun muradını anlamada, manalannı
kavramada kadınlar Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud,
Ebu'd-Derda ve Hz. Peygamberin diğer büyük sahabilerinden daha üstündür
diyebilir?! Bu hükmün kadınlar hakkında inmiş olması, onu onların erkeklerden
daha iyi bileceklerine delalet etmez. Eğer öyle olsaydı, kadınlar hakkında
nazil olan her ayeti kadınların erkeklerden daha iyi bilmeleri lazım gelirdi;
erkeklerin de gerek manası gerekse onlardan çıkarılacak hükümler konusunda
kadınları taklid etmeleri, onlara uymaları gerekirdi. O takdirde kadınlar; süt
emme haramlığı, hayız, hayızh kadınla cinsel ilişkinin haramlığı, ölüm iddeti,
gebelik, doğum ve bunların süreleri, mahrem kimseler ve avret yerlerinin
açılmasının haramlığı ve buna benzer diğer kadınlarla ilgili ve onlar hakkında
inen bütün ayetleri, erkeklerden daha iyi bilmek durumunda olacaklardır. Bu
ayetlerin manalarının anlaşılması, onlardan hüküm çıkarılması gibi konularda
ise, erkekler kadınlara tabi olmak, onları taklid etmek zorunda olacaklardır.
Böyle bir durumun İcabulüne ise asla imkan yoktur. Nasıl kabul edilebilir ki,
inen vahiyle ilgify bilginin esasını, anlayış, marifet ve akıl gücü oluşturur.
Bu gibi konularda ve dolayısıyla bilgiyi elde etmede erkekler kadınlara oranla
daha da üstün ve şanslıdırlar. Hatta şunu söylemek imkansız değildir ki,
erkeklerle kadınlar bir meselede ihtilafa düşsünler de , doğru erkekler
tarafında olmasın, bu mümkün değildir. Nasıl olur da: Hz. Aişe ile Hz. Ömer,
Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ud bir meselede ihtilaf ederlerse, Hz. Aişe'nin
görüşünü almak daha uygundur." denilebilir?! Evla olan içerisinde iki
raşid halifenin de bulunduğu görüşten başkası olabilir mi? Rivayet edildiği
üzere Sıddik'ın görüşünün de onların doğrultusunda olması durumunda, bu görüşün
doğru olduğunda şüphe kalır mı? Hz. Ömer'le Hz. Ali'den yapılan nakil kesin
olarak sabittir. Hz. Ebu Bekir'den yapılan nakilde ise gariblik vardır. Bununla
birlikte, içlerinde Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ebu'd-Derda, Ebu Musa gibi
zevatın da bulunduğu ashabtan bir cemaatin görüşü bizim için yeterlidir ve
Müminlerin Annesinin görüş ve anlayışını bütün bunların üzerlerine nasıl takdim
edebiliriz?!
Sonra şöyle denebilir:
Hz. Aişe, büyük insanın da süt emmesi durumunda süt haramlığınm doğacağı, böyle
bir emme ile mahremiyetin sübut bulacağı görüşündedir. Bu görüşte bir grup
sahabi de onun yanında yer almaktadır. Diğerleri ise bu konuda ona muhalefet
etmişlerdir. Hz. Aişe, böyle bir emme ile haramlığın sabit olacağı hadisini
rivayet etmiştir. O zaman çıkıp da: "Kadınlar, bu konuyu erkeklerden daha
iyi bilirler!" deseydiniz ve onun görüşünü diğer sahabilerin görüşleri
üzerine tercih etseydiniz ya!
Malikilere de diyoruz
ki: Aynı Hz. Aişe, süt haramlığının ancak beş defa emme ile sabit olacağı
görüşündedir ve bu konuda bir grup sahabi de Kendisine katılmışlardır. Ayrıca
konu ile ilgili iki de hadis rivayet etmiştir: Bu durumda kalkıp: "Bu
konuyu kadınlar erkeklerden daha iyi bilirler!" deyip, onun görüşünü
diğerleri üzerine takdim etseydiniz ya!
5 - "Bu erkeklere
sirayet eden bir hükümdür. Dolayısıyla onda erkeklerle kadınların durumu
eşittir." şeklinde bir mütalaa ileri sürülürse, buna şu şekilde cevap
verilebilir: İddet hükümleri de aynı şekilde kadınlarla ilgili olarak kalmaz ve
o da erkeklere sirayet eder, dolayısıyla onda da, kadınların erkeklerle aynı
olmaları gerekir. Bu açık bir şeydir. Sonra bu konuda erkeklerin görüşleri
tercih edilir. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu gruptan
olan birisi hakkında "Allah, hakkı onun dili ve kalbi üzerine
koymuştur." buyurmuş; birçok konuda onun ileri sürdüğü görüşler
doğrultusunda vahiy gelmiş böylece pek çok defa vahyin desteğine mazhar olmuş
yine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) rüyasında içtiği sütün arta
kalanını ona vermiş ve bu rüyasını ilimle yormuş (tabir etmiş) ve onun ilham ve
ilahi teyide mazhar olduğuna şehadette bulunmuştur. Eğer mutlaka birilerini
taklid etmek gerekecekse, ona uyulması daha evladır; yok iki muhalif grubu
ayıran şey bizzat delilse, o takdirde delilin hakem kılınması vacib olacaktır.
"Kar"' dan
maksadın "hayız" olduğu görüşünde olanlar, ne Hz. Ali, ne İbn Mes'ud,
ne de Hz. Aişe'nin görüşüne kail değillerdir. Çünkü Hz. Ali: "Kadın
yıkanmadıkça, kocası rücu hakkına sahiptir." demektedir. Siz iki görüşten
birine kail değilsiniz...** şeklindeki tenkidinize gelince; bu nihayet Hanefi
imamları gibi bu görüşe kail olmayan kimselerin görüşleri içerisinde bir
tutarsızlık olduğunu ortaya koyabilir. Hz. Ali'nin görüşünü esas alan İmam
Ahmed ve tabileri gibi kimseler hakkında ise, hiç ilgisi olmayan bir suçlamadır,
onlar böyle bir ithamdan uzaktırlar. Nitekim daha önce açıklanmıştı. Çünkü İmam
Ahmed'e göre, Hz. Ali ve onun görüşünde olanların da dediği gibi, kadın
yıkanıncaya kadar iddeti devam eder. Biz, bu konuda "kar'"dan
maksadın hayız olduğu kanaatinde olmakla birlikte, "Kadın yıkanmadıkça
kocanın rücu hakkı vardır." görüşüne katılmayanları mazur görmek
istiyoruz. Çünkü bu kimseler, "kar'"dan maksat "tuhr" dur
diyenlerin görüşüne katılmaktadır, ancak iddetin bitmesinin yıkanmasına bağlı
olduğu konusunda ise, muarız buldukları bir delilden ötürü, muhalefet
etmektedirler. Nitekim aynı şeyi diğer fukaha da yapmaktadırlar. Eğer çıksak
da, sizin de bizzat bu türden olan tasarruflarınızı saymaya kalkışsak, (pek çok
örnek ortaya koymamız mümkün olacaktır). Eğer onların muarız buldukları delil
sahih ise, o takdirde bir tutarsızlıktan söz edilemez. Yok sahih değilse, bu
takdirde de onların iki meseleden birisinde görüşlerinin zayıf bulunması, diğer
meselede onlara muvafakat etmelerine bir engel değildir. Çünkü içlerinde Raşid
Halifelerin en mümtazlarının da bulunduğu büyük sahabilere çoğu görüşlerinde
muvafakat etme, onların bütün görüşlerine muhalefet etmiş olmaktan ve asla
itibar edilmeyecek biçimde ilgaya gitmekten daha evladır.
Sonra onlar şöyle
demektedirler: Biz kadının iddetinin yıkanmasına (gusl) mütevakkıf olduğu
konusunda onlara muhalefet etmiş değiliz. Aksine biz, "Kadın yıkanmadıkça
veya üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe iddeti bitmez." diyoruz. Böylece
biz onlara yıkanma şartlarında muvafakat etmiş bulunuyoruz ve ilaveten kadın
üzerinden bir namaz vaktinin geçmesiyle de iddetinin biteceğini, çünkü namazın
boynuna borç olarak yerleşmesi sebebiyle temiz kadınlar hükmünde olduğunu ifade
etmiş oluyoruz. Bu durumda, nasıl Raşid halifelere (r.anhum) sarih bir
muhalefetimiz sözkonusu olabilir?!
6 - "Allah'ın
kitabında yıkanma (gusl) için bir mana bulamıyoruz." şeklindeki sözünüze
ise, şöyle cevap verilebilir: Allah'ın kitabı gusl şartına ne müsbet, ne de
menfi yönde temasta bulunmamıştır. Helalliği ve ayrılığı sadece müddetin
bitimine bağlamıştır.
Selef ve halef uleması,
iddet müddetinin ne ile sona ereceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi
hayızın kesilmesiyle; kimisi yıkanmak ile veya üzerinden bir namaz geçmekle ya
da hayızın en uzun süresinde kesilmesiyle demişlerdir. Bir başkaları, üçüncü
hayzma başlamasıyla iddetin sona ereceğini söylemişlerdir. İddetin bitmesini
yıkanmaya bağlayanların delilleri Raşid halifelerin uygulaması (kazası)
olmaktadır. İmam Ahmed şöyle der: "Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'ud, kadın
üçüncü hayzından yıkanmadıkça iddeti bitmez; derler. Onlar Allah'ın kitabını ve
Peygamber'ine inen şeylerin sınırlarını en iyi bilen kimselerdir."
demişlerdir. Bu görüş Hz. Ebu Bekir Sıddik, Hz. Osman, Ebu Musa, Ubade ve
Ebu'd-Derda'dan da rivayet edilmiştir. İbn Kudame ve daha başkaları bu görüşü
onlardan nakletmişlerdir. Bu noktadan hareketle:"Hz. Sıddik ve onunla
beraber ismi zikredilenlerin görüşüne göre, "kar"' dan maksat
hayızdır." denilmiştir.
Bu görüşün fıkıhtan
önemli bir nasibi bulunmaktadır. Çünkü kadının hayzı kesildiği zaman bir açıdan
temiz kadınlar, diğer açıdan da hayızlı kadınlar hükmünde bulunmaktadır. Bu
durumdaki bir kadının hayızlı kadın durumunda olmasını gerektiren durumlar,
yine aynı kadının temiz kadınlar hükmünde olmasını gerektiren durumlardan daha
fazla bulunmaktadır. Çünkü bu durumdaki bir kadın, orucun sahihliği, namazın
vücubu hususunda temiz kadınlar gibiyken, bazı mezheplere göre Kur'an
okumasının; mescide girmesinin, Kabe'yi tavaf etmesinin ve cinsi münasebetin haramlığı;
yine iki görüşten birisine göre bu süre içerisinde iken talakın haram olması
gibi hususlarda da hayızlı kadınlar hükmünde bulunmaktadır. Raşid halifeler ve
büyük sahabiler, nikah konusunda ihtiyatlı davranmışlar ve sübutundan sonra
hayızdan kadının ancak hiçbir şüphe bırakmayacak bir kayıt ile çıkabileceğini
ifade etmişlerdir ki bu kayıt her açıdan temiz kadınların tabi olduğu
hükümlerin kendisi hakkında sabit olmasıdır. Böylece sübutu kesin olan bir
şeyin, yine benzeri kesinlikte bir şeyle izalesi istenilmiştir. Çünkü bu
haldeki bir kadının o hükümlerde hayız halinde kabul edilmesi, zevciyetin
bekası ve rücu hakkının sübutu hakkında hayızlı sayılmasından evla
bulunmamaktadır. Bu, görüldüğü üzere, yaklaşım bakımından son derece ince ve
latifbir fıkhı konudur.
A'şa'nın beytinde geçen
ve "Karılarının temizlik süreleri içinde onlardan ayrı düşmen dolayısıyla
karşılaştığın sıkıntılara karşılık..." şeklindeki ifadesine gelince, bu
beyit, nihayet "kar"' kelimesinin "tuhr" manasında kullanıldığını
gösterir. Biz de zaten bunu inkar etmiyoruz.
7 - "Tuhr hayızdan
önce gelir, dolayısıyla kar' kelimesiyle isimlendirilmeye daha
layıktır..." şeklindeki sözünüze gelince, bu gerçekten çok enteresan bir
tercihtir. Bir şeyin varlık bakımından önce bulunması sebebiyle, o şeyin
sözkonusu (müşterek) isme layık olması nereden çıkıyor? Sonra "Kar' dan
maksat "tuhr" dur." diyenlerin büyük çoğunluğuna göre, varlığı
açısından önce olduğunu söylediğiniz şeye (tuhr), kendinden önce bir kan
bulunmaması durumunda "kar"' ismi verilmemektedir. Acaba bu durumda,
bütün müşterek lafızlar için, manalarından hangisi varlık açısından daha önce
ise, müşterek olan kelimeyle isimlendirilmeye o diğerinden daha layıktır;
dolayısıyla ayetindeki [Tekvir, 17] kelimesi, "gecenin yönelmesi"
anlamına daha uygundur. Çünkü, varlık bakımından karanlık, aydınlıktan daha
öncedir; denilebilir mi?
Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) "kuru' " kelimesini tuhr vakitleridir
diye tefsir etmiştir...." şeklindeki sözünüze gelince, Allah'a yemin olsun
ki, eğer durum böyle olsaydı, siz "kar"' dan maksadın tuhr olduğu
görüşüne bizden önce kail olamazdınız. Biz derhal o tefsire koşar ve hem ona
itikat eder hem de onunla amel ederdik. Hz. Peygamber'in tefsirinden başka
gidilecek, uyulacak tefsir var mı ki?!
"Süleyma 'Keşke
bizim toprağımızda ikamet etseniz!' diyor.
Bilmez ki, ben (orda)
kalmak için dolanıp duruyorum." Daha önce biz, Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sarih ifadeleri ve onların manalarının,
"kuru"' kelimesini "hayız" şeklinde tefsir ettiğine delalet
etmekte olduğunu açıklamıştık. Bu konuda getirdiğimiz bu açıklamaların yeterli
olduğu kanaatindeyiz.
2. Delillerimize karşı
yapılan itirazların cavaplan:
Şimdi de delillerimize
karşı serdettiğiniz itirazların cevabına geçmek istiyoruz:
1 - Ayette geçen
ifadesiyle yapılan istidlale itirazınız: "Uç kar'" in da eksiksiz ve
tam olmalarını; yani bu durumda içerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmının
da tam bir "kar"' sayılmasını gerektirir. Bu ise mezheb ve görüşün, şeriat
lisanında ve dilde tuhrun geri kalan kısmına "kar' " adı verilir;
şeklinde bir tahakkümü olur. Siz bize karşı kendi mezhebinizi nasıl delil
olarak kullanabilirsiniz?! Kaldı ki, daha önce de geçtiği gibi,
"kar"' dan maksadın tuhr olduğu" görüşünde olanlardan bir kısmı
da bu konuda sizinle tartışma halindedirler. Size düşen kendi mezhebinizi delil
olarak kullanmak değil, aksine şeriat lisanında ve Arap dilinde temizlik (tuhr)
süresinden bir anlık bir zamanın "tam bir kar'" diye isimlendirilebileceğine
dair delil getirmek, bunu ortaya koymak olmalıdır. Nihayet "kar"' dan
maksat tuhrdur." görüşünde olanlardan hepsi değil, sadece bir kısmı
:Hİçerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmı bir "kar"' dır."
demektedirler. Bu söz nasıl doğru olabilir? Bu bir anlık temizlik süresinin,
tuhrun bir parçası olduğunda hiç şüphe yoktur. Eğer ayette "kar"'
denilen şeyden maksat tuhr ise, bu bir anlık temizlik süresinin de onun tümü
değil, bir parçası olması gerekir veyahut da "kar' " kelimesi
temizlik süresinin bütünü ile bir kısmı anlamlarında müşterek olur. Bunun
sakatlığı ve hiç bir kimsenin böyle bir görüşe kail olmadığı da daha önce izah
edilmişti.
2 - "Araplar, iki
bütünle üçüncünün bir kısmı için çoğul ismini kullanmaktadırlar..."
şeklindeki sözünüze cevabımız birkaç açıdan olacaktır:
Birinci cevap: Eğer bu
sizin dediğiniz, olan bir şey ise, o ad verildikleri şeyler hususunda zahir
olan çoğul isimler hakkındadır. Sayılan şeyler hususunda "nass" olan
sayılar ise asla bu şekilde kullanılmazlar. Hiçbir sayı bildiren siga yoktur
ki, mutlaka kendilerinden önce müsemmaları zikredilmiş olmasın. ayetleri ile
hiçbir yerde müsemması olmaksızın kendileri murad olmayan sayıların bulunduğu
benzeri ayetlerde bu durum açıkça görülmektedir. ifadesi çoğul sigası değil
sayı ismidir. Dolayısıyla bu ifadenin Mfadesine benzetilmesi iki açıdan dolayı
doğru değildir:
Birincisi: Sayı
isimleri, müsemmalarma delalet konusunda "nass" dırlar ve ayrı
tahsisi kabul etmezler. Amm isimler ise böyle değildir, çünkü onlar ayrı
(munfasıl) tahsisi kabul ederler. Delaleti "zahir" olan isme
gösterilen genişlikten (tevessü'), müsemmasına delaleti "nass"
kabilinden olan isimlere de aynısının gösterilmesi lazım gelmez. İkincisi:
"Çoğul" siğasi çoğunluğa göre mecaz, bazılarına göre de hakikat olmak
suretiyle sadece iki şey için de kullanılabilir. Dolayısıyla çoğul bir
kelimenin iki bütün ve üçüncünün de bir Icısmı hakkında kullanılması öncelikli
olarak sahih olur. Bu sebeptendir ki miras hakkındaki: Eğer kardeşleri varsa,
annesi için altıda bir pay vardır. ,.."[Nlsa, 11] ayetindeki
"kardeşler" kelimesine çoğunluk ulema "iki kardeş" anlamı
vermişlerdir, Buna mukabil, ayetindeki [Nur, 6] "dört şehadet"
ifadesini hiçbir kimse dörtten aşağıya hamle gitmemiştir.
İkinci cevap: Her ne
kadar "çoğul" sığasının iki ve üçün de bir kısmı hakkında
kullanılması sahih ise de, bu mecaz olmaktadır. Hakikat, lafzın asli konumu
üzere kullanılmasıdır. Bir lafız, hakikat ile mecaz arasında dönerse, hakikat
manasını almak daha öncelildi olacaktır.
Üçüncü cevap: Çoğul
sığasının iki ve üçüncünün bir kısmı üzerine kullanılması sadece gün, ay ve
sene isimlerinde sözkonusu olmuştur. Çünkü tarih, sadece bu zamanlar esnasında
olur; basan noksan olan seneyi tarihe katarlar, bazan ise katmazlar. Günler
için de aynı durum sözkonusudur. Bu kelimelerin kullanılışında diğer
isimlerdekinin aksine esnek davranmışlardır. Dolayısıyla "gece"
kelimesini kullanmışlar, yerine göre birlikte gündüzleri de kasdetmişler, bazan
da kasdetmemişlerdir. Bunun aksi de aynı şekildedir.
Dördüncü cevap: Bu esnek
kullanılış, "cem-i kıllet" yani üçten dokuza kadar bir sayı bildiren
çoğul sigası şeklinde gelmiştir ki, ayetinde ki [Bakara, 197]
"eşhur=aylar" kelimesidir. kelimesi ise "cem-i kesret" tir;
çokluk bildirir. Bu itibarla bu ifade yerine cem-i kıllet sigasıyla ifadesi
kullanılabilirdi, zira kelamda yaygın olan kullanılış da bu şekildedir. Hatta
çoğu nahivcilere göre böyle denmesi gerekirdi. Dolayısıyla cem-i kıllet
sığasının kullanılması gereken bir yerde cem-i kesret sığasını kullanmanın
mutlaka bir amacı , bir faydası olmalıdır. Bu çoğuldaki esnekliği kaldırmış
olmak, böyle bir amaç ve fayda olmaya elverişlidir; başka bir mülahaza da
gözükmemektedir. Dolayısıyla bu faydanm dikkate alınması gerekir.
Beşinci cevap: İki ve
üçüncünün bir kısmı için çoğul sığasının kullanılması ancak gün, ay, sene gibi
parçalanmayı (tecezzi) kabul eden isimlerde sözkonusudur. Parçalanma kabul
etmeyen isimlerde ise böyle bir kullanılış şekli caiz değildir. Hayız ve tuhr
isimleri ise bölünme kabul etmez. Bu yüzdendir ki, cariyenin iddeti, eğer
"zevat-ı kuru" dan ise, ittifakla iki tam "kar' =
hayız"dır. Eğer "kar"' bölünme kabul etseydi, o zaman bir buçuk
kar* olması gerekecekti, çünkü bunu gerektiren bir sebep mevcuttuk Bölünme
gerekçesi olmakla birlikte durum böyle olduğuna göre, tekmilini gerektirici
delilin bulunması durumunda bölünme öncelikli olarak caiz olmaz. Konunun
inceliği surda yatmaktadır: Şeriatta "kar"' m bir parçası için
dikkate alman bir hüküm bulunmamaktadır.
Altıncı cevap: Yüce
Allah henüz küçük olan kızlar ile ay halinden kesilen (ayise) kadınlar hakkında
"Onların iddetleri üç aydır." buyurmuştur. Sonra bu konuda bütün
ümmet "tam üç ay" olduğu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Bu
"üç ay", "üç hayzın" yerini almaktadır, ondan bir bedeldir.
Bedelin hükmü böyle olunca, asim hükmünün de aynı şekilde olması evleviyet
arzeder.
3 - "Lügat alimleri
bu kelimenin iki müsemması (ad verilen şey) vardır ve bunlar "hayız"
ile "tuhr" dur; şeklinde tasrihte bulunmaktadırlar." şeklindeki
sözünüze gelince, evet doğrudur ve bu konuda biz sizinle tartışmaya girmiyoruz.
Ancak bu kelimenin, daha önce zikretmiş bulunduğumuz sebeplerden dolayı,
"hayız" anlamına hamledilmesi daha uygun olmaktadır. Müşterek bir
kelime, eğer beraberinde manalarından birisini tercih ettirecek karinelere
sahip olursa, o mana üzerine hamledilmesi gerekir.
4 - "Kendisinden
önce kan bulunmayan temizlik hali (tuhr) daha sahih olan kavle göre
"kar"' sayılır." şeklindeki sözünüz ise, tamamen mezhep
taassubundan hareketle lafza bu manayı vermekten, böyle bir tercihe gitmekten
başka bir şey değildir. Yoksa hiçbir zaman Arap dilinde, dört yaşındaki bir kız
çocuğunun temizlik halinin "kar' " diye isimlendirildiği, bu çocuğun
"zevat-ı akra' " tabiri altına girdiği asla duyulmamıştır. Bu
kelimenin ne dil, ne örf, ne de din açısından böyle bir manası bulunmaktadır.
Bu durumda, kar' ismi verilen şeyin önünde veya sonunda "kan"
bulunması şartı bulunmaktadır. Aksi takdirde bu kelimenin kullanılması doğru
değildir.
5 - "Kanın
bulunması, isimlendirme için şarttır; aynen "ke's", "kalem"...
vb. daha önce zikrettiğiniz kelimelerde olduğu gibi..." şeklindeki
itirazınız ise, yanlış bir benzetmedir. Çünkü sizin zikrettiğiniz kelimelerin
ad olarak verildiği şeyler (müsemmaları) belli şartlara bağlı olan sadece tek
bir hakikattir. "Kar'" kelimesi ise, hayız ve tuhr arasında
müşterektir; bu kelime bunlardan her birisi için hakikat anlamında
kullanılabilmektedir. Hayızm müsemması bir hakikattir ve o lafzın, iki
müsemmasından birisi hakkında kullanılmasında şart değildir. Dolayısıyla bunlar
ayn ayrı şeylerdir ve birbirlerine benzetilemez.
6 - "Şeriat
lisanında bu kelime, "hayız" anlamında kullanılmamıştır..."
şeklindeki sözünüze katılmak mümkün delildir; daha önce Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözlerinde "hayız" anlamında kullanıldığım,
buna karşılık hiçbir yerde asla "tuhr" anlamında kullanılmadığını
beyan etmiştik. Süfyan b. Uyeyne'nin Eyyub - Süleyman b. Yesar - Ümmü Seleme
senediyle Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) özürlü bir kadın
hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazını bırakır." buyurduğunu
rivayet etiği daha önce belirtilmişti.
7 - "İmam Şafii:
Süfyan bunu asla rivayet etmemiştir; demiştir..." şeklindeki sözünüze şu
şekilde cevap veriyoruz: İmam Şafii, Süfyan'ı bu hadisi rivayet
ederken'işitmemiştir ve bizzat kendisinin ondan ya da bir aracı vasıtasıyla
işitmiş olduğu:"Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle gündüzlerin adedine
baksın." şeklindeki rivayetin gereği görüşünü oluşturmuştur. Halbuki, bu
hadisi Süfyan'dan hıfzından, doğruluk ve adaletinden asla şüphe edilemeyecek
kimse işitmiştir. Sünen'de Fatıma bt. Ebi Hubeyş hadisinde şöyle sabit
olmuştur: Bu kadın Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelerek, kan
gördüğünden şikayetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) kendisine: "Bu sadece bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın
geldiğinde namaz kılma. Kar' (hayız) dönemin geçtiğinde temizlen, sonra bu kar'
ile diğer kar' arasında namazını kıl." buyurdu. Bu hadisi sahih bir
isnadla Ebu Davud rivayet etmiştir. Hz. Peygamber {s.a.) burada "kar'
" lafzını dört defa zikretmiştir ve her birisinde de "tuhr"
değil, "hayız" manasında kullanmıştır. Bu hadisten bir önceki hadisin
isnadı da böyledir. Hadis hafızlarından birçok kimse onun sahih olduğunu
belirtmişlerdir.
Süfyan'ın rivayet
ettiği: "Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle gündüzlerin adedine
baksın." hadisine gelince, bununla bizim delil olarak kullandığımız lafız
arasında herhangi bir çelişki (tearuz) yoktur ki, bunlardan birinin diğeri
üzerine tercihi sözkonusu olsun. Aksine bu iki lafızdan biri, diğerinin tefsiri
ve açıklanması mahiyetindedir ve bunun neticesinde "karcın, bu hadiste
sözü edilen gece ve gündüzlerin adı olduğu anlaşılmış olur Çünkü, eğer her iki
hadis de bizzat Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendi lafızları
ise —ki öyle gözüküyor—, bu durumda mesele açıktır. Eğer mana ile rivayet
edilmişse, bu durumda iki lafızdan birisinin manası, şer'an ve dil bakımından
diğerinin manasıyla aynı olmasaydı, o takdirde Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) lafzını, onun yerini tutmayacak başka bir lafızla değiştirmesi,
raviye helal olmayacak bir husustur. Kişinin, hadisin lafzını, kendi mezhebi
doğrultusunda değiştirmesi asla caiz olamaz ve bu değiştirdiği lafız da asla
Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) lafzının eşanlamlısı
(müteradifi) olmaz. Özellikle de ravinin, Eyyub es-Sahtiyani gibi hadiste
imamlığı, doğruluk ve takvası müsellem birisinin böyle bir davranışa
girebileceğini düşünmek mümkün değildir. Kaldı ki, o Nafi'den daha üstün, daha
bilgili bir sıma olmaktadır
Katip olan Osman b. Sa'd
, ibn Ebi Müleyke'den rivayette bulunur: O şöyle anlatır: Teyzem Fatıma bt.
Hubeyş , Hz. Aişe'ye gelir ve :
"Ben Cehennem'e
düşmekten korkuyorum; bir sene, iki sene namazı bırakıyorum!" der. Hz.
Aişe:
"Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelinceye kadar bekle!" der. Sonunda Hz.
Peygamber gelir. Hz. Aişe ona:
"Bu Fatıma'dır ve
şöyle şöyle diyor?" diye sorar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) : "Ona söyle! Her ayda "kar"' (hayız) günlerinde
namazını bıraksın!" buyurur. Hakim: "Bu, sahih bir hadistir. Katip
Osman b. Sa'd, Basralıdır ve sikadır, hadisleri azizdir, hadisleri
toplamlabilir." demiştir. Beyhaki ise: " Bir çok kimse onu tenkit
etmiştir." der. Yine onda: Haccac b. Ertat'ın ibn Ebi Müleyke ve Hz. Aişe
vasıtasıyla bu hadise bir mütabaatı bulunduğu belirtilmiştir.
Müsned'deki rivayette,
Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Fatıma'ya: "Kar' (hayız)
günlerin geldiğinde kendini tut (namaz kılma)!..." buyurmuştur.
Ebu Davud'un Sünen'inde,
Adiy b. Sabit - babası - dedesi senediyle, Hz. Peygamber'in (as) özürlü kadın
(müstahaza) hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazmı bırakır, sonra
yıkanır ve namazını kılar." buyurduğu rivayet edilmiştir.
Yine onun Sünen'inde
şöyle rivayet edilir: Fatıma bt. Hubeyş, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) gelerek, kan gördüğünden şikayetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (s.
a.) kendisine: "Bu sadece bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın
geldiğinde namaz kılma. Kar (hayız) dönemin geçtiğinde temizlen sonra bu kar'
ile diğer kar' arasında namazını kıl." buyurdu. Hadis daha önce geçmişti.
Ebu Davud şöyle der:
Katade, Urve - Zeyneb - Ümmü Seleme senediyle (r.a.) rivayet eder. Buna göre
Ümmü Habibe bt. Cahş (r.a.) özür kanı görür; Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) kendisine "kar' " (hayız) günlerinde namazı terk etmesini
emreder.
Bu hadislerin,
"Bunlar ravinin hadisin lafzını değiştirmesinden olmuştur; hadisi mana ile
rivayet etmişlerdir." şeklindeki tenkidi dikkate alınmaz ve iltifat
edilmez. Şayet, bu hadisler bu tenkidi yöneltenlerin görüşlerini destekleseydi,
o zaman bunları tekrar tekrar zikrederler, ileri sürerler ve onlara karşı
gelenler hakkında kıyametleri koparırlardı.
8 - "Yüce Allah,
iddeti ay ile beklemek için, ay halinden kesilmiş olmayı şart
koşmuştur..." şeklindeki sözünüzü ele alalım. Bunun neresinden
"kar"' kelimesinin "hayız" anlamında olduğu çıkar;
şeklindeki itirazınıza ise cevabımız şöyle olacaktır: Yüce Allah "üç
ayı", "üç kar*" dan bedel olarak kabul etmiş ve;
"Kadınlarınızdan ay halinden kesilenler..." buyurarak, asıl olan
hayzm bulunmaması durumunda, onların iddetlerini aylara çevirmiştir. Burdan da,
ayların kadınların artık ümitlerini kestikleri hayızdan bedel olduğu, tuhr halinden
bedel olmadığı anlaşılmış olur. Bu gayet açıktır.
"Hz. Aişe hadisi,
Müzahir b. Eşlem yüzünden tenkide manız kalmıştır (ma'lul). Ayrıca Hz. Aişe'nin
bizzat kendisi de bu rivayete muhaliftir..." şeklindeki itirazınızı
anlamak kabil değildir. Şöyle ki, biz sadece sizin "Talak (sayısm)da
itibar kadınlaradır, erkeklere değildir." mevzuunda bize karşı delil
olarak kullandığınız bir hadis ile istidlalde bulunmaktayız. Mukayeseli hukuk
(hilaf) alanında telifte bulunan, yahut da köle kocanın talakının iki olduğu
konusuna istidlalde bulunan herkes, bize karşı bu hadisi delil olarak ileri
sürmektedir ve Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) köle kocanın
talakını iki kabul etmiş; talakta kadınlara değil, erkeklere itibar
edileceğini, iddette ise kadınlara ü;ibar olunacağını belirtmiş ve;
"Cariyenin iddeti iki hayızdır." buyurmuştur; demektedir.
Fesübhanallah! Aynı hadis sizin deliliniz olduğu zaman illetten salim oluyor;
fakat başkalan tarafından delil olarak kullanıldığı zaman çeşitli illetlerle
muallel oluyor. Bunu anlamak mümkün değildir! Sizin bu tavrınız şairin şu
sözüne ne kadar da benziyor;
"Sizden başkaları
için acı oluyor da, nasılsa size ulaşınca tatlılaşıyor, o güzelim kokunuzu
alınca?!"
Doğrusu biz, sizin bize
ölçtüğünüz ölçü ile kılı kılına, tam tamına size ölçmüş olduk. Muzahir'in,
hadisleriyle ihticac edilecek biri olmadığında şüphe yoktur. Bununla birlikte
onun hadisini destekleyici, güçlendirici bir unsur olarak kullanmaya da bir
engel yoktur. Nasıl olsa asıl delil başkasıdır.
Hz. Aişe'nin kendi
rivayetine muhalefetine gelince, hani size göre ravinin rivayet ettiği hadise
muhalefet etmesi hadisin reddini gerektirecek bir sebep değildi? İtibar ravinin
görüşüne değil, rivayet ettiği şeye idi? Ravisinin muhalefetine bakılmaksızın
nice hadislerin alınmış olduğunu, nitekim İbn Abbas'm, "cariye zevcenin
satılması durumunda nikahın baki kalacağını" içeren rivayetini
aldıklarını, fakat onun "cariyenin satılmış olması, aynı zamanda onun
talakıdır da" şeklindeki görüşüne itibar etmediklerini... söyleyenler
sizler değil mi idiniz?
"Cariyenin talakı
ikidir, "kar' "ı ise iki hayızdır." şeklindeki İbn Ömer hadisini
Atıyyetu'l-Avfi yüzünden reddetmenize gelince, her ne kadar çoğu hadis imamları
onu zayıf kabul etmişlerse de, insanlar onun hadislerini rivayette bulunmuşlar,
dikkate almışlar, Sünen kitaplarında yer vermişlerdir. Abbas ed-Duri'nin
rivayetine göre Yahya b. Main onun hakkında "salihu'l-hadis"
(hadisleri işe yarar) ifadesini kullanmıştır. Ebu Ahmed b. Adiyy ise: "Ondan
sika olan ravilerden bir grup rivayette bulunmuştur. Zayıf olmasına rağmen
hadisleri yazılır (itibar). " demiştir. Bu durumda , onun hadisleri her ne
kadar yalnız başına delil olarak kullanılamasa da, destekleyici unsur olarak
kullanılabilir.
Hadisi, "İbn
Ömer'in görüşü, "kar"' dan maksat "tuhr"dur;
şeklindedir." diye reddetmeniz ise doğru değildir. Bu durumun hadiste bir
şüphe doğuracağında kuşku yoktur. Ancak bu tavisi tarafından muhalefet edilen
ilk hadis değildir. İtibar ise ravinin rivayetine olup, şahsi görüşüne
değildir. Buna verilecek cevap, yukarıda Hz. Aişe hadisinin, bizzat kendi
görüşüne muhalif olması yüzünden reddi itirazınıza verilen cevapla aynıdır.
Ravilerinin muhalefeti gerekçesiyle, hadislere itirazlarda bulunmak doğru
değildir.
Kocasından hulu yoluyla
ayrılan kadının, bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden hadisi reddinize
gelince, biz de bu görüşte değiliz. Ulemanın bu konu hakkında iki görüşleri
vardır ve her ikisi de imam Ahmed'den rivayet edilmiştir: Birincisi: Hulu yolu
ile ayrılan kadının iddeti üç hayızdır. İmam Şafi, Malik ve Ebu Hanife'nin
görüşleri bu şekildedir. İkincisi:- İddeti bir hayızdır. Bu da mü'minlerin
emiri Hz. Osman, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'ın görüşleri olmaktadır.
Eban b. Osman'ın mezhebi de böyledir. ishak b. Rahuye ve İbnü'l-Münzir de aynı
görüştedirler. Delil konusunda sahih olan da budur; hakkında varid olan
hadislere tearuz teşkil edecek bir husus da bulunmamaktadır. Kıyas da hüküm
olarak bunu gerektirmektedir. Bu konuyu, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) hulu yolu ile ayrılan kadının iddeti hakkındaki hükmü bahsinde
açıklayacağız.
Şöyle demişlerdir: Hulu
yolu ile ayrılan kadının bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden hadise,
bizim bir hayız müddetle iddet beklemesinin cevazı konusunda muhalefet etmemiz,
yine o hadisin "kar"' dan maksadın "hayız" olduğu
şeklindeki delaletine sizin muhalefet etmeniz için bir özür olamaz. Biz her ne
kadar bir hükümde hadise muhalefet etmişsek, diğer hükmünde —ki
"kar'"dan maksadın "hayız" olduğudur— ona muvafakat
etmişizdir. Siz ise her iki hükme de muhalefet etmektesiniz. Kaldı ki,
"kar"dan maksat "hayız"dır diyenler ve hulü yoluyla ayrılan
kadının da bir hayızla iddet bekleyeceği görüşünde olanlar, böyle bir tenkitten
de uzak bulunmaktadırlar. Onların görüşlerini ne ile reddedeceksiniz?
10 - "istibra ile
iddet arasında fark vardır: iddet, kocanın hakkının yerine getirilebilmesi için
vacib olmuştur, dolayısıyla da onun hakkının zamanına hastır..."
şeklindeki sözünüz boş bir sözdür ve tahkikten yoksundur. Çünkü kocanın hakkı
hayız ve tuhr dönemlerinde ondan faydalanma cinsinde (şekillerinde) olmaktadır
ve onun hakkı sadece tuhr zamanına has değildir. Nitekim iddet de hayız dönemi
dahil olmadan sadece tuhr vakitlerine mahsus değildir; aksine her iki vakit de
iddetten sayılmaktadır. Istibranm tekerrür etmeyişi, onun boşanmış kadının
"kar"' ında olduğu gibi, iki tarafında kan bulunan bir temizlik
süresi olmasına mani değildir. Böylece istibra ile iddet arasındaki farkın
büyük olmadığı ortaya çıkmış oldu.
11 - "İki kar',
içerisinde cimada bulunulan tuhra (temizlik süresine) eklendiğinde, onu rahmin
temizliğine alem kılar..." şeklindeki sözünüz, iddetin sadece iki
"kar"' dan ibaret oldduğu neticesine götürür. Çünkü, içerisinde
cimada bulunulan tuhnın, rahmin temizliğine dair asla bir delaleti
bulunmamaktadır. Rahmin temizliğine delalet eden sadece iki "kar' dır.
Böyle bir netice ise, nassın gereğinin hilafına olmaktadır. "Kar"'m,
hayız kabul edilmesi durumunda, bu netice ortaya çıkmamaktadır. Çünkü yalnız
başına hayız, rahmin temizliği için bir alamet olmaktadır. Bu yüzden de,
cariyelerin istibrası konusunda sadece onunla yetinilmiştir.
12- "Kar"' cem
etmek, toplamak demektir, hayız (kanı) tuhr zamanında toplanır..."
şeklindeki sözünüzün cevabı daha önce geçmişti ve bu manayı ifade eden
kelimenin hemzeli değil "ya"lı olduğu belirtilmişti.
kelimesinin sonuna
yuvarlak "ta" harfinin girmesi, onun tekilinin müzekker olduğuna
delalet eder ki, o da "tuhr" dur." sözünüze karşı diyoruz ki,
kelimesinin tekili dır ve bu müzekker bir kelimedir. Dolayısıyla üç sayısındaki
yuvarlak "ta" haift, her ne kadar
isim verildiği şey
(müsemması) müennes olan kelimesi ise de. manaya değil de lafza itibarla
gelmiştir. Nitekim, gelenler kadınlar olmakla birlikte lafea itibarla denmektedir.
Şurada da durum aynıdır.
En iyisini Allah bilir!
3- Cariyenin İddeti:
Hür kadınla cariyenin
iddeti aynıdır diyenler üç iddet ayetini delil göstermişlerdir. Ebu Muhammed b.
Hazm diyor ki: "Evli cariyenin vefat ve boşanmadan ötürü beklemesi gereken
iddet tamı tamına hür kadının iddeti gibidir, aralarında fark yoktur. Çünkü
Allah Teala, kitabında bize iddetleri öğretmiştir. Buyuruyor ki:
1- "Boşanan
kadınlar kendi kendilerine üç kar' süresi beklerler."[Bakara, 228]
2- "Sizden vefat
edenlerin geride bıraktıkları hanımlar kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler.[Bakara, 234]
3- "Kadınlarınız
içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz hayız görmemiş olanların iddeti
hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç aydır. Gebe olanların iddeti
doğum yapmalarıyla tamamlanır."[Talak, 4] Allah Teala, bize cariyelerle
evlenmeyi mubah kıldığına göre, onların iddetlerinin zikredilen iddetler
olduğunu bildirmiş ve bu konuda hür kadınla cariye arasında bir ayınm
yapmamıştır. Rabbin unutkan değildir. Bizim görüşümüzün benzeri seleften de
nakledilmiştir. Muhammed b. Sirin (r.h.): "Benim görüşüme göre cariyenin
iddeti ancak hür kadının iddeti gibidir. Yalnız bu konuda bir sünnetin
bulunması müstesnadır. Sünnet, uyulmaya daha müstahaktır." demiştir. Ahmed
b. Hanbel de Mekhul'ün, cariyenin iddetinin her hususta hür kadının iddeti gibi
olduğu görüşünü benimsediğini kaydetmektedir. Bu görüş Ebu Süleyman'ın ve bütün
arkadaşlarının görüşüdür" ibn Hazm'ın sözü burada bitiyor.
Bu konuda ümmetin
çoğunluğu onlara muhalefet etmiş ve cariyenin iddeti, hür kadının iddetinin
yarısı kadardır demişlerdir. Bu görüş Said b. Müseyyeb, Kasım, Salim, Zeyd b.
Eşlem, Abdullah b. Utbe, Zühri ve Malik gibi Medine fukahasmm; Ata b. Ebu
Rebah, Müslim b. Halid vs. gibi Mekkeli fakihlerin; Katade gibi Basra
fukahasmm; Sevri, Ebu Hanife ve arkadaşları —Allah onlara rahmet eylesin— gibi
Küfe fukahasının ve Ahmed, ishak, Şafii, Ebu Sevr —Allah onlara rahmet eylesin—
ve daha başkaları gibi hadis ehli fakihlerin görüşüdür. Bu konuda onların
selefi, iki raşid halife Hz. Ömer ve Hz. Ali'dir. Allah kendilerinden razı
olsun. Onların bu görüşte oldukları kendilerinden sahih senedle aktarılmıştır.
Abdullah b. Ömer (r.a.) de bu görüştedir. Nitekim Malik, Nafi' yoluyla onun:
"Cariyenin iddeti, iki hayızdır. Hür kadının iddeti ise üç hayızdır."
dediğini rivayet eder. Zeyd b. Sabit de yine bu görüştedir, Zühri, Kabisa b.
Züeyb yoluyla Zeyd b. Sabit'in: "Cariyenin iddeti iki hayızdır. Hür
kadının iddeti ise üç hayızdır." dediğini aktarır. Hammad b. Zeyd'in, Amr
b. Evs es-Sakafi yoluyla rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.): "Cariyenin
iddetini bir buçuk hayız süresi yapabilseydim, elbette yapardım." demiş ve
bunun üzerine bir adam ona: "Ey Müzminlerin Emiri! Onun iddetini bir buçuk
ay yap!" diye öneride bulunmuştur.
Abdürrezzak'm, İbn
Cüreyc - Ebu'z-Zübeyr - Cabir b. Abdullah senediyle rivayetine göre Hz. Ömer
(r.a.) boşanmış cariyenin iddetini iki hayız müddeti saymıştır.
Yine Abdürrezzak'm, ibn
Uyeyne - Muhammed b. Abdurrahman - Süleyman b. Yesar - Abdullah b. Utbe b.
Mes'ud senediyle rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Köle iki
kadınla evlenebilir, iki talakla boşar. Cariye iki hayız süresi iddet bekler;
hayız olmazsa iki ay —yahut bir buçuk ay dedi— iddet bekler."
Yine Abdürrezzak'm,
Ma'mer - Muğire - İbrahim en-Nehai senediyle nakline göre İbn Mes'ud:
"Cariyeye cezanın yarısı uygulanır, ama ona ruhsatın yarısı
verilmez." demiştir.
ibn Vehb diyor ki: İlim
adamlarından bazı kimselerin bana haber verdiklerine göre Nafi', ibn Kusayt,
Yahya b. Said, Rabia ve Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ashabı
ile tabiinden birçok alim: "Cariyenin iddeti iki hayız süresidir."
demişlerdir. Onlar diyorlar ki: Müslümanların tatbikatı da bu şekilde olagelmiştir.
İbn Vehb diyor ki: Hişam
b. Sa'd'ın bana söylediğine göre Hz. Ebu Bekir Sıddik'ın oğlu Muhammed'in oğlu
Kasım —Allah onlardan razı olsun—: "Cariyenin iddeti, iki hayız
süresidir." demiştir.
Kasım diyor ki:
"Her ne kadar bu konu Allah Teala'nın kitabında bulunmuyor ve bu konuda
Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aktarılma bir sünnet
bilmiyorsak da, insanların uygulamaları bu şekilde olmuştur." Bu söz aynen
yukarıda geçti. Yine orada bu konu hakkında Kasım ve Salim'in emirin elçisine
döndüğünde ona: "Bu konu, ne Allah'ın kitabında ve ne de Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnetinde bulunmaktadır. Ama müslümanlar bu
şekilde tatbik etmişlerdir." demesini söyledikleri kaydedilmişti, (Bu
görüş sahipleri) diyorlar ki: Bu konu hakkında Hz. Ömer, İbn Mes'ud, Zeyd b.
Sabit ve Abdullah b. Ömer'in sözlerinden başka bir şey bulunmasaydı bile,
onların bu sözleri yeterli olurdu.
ibn Mes'ud'un (r.a.):
"Cariyeye cezanın yarısını uygularsınız, ama ona ruhsatın yarısını
veremezsiniz." sözü sahabenin kıyas ve manaları muteber saydıklarına,
benzere benzerin hükmünü verdiklerine bir delildir.
Bu şahabı sözü
Zahirilerin, usul ve furu açısından görüşlerine aykın olduğundan İbn Hazm bu
rivayeti kusurlu bulmuş ve: "İbn Mes'ud'dan sahih olarak rivayet
edilmemiştir... Sıradan bir kimsenin bunu söylemesi uzak ihtimaldir. Ya ibn
Mes'ud gibi birinden böyle bir sözün çıkması nasıl mümkün olur?" demiştir.
Onu bu rivayeti kusurlu bulmaya cüret ettiren sebep ibn Mes'ud'dan İbrahim
en-Nehai'nin rivayet etmiş olmasıdır. Bunu Abdürrezzak, Ma'mer - Muğire -
İbrahim senediyle rivayet etmiştir. Ancak aralarıdaki vasıta Alkame vb. gibi
Abdullah'ın Öğrencileridir. Oysa İbrahim demiştir ki: "Abdullah dedi
ki..." dediğim zaman bunu, ondan bana birçok kimse aktarmış demektir.
"Falan onun şöyle söylediğini haber verdi..." dediğim zaman, o
rivayet adını verdiğim kimseden gelmekte demektir. İbrahim bu veya buna yakın
şeyler söylemiştir. Malumdur ki, İbrahim'le Abdullah arasındaki kimseler,
güvenilir imamlardır. Kendisi asla töhmetü yahut cerhedilmiş (muhaddislerce
kusurlu bulunmuş) yahut da meçhul bir kimsenin adını vermiş değildir. Onun,
kendileri aracılığıyla Abdullah'tan ilim tahsil ettiği üstadlan üstün kişilikli
büyük imamlardır. Onlar —denildiği gibi— Kufe'nin kandilleri idiler. Hadiste
zevk sahibi bir kimse İbrahim: "Abdullah dedi ki..." diyerek bir şey
naklettiği zaman bu sözün Abdullah'tan sabit olduğunda tereddüt etmez. Ama
İbrahim'in nesli içinden bir başka kimse: "Abdullah dedi ki. diyerek bir
şey aktarsa onun bu sözüne kesin güvence oluşmaz. İbrahim'in Abdullah'tan
rivayeti, İbnu'l-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den ve Malik'in İbn Ömer'den rivayetleri
gibidir. Zira bu şahıslarla sahabe —Allah onlardan razı olsun— arasındaki aracı
kimselerin isimlerini verdiklerinde o aracıların en büyük, en güvenilir ve en
doğru insanlar olduğu görülmektedir. Asla onlardan başkalarının isimlerini de
vermemektedirler. Bu meselede bırak ibn Mes'ud'u, Allah'ın kitabını ve
Rasulü'nün sünnetini en iyi bilen Hz. Ömer'e, Zeyd'e ve İbn Ömer'e ve aynca
müslümanların tatbikatına muhalefet etmesinden öte herhangi bir sahabinin
görüşüne, bir sahih veya hasen hadise, hatta hali bütün ümmetçe açık bir
şekilde bilinen ve diğer insanların ulaşamayıp bir iki insanın ulaşabileceği
tarzda delalet ve konumu kapalı olmayan bir umumi ifadeye nasıl muhalefet
edebilir? Bunun imkansızlığı, son derece açıktır.
Eğer cariyenin iddetinin
hür kadının iddetinin yarısı, kadar olduğunu ifade eden tabiin söz ve
tatbikatını anlatmaya kalksak söz gerçekten uzar. Hem sonra iddetlerin
anlatıldığı ayetlerin akışını ;:yi düşünsen, bu ayetlerin cariyeleri
içermediğini, yalnızca hür kadınları içerdiğini görürsün. Zira Allah teala
buyuruyor ki:
"Boşanan kadınlar kendi
kendilerine üç kar* süresi beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe
inanmışlarsa onların rahimlerinde Allah'ın yarattığı çocukları gizlemeleri
helal olmaz. Burada kocaları barışmak isterlerse, kanlarını geri almakta daha
çok hak sahibidirler. Kadınlara örfe göre kendilerine verilen şeyin misli
verilir... Karı-koca Allah'ın yasalarını yerine getirememekten korkmadıkça,
kadınlara verdiklerinizden herhangi bir şey almanız helal olmaz. Eğer Allah'ın
}rasalarını yerine getirememekten korkarlarsa, o zaman kadının fidye vermesinde
onların üzerlerine bir günah yoktur."[Bakara, 228-229]
Bu ayet cariyeler
hakkında değil, hür kadınlar hakkındadır. Zira cariyenin fidye vermesi
kendisine değil, efendisine aittir. Sonra Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet kadını boşarsa
kadın başka bir koca ile evlenmedikçe artık önceki kocasına helal olmaz. İkinci
koca kadını boşarsa, o zaman birbirlerine dönmelerinde üzerlerine bir günah
yoktur. "[Bakara, 230]
Görüldüğü gibi Allah
dönmeyi ikisine ait bir husus saymıştır. Cariye hakkında adı geçen dönme —ki bu
akitttr— kendisine ait değil, yalnızca efendisine ait bir haktır. Ama hür kadın
için durum beyle değildir. Zira velisinin izniyle onun buna hakkı vardır. Vefat
iddeti konusundaki şu ayet de böyledir:
"Sizden vefat
edenlerin geride bıraktıkları hanımlar kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler. Bu süreyi tamamladıklarında artık kendileri hakkında örfe uygun
davranışlarında size bir günah yoktur."[Bakara, 234]
Bu, ancak hür kadının
hakkıdır. Cariyenin ise kendisi konusunda asla bir müdahalesi yoktur. Bu durum,
asü iddet konusundadır. Aylar esas alınarak beklenen iddet, bir şube ve bir
bedeldir. Doğum yapma esasına göre beklenen iddette ise, hür kadınla cariye
eşittir. Nitekim Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ashabı ile
tabiin bu görüşü benimsemiş, müslümanlar da buna göre tatbikatta
bulunmuşlardır. Bu fıkhın ta kendisidir ve Allah'ın kitabında yer alan
cariyeye, hür kadının cezasının yarısı tatbik edilir, şeklindeki hükme de
uygundur. Sahabe arasında buna aykırı görüşü olan bir zat bilinmemektedir.
Allah Rasulü'nün ashabının Allah'ı anlayışı, onların yolundan ayrılan
sonrakilerin anlayışından daha yerli yerindedir. Basan Allah'tandır.
Muhammed b. Sirin ve
Mekhul dışında seleften herhangi bir kimsenin iddet konusunda hür kadınla
cariyeyi eşit tuttuğu bilinmemektedir. İbn Sirin bu görüşünü kesin ifade
etmemiş, kendi şahsi kanaati olarak haber vermiş ve böyle söylemeyi de uyulacak
bir sünnetin bulunmamasına bağlamıştır. Mekhul'ün görüşünü (İbn Hazm) herhangi
bir senedle zikretmemiştir. Yalnız bu görüşü, Mekhul'den İmam Ahmed rivayet
etmiştir. Bu ise Zahirilere göre makbul ve sahih değildir. Şu halde yalnızca,
uyulacak bir sünnetin bulunmamasına bağlanmış olan İbn Sirin'in görüşü dışında,
seleften sizin görüşünüzü paylaşan bir kimse kalmamıştır. Kuşkusuz Hz. Ömer'in
sünneti bu konuda uyulacak sünnettir. Bu konuda sahabeden —Allah onlardan razı
olsun— hiç kimse ona muhalefet etmemiştir. En iyi bilen Allah'tır.
Soru: Hz. Ömer'in (r.a.)
ergenlik yaşına girmemiş cariyenin iddeti üç aydır dediği sahih olarak rivayet
edilmişken, sahabenin ve ümmetin çoğunluğunun icma ettiğini nasıl iddia
edebiliyorsunuz? Oysa aynı görüş şu zatlardan da sahih yolla nakledilmiştir:
Ömer b. Abdülaziz, Mücahid, Hasan el-Basri, Rabia, Leys b. Sa'd, Zühri, Bekir
b. Eşec, Malik ve arkadaşlan, rivayetlerden birine göre Ahmed b. Haribri.
Malumdur ki, hayızdan kesilmiş ve henüz hayız görmeyecek kadar küçük olan
hanımlar hakkında aylar, üç kar'dan bedeldir. Bu da gösterir ki onlar hakkında
bunun bedeli üçtür.
Cevap: Bunu söyleyenler,
"Cariyenin iddeti iki hayız müddetidir." diyenlerin bizzat
kendileridir. Hem o şekilde hem de bu şekilde fetva vermişlerdir. Onların ay
hesabına göre iddet bekleme konusunda üç görüşleri vardır; bu üç görüş Şafii'ye
aittir ve Ahmed'den gelen üç ayn rivayettir.
Ahmed'den gelen
rivayetlerin çoğunluğuna göre, cariyenin iddeti iki aydır. Bunu ondan bir grup
arkadaşı rivayet etmiş olup, aynı zamanda Hz. Ömer'den (r.a.) gelen iki
rivayetten de biridir. Bu rivayeti ondan el-Esrem ve daha başkalan
nakletmiştir. Bu görüşün delili şudur: Cariyenin kuru' hesabına göre beklediği
iddet, iki hayız süresidir. O halde her bir hayız yerine bir ay geçirilmiştir.
İkinci görüş: Cariyenin
iddeti bir buçuk aydır. Bunu ondan el-Esrem ve el-Meymuni rivayet etmiştir. Bu
görüş Hz. Ali, İbn Ömer, ibnu'l-Müseyyeb, Ebu Hanife ve görüşlerinden birine
göre Şafii'nin görüşüdür.
Bunun delili: Aylan iki
parçaya ayırmak mümkündür. Kuru'nun aksine aylar ikiye ayrıldığında yarımşar
olurlar. Mesela, ihramlı bir kimseye avlanma cezası olarak yanm müd ceza ödemek
vacib olur da, bunun yerine oruç tutmak isterse, ancak tam bir gün oruç tutması
icabeder.
Üçüncü görüş: Cariyenin
iddeti tamı tamına üç aydır. Bu Hz. Ömer'den (r.a.) gelen iki rivayetten
biridir ve Şafii'nin üçüncü görüşüdür. O, zikrettiğimiz kişiler arasındadır.
Bunlara göre kuru'
hesabı iddet beklemesiyle ay hesabı iddet beklemesi arasında şu fark vardır: Ay
hesabında gözönüne alman, cariyenin rahminde çocuk bulunup bulunmadığını
anlamaktır. Bu ise —kadın gerek hür, gerek cariye olsun— üç aydan daha aşağı
bir sürede anlaşılmaz. Çünkü rahme düşen çocuk kırk gün nutfe olur, sonra kırk
gün alaka olur ve sonra kırk gün de mudğa olur. İşte bu hamileliğin anlaşılması
mümkün hale gelen üçüncü gelişme devridir. Bu da gerek hür, gerek cariye için
aynıdır. Ama kuru' hususunda durum farklıdır. Çünkü bir tek hayız, rahimde
çocuk bulunmadığına açık bir alamettir. Bundan dolayı mülk olan cariye hakkında
bu süreyle yetinildi. Evlendiği zaman hür kadınlara benzer bir durum alır ve
mülk cariyeden daha şerefli olur. İşte bu sebepten iddeti, iki iddet arasına
yerleştirilmiştir.
Üstad (İbn Kudame),
el-Muğni'de diyor ki: Bu görüşü reddeden, sahabenin icma'ına muhalefet etmiş
olur. Zira onlar ihtlıaf etmişler ve ilk iki görüşü ileri sürmüşlerdir. Her ne
zaman onlar iki görüş üzere ihtilaf etseler, bir üçüncü görüş icat etmek caiz
olmaz. Çünkü bu, onların hata etmiş olduklarını ve doğru olan görüşün onların
hepsinin görüşleri dışında bulunduğunu söylemeye götürür. Ben derim ki: Bunda
bir üçüncü görüş icadı yoktur. Aksine bu, ibn Vehb ve daha başkalarının
nakillerine göre, Hz. Ömer'den gelen iki rivayetten b:ridir. Tabiinden yukarıda
adını verdiğimiz kimseler ve daha başka alimler bu görüşte olduklarını
söylemişlerdir.
4- Hayızdan Kesilen ve
Henüz Hayız Görmemiş Kadının İddeti:
Hayızdan kesilmiş ve
daha henüz hayız görmemiş kadınların iddetini Allah Teala kitabında şöylece
açıklamıştır: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz
hayız görmemiş olanların iddeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç
aydır. [Talak, 4]
Alimler hayızdan kesilme
yaşını sınırlamada muazzam bir görüş ayrılığı içine düşmüşlerdir. Kimileri elli
yaşla sınırlandırmış ve "Kadın ellisinden sonra hayız olmaz."
demişlerdir. Bu görüş, İshak'ın görüşüdür ve Ahmed'den (r.a.) gelen bir
rivayettir. Bu görüş sahipleri delil olarak Hz, Aişe'nin (r.a.): "Kadın
elli yaşına ulaşınca, hayız gören kadınlar sınırından çıkar." sözünü ileri
sürmüşlerdir.
Bir grup ise altmış yaşı
ile sınırlandırmış ve: "Kadın altmışından sonra hayız olmaz."
demişlerdir. Bu, Ahmed'den gelen ikinci rivayettir. Ondan gelen bir üçüncü
rivayete göre, Arap kadınları ile başka kadınlar arasında fark vardır: Hayızdan
kesilme sınırı Arap kadınlarında altmış, Arap olmayan kadınlarda ellidir.
Kendisinden gelen dördüncü bir rivayete göre ise, elli-altmış arasında görülen
kan, şüpheli kandır; kadın orucunu tutar, namazını kılar ve farz orucu kaza
eder, el-Hıraki'nin tercihi budur. Yine Ahmed'den gelen beşinci bir rivayete
göre de, kan elli yaşından sonra adet halini alır ve tekrar ederse hayız
kanıdır, etmezse değildir.
Hayızdan kesilmenin
süresi konusunda Şafii'nin {r.a.) açık ve net ifadesi bulunmamaktadır. Ona ait
iki görüş vardır:
1- Kadının yakınlarının
hayızdan kesilme yaşıyla bilinir.
2- Bütün kadınların
hayızdan kesilme yaşı gözönüne alınır.
Birinci görüşe göre,
gözönüne alınacak olan bütün yakınları mı yoksa asabesi olan kadınlar mı, yoksa
hassaten kendi bulunduğu şehirdeki kadınlar mıdır? Bu konuda üç ayrı bakış
açısı vardır. Sonra yakınlar gözönüne alınır dendiğinde, onların adetleri ayn
ayrı olursa, adet süresi en az olana mı, yahut en çok olana mı, yoksa dünyada
adet süresi en az olan kadın'amı itibar olunur? Bu hususta da, üç ayrı bakış
açısı vardır.
İkinci görüş yani bütün
kadınlar gözönünde bulundurulur görüşü ŞafiTye (r.a.) aittir. Sonra Şafii'nin
arkadaşları bunun bir sınırı bulunup bulunmadığı hususunda iki ayn görüş ileri
sürmüşlerdir:
1- Sınırı yoktur:
Şafii'nin ifadesinden anlaşılan budur.
2- Sınırı vardır. Sonra
bu ikinci görüş sahipleri iki ayn görüş ileri sürmüşlerdir:
a- Sınır altmış yaştır.
Bunu Ebu'l-Abbas b. Kas ile Üstad Ebu Hamid söylemiştir
b- Sınır altmış ikidir:
Bunu da el-Mühezzeb'de Üstad Ebu İshak ile eş-Şamil'de İbnu's-Sabbağ
söylemiştir.
İmam Malik'in (r.a.)
arkadaşlan, hayızdan kesilme yaşı için herhangi bir sınır koymamışlardır.
Aralarında Şeyhülislam
İbn Teymiye'nin de bulunduğu daha başkalan ise diyorlar ki: Hayızdan kesilme
yaşı, kadına göre değişir. Bu yaşın, bütün kadınların birleştiği bir sınırı
yoktur. Ayette kastedilen her kadının kendisinin hayız görmekten ümidini
kesmesidir. Çünkü ayette "hayızdan kesilme" anlamına gelen
"ye's" kelimesi, ümitvar olmanın zıttıdır. Kadın hayızdan ümidini
kesmiş ve artık hayız görmeyi ümit etmiyorsa, yaşı kırk veya bu civarda da olsa
ayise (=hayızdan kesilmiş) demektir. Başkası, elli yaşında da olsa hayızdan
kesilmeyebilir.
Zübeyr b. Bekkar
kaydetmiştir ki, bazıları: "Elli yaşında ancak Arap kadın doğurur. Altmış
yaşında ise yalnızca Kureyşli kadın doğurur." demişlerdir. Zübeyr b.
Bekkar diyor ki: Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Rabia'nın kızı Hind, Musa b.
Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebu Talib'i —Allah ondan razı olsun—
altmış yaşında iken doğurmuştur. Hz. Ömer'den sahih senedle rivayet edildiğine
göre boşanan ve bir yahut iki hayız gören, sonra hayız hali ortadan kalkan ve
kalkmasının sebebini bilmeyen bir kadın dokuz ay bekler, hamile olduğu
anlaşılırsa (doğuma kadar) ne ala, aksi takdirde üç ay iddet bekler. Aralarında
Malik, Ahmed ve kadim görüşünde Şafii'nin de bulunduğu çoğunluk, bu konuda Hz.
Ömer'e muvafakat etmiştir. Diyorlar ki: Kadın, hamilelik müddetinin çoğunluğunu
bekler, sonra da hayızdan kesilmiş kadının iddetini bekler ve sonra otuz veya
kırk yaşında bile olsa başkalanyla evlenmesi helal olur. Bundan çıkarılacak
sonuç, Hz. Ömer ile ona uyan selef ve halef ulemasına göre, kadın elli yaşından
önce, kırk yaşından önce hayızdan kesilebilir ve onlara göre kadınların
hayızdan kesilmelerinin sınırlı bir vakti yoktur; aksine böyle birisi otuz
yaşında hayızdan kesilebileceği gibi, başkası elli yaşma ulaşsa da hayızdan
kesilmeyebilir.
Hayız hali ortadan
kalkan, ama bunun sebebini bilmeyen kadını dokuz ay geçtikten sonra hayızdan
kesilmiş saydıklanna göre, ya alındığı takdirde kadının bir daha hayız
göremeyeceği bir ilaç kullanmış olması, ya da ailesi ve akrabası kadınlar
arasında yerleşik bir adet olması yollanndan biriyle hayzınm kesilmesinin
sebebini bilen kadının elli yaşma ulaşmamış bile olsa hayızdan kesilmiş
sayılması daha münasiptir. Ama hayız hali hastalık, süt emzirme yahut hamilelik
gibi bir sebeple ortadan kalkarsa, durum böyle değildir. Zira bu kadın hayızdan
kesilmiş sayılmaz. Çünkü bu gibi haller ortadan kalkar.
Şu halde üç basamak
vardır: Birisi: Kadının bir yıl arayla hayızdan kesilmesi ve bu halin peşi
peşine bir kaç yıl devam etmesi suretiyle kati bilinen bir hayızdan kesilmeden
ötürü hayız halinin ortadan kalkması, sonra bunun ardından erkeğin kadını
boşaması. İşte bu durumdaki kadın ister kırk yaşında, ister daha küçük, isterse
daha büyük olsun, Kur'an'ın ifadesine göre üç ay idet bekler.
Bu kadın üç ay
beklemeye, sahabe ve alimler çoğunluğunun dokuz ay beklemesinden sonra bunun
ardından üç ay daha beklemesine hükmettiği kadından daha layıktır. Zira o kadın
hayız oluyordu ve hayızlı iken boşanmıştı; boşanmayı müteakip hayız hali
ortadan kalktı, ama hangi sebeple kalktığını bilmiyordu. İşte böyle bir kadına
hamileliğin çoğunlukla sona erdiği sürenin bitiminden sonra hayızdan kesilmiş
kadın hükmü verildiğine göre, ya şu durumdaki kadına ne demeli? İşte bu sebeple
Kadı İsmail, Ahkamu'l-Kur'an adlı eserinde diyor ki: Allah Teala hayızdan
kesilme meselesini şüpheyle birlikte zikrederek: "Kadınlarınız içinde
hayızdan kesilenlerin iddetleri hususunda şüphe ederseniz, onların iddetleri üç
aydır. buyurmuştur. Sonra Hz. Ömer'den (r.a.) Kur'an'ın açık ifadesine uygun
bir söz nakledilmiştir. Zira o demiştir ki: "Boşanan herhangi bir kadın
bir-iki hayız görür, sonra hayız hali ortadan kalkar ve ne sebeple hayzınm
kesildiğini bilmezse dokuz ay bekler. Sonra üç ay iddet bekler." Hayız
halini ortadan kaldıran sebebi bilmediğine göre, şüpheli bir durum
sözkonusudur. İşte bu sebepten ötürü Hz. Ömer burada bu hükmü vermiştir. Buna
uymak "Bir kimse, bir yahut iki talakla karısını boşadıktan sonra kadının
hayız hali ortadan kalksa ve kadın genç yaşta olsa, otuz sene iddet bekler, İki
yıl geçtikten sonra bir çocuk dünyaya getirse adamı bağlamaz." diyenin
görüşünden daha bağlayıcı ve daha münasiptir. Bu zat, geçmiş müslümanların
icma'ına muhalefet etmiştir. Zira onlar, kadın iddet içinde bulunduğu sürece
doğan çocuğun, babanın nesebine katılacağı konusunda icma etmişlerdir. Şu halde
herhangi bir kimsenin: "Bir adam İcansını bir yahut iki talakla boşar ve
kadın iddet içinde bulunduğu sürece aralarında birbirine mirasçı olma vs. gibi
karı-kocalık hükümleri yürürlükte bulunur, ama kadın bir çocuk dünyaya
getirirse doğan çocuğun nesebi adama bağlanmaz." demesi nasıl caiz olur?
Oysa boşanma iddetinden anlaşılan o ki, bu iddet çocuğun kendisinden meydana
geldiği zifaf olarak görülmüştür. Öyleyse dünyaya gelen çocuk adamı
bağlamazken, kadın nasıl iddette olabilir?
Ben derim ki: Bu Kadı
İsmail'in Ebu Hanife'ye yönelttiği susturucu itirazıdır. Çünkü Ebu Hanife'ye
göre en kısa hamildik müddeti iki senedir; iddeti sırasında şüphe içinde olan
kadın, hayızdan kesilme yaşma kadar iddette kalır ve böylece iddetini
tamamlamış olur. Kadı İsmail, aynı şekilde sonraki görüşüne göre de Şafii'ye
susturucu itiraz yöneltmektedir. Ancak Şafii'ye göre hamilelik müddeti dert
senedir; kadın bu süreden sonra bir çocuk dünyaya getirecek olursa boşandığı
adamdan iddet beklemekte olduğu halde, çocuğun nesebi adama bağlanmaz.
Kadı İsmail diyor ki:
Ümit kesmenin oranı birbirinden farklı olur. Ümitsizliğe düşmek, ümit etmek ve
zannetmek kavramları da böyledir. Böyle olanlarda söz genişler. Bu ifadelerden
biri kullanıldığı vakit meydanda olan mana derecesine indirilir, öylece
anlaşılır. Mesela, insan, kendisine göre çoğunluk ihtimal hastanın iy il
eşmeyeceği yönünde olunca: "Hastamdan ümidimi kestim." ve yine
kendisine göre çoğunluk ihtimal gelmeyeceği yönünde olunca da: "Kayıp
adamımdan ümidimi kestim." der. Oysa kayıp şahıs, yahut hastası ölse de:
"Ben ondan ümidimi kestim." deseydi, insanlara göre söz yerli yerinde
söylenmiş olmazdı. Ancak söylediği sözde kastettiği mananın anlaşılması durumu
müstesna. Mesala: "Hastalığında ölecek korkusuyla endişe içindeydim.
Ölünce ümitsizlik yerini buldu." demiş olması gibi. Söz işte bu ve benzeri
anlamlara yorumlanır. Ancak ümit kesme ifadesi kullanıldığında çoğunlukla ümit
kesmede baskın taraf o şeyin olmayacağı yönünde olur. Ne ümidini kesen, ne de
ümitvar olan kimse o şeyin olacağını yahut olmayacağını kesinlikle bilir. Allah
Teala buyuruyor ki: "Evlenme ümidi kalmayan, ihtiyarlayıp oturmuş
kadınlara, süslerini açığa çıkarmamak şartıyla dış elbiselerini çıkarmalarından
ötürü bir günah yoktur."[Nur, 60] Ümit etme (reca), ümidi kesmenin (ye's)
zıttıdır. İhtiyarlayıp oturmuş kadının bazen evlenmesi mümkündür. Ancak halk
nazarında baskın olan taraf, erkeklerin onlara rağbet etmeyecekleri yönündedir.
Allah Teala buyuruyor ki: "Ümitsizliğe düşmelerinin ardından yağmuru
yağdıran O*dur,"[Şura, 28] Ayette geçen kunut (ümitsizliğe düşme) kelimesi,
ye's gibidir. Yağmurun yağmayacağını kesin olarak bilmiyorlardı;. ancak yağması
uzun süre gecikince kalplerine ümitsizlik düştü. Allah Teala buyuruyor kl:
"Peygamberler ümitsizliğe düşüp yalanlandıklarını sandıkları bir sırada,
onlara yardımımız yetişmiştir."[Yusuf, 110] ümitsizliğe düşenlerin
peygamberler olduğunu zikrettiğine göre bu, tam kanaat getirdikleri bir
kesinlik olmaksızın kalplerine bir ümitsizlik düştüğüne delildir. Çünkü bu
konuda kesin bilgi onlara ancak Allah katından gelir. Nitekim Hz. Nuh kıssasında:
"Nuh'a: 'Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır.
Onların yap agel diki erine üzülme.' diye vahyolundu."[Hud, 36]
buyurmakta; Hz. Yusuf kıssasında ise Allah Teala: "Ondan ümitlerini
kesince, aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler."[Yusuf, 18]
buyurmaktadır. Buradan açık bir şekilde anlaşılan onların ümitlerini
kesmelerinin kesin bir bilgi olmadığıdır.
İbn Ebi Üveys - Malik -
Hişam b. Urve - babası (Urve b. Zübeyr) senediyle bize rivayet olunduğuna göre,
Hz. Ömer (r.a.) verdiği hutbede: "Ey insanlar! Biliniz ki, tamahkar olup
ümit beslemek fakirliktir. Ümit kesmek, zenginliktir. Kişi bir şeyden ümidini
kesince, ondan müstağni kalır." derdi. Görüldüğü üzere Hz. Ömer ümit
kesmeyi (ye's), ümitvar olma ve tamahkarlık etme (tama') karşılığı olarak
kullanmıştır. Ahmed b. Muaddil'in, eski bir şaire ait bir dişi deveyi tasvir
eden şu; şiiri okuduğunu işittim
"Sapsarı...
Abbasoğülları mirasından, Onu, koruluk içinde gizlendiği yataktaki, Bir ceylan
gibi eyledim. Sağıldığı anda 'Bis! Bis!' sesini işitince, Boşaltıverir
memelerindeki sütü. Artık nefsim ümit (tama') ve ye's arasında..."
Burada şair tama'
kelimesini ye's mukabili kullanmıştır.
Süleyman b. Harb - Cerir
b. Hazim - A'meş - Sellam b. Şurahbil senediyle bize rivayet edildiğine göre,
Habbe b. Halid ile Seva b. Halid, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
gelip: "Bize bir şey öğret." dediler. Sonra Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Başlarınız kımıldadığı sürece, hayırdan
ümit kesmeyin. Çünkü her bir kul, kızıl olarak doğar, üzerinde bedenini örtecek
incecik bir elbise bulunmaz. Sonra Allah onu rızıklandınr ve ona verir."
Ali b. Abdullah'ın bize
İbn Uyeyne'den rivayetine göre Hişam b. Abdulmelik, Ebu Hazim'e: "Ey Ebu
Hazim! Ne malın var?" diye sordu. O da: "En hayırlı mal, Allah'a
güvenim ve insanların ellerindeki varlıklardan ümidimi kesmemdir." dedi.
Kadı İsmail diyor ki: Bu sayılamayacak kadar çoktur. (Kadı İsmail'in sözleri)
bitti.
Üstadımız diyor ki: Bu
konuda kadınların süregelen bir adetleri yoktur. Öyle ki, kimileri ergenlik
yaşma girse de aybaşı, görmez; kimileri çok kısa aybaşı görür ve hayız halleri
arasındaki zaman uzar ve hatta senede bir defa hayız olur. Bu yüzden alimler
iki hayız arasındaki temizliğin bir sınırı bulunmadığında görüş birliğine
varmışlardır. Kadınların çoğunluğu her ay bir kere hayız olur, hayız halleri
çeyrek ay sürer ve temizlik zamanları ise bir ayın dörtte üçünü kapsar. Kimi
kadınlar nem oranlarının düşüklüğünden dolayı, birkaç ayı hayızdan temiz olarak
geçirir; kimi kadınlara kuruluk çabuk sirayet eder ve böylece hayızı kesilir,
elli yaşından hatta kırk yaşından küçük olsa da hayızdan-nifastan tamamen
kesilebilir; kimi kadınlara da kuruluk çabuk sirayet etmez ve dolayısıyla elli
yaşını da geçse hayız görebilir... Üstad devamla diyor ki: Ne Kur'an'da, ne de
hadislerde hayızdan kesilmenin yaşı sınırlandırılmıştır. Şayet (ayette geçen)
hayızdan kesilenler ifadesiyle elli, altmış yahut daha başka bir yaşta olanlar
kasdedilmiş olsaydı "şu şu yaşa ulaşanlar" denirdi, "hayızdan
kesilenler" denmezdi. Hem yukarıda da geçtiği üzere sahabe —Allah onlardan
razı olsun— bundan Önce hayız hali ortadan kalkan kadını hayızdan kesilmiş
saymışlardır. Hayızdan kesilmelerinin vaktinde de (bu halin) varlığı
ihtilaflıdır, ittifaklı değildir. Hem Allah Teala: "Hayızdan
kesilenler" buyurmuştur. Şayet bunun belli bir vakti olsaydı, gerek kadın,
gerekse başkaları kadınların hayızdan kesilmelerini bilmede eşit konumda
olurlardı. Oysa Allar;; Teala "kadınlar" ifadesini hayızdan
kesilenler olmakla tahsis etmiştir. Nitekim bu ifadeyi "daha henüz hayız
görmemiş olanlar" diyerek de tahsis etmiştir. Şu halde hayız görmüş olan,
hayız görmekten ümidini kesebilir. Bu ise şüphe içinde olmaktan farklı bir
durumdur. Zira Allah Teala: "siz (erkekler) şüphe ederseniz"
buyurmuş, "onlar (kadınlar) şüphe ederlerse" buyurmamıştır. Yani siz
onların günleri konusunda şüphe eder kuşkuya düşerseniz, işte hükmü budur,
tefsirciler cemaatinin söyledikleri değildir. Nitekim İbn Ebi Hatim'in
tefsirinde Cerir ve Musa b. A'yen (hadisin metni bu şahsa aittir) - Mutarrif b.
Tarif - Amr b. Salim senediyle rivayetine göre Übey b. Ka'b anlatıyor: "Ey
Allah'ın Rasulü! Medinede bir takım insanlar, küçük, yaşlı ve hamile kadınların
iddetleri konusunda Allah'ın Kur'an'da zikretmediği şeyleri söylüyorlar."
dedim. Bunun üzerine Allah Teala bu suredeki şu ayetleri indirdi:
"Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz hayız görmemiş
olanların icldeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç aydır. Gebe
olanların iddeti doğum yapmalarıyla tamamlanır. "[Talak, 4] Hamile bir
kadınının iddeti doğum yapıncaya kadardır. Doğum yapınca iddeti sona erer.
Cerir'in rivayet ettiği metne göre Übey b. Ka'b şöyle anlatıyor: "Ey
.Allah'ın Rasulü! Medine halkından bazı kimseler kadınların iddetleri hakkında
gelen Bakara süresindeki ayet inince: 'Kadınların iddetleri konusunda Kur'an'da
bazı hususlar zikredilmedi. Küçük kadınların, hayızdan kesilen yaşlı kadınların
ve hamile olanların iddetleri açıklanmadı.' dediler."dedim. Bunun üzerine
hayızdan kalan kadınlar hakkında: "Kadınlarınız içinde hayızdan
kesilenlerin iddetleri konusunda şüphe ederseniz..."[Talak, 4] ayeti indi.
Sonra İbn Ebi Hatim: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler..."
ayetini Said b. Cübeyr'in:"Yani hayızdan kesilme yaşma girmiş olup hayız
görmeyen yaşlı yahut hayızdan kalmış ve arük hiç hayız görmeyen
kadınlar..." diye tefsir ettiğini; ayetteki "şüphe ederseniz"
kısmını ise "Kuşkuya düşerseniz, onların iddetleri üç aydır." diye
yorumladığını rivayet eder. Mücahid'in de "şüphe ederseniz" kısmını
"Hayızdan kalmış olan, yahut henüz hayız görmemiş bulunan kadının iddetini
bilmiyorsanız, onların iddetleri üç aydır." diye tefsir ettiğini
nakletmiştir. Şu halde Allah Teala'nın "şüphe ederseniz" sözünden maksadı
şudur: Onların hükümlerini soruyor, hükümlerini bilmiyor ve bu konuda kuşku
duyuyorsanız, size bunu açıkladık. İşte bu kalbinde şüphe ve tereddüt kalksın
diye kulun açıklanmasını talep ettiği, Allah'ın ona olan nimetini beyandır. Ama
ilim talebinden yüz çeviren kimse için bu sözkonusu değildir. Hem kadınlar
hayızm başlangıç yaşında da birbirlerine eşit değillerdir. Kimisi on, kimisi on
iki, kimisi on beş , kimisi de daha ileri yaşta hayız görmeye başlar. Aynı
şekilde hayızdan kesilme yaşı olan "hayız yaşının sonu" hususunda da
birbirlerine eşit değilerdir. Hadiseler buna şahittir. Hem ayrıca alimler
ergenlik yassına girdiği halde hayız görmeyen kadının, üç ay mı, yoksa hayız
hali ortadan kalkan ama sebebini bilmeyen kadın gibi bir sene mi iddet
bekleyeceği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir, Bu konuda İmam Ahmed'in iki
rivayeti vardır. Ben derim ki: Alimlerin çoğunluğu üç ay iddet bekleyeceğini
söylemişler ve üç ay iddet beklemeyi icabettiren küçüklük için bir sınır
koymamışlardır. Aynı şekilde üç ay iddet beklemeyi gerektiren yaşlılık için de
bir sınırın olmaması gerekir. Bu açıktır. Allah'a hamdolsun.
5- Vefat İddeti:
Vefat iddeti, Kocanın
ölümüyle vacip olur. İster, zifafa girmiş bulunsunlar, isterlerse girmemiş
olsunlar farketmez. Bunda ittifak vardır. Nitekim Kur'an ve sünnetin umumi
ifadeleri bunu göstermektedir. Alimler gerek karı-kocanın zifaftan önce
birbirlerine mirasçı olacakları konusunda, gerekse nikah akdi sırasında
belirlenmiş olduğu takdirde mehirin yerini bulacağı konusunda ittifak
etmişlerdir. Çünkü ölüm akdin sona ermesi olduğundan ötürü onunla hükümler
oturur ve dolayısıyla hem karı-koca birbirlerine mirasçı olur, hem mehir yerini
bulur ve hem de iddet vacip olur.
Alimler iki meselede
ihtilaf etmişlerdir: Birinci mesele: Mehir, nikah akdi sırasında belirlenmemiş
olduğu zaman mehr-i misil vacip olur mu? Ahmed, Ebu Hanife ve iki görüşünden
birine göre Şafii vacip olacağı görüşündedir. Ama Malik ve diğer görüşüne göre
Şafii vacip olmaz demişlerdir. Yukarıda kaydedilen Berva' bt. Vasık'ın rivayet
ettiği manası açık, senedi sahih hadiste de geçtiği üzere Allah Rasulü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) vacip olacağına hükmetmiştir. Bu şekilde hadis
gelmemiş olsaydı bile bu hüküm, kıyasın ta kendisi olurdu. Çünkü ölüm, nikah
sırasında belirlenen mehrin yerine ulaştırılması ve iddetin vacip olması
konularında zifaf yerine geçirilmiştir.
İkinci mesele: Üvey
kızın haramlığı, annesiyle zifafa girme halinde gerçekleştiği gibi, annesinin
ölümüyle de gerçekleşir mi? Bu konuda sahabeye ait iki görüş vardır, her ikisi
de Ahmed'den rivayet edilmiştir.
Sözün özü: Bu konudaki
iddet rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak maksadıyla beklenilen bir
iddet değildir. Zira boşama iddetinin aksine bu iddet, zifaftan önce de
vacipolur.
Alimler vefat iddeti ve
daha başka iddetlerin hikmeti konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri
rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak içindir demiş ve bu görüşe pek çok
itirazlar ileri sürülmüştür. Bazıları: 1- Vefat halinde beklenilen iddet
zifaftan önce de vaciptir. 2- Üç kar* müddetidir. Oysa istibra eden cariyede
olduğu gibi, rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak için bir hayız
yeterlidir. 3- Yaş küçüklüğünden yahut yaşlılıktan ötürü rahminde çocuk
bulunmadığı kesinlikle bilinenler hakkında da üç ay iddet beklemek ve ciptir.
Kimi alimler ise:
"Bu taabbudi bir meseledir; manası akılla anlaşılmaz." demişlerdir.
Bu da iki yönden tutarsızdır:
1- insanların pek çoğu
veya çoğunluğu anlamasa bile, şeriatteki her bir hükmün mutlaka bir hikmeti
vardır.
2- İddetler, halis
ibadetler cümlesinden değildir; aksine bunlarda karı-koca'nın, çocuğun ve
(kadınla) evlenecek kimsenin hakkının gözetilmesi faydalan yatmaktadır.
Üstadımız İbn Teymiye
der ki: Şöyle söylemek doğrudur: Vefat iddeti nikahın sona ermesine bir saygı
ve kocanın hakkını gözetme anlamı taşımaktadır. Bundan dolayı kocası ölen
kadın, vefat iddeti sırasında kocanın hakkına riayet için yas tutar.
Dolayısıyla iddet büyük bir öneme ve konuma sahip olan nikah akdinin hakkını
koruyan bir alan kılınmıştır. Böylece birinci şahsın nikahı ile ikinci şahsın
nikahı arasına bir fasıla girmiş olur ve aynı kadınla nikahlanan kimseler hemen
birbirini takip etmiş olmaz. Bakın, Allah Rasülü'nün (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) haklu* büyük olduğundan kendisinden sonra, başka kimselerin onun
hanimlarıyla evlenmeleri haram sayılmıştır. Bu Hz. Rasul'ün
hususiyetlerindendir. Çünkü O'nun dünyadaki hanımları ahirette de O'nun
hanımları olacaktır. Ama başkaları için bu sözkonusu değildir. Zira kadının
kocasından başkasıyla evlenmesi kendisine haram olsaydı, kocası ölen kadın
zarar görürdü, ikinci koca, kadın için birincisinden daha hayırlı da olabilir.
Ancak kadın birinci kocasının çocuklarının bakımıyla uğraşıp evlenmezse, bundan
dolayı kendisi övgüye layık ve bu davranışı müstahap olur. Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir hadiste, orta ve işaret parmakların
göstererek şöyle buyurdu: "Asalet ve güzellik sahibi, kocasız kalmış ve
kendisini çocuklar ayrılıncaya yahut ölünceye kadar yetimlerine vakfetmiş,
yanakları çukurlaşmış kadınla ben şu ikisi gibi olacağız." Haramlığım
icabettiren bir durum olduğu vakit artık kadının bekleyeceği müddetten daha azı
geçerli olmaz. Oysa cahiliye döneminde bir sene bekleme süresi vardı; Allah
Teala bunu dört ay on güne indirerek hafifletti. Said b. Müseyyeb'e: "On
gün de ne oluyor?" diye sorulunca: "O süre içinde ruh üflenir."
cevabını verdi. İşte bu müddetin geçmesiyle ihtiyaç duyulması halinde rahimde
çocuk bulunup bulunmadığı anlaşılır ve buna ihtiyaç olmadığında ds., kocanın
hakkı yerine getirilmiş olur.
6- Boşanma iddeti:
İşte problem olan budur
Çünkü bu iddete, bunu illet göstermek mümkün değildir. Zira ancak cinsi
ilişkiden sonra vacip olur. Hem boşanma nikah bağını koparmış olup, bu yüzden
böyle bir durumda nikah akdi sırasında konulan mehrin yarısı verilir ve mehr-I
misil düşer.
O halde denilir ki:
Doğruya ulaştıran Allah'tır: Boşanma iddeti, kocanın bu süre içerisinde
boşamadan dönebilme imkanı kalsın diye vacip kılınmıştır. Bu iddette, hem
kocanın, hem Allah'ın, hem çocuğun ve hem de kadınla evlenecek ikinci şahsın
hakkı vardır. Kocanın hakkı, iddet içerisinde boşamadan vazgeçebilme imkanına
sahip olabilmesidir. Allah'ın hakkı, kadına evinden ayrılmamasının vacip
oluşudur. Nitekim Allah Teala, bunu açıkça bildirmişdir. Ahmed'in açık ifadesi
ve Ebu Hanife'nin mezhebi de bu yoldadır. Çocuğun hakkı, nesebinin zayi olup
cinsi ilişkide bulunan iki erkekten hangisine ait olduğumun bilinmemesi gibi
bir durumun ortaya çıkmamasıdır. Kadının hakkı, hem mirasçı olabilen ve hem de
kendisine mirasçı olunabilen bir zevce olmasından ötürü, lddet süresince
kendisine nafaka ödenmesidir. İddetin kocanın hakkı olduğunu şu ayet
göstermektedir: "Ey inananlar! Mü'min kadınları nikahlayıp da sonra
kendilerine dokunmadan onları bcşadığınızda sizin onların üzerlerine
sayacağınız iddet yoktur. "[Ahzab, 49] "Sizin onların üzerine
sayacağnız bir iddet yoktur." cümlesi iddetin, kadının üzerinde, kocanın
bir hakkı olduğuna deliidir. Ayrıca Allah Teala, buyuruyor ki: "Bu arada
kocaları, geri almaya daha çok hak sahibidirler."[Bakara, 228] Görüldüğü
gibi Allah, kocayı, iddet içerisinde boşadığı karısını geri almaya daha çok hak
sahibi saymıştır. Bu, onun hakkıdır. iddet üç kar' yahut üç ay olduğu zaman
kocanın durumunu gözden geçirip karısını tutmy ya da salıverme konusunda
düşünebilmesi için bekleme süresi uzamış olur. Nitekim Allah Teala, karısına
yaklaşmamaya yemin eden kimsenin durumunu gözden geçirmesi, karısını tutma ve
ona geri dönme ya da boşama konusunda düşünebilmesi için ona dört aylık bekleme
imresi tanımıştır. Karısını boşayan adamın seçimli kılmışı, tıpkı karısına
yaklaşmamaya yemin eden adamın muhayyerliği gibi sayılmıştır. Ancak karısına
yaklaşmamaya yemin eden kimse için dört aylık süre tanınmıştır. Nitekim
durumlarını gözden geçirmeleri için (müşriklere de Tevbe suresi, 8/2'de)
yeryüzünde gezip dolaşmalan için dört aylık bir süre tanınmıştır.
Bunu ortaya koyan
delillerden biri de, Allah Teala'nın şu ayetidir: "Kadınları boşadıgınızda
sürelerine ulaştılar mı, aralarında meşru tarzda anlaştıkları takdirde artık
kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel olmayın."'[Bakara, 232]
Süreye ulaşmak, ona erişmek, varmak demektir. Bu ayette süreye ulaşma, süreyi
aşma anlamındadır. "Sürelerine ulaştıklarında onları meşru surette
tutun."[Bakara, 231] ayetinde ise bu, süreye yaklaşma, yakın olma
anlamındadır. Sonra bu ayet hakkında iki görüş vardır: 1- Bu bir zaman
sinindir. Bu sınır da üçüncü hayıza adım atmak yahut üçüncü hayız ya da
dördüncü hayız kanının kesilmesidir. Buna göre bu süreye ulaşma işi, kadının
gücü dahilinde olan bir şey değil demektir. 2- Denilmiştir ki; Aksine bu
kadının fiili olup, sahabenin çoğunluğunun söylediği üzere yıkanıp gusletmedir.
Gusletmek suretiyle kocanın, karısıyla cinsi ilişkiye girmesi helal olduğu
gibi, kadının da kocasının kendisinden istifadesine imkan tanıması helal olur.
Onlara göre gusletmek, gerek akit anlamındaki nikahta ve gerekse cinsi ilişki
anlamındaki nikahta şarttır.
Bu konuda alimlerin dört
ayn görüşü vardır:
1- Zahirilerden bir takım
kimselerin söyledikleri üzere gusletme, ne onda ne bunda bir şartır.
2- Her ikisinde de
şarttır. Nitekim Ahmed ve yukarıda kaydedildiği üzere sahabenin çoğunluğu bu
görüştedir.
3- Cinsi ilişki
anlamındaki nikahta şart, akit anlamındaki nikahta şart değildir. Malik ve
Şafii bu görüştedirler.
4- Her iki halde de
gusletme yahut onun yerine geçen bir namaz vaktinin geçmiş olması ve hayızın,
süresinin çoğunluğu geçtikten sonra kesilmesi suretiyle temizliğe hükmetme
şarttır. Nitekim Ebu Hanife böyle söylemektedir. Ona göre, kadın gusletmeden
önce adam boşamadan vazgeçerse, kadının gusletmesi kocanın kendisiyle cinsi
ilişkiye girebilmesi içindir. Aksi takdirde bu gusül kadının başkasına helal
olabilmesi içindir. Gusletmek suretiyle hayızın tamama ve sona ermesi
gerçekleşmiş olur. Nitekim Allah Teala: "Temizlendikleri vakte kadar
onlara yaklaşmayın, iyice temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yerden
onlarla cinsi ilişkiye girin.[Bakara, 222] buyurmaktadır. Allah Teala, kadına
üç kar' beklemesini emretmiştir. Bu üç kar' geçince kadın süresine ulaşmış
olur. Allah Teala, kadın iki kar'ı müteakip kocasından bain olur, buyurmamıştır
ki, süreye ulaşıldığında kocayı, kadını tutma yahut salıverme arasında seçimli
kılsın. Sahabenin —Allah onlardan razı olsun— anladığı üzere, Kur'an'ın
zahirine göre üç kar'ın bitiminde koca karısını meşru şelülde tutma ya da
iyilikle salıverme arasında seçimli olur. Buna göre Kur'an'da geçen
"süreye ulaşma" ifadesi bir tektir, iki kısım değildir. Hatta bu,
müddetin geçirilmesi ve tamamlanması suretiyle gerçekleşir. Bu husus tıpkı şu
ayetlerde olduğu gibidir: Allah Teala, cehennem halkının: "Bize tayin
ettiğin sürenin sonuna ulaştık."'[En'am, 128] diyeceklerini haber
vermektedir.
"Sürelerine
ulaştıklarında kendileri hakkında meşru surette davrandıkları zaman size bir
günah yoktur."[Bakara, 234]
"Süreye ulaşmak,
ona yaklaşmakdır." diyenler, şu şekilde yorumlamışlardır: "Kadın,
evlenme teklifi yapanlara helal olduktan sonra koca, ona geri dönmeye daha
müstehak olarak kalmaz. Ancak kadın başkasına helal olmadığı sürece koca,
boşadığı karısına dönmeye daha müstehak olur. Başkasının o kadınla evlenmesi
helal olduğu vakit, artık eski koca dünürcülerden biri durumunda olur."
Bu yorumun kaynağı,
süreye ulaşmakla kadının başkasına helal olacağı zannıdır. Oysa Kur'an buna
delalet etmez. Aksine Kur*an, kadına üç ay beklemeyi görev saymış ve süresine
ulaşınca onun ya meşru suretle nikah altında tutulacağını, ya da iyilikle
salıverileceğini ifade etmiştir. Allah Teala, bu nikah altında tutma yahut
salıvermeyi boşamanın ardından zikrederek: "Boşama iki defadır. Ya meşru
surette tutma, ya da iyilikle salıvermedir. "[Bakara, 229] buyurmuş ve
sonra :"Kadınları boşadığınızda, sürelerine ulaştıkları vakit kocaları ile
evlenmelerine engel olmayın." diye emretmiştir. İşte burada ifade edilen,
kadının, kendisini boşayan ve kendisiyle evlenmeye daha müstehak olan birinci
kocasıyla evlenmesidir. Kadınları engellemeyi yasaklama ise, kocanın hakkını
pekiştirmektedir. Kur'an'da, süreye ulaşınca kadının dünürcülere helal
olacağını ifade eden bir şey yoktur. Onda sadece böyle bir durumda kocanın ya
meşru surette tutacağı ya da iyilikle salıvereceği belirtilmektedir. Şayet
iyilikle salıverirse işte o zaman kadın, dünürcülere helal olur. Buna göre
Kur'an'ın delaleti açıktır. Kadın süresine ulaşınca ya;ıl hayız kanının
kesilmesiyle üç kar' sona erince koca, ya kadın gusletmeden önce onu nikahı
altında tutar, kadın kendisinin yanında gusleder, ya da onu salıverir, kadın
gusledip dilediği ile nikahlanır. Böylece sahabe —Allah onlardan razı olsun—
anlayışının kıymeti ve onlardan sonra gelenlerin ictihadlarının neticede
onların anladıklarını anlamak, onların söylediklerini bilmek olduğu
anlaşılmaktadır.
Soru: Kadın
gusletmedikçe bütün bu süre içerisinde kocanın ona geri dönme hakkı varsa,
seçimliliği niçin süreye ulaşmak şartına bağladı?
Cevap: Bu süre
içerisinde kadının, kocanın hakkından ötürü beklediği anlaşılsın diye bu şarta
bağlamıştır. Ayette geçen "tarabbus" kelimesi beklemek, gözlemek
anlamındadır. Kadın, kocası kendisini nikahı altında tutacak mı, yoksa
salıverecek mi, bunu gizlemektedir. Bu seçimlilik sürenin başından sonuna kadar
kocanın sabit hakkıdır. Nitekim karısıyla cinsi ilişkiye girmemeye yemin eden
kinişe de, yeminden dönme ve boşamama arasında seçimlidir. Burada Allah Teala,
kocayı süreye ulaşıldığı vakit seçimli kıldığına göre, ondan önce kocanın
seçimli olması daha münasip ve daha elverişlidir. Ancak iyilikle salıverme,
kadın süreye ulaşınca mümkün olur. Bundan önce ise kadın iddet içindedir.
Kadının iyilikle
salıverilmesi iddetin bitiminde ona tesir eder denilmişse de, Kur'an'ın
ifadelerinden anlaşılan mana bunun aksini göstermektedir. Zira Allah Teala,
iyilikle salıvermeyi süreye ulaşıldığı zamana tahsis etmiştir. Bu salıvermenin
ise, sürenin evselinden itibaren sabit olduğu malumdur. Doğrusu şu ki,
salıverme demek süreye ulaşıldığında kadının ailesinin yanına gönderilmesi ve
kocanın ondan elini çekmesi demektir. Çünkü iddet süresince kocanın kadını
tutma hakkı vardır. Kadın süresini tamamlayınca; eğer koca, o:nu nikahı altında
tutarsa yine bir yerde tutabilir; nikahı altında tutmazsa iyilikle salıvermek
zorundadır. Cinsi ilişkiden Önce boşanmış kadın hakkında şu ayet bunu ifade
etmektedir: "...Artık sizin onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerine
bağışta bulunarak onları güzellikle salıverin."'[Ahzab, 49] Görüldüğü gibi
Allah Teala güzellikle salıvermenizi emretmiş, iddete lüzum olmadığını
belirtmiştir. Böylece kadının yolunu açmanın, onu göndermek demek olduğu
anlaşılmış oldu.. Nitekim: "Suyu ve deveyi salıverdi." denir ki,
bunun anlamı bunların geçmesine imkan verdi demektir. İşte bu serbest bırakma
ve salıverme ile kadının boşanması ve yolunun açılması tamamlanmış olur. Bundan
önce ise serbest bırakma tam olmaz. Bundan önce kocanın kadını tutma ve
salıverme hakkı vardır. Boşayan olmasına rağmen Allah Teala, kocayı iddet
süresince kadını geri almaya daha müstehak saymış ve kocanın hakkından dolayı
iddet süresini üç kar' olarak tayin etmiştir. Bunu şu hususlar da teyid eder:
1- Şeriatın koyucusu,
kocasına belli bir miktar para verip boşanan kadının iddetini bir hayız
saymıştır. Nitekim bu husus sünnetle sabit olmuş; Osman b. Affan, İbn Abbas ve
İbn Ömer -Allah onlardan razı olsun- bunu kabullenmiş ve Ebu Cafer en-Nahhas,
en-Nasih ve'l-Mensuh adlı eserinde bu konuda sahabe icma'L bulunduğunu
belirtmiştir. ishak'ın ve kendisinden gelen iki rivayetten delil bakımından en
sahih olanına göre Ahmed b. Hambel'in görüşü de budur. Nitekim bu meselenin
izahı inşallah yakında gelecektir. Kocasına belli miktar para verip boşanan
kadına geri dönme olmadığından, onun iddet beklemesi de gerekmez. Yalnızca bir
hayız süresi istibrada bulunu::. Çünkü kadın, kocasına fidye verip ayrılınca
kendi başına buyruk duruma geçmiştir. Dolayısıyla koca, onu tutmaya daha müstehak
değildir. Bu yüzden de kadının iddet süresini uzatmanın bir anlamı yoktur.
Sadece maksat onun rahminde çocuk bulunup bulunmadığını anlamaktır. Bunda da
yalnızca istibra yeterli olur.
2- Hadiste geldiği üzere
dar-ı harpten hicret eden kadın yanlızca bir hayız süresi istibrada bulunur,
sonra evlenir. Nitekim bu konu aşağıda gelecektir.
3- Allah Teala, kadına
zifaftan sonra üçüncü talak dışında bir bain talak meşru kılmamıştır. Kur'an'da
geçen, üçüncü talak dışındaki her talak ric'idir. Allah Teala üç kar'ı, meşru
kıldığı bu talak hakkında işte bu hikmetten ötürü zikretmiştir. Fidye veren
kadına gelince; onun fidye vermesi talak değildir, aksine üç talaktan hesap
edilmeyen bir hulu'dur ve burada bir hayız süresi istibra meşru kılınmıştır.
İtiraz: Şu iki şekilde bu sizin aleyhinize döner:
1- Boşanma Iddetini
tamamlayan kadınla. Zira üç kar* iddet bekler ve artık kocasının ona dönmesi
imkansız hale gelir.
2- Hür yahut köle bir
kimsenin nikahlısı iken azad edilmesi halinde seçimli kalan kadınla. Zira onun
iddetinin üç kar' olduğu sünnetle sabittir. Nitekim SünerCde Hz. Aişe'den
(r.a.) rivayet edildiğine göre, Berire'ye hür kadın iddeti beklemesi
emredilmiştir. İbn Mace'nin Sünen'indeki rivayete göre ise üç hayız müddeti
'iddet beklemesi emredilmiş ve kocasının ona geri dönme hakkı bulunmadığı ifade
edilmiştir.
Cevap: Kişinin hanımım
kendisine haram kılan boşamada iddet bekleme, kocanın geri dönebilmesine imkan
sağlamak için vacip olmuş değil; aksine nikaha bir hürmet alameti ve boşadığı
kadının kendisine haram olma süresini uzatmakla kocaya bir ceza olarak vacip
sayılmıştır. Zira kadının, sadece bir hayız gecikmekle istibra yapmış olmasıdan
sonra evlenmesi caiz görülseydi bu durumda ikinci bir şahsın onunla evlenmesi
ve gerek hülle maksadıyla, gerekse bir başka maksatla derhal onu boşama imkanı
doğardı. Üçüncü talaktan sonra şeriat koyucu tarafından kadın, boşayan erkeğe
haram kılınmışken kadının o şahsa geri dönmesini kolaylaştırma o şahıs için af
nişanesi olurdu. Kendisi katında helallerin en çirkini olan boşanmadan, Allah
ancak ihtiyaç miktarım yani üç talakı mubah kılmış ve üçüncü talaktan sonra
başka bir erkekle evlenip ondan meşru surette boşanıncaya kadar kadını, önceki
kocasına haram kılmıştır. Kadının üç kar* süresi bekleyinceye kadar
evlenenemesi de, bu hikmetin devamı mahiyetindedir. Bunda kadının bir zaran
yoktur. Çünkü boşanmanın her defasında kadın üç kar' süresi bekleyinceye kadar
evlenemez. Orada bu bekleyiş, haram kılan üç talakı gerçekleştirmediğinden
ötürü kadının menlaatinl gözeterek konulmuşken, burada kadının üç kar'
beklemesi kocaya verilen cezanın devamı mahiyetindedir. Zira koca şu şeyle
cezalandırıldı: 1) Biricik sevgili karısı kendisine haram oldu. 2) Kadının üç
kar' beklemesi emredildi. 3) Başka bir erkek, kadına karşı karısını arzulayan
ve karısı tarafından arzulanan bir koca durumunda olmadıkça kadının eski
kocasına dönmesi caiz görülmedi. Bunların her birinde Allah'ın hoşlanmadığı,
sevmediği bir şeyi yapmaya karşılık olarak elem veren bir ceza vardır. Üçüncü
talaktan sonra kadının ancak iddet bekledikten ve başka bir kocayla evlendikten
sonra eski kocasına helal olduğu, ipin yeni kocanın elinde bulunduğu ve kadının
yeni kocasının balçığını, yeni kocanın da kadının balçığını tatmasının zorunlu
olduğu anlaşıldığına göre maksadın, boşayan erkeğin boşadığı kadından ümidini
kesmesi ve kendi isteğiyle değil, ancak boşanan kadının isteğiyle ona
dönebileceği de anlaşılmış demektir. Malumdur ki, ikinci koca arzu ve istekle bir
nikah yapmışsa, yani Allah'ın kullarına meşru kıldığı, dünya ve ahirette
kullarının menfaatleri için bir sebep, merhamet ve sevginin ortaya çıkmasına
bir araç kıldığı nikahı yapmışsa, birinci kocanın hatırına evlendiği kadını
boşamaz, aksine karısını nikahı altında tutar. Artık kadının, önceki kocasına
dönmesi konusunda hiç kimsenin seçeneği kalmaz. Kan koca durumunda olan eşlerin
birbirlerinden ayrılmalarında olduğu üzere ikinci kocanın ölüm yahut boşama
sebebiyle o kadından ayrılması halinde, tıpkı kendisine başka bir adamın ilk
olarak boşadığı karısıyla nikahlanması mubah olduğu gibi, burada da ilk boşayan
kocanın o kadınla evlenmesi mubah olur. İşte bu Allah Teala'nın bütün
şeriatlara üstün kıldığı bu kemal derecesindeki şeriatta haram kılmadığı bir husustur.
Ancak bizden önceki iki şeriatta durum tamamen farklıdır. Zira Tevrat'ın
şeriatında boşanan kadın başka bir kocayla evlenirse artık ebediyen birincisine
helal olmaz, denmekte; İncil'in şeriatında ise kişi karısını asla boşayamaz
ifadesi yer almaktadır. Bu üstün ve kemal noktasındaki şeriat ise, en mükemmel,
en güzel ve insanlara en yararlı bir şekilde gelmiştir. Bundan dolayıdır ki,
hülle bütün şeriatlara, akla ve fıtrata aykırı olduğundan Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hülle yapana da yaptırana da lanet etmiştir. Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara lanet etmesi, ya Allah
Teala'nın onlara lanet ettiğini haber vermedir, ya da onlara kendisinin lanet
ederek bedduada bulunmasıdır. Bu da hüllenin haramlığına ve büyük günahlardan
olduğuna delildir.
Sözün özü: Bu boşamada
üç kar' beklemenin vacip kılınması, kadının birinci kocaya haram olduğunu
vurgulamama bir devamıdır. Konu hakkında icma bulunmasına binaen el-İcaz adlı
eserin sahibi İbnü'l-Lebban el-Farazi ve daha başkalan üç talakla boşanan
kadına bir hayız süresi istibrada bulunma dışında bir şey gerekmez demişlerdir.
Bu görüşü ondan Ebu'l-Hüseyin b. Kadı Ebu Ya'la aktarmıştır. Ebu'l-Hüseyin
"Mes'ele" başlığı altında diyor ki: Bir kimse zifaftan sonra karısını
üç talakla boşarsa kadın, kuru' hesabına göre iddet bekleyenlerden olması
halinde, üç kar' iddet bekler. İbnu'l-Lebban ise kadının bir hayız görmekle
istibrada bulunmasının yeterli olacağı görüşündedir. Bizim delilimiz Allah
Teala'nın: "Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç kar' süresi
beklerler..." ayetidir... Şeyhülislam yalnız bu sözle yetinmemiş, bunu
caiz görmesini ihtilafın mevcudiyetine bağlıyarak "Şayet bu konuda bir
tartışma varsa, ne üç talakla boşanan kadına, ne de seçimli bırakılan azad
edilmiş kadına istibra dışında bir şey gerekmez görüşü teveccüh edilecek
görüştür." demiştir. Sonra devamla diyor ki: Bu görüşten zorunlu olarak
çıkacak netice hayızdan kesilen kadın üçüncü talaktan sonra herhangi bir iddet
beklemeye ihtiyaç duymaz... Oysa bu görüşte olan herhangi bir kimse bilmiyoruz.
Ebu'l-Hüseyin, ihtilafı
kaydederek "Mes'ele" başlığı altında diyor ki: Bir kimse karısını üç
talakla boşasa ve kadın da küçüklük yahut yaşlılıktan dolayı hayız göremeyen
biri olsa kadının üç ay iddet beklemesi gerekir. İbnu'l-Lebban buna muhalefet
etmiş ve bu durumdakl kadirlin iddet beklemesinin gerekli olmadığını
söylemiştir. Bizim delilimiz Allah Teala'nın "Kadınlarınız içinde hayızdan
kesilenler İle henüz hayız görmemiş olanların iddetleri hususunda şüphe
ederseniz, onların iddetleri üç aydır." ayetidir. Üstadımız (İbn Teymiye)
demiştir ki: Şunun iddeti üç kar'dır şeklinde bir sünnet bulunduktan sonra, o
konuda icma edilmiş olmasa bile o sünnete muhalefet caiz değildir. Ya bir de
sünnet yanında icma varsa durum nice olur? Hz. Peygamber'irı (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) Fatıma bt. Kays'a: "iddet bekle." buyruğunu alimler, onun
üç kar' süresi iddet bekleyeceği şeklinde anlamışlardır. Zira istibraya bazen
"iddet" dendiği de olur. Ben derim ki: Tıpkı Evtas'ta alman esir
kadınlar hakkında söylenen Ebu Said hadisindeki gibi, "Kadınlardan evli
olanlar..." diye başlayan ayetin bu kısmı "esir kadınlar" olarak
tefsir edilmiştir. Sonra "Yani iddetleri bittiğinde onlar size
helaldir." demiş ve istibrayı iddet saymıştır. (Üstad) diyor ki: Hz.
Aişe'nin (r.a.) rivayet ettiği: "Berire'ye üç hayız süresi iddet beklemesi
emredildi." hadisi, münker bir hadistir. Zira Hz. Aişe'ye (r.a.) göre
ayette geçen "kuru"' ifadesi "hayız" anlamındadır.
Ben derim ki: Kocasından
ücret karşılığı ayrılan kadının iddetini bir hayız sayanlara göre, bütün
fesihlerde iddetin bir hayız olması daha da muvafıktır. Çünkü boşamanın öz
kardeşi ve ona en çok benzeyen kadının kocasından ücret karşılığı ayrılması
(hulu') durumunda onlara göre üç kar' iddet beklemek vacip değildir. Bu yüzden
fesih bir kaç bakımdan daha muvafık ve daha münasip görünmektedir.
1- Pek çok fakih süt
akrabalığı ve benzeri sebeplerden ötürü nikahın feshedilmesinden farklı olarak
kadının kocasından ücret karşılığı ayrılmasını talak saymakta ve onunla talakın
sayısının eksileceğini söylemektedir.
2- Ebu Sevr ve onunla
aynı görüşü paylaşanlar diyorlar ki: Koca, aldığı bedeli geri verir ve kadın da
buna razı olursa adam karısına geri dönebilir; böyle bir şey yapmaya hakları
vardır. Ama bu durum fesih için sözkonusu olamaz.
3- Kadının kocasından
ücret karşılığı ayrılması halinde kadının, iddeti içinde yeni bir nikah akdiyle
kocasına dönmesi mümkündür. Ama süt akrabalığı yahut (dörtten fazla evlenme
halinde) sayayı aşma, yahut da mahremiyetten ötürü nikah akdinin feshedilmedi
durumlarında kadının ayrıldığı erkeğe geri dönmesi mümkün değildir. Öyleyse bu
daha münasiptir. Burada kadının bir hayızla istibrada bulurması yeterli olur ve
tıpkı esir kadında, dar-ı harpten hicret eden kadında ve iki görüşün delil bakımından
daha sahih olanına göre ücret karşılığı kocasından ayrılan kadında, zina etmiş
kadında olduğu üzere amaç sırf kadının rahminde çocuk olup olmadığını
öğrenmektir. Sözü edilen iki görüşün ikisi de imam Ahme'den rivayet edilmiştir.
Ric'i talakla boşanmış
kadınla bain talakla boşanmış kadın arasındaki farkı ortaya koyan bir husus da
şudur: Ric'i ;alakla boşanmış kadının iddeti, kocası içindir ve müslümanların
ittifakıyla bu şekilde boşanan kadının nafaka ve mesken hakkı vardır. Ancai
meskeni, zevce meskeni gibi midir? —ki böyle olursa boşayan adamın onu dilediği
yere taşıması caiz olur—, yoksa ona belirli bir ev tayin edilip oradan dışan
çıkmaz ve çıkarılmaz mı? Bu konuda iki görüş vardır. Bu ikinci görüş Ahmed ve
Ebu Hanife'den gelen açık ifadedir. Kur'an da bu görüşe delil teşkil eder.
Birincisi ise, Şafii'nin ve Ahmed'in bazı arkadaşlarının görüşüdür.
Doğrusu, Kur'an'ın
getirdiğidir. Zira ric'i talakla boşanan kadının mesken hakkı, kocası ölen
kadının mesken hakkı cinsindendir. Erkekle kadın bu hakkı düşürmeye razı
olsalar bile caiz olmaz. Nitekim ric'i talakla boşanan kadın hakkında iddet de
böyledir. Bain talakla boşanmış kadın için böyle bir şey söz konusu değildir.
Zira onun ne mesken hakkı vardır ne de meskende oturma borcu. Koca onu evden çıkarabilir,
kadının kendisi de evden çıkabilir. Nitekim, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) Fatma b. Kays'a: "Sana nafaka da, mesken de yok."
buyurmuştur.,
Ric'at (= erkeğin ric'i
talakla boşadığı karısına geri dönebilmesi): 1) Kocanın, karısını bir tek bain
talakla boşamak suretiyle düşürme yetkisine sahip olduğu bir hakkı mıdır? 2)
Yoksa Allah'ın hakkı olup, koca hakkı düşürme yetkisine sahip değil midir,
karısına "Sen bir bain talakla boşsun!" dese de yine bir ric'i talak
mı meydana gelir? 3) Yoksa karı-koca'ya ait bir hak mıdır? Bedelsiz olarak
hulu' (muhalaa = kadının kocasına belli bir miktar mal verip anlaşarak
kendisini boşattırması) yapmaya razı olsalar, ric'at imkanı kalmayan bir bain
talak mı meydana gelir? Bu konuda üç görüş vardır:
Birincisi: Ebu
Hanife'nin mezhebi ve Ahmed'den gelen rivayetlerden birisidir.
İkincisi: Şafii'nin
mezhebi ve Ahmed'den gelen ikinci rivayettir.
Üçüncüsü: Malik'in
mezhebi ve Ahmed'den gelen üçüncü rivayettir.
Doğrusu ric'at, Allah
Taala'nın hakkıdır. Karı kocanın bu hakkı düşürmek üzere ittifak etmeye hakları
yoktur. Kadın razı olsa da koca onu bir bain talakla boşama hakkına sahip
değildir. Nitekim ittifakla karı-kocanm bedelsiz olarak nikah akdini feshetmeyi
kabule hakları yoktur.
Soru: Ahmed ve Malik'in
mezhebindeki iki görüşten birine göre bedelsiz yapılan hulu' nasıl caiz
olabilir. Bu karı-kocanm bedelsiz olarak nikah akdini feshetmek üzere
anlaşmalarından başka bir şey iridir?
Cevap: Ahmed, iki
rivayetten birine göre boşama olduğu zaman bedelsiz hulu' yapmayı caiz
görmektedir. Ama fesih olursa ittifakla caiz değildir. Bunu üstadımız ibn
Teymiye söylemiştir. Allah rahmet eylesin. Üstadımız der ki: Bu caiz olsaydı
karı-kocanm talakın sayısı eksilmeksizin ayrı ayrı defalarca birbirlerinden
ayrılma konusunda görüş birliğine varmaları caiz olurdu. O zaman iş onlara
bırakılmış olur ve böylece ayrılığı üç talak arasına dahil etmek isterlerse
dahil ederler, isterlerse üç talaktan saymazlardı. Bundan da kadın kocasına:
"Beni talaksız fidye karşılığı serbest bırak." dediğinde kocasının
ondan talaksız ayrılması ve kadın kendisinden, isterse talakı ric'i ve isterse
bain saymasını istediği vakit kocanın seçimli olması gerekirdi. Bu ise
imkansızdır. Zira bunun içeriğine göre, üçüncü defadan sonra koca isterse
kadını kendisine haram kılma, isterse haram kılmama seçimliliğine sahip olur.
Oysa bir kimsenin bir şeyi helal kılma ile haram kılma arasında seçimli olması
mümkün değildir. Ancak iki mubah arasında seçimli olur; helallik ve haramlık
sebeplerine başvurabilir. Yoksa doğrudan doğruya ilk baştan helal ve haram
kılma halckı yoktur. Allah Teala ona ancak birer birer boşamayı meşru kılmış;
pişman olduğunda ve kendisini boşamaya sevkeden şeytanın vesvesesi
kaybolduğunda kadının peşine düşerse yeniden onunla evlenme yolu kalsın diye
bir defada (üç talak) vermesini meşru kılmamıştır. Şayet Sari Hazretleri daha
baştan bir bain talakla karısını boşama hakkını ona verseydi, bu sakınca aynen
mevcut olurdu. Oysa kulların faydalarını gözeten şeriat bunu asla kabullenmez.
Zira o zaman iş kadının eline kalır, dilerse kocasına döner, dilerse dönmez.
Allah Teala bir rahmet ve iyilik olsun diye karı-koca'nın faydasını gözeterek
boşama hakkını kadının eline de|;il, kocanın eline vermiştir.
Evet, koca kendi
isteğiyle karısını kendi başına buyruk yapıp onu kendisiyle birlikte kalma ve
ayrılma arasında serbest bırakabilir. Ama işin tamamen kocanın elinden çıkıp
karının eline geçmesine gelince; işte bu mümkün değildir. Erkeğin ric'at
hakkını düşürmeye ve bu hakka başkasını sahip kılmaya hakkı yoktur. Çünkü Sari'
Hazretleri, kulu, sahip olduğu takdirde kendisine yararlı olacak ve zarar
vermeyecek şeye sahip kılar. Bundan dolayı kocaya üç talaktan daha fazla
boşama, üç talakı birden verme, hayız halinde ve içinde cinsi ilişki kurulmuş
olan temizlik halinde boşama, dörtten fazla kadınla evlenme hakkını ve kadına
da boşama hakkını vermemiştir. Oysa Allah Teala, erkeklere, kendileri için
ayakta tutucu kıldığı mallarını sefihlere vermelerini yasaklamıştır. Şu halde
boşama ve boşanmadan dönme (ric'at) konularında mahrem yerlerinin işini nasıl
kadınlara havale edebiliyorlar? Boşama hakkı kadının elinde olmadığı ,|ibi,
boşamadan dönme hakkı da onun elinde değildir. İsterse kocasına döner, isterse
dönmez, boşamadan dönme onun arzu ve isteğine ba|lıdır diye bir şey sözkonusu
olmaz. Koca bain talak hakkına sahip olmadığına göre, daha başlangıçta iken,
haram kılan talak hakkına sahip olmaması daha münasip ve daha yerli yerindedir.
Çünkü haram kılan boşamadaki pişmanlık, bain talakdakinden daha güçlüdür. Hadis
ehli fukahanın dediği gibi, "Koca bain talakla boşama hakkına sahip
de|ildir. Bu şekilde boşasa bile kadın bain olmaz." diyenlerin şöyle
demeleri icabeder: Kocanın başlangıçta haram kılan üç talak hakkına sahip
olmaması daha uygun ve daha münasiptir. Bu kimse karısına dönebilir. Üç talakla
boşasa bile, boşadığı karısına dönme hakkına sahiptir. Karısına: "Sen bir
bain talakla boşsun!" demiş olsa bile, boşamadan dönme hakkını düşürmeye
sahip olmadığına göre, bir erkekle evlenip onunla cinsi ilişkiye girmeden
kadının geri dönmesi imkanı kalmayan bir haramlık oluşturma hakkına nasıl sahip
olabilir?
"Bundan erkek, iki
talaktan sonra da olsa bu hakka sahip değildir şeklinde bir sonuç çıkar."
denecek olursa, cevaben deriz ki: Böyle bir sonuç çıkmaz, zira Allah Teala, ona
belli şekilde boşama hakkı tanımıştır. O da şudur: Önce bir talak boşar ve bu
durumda kadının iddeti tamamlanmadıkça karısına dönmeye daha müstehak olur.
Sonra isterse aynı şekilde ikinci talakı verir ve bir talak hakkı kalır. Allah
bildirmektedir ki, eğer koca o talakı da verirse kadın ona haram olur ve bir
daha da kadın bir başkasıyla evlenip onunla cinsi ilişkiye girip de, o
evlendiği kimse kendisinden ayrılmadıkça önceki kocasına dönemez. İşte Allah'ın
ona tanıdığı hak budur. Ama Allah, ona, daha önce iki talak gerçekleşmeksizin
başlangıçta iken kadını kendisine tam bir şekilde haram kılma hakkını
vermemiştir. Başarı Allah'tandır.
7- Hulu Sonucu Ayrılmada
İddet:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), hulu' yapan (bir bedel karşılığında evlilik
bağından kurtulan) kadının bir hayız müddeti iddet bekleyeceğini ifade eden
hükmünü yukarıda zikrettik. Bu Osman b. Affan, ::;bn Abbas, İshak b. Rahuyeh ve
iki rivayetten birine göre Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Üstadımız da bu görüşü
tercih etmiştir. Şimdi biz bu konudaki hadisleri senedleriyle kaydedeceğiz:
Nesai'nin
es-Sünenü'l-kebİr adlı eserinin "Hulu' Yapan Kadının İddeti" başlığı
altında Ebu Ali Muhammed b. Yahya el-Mervezi - Abdan'ın kardeşi Şazan Abdülaziz
b. Osman - babası Osman - Ali b. Mübarek - Yahya b. Ebu Kesir - Muhammed b.
Abdurrahman - Muavviz b. Afra'nın kızı Rubeyyi' senediyle rivayetine göre Sabit
b. Kays b. Şemmas, karısı Abdullah b. Übey'in kızı Cemile'yi dövüp kolunu
kırdı. Cemile'nin kardeşi şikayet için Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) geldi. Allah Raşulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Sabit'e haber
yollayıp: "Karının senin üzerindeki hakkını (mehrini) al, onu serbest
bırak" dedi. O da: "Evet, kabul ediyorum" dedi. Bunun üzerine
Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadına bir hayız middeti bekleyip
ondan sonra ailesinin yanına dönmesini emretti.
Ubeydullah b. Sa'd b.
İbrahim b. Sa'd - amcası - babası - İbn İshak - Ubade b. Velid b. Ubade b.
Samit - Rubeyyi' bt. Muavviz senediyle gelen rivayete göre Ubade b. Velid
anlatıyor: Rubeyyi'a: "Bana başından geçen o olayı anlat" dedim.
Anlattı: Kocamdan bir bedel karşılığında ayrıldım. Sonra Osman'a geldim. Ne
kadar iddet beklemem gerektiğini sordum. "İddet beklemen gerekmez. Ancak
yakında cinsi ilişkiye girmişsen, bir hayız hali geçirinceye kadar
beklersin." dedi. Osman bu konuda, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın nikahlısı
olup dii ondan bir bedel karşılığında ayrılan Meryem el-Megaliye hakkında Allah
Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vermiş olduğu hükme uymuştur.
İkrime'nin İbn Abbas'tan
(r.a.) rivayetine göre Sabit b. Kays'ın karısı ondan bir bedel karşılığında
ayrıldı. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona bir hayız müddeti iddet
beklemesini söyledi. Bu rivayeti Ebu Davud, Muhammed b. Abdurrahim el-Bezzar -
Ali b. Bahr el-Kattan - Hişam b. Yusuf - Ma'mer - Amr b. Müslim - İkrime
senediyle rivayet etmiştir. Tirmizi de hadisi aynı senedle Muhammed b.
Abdurrahimden rivayet etmiş ve: "Bu hadis hasen-garibtir." demiştir. Bu
hüküm, sünnetin icabı, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yargısı
ve sahabenin görüşlerine uygun olduğu gibi kıyasın daha gereğidir. Zira bu sırf
rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak için yapılan bir istibradır.
Dolayısıyla burada esir cariye, istibrada bulanan cariye, hür kadın, dar-ı
harpten hicret etmiş kadın ve evlenmek isteyen zinakar kadında olduğu gibi,
yukarıda geçtiği üzere ric'i talakla boşanmış kadının iddetini, boşamadan
vazgeçme zamanının uzaması için gerek boşayanm, gerekse kadının faydasına
olarak üç kar' müddeti olarak belirlemesi Şari'in hikmetinin tamamındandır.
Yine yukarıda bu hikmete yapılan itiraz ve bu itiraza verilen cevap
anlatılmıştır.
8- Vefet İddetinin Yeri:
Kocası vefat eden kadın,
kocasının vefat ettiği ve kendisinin de bu esnada orada bulunduğu evde iddet
bekler, şeklinde Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) verdiği hüküm
ve bu hükmün, O'nun verdiği üç talakla boşanmış (=mebtute) kadın dışarı
çıkabilir ve dilediği yerde iddet bekleyebilir hükmüne aykırı olmadığı:
Sünen'de Ka'b b.
Ucra'nın kızı Zeyneb'den rivayet edildiğine göre Ebu Said el-Hudri'nin
kızkardeşi Furay'a bt. Malik Hudraogulları oymağındaki ailesine dönmek için
izin istemek üzere Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldi. Kocası
kaçan köleleri, yakalamak üzere çıkmış, köleler. Kudüm tarafına vardıklarında
peşlerinden yetişmiş ve onlar tarafından öldürülmüştür. Bu hanım anlatıyor:
Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ailemin yanına dönmek için izin
istedim. Çünkü kocam beni sahibi olduğu bir konutta terketmemiş ve bana nafaka
bırakmamıştı. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem)"Evet,
dönebilirsin" dedi. Dışarı çıktım. Odaya yahut mescide vardığımda beni
çağırdı, yahut emredip beni çağırttı. Bana: "Nasıl demiştin?" diye sordu.
Ben de kocam hakkında ona anlattığım olayı aynen tekrarladım. Bunun üzerine:
"Farz olan müddet doluncaya kadar evinde bekle." buyurdu. Orada dört
ay, on gün iddet bekledim. Hz. Osman, halife olunca bana haber gönderip bu
meseleyi sordu. Ben de ona anlattım ve Hz. Osman buna göre hükmetti, bu hükme
tabi oldu.
Tirmizi: "Bu hadis
hasen-sahihtir." diyor. Ebu Ömer İbn Abdirber de: "Bu hadis
meşhurdur; Hicaz ve Irak alimlerince bilinen bir hadistir." diyor. Ebu
Muhammed İbn Hazm ise diyor ki: "Bu hadis, sahih değildir. Zira hadisin
ravisi Zeynep meçhuldür. Onun hadisini Sa'd b. İshak b. Ka'b'dan başkası
rivayet etmemiştir. O ravi ise adaletle meşhur değildir. Malik (r.h.) ve
başkaları onun ismini Sa'd b. İshak, Süfyan ise Said olarak kaydediyor."
Ebu Muhammed'in söyledikleri doğru değildir. Hadis, Hicaz ve Irak'ta meşhur
sahih bir hadistir. Malik, Muvatta'ına almış, onu delil olarak kullanmış ve
mezhebini onun üzerine kurmuştur.
"Ka'b'ın kızı
Zeynep meçhuldür." demesine gelince; evet ona göre meçhuldür. Öyle olduysa
ne olmuş?! Bu Zeynep tabiin kadınlarındandır. Ebu Said'in karışıdır. Ondan Sa'd
b. İshak b. Ka'b rivayette bulunmuştur, Said değil. İbn Hibban, Zeyneb'i Sikat
adlı eserine kaydetmiştir. Ebu Muhammed'i yanıltan, Ali b. el-Medini'nin:
"Ondan, Sa'd b. İshak'tan başkası rivayette bulunmamıştır." sözü
olmuştur. Oysa İmam Ahmed, Müsned'de Yakub - Yakub'un babası - İbn İshak -
Abdullah b. Abdurrahman b. Ma'mer b. Hazm - Süleyman b. Muhemmed b. Ka'b b.
Ücra - halası Ka'b b. Ucra'nın kızı ve Ebu Said el-Hudri'nin nikahlısı Zeynep -
Ebu Said senediyle rivayet eder ki, insanlar Hz.. Ali'yi (r.a.) şikayet
ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kalkıp
insanlara hitap etti. O'nun: "Ey insanlar! Ali'yi şikayet etmeyin.
Vallahi, o Allah'ın zatı konusunda —yahut Allah yolunda— kalbi en pek
olandır." dediğini işittim. İşte bu, tabiinden bir kadın; sahabenin
nikahlısı, kendisinden sika raviler rivayette bulunmuş, hiç kimse onun hakkında
kötüleyici bir tek harf bile söylememiş ve rivayet ettiği hadisi imamlar delil
olarak kullanıp sahih olduğunu belirtmişlerdir.
"Sa'd b. İshak
adaletle meşhur değildir." demesine gelince: İshak b. Mansur'un
söylediğine göre Yahya b. Main onun hakkında "sikadır" demiştir.
Ayrıca Nesai ve Darakutni de onun sika olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hatim
"sahihtir" demiş, İbn Hibban ise Sikat adlı eserinde zikretmiştir.
Ondan pek çok muhaddis rivayette bulunmuştur. Bunlar arasında Hammad b. Zeyd,
Süfyan es-Sevrl, Abdülaziz ed-Deraverdi, İbn Cüreyc, Malik b. Enes, Yahya b.
Said el-Ensari, Zühri —kendisi Sa'd b. İshak'tan daha büyüktür—, Hatim b.
İsmail, Davud b. Kays ve bunlardan başka daha pek çok imam vardır. Onun
hakkında hiçbir yerici ve kötüleyici ifade bilinmemektedir. Böyle bir zatın
hadisi ittifakla delil olarak kullardır.
Sahabe —Allah onlardan
razı olsun— ve daha sonra ki nesiller bu meselenin hükmü konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Abdürrezzak'ın, Ma'mer - Zühri - Urve b. Zübeyr senediyle
rivayetine göre Hz. Aişe (r.a.), kocası ölen kadının iddet müddeti içinde
evinden çıkabileceğine fetva verirdi. Kendisi kızkardeşi Ümmü Gülsüm'ün kocası
Talha b. Ubeydullah öldürüldüğünde kızkardeşiyle bir umre yapmak üzere Mekke'ye
gitmişti.
Abdürrezzak'ın, İbn
Cüreyc - Ata senediyle rivayetine göre İbn Abbas demiştir ki: Allah Teala,
kocası ölen kadın dört ay on gün iddet bekler demiş, evinde iddet bekler
dememiştir. Dolayısıyla kadın istediği yerde iddet bekler. Bu sözü Ata, İbn
Abbas'tan işitmişttr. Zira Ali b. el-Medini, Süfyan b. Uyeyne - ibn Cüreyc
senediye Ata'nın şöyle dedeğini rivayet eder. İbn Abbas'ın şöyle dediğini de
işittim: Allah Teala: "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları
hanımları dört ay on gün beklerler. "[Bakara, 234] buyurmuş, evlerinde
iddet beklerler dememiştir. Kocası ölen kadın dilediği yerde iddet bekler.
Süfyan diyor ki:'Bu rivayeti Ib:ı Cüreyc haber verdiğimiz şekliyle bize
aktardı.
Abdürrezzak, İbn Cüreyc
yoluyla rivayet eder ki, Ebu'z-Zübeyr, Cabir b. Abdullah'ın: "Kocası ölen
kadın dilediği yerde iddet bekler." dediğini işitmiştir.
Abdürrezzak'ın, es-Sevri
- İsmail b. Ebu Halid - Şa'bi senediyle rivayetine göre Ali b. Ebu Talib (r.a.)
kocaları ölen kadınları iddetleri içinde yolculuğa çıkartırdı.
Yine Abdürrezzak'ın,
Muhammed b. Müslim - Amr b. Dinar yoluyla rivayetine göre Tavus ile Ata:
"Üç talakla boşanan (mebtute) ve kocaları ölen kadınlar hacca çıkarlar,
umre yaparlar, yerlerini değiştirebilirler, geceyi evleri dışında
geçirebilirler." demişlerdir.
Yine Abdürrezzak'ın, ibn
Güreye'ten rivayetine göre Ata: "Kocası ölen kadın nerede iddet beklerse
beklesin bir zararı yoktur." demiştir.''
İbn Uyeyne, Amr b. Dinar
yoluyla Ata ve Ebu Şa'sa'nın: "Kocası ölen kadın iddeti içinde dilediği
yere çıkabilir." dediklerini rivayet eder.''
İbn Ebi Şeybe'nin
Abdulvahhab es-Sakafi yoluyla rivayetine göre, Habib el-Muallim anlatıyor:
Ata'ya: "Üç talakla boşanan ve kocası ölen kadınlar iddetleri içinde hac
yapabilirler mi?" diye sordum. "Evet." cevabını verdi.'' Hasan
el-Basri de böyle söylerdi.
İbn Vehb'in, İbn Lehia -
Huneyn b. Ebu Hakim senediyle rivayetine göre, Müzahim'in karısı, kocası
Hunasıra'da vefat edince Ömer b. Abdulaziz'e: "iddetim sona erinceye kadar
bekleyeyim mi?" diye sordu. Ömer b. Abdulaziz ona cevabını verdi:
"Hayır. Yurduna, baba ocağına git. Orada iddet bekler.
İbn Vehb'in, Yahya b.
Eyyub yoluyla rivayetine göre, Yahya b. Said el-Ensari, karısıyla birlikte iken
İskenderiye'de vefat eden ve gerek orada ve gerekse Fustat'ta birer evi bulunan
adanı hakkında demiştir ki: "O adamın karısı isterse kocasının vefat
ettiği yerde iddet beklesin, isterse kocasının Fustat'taki evine, yurduna
dönsün, orada iddet müddeti bekleyip geri dönsün."
Yine ibn Vehb'in Amr b.
Haris yoluyla rivayetine göre, Bükeyr b. el-Eşec anlatıyor: Salim b. Abdullah
b. Ömer'e kocası tarafından bir şehre götürülen ve kocası orada vefat eden
kadının durumunu sordum. "Kocasının vefat ettiği yerde iddet bekler, yahut
da kocasının evine döner, iddeti bitinceye kadar orada kalır." cevabını
verdi.'' Bütün Zahirilerin görüşü budur.
Bu görüş sahiplerinin
iki delilleri vardır; ikisini de delil olarak İbn Abbas ileri sürmüştür:
1- Birincisini yukarıda
kaydettik ki, o da şudur: Allah Teala, kocası ölen kadının dört ay on gün iddet
beklemesini emretmiş, ama belli bir yerde beklemesini emretmemiştir. 2- Ebu
Davud'un, Ahmed b. Muhammed el-Mervezi - Musa b. Mes*ud - Şibl - İbn Ebi Nucayh
- Ata senediyle İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Şu ayet —"...
evlerinden çıkanlmaksızın..."[Bakara, 240] ayeti— kadının ailesi yanında
iddet beklemesini neshetmiştir. Artık kadın dilediği yerde iddet bekleyebilir.
Ata diyor ki: Kadın isterse aillesi yanında iddet bekler, kocası tarafından
kendisine vasiyyet edilen yerde ikamet eder, isterse başka yere çıkar. Zira
Allah Teala: "Eğer çıkarlarsa onların yaptıklarından dolayı size bir günah
yoktur."[Bakara, 240] buyurmuştur. Ata diyor ki: Sonra miras ayeti geldi,
meskeni neshetti. Artık kadın istediği yerde iddet bekler.
Sahabe, tabiin ve
onlardan sonraki nesillerden ikinci bir grup da, kadın kocasının vefat ettiği
ve kendisinin de orada bulunduğu evde iddet bekler, demiştir. Vekı, es-Sevri -
Mansur - Mücahid - Said b. Müseyyeb senediyle rivayet eder ki, Hz. Ömer
kocaları ölmüş olup' da hacca yahut umreye çıkan kadınları Zülhuleyfe'den geri
çevirdi.''
Abdürrezzak'ın, İbn
Cüreyc - Humeyd el-A'rac - Mücahid senediyle rivayetine göre Hz. Ömer ve Hz.
Osman kocaları ölmüş olup da hac ve umreye çıkan kadınları Cuhfe ve
Zülhuleyfe'den geri çevirirlerdi.''
Abdürrezzak, Ma'mer -
Eyyub - Yusuf b. Mahek - onun annesi Müseyke senediyle rivayet eder ki, kocası
ölen bir kaim iddeti içinde ailesini ziyarete gitti. Orada doğum sancısı tuttu.
Hz. Osman'a geldiler. O da: "Doğum sancısı çeke çeke onu evine taşıyın."
dedi.''
Yine Abdürrezzak'ın,
Ma'mer - Eyyub - Nafi' senediyle rivayetine göre İbn Ömer'in, kocasının
vefatından dolayı iddet bekleyen bir kızı vardı. Gündüz ailesinin yanına gelir,
onlarla sohbet eder; gece olunca da İbn Ömer, ona evine dönmesini emrederdi.
İbn Ebi Şeybe'nin, Veki
- Ali b. Mübarek - Yahys. b. Ebu Kesir - Muhammed b. Abdurrahman b. Sevban
senediyle rivayetine göre Hz. Ömer, kocası ölen kadının gündüz aydınlığında
ailesinin yanına gitmesine izin vermiştir. Zeyd b. Sabit ise, ona ancak gündüz
yahut gece aydınlığında ziyaret için izin vermiştir.''
Abdürrezzak'm, Süfyan
es-Sevri - Mansur b. Mu'temir - ibrahim en-Nahai - Alkame senediyle rivayetine
göre kendilerine kocalarının ölüm haberi gelen bir grup Hemedanlı kadın İbn
Mes'ud'a fetva sordular ve "Ürküntü ve yalnızlık hissediyoruz."
dediler. İbn Mes'ud onlara: "Gündüz buraya gelirsiniz, sonra her biriniz
geceleyin evine döner." diye cevap verdi.''
Haccac b. Minhal, Ebu
Avane - Mansur - ibrahim senediyle kaydeder ki, bir kadın: "Babam hasta, bense
iddet beklemekteyim. Ona bakmak için yanına gidebilir miyim?" diye sormak
üzere mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye (r.a.) bir haberci gönderdi. O da:
"Evet, gidebilirsin. Ancak gecenin iki yarısından birini evinde
geçir." diye haber yolladı.''
Said b. Mansur'un,
Hüşeym - İsmail b. Ebu Halid yoluyla rivayetine göre, Şa'bi'ye: "Kocası
ölen kadın iddeti içinde dışarı çıkabilir mi?" diye sordular. Şöyle cevap
verdi: ibn Mes'ud'un öğrencilerinin çoğunluğu bu konuda çok sert tutum
içindeydiler. Çıkamaz, diyorlardı. Şeyh —Ali b. Ebu Talib'i kasdediyor— ise,
yolculuğa çıkmasına izin verirdi.
Hammad b. Seleme'nin
Hişam b. Urve'den rivayetine göre, Hişam'ın babası Urve demiştir ki: Kocası
ölen kadın evinde iddet bekler. Ancak ailesi başka yere taşınırsa, onlarla
birlikte o da taşınır."
Said b. Mansur'un,
Hüşeym - Yahya b. Said eK3nsari senediyle rivayetine göre, Kasım b. Muhammed,
Salim b. Abdullah ve Said b. Müseyyeb, kocası ölen kadın hakkında: "İddeti
bitinceye kadar bir yere ayrılamaz." demişlerdir.
Yine Said b. Mansur'un,
İbn Uyeyne - Amr b. Dinar senediyle rivayetine göre de Ata ile Cabir her ikisi
de kocası ölen kadın hakkında: "Dışan çıkamaz." demişlerdir.
Veki'in, Hasan b. Salih
- Muğire sennediyle rivayetine göre, ibrahim (en-Nehai) kocası ölen kadın hakkında:
"Gündüz dışan çıkmasında bir sakınca yoktur. Geceyi evinden başka yerde
geçiremez." demiştir.
Hammad b. Zeyd'in, Eyyub
es-Sahtiyani yoluyla Muhammed b. Sirin'den rivayetine göre bir kadının kocası
öldü, kendisi de hastalandı. Ailesi de onu yanlarına taşıdı. Sonra alimlere
sordular. Hepsi de onlara kadını kocasının evine geri götürmelerini emretmişti.
ibn Sirin: "Bunun üzerine kadını bir yaygı içinde evine geri
götürdük." diyor
Bu görüş, İmam Ahmed,
Malik, Şafii, Ebu Hanife —Allah onlara rahmet eylesin— ve arkadaşlarıyla Evzai,
Ebu Ubeyd ve ishak'ın görüşüdür.
Ebu Ömer İbn Abdilber
diyor ki: Hicaz, Şam, Irak ve Mısır'daki ileri gelen fakihler cemaatinin görüşü
de budur.
Bunların delilleri Fürey'a
bt. Malik hadisidir. Bu hadisi Osman b. Affan (r.a.) kabulle karşılamış,
muhacirlerin ve Ensar'ın hazır bulunduğu bir ortamda gereğince hükmetmiştir.
Medine, Hicaz, Şam, Irak ve Mısır alimleri kabulle karşılamışlardır. Onlardan
herhangi birinin gerek hadisi ve gerekse ravilerini ta'nettiği bilinmemektedir.
Rivayet konusundaki inceden inceye araştırmasına ve titizliğine rağmen Malik bu
hadisi Muvatta'ına almış ve görüşünü onun üzerine kurmuştur. Oysa o Malik,
kendisine bir adam hakkında: "O sika mıdır?" diye soru soran şahsa:
"Sika olsaydı adını elbette kitaplarımda görürdün." cevafcını veren
biridir.
Diyorlar ki: Biz selef
arasında bu konuda tartışma bulunduğunu inkar etmiyoruz. Ancak iki taraf
arasında sünnet hükürr. verir. Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: Sünnet, —Allah'a
hamdolsun— sabittir. Sünnet varken, icma'a gerek yoktur. Çünkü bir mesele
hakkında ihtilaf ortaya çıktığında, görüşü sünnete uyan kimseninki delil olur.
Abdürrezzak'ın
Ma'mer'den rivayetine göre Zühri diyor ki: Kocası ölen kadının istediği yerde
iddet beklemesine izin verenler, Hz. Aişe'nin (r.a.) sözünü esas almışlar; azim
ve takva sahhipleri ise, İbn Ömer'in görüşünü asıl kabul etmişlerdir.
Soru: Kocası ölen
kadının evinden ayrılmaması bir vazife midir? Yoksa bir hak mıdır?
Cevap: Şayet mirasçılar
evi ona bırakır ve orada oturmasının kendisine bir zararı olmazsa, yahut mesken
kendisinin ise evden ayrılmamak ona bir görevdir. Eğer mirasçılar, kadını
oradan başka yere naklederler, yahut ondan ücret talep ederlerse, kadın orada oturmak
zorunda olmaz, başka yere taşınabilir.
Sonra bu görüş
sahipleri, kadın istediği yere taşınabilir mi? Yoksa kocasının vefat ettiği
meskene en yakın meskene mi taşınmalıdır? konusunda iki ayrı görüş ileri
sürmüşlerdir. Eğer kadın evin yıkılmasından, yahut evde kalması halinde
boğulmaktan, yahut bir düşmandan vs. korkarsa, ya da ev emanet olup da
sahibinin geri alması, yahut kira olup da müddetinin dolması, yahut eve zarar
verdiğinden ötürü ev sahibinin oturmaktan onu menetmesi, yahut ev sahibinin evi
kiraya vermekten vazgeçmesi, yahut piyasa değerinder. daha çok ücret istemesi,
yahut kadının kira bedelini bulamaması veya ancak kendi özel malından
karşılayabilmesi sebebiyle ev sahibi kadını evinden çıkarınsa, kadın başka yere
taşınabilir. Çünkü bu durumlar birer mazerettir. Kadının, o meskenin ücretini
ödemesi zorunlu değildir. Onun görevi meskeni elde etmek değil, oturma filidir.
Orada oturma imkansız hale gelince bu görev de düşer. Bu, Ahmed ve Şafii'nin
görüşüdür.
Soru: Kadının kocasının
evinde oturması, alacaklılara ve mirasa göre önceliği bulunan mirasçılar
üzerindeki ona ait bir hak mıdır, yoksa kocasının bıraktığı şeylerde kadının
mirastan başka hakla yok mudur?
Cevap: Bu konuda ihtilaf
edilmiştir. İmam Ahmec; diyor ki: Kadın hamile değilse, kocasının bıraktığı
şeylerde onun mesken hakkı yoktur. Ancak yukarıda da geçtiği üzere, şayet ev
kendisine bırakılırsa, oradan ayrılmamak görevidir. Eğer kadın hamileyse, bu
konuda imanı Ahmed'den iki rivayet var: 1- Hüküm aynıdır. 2- Mesken hakkı,
kadının maldaki sabit hakkıdır. Kadın bu hakkından mirasçılara ve alacaklılara
göre bir önceliliğe sahiptir. Bu hak anamaldan olur. Kadının iddet müddeti
doluncaya kadar ev, kadını orada oturmaktan men edecek şekilde, ölen kocasının
borçlarını karşılamak üzere satışa çıkarılmaz. Eğer' bu mümkün olmazsa
mirasçılar, kira bedelini evin eşyasından karşılayarak kadın için bir mesken
kiralamak zorundadırlar. Şayet mirasçılar bunu yapmazsa, hakim zorla yaptırır.
Zaruret olmaksızın kadın o evden başkasına taşınamaz. Hem kadın ve hem de
mirasçılar, kadının oradan başka yere taşınmasında hemfikir olsalar bile, bu
caiz değildir. Çünkü kadının orada oturmasında Allah Teala'nın hakkı vardır ve
nikah meskeninin aksine, onların bu hakkı iptal etmede hemfikir olmaları caiz
değildir. Zira Allah Teala'nın bir hakkıdır. Çünkü idde tin hukukundan biri
olarak vacip olmuştur. İddette karı-kocanm hakkı vardır. (İmam Ahmed'den gelen)
sahih ifadeye göre, ric'i talakla boşanan kadının mesken hakkı da böyledir.
Mirasçılarla kadının bu hakkı iptalde ittifak etmeleri caiz değildir. Bu, ayet
metninin gereğidir. Ahmed'in açık olarak belirttiği bir husustur. Ondan gelen
bir ikinci rivayete göre, ister hamile olsun, ister olmasın her halükarda
kocası ölen kadının mesken hakkı vardır. Böylece İmam Ahmed'in mezhebinde üç
rivayet sabit olmuştur: 1- Hem hamile olan, hem de olmayan için mesken hakkı
vaciptir. 2- Her ikisi için de mesken hakkı yoktur. 3- Hamile olan için mesken
hakkı vacip, hamile olmayan için bu hak yoktur. Kocası ölen kadının mesken
hakkı konusunda İmam Ahmed'in mezhebinin özeti budur.
İmam Malik'in mezhebine
gelince: Kadın hamile olsun veya olmasın, İmam Malik iddet müddetince mesken
hakkını vacip görmektedir. Ebu Ömer diyor ki: Mesken, kiralık ise İmam Malik'e
göre kadın orada oturmaya hem mirasçılardan ve hem de alacaklılardan daha
müstehaktır. Kira, vefat eden şahsın anamalından karşılanır. Ancak ev konusunda
kocasının bir anlaşma yapmış olması ve ev sahiplerinin kadını oradan çıkarmak
istemeleri durumu müstesnadır. Eğer mesken kocasının ise kadının iddeti
bitinceye kadar ev, kocanın borçlarını karşılamak üzere satışa çıkarılmaz...
Ebu Ömer'den başka
Malikiler diyorlar ki: Şayet evin mülkiyeti ölen adama aitse, yahut ölen adam
kirasını ödemişse, bu durumda kadın mesken hakkına mirasçılardan ve
alacaklılardan daha müstahaktır. Eğer ev kira olup da ölen şahıs kirayı
ödememişse, Tehzib'Ğe kaydedildiğine göre, adam zengin biri olsa bile, ölenin
malından kadına mesken hakkı yoktur. Muhammed, İmam Malik'in şöyle dediğini
rivayet eder: Kira ölenin malından ödenmelidir. Ölenin karısı eve daha müstehak
değildir. Mesken hakkından mirasçılarla birlikte hissesine düşeni alır.
Mirasçılar, kadını oradan çıkarma hakkına sahiptirler. Ancak kadın kendi
payına, orada oturmak ve mirasçıların hisselerinin kirasını ödemek isteyebilir.
İmam Şafii'nin mezhebine
gelince: Kocası ölen kadının mesken hakkı konusunda İmam Şafii'nin iki görüşü
var: 1- Hamile olsun veya olmasın kadının mesken hakkı vardır. 2- Hamile olsun
veya olmasın mesken hakkı yoktur. Ona göre kadının ister bain talakla boşanmış
olsun, isterse kocası ölmüş olsun, iddet süresince meskenden ayrılmaması
vaciptir. Bain talakla boşanmış olan kadının eve bağlı kalması, ona göre kocası
ölmüş olan kadının eve bağlı kalmasından daha güçlüdür. Çünkü kocası ölen kadının
gündüz, ihtiyaçlarım görmek üzere dışarı çıkması caiz olduğu halde —İmam
Şafii'nin iki görüşünden birine, kadim (=eski) olanına göre— bu durum bain
talakla boşanmış kadın için caiz değildir, İmam Şafii, ric'i talakla boşanmış
olan, kadına bunu vacip görmüyor, müstahap görüyor.
imam Ahmed'e gelince:
Ona göre kocası ölen kadının eve bağlı kalması ric'i talakla boşanmış olandan
daha güçlüdür. İmam Ahmed, bain talakla boşanan kadına bunu vacip görmüyor.
İmam Şafii'nin (r.a.)
mezhebindeki alimler, iki görüşünden birinde, kocası ölen kadına mesken hakkı
yoktur ifadesinin bulunması yanında, kadının eve bağlı kalmasının vacipliğini
ifade eden görüşüne bir soru yönelterek: "Bu iki ifade nasıl
uzlaşabilir?" diye sormuşlar ve buna şu iki cevabı vermişlerdir: 1- İmam
Şafii'nin o görüşüne göre kadının eve bağlı kalması vacip değildir. Ancak
mirasçılar, evin ücretini üstlenseler, o zaman kadının eve bağlı kalması vacip
olur. İmam Şafii'nin arkadaşlarının çoğunluğu bu şekilde cevaplandırmışlardır.
2-Kendisinden ücret talep edilmesi yahut mirasçıları veya ev sahibinin
kendisini oradan çıkarması suretiyle kadına o evden dolayı bir zarar
gelmedikçe, kadının o eve bağlı kalması kendisine vaciptir. Eğer kendisine bir
zarar gelecek olursa, o zaman bu vaciplik ortadan kalkar.
İmam Ebu Hanife'nin
müntesipleri ise diyorlar ki: Gerek ricl talakla ve gerekse bain talakla
boşanmış olan kadının ne gece, ne gündüz evinden çıkması caizdir. Kocası ölen
kadın ise, gündüz ve gecenin bir bölümünde dışan çıkabilir; ama geceyi gittiği
yerde geçiremez. Fark şundan kaynaklanmaktadır: Boşanan kadının nafakası
kocasının malından karşılanır; tıpkı karısı gibi dışarı çıkması caiz olmaz. Ama
kocası ölen kadın için böyle bir durum sözkonusu değildir; zira ona nafaka
verilmez. Bu yüzden durumunu düzeltmek için gündüz dışan çıkmak zorundadır.
Diyorlar ki: Ayrılığın meydana gelmesi halinde oturma hakkı kendisinde bulunan
evde iddet beklemelidir. Yine Hanefiler diyorlar ki: Şayet ölünün evinden
kadına düşen pay kendisine yetmiyorsa, yahut mirasçılar onu kendi paylarına
düşen kısımdan çıkarmışlarsa, kadın başka yere taşınabilir. Çünkü bu bir
mazerettir. Evinde olmak ibadettir. İbadet ise mazeretle düşer. Yine Hanefiler
derler ki: Eğer kadın oturduğu evin kirasını yüksek olduğundan ötürü
ödeyemezse, kirası daha az olan bir eve taşınabilir.
İşte Hanefilerin bu
sözleri göstermektedir ki, oturma ücreti kadına aittir. Evin ücretini ödemekten
aciz olursa, ancak o zaman o evde oturmak görevi kendisinden düşer. Bundan
dolayı açıkça ifade etmişlerdir ki, şayet kendisine yeterli olursa kadın, ölen
kocasının mirasından kendi payına düşen kısımda oturur. Zira onlara göre ister
hamile olsun, ister olmasın kocası ölen kadının mesken hakkı yoktur. Yalnızca
ona düşen kocasının vefat ettiği ve kendisinin de bulunduğu evde gece kalması
lazımdır, gündüz kalması gerekli değildir. Mirasçılar evi kendisine karşılıksız
vermezlerse, ücret ödemek de kendisine düşer.
İşte alimlerin bu
meseledeki görüşleri ve orada çıkan ihtilafın kaynağı böylece özetlenip
anlatılmış oldu. Basan yalnız Allah'tandır.
Bu hadis konusunda
Furay'a bt. Malik'in başına, tıpkı rivayet ettiği hadis hususunda Fatıma bt.
Kays'ın başına gelen durum gelmiştir. Bu meseleyi tartışanlardan bazıları
demişlerdir ki: Bir kadının sözüne, Rabbimizin kitabını terkedemeyiz. Allah
Teala, kocası Men kadının dört ay on gün iddet beklemesini emretmiş,
(kocasının) evinde beklemesini emretmemiştir. Mü'minlerin annesi Hz. Aişe
(r.a.), kadının kocasının öldüğü evde iddet beklemesinin vacip olduğunu inkar
etmiş ve kocası ölen kadının istediği yerde iddet bekleyebileceğine fetva
vermiştir. Nitekim aynı Hz. Aişe (r.a.) Fatıma bt. Kays hadisini inkar etmiş ve
boşanan kadına mesken verilmesinin vacip olduğunu belirtmiştir.
Furay'a hadisine karşı
gelenlerden bir kısmı da diyor ki: Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
devrinde Uhud, Bi'r-i Maune, Mute ve daha başka savaşlarda pek çok sahabe
—Allah onlardan razı olsun— hayatını kaybetti. Onlardan sonra hanımlan iddet
bekledi. Şayet o kadınlardan her biri iddet müddetince evine bağlı kalsaydı, bu
durum elbette eri aşikar, en açık şeylerden olurdu. Öyle ki, İbn Abbas ve Hz.
Aişe'den (ilimde) daha alt mertebede olanlara bile gizli kalmazdı. Uygulama
sürekli ve yaygın olduğu halde, bu iki sahabiye ve görüşleri aktanlan daha
başka sahabilere bu durum nasıl gizli kalmış olabilir? Bu çok uzak bir
ihtimaldir.
Hem sonra, sünnet o
şekilde yürürlükte olsaydı Furay'a, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) gelip ailesine gitmek için izin istemezdi ve Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) de bu konuda ona izin verip gittikten sonra onu geri
çağırmalarını emredip, kadına evinde beklemesini emretmezdi. Şayet bu iş
sürekli ve sabit olsaydı, Furay'a'ya ailesinin yanına gitmesine izin vermekle
bunu neshetmiş, sonra ona evinde beklemesini emretmekle bu izni neshetmiş
olurdu ki, bu durum hükmün iki kere değiştirilmesine götürür. Şeriatta, kesin
bir noktada böyle bir şey bilmlyo:*uz.
Diğerleri de diyorlar
ki: Bunda Emiru'l-mü'minin Hz. Osman b. Affan'ın ve sahabenin ileri
gelenlerinin kabulle karşıladıkları ve Hz. Osman'ın yürürlüğe koyup gereğince
hükmettiği bu sahih ve manası açık sünnetin reddini gerektirecek bir durum
yoktur. Şayet biz kadınların Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
yaptıkları rivayetleri kabul etmezsek, o zaman kadınlardan başka ravisi
bilinmeyen, İslam'ın pek çok sünneti yok olur gider. İşte Allah'ın kitabı!
Onda, evde iddet beklemeyi vacip kılan bir şey yok ki, sünnet ona aykın olsun.
Aksine olsa olsa sünnet Kur'an'ın sükut geçtiği bir hükmü açıklamış olur.
Böylesi bir şeyle sünnetler reddedilmez. İşte Allah Rasulü'nün (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) sakındırdığı, hükmünün benzeri Kur'an'da bulunmazsa sünnet
terkedilir görüşünün ta kendisidir bu!
Mü'minlerin annesi Hz.
Aişe'nin (r.a.) Furay'a hadisini terkedişine gelince: Herhalde bu hadis
kendisine ulaşmamıştır. Eğer ulaşsaydı, herhalde te'vil ederdi. Te'vil
etmeseydi, herhalde Furay'a'nın rivayet ettiği hadise muarız kendisinin bildiği
bir hadis var olmuş olacaktı. Ne olursa olsun, Hz. Aişe'nin bu hadisi
terketmesinden dolayı kendilerinin terketmeleri hakkında bunu söyleyenler,
mü'minlerin annesi terkettiği için terkedenlerden daha mazurdurlar. İki terk
arasında büyük bir fark vardır.
Hz, Peygamber'in fs.a.)
yanında şehit düşenlere ve O hayatta iken vefat edenlere gelince; onların
hammlannm diledikleri yerde iddet beklemelerine dair hiçbir haber gelmemiştir.
O sahabe kadınlarının Füray'a hadisinin hükmüne aykırı davrandıklarına dair de
asla bir rivayet gelmiş değildir. Nasıl olduğu bilinmeyen bir durumdan dolayı
sahih sünneti terketmek caiz değildir. Onların diledikleri yerde iddet
bekledikleri bilinse, ama onlardan Furay'a hadisinin hükmüne aykırı düşen bir
şey rivayet olunmasa, ihtimal ki bu durum, bu hükmün yerleşmesinden ve sabit
olmasından öncedir. Zira asıl olan beraet-i zimmettir (kişinin borç, sorumluluk
ve suçtan uzak olmasıdır) ve vücup hükmünün olmamasıdır. Abdürrezzak'm, İbn
Cüreyc - Abdullah b. Kesir senediyle rivayetine göre Mücahid anlatıyor: Uhud
savaşında pek çok kimse şehit düştü. Şehitlerin hanımları Allah Rasulü'ne
geldiler ve: "Ey Allah'ın Rasulü! Biz geceleri ürküyor, yalnızlık
duyuyoruz. Bu yüzden geceyi birimizin evinde geçiriyoruz. Sabah olunca
evlerimize dağılıyoruz." dediler. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) onlara: "Arzu ettiğiniz kadar birinizin evinde sohbet edin. Uyumak
istediğinizde her biriniz kendi evine dönsün." buyurdu. Bu hadis her ne
kadar mürsel ise de görünen o ki, Mücahid bunu ya sika bir tabiiden ya da bir
sahabiden işitmiştir. Tabiin arasında yalan söylemek bilinen bir husus değildi.
Onlar üstün kılman nesillerin ikincisidir. Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) ashabını görmüşler, onlardan ilim tahsil etmişlerdir ve onlardan
sonra ümmetin en hayırlı neslidir. Bu neslin Allah Rasulü'ne yalan
atfedecekleri ve yalancılardan rivayette bulunacakları düşünülemez. Bilhassa
onlar arasından alim bir kimse kesin ifade kullanarak Allah Rasulü'nden
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) rivayette bulunduğunda, O'nun bir hadisine tanık
olup "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, Allah
Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle yaptı, şunu emretti, şunu
yasakladı..." demesi ve Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile
kendisi arasındaki aracı şahıs yalancı yahut meçhul biri iken böyle bir şeye
kalkışması son derece uzak bir ihtimaldir. Ama onlardan sonraki nesillerin
mürsellerinde durum farklıdır. Nesiller kaynaktan uzaklaştıkça mürsellere kötü
gözle bakılmaya başlandı ve onlar Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
hakkında şahit kabul edilmez oldu. Özetle, dayanak yalnız bu mürsel değildir.
Basan Allah'tandır.
9- Hz. Peygamber'in
(s.a.) Kocası Ölen Kadına Yapmasını Emrettiği Hususlar:
Sahihayn'da. Humeyd b.
Nafi'den rivayet) edildiğine göre Ebu Seleme'nin kızı Zeynep kendisine şu üç
hadisi nakletmiştir:
1- Zeynep diyor ki:
Babası Ebu Süfyan vefat ettiği zaman ben Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) hanımı Ümmü Habibe —Allah kendisinden razı olsun— yanına gittim. Ümmü
Habibe terkibinin çoğu safradan oluşan ve içinde sanlık bulunan haluk adında
bir güzel koku yahut daha başka bir koku istedi. O kokudan (eline sürdüğü
kokuyu azaltmak için) bir cariyeye sürdü. Sonra ellerini yanaklarına sürüp
şöyle dedi: Vallahi, benim güzel kokuya hiç ihtiyacım yok. Ancak Allah
Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) minber üzerinde şöyle buyurduğunu
işittim: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kadının bir ölüye üç günden
fazla yas tutması helal olmaz. Ama kocası için dört ay on gün yas tutar,"
2- Zeynep diyor ki:
Sonra bir keresinde, erkek kardeşi vefat ettiği zaman Zeynep bt. Cahş'ın yanına
girdim. O da güzel koku istedi ve ondan süründü. Sonra da dedi ki: Vallahi,
benim güzel kokuya hiç ihtiyacım yok. Ancak Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) minber üzerinde şöyle dediğini işittim: "Allah'a ve ahiret
gününe inanan bir kadının ölüye üç günden fazla yas tutması helal olmaz. Ama
kocası için dört ay on gün yas tutar."
3- Zeynep diyor ki:
Annem Ümmü Seleme'nin —Allah kendisinden razı olsun— şunları anlattığım
işittim: Bir kadın, Allah Rasulü'ne geldi ve: "Ey Allah'ın Rasulü! Kızımın
kocası vefat etti. Simdi de gözleri rahatsızlandı. Kızımın gözlerine sürme
çekeyim mi?" diye sordu. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Hayır!" buyurdu. Kadın iki yahut üç kere bu isteğini tekrarladı, her
defasında Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayır!" diye
cevapladı ve arkasıdan şöyle dedi: "Kocası ölen kadın dört ay on gün yas
tutar. Cahiliye devrinde ise sizlerden biri bir sene geçince deve tezeği atardı
(hatırlayın o zamanları)."
Zeynep (bu cahiliye
adetini) şöyle anlatıyor: Kocası ölen kadın daracık bir hücreye kapanır, en
kötü elbiselerini giyer; bir sene geçinceye kadar ne güzel bir koku, ne de bir başka
şey sürünebilirdi. Bir sene dolunca bir eşek yahut koyun yahut kuş getirilir,
kadın efsunlanır gibi o hayvana vücudunu sürterdi. Kadın vücudunu o kadar
sürterdi ki, bundan dolayı ölmeyen hayvan pek nadir olurdu. Sonra kadın
hücresinden çıkar, kendisine bir deve tezeği verilir, onu atardı. Bundan sonra
artık istediği gibi güzel koku sürünebilir, süslenebilirdi. İmam Malik hadisin
arapçasında geçen "tefteddu" kelimesinin cildi bir şeye sürmek
olduğunu kaydeder.
Sahihayn'da Ümmü
Seleme'den —Allah ondan razı olsun— rivayet edildiğine göre bir kadının kocası
öldü. Yakınları, o kadının gözlerine bir zarar gelmesinden korktular ve Hz.
Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelip kadının gözlerine sürme çekme
hususunda O'ndan izin istediler. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Cahiliye döneminde sizlerden biri yas tutarken evinin en kötü odasında
—yahut evindeki en kötü çulları içinde— bir sene geçirirdi. Yanından bir köpek
geçince, bir deve tezeği atar, öylece kaldığı yerden çıkardı. Dört ay on gün
çok mu?" buyurdu.
Yine Scthihayrt'da Ümmü
Atiyye el-Ensariyye'den —Allah ondan razı olsun— rivayet edildiğine göre Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Bir kadın bir ölüye
üç günden fazla yas tutamaz. Ancak kocası için dört ay on gün yas tutar. Asb
denilen çizgili Yemen kumaşı dışında boyalı elbise giyemez. Sürme çekemez.
Güzel koku sürünemez; ancak hayızdan temizlendiği sıralarda bir parçacık kust
(öd ağacı) denilen Hindistan buhurundan yahut tırnak buhurundan sürünebilir.
Sünen-i Ebu Davud'da,
Hasan b. Müslim - Safiyye bt. Şeybe - Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) hanımı Ümmü Seleme senediyle rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Kocası ölen kadın ne gerek
aspurla, gerek kırmızı çamurla boyanmış elbise ve ne de süslü elbise
giyinebilir. Sürme çekemez, kına ile saçlarını boyayamaz."
Yine adı geçen Sünen'de,
İbn Vehb - Mahreme - babası - Muğire b. Dahhak - Ümmü Hakim bt. Esid - anası
senediyle rivayet edildiğine göre, Ümmü Hakim'in annesi olan bu hanımın kocası
vefat etti. Kadıncağızın gözleri rahatsızdı. Bu sebeple gözlerine cela —merhum
Ahmed b. Salih: Doğrusu cela sürmesi olacaktır, diyor— çekti. Bir cariyesini
Ümmü Seleme'ye —Allah ondan razı olsun— gönderdi ve cela sürmesi çekmenin
hükmünü sordu. O da: "Onu gözlerine çekme. Ancak çok zor durumda kalırsan
geceleyin çeker, gündüz silersin." diye haber gönderdi ve Ümmü Seleme
başından geçen şu olayı orada nakletti: Kocam Ebu Seleme vefat ettiğinde Allah
Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanıma geldi. Gözlerime azvay (sabir)
denen bir çeşit acı ağaç usaresi sürmüştüm. "Bu nedir? Ey Ümmü
Seleme!" diye sordu. Ben de: "Azvaydır, ey Allah'ın Rasulü! Kokusu
yok." dedim. Bunun üzerine: "O, yüzü gençleştirir, güzelleştirir (yas
tutttuğun için) onu ancak geceleyin sürün. Gündüz siler çıkarırsın. Saçma güzel
koku sürme ve saçını kına ile boyama. Zira kına süs için kullanılan bir
boyadır." buyurdu. "Peki ey Allah'ın Rasulü, saçıma ne süreyim?"
diye sordum. "Arabistan kirazı sür. Onunla başını kaplarsın."
buyurdu.f
Bu hadisler pek çok
hüküm içermektedirler. Sıralayacak olursak: Birinci hüküm: Yakınlık derecesi ne
olursa olsun, bir ölüye üç günden fazla yas tutulmaz. Ancak bundan yalnızca
koca müstesnadır.
Hadis, iki yas arasında
şu iki yönden fark gözetmektedir:
1- Vaciplik ve caizlik
yönünden: Koca için yas tutmak vacip, başkaları için yas tutmak caizdir.
2- Yas müddetinin değeri
bakımından: Koca için yas tutmak bir azimet (yapılması gereken vazife),
başkaları için yas tutmak ise bir ruhsattır (izindir). Kocası ölen kadının yas
tutmasının vacip olduğunda ümmet icma etmiştir. Ancak Hasan el-Basri ve Hakem
b. Uteybe'den aykırı görüş rivayet edilmiştir. Hammad b. Seleme'nin Humeyd'den
rivayetine göre, Hasan el-Basri: "Gerek üç talakla boşanan ve gerekse
kocası ölen kadınlar gözlerine sürme çekebilir, saçlarını tarayabilir, güzel
koku sürünebilir, saçlarını kına ile boyayabilir, evinden ayrılıp oraya buraya
gidebilir ve dilediğini yapabilirler." demiştir. Şu'be'nin rivayetine göre
Hakem: "Kocası ölen kadın yas tutmaz." demiştir.
İbn Hazm: "Bu görüş
sahipleri delil olarak şu hadisi ileri sürmüşlerdir." diyor ve sonra
Ebu'l-Hasan Muhammed b. Abdusselam - Muhammed b. Beşşar - Muhammed b. Cafer -
Şu'be - Hakem b. Uteybe - Abdullah b. Şeddad b. Had senediyle şu hadisi
kaydediyor: Allah Rasulü Cafer b. Ebu Talib'in hanımma: "Üç gün olunca
—yahut üç günden sonra— dilediğin gibi giyin." buyurdu. Metindeki tereddüt
Şu'be'den kaynaklanmaktadır. İbn Hazm sonra Hammad b. Seleme - Haccac b. Ertat
- Hasan b. Sa'd - Abdullah b. Şeddad kanalıyla şu hadisi kaydeder: Hanımı Esma
bt. Umeys, Cafer'e ağlamak için Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
izin istedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona üç gün izin verdi;
"Üç gün geçince temizlen, gözüne sürme çek." diye haber gönderdi.
Yas tutulmaz görüşünde
olanlar diyorlar ki: Bu hadis yas tutmayı buyuran hadisleri neshetmektedir,
onları geçersiz kılmaktadır. Zira bu, o hadislerden sonra buyurulmuştur. Çünkü
Ümmü Seleme —Allah ondan razı olsun— yas tutma hadisini rivayet etmiş ve Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunu kocası Ebu Seleme'nin vefatının
ardından kendisine emretmiş olduğunu söylemiştir. Ebu Seleme'nin Cafer'den önce
vefat ettiğinde hiçbir görüş ayrığı yoktur. Allah her ikisinden de razı olsun.
Alimler ileri sürülen bu delile şöyle cevap vermişlerdir: Bu hadis munkatı'dır.
Zira senetteki Abdullah b. Şeddad b. Had ne Allah Rasulü'nden (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) hadis işitmiştir ne de O'nu görmüştür. Şu halde onun hadisi,
hiçbir kusuru bulunmayan sahih müsned hadislere nasıl tercih edilebilir? İkinci
hadisin senedinde ise Haccac b. Ertat vardır ki onun hadisiyle hadis üstadlan
olan sika, güvenilir imamların rivayet ettiği hadise nasıl karşı konabilir.
ikinci hüküm: Yas tutma
aylarla iddet beklemeye bağlıdır. Hamileye gelince, hamileliği bitince,
alimlerin ittifakıyla yas tutmasının vacipliği de sona erer. Artık evlenebilir,
süslenebilir (yeni evlendiği) kocası için güzel koku sürünebilir ve onun için
dilediği gibi süslenebilir.
Soru: Hamilelik müddeti
dört ay on günü aşarsa, yas tutmanın da vacip oluşu sona erer mi? Yoksa doğuma
kadar sürer mi?
Cevap: Yas tutma doğuma
kadar sürer. Zira yas tutma iddete bağımlı olan şeylerdendir ve bu yüzden iddet
süresine bağlanmıştır; iddet hükümlerinden ve vaciplerinden biridir. Bundan
dolayı var olmada da, yok olmada da onunla beraberdir (yani iddet varsa yas da
var, iddet yoksa yas da yok).
Üçüncü hüküm:
Müslüman-kafir, hür-cariye ve küçük (ergenlik yaşına girmemiş)-büyük bütün hanımlar
yas tutma konusunda eşittirler. Bu, cumhurun; Ahmed, Şafii ve Malik'in
görüşüdür. Ancak Eşheb ve İbn Nafi': "Zimmi kadın yas tutmaz."
demişlerdir ki, Eşheb bu görüşü Malikten de rivayet etmiştir. Bu ikinci görüş
aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşü olup, ayrıca ona göre küçük olan kadın da
yas tutmaz.
Bu görüş sahipleri delil
olarak demişlerdir ki: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yas tutmayı,
Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselerin hükümlerinden saymıştır. O halde
buna kafir kadın girmez. Çünkü o fıkhı hükümlerle (furü ile) mükellef değildir.
Diyorlar ki: Allah
Teala'nın mutlak genel ifade kullanmak yerine imanla sınırlı (mukayyed) hususi
ifade kullanması bu işin imanın hükümlerinden, gereklerinden ve vaciplerinden
olmasını gerektirir. Sanki Allah, kim iman yolunu seçerse, işte bu iş de onun
şerl görevlerinden ve üzerine vacip olan hususlardandır, buyurmuştur.
Gerçek şu ki, fiili,
inananların işlemesinin helal olmadığını belirtme kafirlerden onun hükmünü
kaldırmayı gerektirmediği gibi, aynı zamanda onların bunu işlemesini de
gerektirmez. Yalnızca iman etmeyi ve imanın icabı olan şerl kuralları yerine
getirmeyi kendisine bir yol olarak seçen kimseye işte bu husus helal olmaz
anlamını icabettirir. Her ne olursa olsun, iman etmesi ve imanın icabı olan
şer'i kuralları yerine getirmesi gerekir. Ancak Sari' (Kanun Koyucu, Allah)
imanın icabı olan şer'i kurallarla, sadece kişi imana girdikten sonra, onu
sorumlu tutmaktadır. Nasıl ki "Mü'minin namazı, haccı ve zekatı terketmesi
helal değildir." sözü, bunun kafire helal olduğunu göstermezse, burada da
durum aynıdır. İpek giyme konusunda Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem): "Bu, takva sahiplerine yakışmaz." buyurması da ipek giymenin
başkalarına yakışacağını (yani helal olacağını) göstermez. "Mü'mine,
lanetçi olmak yakışmaz." hadisinde de durum aynıdır.
Meselenin sırrı:
Şeriatın koyduğu helal haram ve farz kuralları, imanın temelini kabullenenler
için konmuştur. imanı kabullenmeyip dinleriyle başbaşa bırakılan kimseler,
dinlerinin temeliyle başbaşa bırakıldıkları gibi, aralarındaki anlaşmazlıkları
çözmek üzere bizim mahkelerimize müracaat etmedikleri sürece, kabullendikleri
dinin kuralları ile de başbaşa bırakılırlar. Bu kaidede alimler görüşbirliği
içindedirler. Fakat müslüman kocası ölen zimmi kadının yas tutmasının
gerekliliğini ileri sürenlerin gerekçeleri şudur: Karısının yas tutması
müslüman kocasının hakkıdır; zimmi kadına yas tutmayı zorunlu kılmak, koca
açısından tıpkı iddetin temelinde olduğu gibi bir durum arzeder. Bundan dolayı
bu görüşü savunanlar, zimmi kocasının iddetini bekleyen zimmi kadının, yas
tutmasını zorunlu görmemektedir. Ayrıca bu iddeti içerisinde kadına istekte
bulunulmaz. Böylece bu da zimmilerin müslümanlarla yaptıkları akitler gibi
olmaktadır. Zira her ne kadar birbirleriyle yaptıkları akitlerde zimmilere
ilişilmezse de, müslümanlarla yaptıkları akitlerde İslam'ın hükümleriyle bağlı
tutulurlar.
Bu görüşün
savunucularına karşı çıkanlar diyorlar ki: Yas tutma, Allah Teala'nın hakkıdır.
Bundan dolayı kadın ile veliler ve kadına yas tutmamasını vasiyet etmek
suretiyle ölen şahıs bu hazıkın düşmesinde hemfikir olsalar bile hak düşmüş
olmaz ve kadının bu hakkı yerine getirmesi gerekli olur. Şu halde yas tutma
ibadet durumundadır; zimmi kadın ise ibadete ehil değildir. İşte meselenin
sirrı budur.
Dördüncü hüküm:
Efendileri ölen cariye ile ümmü veledin yas tutması vacip değildir. Çünkü onlar
zevce değildirler. İbnu'l-Münzir: "Bu konuda alimlerin ihtilaf
etttiklerini bilmiyorum." diyor.
Soru: Cariye ve ümmü
veled üç gün yas tutabilirler mi?
Cevap: Evet,
tutabilirler. Çünkü nass (hadis) yalnızca kocadan başkasına üç günden fazla yas
tutmayı haram ve kocaya dört ay on gün yas tutulmasını vacip kılmıştır. Böylece
cariye ve ümmü veled, kendilerine yas tutmak haram yahut vacip olanlar arasına
değil, yas tutmaları helal olanlar arasına girmiştir.
Beşinci hüküm:
Soru: Boşanma, şüpheli
cinsi ilişki, zina yahut istibra sebeplerininin birisinden ötürü iddet bekleyen
kadına yas tutma vacip midir?
Cevap: Bu, hadislerin
delalet ettiği hükümlerden beşincisidir: Sayılanlardan hiçbirisinin yas tutması
gerekmez. Çünkü hadis hem olabilecek hususu hem de olamayacak hususu belirlemiş
ve özellikle ölüler için yas tutmanın vacip olanını zevcelere, caiz olanını da
onlar dışındakilere tahsis etmiştir. Bu iki durum dışında kalan ise, ölülere
karşı yapılması haram olan şeylerin hükmüne dahildir.
Peki, bunun bain talakla
boşanmış kadına yas tutmanın gerekli oluşu hükmüne dahil olduğunu neye
dayanarak söylüyorsunuz? Said b. Müseyyeb, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Ebu Hanife ve
arkadaşları ile el-Hıraki'nin tercih ettiği iki rivayetten birine göre İmam
Ahmed, bain talakla boşanmış kadının yas tutması vaciptir, demişlerdir ki, bu
sırf kıyastan ibarettir. Zira kıyasa göre bu durumdaki kadın, nikahtan ayrılmıştır,
iddet beklemektedir. Bu yüzden kocası ölen kadın gibi yas tutması gerekir.
Çünkü her ikisi de iddet konusunda birleşmiş, ancak iddetin sebebinde
birbirlerinden ayrılmışlardır. Hem iddet, nikahı haram kılmakta ve böylece
nikaha götüren yollar da haram olmaktadır. Diyor ki: Kuşkusuz, yas tutma akılla
anlaşılabilir şeylerdendir: Zineti gösterme, güzel kokular sürünme ve güzel
elbiseler giyinme kadını erkeklere, erkekleri kadınlara çeken hususlardandır.
Bu yüzden kadının bunda acelecilik göstererek iddetinin sona ermesi konusunda
yalan söylemesinden emin olunamayacağından buna götüren yollardan alıkonulmuş
ve bu durumda (sedd-i zeria prensibi gereği) açık kapı bırakılmayıp gedik
tıkanmıştır. Hem kocanın ölümünün aşikar olması ve iddetin sayılı günlerden
ibaret bulunması sebebiyle çoğunlukla vefat iddeti konusunda yalan söyleme
hemen hemen imkansızdır. Ama boşanma iddetinde durum bunun aksinedir. Zira
boşanma iddeti hayız (yahut hayızdan temizlenme) esas alınarak beklenir ki, bu
da ancak kadın tarafından bilinebilir. Bu sebeple burada ihtiyatlı davranma
daha uygundur.
Cevap: Alan Teala ,
kulları için yarattığı zinetleri ve hoş nzıkları haram sayanları ayıplamış ve
onlara bunu yasaklamıştır. Bu da gösterirki. Alan ve Rasulü'nün (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) haram kıldıkları dışında zineti, süslenmeyi haram kılmak caiz
değildir. Alan Teala, Peygamber'inin (Sallallahu aleyhi ve Sellem) dilinden
kocası ölen kadının iddet süresince tutacağı yas müddetince zinet kullanmasını
haram saymıştır. Peygamberi de kadının kocasından başkası için zinet
takınmayarak yas tutmasını mubah kılmıştır. Onun haram saydığından başkasını
haram saymak caiz değildir. O şey asli mübahlık üzere kalır. Yas tutma, iddetin
gereklerinden ve ona bağlı şeylerden değildir. Bundan dolayı şüpheyle cinsi
ilişki kurulan, zina edilen, istibrası beklenen, yahut ric'i talakla boşanan
bir kadının yas tutması vacip değildir; alimler bu konuda görüş birliği
içindedirler. İki iddet arasındaki hayız (yahut hayızdan temizlenme) konusunda
miktar, yahut sebeb ve hüküm açısından farklılık bulunduğundan ötürü bu kıyas,
(bain talakla boşanan kadını) kocası ölen kadına kıyasdan daha da uygundur.
Hayız (yahut hayızdan temizleme) iddetinl, hayız (yahut hayızdan temizlenme)
iddetinin hükmüne dahil etmek, hayız (yahut hayızdan temizleme) iddetini vefat
iddetinin hükmüne dahil etmekten daha münasiptir. Ölen kocaya yas tutmaktan
maksat, sizin söylediğiniz acelecilik göstermek değildir. Zira bu durumda
beklenen iddet sırf rahmin boş olduğun bilmek için değildir. Bu sebeble
zifaftan önce (koca ölse yine iddet) gerekir. Bu özellik, nikah akdine saygı
gösterme. Önem ve değerini ortaya koyma ve bu akdin Allah katında özel bir yeri
bulunmasından dolayıdır. iddet, bu akit için bir dokunulmaz alan kılınmıştır ve
bu maksadın tamama ermesi, pekişmesi ve ona daha fazla Özen gösterilmesi için
yas tutma prensibi konulmuştur. Öyle ki, zevcenin kocasına yas tutması bizzat
kendi babasına, oğluna, kardeşine ve diğer akrabalarına yas tutmasından daha
yeğ tutulmuştur. İşte bu durum akde saygı gösterme, onu yüceltme ve bütün
hükümleri açısından onunla zina arasındaki farkı pekiştirmekten
kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı zina ile arasındaki zıtlık gerçekleşsin diye
başlangıçta ilan etme, şahit tutma ve def çalma; sonunda ve bitiminde ise iddet
bekleme ve yas tutma meşru kılınmıştır ki, bunlar başka akitlerde prensip
haline getirilmemiştir.
Altıncı hüküm: Yas tutan
kadının kaçınması gereken hususla ilgilidir. Delile dayanmayan söz ve
görüşlerin değil de, nassların belirledikleri dört tanedir:
Birincisi, güzel
kokudur. Zira Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sahih hadiste:
"Güzel koku sürünemez." buyurmuştur. Yas tutmayı vacip görenlere göre
bunun haramlığında ihtilaf yoktur. Bundan dolayı Ümmü Habibe —Allah ondan razı
olsun— babası Ebu Süfyan'a yas tutmaktan çıktığında güzel koku istedi ve
elindeki fazlalığı yanındaki bir kıza sürdü. Sonra ellerini yanaklarına sürdü
ve sonra da hadisi söyledi.
Güzel koku kavramı içine
şunlar girer: Misk, anber, kafur, şeşpençe, esans, yaban kedisi miski; göz otu,
buhur, sorgun ağacı, gül, menekşe ve yasemin gibi çiçeklerden elde edilen güzel
kokulu yağlar; gülsuyu, karanfil suyu, narenciye çiçeği suyu gibi güzel kokulu
yağlardan sıkılan sular. Bunların hepsi güzel kokudur. Zeytinyağı, susamyağı ve
sadeyağ buna dahil değildir. Yas tutan kadın bunlardan herhangi biriyle
yağlanmaktan alıkonulmaz.
Yedinci hüküm: Yasak
olan şeyler üç türlüdür.
Birinci tür: Vücudunu
süslemesi. Yas tutan kadının saçına kına yakınması, makyaj yapması,
tırnaklarına kına yakması, kırmızı boya (ruj) sürünmesi ve yüzüne üstübec
(kurşun boyası) sürmesi haramdır. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) kına ifadesini kullanıp, ondan daha çok zinet anlamı taşıyan, daha
büyük fitne unsuru olan ve yas tutmanın amacına daha zıt olan bu türlü
süslenmelerin de (haramlığına) dikat çekti. Sürme de bunlardandır. Sürme
kullanma açık ve sahih hadisle yasaklanmıştır.
İçlerinde Ebu Muhammed
ibn Hazm'ın da bulunduğu seleften ve sonrakilerden bir grup ilim adamı, yas
tutan kadın gözleri görmez olsa da ne gece ne gündüz sürme çekemez demişlerdir.
Onların bu görüşünü Buhari ve Müslim tarafından Ümmü Seleme'den aktarılan şu
rivayet destekler: Bir kadının kocası vefat etti. Tanıdıkları kadının
gözlerinin görmez olmasından korktular. Hz. Peygamber'e (s. a.) gelip sürme
kullanması için izin istediler. Hz. Peygamber (s. a.) ise izin vermediği gibi,
iki yahut üç kere "Hayır!" dedi ve sonra onlara cahiliye döneminde
busene boyunca tuttukları uzun ve meşakkatli yası hatırlatıp buna sabrettikleri
halde, dört ay on güne sabredemezler mi diye sordu.'' Kuşkusuz sürme, zinetin
çok ileri bir şeklidir ve tıpkı güzel koku gibidir ve hatta ondan daha aşın bir
süsleme usulüdür. Bazı Şafiiler, karartmak için sürme kullanabilir demişlerdir
ki, bu nassa ve anlatılmak istenene aykırı bir tasarruftur. Allah Rasülü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükümleri, uzunlukla kısalığı ayırmadığı gibi,
beyazlıkla karalığı da ayırmamaktadır. Böylesi kıyas, selefin şiddetle karşı
koyduğu ve kötüledigi fasit re'yle kıyastır.
Malik, Ahmed, Ebu
Hanife, Şafii ve bu zatların takipçilerinin de aralarında bulunduğu alimlerin
çoğunluğu: "Şayet yas tutan kadın süs için değil de, tedavi için sürme
kullanma zorunluluğu ile karşı karşıya kalırsa geceleyin kullanır, gündüz
siler." demişlerdir.
Onların bu konudaki
delilleri yukarıda geçen Ümmü Seleme (r.a.) hadisidir. Ümmü Seleme cela sürmesi
hakkında demişti ki: "Gözlerine sürme çekme. Ancak çok zor durumda
kalırsan, geceleyin çeker, gündüz silersin." Delillerinden biri de Ümmü
Seleme'nin (r.a.) aktardığı şu diğer rivayettir: Gözlerime azvay denen bir
çeşit acı ağaç usaresi sürmüşken Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
yanıma geldi. "Bu nedir? Ey Ümmü Seleme!" dye sordu. Ben de:
"Azvaydır, ey Allah'ın Rasulü! Kokusu yok." dedim. Bunun üzerine:
"O yüzü gençleştirir, güzelleştirir." deyip devamla: "Onu ancak
geceleyin sürer, gündüz siler çıkarırsın." buyurdu. Ümmü Seleme'den gelen
bu iki rivayet bir tek hadistir. Raviler parçalamıştır. Malik hadisin bu
kadarını Muvatta'ına "Belağ = Bana ulaştı ki..." ifadesiyle almıştır.
Ebu Ömer Temhid adlı eserinde bu hadisin çeşitli senetlerini zikretmiştir ki,
bunlar birbirlerini takviye eder. Malik'in bu hadisi delil olarak kullanması da
kafidir. Sünen sahipleri hadisi kitaplarına almışlar ve imamlar onu delil
olarak kullanmışlardır. Hadis en azından hasendir. Ancak Ümmü Seleme'nin bu
hadisi görünüşte Buhari ve Müslim tarafından müsned olarak kaydedilen yine Ümmü
Seleme'nin kendisinen rivayet ettiği diğer bir hadise aykırıdır. Zira hadis
kocası ölen kadının, her iki halükarda sürme kullanamayacağını göstermekte;dir.
Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gözlerinden şikayetçi olan
kadına ne gece , ne gündüz, ne zaruretten dolayı ne de başka bir sebepten ötürü
sürme kullanması için izin vermiş; aksine iki yahut üç kere "Hayır!"
cevabını vermiş, "ancak zorunlu kalırsan kullanabilirsin" dememiştir.
Malik'in rivayetine göre Ubeyd'in kızı Safiyye, kocası Abdullah b. Ömer'in
yasını tutarken gözlerinden rahatsızlanmış, gözleri neredeyse çapak bağlayacak
hale geldiği halde sürme kullanmamıştı.
Ebu Ömer diyor ki: Bu
hadis dış görünüş itibarıyla, geceleyin kullanılmasının mubah olduğunu ifade
eden diğer Ümmü Seleme hadisine ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) mutlak bir tarzda iki-üç kere "Hayır!" demesine aykın
düşmekteyse de, bence —Allah daha iyi bilir ya— iki hadisin birleştirilmesi
şöyle olmalıdır: Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hakkında
"Hayır!" dediği rahatsızlık —Allah daha iyi bilir ya— sürme kullanmayı
zorunlu kılacak bir dereceye ulaşmamıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) o kadına bu işi yasaklamıştı. Şayet kadın,
gözünün görmez hale gelmesinden korkulacak şekilde sürme kullanma zorunluluğu
ve ihtiyacı ile karşı karşıya kalsaydı, tıpkı, kendisine "Geceleyin sürün,
gündüz sil." dediği kadına yaptığı gibi, elbette ona da sürme kullanmayı
mubah kılardı. Kıyas da, bu yorumun doğruluğuna tanıklık eder. Zira usulde
zaruretler, sakıncalı olan şeyleri mubah hale çevirirler. Bu sebepten ötürü Malik,
Ümmü Seleme'nin (r.a.) fetvasını sürme konusundaki müsned hadisin bir tefsiri
saymıştır. Çünkü hadisi Ümmü Seleme (r.a.) rivayet etmiştir. Onun nazarında
hadis sahihse, muhalefet etmez. Kendisi hadisin anlam ve yorumunu daha iyi
bilir. Kıyas da buna tanıklık eder. Zira bir şeye zorunlu ihtiyacı olan
kimseye, zinet içinde müreffeh yaşayan kimsenin hükmü verilmez. ilaç ve
tedavinin zinetle hiçbir alakası yoktur. Yas tutan kadına tedavi değil,
yalnızca süslenmek yasaklanmıştır. Ümmü Seleme rivayet ettiği şeyi daha iyi
bilir. Hem kıyas açısından da bu doğrudur. Fıkıhçılar bu görüştedirler. Malik,
Şafii ve fakihlerin çoğunluğu bu görüşü savunmaktadırlar.
İmam Malik (r.a.)
Muvatta'mda kendisine ulaştığına göre, Salim b. Abdullah ile Süleyman b.
Yesar'ın kocası Ölen kadın hakkında şöyle dediklerini kaydeder: Gözlerindeki
bir iltihaptan yahut kendisine isabet eden bir rahatsızlıktan dolayı gözüne
zarar gelmesinden korkarsa, sürmenin içinde güzel koku olsa bile, gözlerine
sürme çekip sürme ile tedavi olabilir, " Ebu Ömer diyor ki: Çünkü amaç
güzel koku sürünmek değil, tedavi olmaktır. Ameller niyetlere göredir.
İmam Şafii, (r.a.) diyor
ki: Azvay san renk verir, zinet olur. Güzel koku değildir, cela sürmesidir.
Ümmü Seleme (r.a.), kadına görülmediğinden ötürü geceleyin kullanması ve
görüldüğünden dolayı da gündüz silmesi şartıyla izin vermiştir. Benzerleri de
böyledir.
Ebu Muhammed İbn Kudame,
Muğni adlı eserinde diyor M: Yas tutan kadının sürme taşıyla gözüne sürme
çekmesi yasaklanmıştır. Çünkü onunla süslenme meydana gelir. Tutya, anzarot vb.
şeylerin sürme olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur. Zira bunlarda
süslenme anlamı yoktur. Aksine bunlar gözü çirkinleştirir ve hastalığını
artırırlar... Yüzü dışında bedeninin diğer yerlerine azvay sürmesi merLedilmez.
Çünkü azvayın yalnızca yüze sürülmesi yasaklanmıştır. Zira yüze san renk verir
ve böylece kınaya benzemiş olur. Bundan ötürü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem): "O, yüzü gençleştirir, güzelleştirir." buyurmuştur.
Ümmü Seleme hadisinden
dolayı yas tutan kadının tırnaklarını kesmesi, koltuk altı kıllarını yolması,
tıraş edilmesi mendup olan kılları tıraş etmesi, Arabistan kirazı denilen sidir
ile yıkanması ve onunla saçlarını taraması yasak değildir. Çünkü sidir
kullanmaktan maksat, güzel koku sürünmek değil, temizlenmektir. İbrahim b. Hani
en-Nisaburi, Mesail adlı eserinde kaydeder ki: Ebu Abdillah (Ahmed b.
Hanbel)'e: "Kocası ölen kadın sürme taşı ile yüzüne sürme çekebilir
mi?" diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: "Hayır, çekemez. Ancak
isterse, gözüne bir zarar gelmesinden korkup, şiddetli rahatsızlık duyduğunda
azvay ile gözüne sürme çekebilir."
İkinci tür: Zinetli
elbise. Yas tutan kadına, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
kendisine yasakladığı şeyler ve O'nun yasakladığından daha çok yasaklanmaya
layık olan, veyahut O'nun yasakladığına denk olan şeyler haramdır. Sahih bir
rivayete göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Boyalı elbise
giyemez." buyurmuştur. Bu ifade aspur ve safranla boyanmış olanları ve
diğer kırmızı, sarı, yeşil ve saf mavi ile boyanmış olanlan ve bütün
güzelleştirme ve süsleme amacıyla boyanmış olan elbiseleri kapsar. Başka bir
metinde: "Gerek aspurla, gerekse çamurla boyanmış elbise giyemez."
buyrulmuştur.
Bunlardan başka iki tür
daha vardır: 1- İzin verilmiş olan: Boya maddesi kanşmaksızm doğal şekliyle
ipek, ibrişim, pamuk, keten, yün, deve tüyü yahut kıldan dokunan ya da çizgili
aba kumaşlarında olduğu gibi, bükülmüş ipliği boyanmış olup da başkasıyla
birlikte dokunan. 2- Mesela siyah renkte olduğu gibi, boyamadan maksat süslenme
olmaz veya çirkinleştirme yahut kiri örtüp kapama için boyama yapılırsa bu
yasak değildir.
İmam Şafü (r.a.) diyor
ki: Elbisede iki zinet vardır: 1- Elbise giyeni güzelleştirir. 2- Ayıp yerleri örter.
Ebliseler giyenler içir. bir zinettir. Yas tutan kadına vücudunu süslemek
yasaklandığı halde ayıp yerlerini kapatmak yasaklanmamıştır. Her türlü beyaz
elbise giymesinde bir sakınca yoktur. Çünkü beyaz, süsleyici değildir. Yün,
deve tüyü, ipek vb. gibi boya maddesi kanşmaksızm doğal şekliyle dokunan her
şey böyledir. Yine mesela siyah renkte olduğu gibi boyamadan maksat süsleme
olmayan veya çirkinleştirme yahut kiri giderme için boyanan her şey de
böyledir. Elbisede yahut üzerindeki başka şeylerde süs ya da nakış bulunuyorsa,
yas tutan kadın onu giyemez. Bu hüküm her hür yahut cariye, büyük yahut küçük,
müslüman yahut zimmi kadın için geçerlidir.
Ebu Ömer diyor ki:
Şafii'nin (r.a.) bu konudaki görüşü, Malik'in görüşü gibidir. Ebu Hanife ise
diyor ki: Boyalı olmasa da, yas tutan kadın süslenme kasdederse, gerek asb
denilen çizgili Yemen kumaşından ve gerekse ipekten mamul elbise giyemez. Şayet
boyalı elbiseyi zinet olarak giyinmeyi kastetmezse, onu giyinmesinde bir
sakınca yoktur. Gözü rahatsız olursa, sürme olarak siyah ve başka renkleri
kullanabilir. Gözünde rahatsızlığı olmazsa sürme çekemez.
İmam Ahmed (r.a.) ise
Ebu Talib'in rivayetine göre diyor ki: İddet bekleyen kadın süslenemez,
herhangi bir güzel koku sürünemez, zinet olarak gözüne sürme çekemez, içinde
güzel koku bulunmayan herhangi bir yağ ile yağlanabilir, güzel kokmak için
miske ve safrana yaklaşamaz.
Bir yahut iki talakla
boşanmış kadın, boşayan kocası kendisine yeniden döner ümidiyle süslenip
bezenebilir.
Ebu Davud, Mesail adlı
eserinde Ahmed'in şöyle dediğini işittim, diyor: Kocası ölen, üç talakla
boşanan ve ihramlı olan kadınlar güzel koku ve zinnetten kaçınırlar.
Harb, MesaiVde
anlatıyor: İmam Ahmed'e (r.a.):. "Kocası ölen ve boşanan kadınlar ipek
olmayan aba giyebilirler mi?" diye sordum. "Kocası ölen kadın güzel
koku sürünemez, zinetle süslenemez." dedi ve güzel koku hususunda aşırı
derecede durdu. Ancak kadının hayızdan temizlendiğinde birazcık
sürünebileceğini belirtti. Sonra: "Üç talakla boşanan kadını, kocası ölen
kadına benzettim. Çünkü kocasının ona geri dönme imkanı kalmamıştır."
dedi. Sonra Harb, Ümmü Seleme'ye kadar uzanan senedi zikrederek diyor ki:
Kocası ölen kadın asburla boyalı elbise giyemez, kına yakınamaz, gözlerine
sürme çekemez, güzel koku sürünemez, güzel kokuyla saçlarını tarayamaz.
İbrahim b. Hani
en-Nisaburi, MesaiVde anlatıyor: Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel'e) kadının,
iddeti içinde yüzüne peçe tutunmasının, yahut iddeti içinde yağlanmasının
hükmünü sordum: "Sakıncası yok. Yalnızca kocası ölen kadının süslenmesi
mekruhtur." cevabını verdi. Ebu Abdillah: "İçinde güzel koku bulunan
her türlü yağla yaglanamaz." dedi.
İmam Ahmed, Şafii ve Ebu
Hanife'nin —Allah onlara rahmet eylesin— sözleri şu noktada toplanmaktadır:
Giyilmesi yasak olan elbise —hangi türden olursa olsun— zinet elbisesi olandır.
Kesinlikle doğru olan da budur. Çünkü kendisinden dolayı asbur ve kırmızı
çamurla boyanmış olan elbisenin yasaklandığı mana anlaşılmıştır. Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) boyanın yanında özel olarak bunu, emsalinin ve
yasaklanmaya daha layık olanların da yasaklandığını belirtmek için
zikretmiştir. Bundan dolayı yükset fiyatlı ve son derece şık olup da zinet
maksadıyla giyilen pahalı, lüks ve süslü abalar ile beyaz elbiseler (yas
konusunda) yasaklanmaya, boyalı elbiseden daha layıktırlar. Allah ve Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) maksadını anlayan herkes bunda kuşku duymaz. İş,
Ebu Muhammed b. Hazm'ın dediği gibi değildir. O diyor ki: Tas tutan kadın
yalnızca boyalı elbiselerden sakınır. Bundan sakındıktan sonra artık dilediği
gibi tabii rengi icabı beyaz yahut sarı da olan boyanmamış ipek, asli
rengindeki deniz yünü... vs. giyinmesi mubahtır. Altından örülmüş yahut tamamı
altın, gümüş, mücevher, yakut, zümrüt ve diğer kıymetli madenlerden dokunmuş
zinet eşyası takınması da mubahtır. Kaçınması gereken yalnızca şu beş şeydir:
1- Her türlü sürme. İster zorunlu olsun, ister olmasın, isterse gözleri görmez
olsun, ne gece ne gündüz sürme kullanabilir. 2- Gerek başa. gerek bedene yahut
bunlardan biri üzerine giyinilen her türlü boyalı elbiseden sakınması farzdır.
Bu konuda siyah, yeşil, kırmızı, san... vs. eşit konumdadır. Ancak yalnızca asb
denilen Yemen mamulü nakışlı kumaştan yapılan elbise müstesnadır, onu giyinmesi
mubahtır. 3- Her türlü kına ve makyaj boyalarından sakınması da farzdır. 4-
Saçlarını sadece tarakla tarama dışında taranıp süslenmekten de kaçınır. Sırf
tarakla saçların taraması helaldir. 5- Güzel kokunun her türlüsünden kaçınması
da farzdır, hiçtir güzel kokuyu üstüne yaklaştıramaz. Ancak yalnızca hayızdan
temizlendiğinde bir parçacık kust (öd ağacı) denilen Hindistan buhurundan yahut
tırnak buhurundan sürünebilir..." İşte İbn Hazm'ın zikrettiği bu beş şeyi
kendi ifadeleriyle aktardık.
ibn Hazm'ın ne zinetle
hiçbir alakası olmayan siyah elbise giymesini haram sayıp, altın, gümüş ve
mücevherattan mamul ateş gibi pırıl pırıl parlayan elbiseyi mubah sayması ve ne
de kiri yok etmek için kalın şekilde boyanmış elbiseyi haram sayıp güzelliği,
zerafeti ve şıklığı göz kamaştıran ipek elbiseyi mubah sayması şaşılacak bir
şeydir. Asıl şaşılacak olan "Bu, gerçekten Allah'ın dinidir; hiç kimsenin
buna aykırı görüş ileri sürmesi helal değildir." demesidir. Bundan daha
garibi de Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yas tutan kadına süslü
elbise giymeyi yasaklayan sahih hadisine muhalefete kalkışmasıdır ve bundan da
garibi, bu hadisi bu şekilde kaydettikten sonra: "Bu sahih değildir. Çünkü
b. İbrahim b. Tahman rivayet etmiştir. O, zayıf bir ravidir. Hadis sahih
olsaydı, elbette ona göre hüküm verirdik." demesidir. Ebu Muhammed b.
Hazm'ın İbrahim b. Tahman'la ne alıp veremediği var acaba! Oysa bu zat, altı
hadis imamının ittifakla hadislerini aldığı sika, güvenilir hadis
hafızlarındandır. Aralarında Buhari ve Müslim'in de bulunduğu Sahih sahipleri
onun hadislerini delil olarak kullanmakta ittifak etmişlerdir. Hadis imamları
onun güvenilirliğine ve doğruluğuna tanıklık etmişlerdir. Onlardan herhangi
birinden onun hakkında ne bir yaralama, ne bir tırmalama rivayet edilmiştir.
Muhadd isi erden herhangi birinin, onun rivayet ettiği bir hadisi illetli
bulduğu yahut onun sebebiyle hadisi zayıf saydığı asla görülmüş değildir. Benim
de hazır bulunduğum bir derste üstadımız Hafız Ebu'l-Haccac'a Tehztb'deki şu
metin okundu: "İbrahim b. Tahman b. Said el-Horasani Ebu Said el-Herevi:
Herat'ta doğdu. Nisabur'a yerleşti. Bağdad'a gitti ve orada hadis rivayetinde
bulundu. Sonra Mekke'ye yerleşti ve orada öldü." Tehzib sahibi, sonra bu
zatın kendilerinden hadis aldığı üstadlannı ve kendilerine hadis rivayet ettiği
öğrencilerini, sonra da şunları kaydetti: Nuh b. Amr b. el-Mervezi, Sufyan b.
Abdülmelik yoluyla İbn Mübarek'in onun hakkında: "Hadisi sahihtir.'
dediğini nakleder. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah onun hakkında Yahya b.
Main'in "Sakıncası yok." dediğini nakleder, el-İcli de böyle
demiştir. Ebu Hatim "Saduk, hadisi hasen." diyor. Osman b. Said
ed-Darimi: "Hadiste sika idi. Sonra hadis imamları sürekli onun rivayet
ettiği hadisi çok arzu eder, ona rağbet eder ve kendisinin sika olduğunu
söylerlerdi." demiştir. Ebu Davud "sika" olduğunu söylemiştir.
ishak b. Rahuyeh ise: "Hadisi sahih, rivayeti hasen (iyi) ve semaı bol
biriydi. Horasan'da ondan çok hadise sahip kimse yoktu. Kendisi sika biridir.
Cemaat (ana hadis kitapları müellifleri) ondan rivayette bulunmuştur."
demektedir. Kadı Yahya b. Eksem: "Horasan, Irak ve Hicaz'da hadis
rivayetinde bulunanların en seçkin, en güvenilir ve ilmi en geniş
olanlanndandır." demiştir. el-Mes'udi diyor ki: Malik b. Süleyman'ın şöyle
dediğini işittim: "İbrahim b. Tahman 168/784 senesinde Mekke'de vafat
etti. Arkasında kendisi gibi birini bırakmadı."
Sahabe —Allah onlardan
razı olsun— bu nasslara uygun ve bu nassların anlam ve maksatlarını ortaya
koyacak şekilde fetva vermişlerdir. Sahih bir rivayete göre İbn Ömer diyor ki:
Yas tutan kadın gözüne sürme çekemez, güzel koku sürünemez, kına yakmamaz;
asburlu, boyalı elbise ve çizgili aba giyemez, zinet eşyası ile süslenemez,
zinet maksadıyla bir şey takmamaz, yine zinet maksadıyla gözlerine herhangi bir
türden sürme çekemez; ancak gözü rahatsız olursa sürme kullanabilir.
Abdürrezzak - Süfyan
es-Sevri - Ubeydullah b. Ömer - Nafi' senetli sahih rivayete göre, ibn Ömer
demiştir ki: Kocası ölen kadın güzel koku sürünemez, kına yakmamaz, gözlerine
sürme çekinemez, boyalı elbise giyemez. Ancak asb denilen çizgili Yemen
kumaşından gömlek giyinebilir.
Sahih rivayete göre Ümmü
Atiyye demiştir ki: Yas :utan kadın, asb dışında boyalı elbise giyinemez, güzel
koku sürünemez. Ancak kust denilen Hindistan buhurundan ve tırnak buhurundan en
asgari sevtyede sürünebilir, zinet olarak gözlerine sürme çekemez.
ibn Abbas'ın (r.a.):
"Kocası ölen kadın,' güzel koku ve zinetten sakınır." dediği
sahihtir.
Sahih rivayete göre Ümmü
Seleme (r.a.) demiştir ki: Herhangi bir boyalı elbise giyemez, gözlerine sürme
çekemez, süs eşyası takmamaz, kına yakmamaz, güzel koku sürünemez.
Mü'minlerin annesi Hz.
Aişe (r.a.) diyor ki: Aspurla boyanmış elbise giyemez, güzel koku sürünemez,
gözlerine sürme çekinemez, süs eşyası takmamaz, isterse asb kumaşından mamul
elbise giyebilir.
Peçeye gelince;
el-Hıraki, Muhtasafmaa: "Kocası ölen kadın güzel koku, zinet, evinden
başka bir yerde geceleme, sürme taşıyla gözüne sürme çekme ve yüzüne peçe
takmaktan kaçınır." diyor. İmam Ahmed'den böyle açık bir ifade bulamadım.
Oysa İshak b. Hani, Mesailinde
diyor ki: Ebu Abdillah'a kadının iddeti içinde yüzüne peçe tutunmasının, yahut:
iddeti içinde yağlanmasının hükmünü sordum. "Sakıncası yok. Yalnızca
kocası ölen kadının süslenmesi mekruhtur." cevabını verdi. Lakin Ebu Davud
Mesailinde (Ahmed b. Hanbel'den naklen) kocası ölen, üç talakla boşanan ve
ihramlı olan kadınlar hakkında: "Güzel koku ve zinetten kaçınırlar."
diyerek kaçınacağı şeyler konusunda, kocası ölen kadını ihramlı kadınla bir
tutmuştur. Bu söz dış görünüşü itibarıyla yas tutan kadının peçe tutunmaktan da
kaçınmasını icabettirir. Allah daha iyi bilir ya, her halde Ebu'l-Kasım İmam
Ahmed'in bu ifadesinden çıkarmıştır. Ebu Muhammed de el-Muğni'de bu şekilde
illetlendirmistir: Diyor ki: Bölüm üç: Yas tutan kadının kaçınması gereken şeyler:
Peçe ve o anlamı taşıyan bürgü vs. Çünkü, iddet bekleyen kadın, ihramı kadına
benzer. İhramlı ise bundan kaçınır. Yüzünü örtme ihtiyacı duyarsa, ihramlı
kadının yaptığı gibi yüzü üzerine sarkıtır.
Soru: Peki, eğilmiş ipi
boyanan sonra ondan dokunan kumaştan mamul elbise hakkında ne diyorsunuz? Onu
giyinebilir mi?
Cevap: Bunda iki yön
vardır. İkisi de el-Muğni'de verilen ihtimallerdir: 1- Giymek haramdır. Çünkü
çok güzel, çok pahalı olup güzellik için boyanmıştır. Bu yüzden dokunduktan
sonra boyanan kumaşa benzemiştir. 2- Ümmü Seleme (r.a.) hadisindeki Allah
Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ancak asb kumaşından mamul
elbise giyilebilir." sözünden dolayı haram değildir. Çünkü kadının
zikrettiğine göre bu asb kumaşının önce eğilmiş ipi boyanır sonra dokunur. Usta
d "Birincisi daha doğrudur." demiştir. Asb ise, doğru olan görüşe
göre, kendisiyle kumaş boyanan bir tür bitkidir. Süheyli diyor ki: Vers (ala
çehre, yahut Yemen safranı denen bitki) ve asb yalnız Yemen'de yetişen iki
bitkidir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), yas tutan kadının asb
ile boyanmış elbise giymesine izin vermiştir. Çünkü kırmızı ve sarı gibi
güzelleştirme gayesi dışında boyanmış anlamındadır. Şu halde dokunduktan sonra
boyanan kumaşta zinet meydana geldiği gibi, önce eğilmiş ipi boyananla da zinet
ortaya çıktığı halde onun giyilmesini caiz görmenin bir anlamı yoktur. En iyi
bilen Allah'tır.
10- Hz. Peygamberin
(s.a.) istlbra konusundaki Hükümleri:
a) İstibranın genel
hükümleri:
Müslim'in Sahih'inde Ebu
Said el-Hudri'den rivayet edilen bir hadise göre, Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) Huneyn savaşı sırasında IMas'a bir ordu gönderdi. Bu ordu
düşmanla karşılaştı. Yapılan savaşta onları yendi. Pek çok kadın esir ele
geçirdiler. Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ashabından bazı
kimseler bu kadınların müşrik kocaları bulunmasından ötürü onlarla cinsi
İlişkiye girmeyi günah sayıp bu işten geri durdular. Allah Teala bu konuda:
"Maliki bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de haram
kılındı." ayetini [Nisa, 24] indirdi ve böylece "iddetlerinin
bitiminde o kadınlar size helaldir." demek istedi.
Yine Müslim'in
Sahih'inde Ebu'd-Derda'dan rivayet edilen bir hadise göre ise, Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir kıl çadırın kapısı önünde doğum yapma vakti
yaklaşmış bir kadına rastladı ve:"Herhalde sahibi onunla cinsi ilişki
kurmak istiyor." buyurdu. Yanındakiler: "Evet." dediler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):"İçimden kurdum ki, o
adama bir lanet edeyim, o lanetle kabrine girsin! Helal olmadığı halde o anne
kanundaki çocuğu nasıl mirasçı yapabilir? Helal olmadığı halde onu kendisine
nasıl hizmetçi yapabilir?" buyurdu.
Tirmizi'de Irbaz b.
Sariye'den aktarılan bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.}, kannlarındakini doğuruncaya kadar
esir kadınlarla cinsi ilişki kurmayı haram kılmıştır.
Müsned'de ve Ebu
Davud'un Sünen'inde Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet edilen bir hadise göre
Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem). Evtas savaşında ele geçirilen
kadın esirler hakkında: "Hamile olanlar doğuruncaya kadar, hamile
olmayanlar da bir aybaşı hali geçirinceye kadar cinsi ilişki kurulmaz."
buyurdu.
Tirmizi de Rüveyfi' b.
Sabit'ten (r.a.) rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem): "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse, kendi suyunu
başkasının çocuğuna içirmesin." buyurmuştur. Tirmizi: "Bu hadis
hasendir." diyor.
Ebu Davud'un aynı
sahabiden rivayetine göre ise, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Allah'a ve ahiret gününe inanan kimsenin, istibrası tamalarancaya kadar
esir kadınlardan herhangi birisiyle cinsi ilişkiye girmesi helal olmaz."
buyurdu.
Ahmed b. Hanbel'in
rivayet ettiği hadiste ise: "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse esir
alınan dul kadınlardan biliyle kadın hayız görünceye kadar cinsi ilişki
kurmasın." buyrulmuştur.
Buhari'nin Sahih'inde
rivayetine göre, ibn Ömer diyor ki: Kendisiyle cinsi ilişki kurulan cariye hibe
edildiğinde yahut satıldığında veyahut da azad edildiğinde bir hayız müddetince
istibrası beklensin. Bakirenin istibrası beklenilmez.
Abdürrezzak'm, Ma'mer -
Amr b. Müslim - Tavus senediyle rivayetine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) gazalanndan birinde: "Hiç kimse herhangi bir hamileye ve
bir hayız geçirinceye kadar herhangi gebe olmayan bir kadına ilişmesin."
diye ilan etmesi için bir tellal gönderdi.
Süfyan es-Sevri -
Zekeriyya - Şa*bi senediyle yine Abdürrezzak'ın rivayetine göre Evtas savaşında
müslümanlar kadın esirler ele geçirdiler. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve
Sellem), onlara doğum yapıncaya kadar herhangi bir hamileye ve bir hayız
geçirinceye kadar herhangi bir gebe olmayan kadına ilişmemelerini emretti.
Bu hadisler pek çok
hüküm İçermektedirler:
Birinci hüküm: Rahminde
çocuk bulunmadığı bilininceye kadar esir kadınla cinsi ilişkiye girmek caiz
değildir. Eğer hamile ise doğuma kadar, değilse bir hayız geçinceye kadar
kendisiyle cinsi ilişkiye girilmez. Şayet aybaşı olmayan kadınlardan ise, bu
konuda bir nass bulunmamaktadır. Gerek böyle durumdaki kadın gerek bakire ve
gerekse: İ) Satıcısının yanında iken hayız olup sonra satıcısı, hayızı müteakip
mülkiyetinden çıkarmadan önce kendisiyle cinsi ilişkiye girmemiş iken satmış
olması, 2) Yahut korunaklı bir kadının yanında bulunup ondan bir adama intikal
etmesi yollarından biriyle rahminde çocuk bulunmadığı bilinen kadın hakkında
ihtilaf edilmiş; Şafii, Ebu Hanife ve Ahmed, hadislerin umumi ifadelerini esas
alarak, rahmin boş olduğu bilinmekle birlikte iddetin vacip olmasını gözönünde
bulundurarak ve sahabe * tatbikatını delil göstererek bütün bunlar hakkında,
istibrayı vacip görmüşlerdir. Nitekim Abdürrezzak'ın İbn Cüreyc'tan rivayetine
göre Ata anlatıyor: Bir cariye (satılmak suretiyle) üç tüccarın elinden geçti
ve bir çocuk dünyaya getirdi. Bunun üzerine Hz. Ömer kailleri çağırttı. Onlar
da cariyenin çocuğunu, adamlardan birinin nesebine kattılar. Sonra Hz. Ömer
şöyle dedi: Kim hayız görme yaşma ulaşmış bir cariye satın alırsa, hayız
oluncaya kadar ona ilişmeden beklesin. Şayet hayız olmazsa kırk beş gece
beklesin.
Diyorlar ki: Allah,
gerek hayızdan kesilmiş ve gerekse hayız görme yaşma ulaşmamış kadınlara iddet
beklemelerini vacip kılmış ve bu müddeti de üç ayla sınırlamıştır. İstibra,
cariyenin iddetidir; hem hayızdan kesilmiş olana ve hem de hayız görme yaşma
ulaşmamış olana vaciptir.
Diğerleri diyorlar ki:
istibrada gözetilen amaç, rahmin boş olduğunun bilinmesidir. Bu yüzden cariye
sahibi, rahminin boş olduğunu kesin olarak bilirse onunla cinsi ilişki
kurabilir, istibrada bulunması vacip değildir. Nitekim Abdürrezzak'm, Ma'mer -
Eyyub - Nail* senediyle rivayetine göre İbn Ömer (r.a.): "Cariye, bakire
olursa, sahibi isterse istibrada bulunmayabilir." demiştir. Buhari de
Sahih'inde ibn Ömer'in bu sözünü kendisinden rivayet etmiştir.
Hammad b. Seleme'nin,
Ali b. Zeyd - Eyyub b. Abdullah el-Lahmi senediyle rivayetine göre ibn Ömer
anlatıyor: Celula savaşında payıma bir cariye düştü. Boynu sanki gümüş ibrik
gibiydi. Kendimi tutamadım. İnsanların gözleri önünde onu öpmeye başladım.
İmam Malik'in görüşü de
bu yoldadır. Şimdi burada onun benimsediği kaide ve bu kaideden çıkan fıkhi
hükümleri vereceğiz: Ebu Abdillah el-Mazeri, (v. 536/1141) istibra konusunda
bir kaide ortaya koymuştur ki, o kaidenin metnini aynen sunuyoruz:
"Bu konuda prensip
şudur: Gebe olmadığından emin olunan her cariyede istibra lazım değildir. Büyük
ihtimalle gebe olduğu sanılan, yahut gebeliğinde şüphe ya da tereddüt edilen
cariyede istibra lazımdır. Büyük ihtimalle rahminin boş olduğu sanılan, ancak
büyük ihtimal yanında rahminde çocuk bulunması ihtimali de mevcut olan cariye
konusunda (Maliki) mezhebinde istibranm gerekliliği yahut düşeceği hususunda
iki görüş bulunmaktadır."
Sonra el-Mazeri, bu
prensibi esas alarak cinsi İlişkiye dayanıklı küçük cariyenin ve hayızdan
kesilmiş cariyenin istibrası gibi, bir takım fıkhi hükümler çıkarmıştır. Bu
konuda İmam Malik'den iki rivayet vardır, el-Cevahir sahibi diyor ki: Onüç
yahut ondört gibi gebe kalma yaşma yaklaşmış bulunan küçük cariyede istibra
vaciptir. Dokuz-on yaşındakiler gibi, cinsi ilişkiye dayanıklı olup ancak
emsalleri gebe kalmayan küçük cariyenin istibrası hususunda iki rivayet vardır.
Malik, ibn Kasım'ın rivayetine göre istibrayı gerekli görmüş, ibn Abdilhakem'in
rivayetine göre ise gerekli görmemiştir. Şayet cariye cinsi ilişkiye dayanıklı
olmayanlardan ise istibra gerekmez. Diyor ki: Kırk-elli yaşındakilerde olduğu
gibi hayız görme yaşını geçmiş, ama hayızdan kesilme yaşına ulaşmamış cariyede
istibra vacipdir. Hayızdan kesilmiş ve artık hayız görme ihtimali kalmamış
bulunan cariyede istibrlnın vacip olup olmadığında İbn Kasım ve İbn
Abdilhakem'den iki rivayet aktarılmıştır. el-Mazeri diyor ki: Cinsi ilişkiye
dayanıklı küçük cariyenin ve hayızdan kesilmiş cariyenin istibrasmın sebebi
şudur: Bunlarda nadiren de olsa gebe kalma imkanı vardır; yahut imkan bulunan
yerlerde imkan yoktur diye iddiada bulunulması için gediği tıkamak sebebi.
el-Mazeri diyor ki: Şu
hususlarda istibra, bu sebeple gerekil görülmüştür:
1- Zina etmiş olması
korkusuyla cariyenin istibrası. Bu tür istibraya su-i zandan dolayı istibra
denilmektedir. Bu konuda iki görüş vardır. Istibranın gerekmediği görüşü
Eşheb'e aittir.
2- Kötü huylu cariyenin
istibrası. Bunda iki görüş vardır. Baskın olan görüş: Her ne kadar nadiren
olursa da, böyle bir durumda sahiplerinin onlarla cinsi ilişkiye girmemeleri
gerekir.
3- Hayaları kesik bir
adamın, yahut bir kadının, yahut da mahrem birinin satmış olduğu cariyenin
istibrası. Vacip olup olmadığı konusunda imam Malikten iki rivayet vardır.
4- Tasarrufta bulunmuş,
sonra acziyete düşmüş ve efendisine geri dönmüş bulunan mükatebe (efendisine
belli miktar para getirmek suretiyle hürriyetini elde etme) sözleşmesi yapmış
cariyenin istibrası. ibn Kasım istibranın gerekliliğini, Eşheb ise gereksizliğini
savunmaktadır.
5- Bakirenin istibrası.
Ebu'l-Hasan el-Lahmi: "İhtiyat olarak müstahaptır, vacip değildir."
diyor. İmam Malik'in daha başka müntesipleri ise vaciptir diyorlar.
6- Satıcı, cariyenin
istibrasını gerçekleştirir ve müşteri de onun bu yaptığını bilirse satıcının
istibrası, müşterinin istibrası yerine geçer.
7- Sahibi, cariyeyi
müşteri yanına emanet koymuş olsa ve cariye emanet bırakıldığı şahsın yanında
bir aybaşı hali geçir&e, sonra o kimse cariyenin istibrasını
gerçekleştirse, ikinci bir istibraya ihtiyaç duymaz, o geçirdiği aybaşı hali
cariyenin istibrası yerine geçer. Bu ise cariyenin dışarı çıkmaması ve
efendisinin onun yanına girmemiş olması şartıyla geçerlidir.
8- Bir kimse cariyeyi,
kendi hanımından yahut ailesi içindeki kendi küçük çocuğundan satın alsa ve
cariye satıcmm yanında aybaşı hali geçirse: ibn Kasım'a göre şayet cariye
dışarı çıkmamışsa, bu istibra için yeterlidir; Eşheb'e göre ise, eğer satıcı
müşteriyle birlikte bir evde duruyor ve müşteri (koca veya baba) o cariyeyi kolluyor,
müdafaa ediyor olsun veya olmasın bu durum istibra için yeterlidir.
9- Şayet cariyenin
efendisi uzaklarda olur ve dönüp geldiğinde bir adam, cariye dışan çıkmadan
önce kendisinden onu satın alırsa, yahut cariye hayızlı halde dışan çıkmış olup
da temizlenmeden önce satın alırsa istibrada bulunması gerekmez.
10- Cariye, hayız
halinin başında iken satılırsa İmam Malik'ten gelen meşhur görüşe göre, bu onun
için bir istibra sayılır. Yeni bir hayız görmesine gerek kalmaz.
11- Cariyeye bir
başkasıyla ortaklaşa sahip olan kimse, ortağından cariyenin diğer payını da
satın alsa ve cariye satın alanın emri altında olup onun yanında iken aybaşı
olmuş olsa, o kimsenin istibrada bulunması gerekmez.
İmam Malik'in
mezhebindeki bütün bu fıkhı hükümler, onun istibra konusundaki prensibini sana
bildirmektedir: Yani rahmin boş olduğu bilinmedikçe, yahut zannedilmedikçe
istibra vacip olur, rahmin boş olduğu bilinir yahut zannedilirse istibra vacip
olmaz. Ebu'l-Abbas ibn Süreye ve Ebu'l-Abbas İbn Teymiye, ibn Ömer'den (r.a.)
de sahih olarak nakledildiği gibi, bakirenin istibrası vacip değildir
demişlerdir. Onların görüşüne biz de katılıyoruz. Cariyenin mülkiyetinin her el
değiştirmesinde, ne olursa olsun istibranın vacip olduğu yolunda Hz.
Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) umumi bir nass aktanlmamıştır.
Yalnızca Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) esir alınan kadınlarla,
hamile olanlar doğum yapıncaya ve olmayanlar ise aybaşı görünceye kadar cinsi
ilişki kurulmasını yasaklamıştır.
Soru: Hadisin genel ifadesi
dullarla cinsi ilişki kurmanın yasak olması gibi, isübradan önce bakirelerle de
cinsi ilişki kurmar m haram olmasını gerektirir.
Cevap: Evet, öyle.
Neticede hadis umumi yahut mutlaktır, ondan maksadın ne olduğu da
anlaşılmıştır. Şu halde istibrayı gerektiren durumun bulunması halinde, tahsis
görür yahut şaıta bağlanır. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu
hadisinin mefhumuyla da tahsis edilir: "Allah'a ve ahiret gününe inanan
kimse esir alınan dul kadınlardan biriyle kadın hayız görünceye kadar cinsi
ilişki kurmasın." Aynca sahabi görüşüyle de hadis tahsis görür. Bu
sahabiye aykırı görüş beyan eden bir kimse bilinmemektedir.
Buhari'nin
Safttfı'indeki bir hadiste Büreyde anlatıyor: Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi
ve Sellem), humusu alması için Hz. Ali'yi Yemen'e Halid'in yanına gönderdi. Hz.
Ali onların içinden kendisi için bir esir kadın seçip aldı. Sabah oldu
gusletti. Halid'e: "Şunu görüyor musun?" dedim. —Bir rivayete göre
Halid, Büreyde'ye: "Şunun yaptığını görüyor musun?" eledi.— Büreyde
anlatmaya devam ediyor: Hz. Ali'ye (r.a.) buğzederdim. Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanına gelince durumu kendisine anlattım. Bana:
"Ey Büreyde! Ali'ye buğz mu ediyorsun?" diye sordu. "Evet."
dedim. "Ona buğzetme. Humusta onun bundan daha çok hakkı vardır,"
buyurdu. Bu cariye ya bakire idi, Hz. Ali bundan dolayı istibrasını gerekli
görmedi. Ya da aybaşı halinin son deminde idi. Bu yüzden ona sahip olmadan
önceki hayızla yetindi. Her ne olursa olsun, istibraya gerek duyulmayacak şekilde
cariyenin rahminin boşluğu anlaşılmış olmalıdır.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözünü gereği gibi inceden inceye düşünürsen:
"Hamile olanla doğuruncaya kadar, hamile olmayanla da aybaşı hali
geçirinceye kadar cinsi ilişki kurulmaz." sözünü görür ve bundan şunu
anlarsın: Hamile olmayan demek, hamile olması da, olmaması da mümkün olan
demektir. Bu yüzden hamile olması korkusuyla kendisiyle cinsi ilişkiye
girilmez. Bu kişi onun rahminin durumunu bilmemektedir, işte Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), esir kadınlar hakkındaki bu sözü, esir alanlar
onların durumlarını bilmedikleri için söylemiştir.
Buna göre bir cariyeye
sahip olan ve mülk edinmeden Önce onun halini, hamile olup olmadığını bilmeyen
herkes, cariye bir hayız geçirmek suretiyle istibrada bulununcaya kadar onunla
cinsi ilişkiye giremez. Bu akılla anlaşılabilir bir husustur; ne kastedildiği
anlaşılmayan sırf taabbudi bir husus degidir. Bakirenin, emsalleri hamile
kalmayan küçüğün, kişinin kendi karısından satın aldığı kendi evinde bulunan ve
asla dışarı çıkmayan cariyenin ve bunlar gibi rahminde çocuk bulunmadığı
bilinen cariyenin istibrasının bir anlamı volttur. Aynı şekilde kadın zina edip
de evlenmek istediğinde, onunla evlenecek şahıs, kadın bir hayız geçirinceye
kadar bekler, istibrada bulunur, sonra evlenir. Yine aynı şekilde kadın evli
iken zina etse, bir hayız geçinceye kadar kocası ondan geri durur. Yine aynı
şekilde efendisi öldüğünde ümmü veled bir hayız geçirinceye kadar iddet bekler.
Ahmed b. Hanbel'in oğlu
Abdullah diyor ki: Babama: "Efendisi öldüğünde, yahut efendisi kendisini
azad ettiğinde ümmü veled ne kadar iddet bekler?" diye sordum. Şöyle cevap
verdi: iddeti bir hayızdır. O, her halükarda cariyedir. Bir cinayet işlerse,
işlediği cinayetin kıymetini efendisi öder. Şayet kendisine karşı bir cinayet
işlenirse, cinayeti işleyen kimse onun eksilen kıymetini öder. Vefat ederse,
geride bıraktığı her şey efendisinin olur. Eğer bir haddi gerektirecek bir suç
islerse, kendisine cariyelere uygulanan had cezası tatbik edilir. Şayet
efendisi onunla evlenirse, doğurduğu çocuklar kendisinin durumunda olur; onun
azad olmasıyla azad, köle olmasıyla köle olurlar.
b) Ümmü Veledin İddeti:
Alimler, ümmü veledin (efendisinden
çocuk doğuran cariye) iddeti konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, dört
ay on gün iddet bekler demişlerdir. Bu, hür kadının iddetidir ve bu, kölelikten
hürriyete kavuşan cariyenin iddetidir. İddeti dört ay on gündür diyenlerin, onu
mirasçı kılmaları ve hür kadın hükmünde görmeleri gerekir. Çünkü iddet
konusunda onu hür kadın konumuna geçirmişlerdir. Bazı alimler ise ümmü veledin
iddeti üç hayızdır, demişlerdir. Bu görüşün hiçbir tutunulacak yönü yoktur. Üç
hayız müddeti, boşanmış kadın iddet bekler. Oysa ümmü veled ne boşanmıştır ne
de hürdür. Allah iddeti zikretmiş ve "Sizden vefat edenlerin geride
bıraktıkları hanımları dört ay on gün beklerler. "[Bakara, 234] Ümmü veled
ise hür ya da zevce değil ki, dört ay on gün iddet beklesin. Allah:
"Boşanan kadınlar üç kar' müddeti beklerler."[Bakara, 228]
buyurmaktadır. Ümmü veled ise kölelikten hürriyete kavuşan bir cariyedir. Bu,
İmam Ahmed'in (r.a.) İfadesidir.
Aynı şekilde İmam Ahmed,
Salih'in rivayetine göre demiştir ki: Ümmü veled, efendisi öldüğünde ya da
efendisi kendisini azad ettiğinde bir hayız müddeti iddet bekler. Ümmü veled
her halükarda cariyedir.
Muhammed b. Abbas'ın
rivayetine göre ise şöyle demiştir: Efendisi Öldüğü zaman, ümmü veledin iddeti
dört ay on gündür.
Üstad (ibn Kudame)
el-Muğni adlı eserinde diyor ki: Ebu'l-Hattab, imam Ahmed'den: "Ümmü veled
iki ay beş gün iddet belder." şeklinde bir üçüncü rivayet nakletmiştir.
İmam Ahmed'den bu rivayeti et-Cami'de bulamadım. Ahmed'den gelen bu rivayetin
sahih olduğunu sanmıyorum. Bu şekildeki görüş Ata, Tavus ve Katade'den rivayet
edilmiştir. Çünkü ümmü veled efendisinin ölümü anında cariyedir. Dolayısıyla
onun iddeti de cariye iddetidir. Nitekim, bir adam ölüp geride cariye karısını
bıraksa, bu cariye adamın ölümünden sonra azad olur. Bu rivayet İshak b.
Mansur'un Ahmed'den rivayeti değildir.
Ebu Bekir Abdulaziz,
Zadu'l-müsafir adlı eserinin "Ümmü veledin vefat ve boşanmadan dolayı
iddet beklemesi konusu" bölümünde şunları kaydediyor: İbnu'l-Kasım'ın
rivayetine göre Ebu Abdillah: "Ümmü veled, kocasının yanında iken efendisi
ölse, iddet beklemesi gerekmez. Kocasının yanında iken nasıl iddet
bekler?" demiştir. Mühenna'nın rivayetine göre de: "Efendisi ümmü
veledi azad ettiği zaman, ümmü veled iddetten çıkıncaya kadar, efendisi onun kızkardeşiyle
evlenemez." demiştir. ishak b. Mansur'un rivayetine göre ise: "Ümmü
veledin vefat, boşanma ve ayrılma konulannda beklemesi gereken iddet cariye
iddetidir." demiştir.
"Ümmü veledin
iddeti dört ay on gündür." diyenlerin delilleri: Ebu Davud'un rivayetine
göre Amr b. As diyor ki: "Peygamberimiz Muhammed'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) sünnetini bize yanlış göstermeyin. Efendisi öldüğü zaman, ümmü veled
dört ay on gün iddet bekler." Bu görüş iki Said (Said b. Müseyyeb ve Said
b. Cübeyr), Muhammed b. Sirin, Mücahid, Ömer b. Abdulaziz, Hılas b. Amr, Zühri,
Evzai ve ishak'ın görüşüdür.
Diyorlar ki: Çünkü ümmü
veled hürdür. Hür zevce gibi dört ay on gün iddet bekler.
Ata, Nehai, Sevri, Ebu
Hanife ve arkadaşları, üç hayız müddeti iddet bekler diyorlar. Bu görüş Hz. Ali
ve ibn Mes'ud'dan da livayet edilmiştir. Diyorlar ki: Ümmü veledin bir iddet
beklemesi gereklidir. Zevce değildir ki kocası ölen kadınlar hakkında inen
ayetin hükmüne girsin; cariye değildir, cariyelerin bir hayız müddeti istibrada
bulunmalarını ifade eden nassların hükmüne girsin. Daha çok boşanan kadına,
benzemektedir. Dolayısıyla, üç kar' iddet bekler.
Bu görüşlerin doğrusu;
ümmü veled, hayız müddeti istibrada bulunur. Şu alimler bu bu görüştedirler:
Osman b. Affan. Aişe, Abdullah b. Ömer, Hasan (el-Basri), Kasım b. Muhammed,
Ebu Kılabe, Mekhul, Malik, Şafii, kendisinden gelen rivayetlerin en meşhuruna
göre Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr ve İbnü'l-Münzir. Zira bu, boynundan
mülkiyet kalktığından dolayı yapılan sırf istibradır. Bu da gerek azad edilen,
gerek mülkiyet altında bulunan ve gerekse esir edilen diğer cariyelerin
istibralarında olduğu gibi, hayız gören ümmü veledler hakkında bir tek
hayızdır. Arar b. As hadisine gelince: İbnu'l-Münzir şunları kaydediyor: Ahmed
ve Ebu Ubeyd, Amr b. As hadisinin zayıf olduğunu söylemişlerdir. Muhammed b.
Musa diyor İti: Ebu Abdillah (Ahmed b. HanbeD'e Amr b. As hadisini sordum;
"Sahih değildir." dedi. el-Meymuni diyor ki: Ebu Abdillahı gördüm, bu
Amr b. As hadisine şaşardı. Sonra: "Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) sünneti nerede, bu nerede?" dedi ve şunu ilave etti: Dört ay on
günlük iddet, nikahtan dolayı hür kadının beklemesi gereken iddettir. Bu (ümmü
veled) ise, kölelikten hürriyete kavuşmuştur. Böyle söyleyenlerin onu mirasçı
kılmaları gerekir. "Ümmü veled, üç hayız müddeti iddet bekler."
diyenlerin bu görüşlerinin tutunulacak bir yönü yoktur. Bu iddeti, boşanan
kadın bekler. (İbnu'l-Münzir'in) sözü bitti.
el-Münziri diyor ki: Amr
hadisinin senedinde Ebü Reca Matar b. Tahman el Verrak vardır. Bir çok kimse
onun zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir. Üstatımız Hafız Ebu'l-Haccac'm.
Kitabu't-Tehzib adlı eserde bize haber verdiğine göre Ebu Talib diyor ki: Ahmed
b. Hanbel'e Matar el-Verrak'ı sordum, "Yahya b. Said, onun Ata'dan rivayet
ettiği hadisleri zayıf sayardı." dedi. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah
anlatıyor: Babama Matar el-Verrak*ı sordum, "Yahya b. Said, Matar
el-Verrak'ın rivayet ettiği hadisleri, bellek kabiliyetinin kötülüğü (su-i
hıfz) konusunda İbni Ebi Leyla'ya benzetirdi." dedi. Abdullah diyor ki:
Babama onu sordum, "Özellikle Ata'dan yaptığı rivayetlerde ibni Ebi
Leyla'ya ne kadar da yakın biri!" dedi ve: Matar'm, Ata'dan rivayet ettiği
hadisler zayıftır." diye ekledi. Yine Abdullah der ki: Yahya b. Main'e
Matar el-Verrakı söyledim, "Ata b. Ebu Rabah'dan rivayet ettiği hadisler
zayıftır" dedi. Nesa:i onun hakkında: "Güçlü değildir" diyor,
imdi, o sika bir ravidir. Ebu Halim er-Razi onun hakkında
"salih'ul—hadis" deyimini kullanmış, ibn Hibban onu es-Sikat adlı eserinde
kaydetmiş ve Müslim onun rivayetini delil olarak kullanmıştır. Şu halde ondan
dolayı hadisi zayıf görmenin bir tutunulacak yönü yoktur.
Hadisin illeti, Kabisa
b. Züeyb'in, Amr b. As'dan rivayet etmiş olmasıdır. Darakutni'nin dediğine göre
Kabisa ondan hadis işitmemiştir. Bir başka illeti daha vardır: Hadis,
mevkuftur. Amr b. As: "Peygamberimizin sünnetini bize yanlış
Öğretmeyin" dememiştir. Darakutni diyor ki: Doğrusu "Dinimizi bize
yanlış öğretmeyin." şeklinde mevkuf olacaktır. Hadisin bir başka illeti
daha vardır: Hadis muzdariptir ve Amr'dan üç şekilde rivayet edilmiştir. Birisi
budur. İkincisi "Ümmü veledin İddeti, hür kadının iddetidir."
Üçüncüsü "Efendisi ölen ümmü veledin iddeti, dört ay on gündür. Eğer azad
edilirse, üç hayız müddeti iddet bekler." Bu üç sözü ondan Beyhaki rivayet
etmiştir. Beyhakinin nakline göre, İmam Ahmed: "Bu hadis münkerdir"
demiştir, Hılas, Hz. Ali'den, Kabisa'nın Amr'dan rivayeti gibi ümmü veledin
iddeti dört ay on gündür şeklinde bir rivayette bulunmuştur. Ancak Hılas b.
Amr'ın rivayet ettiği hadisler hakkında olumsuz şeyler söylenmiştir. Eyyub:
"Ondan hadis rivayet olunmaz. Çünkü o sahifecidir" demiştir. Mugire,
onun rivayet ettiği hadislere önem vermezdi. Ahmed: "Hz. Ali'den yaptığı
rivayetin kitap olduğu söylenir." demiştir. Beyhaki diyor ki:
"Hılas'ın Hz. Ali'den rivayet ettği hadisler, hadis alimlerine göre
zayıftır. Onun rivayetleri, bir sahifeden aktarmadır." Maamafih Malik,
Kafi' aracılıyla İbn Ömer'in, efendisi ölmüş ümmü veled hakkında: "Bir hayız
müddeti iddet bekler" dediğini rivayet eder. Hz. Ali ve Amr'dan rivayet
olunanlar sahih olsa bile, mesele sahabe arasında tartışmalıdır. Hüküm verici,
delildir. Ümmü veledin iddetini dört ay on gün sayanlar, yalnızca mananın
umumuna tutunmuşlardır. Zira onların tutunacakları bir umumi ifade yoktur. Ama
mananın umumiliğinin şartı, fertlerin hükme kaynak teşkil eden manada eşit
olmalarıdır. Böyle bir durum bilinmedikçe, aynı hükme katma gerçekleşmez. Ümmü
veledi zevcenin hükmüne katanlar, ümmü veledle zevce arasındaki benzerliğin
onunla cariye arasındaki benzerlikten daha güçlü olduğunu gördüler; çünkü ümmü
veled, efendisinin ölümüyle hür olmaktadır. Böylece hürriyeti ile birlikte
kendisine iddet gerekmiştir. Ama cariye de böyle bir durum söz konusu değildir.
Ayrıca, zevcenin iddetinin dört ay on gün olmasını icab ettiren mana, ümmü
veledde de mevcuttur. Zira bu süre, rahimde çocuk bulunduğu kesinlikle
anlaşılan sürenin asgari sinindir. Bu meselede ise zevce ile ümmü veled
arasında farklılık söz konusu olmaz. Şeriat, iki benzer şeyi birbirinden
ayırmaz.
Bu görüş sahipleri
karşısında yer alanlar diyorlar ki: Ümmü veledin bağlı bulunduğu hükümler,
zevce hükümleri değil, cariye hükümleridir. Bundan dolayı: "Size
hanımlarınızın bıraktığı mirasın yarısı verilir."[Nisa, 12] ayetinin ve
daha başka ayetlerin hükmüne ümmü veled dahil olmamıştır. Nasıl olur da,
"Sizden vefat edip de geride hanımlarını bırakanlar..." ayetinin
hükmüne girebilir ki? iddet, sırf rahmin boş olup olmadığını anlamak için dört
ay on günle sınırlandırılmadı. Zira rahminde çocuk bulunmadığı kesin olarak
bilinenlere de vaciptir; zifafa girmeden ve halvetten önce de vaciptir. İddet,
nikah akdinin dokunulmaz yanlarından ve tamamındandır.
Cariyenin istibrasından
maksat, rahminde çocuk olup olmadığını anlamaktır. Bunda ise, bir hayız yeterli
olur. Buncan dolayı onun istibrası üç kar' olarak tayin edilmedi. Ama, hem
kocanın boşanmadan vazgeçme zamanını uzatmak ve hem de onun koca olmasına
bakarak hür kadının iddeti üç kar' olarak tayin edilmiştir. Bu mana, istibrada bulunan
cariyede, gözetilen bir hedeftir. Ümmü veledin zevce hükmüne katılmasını
gerektirecek bir nass bulunmamaktadır ve zaten bunun bir anlamı da yoktur. Ümmü
veled hakkında en uygun olanı, şeriat sahibinin esir kadınlar ve cariyeler
hakkında koyduğu hükümleri, onun için de geçerli saymak ve bu hükümleri
aşmamaktır. Başiirı Allah'tandır.
c) İstibranın Süresi:
İkinci hüküm; istibra,
asla bir temizlik müddetinin geçmesiyle meydana gelmez, bir hayız müddetinin geçmesi
gerekir Bu çoğunluğun görüşüdür ve doğru olan da budur. imam Malik'in mezhebine
müntesip alimler ve bir görüşüne göre imam Şafii tam bir temizlik müddetinin
geçmesiyle istibra gerçekleşir ve kadın hayız görmeye "hayızdan
temizlik" anlamına gelir şeklindeki, kendi görüşlerine esas almaktadırlar.
Ancak şu hadisler, onların bu görüşlerini çürütür. Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Hamile olanla, doğum yapıncaya kadar; hamile olmayanla
ise bir hayız müddeti geçirmek suretiyle istibrada bulununcaya kadar, cinsi
ilişkiye girilmez." buyurmaktadır. Ruveyff b. Sabit diyor ki: Allah
Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Huneyn savaşının yapıldığı gün:
"iMlah'a ve ahiret gününe inanan kimse, cariyenin bir hayız geçirmesi
suretiyle istibrada bulununcaya kadar, esir herhangi bir cariye ile cinsi
ilişkiye girmesin." buyurduğunu işittim. Bu hadisi imam Ahmed rivayet
etmiştir. O bu hadisi üç ayrı metinle kaydetmiştir ki, birisi budur. İkincisi:
"Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), cariye hayız oluncaya ve
hamileler doğuruncaya kadar onlarla cinsi ilişkiye girilmesini yasakladı."
Üçüncüsü: "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse, esir herhangi bir dul
kadınla, kadın aybaşı geçirinceye kadar, asla cinsi ilişkiye girmesin."
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bütün bu
hadislerde istibrayı —temizlik haline değil— yalnızca hayız haline bağlamıştır.
O'nun geçerli saydığını geçersiz, geçerli saydığını geçersiz saymak ve O'nun
nassına muhalif olana dayanmak caiz değildir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) nassı, halis kıyas gereğidir. Zira vacip olan istibradır ve
rahimde çocuk bulunmadığını ortaya koyan hayızdır. Temizlik hali ise rahimde
çocuk bulunmadığını göstermez. Şu halde istibra konusunda rahimde çocuk bulunmadığını
gösteren şeyi bir tarafa . bırakıp, bu hususu göstermeyen şeye dayanmak caiz
olmaz. Konuyu ayette geçen "kuru"' sözü "hayızdan temizlik
hali" anlamındadır, şeklindeki kabullerine dayandırmaları ise,
muhalefetten dolayı muhalefete dayanmak demektir. Bu ise ne bir delil, ne bir
şüphedir. Hem konuyu buna dayandırabilmeleri için: 1) Yukarıda zikredilen kendi
kabullerine aykırı olarak erkeğin karısını boşadığı temizlik halini kar' sayıp
üzerindeki mülkiyetin el değiştirdiği, yahut efendisinin vefat ettiği temizlik
halini istibrada bulunan cariye hakkında kar' saymamak. 2) Açıklığa kavuştuğu
üzere zikredilen hadise muhalefet etmek, 3) Açıkladığımız üzere manaya aykırı
düşmek zorunda kalırlar. Bu üç tür muhalefet olmadan, bu temellendirme onlar
için mümkün olmaz. Neticede, temizlik hali ile bir arada bulunan hayızm bir
bölümü rahimde çocuk bulunmadığını gösterir, diyorlar. Onlara denir ki: O zaman
siz hayızm bir bölümünü esas almaktasınız. Bu ise, hiç kimseye göre kar'
sayılmaz. Eğer "Bu, temizlik haline ve hayızm bir bölümünü esas almak
anlamındadır," derlerse, cevaben deriz ki: Bu görüş "kuru' "
kelimesinin ifade ettiği anlam konusunda ortaya atılmış üçüncü bir görüştür.
Böyle bir görüş, yani hakikat olarak "kuru"' kelimesinin hayız ve
temizlik
halinden müteşekkil bir
anlam İfade ettiği şeklinde bir görüş bilinmemektedir. Şayet "Bu kelime
hayız şartıyla kayıtlı olmak üzere temizlik halinin ismidir. Şart ortadan
kalkınca, ona bağlı olan şey de ortadan kalkar." derlerse, biz de cevaben
deriz ki: Bu ancak Sari' istibrayı kar'a bağlamış olsaydı mümkün olurdu. Ama
hayıza bağladığım açıkça ifade ettikten sonra, artık bu mümkün olmaz.
Üçüncü hüküm: Cariyenin
hayız halinin bir kısmını müşterinin elinde geçirmesiyle yetinilerek istibra
meydana gelmez. el-Cevahlr sahibi diyor ki: Cariye hayız halinin son günlerinde
satılsa, geri kalan hayız günleri onun için istibra teşkil etmez, bunda alimler
arasında görüş ayrılığı yoktur. Ama hayız halinin evvelinde satılsa, mezhebin
meşhur görüşüne göre bu, cariye için istibra durumunda olur
İmam Malik'e karşı
gelenler, bu hadisi delil göstermişlerdir. Zira hadis, cariyenin helal olmasını
hayıza bağlamıştır. Dolayısıyla hayızın tam olması gerekir. Ancak bu hadiste
Malik'in görüşünün asılsızlığını gösteren bir delil yoktur. Zira alimlerin
ittifakıyla, istibra için hayız şarttır. Fakat tartışma, buradan başka bir konu
hakkındadır: Cariyenin, hayızın tamamını müşterinin mülkiyetinde geçirmesi şart
mıdır? Yoksa büyük bölümünü onun mülkiyetinde geçirmesi yeterli midif? Hadis,
işte bu konuda olumlu veya olumsuz bir şey söylememektedir. Ancak Malik'in
muhalifleri şöyle diyebilirler: Cariyenin, hayızın bir bölümünü müşterinin ve
diğer bölümünü satıcının yanında geçirmesinin —hayızın çoğunluğunu satıcının
yanında geçirmiş olması halinde— yeterli olmadığında görüş birliğine
vardığımıza göre anlaşılmıştır ki, muteber olan hayız, cariyenin, müşterinin
yanında iken gördüğü hayızdır. Bundan dolayı şayet satıcının yanında hayız
olsa, bu istibrada yeterli olmaz.
Malik'in görüşünü
savunanlar, buna şöyle cevap veriyorlar: Cariye, müşterinin yanında emanet iken
satışa çıkarılmadan önce hayız olsa, sonra sahibi, hayızı müteakip satsa ve de
cariye, (müfterinin) evinden dışarı çıkmamış olsa, bu hayızla yetinilir,
müşteriye ikinci bir istibra vacip olmaz. Bu, yukarıda da geçtiği üzere, İmam
Malik'in mezhebindeki iki görüşten biridir. Malik'in kendisi bir takım
durumlarda, satımdan önce istibranın gerçekleşmesini caiz görmektedir.
Bunlardan bazıları şunlardır:
a) Cariye, istibra için
üçüncü bir kimsenin yanına bırakılsa ve o kimse istibrayı gerçekleştirse sonra
da cariye satılsa. el-Cevahif de deniyor ki: Satımdan önceki istibra geçerli
olmaz. Ancak bazı haller bunun dışındadır. Mesela, cariye istibra için bir
kimsenin gözetiminde olur, yahut onun yanında emanet bırakılmış bulunur da
orada iken hayız olur ve o zaman, yahut birkaç gün sonra o kimse cariyeyi satın
alır, cariye dışarı çıkmamış ve efendisi yanına girmemiş bulunursa, müşterinin
istibrada bulunması gerekmez.
b) Bir kimse birlikte
bulunduğu kendi karısından yahut ailesi içindeki küçük bir çocuğundan cariyeyi
satın alır ve cariye de bu esnada hayız hali geçirmiş olursa: İbnu'l-Kasım:
"Eğer cariye dışarı çıkmamışsa, bu durum istibra için yeterli olur."
diyor; Eşheb ise "Eğer cariye, kendisiyle birlikte bir evde kalıyor ve
kendisi onu savunuyor, onun işlerini görüyorsa, dışarı çıkmış olsun veya
olmasın bu istibra yerine geçer." diyor.
c) Efendisi uzakta olup
da geldiğinde cariye dışarı çıkmadan önce istibra gerçekleşir, yahut hayızlı
iken dışarı çıkmış olup da cariye hayız halinden temizlenmeden önce bir kimse
onu efendisinden satın alırsa.
d) Cariyeye ortaklaşa
sahip olan bir kimse, cariye kendisinin eli altında iken onun diğer hissesini
ortağından satın alsa ve kendi yanında iken cariye hayız geçirmiş olsa.
Bu meseleler yukarıda
geçti. Bu ve bu anlamda olan durumlar, satımdan önce istibra anlamı
taşımaktadırlar. Malik, bunlarla yetinip, ikinci bir istlbraya gerek olmadığını
söylemiştir.
Soru: Malik'in bu görüşü
ile, hayzm büyük bölümü satıcının yanında geçerse istibra tamam olmaz, görüşü
nasıl uzlaşır?
Cevap: Bu görüşler
arasında bir çelişki yoktur. Bunun yeri ayrı, ötekinin yeri ayrıdır. Müşterinin
başlı başına müstakil bir Istibraya ihtiyaç duyduğu her yerde, yalnızca
cariyenin bir hayız geçirmesi yeterli olur ki, bu hayzın büyük bölümü satıcının
yanında geçmemiş olmalıdır. Bu sıralanan hususlarda ve benzeri durumlarda
olduğu gibi, başlı başına müstakil bir istibraya ihtiyaç duymadığı her yerde
ise, ne tam bir hayız halinin geçmesine, ne hayzm bir bölümünün geçmesine
ihtiyaç duyar. Satımdan önceki istibraya itibar edilmez.
Dördüncü hüküm: Cariye
hamile ise istibrası doğum yapmasıyla gerçekleşir. Bu hüküm, nassın ifade
ettiği hüküm olduğu gibi, aynı zamanda imamlar arasında üzerinde icma bulunan
bir hükümdür.
d) Cariye İle Cinsi
İlişki:
Beşinci hüküm: Anne
karnındaki çocuk ne olursa olsun, cariye doğum yapmadan önce onunla cinsi
ilişkiye girmek caiz değildir. Çocuk ister kişinin karısının, cariyesinin yahut
kendisiyle şüphe ile cinsi ilişkiye girdiği kadının gebe olduğu çocuk gibi
nesebi, cinsi ilişkiyi yapan erkeğe ait bir çocuk olsun, isterse zina eden
kadının gebe olduğu çocuk gibi nesebi, cinsi ilişkiyi yapan erkeğe ait bir
çocuk olmasın, durum farketmez. Nassm açıkça ifade ettiği üzere, başkasından
hamile olan bir kadınla cinsi ilişkiye girmek, kesinlikle helal değildir. Şu
hadis de, bunu aynı şekilde açıkça ifade etmektedir: "Allah'a ve ahiret
gününe inanan kişi, kendi suyu ile başkasının ekinini sulamasın." Bu ise
hem iyi olan ve hem de pis olan ekini kapsar. Çünkü cinsi ilişkiye girecek
kimsenin suyunu pis su ile karışmaktan korumak, temiz su ile karışmasından
korumaktan daha önemlidir. Hem, zina eden erkeğin, gerek ana karnındaki
çocuğunun gerekse suyunun bir saygınlığı yoktur. Oysa buradaki cinsi ilişkiye
girecek kimsenin, hem ana karnındaki çocuğu ve hem de suyu saygındır.
Dolayısıyla suyunu başkasının suyu ile karıştırması caiz olmaz. Zira bu,
Allah'ın, pis olanı iyiden ayırma ve arındırma, her kısmı kendisiyle aynı
cinsten ve benzer olanın hükmüne katma konusundaki ilahi sünnetine aykırıdır.
Ne şaşılacak bir
durumdur ki, dört fakih (mezhep imamı) içinde istibra gerçekleşmeden zina eden
kadınla nikah akdi yapıp akdi müteakip onunla cinsi ilişkiye girmeyi caiz görenler
var. Böylece kadın bir geceyi, zinayı yapan adamın yanında ondan hamile kalmış
olarak geçiriyor ve hemen ertesi geceyi ise kocasının karısı olarak!
Bu şeriatın
mükemmelliğini iyi düşünen kimse, şeriatın bunu tamamen reddettiğini ve
yasakladığını anlar.
İmam Ahmed'in mezhebinin
güzel yönlerinden birisidir ki, bu imam, zina eden kadın tevbe edinceye kadar
ve kendisinden zinakar, fahişe ve orospu isimleri kalkıncaya kadar onunla nikah
akdi yapmayı tamamen haram saymaktadır. Merhum, bir erkeğin, orospu kocası
olmasını caiz görmüyor. Muhalifleri ise, bunu caiz görüyorlar. O, bu meselede
bütün Kur'an ve hadis nasslan, sahabe söz ve tatbikatı, manalar, kıyas,
maslahat, hikmet ve müslümanların çirkin gördüğü şeyin haram olması açılarından
muhaliflerine göre daha şanslıdır. İnsanlar bir kimseye söverken aşırıya
kaçtıklarında ona za ve kafi (zani ve kavat kelimelerini) açık olarak
söylüyorlar. Kişinin döşeğini (hanımını) ifsada kalkışma, ona başkasının
çocuğunu nisbet etme ve onu bütün milletlerce kötü kabul edilen bir isme maruz
bırakma sözkonusu iken, şeriat böyle bir şeyi nasıl caiz kılmış olabilir?
"Zina eden kadınla istibra etmeden Önce nikah akdi yapıp hamile de olsa
onunla cinsi ilişkiye girmek caizdir." diyenlerin görüşlerinden çıkacak
kıyas şudur: Zinadan gebe kalan cariyenin istibra etmesi vacip değildir; kişi
ona sahip olmayı müteakip onunla cinsi ilişkiye girebilir. Ancak böyle bir şey,
açık sünnete aykırıdır. Şayet bu görüş sahipleri zinadan hamile olan cariyeye
istibrayı vacip görürlerse, zina eden kadınla istibradan önce cinsi ilişkiye
girmek caizdir görüşlerini çürütmüş olurlar; yok eğer vacip görmezlerse,
nasslara muhalefet etmiş olurlar. Kocaya istibra gerekmez, ama efendiye istibra
gerekir, zira kendisine istibra vacip olmayan kişi kocadır, şeklindi; koca ile
efendi arasında bir ayırıma gitmeleri de onlara bir fayda vermez. Çünkü koca,
efendinin aksine ne iddet bekleyen ne de başkasından hamile olan bir kadınla
nikah akdi yapmıştır. Hem sonra Sari' rahimde çocuk bulunur ve böylece kişi
başkasından hamile kalan kadınla cinsi ilişkiye girmiş ve kendi suyuyla
başkasının ekinini sulamış olur ihtimaline rağmen, böyle bir ihtimalin
sözkonusu olmaması da mümkün iken, iddet içinde cinsi ilişkiye girmeyi, hatta
nikah akdi yapmayı haram saymıştır. Ya bir de rahimde çocuk bulunduğu kesin
bilinirse durum nice olur?
Denilecek son söz şudur:
Zina eden kadının doğuracağı çocuk, onunla cinsi ilişkiye giren birinci erkeğin
nesebine katılmaz. Çünkü çocuk, kadına nikah akdiyle sahip olana aittir. Bu
kimsenin ise, kendi suyunu ve nesebini başkasınınki ile karıştırmaya kalkışması
caiz değildir. Çocuk, cinsi ilişkiye girren birinci erkeğin çocuğu kabul
edilmediğine göre, kişinin kendi suyunu ve nesebinin, koyucusuna dahil
edilmeyen bir nesepten korunması, kendisine dahil olacak nesepten onun
korunmasından dolayıdır.
Sözün Özü: Şeriat ister
haram ilişkiyle gebe kalmış olsun, isterse olmasın gebe cariye ile doğuma kadar
cinsi ilişkiye girmeyi yasaklamıştır. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) evlenen ve karısı hamile çıkan adamla karısının arasım ayırmış, kadına
had cezası tatbik ederek onu kırbaçlatmış ve erkeğin o kadına mehir vermesine
hükmetmiştir. Bu da açıkça ortaya koyar ki, zinadan hamile kalan kadınla
yapılan nikah akdi batıldır. Sahih bir rivayete göre, Hz. Peygamber {s.a.) bir
kıl çadır kapısı yanında oturan doğumu yakın bir kadına uğradı ve
:"Herhalde efendisi onunla cinsi ilişkiye girmek istiyor." dedi.
Yanındakiler "Evet." diye cevap verdiler. Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Vallahi, içimden, bir lanet edeyim de o lanetle
kabrine girsin, diye kurdum. Kendisine helal olmadığı halde onu nasıl istihdam
edebilir? Kendisine helal olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapabilir."
buyurdu.
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) içinden lanet etmeyi geçirmesinin
sebebi olarak efendisinin cariye ile cinsi ilişkiye girmesini göstermiş ve
cariyenin karnındaki çocuğun nesebinin cinsi ilişkiye giren o adama dahil olup
olmadığını sormamıştır. "Kendisine helal olmadığı halde onu nasıl istihdam
edebilir?" sözünün anlamı şudur: O çocuğu nasıl hizmetinde kullanacağı bir
köle yapabilir? Oysa bu hela';, değildir. Çünkü cinsi ilişkiye giren bu
kimsenin suyu, anne karnındaki yavrunun hilkatine bir şeyler katar ve böylece
çocuğun bir kısmı kendisinden meydana gelmiş olur. İmam Ahmed diyor ki: O
kimsenin İlişkisi, çocuğun kulak ve gözüne ziyadelik katar.
"Kendisine helal
olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapabilir?" cümlesini. Şeyhülislam İbn
Teymiye'nin şöyle yorumladığını işittim: Yani onu, nasıl geride bırakacağı bir
miras malı yapabilir? Zira o kimse, o çocuğun kendi kölesi olduğuna inanmakta
ve dolayısıyla onu kendisinden geride kalan bir miras malı yapmaktadır. Oysa
böyle yapması helal değildir. Çünkü kendisinin suyu, o çocuğun hilkatinde ziyadelik
meydana getirmiştir. Artık o çocukta, kendisinden bir parça vardır.
İbn Teymiye'den
başkaları ise hadisi şöyle anlamaktadırlar: Onu oğlu olarak nasıl mirasçı
yapabilir? Oysa böyle yapması helal değildir. Çünkü ana karnındaki çocuk,
başkasındandır. Kendisi ise, cinsi ilişkiye girmek suretiyle onu kendisinden
yapmakta ve malına mirasçı kılmaktadır. Bu anlayışı, hadis başında geçen
"Onu nasıl köleleştirebilir?" yani nasıl kendi kölesi yapabilir,
cümlesi reddeder. Bu ise ancak birinci manaya delil teşkil eder. Her iki görüşe
göre de, hadis açıkça ifade etmektedir ki, çocuk ister zina mahsulü olsun,
ister olmasın, başkasından hamile olan kadınla cinsi ilişkiye girmek haramdır
ve bunu yapan kimse lanete müstahaktır. Hatta imam Ahmed'in takipçilerinden bir
grup fakih ve daha başka fakihler açıkça belirtmişlerdir ki, bir adam
başkasının cariyesi olan karısını kendi mülkiyetine alsa, nikah esnasında
kendisinden hamile kalmış olur ve böylece çocuğu üzerinde annesinin
efendilerinin vela hakkı bulunur endişesiyle istibrada bulununcaya kadar sahip
olduğu karısıyla cinsi ilişkiye giremez. Ama cariye karısı, mülkiyetinde iken
kendisinden hamile kalsa, çocuk üzerinde vela hakla bulunmaz. Bu, tamamen
çocuğu için bir ihtiyattır: Çocuk, açıkça hür ve üzerinde vela hakkı bulunmayan
biri midir, yoksa onun üzerinde vela hakkı var mıdır? Ya bir de kadın
başkasından hamile olursa durum nasıl olur?
e) Hamile Kadınla İlgili
Bazı Hükümler:
Altıncı hüküm: Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hamile olanla doğuruncaya,
olmayanla da bir hayız geçirmek suretiyle istibrada bulununcaya kadar cinsi
ilişkiye girilmez." sözünden şu hüküm çıkarılmıştır: Hamile kadın hayız
olmaz. Onun gördüğü kan, istihaza kanı gibi bir rahatsızlık kanıdır.
Dolayısıyla bu durumdaki kadın orucunu tutar, namazını kılar, Kabe'yi tavaf
eder ve Kur'an okuyabilir.
Bu mesele, fakihler
arasında ihtilaflıdır. Şu fakihler hamilenin gördüğü kanın, hayız kanı
olmadığını söylemektedirler: Ata, Hasan (el-Basri), ikrime, Mekhul, Cabir b.
Zeyd, Muhammed b. Münkedir, Şa'bi, Nehai, Hakem, Hammad, Zühri, Ebu Hanife ve
arkadaşları, Evzai, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, İbnu'l-Münzir, mezhebi içindeki meşhur
görüşüne göre imam Ahmed ve iki görüşten birine göre Şafii.
Şu fakihler ise bu kanın
hayız kanı olduğunu söylemektedirler:
Katade, Rabia, Malik,
Leys b. Sa'd, Abdurrahman b. Mehdi ve ishak b. Rahuyeh. Bunu Beyhaki,
Sünen'inde kaydetmiştir. ishak b. Rahuyeh anlatıyor: Ahmed b. Hanbel, bana:
"Kan gören hamile hakkında ne
dersin?" diye sordu.
Ben de: "Namazını kılar." dedim ve delil olarak da Ata*nın Hz.
Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği haberi gösterdiir... Bunun üzerine Ahmed b.
Hanbel dedi ki: "Medinelilerin naklettiği haberi, Hz. Aişe'nin
cariyesi Ümmü Alkame'nin
naklettiği haberi ne yapıyorsun? Oysa bu daha sahihtir." ishak,
"Bunun üzerine Ahmed'in görüşüne döndüm." diyor . Bu ise imam
Ahmed'in, hamilenin gördüğü kanın hayız kanı
olduğunu açıkça
belirtmesi gibi bir durum arzetmektedir ve ishak'ın ondan anladığı da budur.
Ahmed'in işaret ettiği haber şudur: Bize Beyhaki, Hakim - Ebu Bekir b. İshak -
Ahmed b. İbrahim - ibn Bükeyr - Leys - Bükeyr b. Abdullah - Aişe'nin cariyesi
Ümmü .Alkame senediyle Hz. Aişe'ye (r.a.) kan gören hamilenin durumu
sorulduğunda: "Namazını kılar." dediğini rivayet eder. Beyhaki diyor
ki: Bu görüş bize Enes b.
Malik'ten de rivayet
edilmiştir. Bize Ömer b. Hattab'dan da buna delil teşkil eden bir rivayet
nakledilmiştir. Ayrıca bize rivayet edildiğine göre Hz. Aişe (r.a.). Allah
Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Ebu Kebir el-Hüzeli'nin şu beytini
okumuştur:
"Her türlü hayız
kalıntısından, emzikli kadının bozmasından ve emzikli iken kendisi ile cinsi
ilişki kurulan kadının hastalığından arınmıştır, o."
Beyhaki diyor ki: Bunda,
hamileliğin hayız halinde başladığına delil vardır. Zira Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şiiri red sadedinde bir şey söylememiştir. Bize
Matar - Ata senediyle rivayet edildiğine göre Hz. Aişe (r.a.): "Hamile
hayız olmaz. Kam görünce namazı kılar." demiştir. Yahya el-Kattan, bu
rivayeti münker sayar, ibn Ebi Leyla'nın ve Matar'ın Ata'dan rivayetini zayıf
görürdü. Muhammed b. Raşid, Süleyman b. Musa - Ata - Hz. Aişe (r.a.) senediyle
Matar'ın rivayetine benzer bir rivayet ak:aramıştır. Şayet
bu rivayet gerçekse
görünen o ki, Hz. Aişe önceleri hamile hayız olmaz görüşündeydi; ama sonra
hamile de hayız olur, görüşünü benimsedi ve böylece Medinelilerin rivayet
ettikleri görüşe dönmüş oldu. En iyi bilen Allah'tır.
Hamilenin gördüğü kanın
hayız kanı olduğunu kabul etmeyenler diyorlar ki: Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) cariyeleri iki kısma ayırdı: 1) Hamile olanlar: Bunların
iddet süresini çocuğun doğumuna kadar geçen süre olarak belirledi. 2) Hamile
olmayanlar: Bunların iddet sürelerini de, bir hayız olarak belirledi. Böylece
bir hayız, rahimde çocuk bulunmadığına alamet oldu. Şayet hayızla hamilelik bir
arada sözkonusu olsaydı, bir hayız süresi hamileliğin yokluğuna alamet olmazdı.
Bundan dolayı, hamile olmadığına bir delil olsun diye, boşanmış kadının iddeti
üç kar' olarak tayin edildi. Hamilelik hayız haliyle bir arada bulunsaydı,
hayız hamileliğin yokluğuna bir delil olmazdı. Sahihte yer alan bir hadiste Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), oğlu, karısını hayızlı iken boşayan
Hz. Ömer'e (r.a.) : "Ona, emret kamına dönsün. Sonra karısı temizlenip,
ardından hayız olup sonra yeniden temizleninceye kadar ona ilişmesin. Sonra
isterse onu tutar, isterse dokunmadan boşar. İşte Allah'ın, kadınların bu süreç
içinde boşanmalarını emrettiği iddet budur." buyurdu.
Bu hadisin delil olması
şöyledir: Gerek kan gördüğü sürede, gerekse başka zaman hamile kadını boşamak
icmaen bid'at değildir. Şayet hamile, hayız görür olsaydı, gerek bu hayız
süresi içerisinde ve gerekse temiz olduğu vakitte cinsi ilişkiden sonra
boşanması, hadisin umumi ifadesine bakılarak bid'at olurdu.
Müslim'in Sahihinde Ibn
Ömer'den rivayetine göre ise Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem). Hz.
Ömer'e: "Ona emret, karısına dönsün. Sonra temiz yahut hamile iken
boşasın." buyurmuştur. bu da gösterir ki, hamilenin gördüğü kan, hayız
olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gebelik vaktinde
yapılan boşamayı temizlik vaktinde yapılan boşama ile denk saymıştır. Şayet
hamilenin gördüğü kan, hayız olsaydı o zaman onun biri temizlik, diğeri hayız
olmak üzere iki durumu sözkonusu olurdu. Oysa hayız halinde boşanması helal
olmazdı. Zira bu bid'at olur.
Ahmed'in Müsned'mde
Rüfeyfi'den rivayetine göre: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Herhangi bir kimsenin kendi suyuyla başkasının ekinini sulaması ve hayız
oluncaya, yahut hamileliği anlaşılmcaya kadar bir cariye ile cinsi illişkiye
girmesi helal olmaz." buyurmuştur. Bu hadiste Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), hayız halinin varlığını, rahimde çocuğun yok olduğuna bir
alamet saymıştır. Rivayete göre Hz. Ali: "Allah, hamilelerden hayızı
kaldırmış ve kanı, suyu çekilen rahimlere vermiştir." demiştir. ibn Abbas
ise: "Allah, hamilelerden hayızı kaldırmış ve kanı, çocuğa nzık
yapmıştır." diyor. Bu iki rivayeti de Ebu Hafs ibn Şahin rivayet etmiştir.
el-Esrem ve Darakutni
senetleriyle, kan gören hamile hakkında Hz. Aişe'nin (r.a.): "Hamile hayız
olmaz. Yıkanır, namazını kılar." dediğini rivayet ederler. Hz. Aişe'nin
(r.a.): "Yıkanır." sözü mendupluk ifade eder; zira kan gören hamile,
müstahaza durumundadır.
Başkalarının bu
sahabilere muhalefet ettikleri bilinmemektedir. Ancak Hz. Aişe'nin:
"Hamile namaz kılmaz." dediği sabittir. Sözleri arasında birlik
sağlamak için onun bu sözü, hamilenin doğuma iki gün yahut buna yakın bir süre
kala gördüğü lohusalık kanı olarak yorumlanır.
Hem hamilenin gördüğü bu
kanla iddet sona ermez. Dolayısıyla} istihazada olduğu gibi, o da hayız
değildir.
Hz. Aişe (r.a.) hadisi
göstermektedir ki, hayızlı kadın hamile kalabilir. Biz de Öyle söylüyoruz. Ancak
hamilelik onun hayızını keser ve hayız halini ortadan kaldırır.
Ayrıca Allah Teala,
hayız kanının süte dönüşüp çocuğa gıda olmasını adet olarak icra etmiştir. Şu
halde gebelik vaktinde çıkan kan hayız değil, bir rahatsızlık kanıdır.
Hamilenin gördüğü kanın
hayız kanı olduğunu savunanlar diyorlar ki: Tartışmasız, hamile kadın bilhassa
hamileliğin evvelinde adeti üzere kan görebilir. Tartışma bu kanın varlığı
hakkında değil, hükmü hakkındadır. İttifakla bu kan hamilelikten önce hayız
idi. Bu durumda biz ıstıshab (eski durumun devamı) delilini esas alarak onun
hükmünü, kesin şekilde kaldıracak bir delil ortaya çıkıncaya kadar geçerli
sayarız. Hüküm bir yerde sabit olunca, onu kaldıracak bir delil gelinceye kadar
devamlılığı asıl kabul edilir. Birincisi, tartışma konusunda icma'ın hükmünü
ıstıshab deliline dayanarak sürdürmektir. İkincisi ise, yerinde sabit hükmü onu
kaldıracak bir delilin varlığı kesinleşinceye kadar ıstıshab deliline dayanarak
devamlı saymaktır. Aralarındaki fark açıktır. Hem Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Hayız kanı olursa, siyah olur bilinir."
buyurmuştur. Bu kan ise siyah ve malumdur. O halde hayızdır.
Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Sizden herhangi biri hayız olduğunda oruç
tutmaz, namaz kılmaz değil mi?" buyurmuştur. Kadının hayızı gerek dil,
gerekse şeriat açısından ayın malum vakitlerinde kanın çıkması demektir. Bu dil
açısından da böyledir. İsimlerde asıl olan, onların değiştirilmeleri değil,
anlamlarının aynen bırakılmasıdır.
Hem şariat sahibinin hükümleri
kendisine bağladığı kadının uzvundan çıkan kan biri hayız, diğeri ise istihaza
olmak üzere iki kısımdır, şeriat sahibi bunlara bir üçüncüsünü ilave
etmemiştir. Hamilenin gördüğü kan istihaza değildir. Çünkü istihaza sürekli
olan ve hayız müddetinin en uzun olanına ilave durumda buhman yahut adeti aşan
kandır. Konumuz olan kan, bunlardan biri değildir. Şu halde, istihaza olması
ihtimali ortadan kalkmıştır. Öyleyse, bu hayızdır. Burada bir üçüncü kısım
ispat edip, onu da rahatsızlık kanı saymanız mümkün değildir. Zira bu ancak
nass, icma yahut kabul edilmesi vacip bir delille sabit olur. Oysa böyle bir
şey yoktur. Ayrıca Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), istihaza olan
kadını adetine çevirmiş ve: "Hayız olduğun günler sayısınca otur."
buyurmuştur. Bu hadis de gösterir ki, kadınların adetleri kanın vasfı ve hükmü
konusunda muteberdir. Hamilenin gördüğü kan ilavesiz, noksansız ve intikalsiz
olarak mutat olan adeti ve vakti üzere sürerse adeti, o kanın hayız olduğuna
delil olur ve adetini hükümde esas almak ve bunu adet dışına çıkan rahatsızlığa
tercih etmek vacip olur.
Ümmet içerisinde bu
konuyu en iyi bilenler, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
hanımlarıdır. Onların da en iyi bilenleri Hz. Aişe'dir. Onunsa kan gören hamile
hakkında "Namaz kılmaz." dediği, Medinelilerdsn sahih senetle rivayet
edilmiştir. Ayrıca İmam Ahmed bu rivayetin Hz. Aİşe'den gelen diğer rivayetten
daha sahih olduğunu söylemiştir. Bundan dolayı ishak eski görüşünden vazgeçip
bu görüşü benimsemiş ve Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte olduğunu haber
vermiştir.
Sahabeden gelen
zikrettiğiniz buna muhalif sözlerin sıhhati biliniyor. Sahih olsalar bile, konu
sahabe arasında tartışmalıdır, arada hüküm verecek bir delil yoktur.
Hem hayızın hamilelikle
bir arada bulunmaması, ya duyular yoluyla ya da şeriatla bilinir. Oysa, her
ikisi de mevcut değildir. Birincisi açıktır. İkincisine gelince, zira şeriatın
sahibinden hayızla hamileliğin bir arada bulunmayacağını gösteren bir delil
nakledilmemiştir.
" Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), hayızı iddet ve istibra konularında rahimde
çocuk bulunmadığına bir delil kılmıştır." sözünüze gelince; sorarız:
"Zahir bir delil mi yoksa kesin bir delil mi kıldı?" Birinci ihtimal
doğrudur. İkincisi, asılsızdır. Zira kesin bir delil olsaydı, delil olduğu şey
kendisinden geri kalmazdı ve hamilelik müddeti hayızın kesilmesiyle başlamış
olurdu.
Bunu hiç kimse
söylememiştir. Aksine müddet cinsi ilişkiden itibaren başlar. Bu ilişkiden
sonra bir kaç hayız görmüş olsa bile durum böyledir. Bir kimse karısıyla cinsi
ilişkiye girse, sonra kadın cinsi ilişkinin üzerinden altı aydan fazla, ama
hayızın kesilmesinden ise bu süreden daha az bir müddet geçince bir çocuk
dünyaya getirse, çocuğun nesebi ittifakla o adamın nesebine dahil olur. Şu halde
anlaşılmıştır ki, hayız, zahir bir alamettir; bazen onun delil olduğu şey,
yağmurun su yüklü buluttan geri kalması gibi, geri kalabilir.
Böylece delil
gösterdiğiniz sünnetten cevap çıkmış olur. Zira biz de onun söylediğini
söylüyor ve hükmüne göre hareket ediyoruz. Tartışan taraflar arasında hakem
odur. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kadınları; biri iddeti doğum
yapmasıyla sona eren hamile, diğeri iddeti hayızla sona eren ve hamile olmayan
diye iki kışıma ayırmıştır. Biz de bunun icabettirdiğini söylüyoruz, bu konuda
tartışmıyoruz. Ancak, bunda hamile kadının adeti üzere gördüğü kana rağmen oruç
tutabileceğini, namaz kılabileceğini gösteren delil nerede? Bu başka bir
konudur, hadis ona değinmemiştir. işte hamilenin gördüğü kan hayız kamdır diyenler
de, aynen bu ibareyi söylüyorlar. Bu bir çelişki ve ibarede bir bozukluk
sayılmaz.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), Abdullah b. Ömer'in (r.a.) durumu hakkında
babası Hz. Ömer'e (r.a.): "Ona emret karısına dönsün. Sonra ona el sürmeden
kadın temiz iken boşasın." buyurmasında da hal böyledir. Bu hadis yalnızca
hamile olmayan bir kadının, biri hayızdan temizlik, diğeri cinsi ilişkiye
girmeme olmak şeklindeki iki şartla boşanmasının mubah olduğunu göstermektedir.
Bunda kadının hamile iken gördüğü kanın hükmüne değinme nerede?
"Hamile, hayız
görür olsaydı kan gördüğü vakitte boşanması bid'at olurdu. Oysa alimler, kan
görse bile, hamile kadını boşamanın bid'at olmadığında ittifak
etmişlerdir." demenize gelince; cevaben deriz ki: Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), kocasının boşamak istediği kadının hallerini,
hamile olma ve olmama kısımlarına ayırmış; hamilenin boşanmasını mutlak ve
istisnasız bir surette caiz görmüştür. Hamile olmayanın boşanmasını ise,
yukarıda zikredilen iki şartla mubah saymıştır. Bunda hamilenin gördüğü kanın
rahatsızlık olduğunu, hatta hamilenin boşanma konusunda başkalarından
ayrıldığını, başkalarının temizlik hali içinde kendisine dokunulmamışken
boşanabileceğini, hamilede ise bunlardan hiçbirinin şart olmadığını, hatta onun
cinsi ilişkiyi müteakip boşanabileceğini ve kan görse de boşanabileceğini;
cinsi ilişkiyi müteakip boşanması haram olmadığı gibi hayız halinde de
boşanmasının haram olmadığını gösteren bir delil yoktur, işte, şeriat sahibinin
boşamaya izin verdiği ve boşamayı yasakladığı vakitler konusundaki hikmetinin
icabettirdiği şey budur. Artık kadının hamile olduğu ne zaman anlaşılırsa,
boşayan erkek işinin farkında olur ve böylece karısının hamile olduğunu
bilmeden cinsi ilişkiye girdikten sonra bütün kadınların başına gelen pişmanlık
onun başına gelmez. Yasaklanan bir şey, ne şeriat açısından, ne dış gerçeklik
açısından ve ne de itibar açısından kendisine izin verilmiş şeyin benzeri
değildir. Özellikle de hayız halinde boşamanın yasak oluşuna sebep olarak
iddetin uzatılmasını gösteren kimsenin söylediği şey. Oysa bunun hamile
konusunda hiçbir etkisi yoktur.
"Hamilenin gördüğü
kan, hayız olsaydı iddet onunla son bulurdu." demenize gelince: Böyle bir netice
lazım gelmez. Çünkü Allah Teala hamilenin iddetini çocuğunu doğurması
süresiyle, hamile olmayanın iddetini de kar'lar süresiyle sınırlamıştır.
Hamilenin icldetinin kar'larla sona ermesi mümkün değildir. Zira bu, ikinci bir
şahsın ona sahip olması ve başkasından hamile iken onunla evlenmesi ve böylece
kendi suyuyla başkasının ekinini sulaması neticesine götürür.
Bizim, hayız kadın
hamile olabilir görüşümüzü kabul etiğinize, Hz. Aişe (r.a.) hadisini de buna
yorumladığınıza ve duyuların tanıklığından dolayı bunu reddetmeniz mümkün
olmadığına göre, hayız ve hamileliğin bir arada bulunabileceğini kabul
etmişsiniz demektir. Şu halde, istidlaliniz başından yıkıldı. Zira temeli,
hayız hamilelikle bir arada bulunmaz anlayışına dayanmaktaydı.
Soru: Biz hamileliğin
hayız halinde gerçekleşmesini mümkün gördük. Oysa sözümüz bunun tersi, yani
hayızm hamilelik halinde gerçekleşmesi konusundadır. Aralarında fark vardır.
Cevap: Birbirlerinden
farklı olduklarına göre, birleşmezler. Bunun şu zamanda gerçekleşmesiyle, şu
zamanda bunun gerçekleşmesi arasında ne fark vardır?
"Allah Teala, hayız
kanının, çocuğun gıdalandığı süte dönüşmesini adet olarak icra etmiştir. Bundan
dolayı emzikli kadınlar hayız olmaz." demenize gelince, deriz ki: Bu, size
karşı bizim en büyük delillerimizdendir. Zira bu dönüşme ve sütle gıdalarıma,
ancak doğumdan sonra tam randımanda olur ki, bu vakit sütün kuvvetli olduğu ve
bebeğin sütünü emdiği vakittir. Allah, emzikli kadının hayız olmaması adetini
icra etmiştir. Bununla birlikte emzikli kadın adeti vaktinde bir kan görse,
ittifakla hayız hükmü verilir. Süte dönüşmesi tam kesinlik kazanmayan ve
çocuğun kendisiyle gıdalanmadığı bir vakitte görülen kanın hayız kanı olduğuna
hükmetmek daha yerli yerinde ve daha uygundur. Haydi diyelim bu kan onların
dedikleri gibi olsun. Böyle bir durum ancak çocuğun sütle gıdalanmaya ihtiyaç
duyduğu vakitte, kendisine ruh üflendikten sonra sözkonusu olabilir. Bundan
önce ise anne karnındaki çocuğun ihtiyacı olmadığından dolayı süte dönüşmez.
Hem, hayız kanının tamamı
süte dönüşmez; bir kısmı dönüşür ve geri kalan dışarı çıkar. Gördüğün gibi,
rivayet ve delil açısından tercihe şayan olan, bu görüştür. Yardım
Allah'tandır.
f) İstlbra Yapmakta Olan
Cariyeden Cinsi İlişki Dışında Yararlanma:
Soru: İstibra yapmakta
olan kadının istibrası vacip olan yerinden —cinsi ilişki dışında— faydalanmayı
yasaklıyor musunuz?
Cevap: Kadın,
emsalleriyle cinsi ilişkiye girilmeyecek kadar küçük yaşta olursa onu öpmek ve
ona dokunmak haram değildir. Bu İfade, kendisinden gelen iki rivayetten birine
göre, Ahmed b. HanbeVin ifadesidir. Ebu Muhammed el-Makdisi, Üstadımız (ibn
Teymiye) ve daha başkaları, bu görüşü tercih etmişlerdir. Zira İmam Ahmed:
"Şayet kadın küç*ük ise süt emecek yaşta bulunduğunda neyle istibrada
bulunacak?" demiştir. Diğer rivayette ise: "Hayız oluyorsa bir
hayızla, hayız olmayan ama kendisiyle cinsi ilişkiye girilip hamile kalabilen
kadınlardansa üç aylık süreyle istibrada bulunur." demiştir. Ebu Muhammed
diyor ki: Bundan anlaşılan o ki, küçük kadının istibrası vacip değildir ve
onunla sürtüşmek haram olmaz. Bu İbn Ebi Musa'nın tercihi ve Malik'in
görüşüdür. Doğru olan da budur. Çünkü mübahlık sebebi, gerçekleşmiş durumdadır.
Haram olduğuna bir delil yoktur. Çünkü bu konuda nass da yok, nass manası da
yok. Zira büyük kadına dokunmanın haram olmasının sebebi, haram olan cinsi
ilişkiye götürür olması, yahut o cariyenin başkasının ümmü veledi olması
korkusudur. Burada ise, böyle bir şey düşünülemez. Şu halde mübahlık hükmünün
icabına göre amel etmek vaciptir. Ebu Muhammed'in sözü bitti.
Şayet cariye
emsalleriyle cinsi ilişkiye girilen bir bakire ise "Istibrası vacip
değildir." diyorsak, açıktır; "İstibrası vaciptir." diyorsak
arkadaşlarımız onu öpmek ve ona dokunmak haram diyorlar. Bence, istibrasının
vacip olduğunu söylesek bile, bu haram değildir. Zira, oruçlu konusunda olduğu
gibi, cinsi ilişkinin haram olmasından cinsi ilişkiye götüren şeylerin
haramlığı lazım gelmez. Bilhassa onlar, cariye hamile olur da kişi başkasının
cariyesinden faydalanmış olur, düşüncesiyle dokunmayı haram saymaktadırlar.
Dokunmanın haramlığına sebep olarak, işte bunu göstermektedirler. Sonra
demişlerdir ki: Bundan dolayı iki rivayetten birine göre esir alınan kadından
istibradan önce cinsi ilişki dışında faydalanmak haram olmaz. Çünkü onun mülkiyetinin
fesholması düşünülemez. Zira, esir alınmakla, mülkiyet kesinleşmiştir. Artık
bakireden öpme ve başka yollarla faydalanmanın yasaklanmasının bir anlamı
kalmamıştır. Şayet dul ise Ahmed'in arkadaşları, Şafii ve daha başkaları
istibradan önce ondan faydalanmak haramdır, diyorlar. Bunlar diyorlar ki: Çünkü
bu, cinsi ilişkiyi haram kılan bir istibradır. Dolayısıyla iddette olduğu gibi,
istibradan önce de dul kadınlardan faydalanmak haramdır. Zira sahibi o kadının
hamile olup da ümmü veled statüsünde olmasından ve satımın batıl olup
kendisinin başkasının ümmü veledinden faydalanmış olmasından emin olamaz.
Bundan dolayı hayızliyla cinsi ilişkiye girmekle, oruçlunun cinsi ilişkiye
girmesi arasında fark vardır.
Hasan el-Basri diyor ki:
tstibrada bulunan cariyenin yalnız kadınlık uzvu haramdır. Sahibi cinsi ilişki
kurmadıktan sonra, ondan dilediği gibi faydalanabilir. Çünkü Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), istibradan önce cinsi ilişkiyi yasaklamış,
bundan gayrisini yasaklamamıştır. Cinsi ilişkinin haram olmasından gayrisinin
haram olması gerekmez. Tıpkı hayızlı ve oruçlu kadınlarda olduğu gibi.
Denilmiştir ki, ibn Ömer esir kadınlardan payına düşen cariyesini istibradan
önce öpmüştür, Bu görüşü destekleyenler şöyle diyebilirler: Satın alınan cariye
ile iddet bekleyen kadın arasında, şu fark vardır: iddet bekleyen kadın,
kocasına yabancı olmuştur. Dolayısıyla kocasının onunla cinsi ilişkiye girmesi,
cinsi ilişkiye götüren yollara başvurması helal olmaz. Ama (mülk olan) cariye
için durum böyle değildir. Zira onunla cinsi ilişkiye girmenin istibradan önce
haram olması, ancak sahibinin kendi suyunun başkasının suyu ile karışmasından
korkulduğundan ötürüdür. Bu ise cinsi: ilişkiye götüren şeylerin haram olmasını
gerektirmez. Cariye bu konuda daha çok hayızlı ve oruçlu kadınlara
benzemektedir. Mesela bir kimsenin karısı yahut cariyesi zina etse, o kimsenin
istibradan önce onunla cinsi ilişkiye girmesi haram olduğu halde, cinsi
ilişkiyi çağrıştıran şeyler haram değildir. Aşağıda geleceği üzere, esir alman kadın
için de aynı durum sözkonusudur. En çok korkulan, cariyenin efendisinden hamile
olup alış-veriş akdinin fesholmasıdır. Bu mesele, ümmü veledlerin satımının
haram oluşunun illetlerine dayanmaktadır ki, bu görüş sahibini bağlamaz. Zira,
sahibi ondan istifade edince, sahibinin görünüşte mülkü olur. Bu da,
istifadenin caizliği konusunda yeterlidir. Nitekim, sahibi onunla tenha bir
yerde başbaşa kalıp konuşabilir, bir yabancı kadının vücudundan bakması mubah
olmayan yerlerine bakabilir. Bunlara
vereceğiniz bütün
cevaplar, Öpme ve faydalanma konusuna da cevap teşkil ederler. Bunun
caizliginin tartışıldığı bilinmemektedir. Hem müşteri tek başına kalıyor olsa
da, satın aldığı cariyesini istibradan önce alıp evine götürmekten menedilmez,
cariyenin de onun yanında yüzünü örtmesi vacip olmaz ve adamın cariyeye
bakması, onunla tenha bir yerde başbaşa kalması, birlikte yemek yemesi,
hizmetini gördürmesi ve onun faydalanılacak şeylerinden faydalanması haram
olmaz. Ama başkasının malik olduğu cariyeye, onun bu gibi şeyler yapması caiz
olmaz.
Eğer cariye, esir
alınmış bir kadınsa cinsi ilişki dışında ondan faydalanma/ım caiz olup olmadığı
konusunda, fakihler iki görüş ileri sürmüşlerdir; bu görüşlerin ikisi de imam
Ahmed'den (r.a.) rivayet edilmiştir:
1- Esir alman cariye,
esir olmayan diğer cariyeler gibidir. Ondan kadınlık uzvu dışındaki yerlerinden
de faydalanma haramdır. Bu görüş el-Hıraki'nin görüşünden anlaşılan manadır.
Zira o demiştir ki: Bir cariyeye sahip olan kimse, mülkiyet tamam olduktan
sonra istibrada bulununcaya kadar o cariye ile cinsi ilişkiye giremez ve onu
öpemez.
2- Haram olmaz. Bu İbn
Ömer'in (r.a.) görüşüdür. Esir cartye ile, esir olmayan mülk cariye arasındaki
fark şudur: Esir cariyenin ümmü veled olması düşünülemez, her halükarda efendisinin
mülkiyetindedir. Ama başkaları için bu durum geçerli değildir. Nitekim yukarıda
anlatıldı. En iyi bilen Allah'tır.
g) İstİbra Süresinin
Başlangıcı:
Soru: istlbra süresi
satım akdi yapıldığı anda mı başlar, yoksa cariyenin teslim alınmasıyla mı
başlar?
Cevap: Bu konuda iki
görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'in mezhebinde vecihtirler: 1- Satım akdi
yapıldığı anda başlar. Çünkü mülkiyet onunla intikal etmektedir. 2- Teslim
almakla başlar. Zira maksat, cariyenin rahminde satıcının veya başkalarının
suyunun bulunup bulunmadığım anlamaktır. Cariye, satanın elinde iken böyle bir
şey sözkonusu olamaz. Bu, Şafii ve Ahmed'in prensiplerine göre böyledir.
Malik'in prensibine göre ise, yukarıda sıralanan yerlerde satım akdinden Önce
yapılan istibra yeterli olur.
Soru: Satım akdinde bir
muhayyerlik hakkı bulunursa istibra süresi ne zaman başlar?
Cevap: Bu meselenin
cevabı, muhayyerlik müddeti içinde mülkiyetin, intikal edip etmediği
tartışmasına dayanır. İntikal eder diyenlere göre, sürenin başlangıcı satım
akdinin yapıldığı andır, intikal etmez diyenlere göre İse, sürenin başlangıcı
muhayyerliğin ortadan kalktığı andır.
Soru: Peki muhayyerlik,
ayıp (=kusur) muhayyerliği olsa ne diyeceksiniz?
Cevap: Sürenin
başlangıcı tek bir görüş olarak satım akdinin yapıldığı andır. Çünkü ayıp
muhayyerliği, mülkiyetin el değiştirmesini engellemez; bu konuda ihtilaf
yoktur. En iyi biten Allah'tır.
h) Hayızdan Kesilmiş ve
Henüz Hayız Görmemiş Kadınların İsttbrası:
Soru: Sünnet, hamilenin
Istibrasmın doğum süresi, hamile olmayanın istibrasmın ise bir hayız süresi
olduğunu belirtmiştir. Peki, nasıl oluyor da hayızdan kesilmiş kadınların ve
daha henüz hayız görmeyen kadınların iddetleri konusunda sükut etmemiş de
istibralan konusunda sükut etmiştir?
Cevap: Allah'a hamdolsun
ki, onların istibralan konusunda sünnet sükut etmemiş, aksine ima ve tenbih
yoluyla açıklamıştır Zira Allah Teala hür kadının iddetini üç kar' olarak
belirlemiş, sonra da hayızdan kesilmiş ve daha henüz hayız görmeyen kadınların
iddetini ise üç ay olarak belirlemiştir. Böylece Allah Teala'nın her kar'
karşılığına bir ay koyduğu anlaşılmış oldu. Bundan dolayı Allah Teala,
cariyeler hakkında, kadın her ay bir kere hayız olur şeklindeki çoğunlukla
meydana gelen adetini icra etmiş; sünnet de hayız olan cariyenin istibrasınm
bir hayız müddeti olduğunu açıklamıştır. Böylece ay, hayız yerini tutmuş olur.
Bu görüş imam Ahmed'den gelen rivayetlerden ve Şafii'nin iki görüşünden
biridir. Ahmed'den gelen ikinci bir rivayete göre ise, (hayızdan kesilmiş cariye)
üç ay istibrada bulunur şeklinde olup, ondan gelen meşhur görüş ve Şafii'nin
iki görüşünden biri budur. Bu görüşün gerekçesi, Ahmed b. Kasım rivayetinde,
Ahmed'in delil olarak ileri sürdüğü husustur. Ahmed b. Kasım anlatıyor: Ebu
Abdillah'a: "Üç ayı nasıl bir hayız yerinde saydın? Oysa Allah Teala,
Kur'an'da her hayıza karşılık bir ay koymuştur." dedim. Ahmed şu cevabı
verdi: Üç ay dememizin sebebi, hamilelikten dolayıdır. Çünkü hamilelik, bu
süreden daha az bir zamanda anlaşılmaz. Zira Ömer b. Abdülaziz, bu konuyu
sormak için ilim adamlarını ve ebeleri topladı. Onlar, hamilelik üç aydan daha
az bir zamanda anlaşılmaz dediler. Bu onun çok hoşuna gitti. Sonra Ahmed
devamla dedi ki: İbn Mes'ud'un şu sözünü işitmedin mi? O demiştir ki:
"Nutfe, kırk gün geçince alaka olur. Sonra bunun üzerinden kırk gün
geçince mudga olur." Seksen gün geçince mudga olur. Mudga ettir. Artık o
zaman rahimde çocuğun bulunduğu anlaşılır." İbnu'l-Kasım diyor ki: Ahmed
bana: "Bu kadınlarca malumdur. Ama bir ayın anlamı yoktur." dedi.
İbnu'l-Kasım'in anlattıkları burada bitti.
İmam Ahmed'den gelen bir
üçüncü rivayete göre ise, hayızdan kesilmiş cariye bir buçuk ay istibrada
bulunur. Zira Hanbel'in rivayetine göre, Ahmed demiştir ki: Ata: "Cariye
hayız olmazsa, istibrası kırk beş gecedir." demiştir. Hanbel diyor ki:
Amcam (Ahmed): "Ben de bu görüşteyim. Çünkü hayızdan kesilmiş boşanan
kadının iddeti bu kadardır." dedi.
Bu görüşün gerekçesi
şudur: Şayet kadın hayızdan kesilmiş olduğunda boşanmış olsaydı, bir rivayete
göre bir buçuk ay iddet bekler. Cariyenin bu kadar süre istibrada bulunması
daha uygundur.
Ahmed'den gelen dördüncü
bir rivayete göre, hayızdan kesilmiş cariye iki ay istibrada bulunur. Bu
rivayeti ondan Kadı aktarmıştır. Arkadaşlarından pek çoğu bu rivayeti müşkil
bulmuşlardır. Hatta el-Muğni sahibi: "Bu görüşün bir gerekçesini
görmedim." demiş ve eklemiştir: Eğer onun istibrası iki ay olsaydı, kuru'
halinde olanların istibrası da iki kar' olurdu. Bunu söyleyen bir kimse
bilmiyoruz.
Bu rivayetin gerekçesi şudur:
Hayızdan kesilmiş cariye, boşanmış olana göre ele alınmıştır. Cariye iken
boşanmış olsaydı, iddeti iki ay olurdu. Ahmed'den (r.a) meşhur olan budur.
Kendisi bu konuda, Ömer'in (r.a.) sözünü delil göstermiştir. Doğru olan da
budur. Zira aylar, kuru' yerine geçmektedir. Kuru' halinde olanların iddeti iki
kar'dır. Onların bedeli iki aydır. Kar' halinde olarım istibrası bir hayız
süresidir, dedik; çünkü hayız rahimde çocuk bulunmadığına açık bir alamettir.
Bu durum bir ayın geçmesiyle anlaşılmaz. Dolayısıyla, rahimde çocuk bulunup
bulunmadığı anlaşılacak bir müddetin geçmesi gerekir. Bu müddetde ya iki, ya da
üç aydır. Şu halde iki ay daha uygundur. Zira boşanmış kadın hakkında onun
rahminde çocuk bulunmadığına bir alamet sayılmıştır, istibrada bulunan kadın
hakkında alamet olması daha uygundur. İşte bu rivayetin gerekçesi budur.
imdi, delil bakımından
tercihe şayan olan, bir tek ayla yetinmektir. Nassın ima ve tenbihlnin
gösterdiği husus da budur. Hayızdan kesilmiş cariyenin istibra süresini üç
saymak, onunla hür kadın arasını eşitlemektir. Yine bu cariyenin istibrasını
iki ay saymak onunla, kocasından boşanmış kadını eşitlemektir. Ona en uygun
müddet, bir aydır. Zira bu tam bir bedeldir. Şeriat sahibi, bu bedelin
benzerini cariyenin benzeri olan hür kadında muteber saymıştır. Sahabe bunu
boşanmış cariyede muteber görmüştür. Hz. Ömer'in (r.a.): "Boşanmış
cariyenin iddeti iki hayızdır. Hayız olmuyor ise, iki aydır." dediği
sahihtir.
Ahmed (r.a.) bunu delil
göstermiştir. Kendisinden gelen en meşhur rivayete göre Ahmed (r.a.) açıkça
ifade etmiştir ki, hayız hali ortadan kalkar ve hayızının kesilmesinin sebebini
bilmezse, dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da hayız yerine
olmak üzere toplam on ay iddet bekler.
Ondan gelen ikinci bir
rivayete göre bir sene iddet bekler. Bu, üstad Ebu Muhammed'in yoludur. Kendisi
diyor ki: Ahmed, burada bir hayız yerine bir ay koydu. Çünkü hayızdan kesilen
kadın hakkında onun tekrarının gözönünde bulundurulması, rahminde çocuk bulunup
bulunmadığının anlaşılması içindir. Burada ise müddetin çoğunluğunun geçmesiyle
onun hamile olmadığı anlaşılmıştır. Böylece bir ayı, kıyasa uygun olarak bir
hayız yerinde tutmuştur, işte el-Hıraki'nin hayızdan kesilmiş olanla hayız hali
ortadan kalkmış olan arasını ayırarak kaydettiği budur. O diyor ki: Eğer
hayızdan kesilmiş ise üç ay; hayız hali ortadan kalkıp da bunun sebebini
bilemezse dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da hayız yerine
olmak üzere iddet bekler.
Üstad Ebu'l-Berekat ise,
hayız hali ortadan kalkan kadın konusundaki ihtilafı, hayızdan kesilen kadın
hakkındaki ihtilaf gibi saymış ve onun hakkında dört rivayeti hamilelik
müddetinin çoğunluğundan sonra onunla hayızdan kesilmiş arasında bir eşitleme
yapmıştır. Muharrar adlı eserinde diyor ki: Hayızdan kesilmiş ve daha henüz
hayız görmeyecek kadar küçük olan kadınlar bir ay, Ahmed'den gelen bir rivayete
göre üç ay, bir rivayete göre iki ay ve bir rivayete göre de bir buçuk ay iddet
beklerler. Cariyenin hayız hali oltadan kalksa ve sebebini bilemese dokuz aydan
sonra (ihtilafa göre) bu sürelerde istibrada bulunur.
el-Hıraki ile Üstad Ebu
Muhammed'in tuttuğu yol daha sahihtir. Tercih ettiğimiz bir ayla yetinme de
budur. el-Muğni adlı eserinde Üstad da bu görüşe eğilim göstermiştir. Diyor ki:
Bir ay istibrasının gerekçesi şudur: Allah bir ayı, bir hayız yerinde
tutmuştur. Bundan dolayı aylar, hayızların değişmesiyle değişmiştir. Hayızdan
kesilmiş hür kadının iddeti üç kar' yerine üç ay, cariyenin iddeti iki kar'
yerine iki ay olmuştur. Hayız hali ortadan kalkan ve Istibra yapmakta olan
cariyenin istibrası dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da
hayız yerine olmak üzere toplam on aydır. Şu halde burada tıpkı hayız hali
ortadan kalkan cariyede olduğu gibi, bir hayız yerine bir ay olması gerekir.
Rahimde çocuk bulunmadığını gösteren dokuz ay beklemeyi gördünüz denecek
olursa, "Burada rahimde çocuk bulunmadığını gösteren hayızdan kesilmişlik
hali vardır. Doyayısıyla iki hal eşitlenmiş oldu." diye cevap veririz.
Sonraki sayfa için
aşağıdaki link’i kullan:
A) HZ.
PEYGAMBER'İN (S.A.) SATIŞI HARAM OLAN NESNELER HAKKINDAKİ HÜKÜMLERİ