ZADU’L-MEAD

ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.)

VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

E) İDDET (HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İDDET KONUSUNDAKİ HÜKÜMLERİ)

 

1- İddetln Çeşitleri

2- (Kar') Kelimesinin Yorumları

3- Cariyenin İddeti

4- Hayızdan Kesilen ve Henüz Hayız Görmemiş Kadının İddeti

5- Vefat İddeti

6- Boşanma iddeti

7- Hulu Sonucu Ayrılmada İddet

8- Vefet İddetinin Yeri

9- Hz. Peygamber'in (s.a.) Kocası Ölen Kadına Yapmasını Emrettiği Hususlar

10- Hz. Peygamberin (s.a.) istlbra konusundaki Hükümleri

 

1- İddetln Çeşitleri :

 

Bu konunun açıklamasını, bizzat Yüce Allah kendi üzerine almış ve kitabında en açık, vazıh ve şümullü bir şekilde beyan etmiştir. İddet konusunda Kur'an'ın beyanı dışında kalacak hiç bir şekil bırakılmamıştır. Kur'an'da dört çeşit iddetten bahsedilmiştir ki, iddet nevilerinin tamamı da bundan ibarettir:

 

Birinci çeşit iddet: Hamile kadının iddeti, kayıtsız olarak çocuğunu doğurmasına bağlanmıştır. Bain talakla ya da ric'i talakla boşanmış olması; kocası ölmüş veya hayatta olması ve boşanması arasında fark yoktur. Yüce Allah: "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4] buyurmuştur.

 

Bu ayette üç açıdan genellik (umumilik) bulunmaktadır:

 

Birincisi:Kendisinden haber verilen kimselerin genelliği. Bunlar hamile olan kadınlardır ve bu ifade onların tamamını içine alır.

 

İkincisi: "Ecel" (müddet) in genelliği: Müddet, hamile kadınlara izafe edilmiştir. Cemi isimlerinin (ism-i cem) marife bir kelimeye izafe edilmesi, genellik bildirir. Dolayısıyla çocuğun doğurulması, onların müddetlerinin tamamı kılınmıştır; eğer o kadınlardan bir kısmının ondan daha başka müddetleri bulunsaydı, o zaman doğuma kadar bekleme, onların tümüne nisbet edilmiş bir müddet olmazdı.

 

Üçüncüsü: Mübteda ve haber marifedir: Mübtedanın marife olduğu belli; habere gelince —ki ayetteki kısmıdır— bunun marifeliği muzaf olan masdar tevili şeklinde olmaktadır; yani, ayetin takdiri şeklindedir. Mübteda ve haberin her ikisinin de marife olmaları durumunda, ikincinin birinciye hasrı gerekir. Nitekim:

 

"Ey insanlar, muhtaç olanlar sizlersiniz; zengin olan ve övülmeye layık olan ise ancak Allah'tır."[Fatır, 15] ayetinde bunun örneğini görmekteyiz.

 

Sahabenin büyük çoğunluğu, hamile olan kadının iddetinin doğurmak (hamlini vaz etmek) olduğuna bu şekilde delil getirmişler ve kocası henüz teneşir üzerinde olsa bile, doğumla iddetinin biteceğini belirtmişlerdir. Nitekim bizzat Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de, Eslemli Sübey'a'ya bu şekilde fetva vermiştir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hüküm ve fetvası, Kur"an'dan alınmıştır ve ona tamamen uygundur.

 

İkinci çeşit iddet: Hayız gören kadının iddeti: Bunun süresi üç kur' (hayız ya da temizlik süresi) beklemektir Yüce Allah: "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kur' (hayız ya da temizlik süresi) beklerler."[Bakara, 228] buyurur.

 

Üçüncü çeşit iddet: Hayız görmeyen kadının iddeti: Bu da iki kışıma ayrılır: a) Henüz hayız görmeyen küçük çocuğun iddeti. b) Hayız halinden kesilmiş (ayise) kadının iddeti. Yüce Allah her iki kısmın da iddetlerini şu ayetle belirtmiştir: "Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır."'[Talak, 4]

 

Dördüncü çeşit iddet: Kocası ölen kadının beklediği vefat iddeti: Bunu da Yüce Allah şu ayetle açıklamıştır: "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. "[Bakara, 234] Bu ayet kendisiyle gerdeğe girilen, girilmeyen; küçük ya da büyük olan hanımları içine almaktadır; hamile kadınlar ise bu ayetin hükmü içine girmemektedir. Çünkü onlar: "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."'[Talak, 4] ayeti ile bu hükmün dışında kalmaktadırlar. Bu ayette onların doğurmaları, bütün iddetleri sayılmış ve iddet doğuma hasredilmiştir. Vefat iddeti bekleyen hanımlar ise böyle değildir; çünkü, ilgili ayette "beklerler" fiili mutlaktır ve bir genelliği (umumu) yoktur. Sonra:"Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4] ayeti, "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."[Bakara, 234] ayetinden daha sonra nazil olmuştur. Yine: "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."'[Bakara, 234] ayeti ittifakla, hamile olmayan kadınlar hakkındadır. Çünkü, onun hamilelik süresi bu süreden daha fazla devam edecek olsa, doğuma kadar beklemesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu ayetin umumu (genel ifadesi) ittifakla tahsis görmüş bulunmaktadır. "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."'[Talak, 4] ayeti ise, ittifakla tahsis görmemiştir. Şayet bu konuda, hükmün böyle olduğuna dair sahih sünnet bulunmasaydı, konuyu Kur'an'a havale etmek gerekecekti. Kaldı ki, Kur'an'ın getirdiği hükmü, sünnet teyid etmekte ve onu takrir etmektedir.

 

Bunlar, Allah'ın kitabında beyan ve tafsil edilmiş olan iddetlerdir. Ancak bu iddet çeşitlerinden bahseden ayetlerden ne murad edildiği ve delalet ettikleri hususlar hakkında ihtilaflar vardır. Allah'a hamd olsun ki, sünnet bunlardan murad edilen manaları açıklamıştır. Biz burada, sözkonusu ihtilafları zikredecek, bunlar içerisinde hangisinin doğruya daha yakın ve evla olduğunu, sünnetin delaleti doğrultusunda bulunduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

 

Bu ihtilaflardan birisi, selefin hamile bir kadının vefat iddeti beklemesiyle ilgili ihtilaflarıdır. Hz. Ali, İbn Abbas ve sahabeden bir grup, dört ay on gün ya da doğum vaktine kadar olan zamandan en uzun müddet hangisi ise. o kadar bekler; demişlerdir. Bu İmam Malik'in mezhebinde iki görüşten birisi olmaktadır. Sehnun'un tercihi de bu şekildedir.

 

Ebu Talib rivayetinde İmam Ahmed şöyle demektedir: "Hz. Ali ve İbn Abbas, hamile olan kadının vefat iddeti beklemesi konusunda: "En uzun süreyi bekler." demişlerdir. İbn Mes'ud ise: "Kim isterse, onunla yemin billah ederim ki, kısa olan Nisa suresi (yani Talak suresi Bakara'dan) daha sonra nazil olmuştur."' derdi. "Doğurduğunda, (nikah için) helal olmuştur." şeklindeki Sübey'a hadisi onların arasında hükmetmektedir, ibn Mes'ud, Kur'an'a yorum getirmekte ve "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4] ayetinin vefat iddeti bekleyen hanımlar için olduğunu, boşanmış kadınların da aynı şekilde doğurmaları ile iddetlerini tamamlamış olacaklarını ve nlkahlanmalannın helal olacağını belirtmiştir. Hamile kadının, organları belirmemiş bir çocuk düşürmesi durumunda iddeti tamamlanmış olmaz. El ve ayakları belirmiş bir çocuğun düşmesi durumunda ise, bununla cariye azad edilmiş olur; iddet tamamlanır. Kadın doğurur, fakat karnında başka bir çocuk daha bulunursa, diğer çocuğu da doğurmadıkça, iddeti bitmiş olmaz. Hamile olmaması durumunda, vefat iddeti bekleyen kadının, kocasının kendisiyle gerdeğe girdiği evinden dört ay on gün ayrılmaması ve orada iddetini beklemesi gerekir. iddet, kocanın öldüğü ya da boşadığı günden başlar." Buraya kadar olan kısım İmam Ahmed'in sözüdür.

 

Bu konuda ibn Abbas ve Ebu Hüreyre (r.a.) birbirleriyle tartışmaya girmiş ve Ebu Hüreyre: "iddeti doğurmasıdır." demiştir. İbn Abbas ise "İki müddetten en uzun süreyi bekler." demiştir. Sonunda Ümmü Seleme' yi hakem tayin etmişler ve ona gitmişler, o da Ebu Hüreyre'ye hak vermiş ve Sübey'a hadisini de delil olarak getirmiştir.

 

İbn Abbas'ın bu görüşünden vazgeçtiği de rivayet edilmiştir.

 

Sahabe ve tabiinin büyük çoğunluğu ve dört imam:" İddeti, çocuğunu doğurmasıdır; isterse koca henüz teneşirde bulunsun, doğurur doğurmaz nikahlanması helal olur." demişlerdir.

 

"En uzun süre kadar beklemesi gerekir." görüşünde olanlar, şöyle demektedirler: Vefat iddeti bekleyen hamile kadın, her iki ayetin de umumu içerisine girmektedir. Dolayısıyla en uzun süre ile iddet beklemediği sürece, iddetinden kesin olarak çıkmış olamaz. Bu ayetlerden birisinin umumunun diğerinin hususiliği ile tahsis edilmesi mümkün değildir. Çünkü her iki ayet de bir açıdan aram (genel), diğer açıdan da has (özel) olmaktadırlar. Bazı şekillerin, her iki ayetince umumu altına girmesi yani umumun gereğiyle amel etme (imal) imkanı bulunmaktadır. Kadın, en uzun süreyle iddetini beklediği zaman; süreler içerisinde daha az olan, daha uzun olan içerisinde mündemiç bulunacaktır ve böylece her iki ayetin de umumu gereği hareket edilmiş olacaktır.

 

Çoğunluk ulema , bunlara karşı üç şekilde cevap vermişlerdir: Birincisi: Sarih sünnet, itibarın sadece doğuma olduğuna delalet etmektedir. Nitekim, Sahihayn'da. varid olduğu üzere, Eslemli Sübey'a'nın kocası vefat etmiş ve kendisini hamile olarak geride bırakmıştı. Kadın doğurmuş ve evlenmek istemişti. Ebu's-Senabil kendisine: "Sen en uzun süreyi doldurmadıkça, nikahlanamazsın." demiştir. Kadın Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sormuş, O da: "Ebu's-Senabil yalan söylemiş, Sen (nikah için) helal oldun. Dolayısıyla dilediğinle evlen!" buyurmuştur.

 

İkincisi: "Hamile olanların iddetleri, çocuklarım doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4] ayeti, "İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."[Bakara, 234] ayetinden sonra nazil olmuştur. Bu cevap Abdullah b. Mes'ud'a aittir. Nitekim Buhari'nin Salih'inde şöyle rivayet edilmektedir: "Siz o kadın üzerine işi zorlaştırıyor ve ona ruhsat tanımıyor musunuz? Ben Allah'ı şahid tutarım ki, kısa olan Nisa (Talak) suresi, uzun olandan (Bakara) sonra inmiştir: "Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."[Talak, 4] ayeti daha sonradır.

 

Bu cevap izaha muhtaçtır: Çünkü, bu sözün zahiri Talak süresindeki ayet, tarih bakımından daha sonra olduğu için Bakara süresindeki ayetten mukaddemdir, dolayısıyla onu nesheder; anlamına gelmektedir. Ancak, "nesh" tabirinin sahabe ve selef terminolojisinde, daha sonra gelenlere nisbetle çok daha geniş bir manası vardır. Çünkü onlar nesh tabiri ile üç mana kasdetmektedirler:

 

1) Sabit bir hükmün, hitapla (nassla) kaldırılması.

 

2) Zahirin delaletinin, ya tahsis ya da takyid yolu ile kaldırılması, Bu manada nesih, birinci manasından daha geneldir.

 

3) Beyanı, harici bir delile bağlı olan lafızdan muradın ne olduğunun açıklanmasıdır. Bu üçüncüsü de daha önce geçen iki manadan daha genel olmaktadır.

 

İşte ibn Mes'ud (ra.) Talak suresinin daha sonra nazil olduğunu belirtmekle, iddetin doğumla sona ereceğini belirten ayetin Bakara süresindeki ayeti, eğer ayetin umumu murad ise, neshetmiş olduğunu; eğer umumu murad değil idiyse, tahsis etmiş olduğunu veya ondan muradın ne olduğunu açıklamak ve onun mutlak ifadesini kayıtlamak olduğunu belirtmiş; her üç ihtimale göre de. Talak süresindeki ayetin, Bakara süresindeki ayetin umum ve mutlak ifadesine takdiminin gerekeceğine işaret etmiştir. Bu İbn Mes'üd'un fıkıhtaki kemalinin ve ilimdeki derinliğinin bir neticesidir ve bu fıkıh usulünün onlarda bir seciye ve meleke şeklinde bulunduğunu, ve hiçbir zaman bu konuda bir tekellüfe girmediklerini göstermektedir. Nitekim Arapça, meani, beyan ve onlarla ilgili diğer ilimler de, onlarda bir meleke ve seciye şeklinde bulunuyordu. Onlardan sonra gelenler ise, onların tozlarına ulaşmaya çalışmak için kendilerini yormaktadırlar. Heyhat! O da nerde?!

 

Üçüncüsü: Farzedelim ki, doğumun esas alınacağına dair sarih sünnet yok ve Talak suresi de sonraki tarihli değil; bu takdirde de yine Talak süresindeki ayetin takdimi, daha önce ifade ettiğimiz gibi, umumunun bulunuşu ve öbür ayetteki "beklerler" ifadesinin de mutlak oluşu gerekçesiyle vacib olacaktı. Meseleyi böylesi bir anlayışa havale etmek mümkün idi. Ancak pek çok kimseye göre kapalı kalışı ve inceliği sebebiyledir ki, konu, sünnetin beyanına havale edilmiştir. Tevfik ancak Allah'tandır.

 

"Hamile olanların iddetleri, çocuklarını doğurmaları ile tamamlanır."'[Talak, 4] ayetinin delaleti gereği, kadın ikiz çocuğa hamile olsa, her ikisini de doğurmadıkça iddeti sona ermez. Ayet aynı zamanda, istibra yapması gereken kadınların iddetlerinin de, çocuklarını doğurmaları olduğuna delalet etmektedir. Yine ayette, "hamillerini vaz etme" tabiri kullanıldığı için, çocuğu ölü ya da diri; tam ya da noksan; ruh üflenmiş veya üflenmemiş ne şekilde doğururlarsa doğursunlar, iddetlerinin sona ereceğine delalet bulunmaktadır.

 

"İçinizden vefat edenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler."[Bakara. 234] ayeti ise, hayız görsün görmesin, sadece bu süre kadar beklemeleri ile yetinileceğine delalet etmektedir. Bu, çoğunluğun görüşü olmaktadır. İmam Malik ise şöyle der: Eğer bir kadının adeti senede bir defa ay hali görmek ise ve bu kadının kocası da ölürse, bu kadın hayzını görüp ondan temizlenmedikçe (dört ay on gün beklese de) iddeti bitmez. Eğer hayız görmezse, kocanın vefatından itibaren tam dokuz ay bekler. Ondan, çoğunluğun görüşü doğrultusunda ikinci bir rivayet daha bulunmaktadır. Buna göre kadın, dört ay on gün bekler ve hayız görmesini beklemez.

 

 

2- (Kar') Kelimesinin Yorumları:

 

Diğer bir ihtilaf konusu da, ayette geçen "kar"' (c. kuru' ve akra') kelimesinin manası hakkındadır. Acaba bundan maksat hayız mıdır yoksa temizlik süresi midir?

 

 

a) Kar Kelimesinin Yorumu Konusundaki Görüşler:

 

1. Kar'dan Maksat Hayızdır Görüşü :

 

Büyük sahabiler, bundan maksadın hayız olduğunu söylemişlerdir. Bu Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ebu Musa, Ubade b, es-Samit, Ebu'd-Derda, İbn Abbas, Muaz b. Cebel (r.anhum) gibi sahabilerin görüşü olmaktadır. Aynı zamanda bu, İbn Mes'üd'un Alkame, el-Esved, İbrahim, Şüreyh, Şa'bi, Hasan, Katade gibi bütün talebelerinin; İbn Abbas'ın talebeleri olan Said b. Cübeyr ve Tavus'un; Said b. el-Müseyyeb'in görüşleri olmaktadır. ishak b. İbrahim, Ebu Ubeyd el-Kasım, İmam Ahmed gibi hadis imamlarının görüşleri de bu şekildedir.imam Ahmed'i de bunlar arasında saydık. Çünkü o da bu görüşe rücu etmiş ve onda karar kılmıştır, bunun dışında onun başka bir görüşü bulunmamaktadır. Daha Önceleri, "kar'"dan maksadın temizlik süresi olduğu görüşünde idi. el-Esrem rivayetinde şöyle demiştir: "Kar'dan maksat hayızdır." diyenlerin dayandıkları hadislerin farklılıklar arzettiğini gördüm; "Koca, boşadığı karısı üçüncü hayzını görmeye başlamadıkça ona rücu hakkına sahiptir." diyenlerin hadislerinin ise sahih ve güçlü olduklarını gördüm."Sadece bu beyanı elde eden kimse, Ebu Ömer b. Abdilber'dir ve o: "İmam Ahmed, kar'dan maksadın "tuhr" yani temizlik süresi olduğu görüşüne rücu etmiştir." demiştir ki, durum onun söylediği gibi değildir. İmam Ahmed, bunu önceleri söylerdi, sonra ise bu konuda tevakkuf etmiştir. Yine el-Esrem'in rivayetinde İmam Ahmed şöyle demektedir: "Daha önceleri, kar' temizlik süresidir; diyordum. Sonra ise büyüklerin dediği gibi tevakkuf ettim," İmam, daha sonraları "kar' " dan maksadın hayız olduğuna kesin olarak hükmetmiş ve temizlik süresidir şeklindeki görüşünden rücu ettiğini tasrih etmiştir. İbn Hani' rivayetinde şöyle der: "Ben kar'dan maksadın tuhr yani temizlik süresi olduğu görüşünde idim. Bugün ise ben kar'dan maksadın hayız olduğu kanaatindeyim." Kadi Ebu Ya'la:"İmam Ahmed'den sahih olan işte budur, imamlarımızın kabul ettikleri görüş de budur. İmam kar'dan maksadın temizlik süresi olduğu şeklindeki görüşünden rücu etmiştir." demiş ve daha sonra biraz önce geçen İbn Hani' rivayetindeki rücuunu ifade eden beyanını zikretmiştir.

 

Bu görüş Ebu Hanife ve talebeleri gibi rey ekolünün de mezhebleri olmaktadır.

 

 

2. Kar'dan Maksat Temizliktir Görüşü:

 

Bir başka grup ise; ayetteki "kar'"dan maksadın "tuhr" yani temizlik süresi olduğunu söylemişlerdir. Bu da müminlerin annesi Hz. Aişe, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Ömer'in görüşleri olmaktadır.

 

Yine bu görüş "yedi fakih", Eban b. Osman, Zühri ve bütün Medine fakihlerinden rivayet edilir. İmam Malik ve Şafii'nin mezhebleri böyledir. İki rivayetten birisinde İmam Ahmed de bu görüştedir.

 

Bu görüşe göre, bir kadının temizlik süresi içerisinde boşanması durumunda, boşandığı andan itibaren geri kalan temizlik süresi tam bir "kar"' sayılır mı? Bu konuda üç görüş bulunmaktadır.

 

Birincisi: Geri kalan süre bir tuhr (kar') sayılır. Meşhur olan da budur.

 

İkincisi: Hayır, sayılmaz. Bu da Zühri'nin görüşü olmaktadır. Nitekim, kar'dan maksadın hayız olduğunu söyleyenlere göre, ittifakla geri kalan hayız süresi, tam bir hayız olarak kabul edilmemektedir.

 

Üçüncüsü: Eğer o temizlik süresi içerisinde, cimada bulunmuşsa, geri kalan kısmı sayılmaz. Cimada bulunmamışsa, geride kalan kısmı bir tuhr sayılır. Bu görüş de Ebu Ubeyd'e aittir.

 

İddet bekleyen kadın üçüncü hayıza veya ez-Zühri'nin görüşüne göre dördüncü hayıza girerse iddeti bitmiş olur. Birinci görüşe göre, üçüncü hayız bitmedikçe iddetten çıkmış olmaz.

 

iddetinin bitmiş olması için hayızdan yıkanmış olması gerekir mi? Üç görüş bulunmaktadır:

 

Birincisi: Yıkanmadıkça iddetinden çıkmış olmaz. Büyük sahabilerden meşhur olan görüş budur. İmam Ahmed: "Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'üd: 'Koca, boşadığı karısı üçüncü hayzından yıkanmcaya kadar rücu edebilir.' derlerdi." demiştir. Bu Hz. Ebu Bekir es-Sıddik, Hz. Osman, Ebu Musa, Ubade, Ebu'd-Derda, Muaz b. Cebel'den (r.anhum) rivayet edilmiştir. Nitekim Veki'in Musannef inde, İsa el-Hayyat - Şa'bi vasıtasıyla Hz. Peygamber'in birbirinden güzide on üç sahabisinden —ki içlerinde Hz. Ebu Bekir, Ömer ve İbn Abbas da bulunmaktadır— "iddet bekleyen kadının üçüncü hayzından temizlenip yıkanmadıkça, kocasının rücu hakkı bulunduğu" rivayet edilmiştir.

 

Yine onun Musannef'inde, Muhammed b. Raşid - Mekhul vasıtasıyla, Muaz b. Cebel ve Ebu'd-Derda'dan da benzeri rivayet edilmiştir.

 

Abdürrezzak'ın Musanne/inde Ma'mer - Zeyd b. Refi' - Ebu Ubeyde b. Abdillah b. Mes'ud senediyle rivayet edilir: Hz. Osman, bu konuda Übey b. Ka'b'ı çağırtır ve sorar: Übeyy b. Kab: "Benim görüşümce kadın üçüncü hayzından temizlenip yıkanmcaya ve kendisine namaz helal oluncaya kadar, kocası rücu edebilir." der. Ravi: "Hz. Osman'ın bu görüşü benimsemiş olmasından başka bir şey bilmiyorum." demiştir.

 

Yine onun Musannefinde, Ömer b. Raşid - Yahya b. Ebi Kesir senediyle, Ubade b. es-Samit'in:"Boşanan kadın üçüncü hayzından temizlenip yıkanmadıkça ve kendisine namaz helal olmadıkça, ayrı düşmez." dediğini rivayet eder.

 

Bunlar ondan fazla sahabidir. Bu, aynı zamanda Said b. Müseyyeb, Süfyanu es-Sevri, İshak b. Rahuyeh'in görüşleri olmaktadır. Şerik: "Kadın ihmal etse de yirmi yıl yıkanmasa, kocanın (yıkanmcaya kadar) ric'at hakkı bulunur." demiştir. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden birisi olmaktadır.

 

İkincisi: Kadın üçüncü hayzından, sadece temizlenmiş olmakla iddeti biter ve yıkanmış olma şartı yoktur. Bu Said b. Cübeyr ile Evzai'nin görüşleri olmaktadır. İmam Şafii'nin kadim kavli de böyledir, çünkü o daha önceleri kar'dan maksadın hayız olduğunu söylerdi. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'den gelen rivayetlerden birisidir ve Ebu'l-Hattab'ın tercihi de budur.

 

Üçüncüsü: Kanm kesilmesinden sonra, kadın üzerinden temizlenmiş bulunduğu vaktin namazı geçmedikçe iddet devam eder ve kocasının rücu hakkı bulunur. Bu Sevri'nin görüşü olmaktadır. İmam Ahmed'den nakledilen rivayetlerden üçüncüsü de bu şekildedir. Bu rivayeti Ebu Bekr nakletmiştir. Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin görüşü olmaktadır; ancak bu hayzm en az müddeti sonunda kesildiğinde sözkonusudur. Hayzm en uzun süresi sonunda kesilmesi takdirinde ise iddet, kanın sadece kesilmiş olmasıyla sona erer.

 

"Kar'dan maksat, tuhr yani temizlik süresidir." diyenler ise iki konuda ihtilaf etmişlerdir:

 

Birincisi: Temizlik süresinden önce kan görme şart mıdır, yoksa değil midir? iki görüş variddir: Her ikisi de İmam Şafii ve Ahmed'in mezheblerinde iki vecih olmaktadırlar. Birincisi: (Tuhr içerisinde boşanmak suretiyle, öncesinde kan olmaması durumunda bu tuhr) hesap edilir. Çünkü, bu bir temizlik süresidir ve sonunda hayız (kan) olmaktadır; dolayısıyla, daha öncesinde hayız olması durumunda olduğu gibi bu bir "kar' " sayılır. İkincisi: Hesap edilmez. Bu İmam Şafii'nin mezheb-i cedidindeki beyanının zahiri olmaktadır. Çünkü kan görmeyen bir kadına Arapça'da "zat-ı kuru' " tabir edilmez.

 

İkinci nokta:Üçüncü hayza başlar başlamaz iddet biter mi? Yoksa bir gün ve bir gece hayızı devam etmedikçe iddeti bitmez mi? Bu konuda İmam Ahmed'in tabileri iki vecih olmak üzere ihtilaf etmişlerdir. Bu iki vecih, aynı zamanda İmam Şafii'nin beyan etmiş olduğu iki kavli olmaktadır. Tabilerine ait üçüncü bir vecih daha bulunmaktadır: Buna göre, kadın adeti veçhile hayzını görse, mücerred hayzının başlamasıyla iddeti bitmiş olur. Eğer adeti veçhile hayzını görmez de mesela normalde ayın onunda adet görürken ayın başında görmeye başlasa, bu durumda üzerinden bir gün ve bir gece geçmedikçe iddeti tamamlanmış olmaz. Sonra iki vecih olmak üzere yine ihtilaf etmişlerdir: Acaba bu kan iddetten sayılır mı, yoksa sayılmaz mı? Bu ihtilafın semeresi, bu kan görme şurasında ric'atta bulunma durumunda ortaya çılcar.

 

 

b) Görüşlerin Delilleri:

 

Buraya kadar "kar"' hakkında ulemanın gprüş ve mezheblerini ortaya koymuş bulunuyoruz. Şimdi ise delillerine geçmek istiyoruz:

 

 

1. Kardan Maksat Hayızdir Görüşünün Delilleri:

 

"Kar'"m hayız anlamına geldiğini söyleyenler, bu görüşlerine çeşitli açılardan delil getirmişlerdir: Birinci Delil:

 

Yüce Allah'ın: "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kar' {selasete kürü') beklerler.''[Bakara, 228] buyruğundan maksadı ya sadece "tuhr" yani temizlik süresidir, ya sadece "hayız" dır; ya da her ikisi de birdendir. Üçüncüsü icma ile mümkün değildir; müşterek lafzı iki manaya hamledenler dahi bu konuda hemfikirdirler. Şu halde, ayetin ilk iki ihtimale hamli gerekmektedir: Bu iki ihtimalden hayız üzerine hamlediimesi çeşitli açılardan daha uygun olmaktadır:

 

1- Eğer kar'dan maksat tuhr olacak olsaydı, o takdirde iddet bekleyen kadın için iki kar' ve üçüncüsünden de bir an beklemesi yeterli olurdu. Ayette kullanılan "üç" sayısının bu manada kullanılması ise uzak bir mecazdır. Çünkü sayılar belli bir aded konusunda "nas's"dırlar; ne aza ne de çoğa delalet etmezler.

 

Burada siz: "İçerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmı bize göre bir kar'dır." diyebilirsiniz. Bu itirazınıza üç açıdan cevap vermek mümkündür:

 

a) Daha önce de geçtiği gibi, bu üzerinde ittifak edilemeyen bir konudur; bütün ümmet, kar'ın bir kısmının tam bir kar' sayılacağına dair asla icma' etmiş değillerdir. Böyle bir iddia delile muhtaçtır.

 

b) Bu bir mezhebçilik iddiasıdır ve ayetin bu iddia üzerine hamli, kur' un tuhur olduğunu kabullendirme gayreti gerektirmektedir. Kur'an bu şekilde mezhebçilik iddialarıyla tefsir edilemez ve lügate bu gibi manalar yüklenemez. Lügatte, asla tuhrdan bir anlık zaman için "tam bir kar'" ismi verilmez ve böyle bir mana akla gelmez. Bu mana üzerinde ümmet görüş birliği de etmemiştir. Dolayısıyla bu iddia ne naklen, ne de icma' yolu ile sabit değildir. Bu sadece mücerred (dayanağı olmayan) bir hamiden ibarettir. Hiç şüphesiz "hami" başka, "vaz'" ise daha başka şeylerdir. Vaz', ancak lügat bakımından, şer'an ya da örfen sübut bulduğu zaman bir mana ifade der.

 

c) "Kar"' kelimesi ya "tuhr"un yani temizlik süresinin tamamının adıdır, nitekim (öbürlerine göre) hayz müddetinin de tamamının adı olmaktadır. Ya da bir kısmının adıdır; veyahut da her ikisi arasında lafzı ya da manevi iştirakle "müşterek" bir kelime olur. Üç İsısını da batıldır dolayısıyla birinci kısım taayyün eder. Şöyle ki: "Kar' " kelimesinin temizlik süresinin bir kısmı için vaz'edilmiş olmasının batıllığı ortadadır; çünkü böyle olması durumunda tek bir temizlik süresinin pek çok "kar"' olması gerekir ve bu durumda "kar' " kelimesi. mecazi anlamda kullanılmış olur. Manevi iştirak ile müşterekliğin batıllığı da iki açıdan olmaktadır: Birincisi: Tek bir temizlik süresine hakikat anlamında pek çok "kar' " tabir etmenin doğru olması gerekir. İkincisi: Nazirlnln -ki "hayız" olmaktadır- bir cüzüne ittifakla "kar"' ismi verilmemektedir. "Kar"' kelimesinin her ikisi için lügat bakımından vaz'edilmiş elması fark etmez ve bunda bir kapalılık yoktur.

 

Eğer: "Biz bu kısımlar içerisinden, tamamıyla cü2;ü arasında lafzı iştirakle müşterek olması şeklini tercih ediyoruz. Müşterek, her iki manası üzerine de hamledilebilir; çünkü bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Beraet (sorumluluktan kurtulma) ancak bununla husule: gelir." denilecek olursa buna cevap iki açıdan verilecektir: Birincisi: Daha önce de geçtiği gibi, iştiraki sahih değildir. İkincisi: Şayet iştiraki sahih olsa bile, bu takdirde de bütün manalarına hamlediimesi caiz değildir. Müşterek lafızın, her iki manası üzerine de hamlini caiz görmeyenlere göre bu zaten açıktır. Müşterek lafzın her iki manası üzerine de hamlini caiz görenler ise, bunu ancak her ikisinin de murad edildiğine dair delil bulunduğu zaman caiz görmektedirler Böyle bir delilin bulunmaması durumunda ise, içlerinden birisinin ya da her ikisinin murad edildiğine dair bir delil bulununcaya kadar tevakkuf ediyorlar. Müteahhir alimler, İmam Şafii ve Kadı Ebu Bekir'den şunu naklederler: "Lafız karinelerden soyutlandığı zaman, aynen amin (genel) lafızlarda olduğu gibi, her iki manaya da hamli vacib olur; çünkü bu daha ihtiyatlı olmaktadır. Zira iki manasından biri diğerinden daha öncelikli değildir. Üçüncü bir manaya ihtimali imkanı da yoktur; tümden terki (ta'tili) mümkün değildir, beyanın ihtiyaç anından geriye kalması ise mümkün değildir. Amel vakti geldiğinde, iki manasından birisinin bizzat maksut olduğu tebeyyün etmemişse, o vakitte lafzın hakikatinin murad olmadığı anlaşılmış olur. Eğer murad edilmiş olsaydı, mutlaka beyan edilirdi. Dolayısıyla mecaz mana taayyün etmiş olmaktadır ki, o da her iki mananın birden murad edilmesidir. Her iki manaya da hamlin hakikat olduğunu söyleyenler, muradın ikisinden biri olduğu tebeyyün etmeyince, her ikisinin de murad olduğu anlaşılmış olur, demektedirler."

 

Şeyhülislam İbn Teymiye şöyle demiştir: İmam Şafii ve Kadı'den nakledilen rivayet üzerinde düşünmek gerekir. Kadı'ya gelince, amm lafızlar hakkında tevakkuf etmek ve bir delil olmaksızın amm lafızları "istiğrak" (bütün fertlerini kapsaması) manası üzerine hamletmenin caiz olmadığı onun prensiplerinden (asıl) olmaktadır. Amm lafızlarda bile tevakkuf eden bir kimse, delil olmaksızın müşterek lafızları istiğrak manasına nasıl hamledebilir? Onun kitaplarında zikrettiği şey, sadece re'sen (yani kelimenin ilk konumunda) iştirakin muhalliği olmaktadır. İştirak iddiasında bulunulan lafızlar ona göre mutevati' isimler kabilindendir. İmam Şafii'ye gelince, onun ilimde sahip olduğu yüce makam, böyle bir şey söylemiş olmasına manidir. Bu görüş onun şu sözünden çıkarılmıştır: "Bir kimse "mevali"sine vasiyette bulunsa, bu lafız hem yukarıdan hem de aşağıdan olan "mevla"yı içine alır." İmam belki de bu sözü, "mevla" kelimesinin mütevatı' isimlerden olduğu ve onlar (yani aşağıdan ve yukarıdan olan mevla) arasında bir müşterek nokta bulunduğu inancıyla söylemiş olabilir. Çünkü o (mevla lafzı), izafi isimlerdendir. Aynen "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır." hadisinde olduğu gibi. Bu sözden, aralarında bir müşterek nokta bulunmayan isimler hakkında, "mutlak zikredilmesi halinde lafzın, bütün manalarına hamledilme sinin gerekliliği" şeklinde genel bir kaide çıkarılması ve bunun da imam'a nisbet edilmesi gerekmez. Sonra bu sözün yanlışlığına çeşitli hususlar delalet etmektedir:

 

a) Lafzın her iki manasında birden kullanılması ancak mecaz olmaktadır. Çünkü, lafzın tek başına ayrı ayrı her bir manası için konulmuş olması hakikat olmaktadır. Mutlak lafzın mecaz üzerine hamli caiz değildir, aksine hakikat manası üzerine hamledilmesi vacibtir.

 

b) Şayet, her ikisi için münferid olarak ve her biri için de toplu olarak konulmuş olduğu farzedilse, bu takdirde müşterek lafzın üç manası (mefhumu) olmuş olur. Bu üç manasından bir gerekçe olmaksızın herhangi birisi üzerine hamide bulunmak mümkün değildir.

 

c) O takdirde, bütün manalarına hamli imkansız olur. Çünkü onun sadece bir manasıyla her iki manası üzerine beraberce hamli, iki zıttın bir arada toplanmasını iktiza eder. Dolayısıyla müşterek lafzın bütün manalarına hamledilmesi mümkün değildir. Her iki manasına beraberce hamledilmesi, mefhumlarından bir kısmı üzerine hamletmek olur; bütün mefhumları üzerine hamli, bir anda bütünü üzerine hamlini ortadan kaldırır.

 

d) Burada bazı durumlar vardır: 1) Sadece bu hakikat. 2) Yalnızca diğeri hakikat. 3) Her ikisi birden. 4) Sadece birinin mecazı. 5) Sadece diğerinin mecazı. 6) Her iki mecaz birden. 7) Bunun mecazı ile birlikte yalnız hakikati. 8) Diğerinin mecazı ile birlikte hakikati. 9) Her ikisinin mecazı ile birlikte tek bir hakikat. 10) Mecazı ile birlikte diğer hakikat. 11) Diğerinin mecazı ile beraber. 12) Her ikisinin mecazı ile birlikte. İşte bu on iki hamil ihtimali bulunmaktadır; bunların bir kısmı hakikat şeklinde diğer bir kısmı da mecaz şeklindedir. Bütün bu hamil ihtimalleri içerisinde, diğer mecaz ve hakikat manalan bir tarafa itilerek bir mecazi mananın belirlenmesi, gerekçesiz bir tercih olur ki, bu da mümkün değildir.

 

e) Eğer müşterek lafız her iki manasına da birden hamledilecek olsa, o takdirde amm lafızlardan olur. Çünkü, amm ismin hükmü, tahsis durumunun bulunmadığı zamanda, bütün fertlerine hamlinin vacib olmasıdır. Eğer böyle olacak olursa, bu durumda iki manasından birisinin istisnası caiz olacaktı ve mutlak zikredilmesi durumunda hatıra ilk olarak umum manası gelecekti ve onu iki manasından birisi hakkında kullanan kimse, amm lafzı bazı fertleri hakkında kullanan kimse gibi olacaktı. Dolayısıyla konuşmasında mecaz yapmış olacak ve hakikat manasında kullanmamış olacaktı, onu iki manasından biri hakkında kullanan kimse bir delile muhtaç olmayacaktı; aksine sadece diğer manayı nefyeden kimse delile ihtiyaç duyacaktı ve amm. lafızların umum ifade edeceğini ve ondan mücmelliği nefyetmeyenlere göre tahsisin bulunduğunu araştırmadan önce, ondan şümul manasını anlamak gerekecekti. Çünkü bu durumda müşterek lafız, diğer amm lafızlar mevkiinde olacaktı. Bu ise kesinlikle batıldır. Yine bu durumda, müşterek isimlerin hükümleri, amm lafızların hükümlerinden ayrı olmayacaktı ki, bu durum lügatte zaruri olarak bilinen bir husus olmaktadır. Yine bu takdirde, bu ayet hakkında, zahiri ve mutlakmm hilafma hamide bulunma hususunda icma' edilmiş olacaktı. Zira onlardan hiçbirisi çıkıp da, "kar"' kelimesinin hem tuhr hem de hayıza aynı anda hamledildiğini söylememiştir. Böylece onların "lafzın her ikisine de birden hamledilmesi ihtiyata daha uygundur." şeklindeki sözlerinin sakatlığı da ortaya çıkmış oldu. Çünkü ayetin üç hayız ve tuhra hamli takdir edilmiş olsaydı, bunda ihtiyattan çıkma manası olurdu.

 

Eğer biz onlardan her birisinden ayrı ayrı üçe hamlederiz; denilirse, bu kez de Kur'an'ın zahirine muhalefet edilmiş olur. Zira bu takdirde kar' sayısı altı olurdu.

 

"Ya bizzat ikisinden birisine ya da ikisi üzerine hamledilmesi..." şeklindeki sözlerine gelince, buna karşı diyoruzTü: Böyle bir şeyin, mücmel isimlerde olduğu gibi ondan muradın ne olduğuna delaletten soyutlanmış olması caiz değildir. Bu delalet yönünün bazı müctehidlerden gizli kalması, bütün ümmetten de gizli kalmasını gerektirmez. Üçüncü vecihe verilecek cevap bu olmaktadır. Sözün, mutlakı eğer murad olan manaya delalet etmiyorsa, bu takdirde mutlaka muradın beyan edilmesi gerekir. Ayetteki "kar"' dan maksadın her ikisi birden değil, sadece birisi olduğu taayyün edince, onunla hayzm murad edilmiş olması btr çok açıdan daha uygun olmaktadır: Birisini arzetmiş bulunuyoruz.

 

2- "Kar' " kelimesinin hayız anlamında kullanılması, tuhr anlamında kullanılmasından daha açık gözükmektedir. Çünkü tefsir ve lügat alimleri, bu kelimeyi hayız ile tefsir ediyorlar, ondan sonra da "denildi ki", "denilir ki", "falan der ki" şeklindeki ifadelerle, "Tuhr manasına da kullanılır." ya da "O aynı zamanda tuhur anlamındadır." şeklindeki sözlerim ilave ediyorlar. Dolayısıyla onlar, bu kelimenin "hayız" ile tefsirinin herkesçe malum, müsellem ve yaygın olduğunu; "tuhr" ile tefsirinin ise şaz tefsir olduğunu, sadece ileri sürülmüş bir görüş olduğunu belirtmiş olmaktadırlar. işte onların ifadelerini burada naklediyoruz:

 

Cevheri şöyle der: Fetha ile "el-kar' " kelimesi hayız demektir. Çoğulu "akra"' ve "kuru"' gelir. Hadiste: Hayız günlerinde namaz yoktur." buyrulmuştur. "el-Kar' " aynı zamanda "tuhr" manasına gelir. Kelime ezdaddandır. (İki zıt anlam içeren kelimelerdendir.)

 

Ebu Ubeyd: "el-Akra' hayızdır." demiş, sonra şöyle devam etmiştir, "el-Akra' tuhrlar demektir." el-Kisai ve el-Ferra, kadın hayız gördüğü zaman denilir; demişlerdir.

 

ibn Faris ise şöyle der: "el-Kuru' " vakitlerdir. Bazan tuhr için, bazan ; da hayız için olur. Müfredi "kar'"dır. "el-Kar' " denilir ve bu "tuhr" demektir. Bazı insanlar, el-kar' ın hayız olduğu görüşüne gitmişlerdir. Sonra İbn Faris, bu kelimeyi, tuhr ve hayız vakitleri arasında müşterek kılanların sözlerini, onu tuhr vakitleri anlamında kullananların sözlerini, hayız vakitlerine tahsis edenlerin sözlerim, sanki bunlar \ içerisinden birisini tercih etmezmiş ve her ikisinin valtitleri için kabul edermiş gibi nakleder ve "Bir kadın hayızdan tuhra, tuhrdan hayıza çıktığında denilir."der.

 

Buradan şu da anlaşılıyor ki, "kar"' kelimesinin hakikatinde mutlaka hayz kelimesinin müsemması bulunmaktadır. Bunu, "Tuhr vakitleri kar' olarak isimlendirilir." diyenlerin, bununla sadece iki tarafında kan (hayız) bulunan tuhr (temizlik) vakitlerini kasdetmiş olmaları da teyid etmektedir. Yoksa, henüz ay hali görmeyen ve ay halinden kesilen (ayise) kadınların temizlik sürelerine "kar"' tabiri kullanılmaz ve bu kadınlar, bütün lügatçilerin ittifakıyla "zevat-ı kuru' " tabiri kapsamına girmezler.

 

b— "Kar"' kelimesi, Şeriat lisanında sadece hayız anlamında kullanılmıştır. Bu kelime hiçbir yerde, "tuhr" anlamında kullanılmamıştır. Dolayısıyla, ayette geçen "kar"' kelimesinin şeriat lisanında önceden kullanılan ve bilinen manasına hamledilmesi daha uygun, hatta gereklidir, başka türlüsü olamaz. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) müstahaza (özür sahibi) bir kadın için: yani "Hayız günlerinde namazını terket! " buyurmuşlardır. Hz.'Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Allah'tan bildiren kimsedir. Kur'an onun kavminin diliyle inmiştir. Müşterek bir kelime, onun kelamında iki manasından biri üzerine varid olduğunda, eğer bütün sözleri arasında diğer manasında da asla kullanıldığı sabit olmamışsa, diğer yerlerde de geçen aynı lafzın kullanılan mana üzerine hamledilmesi vacib ve bu Allah'ın bize hitapta bulunduğu Kur'an'ın dili olmuş olur. Bu lafzın başkalarının sözlerinde başka manaları olsa bile bu onun Kur'an dili olmasını engellemez ve bu mana müşterek lafzın iki manasından birisiyle tahsisi konusunda şer'i hakikat olmuş olur. Nitekim "mutevatı"' isimler de fertlerinden birisiyle tahsis edilmektedir ve hatta bu daha da evleviyet arzeder. Çünkü çoğu kez lafızlardaki iştirakin sebebi, kabilelerden birisinin bir şeyi bir isimle isimlendiimeleri, başka bir kabilenin de aynı lafzı başka bir şeye isim koymalarıdır. Hatta Müberred ve daha başkaları: "Dilde müştereklik ancak bu yolla sözkonusu olur; başka türlü olmaz. Sözcüğü vaz' eden kimse, onu asla birden fazla mana için koymaz. Başlangıçta müşterek lafız sözkonusu olmaz." demişlerdir. Şeriat lisanında "kar"' kelimesinin "hayız" manasında kullanıldığı sabit olunca, buradan şeriat dilinde bu kelimenin manasının böyle olduğu anlaşılmış olur. Dolayısıyla da, başka yerde geçen bu lafzın aynı manaya hamledilmesi vacib olur. Bunu ayetin: "Onlara, Allah'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helal olmaz."[Bakara, 228] şeklindeki siyakı (sonrası) da açıklamaktadır. Bu rahimlerde yaratılan şey, müfessirlerin tamamına göre hayız ve çocuktur. Rahimde yaratılan şey, ancak hariçte vücudu olan hayızdır. Bu yüzdendir ki, selef ve halef uleması: "O çocuk ve hayızdır." demişlerdir. Bir kısmı ise: "O çocuktur." demiştir. Diğer bir kısmı da:"O hayızdır." demişlerdir. Ancak hiçbir kimse ondan maksat tuhrdur; dememiştir. Bu yüzdendir ki, İbnü'l-Cevzi vb. gibi tefsir ehlinin sözlerini toplamaya büyük bir çaba gösteren kimseler böyle bir tefsir nakletmemişlerdir. Yüce Allah: "Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır."[Talak, 4] buyurmuş ve her bir ayı bir hayıza karşı tutmuştur. Hükmü de hayızdan temizlik (tuhr) halinin bulunmamasına değil, hayzın bulunmamasına bağlamıştır. Aynı şekilde Hz. Aişe hadisinde Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Cariyenin talakı iki boşamadır, iddeti de iki hayızdır." buyurmuştur. Hadisi Ebu Davud, İbn Mace ve Tirmizi rivayet etmişlerdir. Tirmizi: "Garibdir ve onu sadece Müzahir b. Eslem'in hadisleri meyanından öğreniyoruz. Müzahir ilim aleminde bu hadisten başka bir yolla bilinmez." demiştir. Darakutni'nin lafzı da: "Kölenin talakı ikidir." şeklindedir. İbn Mace, Atiyyetü'l-Avfi hadisinde, İbn Ömer'den (r.a.) naklen Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): " Cariyenin talakı ikidir, iddeti de iki hayızdır." buyurduğunu nakleder. Yine İbn Mace Sunen'inde. Ali b. Muhammed - Veki' - Süfyan - Mansur - İbrahim - Esved senediyle Hz. Aişe'nin: "Berire, üç hayız süresince iddet beklemekle emrolundu." dediği rivayet edilir.

 

Müsned'de, İbn Abbas'tan (ra.) rivayet edilir: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Berire'yi muhayyer bıraktı; o da kendi nefsini tercihte bulundu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine hür kadının iddeti gibi iddet beklemesini emretti." Hz. Aişe hadisinde hür kadının iddeti üç hayız şeklinde tefsir edilmiştir. Burada itiraz serdedilerek Hz. Aişe'nin bu konudaki görüşü "kar"' dan maksadın tuhr olduğu şeklinde idi; denilecek olursa buna şöyle cevap verilebilir: Bu ravisi tarafından muhalefet edilen ilk hadis değildir. Dolayısıyla onun rivayeti alınır, görüşüne bakılmaz. Yine Rubeyyi' bt. Muavviz hadisinde, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Sabit b. Kays b. Şemmas'n hanımına, kocasından hulu yolu ile ayrıldığında tek bir hayız iddet beklemesini ve akabinde ailesine katılmasını emrettiği ifade edilmiştir. Hadisi Nesai rivayet etmiştir.

 

Ebu Davud'un Sunen'inde İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir: Sabit b. Kays'ın hanımı kendisinden hulu yolu ile ayrılmıştır. Hz. Peygamber kadına bir hayız iddet beklemesini emretmiştir.''

 

Tirmizi'de rivayet edilir: Rubeyyi' bt. Muavviz, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) devrinde kocasından hulu yolu ile ayrılmıştı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine bir hayız iddet beklemesini emretti ya da ona öyle emredildi." Tirmizi şöyle der: Sahih Rubeyyi' hadisi, onun bir hayız süre ile iddet beklemesi emredildiğini ortaya koymaktadır. Yine istibra cariyenin iddeti olmaktadır. Ebu Said'den sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Evtas esirleri hakkında: "Hamile kadınlar doğurmadıkça; yine hamile olmayan kadınlar da bir hayız görmedikçe kendileryle cima edilemez." buyurmuştur. Hadisi Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.

 

Burada şöyle bir itiraz serde dilebilir: Cariyenin istibrasının bir hayız görünceye kadar beklemek olduğu konusunu kabul etmiyoruz, aksine cariyenin istibrasının hayızdan önceki tuhr (temizlik süresi) ile olduğu kanaatindeyiz. Nitekim İbn Abdilberr böyle demiş ve ilave ederek: "Cariyenin istibrası icma' ile bir hayızdır." şeklindeki sözleri sandıkları gibi değildir; aksine bize göre cariye için, hayzma girmesi ve gördüğü kanın hayız kanı olduğuna kesin inanması durumunda nikahlanması caizdir. ismail b. İshak, kendisiyle münazara etmek için huzuruna alınan Yahya b. Eksem'e bu şekilde söylemiştir, demiştir.

 

Buna şöyle cevap veriyoruz: Bu itirazı Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hamile kadınlar doğurmadıkça; yine hamile olmayan kadınlar da bir hayız görmedikçe kendileriyle cima edilemez." sözleri reddetmektedir.

 

Şunu da belirtmek gerekir ki, iddetten beklenen asıl maksat, her ne kadar başka faydaları var ise de, rahmin temiz olduğunun ortaya çıkmasını istemektir (istibra). Nikahlı olan hür kadının şeref ve ehemmiyetine binaen, onun rahminin temiz olduğuna dair bilgiye alamet olmak üzere üç kar' beklemesi hüküm olarak konulmuştur. Eğer "kar"', tuhr yani temizlik süresi olsaydı, bu durumda, birinci kar' yani temizlik süresinde bir delalet bulunmazdı. Çünkü, eğer temizlik süresi içerisinde cimada bulunmuş ve sonra boşamışsa ve kadın daha sonra hayız görmüşse, bu durumda, "kar"' dan maksadın tuhr (temizlik süresi) olduğu görüşünde olanlara göre, sözkonusu temizlik süresinin de sayılması gerekir. Bu temizlik süresinin rahmin temizliğine delalet etmeyeceği ise malumdur. Rahmin temizliğine delalet edecek tek şey, talaktan sonra meydana gelen hayızdır. Eğer temizlik süresi içerisinde boşamış ve o süre içerisinde de temasta bulunmamış ise, bu durumda rahmin temizliği talaktan önce vuku bulan hayızla bilinmiş olur. İddet ise, talaktan önce olamaz. Çünkü iddet talakın hükmü olmaktadır; hüküm ise asla sebebinden önce bulunamaz. Talaktan sonra mevcut olan temizlik süresinin, rahmin temizliğine asla delaleti bulunmadığına göre, onun rahmin temizliğine delalet etmesi için konulmuş olan iddetin içerisine sokulması caiz olmaz. Bu tıpkı, şehadeti makbul olmayan kimsenin şehadeti gibidir; şehadeti makbul olmayan bir kimsenin şehadetine dayanılarak hükümde bulunulamaz. Nikahlı kadınlar hakkında iddetin, cariyeler hakkındaki istibra gibi olması da bunun böyle olduğunu açıklamaktadır.

 

Sarih sünnetle, istibranın, tuhr yani temizlik süresiyle değil, hayızla olduğu sabit olmuştur. Dolayısıyla iddet de aynı şekildedir. Çünkü aralarında bir fark yoktur. Sadece iddetin teaddüdü sözkonusudur ve istibrada tek bir hayız görmekle yetinilmektedir. Bu ise, bu ikisinin "kar"' m mahiyetinde farklı olmalarını değil, sadece muteber olan miktarında ayrı olmalarını gerektirir. Bu yüzdendir ki, İmam Şafii, kendisinden nakledilen iki kavilden daha sahih olanında: "Cariyenin istibrası, hayız ile olur." demiş ve onun tabileri iki konuyu birbirinden ayırarak: "İddet, kocanın hakkının yerine getirilmesi için vacib olmuştur; dolayısıyla da kendi hakkının bulunduğu zamanlara tahsis edilmiştir ki, bu zamanlar da tuhr yani temizlik zamanlandır. Yine iddet, tekerrür eder ve ortasında hayzın da bulunmasıyla rahmin temizliği bilinmiş olur. İstibra ise böyle değildir. Çünkü o tekerrür etmez. Ondan maksat mücerred temizliktir Dolayısıyla istibrada tek bir hayız ile yetinilinir." İmam Şafii, diğer kavlinde, iddet konusundaki , asıl prensibinin bir gereği olmak üzere "Cariye bir temizlik süresi (tuhr) ile istibrada bulunur." demiştir.

 

Bu görüşe göre, acaba temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılır mı? Bu konuda İmam Şafii'nin tabilerinin iki vechi bulunmaktadır: Eğer, temizlik süresinin geri kalan kısmı, hesaba katılacak olursa, bu takdirde mutlaka bunun üzerine tam bir hayız müddetinin eklenmesi gerekir. İkinci temizlik süresine girer girmez artık helal olur. Eğer temizlik süresinin geri kalan kısmı hesaba katılmayacak olursa, bu takdirde de, mutlaka tam bir temizlik süresinin üzerine eklenmesi gerekecektir. İmam Şafii'ye göre, (yalnız başına) temizlik süresinin geri kalan kısmı, ihtilafsız bir "kar"' sayılmamaktadır.

 

Çoğunluk ulema (cumhur) ise, istibra iddetinin temizlik süresi (tuhr) değil, hayız olduğu görüşündedirler. Cariye hakkında sözkonusu olan bu istibra, hür kadın hakkında sözkonusu olan iddet gibidir. Hür kadının hayızla iddet beklemesi, cariyenin hayızla istibrada bulunmasından iki açıdan dolayı daha evladır:

 

Birincisi: Hür kadının iddeti hakkında "kar"'ın üç defa tekrarlanmasının yani üç kez istibrada bulunmasının şart koşulması suretiyle ihtiyatlı davranıldığı sabit bulunmaktadır. Buna göre, hür kadının iddetinin, temizlik süresine nisbetle daha ihtiyatlı olan hayızla olmasının daha uygun olacağı anlaşılır. Çünkü, (hayız içerisinde boşanması durumunda) hayızdan geri kalan kısım bir "kar"' sayılmaz İken, temizlik süresinden geri kalan kısım "kar"' sayılabilir.

 

İkincisi: Cariyenin istibrası, hür kadının iddeti hükmünün bir alt hükmüdür. Kur'an ile sabit olan odur; istibra ise sadece sünnetle sabit olmuştur. Sari*, istibra konusunda, onun hayızla olmasına hükmederek ihtiyatlı davrandığına göre, hür kadının istibrasının öncelikli olarak hayızla olması gerekir. Hür kadının iddeti, onun istibrasıdır; cariyenin istibrası ise onun iddeti olmaktadır.

 

Yine, deliller, alametler, sınır ve gayeler, ancak diğerlerinden temayüz eden açık şeylerle husule gelir. Kadının temizliği, asli konumudur.

 

yüzdendir ki, temizlik süresi devam ettiği sürece, Şeriatta ona has olmak üzere diğerlerinden ayrı bir hüküm getirilmesine gidilmemiştir. Kadın için temayüz eden ve farklı bir özellik arzeden durum hayız halidir. Çünkü kadın hayız görmeye başladığı zaman, normal hükmü değişir ve baliğa olur, kendisine namaz, oruç, tavaf gibi ibadetlerin, mescidde kalmanın haramlığı vb. hükümler terettüp eder.

 

Daha sonra kan kesilip de yıkandığı zaman, hükümlerdeki değişiklik temizlik süresinin yenilenmesi sebebiyle değil, değişikliği gerektiren hayzın ortadan kalkmasıyla olur. Böylece hükümler, temizlik sonrasında, hayız öncesinde bulundukları eski halleri üzerine tekrar dönmüş olurlar ve temizlik süresi hükümlerde bir yenilik getirmiş olmaz, "kar"' kadının hükümlerini değiştiren bir durumdur. Bu değişiklik ise, temizlik (tuhr) ile değil ; sadece hayız ile olur. Bu izah, hayız görmeden önce boşanıp sonra hayız gören bir kadının, bu hayızdan önceki temizlik süresini bir "kar"' olarak hesap edenlerin görüşlerinin fasid olduğuna delalet eder. Çünkü bu temizlik süresini "kar"' sayan kimse, şeriatte herhangi bir hükmü bulunmayan bir şeyi bir "kar"' kılmaktadır ki, bu da fasiddir.

 

 

2. Kar'dan Maksat Temizliktir Görüşünün Delilleri:

 

Ayette geçen "kar'"dan maksadın temizlik süresi olduğu görüşünde olanlar şöyle demişlerdir: Sizinle münakaşamız iki noktada toplanmaktadır:

 

Birincisi: "Kar'" dan maksadın tuhur (temizlik süresi) olduğuna dair delillerin ortaya konması.

 

İkincisi: Sizin delilerinize karşı verilecek cevaplar.

 

 

a- İleri Sürülen Deliller :

 

Yüce Allah: ''Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman! iddetlerinl gözeterek boşayın." buyurmaktadır,[Talak, 1] Bu ayeti delil olarak kullanma şekli şöyle olmaktadır: -liiddetihinne- kelimesindeki lam harfi vakit anlamı veren bir harftir. Dolayısıyla, ayetin anlamı "Onları iddetlerinin vakti içerisinde boşayınız." demektir. Nitekim:

 

... ve ... ayetlerinde de lam harfleri vakit anlamında kullanılmıştır. Yine Araplar: yani "Ayın son üç gününde sana geldim." demektir ve lam harfi görüldüğü gibi zaman anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu ayeti bu şekilde tefsir etmiştir. Sahihayn'da ibn Ömer'den (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir: İbn Ömer'in kendisi, karısını hayız halinde iken boşamıştı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine, tekrar rücu etmesini, sonra onu temiz iken kendisine yanaşmadan boşamasını emretmiş, sonra da: "Yüce Allah'ın, kadınların içinde b o sanılmalarım emrettiği iddet işte odur." buyurmuştur. Böylece Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Yüce Allah'ın kadınların içerisinde boşanılmalarını emrettiği iddetin, hayızdan sonra olan temizlik süresi olduğunu beyan buyurmuştur. Eğer "kar"' dan maksat hayız olsaydı, bu durumda koca onu iddet içerisinde değil, iddetten önce boşamış olurdu. Bu ise kadının iddetinL uzatmak olurdu ki, bu karısını hayız halinde boşamak gibi caiz değildir.

 

İmam Şafii şöyle der: Yüce Allah: "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç kar' beklerler."[Bakara, 228] buyurmaktadır. Ayetteki "kar"' kelimesi bize göre —Allah daha iyi bilir— tuhr yani temizlik süre sidir. Eğer birisi çıkar da: Onun "tuhr" olduğuna deliliniz nedir? Kaldı ki, başkaları ondan maksadın "hayız" olduğunu söylemektedirler; derse, ona şu şekilde cevap verilir: Buna iki delalet bulunmaktadır: Birincisi sünnetin açıklamış olduğu kitap, diğeri de dildir. Eğer kitap delili nedir denilirse cevaben; ayetidir; deriz. (Manası: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman, iddetleri içerisinde boşayın.[Talak. 1] Bize Nafi' ve İbn Ömer senediyle İmam Malik haber vermiştir: ibn Ömer, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) devrinde, karısı hayız halinde iken onu boşamıştı. Babası Hz. Ömer, bunu Hz. Peygamber'e sordu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Ona emret, karısına müracaat etsin, sonra temizlenip akabinde tekrar hayız görüp sonra yine temizlensin. Ondan sonra dilerse tutsun, dilerse kendisine yanaşmadan önce onu boşasın. Yüce Allah'ın kadınların içinde boşanılmalarını emrettiği iddet işte, budur." buyurur.

 

Müslim ve Said b. Salim bize ibn Cüreyc - Ebu'z-Zübeyr - ibn Ömer senediyle haber vermişlerdir: İbn Ömer, hayız iken karısını boşadığını anlatır ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Temizlendiği zaman boşasın ya da utsun." buyurduğunu ve "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman, iddetlerl içerisinde boşaym." buyurmaktadır.[Talak, 1] ayetini "iddetleri öncesinde" şeklindeki tefsiri açıklama ilavesiyle okumuştur, İmam Şafii şöyle devam eder: Ben nasıl şüphe ederim?! Bizzat Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Allah'tan bir beyan olmak üzere "iddetin tuhr ile olduğunu, hayız ile olmadığını haber vermiş ve ayeti, "iddetlerl öncesinde" şeklindeki tefsiri açıklama ilavesiyle okumuştur. Bu ise karısını temiz iken boşaması şekliyle olur. Çünkü bu takdirde kadın iddetini karşılamış olur. Eğer hayızlı iken boşanacak olursa, o takdirde iddetini ancak hayızdan sonra karşılayabilmiş olacaktır.

 

"Dil delili nedir?" denilirse buna da şöyle cevap verilir: "el-Kar' " kelimesi, bir sebebe dayalı olarak verilmiş bir isimdir. Hayız rahmin bıraktığı ve dışarı çıkan kan olmakta, tuhr ise tutulan ve dışarı çıkmayan kanın ismidir. Arapça'da "kar"' kökünün "haps" manasına geldiği bilinmektedir. Mesela bu kelimeyi şu şekilde kullanırlar: "O suyu havuzunda ve su kabında tutuyor, hapsediyor. "O yemeği avurdunda topluyor, tutuyor." demektir. Yine Araplar, kişi bir şeyi hapsettiğinde diyorlar ve bunu "gizledi" anlamına kullanıyorlar. Hz. Ömer de: şeklindeki bir sözünde yine aynı şekilde bu kelimeyi "hapsetmek" manasında kullanmıştır.

 

İmam Şafii şöyle der: İmam Malik, İbn Şihab - Urve senediyle nakleder: " Hz. Aişe üçüncü hayzınm kanını görmeye başladığı zaman Hafsa bt. Abdirrahman b. Ebi Bekr'in yanına intikal eder." Bu haber Amra bt.Abdirrahman'a söylenilmiş, o :"Urve doğru söylüyor." demiştir. Bu konuda insanlar Hz. Aişe ile sert tartışmalara girişmiş ve: Yüce Allah "üç kar' " buyuruyor; demişlerdir. Bunun üzerine Hz. Aişe onlara :"Doğru söylediniz! Peki "kar"' m ne demek olduğunu biliyor musunuz? O, "tuhr" demektir." demiştir.

 

İmam Malik, İbn Şihab'dan haber verir: Ebu Bekr b. Abdirrahman'ı işittim, şöyle diyordu: "Fukahamızdan yetiştiğim herkes bu şekilde söylerdi." O bu sözüyle Hz. Aişe'nin söylediğini kasde diyordu İmam Şafii, Süfyan - ez-Zühri - Amra senediyle Hz. Aişe'nin: "Boşanmış kadın, üçüncü hayzını görmeye başladı mı, artık kocasından ayn düşmüş (iddetini bitirmiş} olur." dediğini nakleder.

 

İmam Malik, Nafi' - Zeyd b. Eşlem - Süleyman b. Yesar senediyle nakleder: Ahvas (İbn Hakim), karısı üçüncü hayzını görmeye başladığında Şam'da öldü. Daha önce onu boşamıştı. Muaviye bir yazıyla bunu Zeyd b, Sabit'e sordu. Zeyd cevaben yazısında ona: "Kadın üçüncü hayızını görmeye başladığı zaman, artık iddetini tamamlamış olur; araları ayrılır. Dolayısıyla da birbirlerine varis olamazlar." demiştir.

 

Süfyan, Zühri ve Süleyman b. Yesar aracılığıyla Zeyd b. Sabit'in: "Kadın üçüncü hayzını görmeye başladı mı, artık (iddetini bitirmiş ve) ayn düşmüş olur." dediğini rivayet etmiştir.

 

Said b. Arube hadisinde bir adam - Süleyman b. Yesar senediyle Hz. Osman ile İbn Ömer'in: "Kadın üçüncü hayza girdi mi, artık kocasının kendisine rücu hakkı kalmaz." dedikleri ifade edilmiştir.

 

İmam Malik, Nafi' aracılığıyla İbn Ömer'den:"Adam karısını boşadı da, kadın üçüncü hayzını görmeye başladı mı, artık ondan ayn düşmüş olur. Birbirlerine varis olamazlar." dediğini rivayet eder.

 

Yine İmam Malik'in bildirdiğine göre. Kasım b. Muhammed, Salim b. Abdillah, Ebu Bekr b. Abdirrahman, Süleyman b. Yesar ve İbn Şihab şöyle derlerdi:"Boşanmış kadın, üçüncü hayzını görmeye başladı mı, artık iddetini tamamlamış olur ve aralarında miras cereyan etmez. " İmam Malik'ten Şafii'nin dışındaki diğer raviler "Artık kocanın ona rücu etme hakkı kalmaz." ifadesini ilave etmişlerdir. İmam Malik sonra: "Memleketimizdeki ilim ehlini üzerinde bulduğum şey de işte budur."

 

demiştir.

 

İmam Şafü şöyle der: Ayette geçen "kar"' dan maksadın "tuhr" yani temizlik süresi olması uzak bir durum değildir. Nitekim Hz. Aişe de böyle demiştir. Kadınlar bu konuda daha bilgilidirler. Çünkü bu haller onlarda bulunur, erkeklerde bulunmaz. Hayız manasına da gelebilir. Bu durumda üç hayız gördüğünde artık evlenmek için helal olur. Biz, Allah'ın kitabında "gusletmesi" yani hayızdan sonra yıkanması şartı için bir mana göremiyoruz. Siz iki görüşten birisine kail olmuyorsunuz: Yani, "kar' " dan maksat "hayız" dır diyenler, "Koca, boşadığı karısı üçüncü hayzından yıkanıncaya kadar rücu edebilir." diyorlar. Nitekim Hz. Ali, fbn Mes'ud, Ebu Musa böyle söylemişlerdir. Hz. Ömer'in görüşü de öyledir, İmam Şafii şöyle devam ediyor: "Onlara yani Iraklılara:"Siz, ne görüşünü rivayet edip onunla ihticacta bulunduğunuz kimselerin görüşlerini, ne de seleften bildiğimiz birisinin görüşünü almadınız?" denilse, onlar: "Biz onlara nerede muhalefet ettik?" deseler, şöyle deriz: "Onlar "...yıkanıncaya ve kendisine namaz helal oluncaya kadar..." dediler; siz ise :"Yıkanma hususunda ihmal etse de, üzerinden namaz vakti geçse, yıkanmasa da, kendisine namaz helal olmasa da artık (nikah için} helal olur." dediniz. İmam Şafii'nin sözü bitti.

 

"Kar' " kelimesinin dilde "tuhr" anlamına geldiğine el-A'şa'nın şu beyti de delalet emektedir:

 

"Senin için her sene bir savaş vardır'. Onun için sabrını, metanetini toplar ve onu üstlenirsin. Karılarının temizlik süreleri içinde onlardan ayrı düşmen dolayısıyla karşılaştığın sıkıntılara karşılık, o savaştan mal ve şeref ile dönersin."

 

Beyitte geçen "kuru"' kelimesinden maksat, "tuhr" yani temizlik dönemleridir. Çünkü o, savaş sırasında kanlarının temizlik sürelerini kaçırmış ve savaşı onlar üzerine tercih etmiştir.

 

Sonra "tuhr" vücuda gelme bakımından hayızdan daha öncşdir; dolayısıyla o, isme daha layıktır.

 

Sizinle tartışmamızın birinci noktası bitmiş oldu.

 

 

b- Birinci Görüşe Cevaplar:

 

İkinci noktaya yani sizin serdettiginiz delillere karşı cevap vermeye gelince, buna da kısa ve detaylı olmak üzere iki cevap vereceğiz:

 

Kısa cevabımız şöyle olacaktır: Biz diyoruz ki. Üzerine Kur'an nazil olan kimse, aynı zamanda onun tefsirini de en iyi bilen, kelamın sahibinin ondan ne murad ettiğini en iyi anlayan kimsedir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Yüce Allah'ın göz önünde bulundurarak kadınların boşanmasını istediği iddetten maksadın "tuhr" olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla ondan sonra artık ona muhalif olan bir şeye iltifat etmenin bir anlamı yoktur; hatta onun bu tefsirine muhalif olan her türlü tefsir ve yorum batıldır.

 

Ümmet içerisinde bu meseleyi en iyi bilenler Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zevceleri, onlar içerisinde de Hz. Aişe'dir. Çünkü bu konu kadınlara havale edilmiş bir konudur. Yüce Allah onların hayız, gebelik gibi konulardaki sözlerini makbul saymıştır. Çünkü bu gibi konular, ancak onlar tarafından bilinebilir. Dolayısıyla bu konuda onların en bilgili olduğu ortadadır. Şimdi böyle bir konuda Hz. Aişe : "Kar'dan maksat "tuhr" dur." demişse onu kabul etmek gerekecektir: Şairin de dediği gibimi "Hazami bir söz söylemiştir; onu tasdik ediniz. Zira söz, Hazami'nin sözüdür."

 

Detaylı cevabımıza gelince, bu noktada sizin serdettiginiz her delili teker teker ele alacak ve özel olarak cevap vereceğiz:

 

"Ayetteki "kar' " dan maksat ya sadece tuhurdur, ya sadece hayızdır, ya da her ikisidir..." şeklindeki sözünüzü ele alalım:

 

Biz buna cevap olarak: Maksat sadece tuhurdur; diyoruz. Daha önce zikrettiğimiz deliller bunu gerektirmektedir. "Nass, üç şeyi gerektirmektedir..." şeklindeki sözünüze gelince buna da iki cevabımız olacaktır:

 

Birincisi: Bize göre temizlik süresinin geri kalan kısmı tam bir "kar'"dır. Dolayısıyla da kadın tam üç tuhrla iddetini beklemiş olacaktır.

 

İkincisi: Araplar, iki ve üçten de bir kısım üzerine çoğul sığasını kullanmaktadırlar. Nitekim "Hac belli aylardır."[Bakara, 197] ayetinde "eşhur" kelimesi görüldüğü üzere çoğul olarak kullanılmıştır. Halbuki hac mevsimi Şevval ve Zilkade'de ayları ile Zilhicce'den de on ya da dokuz veyahut da on üç günden ibarettir. Eğer bu kullanılış şekli onların dillerinde bilinen bir şey ise ve ona delalet eden delil de bulunuyorsa, onu kabul etmek gerekecektir.

 

"Kar"' kelimesinin "hayız" hakkında kullanılması, "tuhr" hakkında kullanılmasından daha açıktır." şeklindeki sözünüze biz de aksini söyleyerek cevap veriyoruz.

 

'Tefsir ve lügat alimleri, bu kelimeyi önce hayız ile tefsir ediyorlar, ondan sonra da "denildi ki", "denilir ki", "falan der ki" şeklindeki ifadelerle 'Tuhr manasına da kullanılır." ya da "O aynı zamanda tuhr anlamındadır." şeklinde sözlerini ilave ediyorlar..." şeklindeki ifadenize gelince , buna cevabımız şöyle olacaktır:

 

Lügat alimleri, bu kelimenin iki şeye (müsemma) ad olduğunu belirtiyorlar ve bu kelimenin her iki mana için de kullanıldığını tasrih ediyorlar. İçlerinden bir kısmı, bu kelimenin "hayız" anlamında daha açık olduğunu; diğer bir kısmı da "tuhr" anlamında daha. açık olduğunu kabul etmişlerdir. Kimisi de her iki mana hakkında kullanıldığını mutlak olarak zikretmiş ve birini diğerine tercih yoluna gitmemişlerdir. Cevheri, "hayız" anlamım tercih etmiştir. İmam Şafii ise, —kendisi aynı zamanda lügatte de otoritedir—, onun "tuhr" anlamına geldiğini tercih etmiştir. Ebu Ubeyd: " el-Kar' " hem hayız hem de tuhr için kullanılması doğru olur." der. Zeccac: "Kendisine güvendiğim birisi, Yunus'tan "kar"' kelimesinin, ona göre hem hayız hem de tuhr için kullanılabileceğini ifade ettiğini bana haber verdi." demiştir. Ebu'l-Amr b. Ala ise şöyle demiştir: "el-Kar' "; vakit demektir. Bu kelime hem hayız için hem tuhur için kullanılabilir."

 

Bu zikrettiklerimiz, lügat alimlerinin ifadeleri olduğuna göre, bir genellemeye giderek, dilcilere göre "kar'"dan maksat hayızdır; şeklinde bir demlendirmeye nasıl gidilebilir?

 

"Tuhr vakitleri 'kar'" olarak isimlendirilir." diyenler, bununla sadece iki tarafında kan (hayız) bulunan tuhr (temizlik) vakitlerini kasdetmiş olmaktadırlar. Yoksa, henüz ay hali görmeyen ve ay halinden kesilen (ayise) kadınların temizlik sürelerine "kar"' tabiri kullanılmaz ve bu kadınlar, bütün lügatçilerin ittifakıyla "zevat-ı kuru' " tabirinin kapsamına girmez." şeklindeki sözünüze iki cevabımız olacaktır:

 

Birincisi: Bu görüşü kabul etmiyoruz. Aksine henüz hayız görmeyen küçük bir zevce boşanmış olsa ve sonra hayız görse, bu durumda olan bir zevce —bizde daha sahih olan vecihe göre— içerisinde boşanmış olduğu temizlik halini bir "kar' " olarak sayar. Çünkü bu akabinde hayız bulunan bir tuhr yani temizlik süresidir; dolayısıyla Öncesinde hayız hali olması durumunda olduğu gibi burada da bir "kar" olur.

 

İkincisi: Biz sizin bu iddianızı kabul etsek bile, bu tuhra iki tarafı da kan ile ortalanmadıkça "kar"' adı verilmeyeceğine delalet eder ve biz de aynı şeyi söylüyoruz ve: "Tuhr'un "kar"' diye isimlendirilmesi için kan şarttır." diyoruz. Bu şart, onun isim verildiği şeyin (müsemmanın) hayız olduğuna delalet etmez. Nitekim Arapça'da "ke's"e bardak, kase denilmesi için içilecek şeyle dolu olması şartı vardır. Bu şart "ke's" kelimesinin isim verildiği şeyin içilecek şey olmasını gerektirmez, o cam ya da benzeri bir şeydir. Yine "maide = sofra" kelimesi de aynıdır, bu kelimenin kullanılması için masanın üzerinde mutlaka yemek olması gerekir. Eğer yemek yoksa o sofra değil, masadır. Yine "kuz = testi" kelimesi de böyledir. Bu ismin verilmesi için kulplu olması şartı vardır. Yoksa o şeye, "kub" adı verilir. Yine kamışa kalem denilebilmesi için ucunun açılmış ve uygun tarzda kesilmiş olması şartı vardır; aksi takdirde ona kalem değil, kamış vb. denir. "Hatem = yüzük, mühür" kelimesinin kullanılabilmesi için, o şeyin bizzat kendisinden ya da başka bir madenden kaşının bulunması şartı vardır; böyle olmadığı takdirde ona "fetha = kaşsız yüzük" adı verilir, "hatem" denilmez."Ferve = kürk" denilmesi için, o şeyin tüylü olması lazımdır, aksi takdirde ona "cild = deri" adı verilir. "Rita = car" denilmesi için Örtünün tek parçadan oluşması gerekir. Eğer iki parçadan oluşursa ona "mülae" (çarşaf) denilir. Giyilecek şeye "hülle" denilebilmesi için, "izar" ve "rida" adı verilen iki parçadan oluşması gerekir; aksi takdirde "sevb" adı verilir. "Erike" isminin kullanılabilmesi için, o şeyin üzerinde bir otağın bulunması gerekir; aksi takdirde "serir" kelimesi kullanılır. Develere "latime" tabir edilebilmesi için, yüklerinin güzel koku olması şartı vardır; aksi halde yük taşıyan develere '"ir" = kervan" tabir edilir. "Nefak = tünel" kelimesinin kullanılması için mutlaka bir çıkış yerinin bulunması gerekir; aksi takdirde "sereb" kelimesi kullanılır. Yün için '"ihn" kelimesinin kullanılabilmesi boyanmış olması şartına bağlıdır. "Hıdr = bürgü" kadını bürüyen şeyin adıdır; aksi takdirde "sitr = örtü" kelimesi kullanılır. "Mihcen = baston" denilebilmesi için, değneğin baş tarafının bükülmüş olması gerekir. Yoksa "asa" kelimesi, kullanılır. Kuyu için "rakiyye" kelimesinin kullanılabilmesi için içinde su bulunması şartı vardır. "Vekud" kelimesinin "hatab = odun" hakkında kullanılabilmesi için içerisinde ateş olması lazımdır; yoksa ona "hatab = odun" denilir. Rutubetli olmadıkça toprağa "sera" denilmez "turab" denilir. Mektup için bir memleketten başka memlekete taşmmadıkça "muğalğala" kelimesi kullanılmaz, "risale" denilir. Toprağı ziraate hazır hale getirmedikçe "karah" tabiri kullanılmaz. Kölenin kaçışma; açlık, korku ve aşırı yorgunluk gibi bir sebepten ötürü olmadığı zaman ancak "ibak" kelimesi kullanılır; böyle bir sebepten dolayı kaçmışsa, ona "abık" değil "herub" adı verilir."Rudab" kelimesi, tükrük hakkında ancak ağızda iken kullanılır, ağızdan çıktıktan sonra onun adı artık "busak" tır. Cesur kimseye, silahtan şikayetçi olduğu zaman ancak "kemiyy = bahadır" denilir; aksi takdirde ona "batal = kahraman" adı verilir. Cesur kimseye "batal" adı verilmesinin iki izahı vardır: Birincisi: Onun şecaat ve cesareti hasmını, onun darbe ve tarruzunu iptal eder; o yüzden ona "batal" denilmiştir, ikincisi: Onun yanında cesur kimselerin cesaretleri kırılır ( batıl olur). Ona bu yüzden "batal" denilmiştir. Bu durumda birinci izaha göre "batal" kelimesi "faal" vezninde ism-i fail, ikinci izaha göre de ism-i mef'ul olmaktadır. Kıyasa uygun olanı da budur. Yine deveye, üzerinde su taşımadıkça "raviye" adı verilmez. Tabağa "mihda" denilebilmesi için, üzerinde, hediye olması şartı vardır. Kadına "zaine" denilebilmesi için hevdec (deve üzerindeki çadır) içerisinde olması şartı bulunmaktadır. Aslında bu böyledir; bununla birlikte kadına, hevdec içerisinde olmadan da "zaine" denildiği olmaktadır. Nitekim hadiste, bu manada kullanılmıştır. "Kova = seci" kelimesinin kullanılabilmesi için, içerisinde o anda suyun bulunması gereği vardır; yoksa ona "delv" kelimesi kullanılır. Kova tam dolmadıkça "zenub" kelimesi de kullanılmaz. Henüz üzerinde ölü bulunmadıkça "serir"e "na'ş" kelimesi kullanılmaz. Kemik üzerinde et bulunmadıkça ona "ark" tabir edilmez. İp üzerinde boncuk dizili olmadıkça "simt" denilmez. İki ya da daha fazlası bir araya getirilmedikçe ip için "karane" fiili kullanılmaz. Bir topluluk tek bir mecliste ya da aynı yolculukta bir araya gelmedikçe "rifka" adı almaz. Birbirlerinden ayrıldıkları zaman bu isim ortadan, kalkar, fakat "refik = arkadaş" ismi devam eder. Taşa "radf'' ismi verilebilmesi için, ateş ya da güneşte iyice kızmış olması gerekir. Güneşe "gazale" ismi sadece günün tam yükseldiği anda verilir. Elbiseye "mitraf' denilebilmesi için iki tarafında da alem (süs) bulunması şarttır. Meclise "nadi" denilebilmesi için, üyelerinin orada hazır bulunması gerekir. Kadına, anne-baba evinde kalmadıkça "atik" denilmez. Tuzlu suya "ücac" denilebilmesi için, tuzluluğu yanında acı da olması şartı vardır. Yürümeye "ihta"' kelimesinin kullanılabilmesi için aynı zamanda korkulu da olması gerekir. Ata "muhaccel" denilmesi için, ayaklarının hepsinde ya da çoğunda beyazlık olması şartı vardır. Eğer araştıracak olsak bu uzun bir konudur. Aynı şekilde "tuhr" için de, önünde ve sonrasında kan olmadıkça "kar"' tabiri kullanılmaz. Şimdi ondan maksadın hayız olduğuna delalet bunun neresinde bulunuyor?!

 

"Kar' kelimesi şeriat lisanında sadece "hayız" anlamında kullanılmıştır..." şeklindeki sözünüze gelince; biz, değil sadece o manaya geldiğini kabul etmek, şeriat lisanında "hayız" anlamına asla kullanılmadığı kanatindeyiz. Hz. Peygamber özürlü kadın için: "Kar* günlerinde namazı bırak!" buyurmuştur. imam Şafii, Harmele'nin kitabında nakledildiğine göre bu hadiste kullanılan "kar"' kelimesinin ne manaya geldiği hakkında sizin itirazınıza da cevap olacak şekilde gayet güzel açıklamada bulunmuştur. İşte tam metnini arzediyoruz: "İbrahim b. İsmail b. Ulye, "kar"' m hayız manasında olduğunu sanmış ve Süfyan - Eyyub - Süleyman b. Yesar - Ümmü Seleme senediyle gelen Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) özürlü bir kadın hakkında "Kar*" günlerinde namazım terkedersin." buyruğunu delil olarak kullanmıştır. Süfy;in asla böyle bir rivayette bulunmamıştır. Süfyan'm, Eyyüb - Süleyman b. Yesar - Ümmü Seleme senediyle rivayet ettiği şey sadece şudur: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayız gördüğü gün ve geceler adedince " veya "kar' günlerinde namazını terkeder." buyurmuştur. Buradaki şüphe Eyyub'dan kaynaklanmaktadır. O ravinin bunu mu, yoksa öbürünü mü dediğini bilmemektedir ve onun bu rivayetini kendi dilediği tarafa doğru çekmiştir ve hadisin öyle olduğunu rivayet etmiştir. Bu doğru bir şey değildir. Bize İmam Malik, Nafi' - Süleyman b. Yasir - Ümmü Seleme senediyle haber vermiştir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Kendisine isabet eden özürden önce, bir ayda görmekte olduğu hayız gün ve geceleri adedine baksın, sonra (o günler sayısınca) namazını terk etsin, sonra yıkansın ve namazını kılsın." buyurmuştur. Nafi', Süleyman'dan rivayetinde, hıfzı bakımından Eyyub'dan daha sağlamdır ve o, Eyyub'un rivayet ettiği iki manadan da birisinin benzerini demektedir." Şafii'nin sözü burada bitti.

 

Yüce Allah'ın: "Onlara, Allah'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helal olmaz."[Bakara, 228] buyruğunu delil olarak kullanıp, rahimde yaratılan şeyin ya hayız, ya çocuk ya da her ikisi olduğunu ifade etmelerine gelince,

 

kuşkusuz hayız, burada zikredilen şeyin içerisine dahil bulunmaktadır. Ancak o şeyi gizlemenin haram olması, ayette zikri geçen "kuru"' kelimesinden maksadın, "hayız" olduğuna delalet etme;:. Çünkü "kuru"' dan maksat, eğer tuhr yani temizlik vakitleri olursa, kadının iddeti dördüncü veya üçüncü hayzma başlar başlamaz bitecektir. Kadın nafaka ya da daha başka amaçlarla, iddetinin bittiğini saklamak istediğinde "Ben hayızımı görmedim ki, iddetim bitsin!" diyecektir. Halbuki, söylediği yalandır, hayızını görmeye başlamış ve iddeti sona ermiştir. Bu durumda ayetin "kuru"' kelimesinden maksadın "temizlik süreleri - tuhur vakitleri" olduğuna delaleti daha açık olmaktadır. Biz burada görüşümüze delalet bulunduğuna kanaat ediyoruz, ama siz ille de istidlalde bulunmamızı isterseniz, istidlal şekli bizim için daha da açık olmaktadır. Çünkü müfessirlerin çoğu "rahimde yaratılan şey" den maksadın hayız ve doğum olduğunu söylemişlerdir. İddet, doğum halinde çocuğun zuhuru ile tamamlandığına göre, aynı şekilde hayzm da gözükmesiyle bitmiş olmalıdır. Her ikisinin de kadınla ilgili olması bakımından hükümde eşit tutulmaları bunu gerektirir.

 

"Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır."[Talak, 4] ayetinde her bir ay, bir hayız karşılığında tutulmuştur." şeklindeki istidlalinize gelince, bu "kar"' dan maksadın "hayız" olduğunda sarih değildir. Bu ayet, nihayet hayızdan ümidin kesilmesinin ay ile iddet beklemek için şart olduğunu, dolayısıyla hayız gördüğü sürece ay halinden kesilen (ayise) kadının iddeti gibi iddet bekleyemeyeceğini bildirmektedir. Bize göre tuhrdan ibaret olan "kar"', ancak hayız ile birlikte bulunur ve onsuz kar' tabiri kullanılmaz. Dolayısıyla, onun hayız olduğu da nereden gerekecektir?! Hz. Aişe'nin rivayet ettiği:"Cariyenin talakı iki boşamadır, iddeti de iki hayızdır." şeklindeki hadisle istidlalinize gelince; bu, öyle bir hadistir ki, eğer onun gibi bir hadisi siz değil de biz delil olarak kullanacak olsaydık, onu asla bizden kabul etmezdiniz. Çünkü o zayıf ve illetli bulunan bir hadistir. Onun hakkında Tirmizi: "Garibdir ve onu sadece Müzahir b. Eslem'in hadisleri meyanından öğreniyoruz. Müzahir ilim aleminde bu hadisten başka bir yolla bilinmez." demiştir. Bu Müzahir b. Eşlem hakkında, Ebu Hatim er-Razi: "Onun hadisleri münkerdir."; Yahya b. Main: "O bir şey değil; kaldı ki bilinen bilisi de değildir." demişlerdir. Aynı şekilde onu Ebu Asim da zayıf bulmuştur. Ebu Davud: "Bu meçhul bir ravinin hadisidir." derken, Hattabi: "Hadisçiler, bu hadisi zayıf bulmuşlardır." demiştir. Beyhaki: "Eğer sabit olsaydı, gereğiyle hükmederdik; ne var ki, biz adaleti mechul olan bir ravinin rivayet ettiği hadisi sabit kabul edemeyiz." demiştir. Darakutni: "Kasım'dan sahih olarak gelen bunun aksidir." demiş ve sonra Zeyd b. Eslem'den şöyle rivayet etmiştir: "Kasım'a cariyenin kaç talakla boşanacağı soruldu, o: "Onun talakı ikidir, iddeti de iki hayızdır." diye cevap verdi. Kendisine: "Bu konuda Hz. Peygamber'den sana bir şey ulaştı mı?" diye soruldu. Buna da: "Hayır!" diye cevap verdi. Buhari, Tarih'inde, Müzahir b. Eşlem - Kasım - Aişe senediyle merfu' olarak: "Cariyenin talakı ikidir, iddeti de iki hayızdır." buyurulduğunu rivayet eder. Ebu Asim şöyle der: Bana İbn Cüreyc Muzahir'den haber verdi: Sonra Müzahirle karşılaştım, onu bize rivayet etti. Ebu Asim, Muzahir'in zayıf olduğunu söylerdi. Yahya b. Süleyman, İbn Vehb'den nakleder: Bana Üsame b. Zeyd b. Eşlem haber verdi: O babasının yanında otururken, emirin elçisi ona gelmiş ve: "Emir sana, cariyenin iddeti ne kadardır? diye soruyor." demiş. Babası: "Cariyenin iddeti iki hayızdır, hür kocanın cariyeyi boşaması üç talakladır, köle kocanın hür kadını boşaması iki talakladır, hür kadının iddeti üç hayızdır." demiş. Sonra haberciye: "Nereye gidiyorsun?" diye sormuş, o da "Bana Kasım b. Muhammed ile Salim b. Abdillah'a da sormamı emretti." demiş. O da Allah adına yemin verdirerek geri gelmesini ve onların ne dediklerini kendisine bildirmesini söylemiş. Haberci gitmiş ve babama geri dönmüş ve ona, onların da aynen kendi söylediği gibi haber verdiklerini ve: "Ona söyle! Bu ne Allah'ın kitabında ne de Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnetinde yoktur; ancak müslümanlar bununla amel edegelmişlerdir." dediklerini bildirmiş.

 

Ebu'l-Kasım b. Asakir, el-Etraf ında: "Bundan da anlaşılıyufl ki, merfu hadis mahfuz değildir." demiştir.

 

"Cariyenin talakı ikidir, iddeti ise iki hayızdır." şeklindeki merfu İbn Ömer hadisine gelince, bu Atiyye b. Sa'd el-Avfi'nin rivayetinden olmaktadır. Onu birçok hadis imamı zayıf bulmuşlardır. Darakutni: "İbn Ömer'den sahih olan, Salim ve Nafi'in ondan rivayet ettikleridir." demiş ve Salim ve Nafi'den: "İbn Ömer: 'Köle kocanın hür kadını boşaması iki talakladır; iddeti ise üç kar'dır, hür kocanın cariye karısını boşaması ise iki talakladır; iddeti ise cariye iddeti yani iki hayızdır.' demiştir." diye nakletmiştir.

 

İbn Ömer'den sabit olan görüşün, kar' dan maksadın tuhr olduğunda şüphe yoktur.

 

imam Şafii, Malik - Nafi' senediyle İbn Ömer'in: "Adam karısını boşadığı zaman, üçüncü hayzının kanını görmeye başladı mı, artık kocasından ayrı düşmüş olur, birbirlerine varis olamazlar." dediğini nakleder.

 

Bu hadis, İbn Ömer ile Hz. Aişe arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu ikisinin de konu hakkındaki görüşleri kesin olarak, "kar' " dan maksadın tuhr olduğu şeklindedir. Kendi bilgileri dahilinde Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunun aksine hadisin bulunduğu ve onların hadis doğrultusunda düşünmemeleri nasıl tasavvur edilebilir?

 

Bizzat bu cevap , aynı zamanda da Hz. Aişe'den nakledilen "Berire'ye üç hayız iddet beklemesi emredildi..." şeklindeki hadisle istidlale de cevap olmaktadır. Ayrıca şunu da ilave edelim: Bu hadis üç lafızla rivayet edilmiştir: a) "iddet beklemesi emredildi." b) "Hür kadının iddeti gibi iddet beklemesi emredildi." c) "Üç hayız iddet beklemesi emredildi." Muhtemelen "Üç hayız iddet beklemesi emredildi." şeklinde rivayet eden kimsenin bu rivayeti mana ile rivayet edilmiş olmalıdır. Hz. Aişe'nin bilgisi dahilinde böyle bir hadisin bulunması ve ondan sonra da kalkıp onun "kar' " dan maksat tuhrdur; demesi şaşılacak bir şeydir. Bundan daha da hayret verici olan bir diğer husus, bu hadisin hepsi de hadis imamlarından oluşan meşhur bir senedle rivayet edilmiş olması, buna rağmen ne Sahih sahipleri, ne Müsned sahipleri, ne de ahkam hadislerini toplayan zevat tarafından kitaplarına alınmaması ve dört imamdan hiçbirisi tarafından kullanılmamasıdır. Bu hadisi kullanmak mecburiyetinde olan kimse, özellikle de böyle güneş gibi meşhur bir senedle olan bu hadis karşısında onu tahric etmeksizin nasıl sabır gösterirdi?! Hiç şüphe yoktur kt, Berire'ye iddet beklemesi emredilmiştir ve bu doğrudur. Ancak onun üç hayızla iddet beklemesi konusuna gelince, eğer bu sahih olsaydı, biz asla başka bir görüşe gitmezdik ve derhal onu kabule koşardık.

 

istibra ile iddet arasında münasebet kurarak yaptığınız istidlalinize gelince; hiç kuşkusuz istibranın bir hayızla olduğu doğrudur. Bu sarih nassın zahiri olmaktadır/Cariye tuhr ile istibrada bulunur." diye iddiaya kalkışmanın bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir zorlama, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) nassının aksi olmaktadır. Aynca İmam Şafii'nin sahih kavline, ümmetin büyük çoğunluğunun görüşlerine ters düşer. Burada yapılacak iş, iki konuyu birbirinden ayırmaktır. Biz diyoruz ki:" Daha önce de geçtiği gibi aralarında fark vardır. İddet, kocanın hakkının yerine getirilmesi için vacib olmuştur; dolayısıyla da kendi hakkının . bulunduğu zamanlara tahsis edilmiştir ki, bu zamanlar da tuhr yani temizlik zamanlarıdır. Yine iddet, tekerrür eder ve ortasında hayzm da bulunmasıyla rahmin temizliği bilinmiş olur. İstibra ise böyle değildir."

 

Eğer "kar' ", tuhr yani temizlik süresi olsaydı, bu durumda, birinci kar' yani temizlik süresinin bir delaleti bulunmazdı. Çünkü, eğer temizlik süresi içerisinde cimada bulunmuş ve sonra boşamışsa ve kadın daha sonra hayız görmüşse, bu durumda, "kar' " dan maksadın tuhr (temizlik süresi) olduğu görüşünde olanlara göre, sözkonusu temizlik süresinin de sayılması gerekir. Bu temizlik süresinin, rahmin temizliğine delalet etmeyeceği ise malumdur." şeklindeki sözünüzün cevabına ise kısaca şöyle diyeceğiz: Kadın tam iki tuhrdan sonra temizlenmiş olunca, birincinin de diğer ikisine eklenmiş olarak delaleti sahih olacaktır.

 

"Deliller, alametler, sınır ve gayeler, ancak diğerlerinden temayüz eden açık şeylerle husule gelir. Kadının temizliği, asli konumudur..." şeklindeki sözünüze gelince, cevaben şöyle diyoruz: Tuhrun her iki tarafının da kan olması durumunda, öyle olmaktadır. Ne önünde ne de sonunda kan olmaması durumunda ise, ona asla itibar edilmemekte ve "kar*" ismi kullanılmamaktadır.

 

Şu hususlar da bizim görüşümüzü teyid etmektedir: "Kar"' cem etmek, toplamak demektir; dolayısıyla bu kelimenin tuhr zamanı için kullanılmış olması daha uygundur. Çünkü tuhr anında kan rahimde toplanmaktadır ve ancak toplandıktan sonra dışarı çıkmaktadır. Bir diğer husus da ifadesinde üç sayısının sonuna giren yuvarlak ta harfidir. Sayıların sonundaki bu ta, sayılan şeyin müzekker olduğunu gösterir. Bu da "kar"' dan maksadın müzekker bir kelime olduğuna delalet eder ki, bu da "tuhr" dur. Eğer "kar"' dan maksat "hayız" olsaydı, o zaman sayının ta'sız gelmesi gerekirdi; çünkü hayız kelimesinin tekili şeklinde ta'lıdır (müennestir).

 

 

c) Değerlendirme ve Tercih:

 

Bu arzettiklerimiz, bu görüş sahiplerinin gerek kendi delilleri ve gerekse karşı delillere verdikleri cevaplan olmaktadır. Bu konu, iki taraf arasında orta yolu bulma imkanı olmayan bir konudur. Çünkü iki görüş arasında orta bir görüş bulunmamaktadır. Dolayısıyla mutlaka iki taraftan birisinin görüşüne meyletmek gerekmektedir. Biz bu meselede, "Kar'dan maksat "hayız"dır." görüşündeki ileri gelen sahabilerle onların doğrultusunda görüş beyan eden kimselerin tarafını tutuyoruz. Bu görüşün isabetli olduğuna dair delillerin serdi daha önce geçmişti. Biz burada, tercihte bulunduğumuz şeyin iyice ortaya çıkması için, karşı görüşte olanların karşı delillerine cevaplar vermek istiyoruz ve tevfiki yalnız Allah'tan bilerek diyoruz ki:

 

 

1. Kar'dan Maksat Temizliktir Görüşüne Ait Delillerin Tenkidi:

 

"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman, iddetleri içerisinde boşayın."[Talak, 1] ayetiyle istidlalinizi ele alalım: Bu ayetin sizin aleyhinize bir delil olması, lehinize delil olmasından daha yakındır. Çünkü bundan maksat, zaruri olarak kadının iddetten önce boşanmasıdır. Aksi takdirde ayetin, iddet içerisinde talak verilmesi manasına hamledilmesi mümkün değildir. Çünkü bu —her ne kadar lam harfi, fi harfi manasında zarfiyet manası da içerebiliyorsa da— mana bakımından sakattır. Zira talakın iddet içerisinde verilmiş olması mümkün değildir, çünkü, talak iddetin sebebi olmaktadır; sebep ise hükümden önce bulunur. Bu anlaşıldı ise, diyoruz ki: "Kar' dan maksat hayızdır." diyenler, ayetle amel etmişlerdir ve iddetten önce boşamış olmaktadırlar.

 

Eğer, "Tuhr" dur diyenler —iddet talakın arkasından geleceği için— iddetten önce boşamış olurlar." derseniz; bu takdirde, sizin ayeti delil olarak kullanmanız batıl olacaktır ve ayetten muradın iddet içinde değil, iddet öncesinde verilmiş talak olduğu sahih olacaktır. Her iki durumun da ayetle murad edilmiş olması sahihtir. Ancak hayızın murad edilmiş olması daha ağır basmaktadır. Şöyle ki; "iddet" kelimesi, sayılan hesaba katılan şey manasına "fi'let" kalıbmdadır. Çünkü iddet sayılır, hesap edilir. Nitekim ayette de "...ve iddeti sayınız."[Talak, 1] buyrulmuştur.

 

Hayızdan önce bulunan tuhr hesaba katılan ve sayılan şeylerdendir; dolayısıyla o iddettendir. Bizim burada sözünü ettiğimin şey bu değildir, Sözkonusu olan şey bir başka husustur ki o da, (tuhrun) ayette geçen "üç kuru' " ifadesine girip girmeyeceğidir. Eğer nass: şeklinde olsaydı,* o zaman ilgisi olurdu. Burada iki husus vardır: Birincisi: İkincisi de: ... ayetidir. Hiç şüphe yoktur ki bir kimse dediği zaman, bu emre muhatap olan kimse, o şeyi ancak üç gün gelmeden önce yaptığı zaman emre uymuş olur. Yine aynı şekilde: diyen kimsenin bu sözü de, o şeyi üç günün geçmesinden sonra yapması durumunda doğru olur Bu zarfiyet bildiren harfinin aksi olmaktadır. Çünkü bir kimse: dediği zaman, fiil bizzat üç günün içerisinde vuku bulmuş olur. Burada güzel bir nükte (incelik) vardır. Şöyle ki, onlar: demektedirler ve ne vakit zamanın geçtiğini ya da karşılanmasını istiyorlarsa "lam" harfini kullanıyorlar ve ne zaman da, fiilin o zaman içerisinde (zarfiyet) vukuunu murad ediyorlarsa, o takdirde de "fi" harfini kullanıyorlar. İncelik surda: Onlar zamanın geçmesini ya da karşılanmasını istedikleri zamanda, telaffuz ettikleri adedin geçen ya da gelecek günlere aid olduğuna (ihtisas) delalet eden "lam" harfini getiriyorlar; eğer fiilin bizzat o zaman içerisinde vukuunu murad ediyorlarsa, o takdirde de, zarfiyete has olan harfi yani "fi" harfini kullanıyorlar. Bu izah, pek çok dil bilgininin "Lam harfi: sözlerinde ve ayetinde "önce" manasınadır; aynı şekilde "sonra" manasına da gelir: ifadelerinde olduğu gibi. Yine "fi" manasına zarfiyet anlamında kullanılır: ayetlennde [Enbiya, 47 ve Al-i İmran, 25] bu anlamda kullanılmıştır." şeklindeki sözlerinden daha iyidir. Derinlemesine ele aldığımızda görüyoruz ki, lam harfi, mezkur vakitlere aidiyeti bildirmek için asıl manası olan "ihtisas" anlamı üzerindedir. Onlar; fiili, ona olan aidiyetinden ötürü, sanki o ona aitmiş gibi, zikredilen damana ait kılmaktadırlar. Düşün!

 

Diğer bir fark: "Lam" harfi kullanıldığında, ondan sonra zikredilen zaman mutlaka ya mazi (geçmiş) ya da gelecek olmaktadır. "Fi" harfi kullanıldığında ise, bu durumda, mecruru olan zaman, mutlaka fiil ile bitişik, aynı zamandır. Arapça kaideleri bakımından eğer bu anlaşıldı ise, diyoruz ki Hidayetinin manası "Onları iddetlerini karşılayarak boşaymız." demektir, iddetleri içerisinde boşaymız manasına değildir. Kadınların karşılanarak boşamlacağı iddet, talaktan sonra

 

olacağına göre, talaktan sonra karşılanacak olan bu şey mutlaka hayız olacaktır. Çünkü tuhr halinde olan kimse yine onu karşılayacak değildir; zira zaten içerisindedir. Dolayısıyla kadın, şu anda içerisinde bulunduğu halinden sonra olacak olan hayız halini karşılayacaktır. Dil bakımından da, aklen ve örfen de anlaşılan budur. Çünkü afiyet, emniyet ve kelebçe içerisinde olan kimseler hakkında " O afiyet bekliyor."; "O emniyet bekliyor."; "O kelebçelenmeyi bekliyor." denilmez. Bu gibi ifadelerden, örfen ve dil bakımından akla gelen şey, bir hal üzere bulunan bir kimsenin, o halin zıddını bekliyor olmasıdır. Bu o kadar açıktır ki, örneklerini çoğaltmaya gerek duymuyoruz.

 

Soru: Buna göre, hayız halinde iken karısını boşayan kimse, "kar"' dan maksadın tuhr olduğunu söyleyenlere göre, iddeti karşılayarak boşamış olur. Çünkü, kadın içinde bulunduğu bu hayız halinden sonra tuhr halini karşılayacaktır. Bu hususta ne diyeceksiniz?

 

Cevap: Evet! Onların öyle demeleri gerekir. Çünkü, eğer kadının boşanılması emredilen iddetin ilk vakti tuhr ise, kocanın talakı hayız halinde vermesi durumunda, iddeti karşılayarak boşamış olacaktır. Çünkü kadın, talaktan sonra tuhr halini karşılamış olacaktır.

 

Soru: "Lam", "fi" manasınadır ve mana:"Onları iddetleri içerisinde boşaymız." şeklindedir. Bu ise ancak tuhr içerisinde boşadığı zaman mümkün olur. Hayız içerisinde boşaması durumunda mümkün olmaz.

 

Cevab: Buna iki açıdan cevap vereceğiz:

 

Birincisi: Harflerde asıl olan tek manada ve her harfin kendi manasında kullanılmalarıdır (adem-i iştirak). Dolayısıyla , bunun aksini iddia etmek bu asıl prensip tarafından reddedilmiş olur.

 

İkincisi: Bundan, iddetin bir kısmının talakın zamanı için zarf olması durumu gerekir. Dolayısıyla da talak, "Ben onu Perşembe günü yaptım." ifadesinde de olduğu gibi, zarfiyetin sahih olabilmesi zaruretinin bir neticesi olarak aynı iddet içerisinde vaki olmuş olur. Hatta bu kabil kullanılış şekillerinde çoğunluk zarfın bir kısmının fiili geçmiş olmasıdır. Bunun mümkün olmayacağı konusunda da şüphe yoktur. Çünkü iddet talakın akabinde ve onu takip eder; onunla aynı anda bulunmaz, ondan öne geçemez.

 

Farzetsek ki "lam" harfi, "fi" manasında olsun; kaldı ki, bu anlayışa: şeklindeki ibn Ömer ve daha başlsalannın kıraati de yardımcı olmaktadır. Buna rağmen, bundan "kar"' kelimesinin "tuhr" manasına geldiği lazım gelmez. Çünkü o takdirde "kar"' kelimesinden maksat bizzat hayız olur; itibara alınıp sayılan da odur. Hayızdan önce bulunan tuhr (temizlik) hali ise iki açıdan onun hükmüne zımnen ve ona tabi olma yoluyla girer:

 

Birincisi: Hayzın zaruri neticelerinden birisi öncesinde bir tuhr halinin bulunmasıdır. Kadın tuhr hali içerisinde iken "Sen üç hayız müddetince bekle!" denildiği zaman, o tuhr da bekleme süresinin içerisine (zaruri olarak) girer. Nitekim bir kimseye geceleyin: "Burada üç gün (gündüz) ikamet et!" denildiği zaman o gecenin geri kalan kısmı da, onu takip eden gündüzün içerisine girer. Nitekim diğer iki günün geceleri de, gündüzlerine dahil olur. Eğer gündüz vakti "Üç gece ikamet et!" diyecek olsa, bu kez de o günün geri kalan kısmı, takip eden geceye dahil olacaktı.

 

İkincisi: Hayız, daha önceden kanın rahimde toplanmasıyla tamamlanmış olur; dolayısıyla da tuhr hali, hayızdan hem mukaddemdir hem de hayızm varlığına sebep olur. Hüküm hayıza bağlandığına göre, bunun zaruri neticelerinden birisi de, hükmün aynı zamanda tuhra da bağlanmış olmasıdır. Çünkü hayızm varlığı, onun varlığına bağlıdır. Böylece bunun, yukarıdaki gün ve gecelerle ilgili verdiğimiz misalden daha beliğ olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü gece ve gündüz birbirine bağlı, birbirinden ayrılması düşünülemeyen iki unsurdur, fakat biri diğerinin mevcudiyeti için sebep değildir. Burada ise tuhr, kanın rahimde toplanması için bir sebep olmaktadır. Yüce Allah'ın ifadesi "bekleyeceği iddeti karşılamak için..." anlamındadır. Kadın öncesinde bulunan tuhr halleriyle birlikte üç hayız bekler. Eğer tuhr halinde iken boşanmış olursa, kadın sayılacak iddeti karşılayabileceği bir vakit içerisinde boşanmış olur. Sayılacak iddet de hayız ve öncesinde bulunan tuhr halleridir. Hayız iken boşanması durumunda ise böyle değildir. Çünkü o takdirde, hesap edilecek bir iddet göz önünde bulundurulmaksızın boşanmış olur. Çünkü içerisinde boşamlan hayızm geri kalan kısmı, kadının ne asaleten ne de tebeiyet yolu ile bekleyeceği, hesaba katacağı iddetten değildir. Ona iddet adının verilmesi, sadece zevcenin, o süre içerisinde yeni bir evlilikten engellenmiş olması sebebiyledir.

 

Bu anlaşıldı ise diyoruz ki: ayetindeki "lam" harfinin sebep bildiren "talil" lamı olması caizdir ve anlamı "Kıyamet günü için doğru teraziler kurarız."[Enbiya, 47] demek olur, Burdaki "el-kısf kelimesinin mefulun leh olmak üzere mansub olduğu da söylenmiştir. O zaman da mana "adalet için" anlamına gelir ve bu şekilde i'raba tabi tutulması için gerekli şartları da taşımaktadır. ayetine'[İsra, 78] gelince; buradaki "lam" harfi, kesinlikle "fi" manasına' değildir. Aksine buradaki "lam"ın talil için olduğu söylenilmiştir. "Sonra" manasına da geldiği söylenmiştir. Çünkü ayetten murad, namazın —"düluk" kelimesi, ister "zeval, ister "gurub" manasıyla tefsir edilsin—, tam bu "dülük" anında kılınması değildir. Namazın kılınması ancak bu vakitten sonra olmaktadır. İddet ayetinin "sonra" manasına hamledilmesi mümkün değildir. Zira o zaman mana: " Onları iddetlerinden sonra boşayınız!" şeklinde olacaktır. Geriye sadece mananın: "Onları iddetlerini karşılayacak şekilde boşayınız." şeklinde olması şıkkı kaldı. Malumdur ki, kadın temiz iken boşandığı zaman, iddete hayız ile başlayacaktır. Eğer "kar"' dan maksat "tuhr" olsaydı, o takdirde sünnet olan boşama şekli, iddete "tuhr" ile başlamış olabilmesi için hayız iken boşamak şeklinde olacaktı. Oysa ki, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), göz önünde bulundurularak boşanmalarını bizzat Yüce Allah'ın emrettiği iddetin, kadının talaktan sonra iddetini karşılayabilmesi için temiz iken boşanması şekli olduğunu açıklamıştır.

 

Soru: Biz "kar' " dan maksadın tuhr olduğunu kabul ettiğimizde, kadın iddetine talaktan sonra fasılasız başlamış olacaktır. Ondan maksadın hayız olduğunu söyleyenlere göre ise, kadın iddetini tuhr bitmedikçe karşılayamamaktadır.

 

Cevap: Yüce Allah'ın kelamı, mutlaka müstakil bir faideye hamledilmek zorundadır. Ayetin "Onları, kendisinden sonra iddet olacak bir talakla boşayınız." şeklindeki bir mana üzerine hamle dilme sinin bir faydası yoktur. Ama ayete: "Onları öyle bir talakla boşayın ki, o talakta iddetlerini karşılamış olsunlar; sayılmayacak bir tuhr halini karşılamış olmasınlar." manası verilmesinde ise durum böyle değildir. Çünkü kadın hayızlı iken boşandığı zaman, o sayılmayacak bir tuhr halini karşılayacaktır; dolayısıyla da iddetini karşılayacak şekilde boşanmış olmayacaktır. Bunu : ilki şfeklinde okuyanların kıraatleri de açıklamaktadır. "iddetin karşılanacağı, önündeki vakit" demektir. "Hayızm önü" demek gibi. Eğer onların murad ettikleri mana kasdedilmiş olsaydı, o zaman denilirdi. Bir şeyin önü ile evveli arasındaki fark ise açıktır.

 

Sizin "Eğer "kar"' dan maksat "hayız" olsaydı, o takdirde, adam karısını iddetten önce boşamış olurdu." sözünüze biz de şöyle cevap veririz: Evet! Aklen de şer'an da olması gereken budur. Çünkü iddet talaktan ayrı düşünülmez ve hiçbir zaman da ondan önce bulunmaz; aksine talaktan sonra bulunması vacib olmaktadır.

 

2 - "Ve bu hayız halinde iken boşaması durumunda olduğu gibi, kadın aleyhine uzatmak olurdu..." şeklindeki sözünüze gelince, cevab olarak denilmektedir ki: Bu, "Hayızlı kadının talakının haram olmasının illeti, iddetini uzatmış olmak korkusudur." şeklindeki bir teze mebnidir. Oysa ki. pek çok fukaha böyle bir izaha taraftar değillerdir ve bu tezin tutarsızlığını şöyle diyerek ortaya koymaktadırlar: Kadın kocasının kendisini hayızlı iken boşamasına razı olsa ve iddetinin uzamasını tercih etse, yine de böyle bir talak kocaya helal olmamaktadır. Kadının bu durumda böyle bir talakı kocaya mubah kılma yetkisi yoktur. Oysa ki, bedelli olarak ittifakla, bedelsiz olma durumunda da iki görüşten birisine göre, karşılıklı rıza ile, boşayan kocanın, talaktan rücu (ric'at) hakkını düşürmesi mubah olmaktadır. Bu Ebu Hanife'nin mezhebi ve İmam Ahmed ve Malikten gelen iki rivayetten birisi olmaktadır ve şöyle demektedirler: "Kadının hayız içerisinde iken haram kılınmasının sebebi, sadece kocanın karısını, kendisine rağbetinin olmadığı bir zamanda boşamış olmasıdır." Biz haramlığın sebebinin kadın aleyhine uzatmak olduğunu kabul etsek bile, asıl zarar verici uzatma, onu hayızlı iken boşamasıdır. Çünkü kadın hayızm ve arkasından gelen tuhr halinin geçmesini bekleyecek, ondan sonra iddetini beklemeye başlayacaktır ve talakla iddetini karşılamış da olamayacaktır. Ama kadın temiz iken boşanırsa, tuhrun hemen akabinde iddetini karşılamış olacaktır, bu durumda ise iddeti uzatmak sözkonusu olmayacaktır.

 

3 - "el-Kar' kelimesi cem' yani toplamak manasından türetilmiştir. Hayız (kanı) ise tuhr zamanında toplanır...." şeklindeki sözünüze gelince, buna üç cevabımız olacaktır:

 

Birincisi: Önce sizin bu dediğiniz doğru değildir. "Cem' " yani toplamak manasından türetilen kelime illetli olup son harfi "ya"h olan kelimesindendir. Aynen fiilinde olduğu gibi. Burada bizim sözünü ettiğimiz ise hemzelidir ve fiilindendir fiilinde olduğu gibi üçüncü babtandır. Bunlar ayrı ayrı iki köktür. Çünkü Araplar demektedirler ve bunun anlamı "Suyu havuzda topladım." demektir. Bunun müzarisi de: şeklindedir. Bu manadan hareketle köye de denilmiştir. Karıncaların toplandıkları yuvalarına: denilmesi de bu anlamından hareketle ve bu köktendir. Çünkü karınca yuvası onları toplamakta ve bir araya getirmektedir. Hemzeli olana gelince, onun anlamı süreli ve sınırlı bir şekilde zuhur etmek , ortaya çıkmak manasına gelmektedir. denildiğinde bu kökten türetilmiş olmaktadır. Çünkü Kur'an'ı okuyan kimse onu, eksiksiz fazlasız belli bir miktar üzere çıkarmaktadır. Bu izahımıza: ayeti [Kiyame, 18] de delalet etmektedir. Çünkü burada: ... ikelimeleri birbirleri üzerine atfedilmiştir. Eğer her ikisi de aynı anlamda olsalardı, bu anlamsız bir tekrar olurdu. İşte bu sebeptendir ki, İbn Abbas: ... ayetinin [Kiyame, 18] tefsiri hakkında "Onu açıkladığımız zaman..." anlamı vermiş ve Kur'an'ın okunuşunu bizzat onun açıklanışı ve ortaya konulması saymıştır. Yoksa Ebu Ubeyde'nin zannettiği gibi "Kur'an", "cem' " yani toplamak manasından türetilmiş değildir. Yine Araplar: ........... Bu da aynı babtandır ve "Bu deve asla doğurmadı, yavru çıkarmadı, ortaya koymadı." demektir. Yine demektedirler Anlamı "Falan sana selam söylüyor." demektir ve buradaki fiil yine izhar etmek, ortaya çıkarmak anlamındadır. Yine onlar: demektedirler ve bu ifadeyle, "Kadın bir ya da iki hayız gördü." demek istemektedirler. Çünkü hayız, gizli olan şeyin, ceninin zuhuru gibi, zuhur etmesi, ortaya çıkması demektir. Yine ifadeleri de bu kök ve manadandır ve anlamları "süreyya ile yağmur ve rüzgarın ortaya çıktığı vakit" demektir. Çünkü her ikisi de belli vakitlerde zuhur ederler. Bu kök ve ondan türeyen manalarını, Ebu Amr ve daha başkaları gibi alimler, iştikakla ilgili kitaplarda zikretmiş bulunmaktadırlar. Hiç şüphesiz ki, bu mana hayızda, tuhrda olduğundan daha açıktır.

 

4 - Hz. Aişe: "Kuru' dan maksat tuhr vakitleridir." demiştir. Bu durumu kadınlar, erkeklerden daha iyi bilirler..." şeklindeki delilinize gelelim:

 

Biz buna cevap olarak şöyle deriz: "Kim, Allah'ın lutabından onun muradını anlamada, manalannı kavramada kadınlar Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud, Ebu'd-Derda ve Hz. Peygamberin diğer büyük sahabilerinden daha üstündür diyebilir?! Bu hükmün kadınlar hakkında inmiş olması, onu onların erkeklerden daha iyi bileceklerine delalet etmez. Eğer öyle olsaydı, kadınlar hakkında nazil olan her ayeti kadınların erkeklerden daha iyi bilmeleri lazım gelirdi; erkeklerin de gerek manası gerekse onlardan çıkarılacak hükümler konusunda kadınları taklid etmeleri, onlara uymaları gerekirdi. O takdirde kadınlar; süt emme haramlığı, hayız, hayızh kadınla cinsel ilişkinin haramlığı, ölüm iddeti, gebelik, doğum ve bunların süreleri, mahrem kimseler ve avret yerlerinin açılmasının haramlığı ve buna benzer diğer kadınlarla ilgili ve onlar hakkında inen bütün ayetleri, erkeklerden daha iyi bilmek durumunda olacaklardır. Bu ayetlerin manalarının anlaşılması, onlardan hüküm çıkarılması gibi konularda ise, erkekler kadınlara tabi olmak, onları taklid etmek zorunda olacaklardır. Böyle bir durumun İcabulüne ise asla imkan yoktur. Nasıl kabul edilebilir ki, inen vahiyle ilgify bilginin esasını, anlayış, marifet ve akıl gücü oluşturur. Bu gibi konularda ve dolayısıyla bilgiyi elde etmede erkekler kadınlara oranla daha da üstün ve şanslıdırlar. Hatta şunu söylemek imkansız değildir ki, erkeklerle kadınlar bir meselede ihtilafa düşsünler de , doğru erkekler tarafında olmasın, bu mümkün değildir. Nasıl olur da: Hz. Aişe ile Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ud bir meselede ihtilaf ederlerse, Hz. Aişe'nin görüşünü almak daha uygundur." denilebilir?! Evla olan içerisinde iki raşid halifenin de bulunduğu görüşten başkası olabilir mi? Rivayet edildiği üzere Sıddik'ın görüşünün de onların doğrultusunda olması durumunda, bu görüşün doğru olduğunda şüphe kalır mı? Hz. Ömer'le Hz. Ali'den yapılan nakil kesin olarak sabittir. Hz. Ebu Bekir'den yapılan nakilde ise gariblik vardır. Bununla birlikte, içlerinde Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ebu'd-Derda, Ebu Musa gibi zevatın da bulunduğu ashabtan bir cemaatin görüşü bizim için yeterlidir ve Müminlerin Annesinin görüş ve anlayışını bütün bunların üzerlerine nasıl takdim edebiliriz?!

 

Sonra şöyle denebilir: Hz. Aişe, büyük insanın da süt emmesi durumunda süt haramlığınm doğacağı, böyle bir emme ile mahremiyetin sübut bulacağı görüşündedir. Bu görüşte bir grup sahabi de onun yanında yer almaktadır. Diğerleri ise bu konuda ona muhalefet etmişlerdir. Hz. Aişe, böyle bir emme ile haramlığın sabit olacağı hadisini rivayet etmiştir. O zaman çıkıp da: "Kadınlar, bu konuyu erkeklerden daha iyi bilirler!" deseydiniz ve onun görüşünü diğer sahabilerin görüşleri üzerine tercih etseydiniz ya!

 

Malikilere de diyoruz ki: Aynı Hz. Aişe, süt haramlığının ancak beş defa emme ile sabit olacağı görüşündedir ve bu konuda bir grup sahabi de Kendisine katılmışlardır. Ayrıca konu ile ilgili iki de hadis rivayet etmiştir: Bu durumda kalkıp: "Bu konuyu kadınlar erkeklerden daha iyi bilirler!" deyip, onun görüşünü diğerleri üzerine takdim etseydiniz ya!

 

5 - "Bu erkeklere sirayet eden bir hükümdür. Dolayısıyla onda erkeklerle kadınların durumu eşittir." şeklinde bir mütalaa ileri sürülürse, buna şu şekilde cevap verilebilir: İddet hükümleri de aynı şekilde kadınlarla ilgili olarak kalmaz ve o da erkeklere sirayet eder, dolayısıyla onda da, kadınların erkeklerle aynı olmaları gerekir. Bu açık bir şeydir. Sonra bu konuda erkeklerin görüşleri tercih edilir. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu gruptan olan birisi hakkında "Allah, hakkı onun dili ve kalbi üzerine koymuştur." buyurmuş; birçok konuda onun ileri sürdüğü görüşler doğrultusunda vahiy gelmiş böylece pek çok defa vahyin desteğine mazhar olmuş yine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) rüyasında içtiği sütün arta kalanını ona vermiş ve bu rüyasını ilimle yormuş (tabir etmiş) ve onun ilham ve ilahi teyide mazhar olduğuna şehadette bulunmuştur. Eğer mutlaka birilerini taklid etmek gerekecekse, ona uyulması daha evladır; yok iki muhalif grubu ayıran şey bizzat delilse, o takdirde delilin hakem kılınması vacib olacaktır.

 

"Kar"' dan maksadın "hayız" olduğu görüşünde olanlar, ne Hz. Ali, ne İbn Mes'ud, ne de Hz. Aişe'nin görüşüne kail değillerdir. Çünkü Hz. Ali: "Kadın yıkanmadıkça, kocası rücu hakkına sahiptir." demektedir. Siz iki görüşten birine kail değilsiniz...** şeklindeki tenkidinize gelince; bu nihayet Hanefi imamları gibi bu görüşe kail olmayan kimselerin görüşleri içerisinde bir tutarsızlık olduğunu ortaya koyabilir. Hz. Ali'nin görüşünü esas alan İmam Ahmed ve tabileri gibi kimseler hakkında ise, hiç ilgisi olmayan bir suçlamadır, onlar böyle bir ithamdan uzaktırlar. Nitekim daha önce açıklanmıştı. Çünkü İmam Ahmed'e göre, Hz. Ali ve onun görüşünde olanların da dediği gibi, kadın yıkanıncaya kadar iddeti devam eder. Biz, bu konuda "kar'"dan maksadın hayız olduğu kanaatinde olmakla birlikte, "Kadın yıkanmadıkça kocanın rücu hakkı vardır." görüşüne katılmayanları mazur görmek istiyoruz. Çünkü bu kimseler, "kar'"dan maksat "tuhr" dur diyenlerin görüşüne katılmaktadır, ancak iddetin bitmesinin yıkanmasına bağlı olduğu konusunda ise, muarız buldukları bir delilden ötürü, muhalefet etmektedirler. Nitekim aynı şeyi diğer fukaha da yapmaktadırlar. Eğer çıksak da, sizin de bizzat bu türden olan tasarruflarınızı saymaya kalkışsak, (pek çok örnek ortaya koymamız mümkün olacaktır). Eğer onların muarız buldukları delil sahih ise, o takdirde bir tutarsızlıktan söz edilemez. Yok sahih değilse, bu takdirde de onların iki meseleden birisinde görüşlerinin zayıf bulunması, diğer meselede onlara muvafakat etmelerine bir engel değildir. Çünkü içlerinde Raşid Halifelerin en mümtazlarının da bulunduğu büyük sahabilere çoğu görüşlerinde muvafakat etme, onların bütün görüşlerine muhalefet etmiş olmaktan ve asla itibar edilmeyecek biçimde ilgaya gitmekten daha evladır.

 

Sonra onlar şöyle demektedirler: Biz kadının iddetinin yıkanmasına (gusl) mütevakkıf olduğu konusunda onlara muhalefet etmiş değiliz. Aksine biz, "Kadın yıkanmadıkça veya üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe iddeti bitmez." diyoruz. Böylece biz onlara yıkanma şartlarında muvafakat etmiş bulunuyoruz ve ilaveten kadın üzerinden bir namaz vaktinin geçmesiyle de iddetinin biteceğini, çünkü namazın boynuna borç olarak yerleşmesi sebebiyle temiz kadınlar hükmünde olduğunu ifade etmiş oluyoruz. Bu durumda, nasıl Raşid halifelere (r.anhum) sarih bir muhalefetimiz sözkonusu olabilir?!

 

6 - "Allah'ın kitabında yıkanma (gusl) için bir mana bulamıyoruz." şeklindeki sözünüze ise, şöyle cevap verilebilir: Allah'ın kitabı gusl şartına ne müsbet, ne de menfi yönde temasta bulunmamıştır. Helalliği ve ayrılığı sadece müddetin bitimine bağlamıştır.

 

Selef ve halef uleması, iddet müddetinin ne ile sona ereceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi hayızın kesilmesiyle; kimisi yıkanmak ile veya üzerinden bir namaz geçmekle ya da hayızın en uzun süresinde kesilmesiyle demişlerdir. Bir başkaları, üçüncü hayzma başlamasıyla iddetin sona ereceğini söylemişlerdir. İddetin bitmesini yıkanmaya bağlayanların delilleri Raşid halifelerin uygulaması (kazası) olmaktadır. İmam Ahmed şöyle der: "Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes'ud, kadın üçüncü hayzından yıkanmadıkça iddeti bitmez; derler. Onlar Allah'ın kitabını ve Peygamber'ine inen şeylerin sınırlarını en iyi bilen kimselerdir." demişlerdir. Bu görüş Hz. Ebu Bekir Sıddik, Hz. Osman, Ebu Musa, Ubade ve Ebu'd-Derda'dan da rivayet edilmiştir. İbn Kudame ve daha başkaları bu görüşü onlardan nakletmişlerdir. Bu noktadan hareketle:"Hz. Sıddik ve onunla beraber ismi zikredilenlerin görüşüne göre, "kar"' dan maksat hayızdır." denilmiştir.

 

Bu görüşün fıkıhtan önemli bir nasibi bulunmaktadır. Çünkü kadının hayzı kesildiği zaman bir açıdan temiz kadınlar, diğer açıdan da hayızlı kadınlar hükmünde bulunmaktadır. Bu durumdaki bir kadının hayızlı kadın durumunda olmasını gerektiren durumlar, yine aynı kadının temiz kadınlar hükmünde olmasını gerektiren durumlardan daha fazla bulunmaktadır. Çünkü bu durumdaki bir kadın, orucun sahihliği, namazın vücubu hususunda temiz kadınlar gibiyken, bazı mezheplere göre Kur'an okumasının; mescide girmesinin, Kabe'yi tavaf etmesinin ve cinsi münasebetin haramlığı; yine iki görüşten birisine göre bu süre içerisinde iken talakın haram olması gibi hususlarda da hayızlı kadınlar hükmünde bulunmaktadır. Raşid halifeler ve büyük sahabiler, nikah konusunda ihtiyatlı davranmışlar ve sübutundan sonra hayızdan kadının ancak hiçbir şüphe bırakmayacak bir kayıt ile çıkabileceğini ifade etmişlerdir ki bu kayıt her açıdan temiz kadınların tabi olduğu hükümlerin kendisi hakkında sabit olmasıdır. Böylece sübutu kesin olan bir şeyin, yine benzeri kesinlikte bir şeyle izalesi istenilmiştir. Çünkü bu haldeki bir kadının o hükümlerde hayız halinde kabul edilmesi, zevciyetin bekası ve rücu hakkının sübutu hakkında hayızlı sayılmasından evla bulunmamaktadır. Bu, görüldüğü üzere, yaklaşım bakımından son derece ince ve latifbir fıkhı konudur.

 

A'şa'nın beytinde geçen ve "Karılarının temizlik süreleri içinde onlardan ayrı düşmen dolayısıyla karşılaştığın sıkıntılara karşılık..." şeklindeki ifadesine gelince, bu beyit, nihayet "kar"' kelimesinin "tuhr" manasında kullanıldığını gösterir. Biz de zaten bunu inkar etmiyoruz.

 

7 - "Tuhr hayızdan önce gelir, dolayısıyla kar' kelimesiyle isimlendirilmeye daha layıktır..." şeklindeki sözünüze gelince, bu gerçekten çok enteresan bir tercihtir. Bir şeyin varlık bakımından önce bulunması sebebiyle, o şeyin sözkonusu (müşterek) isme layık olması nereden çıkıyor? Sonra "Kar' dan maksat "tuhr" dur." diyenlerin büyük çoğunluğuna göre, varlığı açısından önce olduğunu söylediğiniz şeye (tuhr), kendinden önce bir kan bulunmaması durumunda "kar"' ismi verilmemektedir. Acaba bu durumda, bütün müşterek lafızlar için, manalarından hangisi varlık açısından daha önce ise, müşterek olan kelimeyle isimlendirilmeye o diğerinden daha layıktır; dolayısıyla ayetindeki [Tekvir, 17] kelimesi, "gecenin yönelmesi" anlamına daha uygundur. Çünkü, varlık bakımından karanlık, aydınlıktan daha öncedir; denilebilir mi?

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "kuru' " kelimesini tuhr vakitleridir diye tefsir etmiştir...." şeklindeki sözünüze gelince, Allah'a yemin olsun ki, eğer durum böyle olsaydı, siz "kar"' dan maksadın tuhr olduğu görüşüne bizden önce kail olamazdınız. Biz derhal o tefsire koşar ve hem ona itikat eder hem de onunla amel ederdik. Hz. Peygamber'in tefsirinden başka gidilecek, uyulacak tefsir var mı ki?!

 

"Süleyma 'Keşke bizim toprağımızda ikamet etseniz!' diyor.

 

Bilmez ki, ben (orda) kalmak için dolanıp duruyorum." Daha önce biz, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sarih ifadeleri ve onların manalarının, "kuru"' kelimesini "hayız" şeklinde tefsir ettiğine delalet etmekte olduğunu açıklamıştık. Bu konuda getirdiğimiz bu açıklamaların yeterli olduğu kanaatindeyiz.

 

 

2. Delillerimize karşı yapılan itirazların cavaplan:

 

Şimdi de delillerimize karşı serdettiğiniz itirazların cevabına geçmek istiyoruz:

 

1 - Ayette geçen ifadesiyle yapılan istidlale itirazınız: "Uç kar'" in da eksiksiz ve tam olmalarını; yani bu durumda içerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmının da tam bir "kar"' sayılmasını gerektirir. Bu ise mezheb ve görüşün, şeriat lisanında ve dilde tuhrun geri kalan kısmına "kar' " adı verilir; şeklinde bir tahakkümü olur. Siz bize karşı kendi mezhebinizi nasıl delil olarak kullanabilirsiniz?! Kaldı ki, daha önce de geçtiği gibi, "kar"' dan maksadın tuhr olduğu" görüşünde olanlardan bir kısmı da bu konuda sizinle tartışma halindedirler. Size düşen kendi mezhebinizi delil olarak kullanmak değil, aksine şeriat lisanında ve Arap dilinde temizlik (tuhr) süresinden bir anlık bir zamanın "tam bir kar'" diye isimlendirilebileceğine dair delil getirmek, bunu ortaya koymak olmalıdır. Nihayet "kar"' dan maksat tuhrdur." görüşünde olanlardan hepsi değil, sadece bir kısmı :Hİçerisinde boşanılan tuhrun geri kalan kısmı bir "kar"' dır." demektedirler. Bu söz nasıl doğru olabilir? Bu bir anlık temizlik süresinin, tuhrun bir parçası olduğunda hiç şüphe yoktur. Eğer ayette "kar"' denilen şeyden maksat tuhr ise, bu bir anlık temizlik süresinin de onun tümü değil, bir parçası olması gerekir veyahut da "kar' " kelimesi temizlik süresinin bütünü ile bir kısmı anlamlarında müşterek olur. Bunun sakatlığı ve hiç bir kimsenin böyle bir görüşe kail olmadığı da daha önce izah edilmişti.

 

2 - "Araplar, iki bütünle üçüncünün bir kısmı için çoğul ismini kullanmaktadırlar..." şeklindeki sözünüze cevabımız birkaç açıdan olacaktır:

 

Birinci cevap: Eğer bu sizin dediğiniz, olan bir şey ise, o ad verildikleri şeyler hususunda zahir olan çoğul isimler hakkındadır. Sayılan şeyler hususunda "nass" olan sayılar ise asla bu şekilde kullanılmazlar. Hiçbir sayı bildiren siga yoktur ki, mutlaka kendilerinden önce müsemmaları zikredilmiş olmasın. ayetleri ile hiçbir yerde müsemması olmaksızın kendileri murad olmayan sayıların bulunduğu benzeri ayetlerde bu durum açıkça görülmektedir. ifadesi çoğul sigası değil sayı ismidir. Dolayısıyla bu ifadenin Mfadesine benzetilmesi iki açıdan dolayı doğru değildir:

 

Birincisi: Sayı isimleri, müsemmalarma delalet konusunda "nass" dırlar ve ayrı tahsisi kabul etmezler. Amm isimler ise böyle değildir, çünkü onlar ayrı (munfasıl) tahsisi kabul ederler. Delaleti "zahir" olan isme gösterilen genişlikten (tevessü'), müsemmasına delaleti "nass" kabilinden olan isimlere de aynısının gösterilmesi lazım gelmez. İkincisi: "Çoğul" siğasi çoğunluğa göre mecaz, bazılarına göre de hakikat olmak suretiyle sadece iki şey için de kullanılabilir. Dolayısıyla çoğul bir kelimenin iki bütün ve üçüncünün de bir Icısmı hakkında kullanılması öncelikli olarak sahih olur. Bu sebeptendir ki miras hakkındaki: Eğer kardeşleri varsa, annesi için altıda bir pay vardır. ,.."[Nlsa, 11] ayetindeki "kardeşler" kelimesine çoğunluk ulema "iki kardeş" anlamı vermişlerdir, Buna mukabil, ayetindeki [Nur, 6] "dört şehadet" ifadesini hiçbir kimse dörtten aşağıya hamle gitmemiştir.

 

İkinci cevap: Her ne kadar "çoğul" sığasının iki ve üçün de bir kısmı hakkında kullanılması sahih ise de, bu mecaz olmaktadır. Hakikat, lafzın asli konumu üzere kullanılmasıdır. Bir lafız, hakikat ile mecaz arasında dönerse, hakikat manasını almak daha öncelildi olacaktır.

 

Üçüncü cevap: Çoğul sığasının iki ve üçüncünün bir kısmı üzerine kullanılması sadece gün, ay ve sene isimlerinde sözkonusu olmuştur. Çünkü tarih, sadece bu zamanlar esnasında olur; basan noksan olan seneyi tarihe katarlar, bazan ise katmazlar. Günler için de aynı durum sözkonusudur. Bu kelimelerin kullanılışında diğer isimlerdekinin aksine esnek davranmışlardır. Dolayısıyla "gece" kelimesini kullanmışlar, yerine göre birlikte gündüzleri de kasdetmişler, bazan da kasdetmemişlerdir. Bunun aksi de aynı şekildedir.

 

Dördüncü cevap: Bu esnek kullanılış, "cem-i kıllet" yani üçten dokuza kadar bir sayı bildiren çoğul sigası şeklinde gelmiştir ki, ayetinde ki [Bakara, 197] "eşhur=aylar" kelimesidir. kelimesi ise "cem-i kesret" tir; çokluk bildirir. Bu itibarla bu ifade yerine cem-i kıllet sigasıyla ifadesi kullanılabilirdi, zira kelamda yaygın olan kullanılış da bu şekildedir. Hatta çoğu nahivcilere göre böyle denmesi gerekirdi. Dolayısıyla cem-i kıllet sığasının kullanılması gereken bir yerde cem-i kesret sığasını kullanmanın mutlaka bir amacı , bir faydası olmalıdır. Bu çoğuldaki esnekliği kaldırmış olmak, böyle bir amaç ve fayda olmaya elverişlidir; başka bir mülahaza da gözükmemektedir. Dolayısıyla bu faydanm dikkate alınması gerekir.

 

Beşinci cevap: İki ve üçüncünün bir kısmı için çoğul sığasının kullanılması ancak gün, ay, sene gibi parçalanmayı (tecezzi) kabul eden isimlerde sözkonusudur. Parçalanma kabul etmeyen isimlerde ise böyle bir kullanılış şekli caiz değildir. Hayız ve tuhr isimleri ise bölünme kabul etmez. Bu yüzdendir ki, cariyenin iddeti, eğer "zevat-ı kuru" dan ise, ittifakla iki tam "kar' = hayız"dır. Eğer "kar"' bölünme kabul etseydi, o zaman bir buçuk kar* olması gerekecekti, çünkü bunu gerektiren bir sebep mevcuttuk Bölünme gerekçesi olmakla birlikte durum böyle olduğuna göre, tekmilini gerektirici delilin bulunması durumunda bölünme öncelikli olarak caiz olmaz. Konunun inceliği surda yatmaktadır: Şeriatta "kar"' m bir parçası için dikkate alman bir hüküm bulunmamaktadır.

 

Altıncı cevap: Yüce Allah henüz küçük olan kızlar ile ay halinden kesilen (ayise) kadınlar hakkında "Onların iddetleri üç aydır." buyurmuştur. Sonra bu konuda bütün ümmet "tam üç ay" olduğu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. Bu "üç ay", "üç hayzın" yerini almaktadır, ondan bir bedeldir. Bedelin hükmü böyle olunca, asim hükmünün de aynı şekilde olması evleviyet arzeder.

 

3 - "Lügat alimleri bu kelimenin iki müsemması (ad verilen şey) vardır ve bunlar "hayız" ile "tuhr" dur; şeklinde tasrihte bulunmaktadırlar." şeklindeki sözünüze gelince, evet doğrudur ve bu konuda biz sizinle tartışmaya girmiyoruz. Ancak bu kelimenin, daha önce zikretmiş bulunduğumuz sebeplerden dolayı, "hayız" anlamına hamledilmesi daha uygun olmaktadır. Müşterek bir kelime, eğer beraberinde manalarından birisini tercih ettirecek karinelere sahip olursa, o mana üzerine hamledilmesi gerekir.

 

4 - "Kendisinden önce kan bulunmayan temizlik hali (tuhr) daha sahih olan kavle göre "kar"' sayılır." şeklindeki sözünüz ise, tamamen mezhep taassubundan hareketle lafza bu manayı vermekten, böyle bir tercihe gitmekten başka bir şey değildir. Yoksa hiçbir zaman Arap dilinde, dört yaşındaki bir kız çocuğunun temizlik halinin "kar' " diye isimlendirildiği, bu çocuğun "zevat-ı akra' " tabiri altına girdiği asla duyulmamıştır. Bu kelimenin ne dil, ne örf, ne de din açısından böyle bir manası bulunmaktadır. Bu durumda, kar' ismi verilen şeyin önünde veya sonunda "kan" bulunması şartı bulunmaktadır. Aksi takdirde bu kelimenin kullanılması doğru değildir.

 

5 - "Kanın bulunması, isimlendirme için şarttır; aynen "ke's", "kalem"... vb. daha önce zikrettiğiniz kelimelerde olduğu gibi..." şeklindeki itirazınız ise, yanlış bir benzetmedir. Çünkü sizin zikrettiğiniz kelimelerin ad olarak verildiği şeyler (müsemmaları) belli şartlara bağlı olan sadece tek bir hakikattir. "Kar'" kelimesi ise, hayız ve tuhr arasında müşterektir; bu kelime bunlardan her birisi için hakikat anlamında kullanılabilmektedir. Hayızm müsemması bir hakikattir ve o lafzın, iki müsemmasından birisi hakkında kullanılmasında şart değildir. Dolayısıyla bunlar ayn ayrı şeylerdir ve birbirlerine benzetilemez.

 

6 - "Şeriat lisanında bu kelime, "hayız" anlamında kullanılmamıştır..." şeklindeki sözünüze katılmak mümkün delildir; daha önce Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözlerinde "hayız" anlamında kullanıldığım, buna karşılık hiçbir yerde asla "tuhr" anlamında kullanılmadığını beyan etmiştik. Süfyan b. Uyeyne'nin Eyyub - Süleyman b. Yesar - Ümmü Seleme senediyle Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) özürlü bir kadın hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazını bırakır." buyurduğunu rivayet etiği daha önce belirtilmişti.

 

7 - "İmam Şafii: Süfyan bunu asla rivayet etmemiştir; demiştir..." şeklindeki sözünüze şu şekilde cevap veriyoruz: İmam Şafii, Süfyan'ı bu hadisi rivayet ederken'işitmemiştir ve bizzat kendisinin ondan ya da bir aracı vasıtasıyla işitmiş olduğu:"Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle gündüzlerin adedine baksın." şeklindeki rivayetin gereği görüşünü oluşturmuştur. Halbuki, bu hadisi Süfyan'dan hıfzından, doğruluk ve adaletinden asla şüphe edilemeyecek kimse işitmiştir. Sünen'de Fatıma bt. Ebi Hubeyş hadisinde şöyle sabit olmuştur: Bu kadın Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelerek, kan gördüğünden şikayetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine: "Bu sadece bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın geldiğinde namaz kılma. Kar' (hayız) dönemin geçtiğinde temizlen, sonra bu kar' ile diğer kar' arasında namazını kıl." buyurdu. Bu hadisi sahih bir isnadla Ebu Davud rivayet etmiştir. Hz. Peygamber {s.a.) burada "kar' " lafzını dört defa zikretmiştir ve her birisinde de "tuhr" değil, "hayız" manasında kullanmıştır. Bu hadisten bir önceki hadisin isnadı da böyledir. Hadis hafızlarından birçok kimse onun sahih olduğunu belirtmişlerdir.

 

Süfyan'ın rivayet ettiği: "Ay içerisinde hayız gördüğü gecelerle gündüzlerin adedine baksın." hadisine gelince, bununla bizim delil olarak kullandığımız lafız arasında herhangi bir çelişki (tearuz) yoktur ki, bunlardan birinin diğeri üzerine tercihi sözkonusu olsun. Aksine bu iki lafızdan biri, diğerinin tefsiri ve açıklanması mahiyetindedir ve bunun neticesinde "karcın, bu hadiste sözü edilen gece ve gündüzlerin adı olduğu anlaşılmış olur Çünkü, eğer her iki hadis de bizzat Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendi lafızları ise —ki öyle gözüküyor—, bu durumda mesele açıktır. Eğer mana ile rivayet edilmişse, bu durumda iki lafızdan birisinin manası, şer'an ve dil bakımından diğerinin manasıyla aynı olmasaydı, o takdirde Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) lafzını, onun yerini tutmayacak başka bir lafızla değiştirmesi, raviye helal olmayacak bir husustur. Kişinin, hadisin lafzını, kendi mezhebi doğrultusunda değiştirmesi asla caiz olamaz ve bu değiştirdiği lafız da asla Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) lafzının eşanlamlısı (müteradifi) olmaz. Özellikle de ravinin, Eyyub es-Sahtiyani gibi hadiste imamlığı, doğruluk ve takvası müsellem birisinin böyle bir davranışa girebileceğini düşünmek mümkün değildir. Kaldı ki, o Nafi'den daha üstün, daha bilgili bir sıma olmaktadır

 

Katip olan Osman b. Sa'd , ibn Ebi Müleyke'den rivayette bulunur: O şöyle anlatır: Teyzem Fatıma bt. Hubeyş , Hz. Aişe'ye gelir ve :

 

"Ben Cehennem'e düşmekten korkuyorum; bir sene, iki sene namazı bırakıyorum!" der. Hz. Aişe:

 

"Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelinceye kadar bekle!" der. Sonunda Hz. Peygamber gelir. Hz. Aişe ona:

 

"Bu Fatıma'dır ve şöyle şöyle diyor?" diye sorar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) : "Ona söyle! Her ayda "kar"' (hayız) günlerinde namazını bıraksın!" buyurur. Hakim: "Bu, sahih bir hadistir. Katip Osman b. Sa'd, Basralıdır ve sikadır, hadisleri azizdir, hadisleri toplamlabilir." demiştir. Beyhaki ise: " Bir çok kimse onu tenkit etmiştir." der. Yine onda: Haccac b. Ertat'ın ibn Ebi Müleyke ve Hz. Aişe vasıtasıyla bu hadise bir mütabaatı bulunduğu belirtilmiştir.

 

Müsned'deki rivayette, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Fatıma'ya: "Kar' (hayız) günlerin geldiğinde kendini tut (namaz kılma)!..." buyurmuştur.

 

Ebu Davud'un Sünen'inde, Adiy b. Sabit - babası - dedesi senediyle, Hz. Peygamber'in (as) özürlü kadın (müstahaza) hakkında: "Kar' (hayız) günlerinde namazmı bırakır, sonra yıkanır ve namazını kılar." buyurduğu rivayet edilmiştir.

 

Yine onun Sünen'inde şöyle rivayet edilir: Fatıma bt. Hubeyş, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelerek, kan gördüğünden şikayetle durumunu sormuştu. Hz. Peygamber (s. a.) kendisine: "Bu sadece bir damar(dan)dır. Bak! Kar' (hayız) zamanın geldiğinde namaz kılma. Kar (hayız) dönemin geçtiğinde temizlen sonra bu kar' ile diğer kar' arasında namazını kıl." buyurdu. Hadis daha önce geçmişti.

 

Ebu Davud şöyle der: Katade, Urve - Zeyneb - Ümmü Seleme senediyle (r.a.) rivayet eder. Buna göre Ümmü Habibe bt. Cahş (r.a.) özür kanı görür; Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine "kar' " (hayız) günlerinde namazı terk etmesini emreder.

 

Bu hadislerin, "Bunlar ravinin hadisin lafzını değiştirmesinden olmuştur; hadisi mana ile rivayet etmişlerdir." şeklindeki tenkidi dikkate alınmaz ve iltifat edilmez. Şayet, bu hadisler bu tenkidi yöneltenlerin görüşlerini destekleseydi, o zaman bunları tekrar tekrar zikrederler, ileri sürerler ve onlara karşı gelenler hakkında kıyametleri koparırlardı.

 

8 - "Yüce Allah, iddeti ay ile beklemek için, ay halinden kesilmiş olmayı şart koşmuştur..." şeklindeki sözünüzü ele alalım. Bunun neresinden "kar"' kelimesinin "hayız" anlamında olduğu çıkar; şeklindeki itirazınıza ise cevabımız şöyle olacaktır: Yüce Allah "üç ayı", "üç kar*" dan bedel olarak kabul etmiş ve; "Kadınlarınızdan ay halinden kesilenler..." buyurarak, asıl olan hayzm bulunmaması durumunda, onların iddetlerini aylara çevirmiştir. Burdan da, ayların kadınların artık ümitlerini kestikleri hayızdan bedel olduğu, tuhr halinden bedel olmadığı anlaşılmış olur. Bu gayet açıktır.

 

"Hz. Aişe hadisi, Müzahir b. Eşlem yüzünden tenkide manız kalmıştır (ma'lul). Ayrıca Hz. Aişe'nin bizzat kendisi de bu rivayete muhaliftir..." şeklindeki itirazınızı anlamak kabil değildir. Şöyle ki, biz sadece sizin "Talak (sayısm)da itibar kadınlaradır, erkeklere değildir." mevzuunda bize karşı delil olarak kullandığınız bir hadis ile istidlalde bulunmaktayız. Mukayeseli hukuk (hilaf) alanında telifte bulunan, yahut da köle kocanın talakının iki olduğu konusuna istidlalde bulunan herkes, bize karşı bu hadisi delil olarak ileri sürmektedir ve Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) köle kocanın talakını iki kabul etmiş; talakta kadınlara değil, erkeklere itibar edileceğini, iddette ise kadınlara ü;ibar olunacağını belirtmiş ve; "Cariyenin iddeti iki hayızdır." buyurmuştur; demektedir. Fesübhanallah! Aynı hadis sizin deliliniz olduğu zaman illetten salim oluyor; fakat başkalan tarafından delil olarak kullanıldığı zaman çeşitli illetlerle muallel oluyor. Bunu anlamak mümkün değildir! Sizin bu tavrınız şairin şu sözüne ne kadar da benziyor;

 

"Sizden başkaları için acı oluyor da, nasılsa size ulaşınca tatlılaşıyor, o güzelim kokunuzu alınca?!"

 

Doğrusu biz, sizin bize ölçtüğünüz ölçü ile kılı kılına, tam tamına size ölçmüş olduk. Muzahir'in, hadisleriyle ihticac edilecek biri olmadığında şüphe yoktur. Bununla birlikte onun hadisini destekleyici, güçlendirici bir unsur olarak kullanmaya da bir engel yoktur. Nasıl olsa asıl delil başkasıdır.

 

Hz. Aişe'nin kendi rivayetine muhalefetine gelince, hani size göre ravinin rivayet ettiği hadise muhalefet etmesi hadisin reddini gerektirecek bir sebep değildi? İtibar ravinin görüşüne değil, rivayet ettiği şeye idi? Ravisinin muhalefetine bakılmaksızın nice hadislerin alınmış olduğunu, nitekim İbn Abbas'm, "cariye zevcenin satılması durumunda nikahın baki kalacağını" içeren rivayetini aldıklarını, fakat onun "cariyenin satılmış olması, aynı zamanda onun talakıdır da" şeklindeki görüşüne itibar etmediklerini... söyleyenler sizler değil mi idiniz?

 

"Cariyenin talakı ikidir, "kar' "ı ise iki hayızdır." şeklindeki İbn Ömer hadisini Atıyyetu'l-Avfi yüzünden reddetmenize gelince, her ne kadar çoğu hadis imamları onu zayıf kabul etmişlerse de, insanlar onun hadislerini rivayette bulunmuşlar, dikkate almışlar, Sünen kitaplarında yer vermişlerdir. Abbas ed-Duri'nin rivayetine göre Yahya b. Main onun hakkında "salihu'l-hadis" (hadisleri işe yarar) ifadesini kullanmıştır. Ebu Ahmed b. Adiyy ise: "Ondan sika olan ravilerden bir grup rivayette bulunmuştur. Zayıf olmasına rağmen hadisleri yazılır (itibar). " demiştir. Bu durumda , onun hadisleri her ne kadar yalnız başına delil olarak kullanılamasa da, destekleyici unsur olarak kullanılabilir.

 

Hadisi, "İbn Ömer'in görüşü, "kar"' dan maksat "tuhr"dur; şeklindedir." diye reddetmeniz ise doğru değildir. Bu durumun hadiste bir şüphe doğuracağında kuşku yoktur. Ancak bu tavisi tarafından muhalefet edilen ilk hadis değildir. İtibar ise ravinin rivayetine olup, şahsi görüşüne değildir. Buna verilecek cevap, yukarıda Hz. Aişe hadisinin, bizzat kendi görüşüne muhalif olması yüzünden reddi itirazınıza verilen cevapla aynıdır. Ravilerinin muhalefeti gerekçesiyle, hadislere itirazlarda bulunmak doğru değildir.

 

Kocasından hulu yoluyla ayrılan kadının, bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden hadisi reddinize gelince, biz de bu görüşte değiliz. Ulemanın bu konu hakkında iki görüşleri vardır ve her ikisi de imam Ahmed'den rivayet edilmiştir: Birincisi: Hulu yolu ile ayrılan kadının iddeti üç hayızdır. İmam Şafi, Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleri bu şekildedir. İkincisi:- İddeti bir hayızdır. Bu da mü'minlerin emiri Hz. Osman, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'ın görüşleri olmaktadır. Eban b. Osman'ın mezhebi de böyledir. ishak b. Rahuye ve İbnü'l-Münzir de aynı görüştedirler. Delil konusunda sahih olan da budur; hakkında varid olan hadislere tearuz teşkil edecek bir husus da bulunmamaktadır. Kıyas da hüküm olarak bunu gerektirmektedir. Bu konuyu, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hulu yolu ile ayrılan kadının iddeti hakkındaki hükmü bahsinde açıklayacağız.

 

Şöyle demişlerdir: Hulu yolu ile ayrılan kadının bir hayız müddetle iddet beklemesini emreden hadise, bizim bir hayız müddetle iddet beklemesinin cevazı konusunda muhalefet etmemiz, yine o hadisin "kar"' dan maksadın "hayız" olduğu şeklindeki delaletine sizin muhalefet etmeniz için bir özür olamaz. Biz her ne kadar bir hükümde hadise muhalefet etmişsek, diğer hükmünde —ki "kar'"dan maksadın "hayız" olduğudur— ona muvafakat etmişizdir. Siz ise her iki hükme de muhalefet etmektesiniz. Kaldı ki, "kar"dan maksat "hayız"dır diyenler ve hulü yoluyla ayrılan kadının da bir hayızla iddet bekleyeceği görüşünde olanlar, böyle bir tenkitten de uzak bulunmaktadırlar. Onların görüşlerini ne ile reddedeceksiniz?

 

10 - "istibra ile iddet arasında fark vardır: iddet, kocanın hakkının yerine getirilebilmesi için vacib olmuştur, dolayısıyla da onun hakkının zamanına hastır..." şeklindeki sözünüz boş bir sözdür ve tahkikten yoksundur. Çünkü kocanın hakkı hayız ve tuhr dönemlerinde ondan faydalanma cinsinde (şekillerinde) olmaktadır ve onun hakkı sadece tuhr zamanına has değildir. Nitekim iddet de hayız dönemi dahil olmadan sadece tuhr vakitlerine mahsus değildir; aksine her iki vakit de iddetten sayılmaktadır. Istibranm tekerrür etmeyişi, onun boşanmış kadının "kar"' ında olduğu gibi, iki tarafında kan bulunan bir temizlik süresi olmasına mani değildir. Böylece istibra ile iddet arasındaki farkın büyük olmadığı ortaya çıkmış oldu.

 

11 - "İki kar', içerisinde cimada bulunulan tuhra (temizlik süresine) eklendiğinde, onu rahmin temizliğine alem kılar..." şeklindeki sözünüz, iddetin sadece iki "kar"' dan ibaret oldduğu neticesine götürür. Çünkü, içerisinde cimada bulunulan tuhnın, rahmin temizliğine dair asla bir delaleti bulunmamaktadır. Rahmin temizliğine delalet eden sadece iki "kar' dır. Böyle bir netice ise, nassın gereğinin hilafına olmaktadır. "Kar"'m, hayız kabul edilmesi durumunda, bu netice ortaya çıkmamaktadır. Çünkü yalnız başına hayız, rahmin temizliği için bir alamet olmaktadır. Bu yüzden de, cariyelerin istibrası konusunda sadece onunla yetinilmiştir.

 

12- "Kar"' cem etmek, toplamak demektir, hayız (kanı) tuhr zamanında toplanır..." şeklindeki sözünüzün cevabı daha önce geçmişti ve bu manayı ifade eden kelimenin hemzeli değil "ya"lı olduğu belirtilmişti.

 

kelimesinin sonuna yuvarlak "ta" harfinin girmesi, onun tekilinin müzekker olduğuna delalet eder ki, o da "tuhr" dur." sözünüze karşı diyoruz ki, kelimesinin tekili dır ve bu müzekker bir kelimedir. Dolayısıyla üç sayısındaki yuvarlak "ta" haift, her ne kadar

 

isim verildiği şey (müsemması) müennes olan kelimesi ise de. manaya değil de lafza itibarla gelmiştir. Nitekim, gelenler kadınlar olmakla birlikte lafea itibarla denmektedir. Şurada da durum aynıdır.

 

En iyisini Allah bilir!

 

 

3- Cariyenin İddeti:

 

Hür kadınla cariyenin iddeti aynıdır diyenler üç iddet ayetini delil göstermişlerdir. Ebu Muhammed b. Hazm diyor ki: "Evli cariyenin vefat ve boşanmadan ötürü beklemesi gereken iddet tamı tamına hür kadının iddeti gibidir, aralarında fark yoktur. Çünkü Allah Teala, kitabında bize iddetleri öğretmiştir. Buyuruyor ki:

 

1- "Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç kar' süresi beklerler."[Bakara, 228]

 

2- "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları hanımlar kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.[Bakara, 234]

 

3- "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz hayız görmemiş olanların iddeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç aydır. Gebe olanların iddeti doğum yapmalarıyla tamamlanır."[Talak, 4] Allah Teala, bize cariyelerle evlenmeyi mubah kıldığına göre, onların iddetlerinin zikredilen iddetler olduğunu bildirmiş ve bu konuda hür kadınla cariye arasında bir ayınm yapmamıştır. Rabbin unutkan değildir. Bizim görüşümüzün benzeri seleften de nakledilmiştir. Muhammed b. Sirin (r.h.): "Benim görüşüme göre cariyenin iddeti ancak hür kadının iddeti gibidir. Yalnız bu konuda bir sünnetin bulunması müstesnadır. Sünnet, uyulmaya daha müstahaktır." demiştir. Ahmed b. Hanbel de Mekhul'ün, cariyenin iddetinin her hususta hür kadının iddeti gibi olduğu görüşünü benimsediğini kaydetmektedir. Bu görüş Ebu Süleyman'ın ve bütün arkadaşlarının görüşüdür" ibn Hazm'ın sözü burada bitiyor.

 

Bu konuda ümmetin çoğunluğu onlara muhalefet etmiş ve cariyenin iddeti, hür kadının iddetinin yarısı kadardır demişlerdir. Bu görüş Said b. Müseyyeb, Kasım, Salim, Zeyd b. Eşlem, Abdullah b. Utbe, Zühri ve Malik gibi Medine fukahasmm; Ata b. Ebu Rebah, Müslim b. Halid vs. gibi Mekkeli fakihlerin; Katade gibi Basra fukahasmm; Sevri, Ebu Hanife ve arkadaşları —Allah onlara rahmet eylesin— gibi Küfe fukahasının ve Ahmed, ishak, Şafii, Ebu Sevr —Allah onlara rahmet eylesin— ve daha başkaları gibi hadis ehli fakihlerin görüşüdür. Bu konuda onların selefi, iki raşid halife Hz. Ömer ve Hz. Ali'dir. Allah kendilerinden razı olsun. Onların bu görüşte oldukları kendilerinden sahih senedle aktarılmıştır. Abdullah b. Ömer (r.a.) de bu görüştedir. Nitekim Malik, Nafi' yoluyla onun: "Cariyenin iddeti, iki hayızdır. Hür kadının iddeti ise üç hayızdır." dediğini rivayet eder. Zeyd b. Sabit de yine bu görüştedir, Zühri, Kabisa b. Züeyb yoluyla Zeyd b. Sabit'in: "Cariyenin iddeti iki hayızdır. Hür kadının iddeti ise üç hayızdır." dediğini aktarır. Hammad b. Zeyd'in, Amr b. Evs es-Sakafi yoluyla rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.): "Cariyenin iddetini bir buçuk hayız süresi yapabilseydim, elbette yapardım." demiş ve bunun üzerine bir adam ona: "Ey Müzminlerin Emiri! Onun iddetini bir buçuk ay yap!" diye öneride bulunmuştur.

 

Abdürrezzak'm, İbn Cüreyc - Ebu'z-Zübeyr - Cabir b. Abdullah senediyle rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) boşanmış cariyenin iddetini iki hayız müddeti saymıştır.

 

Yine Abdürrezzak'm, ibn Uyeyne - Muhammed b. Abdurrahman - Süleyman b. Yesar - Abdullah b. Utbe b. Mes'ud senediyle rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Köle iki kadınla evlenebilir, iki talakla boşar. Cariye iki hayız süresi iddet bekler; hayız olmazsa iki ay —yahut bir buçuk ay dedi— iddet bekler."

 

Yine Abdürrezzak'm, Ma'mer - Muğire - İbrahim en-Nehai senediyle nakline göre İbn Mes'ud: "Cariyeye cezanın yarısı uygulanır, ama ona ruhsatın yarısı verilmez." demiştir.

 

ibn Vehb diyor ki: İlim adamlarından bazı kimselerin bana haber verdiklerine göre Nafi', ibn Kusayt, Yahya b. Said, Rabia ve Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ashabı ile tabiinden birçok alim: "Cariyenin iddeti iki hayız süresidir." demişlerdir. Onlar diyorlar ki: Müslümanların tatbikatı da bu şekilde olagelmiştir.

 

İbn Vehb diyor ki: Hişam b. Sa'd'ın bana söylediğine göre Hz. Ebu Bekir Sıddik'ın oğlu Muhammed'in oğlu Kasım —Allah onlardan razı olsun—: "Cariyenin iddeti, iki hayız süresidir." demiştir.

 

Kasım diyor ki: "Her ne kadar bu konu Allah Teala'nın kitabında bulunmuyor ve bu konuda Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aktarılma bir sünnet bilmiyorsak da, insanların uygulamaları bu şekilde olmuştur." Bu söz aynen yukarıda geçti. Yine orada bu konu hakkında Kasım ve Salim'in emirin elçisine döndüğünde ona: "Bu konu, ne Allah'ın kitabında ve ne de Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnetinde bulunmaktadır. Ama müslümanlar bu şekilde tatbik etmişlerdir." demesini söyledikleri kaydedilmişti, (Bu görüş sahipleri) diyorlar ki: Bu konu hakkında Hz. Ömer, İbn Mes'ud, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Ömer'in sözlerinden başka bir şey bulunmasaydı bile, onların bu sözleri yeterli olurdu.

 

ibn Mes'ud'un (r.a.): "Cariyeye cezanın yarısını uygularsınız, ama ona ruhsatın yarısını veremezsiniz." sözü sahabenin kıyas ve manaları muteber saydıklarına, benzere benzerin hükmünü verdiklerine bir delildir.

 

Bu şahabı sözü Zahirilerin, usul ve furu açısından görüşlerine aykın olduğundan İbn Hazm bu rivayeti kusurlu bulmuş ve: "İbn Mes'ud'dan sahih olarak rivayet edilmemiştir... Sıradan bir kimsenin bunu söylemesi uzak ihtimaldir. Ya ibn Mes'ud gibi birinden böyle bir sözün çıkması nasıl mümkün olur?" demiştir. Onu bu rivayeti kusurlu bulmaya cüret ettiren sebep ibn Mes'ud'dan İbrahim en-Nehai'nin rivayet etmiş olmasıdır. Bunu Abdürrezzak, Ma'mer - Muğire - İbrahim senediyle rivayet etmiştir. Ancak aralarıdaki vasıta Alkame vb. gibi Abdullah'ın Öğrencileridir. Oysa İbrahim demiştir ki: "Abdullah dedi ki..." dediğim zaman bunu, ondan bana birçok kimse aktarmış demektir. "Falan onun şöyle söylediğini haber verdi..." dediğim zaman, o rivayet adını verdiğim kimseden gelmekte demektir. İbrahim bu veya buna yakın şeyler söylemiştir. Malumdur ki, İbrahim'le Abdullah arasındaki kimseler, güvenilir imamlardır. Kendisi asla töhmetü yahut cerhedilmiş (muhaddislerce kusurlu bulunmuş) yahut da meçhul bir kimsenin adını vermiş değildir. Onun, kendileri aracılığıyla Abdullah'tan ilim tahsil ettiği üstadlan üstün kişilikli büyük imamlardır. Onlar —denildiği gibi— Kufe'nin kandilleri idiler. Hadiste zevk sahibi bir kimse İbrahim: "Abdullah dedi ki..." diyerek bir şey naklettiği zaman bu sözün Abdullah'tan sabit olduğunda tereddüt etmez. Ama İbrahim'in nesli içinden bir başka kimse: "Abdullah dedi ki. diyerek bir şey aktarsa onun bu sözüne kesin güvence oluşmaz. İbrahim'in Abdullah'tan rivayeti, İbnu'l-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den ve Malik'in İbn Ömer'den rivayetleri gibidir. Zira bu şahıslarla sahabe —Allah onlardan razı olsun— arasındaki aracı kimselerin isimlerini verdiklerinde o aracıların en büyük, en güvenilir ve en doğru insanlar olduğu görülmektedir. Asla onlardan başkalarının isimlerini de vermemektedirler. Bu meselede bırak ibn Mes'ud'u, Allah'ın kitabını ve Rasulü'nün sünnetini en iyi bilen Hz. Ömer'e, Zeyd'e ve İbn Ömer'e ve aynca müslümanların tatbikatına muhalefet etmesinden öte herhangi bir sahabinin görüşüne, bir sahih veya hasen hadise, hatta hali bütün ümmetçe açık bir şekilde bilinen ve diğer insanların ulaşamayıp bir iki insanın ulaşabileceği tarzda delalet ve konumu kapalı olmayan bir umumi ifadeye nasıl muhalefet edebilir? Bunun imkansızlığı, son derece açıktır.

 

Eğer cariyenin iddetinin hür kadının iddetinin yarısı, kadar olduğunu ifade eden tabiin söz ve tatbikatını anlatmaya kalksak söz gerçekten uzar. Hem sonra iddetlerin anlatıldığı ayetlerin akışını ;:yi düşünsen, bu ayetlerin cariyeleri içermediğini, yalnızca hür kadınları içerdiğini görürsün. Zira Allah teala buyuruyor ki:

 

"Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç kar* süresi beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanmışlarsa onların rahimlerinde Allah'ın yarattığı çocukları gizlemeleri helal olmaz. Burada kocaları barışmak isterlerse, kanlarını geri almakta daha çok hak sahibidirler. Kadınlara örfe göre kendilerine verilen şeyin misli verilir... Karı-koca Allah'ın yasalarını yerine getirememekten korkmadıkça, kadınlara verdiklerinizden herhangi bir şey almanız helal olmaz. Eğer Allah'ın }rasalarını yerine getirememekten korkarlarsa, o zaman kadının fidye vermesinde onların üzerlerine bir günah yoktur."[Bakara, 228-229]

 

Bu ayet cariyeler hakkında değil, hür kadınlar hakkındadır. Zira cariyenin fidye vermesi kendisine değil, efendisine aittir. Sonra Allah şöyle buyurmuştur:

 

"Şayet kadını boşarsa kadın başka bir koca ile evlenmedikçe artık önceki kocasına helal olmaz. İkinci koca kadını boşarsa, o zaman birbirlerine dönmelerinde üzerlerine bir günah yoktur. "[Bakara, 230]

 

Görüldüğü gibi Allah dönmeyi ikisine ait bir husus saymıştır. Cariye hakkında adı geçen dönme —ki bu akitttr— kendisine ait değil, yalnızca efendisine ait bir haktır. Ama hür kadın için durum beyle değildir. Zira velisinin izniyle onun buna hakkı vardır. Vefat iddeti konusundaki şu ayet de böyledir:

 

"Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları hanımlar kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Bu süreyi tamamladıklarında artık kendileri hakkında örfe uygun davranışlarında size bir günah yoktur."[Bakara, 234]

 

Bu, ancak hür kadının hakkıdır. Cariyenin ise kendisi konusunda asla bir müdahalesi yoktur. Bu durum, asü iddet konusundadır. Aylar esas alınarak beklenen iddet, bir şube ve bir bedeldir. Doğum yapma esasına göre beklenen iddette ise, hür kadınla cariye eşittir. Nitekim Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ashabı ile tabiin bu görüşü benimsemiş, müslümanlar da buna göre tatbikatta bulunmuşlardır. Bu fıkhın ta kendisidir ve Allah'ın kitabında yer alan cariyeye, hür kadının cezasının yarısı tatbik edilir, şeklindeki hükme de uygundur. Sahabe arasında buna aykırı görüşü olan bir zat bilinmemektedir. Allah Rasulü'nün ashabının Allah'ı anlayışı, onların yolundan ayrılan sonrakilerin anlayışından daha yerli yerindedir. Basan Allah'tandır.

 

Muhammed b. Sirin ve Mekhul dışında seleften herhangi bir kimsenin iddet konusunda hür kadınla cariyeyi eşit tuttuğu bilinmemektedir. İbn Sirin bu görüşünü kesin ifade etmemiş, kendi şahsi kanaati olarak haber vermiş ve böyle söylemeyi de uyulacak bir sünnetin bulunmamasına bağlamıştır. Mekhul'ün görüşünü (İbn Hazm) herhangi bir senedle zikretmemiştir. Yalnız bu görüşü, Mekhul'den İmam Ahmed rivayet etmiştir. Bu ise Zahirilere göre makbul ve sahih değildir. Şu halde yalnızca, uyulacak bir sünnetin bulunmamasına bağlanmış olan İbn Sirin'in görüşü dışında, seleften sizin görüşünüzü paylaşan bir kimse kalmamıştır. Kuşkusuz Hz. Ömer'in sünneti bu konuda uyulacak sünnettir. Bu konuda sahabeden —Allah onlardan razı olsun— hiç kimse ona muhalefet etmemiştir. En iyi bilen Allah'tır.

 

Soru: Hz. Ömer'in (r.a.) ergenlik yaşına girmemiş cariyenin iddeti üç aydır dediği sahih olarak rivayet edilmişken, sahabenin ve ümmetin çoğunluğunun icma ettiğini nasıl iddia edebiliyorsunuz? Oysa aynı görüş şu zatlardan da sahih yolla nakledilmiştir: Ömer b. Abdülaziz, Mücahid, Hasan el-Basri, Rabia, Leys b. Sa'd, Zühri, Bekir b. Eşec, Malik ve arkadaşlan, rivayetlerden birine göre Ahmed b. Haribri. Malumdur ki, hayızdan kesilmiş ve henüz hayız görmeyecek kadar küçük olan hanımlar hakkında aylar, üç kar'dan bedeldir. Bu da gösterir ki onlar hakkında bunun bedeli üçtür.

 

Cevap: Bunu söyleyenler, "Cariyenin iddeti iki hayız müddetidir." diyenlerin bizzat kendileridir. Hem o şekilde hem de bu şekilde fetva vermişlerdir. Onların ay hesabına göre iddet bekleme konusunda üç görüşleri vardır; bu üç görüş Şafii'ye aittir ve Ahmed'den gelen üç ayn rivayettir.

 

Ahmed'den gelen rivayetlerin çoğunluğuna göre, cariyenin iddeti iki aydır. Bunu ondan bir grup arkadaşı rivayet etmiş olup, aynı zamanda Hz. Ömer'den (r.a.) gelen iki rivayetten de biridir. Bu rivayeti ondan el-Esrem ve daha başkalan nakletmiştir. Bu görüşün delili şudur: Cariyenin kuru' hesabına göre beklediği iddet, iki hayız süresidir. O halde her bir hayız yerine bir ay geçirilmiştir.

 

İkinci görüş: Cariyenin iddeti bir buçuk aydır. Bunu ondan el-Esrem ve el-Meymuni rivayet etmiştir. Bu görüş Hz. Ali, İbn Ömer, ibnu'l-Müseyyeb, Ebu Hanife ve görüşlerinden birine göre Şafii'nin görüşüdür.

 

Bunun delili: Aylan iki parçaya ayırmak mümkündür. Kuru'nun aksine aylar ikiye ayrıldığında yarımşar olurlar. Mesela, ihramlı bir kimseye avlanma cezası olarak yanm müd ceza ödemek vacib olur da, bunun yerine oruç tutmak isterse, ancak tam bir gün oruç tutması icabeder.

 

Üçüncü görüş: Cariyenin iddeti tamı tamına üç aydır. Bu Hz. Ömer'den (r.a.) gelen iki rivayetten biridir ve Şafii'nin üçüncü görüşüdür. O, zikrettiğimiz kişiler arasındadır.

 

Bunlara göre kuru' hesabı iddet beklemesiyle ay hesabı iddet beklemesi arasında şu fark vardır: Ay hesabında gözönüne alman, cariyenin rahminde çocuk bulunup bulunmadığını anlamaktır. Bu ise —kadın gerek hür, gerek cariye olsun— üç aydan daha aşağı bir sürede anlaşılmaz. Çünkü rahme düşen çocuk kırk gün nutfe olur, sonra kırk gün alaka olur ve sonra kırk gün de mudğa olur. İşte bu hamileliğin anlaşılması mümkün hale gelen üçüncü gelişme devridir. Bu da gerek hür, gerek cariye için aynıdır. Ama kuru' hususunda durum farklıdır. Çünkü bir tek hayız, rahimde çocuk bulunmadığına açık bir alamettir. Bundan dolayı mülk olan cariye hakkında bu süreyle yetinildi. Evlendiği zaman hür kadınlara benzer bir durum alır ve mülk cariyeden daha şerefli olur. İşte bu sebepten iddeti, iki iddet arasına yerleştirilmiştir.

 

Üstad (İbn Kudame), el-Muğni'de diyor ki: Bu görüşü reddeden, sahabenin icma'ına muhalefet etmiş olur. Zira onlar ihtlıaf etmişler ve ilk iki görüşü ileri sürmüşlerdir. Her ne zaman onlar iki görüş üzere ihtilaf etseler, bir üçüncü görüş icat etmek caiz olmaz. Çünkü bu, onların hata etmiş olduklarını ve doğru olan görüşün onların hepsinin görüşleri dışında bulunduğunu söylemeye götürür. Ben derim ki: Bunda bir üçüncü görüş icadı yoktur. Aksine bu, ibn Vehb ve daha başkalarının nakillerine göre, Hz. Ömer'den gelen iki rivayetten b:ridir. Tabiinden yukarıda adını verdiğimiz kimseler ve daha başka alimler bu görüşte olduklarını söylemişlerdir.

 

 

4- Hayızdan Kesilen ve Henüz Hayız Görmemiş Kadının İddeti:

 

Hayızdan kesilmiş ve daha henüz hayız görmemiş kadınların iddetini Allah Teala kitabında şöylece açıklamıştır: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz hayız görmemiş olanların iddeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç aydır. [Talak, 4]

 

Alimler hayızdan kesilme yaşını sınırlamada muazzam bir görüş ayrılığı içine düşmüşlerdir. Kimileri elli yaşla sınırlandırmış ve "Kadın ellisinden sonra hayız olmaz." demişlerdir. Bu görüş, İshak'ın görüşüdür ve Ahmed'den (r.a.) gelen bir rivayettir. Bu görüş sahipleri delil olarak Hz, Aişe'nin (r.a.): "Kadın elli yaşına ulaşınca, hayız gören kadınlar sınırından çıkar." sözünü ileri sürmüşlerdir.

 

Bir grup ise altmış yaşı ile sınırlandırmış ve: "Kadın altmışından sonra hayız olmaz." demişlerdir. Bu, Ahmed'den gelen ikinci rivayettir. Ondan gelen bir üçüncü rivayete göre, Arap kadınları ile başka kadınlar arasında fark vardır: Hayızdan kesilme sınırı Arap kadınlarında altmış, Arap olmayan kadınlarda ellidir. Kendisinden gelen dördüncü bir rivayete göre ise, elli-altmış arasında görülen kan, şüpheli kandır; kadın orucunu tutar, namazını kılar ve farz orucu kaza eder, el-Hıraki'nin tercihi budur. Yine Ahmed'den gelen beşinci bir rivayete göre de, kan elli yaşından sonra adet halini alır ve tekrar ederse hayız kanıdır, etmezse değildir.

 

Hayızdan kesilmenin süresi konusunda Şafii'nin {r.a.) açık ve net ifadesi bulunmamaktadır. Ona ait iki görüş vardır:

 

1- Kadının yakınlarının hayızdan kesilme yaşıyla bilinir.

 

2- Bütün kadınların hayızdan kesilme yaşı gözönüne alınır.

 

Birinci görüşe göre, gözönüne alınacak olan bütün yakınları mı yoksa asabesi olan kadınlar mı, yoksa hassaten kendi bulunduğu şehirdeki kadınlar mıdır? Bu konuda üç ayrı bakış açısı vardır. Sonra yakınlar gözönüne alınır dendiğinde, onların adetleri ayn ayrı olursa, adet süresi en az olana mı, yahut en çok olana mı, yoksa dünyada adet süresi en az olan kadın'amı itibar olunur? Bu hususta da, üç ayrı bakış açısı vardır.

 

İkinci görüş yani bütün kadınlar gözönünde bulundurulur görüşü ŞafiTye (r.a.) aittir. Sonra Şafii'nin arkadaşları bunun bir sınırı bulunup bulunmadığı hususunda iki ayn görüş ileri sürmüşlerdir:

 

1- Sınırı yoktur: Şafii'nin ifadesinden anlaşılan budur.

 

2- Sınırı vardır. Sonra bu ikinci görüş sahipleri iki ayn görüş ileri sürmüşlerdir:

 

a- Sınır altmış yaştır. Bunu Ebu'l-Abbas b. Kas ile Üstad Ebu Hamid söylemiştir

 

b- Sınır altmış ikidir: Bunu da el-Mühezzeb'de Üstad Ebu İshak ile eş-Şamil'de İbnu's-Sabbağ söylemiştir.

 

İmam Malik'in (r.a.) arkadaşlan, hayızdan kesilme yaşı için herhangi bir sınır koymamışlardır.

 

Aralarında Şeyhülislam İbn Teymiye'nin de bulunduğu daha başkalan ise diyorlar ki: Hayızdan kesilme yaşı, kadına göre değişir. Bu yaşın, bütün kadınların birleştiği bir sınırı yoktur. Ayette kastedilen her kadının kendisinin hayız görmekten ümidini kesmesidir. Çünkü ayette "hayızdan kesilme" anlamına gelen "ye's" kelimesi, ümitvar olmanın zıttıdır. Kadın hayızdan ümidini kesmiş ve artık hayız görmeyi ümit etmiyorsa, yaşı kırk veya bu civarda da olsa ayise (=hayızdan kesilmiş) demektir. Başkası, elli yaşında da olsa hayızdan kesilmeyebilir.

 

Zübeyr b. Bekkar kaydetmiştir ki, bazıları: "Elli yaşında ancak Arap kadın doğurur. Altmış yaşında ise yalnızca Kureyşli kadın doğurur." demişlerdir. Zübeyr b. Bekkar diyor ki: Ebu Ubeyde b. Abdullah b. Rabia'nın kızı Hind, Musa b. Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali b. Ebu Talib'i —Allah ondan razı olsun— altmış yaşında iken doğurmuştur. Hz. Ömer'den sahih senedle rivayet edildiğine göre boşanan ve bir yahut iki hayız gören, sonra hayız hali ortadan kalkan ve kalkmasının sebebini bilmeyen bir kadın dokuz ay bekler, hamile olduğu anlaşılırsa (doğuma kadar) ne ala, aksi takdirde üç ay iddet bekler. Aralarında Malik, Ahmed ve kadim görüşünde Şafii'nin de bulunduğu çoğunluk, bu konuda Hz. Ömer'e muvafakat etmiştir. Diyorlar ki: Kadın, hamilelik müddetinin çoğunluğunu bekler, sonra da hayızdan kesilmiş kadının iddetini bekler ve sonra otuz veya kırk yaşında bile olsa başkalanyla evlenmesi helal olur. Bundan çıkarılacak sonuç, Hz. Ömer ile ona uyan selef ve halef ulemasına göre, kadın elli yaşından önce, kırk yaşından önce hayızdan kesilebilir ve onlara göre kadınların hayızdan kesilmelerinin sınırlı bir vakti yoktur; aksine böyle birisi otuz yaşında hayızdan kesilebileceği gibi, başkası elli yaşma ulaşsa da hayızdan kesilmeyebilir.

 

Hayız hali ortadan kalkan, ama bunun sebebini bilmeyen kadını dokuz ay geçtikten sonra hayızdan kesilmiş saydıklanna göre, ya alındığı takdirde kadının bir daha hayız göremeyeceği bir ilaç kullanmış olması, ya da ailesi ve akrabası kadınlar arasında yerleşik bir adet olması yollanndan biriyle hayzınm kesilmesinin sebebini bilen kadının elli yaşma ulaşmamış bile olsa hayızdan kesilmiş sayılması daha münasiptir. Ama hayız hali hastalık, süt emzirme yahut hamilelik gibi bir sebeple ortadan kalkarsa, durum böyle değildir. Zira bu kadın hayızdan kesilmiş sayılmaz. Çünkü bu gibi haller ortadan kalkar.

 

Şu halde üç basamak vardır: Birisi: Kadının bir yıl arayla hayızdan kesilmesi ve bu halin peşi peşine bir kaç yıl devam etmesi suretiyle kati bilinen bir hayızdan kesilmeden ötürü hayız halinin ortadan kalkması, sonra bunun ardından erkeğin kadını boşaması. İşte bu durumdaki kadın ister kırk yaşında, ister daha küçük, isterse daha büyük olsun, Kur'an'ın ifadesine göre üç ay idet bekler.

 

Bu kadın üç ay beklemeye, sahabe ve alimler çoğunluğunun dokuz ay beklemesinden sonra bunun ardından üç ay daha beklemesine hükmettiği kadından daha layıktır. Zira o kadın hayız oluyordu ve hayızlı iken boşanmıştı; boşanmayı müteakip hayız hali ortadan kalktı, ama hangi sebeple kalktığını bilmiyordu. İşte böyle bir kadına hamileliğin çoğunlukla sona erdiği sürenin bitiminden sonra hayızdan kesilmiş kadın hükmü verildiğine göre, ya şu durumdaki kadına ne demeli? İşte bu sebeple Kadı İsmail, Ahkamu'l-Kur'an adlı eserinde diyor ki: Allah Teala hayızdan kesilme meselesini şüpheyle birlikte zikrederek: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenlerin iddetleri hususunda şüphe ederseniz, onların iddetleri üç aydır. buyurmuştur. Sonra Hz. Ömer'den (r.a.) Kur'an'ın açık ifadesine uygun bir söz nakledilmiştir. Zira o demiştir ki: "Boşanan herhangi bir kadın bir-iki hayız görür, sonra hayız hali ortadan kalkar ve ne sebeple hayzınm kesildiğini bilmezse dokuz ay bekler. Sonra üç ay iddet bekler." Hayız halini ortadan kaldıran sebebi bilmediğine göre, şüpheli bir durum sözkonusudur. İşte bu sebepten ötürü Hz. Ömer burada bu hükmü vermiştir. Buna uymak "Bir kimse, bir yahut iki talakla karısını boşadıktan sonra kadının hayız hali ortadan kalksa ve kadın genç yaşta olsa, otuz sene iddet bekler, İki yıl geçtikten sonra bir çocuk dünyaya getirse adamı bağlamaz." diyenin görüşünden daha bağlayıcı ve daha münasiptir. Bu zat, geçmiş müslümanların icma'ına muhalefet etmiştir. Zira onlar, kadın iddet içinde bulunduğu sürece doğan çocuğun, babanın nesebine katılacağı konusunda icma etmişlerdir. Şu halde herhangi bir kimsenin: "Bir adam İcansını bir yahut iki talakla boşar ve kadın iddet içinde bulunduğu sürece aralarında birbirine mirasçı olma vs. gibi karı-kocalık hükümleri yürürlükte bulunur, ama kadın bir çocuk dünyaya getirirse doğan çocuğun nesebi adama bağlanmaz." demesi nasıl caiz olur? Oysa boşanma iddetinden anlaşılan o ki, bu iddet çocuğun kendisinden meydana geldiği zifaf olarak görülmüştür. Öyleyse dünyaya gelen çocuk adamı bağlamazken, kadın nasıl iddette olabilir?

 

Ben derim ki: Bu Kadı İsmail'in Ebu Hanife'ye yönelttiği susturucu itirazıdır. Çünkü Ebu Hanife'ye göre en kısa hamildik müddeti iki senedir; iddeti sırasında şüphe içinde olan kadın, hayızdan kesilme yaşma kadar iddette kalır ve böylece iddetini tamamlamış olur. Kadı İsmail, aynı şekilde sonraki görüşüne göre de Şafii'ye susturucu itiraz yöneltmektedir. Ancak Şafii'ye göre hamilelik müddeti dert senedir; kadın bu süreden sonra bir çocuk dünyaya getirecek olursa boşandığı adamdan iddet beklemekte olduğu halde, çocuğun nesebi adama bağlanmaz.

 

Kadı İsmail diyor ki: Ümit kesmenin oranı birbirinden farklı olur. Ümitsizliğe düşmek, ümit etmek ve zannetmek kavramları da böyledir. Böyle olanlarda söz genişler. Bu ifadelerden biri kullanıldığı vakit meydanda olan mana derecesine indirilir, öylece anlaşılır. Mesela, insan, kendisine göre çoğunluk ihtimal hastanın iy il eşmeyeceği yönünde olunca: "Hastamdan ümidimi kestim." ve yine kendisine göre çoğunluk ihtimal gelmeyeceği yönünde olunca da: "Kayıp adamımdan ümidimi kestim." der. Oysa kayıp şahıs, yahut hastası ölse de: "Ben ondan ümidimi kestim." deseydi, insanlara göre söz yerli yerinde söylenmiş olmazdı. Ancak söylediği sözde kastettiği mananın anlaşılması durumu müstesna. Mesala: "Hastalığında ölecek korkusuyla endişe içindeydim. Ölünce ümitsizlik yerini buldu." demiş olması gibi. Söz işte bu ve benzeri anlamlara yorumlanır. Ancak ümit kesme ifadesi kullanıldığında çoğunlukla ümit kesmede baskın taraf o şeyin olmayacağı yönünde olur. Ne ümidini kesen, ne de ümitvar olan kimse o şeyin olacağını yahut olmayacağını kesinlikle bilir. Allah Teala buyuruyor ki: "Evlenme ümidi kalmayan, ihtiyarlayıp oturmuş kadınlara, süslerini açığa çıkarmamak şartıyla dış elbiselerini çıkarmalarından ötürü bir günah yoktur."[Nur, 60] Ümit etme (reca), ümidi kesmenin (ye's) zıttıdır. İhtiyarlayıp oturmuş kadının bazen evlenmesi mümkündür. Ancak halk nazarında baskın olan taraf, erkeklerin onlara rağbet etmeyecekleri yönündedir. Allah Teala buyuruyor ki: "Ümitsizliğe düşmelerinin ardından yağmuru yağdıran O*dur,"[Şura, 28] Ayette geçen kunut (ümitsizliğe düşme) kelimesi, ye's gibidir. Yağmurun yağmayacağını kesin olarak bilmiyorlardı;. ancak yağması uzun süre gecikince kalplerine ümitsizlik düştü. Allah Teala buyuruyor kl: "Peygamberler ümitsizliğe düşüp yalanlandıklarını sandıkları bir sırada, onlara yardımımız yetişmiştir."[Yusuf, 110] ümitsizliğe düşenlerin peygamberler olduğunu zikrettiğine göre bu, tam kanaat getirdikleri bir kesinlik olmaksızın kalplerine bir ümitsizlik düştüğüne delildir. Çünkü bu konuda kesin bilgi onlara ancak Allah katından gelir. Nitekim Hz. Nuh kıssasında: "Nuh'a: 'Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yap agel diki erine üzülme.' diye vahyolundu."[Hud, 36] buyurmakta; Hz. Yusuf kıssasında ise Allah Teala: "Ondan ümitlerini kesince, aralarında konuşmak üzere bir kenara çekildiler."[Yusuf, 18] buyurmaktadır. Buradan açık bir şekilde anlaşılan onların ümitlerini kesmelerinin kesin bir bilgi olmadığıdır.

 

İbn Ebi Üveys - Malik - Hişam b. Urve - babası (Urve b. Zübeyr) senediyle bize rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer (r.a.) verdiği hutbede: "Ey insanlar! Biliniz ki, tamahkar olup ümit beslemek fakirliktir. Ümit kesmek, zenginliktir. Kişi bir şeyden ümidini kesince, ondan müstağni kalır." derdi. Görüldüğü üzere Hz. Ömer ümit kesmeyi (ye's), ümitvar olma ve tamahkarlık etme (tama') karşılığı olarak kullanmıştır. Ahmed b. Muaddil'in, eski bir şaire ait bir dişi deveyi tasvir eden şu; şiiri okuduğunu işittim

 

"Sapsarı... Abbasoğülları mirasından, Onu, koruluk içinde gizlendiği yataktaki, Bir ceylan gibi eyledim. Sağıldığı anda 'Bis! Bis!' sesini işitince, Boşaltıverir memelerindeki sütü. Artık nefsim ümit (tama') ve ye's arasında..."

 

Burada şair tama' kelimesini ye's mukabili kullanmıştır.

 

Süleyman b. Harb - Cerir b. Hazim - A'meş - Sellam b. Şurahbil senediyle bize rivayet edildiğine göre, Habbe b. Halid ile Seva b. Halid, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelip: "Bize bir şey öğret." dediler. Sonra Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Başlarınız kımıldadığı sürece, hayırdan ümit kesmeyin. Çünkü her bir kul, kızıl olarak doğar, üzerinde bedenini örtecek incecik bir elbise bulunmaz. Sonra Allah onu rızıklandınr ve ona verir."

 

Ali b. Abdullah'ın bize İbn Uyeyne'den rivayetine göre Hişam b. Abdulmelik, Ebu Hazim'e: "Ey Ebu Hazim! Ne malın var?" diye sordu. O da: "En hayırlı mal, Allah'a güvenim ve insanların ellerindeki varlıklardan ümidimi kesmemdir." dedi. Kadı İsmail diyor ki: Bu sayılamayacak kadar çoktur. (Kadı İsmail'in sözleri) bitti.

 

Üstadımız diyor ki: Bu konuda kadınların süregelen bir adetleri yoktur. Öyle ki, kimileri ergenlik yaşma girse de aybaşı, görmez; kimileri çok kısa aybaşı görür ve hayız halleri arasındaki zaman uzar ve hatta senede bir defa hayız olur. Bu yüzden alimler iki hayız arasındaki temizliğin bir sınırı bulunmadığında görüş birliğine varmışlardır. Kadınların çoğunluğu her ay bir kere hayız olur, hayız halleri çeyrek ay sürer ve temizlik zamanları ise bir ayın dörtte üçünü kapsar. Kimi kadınlar nem oranlarının düşüklüğünden dolayı, birkaç ayı hayızdan temiz olarak geçirir; kimi kadınlara kuruluk çabuk sirayet eder ve böylece hayızı kesilir, elli yaşından hatta kırk yaşından küçük olsa da hayızdan-nifastan tamamen kesilebilir; kimi kadınlara da kuruluk çabuk sirayet etmez ve dolayısıyla elli yaşını da geçse hayız görebilir... Üstad devamla diyor ki: Ne Kur'an'da, ne de hadislerde hayızdan kesilmenin yaşı sınırlandırılmıştır. Şayet (ayette geçen) hayızdan kesilenler ifadesiyle elli, altmış yahut daha başka bir yaşta olanlar kasdedilmiş olsaydı "şu şu yaşa ulaşanlar" denirdi, "hayızdan kesilenler" denmezdi. Hem yukarıda da geçtiği üzere sahabe —Allah onlardan razı olsun— bundan Önce hayız hali ortadan kalkan kadını hayızdan kesilmiş saymışlardır. Hayızdan kesilmelerinin vaktinde de (bu halin) varlığı ihtilaflıdır, ittifaklı değildir. Hem Allah Teala: "Hayızdan kesilenler" buyurmuştur. Şayet bunun belli bir vakti olsaydı, gerek kadın, gerekse başkaları kadınların hayızdan kesilmelerini bilmede eşit konumda olurlardı. Oysa Allar;; Teala "kadınlar" ifadesini hayızdan kesilenler olmakla tahsis etmiştir. Nitekim bu ifadeyi "daha henüz hayız görmemiş olanlar" diyerek de tahsis etmiştir. Şu halde hayız görmüş olan, hayız görmekten ümidini kesebilir. Bu ise şüphe içinde olmaktan farklı bir durumdur. Zira Allah Teala: "siz (erkekler) şüphe ederseniz" buyurmuş, "onlar (kadınlar) şüphe ederlerse" buyurmamıştır. Yani siz onların günleri konusunda şüphe eder kuşkuya düşerseniz, işte hükmü budur, tefsirciler cemaatinin söyledikleri değildir. Nitekim İbn Ebi Hatim'in tefsirinde Cerir ve Musa b. A'yen (hadisin metni bu şahsa aittir) - Mutarrif b. Tarif - Amr b. Salim senediyle rivayetine göre Übey b. Ka'b anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasulü! Medinede bir takım insanlar, küçük, yaşlı ve hamile kadınların iddetleri konusunda Allah'ın Kur'an'da zikretmediği şeyleri söylüyorlar." dedim. Bunun üzerine Allah Teala bu suredeki şu ayetleri indirdi: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile daha henüz hayız görmemiş olanların icldeti hususunda şüphe içindeyseniz, onların iddeti üç aydır. Gebe olanların iddeti doğum yapmalarıyla tamamlanır. "[Talak, 4] Hamile bir kadınının iddeti doğum yapıncaya kadardır. Doğum yapınca iddeti sona erer. Cerir'in rivayet ettiği metne göre Übey b. Ka'b şöyle anlatıyor: "Ey .Allah'ın Rasulü! Medine halkından bazı kimseler kadınların iddetleri hakkında gelen Bakara süresindeki ayet inince: 'Kadınların iddetleri konusunda Kur'an'da bazı hususlar zikredilmedi. Küçük kadınların, hayızdan kesilen yaşlı kadınların ve hamile olanların iddetleri açıklanmadı.' dediler."dedim. Bunun üzerine hayızdan kalan kadınlar hakkında: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenlerin iddetleri konusunda şüphe ederseniz..."[Talak, 4] ayeti indi. Sonra İbn Ebi Hatim: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler..." ayetini Said b. Cübeyr'in:"Yani hayızdan kesilme yaşma girmiş olup hayız görmeyen yaşlı yahut hayızdan kalmış ve arük hiç hayız görmeyen kadınlar..." diye tefsir ettiğini; ayetteki "şüphe ederseniz" kısmını ise "Kuşkuya düşerseniz, onların iddetleri üç aydır." diye yorumladığını rivayet eder. Mücahid'in de "şüphe ederseniz" kısmını "Hayızdan kalmış olan, yahut henüz hayız görmemiş bulunan kadının iddetini bilmiyorsanız, onların iddetleri üç aydır." diye tefsir ettiğini nakletmiştir. Şu halde Allah Teala'nın "şüphe ederseniz" sözünden maksadı şudur: Onların hükümlerini soruyor, hükümlerini bilmiyor ve bu konuda kuşku duyuyorsanız, size bunu açıkladık. İşte bu kalbinde şüphe ve tereddüt kalksın diye kulun açıklanmasını talep ettiği, Allah'ın ona olan nimetini beyandır. Ama ilim talebinden yüz çeviren kimse için bu sözkonusu değildir. Hem kadınlar hayızm başlangıç yaşında da birbirlerine eşit değillerdir. Kimisi on, kimisi on iki, kimisi on beş , kimisi de daha ileri yaşta hayız görmeye başlar. Aynı şekilde hayızdan kesilme yaşı olan "hayız yaşının sonu" hususunda da birbirlerine eşit değilerdir. Hadiseler buna şahittir. Hem ayrıca alimler ergenlik yassına girdiği halde hayız görmeyen kadının, üç ay mı, yoksa hayız hali ortadan kalkan ama sebebini bilmeyen kadın gibi bir sene mi iddet bekleyeceği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir, Bu konuda İmam Ahmed'in iki rivayeti vardır. Ben derim ki: Alimlerin çoğunluğu üç ay iddet bekleyeceğini söylemişler ve üç ay iddet beklemeyi icabettiren küçüklük için bir sınır koymamışlardır. Aynı şekilde üç ay iddet beklemeyi gerektiren yaşlılık için de bir sınırın olmaması gerekir. Bu açıktır. Allah'a hamdolsun.

 

 

5- Vefat İddeti:

 

Vefat iddeti, Kocanın ölümüyle vacip olur. İster, zifafa girmiş bulunsunlar, isterlerse girmemiş olsunlar farketmez. Bunda ittifak vardır. Nitekim Kur'an ve sünnetin umumi ifadeleri bunu göstermektedir. Alimler gerek karı-kocanın zifaftan önce birbirlerine mirasçı olacakları konusunda, gerekse nikah akdi sırasında belirlenmiş olduğu takdirde mehirin yerini bulacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Çünkü ölüm akdin sona ermesi olduğundan ötürü onunla hükümler oturur ve dolayısıyla hem karı-koca birbirlerine mirasçı olur, hem mehir yerini bulur ve hem de iddet vacip olur.

 

Alimler iki meselede ihtilaf etmişlerdir: Birinci mesele: Mehir, nikah akdi sırasında belirlenmemiş olduğu zaman mehr-i misil vacip olur mu? Ahmed, Ebu Hanife ve iki görüşünden birine göre Şafii vacip olacağı görüşündedir. Ama Malik ve diğer görüşüne göre Şafii vacip olmaz demişlerdir. Yukarıda kaydedilen Berva' bt. Vasık'ın rivayet ettiği manası açık, senedi sahih hadiste de geçtiği üzere Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vacip olacağına hükmetmiştir. Bu şekilde hadis gelmemiş olsaydı bile bu hüküm, kıyasın ta kendisi olurdu. Çünkü ölüm, nikah sırasında belirlenen mehrin yerine ulaştırılması ve iddetin vacip olması konularında zifaf yerine geçirilmiştir.

 

İkinci mesele: Üvey kızın haramlığı, annesiyle zifafa girme halinde gerçekleştiği gibi, annesinin ölümüyle de gerçekleşir mi? Bu konuda sahabeye ait iki görüş vardır, her ikisi de Ahmed'den rivayet edilmiştir.

 

Sözün özü: Bu konudaki iddet rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak maksadıyla beklenilen bir iddet değildir. Zira boşama iddetinin aksine bu iddet, zifaftan önce de vacipolur.

 

Alimler vefat iddeti ve daha başka iddetlerin hikmeti konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak içindir demiş ve bu görüşe pek çok itirazlar ileri sürülmüştür. Bazıları: 1- Vefat halinde beklenilen iddet zifaftan önce de vaciptir. 2- Üç kar* müddetidir. Oysa istibra eden cariyede olduğu gibi, rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak için bir hayız yeterlidir. 3- Yaş küçüklüğünden yahut yaşlılıktan ötürü rahminde çocuk bulunmadığı kesinlikle bilinenler hakkında da üç ay iddet beklemek ve ciptir.

 

Kimi alimler ise: "Bu taabbudi bir meseledir; manası akılla anlaşılmaz." demişlerdir. Bu da iki yönden tutarsızdır:

 

1- insanların pek çoğu veya çoğunluğu anlamasa bile, şeriatteki her bir hükmün mutlaka bir hikmeti vardır.

 

2- İddetler, halis ibadetler cümlesinden değildir; aksine bunlarda karı-koca'nın, çocuğun ve (kadınla) evlenecek kimsenin hakkının gözetilmesi faydalan yatmaktadır.

 

Üstadımız İbn Teymiye der ki: Şöyle söylemek doğrudur: Vefat iddeti nikahın sona ermesine bir saygı ve kocanın hakkını gözetme anlamı taşımaktadır. Bundan dolayı kocası ölen kadın, vefat iddeti sırasında kocanın hakkına riayet için yas tutar. Dolayısıyla iddet büyük bir öneme ve konuma sahip olan nikah akdinin hakkını koruyan bir alan kılınmıştır. Böylece birinci şahsın nikahı ile ikinci şahsın nikahı arasına bir fasıla girmiş olur ve aynı kadınla nikahlanan kimseler hemen birbirini takip etmiş olmaz. Bakın, Allah Rasülü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) haklu* büyük olduğundan kendisinden sonra, başka kimselerin onun hanimlarıyla evlenmeleri haram sayılmıştır. Bu Hz. Rasul'ün hususiyetlerindendir. Çünkü O'nun dünyadaki hanımları ahirette de O'nun hanımları olacaktır. Ama başkaları için bu sözkonusu değildir. Zira kadının kocasından başkasıyla evlenmesi kendisine haram olsaydı, kocası ölen kadın zarar görürdü, ikinci koca, kadın için birincisinden daha hayırlı da olabilir. Ancak kadın birinci kocasının çocuklarının bakımıyla uğraşıp evlenmezse, bundan dolayı kendisi övgüye layık ve bu davranışı müstahap olur. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir hadiste, orta ve işaret parmakların göstererek şöyle buyurdu: "Asalet ve güzellik sahibi, kocasız kalmış ve kendisini çocuklar ayrılıncaya yahut ölünceye kadar yetimlerine vakfetmiş, yanakları çukurlaşmış kadınla ben şu ikisi gibi olacağız." Haramlığım icabettiren bir durum olduğu vakit artık kadının bekleyeceği müddetten daha azı geçerli olmaz. Oysa cahiliye döneminde bir sene bekleme süresi vardı; Allah Teala bunu dört ay on güne indirerek hafifletti. Said b. Müseyyeb'e: "On gün de ne oluyor?" diye sorulunca: "O süre içinde ruh üflenir." cevabını verdi. İşte bu müddetin geçmesiyle ihtiyaç duyulması halinde rahimde çocuk bulunup bulunmadığı anlaşılır ve buna ihtiyaç olmadığında ds., kocanın hakkı yerine getirilmiş olur.

 

 

6- Boşanma iddeti:

 

İşte problem olan budur Çünkü bu iddete, bunu illet göstermek mümkün değildir. Zira ancak cinsi ilişkiden sonra vacip olur. Hem boşanma nikah bağını koparmış olup, bu yüzden böyle bir durumda nikah akdi sırasında konulan mehrin yarısı verilir ve mehr-I misil düşer.

 

O halde denilir ki: Doğruya ulaştıran Allah'tır: Boşanma iddeti, kocanın bu süre içerisinde boşamadan dönebilme imkanı kalsın diye vacip kılınmıştır. Bu iddette, hem kocanın, hem Allah'ın, hem çocuğun ve hem de kadınla evlenecek ikinci şahsın hakkı vardır. Kocanın hakkı, iddet içerisinde boşamadan vazgeçebilme imkanına sahip olabilmesidir. Allah'ın hakkı, kadına evinden ayrılmamasının vacip oluşudur. Nitekim Allah Teala, bunu açıkça bildirmişdir. Ahmed'in açık ifadesi ve Ebu Hanife'nin mezhebi de bu yoldadır. Çocuğun hakkı, nesebinin zayi olup cinsi ilişkide bulunan iki erkekten hangisine ait olduğumun bilinmemesi gibi bir durumun ortaya çıkmamasıdır. Kadının hakkı, hem mirasçı olabilen ve hem de kendisine mirasçı olunabilen bir zevce olmasından ötürü, lddet süresince kendisine nafaka ödenmesidir. İddetin kocanın hakkı olduğunu şu ayet göstermektedir: "Ey inananlar! Mü'min kadınları nikahlayıp da sonra kendilerine dokunmadan onları bcşadığınızda sizin onların üzerlerine sayacağınız iddet yoktur. "[Ahzab, 49] "Sizin onların üzerine sayacağnız bir iddet yoktur." cümlesi iddetin, kadının üzerinde, kocanın bir hakkı olduğuna deliidir. Ayrıca Allah Teala, buyuruyor ki: "Bu arada kocaları, geri almaya daha çok hak sahibidirler."[Bakara, 228] Görüldüğü gibi Allah, kocayı, iddet içerisinde boşadığı karısını geri almaya daha çok hak sahibi saymıştır. Bu, onun hakkıdır. iddet üç kar' yahut üç ay olduğu zaman kocanın durumunu gözden geçirip karısını tutmy ya da salıverme konusunda düşünebilmesi için bekleme süresi uzamış olur. Nitekim Allah Teala, karısına yaklaşmamaya yemin eden kimsenin durumunu gözden geçirmesi, karısını tutma ve ona geri dönme ya da boşama konusunda düşünebilmesi için ona dört aylık bekleme imresi tanımıştır. Karısını boşayan adamın seçimli kılmışı, tıpkı karısına yaklaşmamaya yemin eden adamın muhayyerliği gibi sayılmıştır. Ancak karısına yaklaşmamaya yemin eden kimse için dört aylık süre tanınmıştır. Nitekim durumlarını gözden geçirmeleri için (müşriklere de Tevbe suresi, 8/2'de) yeryüzünde gezip dolaşmalan için dört aylık bir süre tanınmıştır.

 

Bunu ortaya koyan delillerden biri de, Allah Teala'nın şu ayetidir: "Kadınları boşadıgınızda sürelerine ulaştılar mı, aralarında meşru tarzda anlaştıkları takdirde artık kendilerini kocalarına nikahlamalarına engel olmayın."'[Bakara, 232] Süreye ulaşmak, ona erişmek, varmak demektir. Bu ayette süreye ulaşma, süreyi aşma anlamındadır. "Sürelerine ulaştıklarında onları meşru surette tutun."[Bakara, 231] ayetinde ise bu, süreye yaklaşma, yakın olma anlamındadır. Sonra bu ayet hakkında iki görüş vardır: 1- Bu bir zaman sinindir. Bu sınır da üçüncü hayıza adım atmak yahut üçüncü hayız ya da dördüncü hayız kanının kesilmesidir. Buna göre bu süreye ulaşma işi, kadının gücü dahilinde olan bir şey değil demektir. 2- Denilmiştir ki; Aksine bu kadının fiili olup, sahabenin çoğunluğunun söylediği üzere yıkanıp gusletmedir. Gusletmek suretiyle kocanın, karısıyla cinsi ilişkiye girmesi helal olduğu gibi, kadının da kocasının kendisinden istifadesine imkan tanıması helal olur. Onlara göre gusletmek, gerek akit anlamındaki nikahta ve gerekse cinsi ilişki anlamındaki nikahta şarttır.

 

Bu konuda alimlerin dört ayn görüşü vardır:

 

1- Zahirilerden bir takım kimselerin söyledikleri üzere gusletme, ne onda ne bunda bir şartır.

 

2- Her ikisinde de şarttır. Nitekim Ahmed ve yukarıda kaydedildiği üzere sahabenin çoğunluğu bu görüştedir.

 

3- Cinsi ilişki anlamındaki nikahta şart, akit anlamındaki nikahta şart değildir. Malik ve Şafii bu görüştedirler.

 

4- Her iki halde de gusletme yahut onun yerine geçen bir namaz vaktinin geçmiş olması ve hayızın, süresinin çoğunluğu geçtikten sonra kesilmesi suretiyle temizliğe hükmetme şarttır. Nitekim Ebu Hanife böyle söylemektedir. Ona göre, kadın gusletmeden önce adam boşamadan vazgeçerse, kadının gusletmesi kocanın kendisiyle cinsi ilişkiye girebilmesi içindir. Aksi takdirde bu gusül kadının başkasına helal olabilmesi içindir. Gusletmek suretiyle hayızın tamama ve sona ermesi gerçekleşmiş olur. Nitekim Allah Teala: "Temizlendikleri vakte kadar onlara yaklaşmayın, iyice temizlendiklerinde Allah'ın size emrettiği yerden onlarla cinsi ilişkiye girin.[Bakara, 222] buyurmaktadır. Allah Teala, kadına üç kar' beklemesini emretmiştir. Bu üç kar' geçince kadın süresine ulaşmış olur. Allah Teala, kadın iki kar'ı müteakip kocasından bain olur, buyurmamıştır ki, süreye ulaşıldığında kocayı, kadını tutma yahut salıverme arasında seçimli kılsın. Sahabenin —Allah onlardan razı olsun— anladığı üzere, Kur'an'ın zahirine göre üç kar'ın bitiminde koca karısını meşru şelülde tutma ya da iyilikle salıverme arasında seçimli olur. Buna göre Kur'an'da geçen "süreye ulaşma" ifadesi bir tektir, iki kısım değildir. Hatta bu, müddetin geçirilmesi ve tamamlanması suretiyle gerçekleşir. Bu husus tıpkı şu ayetlerde olduğu gibidir: Allah Teala, cehennem halkının: "Bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık."'[En'am, 128] diyeceklerini haber vermektedir.

 

"Sürelerine ulaştıklarında kendileri hakkında meşru surette davrandıkları zaman size bir günah yoktur."[Bakara, 234]

 

"Süreye ulaşmak, ona yaklaşmakdır." diyenler, şu şekilde yorumlamışlardır: "Kadın, evlenme teklifi yapanlara helal olduktan sonra koca, ona geri dönmeye daha müstehak olarak kalmaz. Ancak kadın başkasına helal olmadığı sürece koca, boşadığı karısına dönmeye daha müstehak olur. Başkasının o kadınla evlenmesi helal olduğu vakit, artık eski koca dünürcülerden biri durumunda olur."

 

Bu yorumun kaynağı, süreye ulaşmakla kadının başkasına helal olacağı zannıdır. Oysa Kur'an buna delalet etmez. Aksine Kur*an, kadına üç ay beklemeyi görev saymış ve süresine ulaşınca onun ya meşru suretle nikah altında tutulacağını, ya da iyilikle salıverileceğini ifade etmiştir. Allah Teala, bu nikah altında tutma yahut salıvermeyi boşamanın ardından zikrederek: "Boşama iki defadır. Ya meşru surette tutma, ya da iyilikle salıvermedir. "[Bakara, 229] buyurmuş ve sonra :"Kadınları boşadığınızda, sürelerine ulaştıkları vakit kocaları ile evlenmelerine engel olmayın." diye emretmiştir. İşte burada ifade edilen, kadının, kendisini boşayan ve kendisiyle evlenmeye daha müstehak olan birinci kocasıyla evlenmesidir. Kadınları engellemeyi yasaklama ise, kocanın hakkını pekiştirmektedir. Kur'an'da, süreye ulaşınca kadının dünürcülere helal olacağını ifade eden bir şey yoktur. Onda sadece böyle bir durumda kocanın ya meşru surette tutacağı ya da iyilikle salıvereceği belirtilmektedir. Şayet iyilikle salıverirse işte o zaman kadın, dünürcülere helal olur. Buna göre Kur'an'ın delaleti açıktır. Kadın süresine ulaşınca ya;ıl hayız kanının kesilmesiyle üç kar' sona erince koca, ya kadın gusletmeden önce onu nikahı altında tutar, kadın kendisinin yanında gusleder, ya da onu salıverir, kadın gusledip dilediği ile nikahlanır. Böylece sahabe —Allah onlardan razı olsun— anlayışının kıymeti ve onlardan sonra gelenlerin ictihadlarının neticede onların anladıklarını anlamak, onların söylediklerini bilmek olduğu anlaşılmaktadır.

 

Soru: Kadın gusletmedikçe bütün bu süre içerisinde kocanın ona geri dönme hakkı varsa, seçimliliği niçin süreye ulaşmak şartına bağladı?

 

Cevap: Bu süre içerisinde kadının, kocanın hakkından ötürü beklediği anlaşılsın diye bu şarta bağlamıştır. Ayette geçen "tarabbus" kelimesi beklemek, gözlemek anlamındadır. Kadın, kocası kendisini nikahı altında tutacak mı, yoksa salıverecek mi, bunu gizlemektedir. Bu seçimlilik sürenin başından sonuna kadar kocanın sabit hakkıdır. Nitekim karısıyla cinsi ilişkiye girmemeye yemin eden kinişe de, yeminden dönme ve boşamama arasında seçimlidir. Burada Allah Teala, kocayı süreye ulaşıldığı vakit seçimli kıldığına göre, ondan önce kocanın seçimli olması daha münasip ve daha elverişlidir. Ancak iyilikle salıverme, kadın süreye ulaşınca mümkün olur. Bundan önce ise kadın iddet içindedir.

 

Kadının iyilikle salıverilmesi iddetin bitiminde ona tesir eder denilmişse de, Kur'an'ın ifadelerinden anlaşılan mana bunun aksini göstermektedir. Zira Allah Teala, iyilikle salıvermeyi süreye ulaşıldığı zamana tahsis etmiştir. Bu salıvermenin ise, sürenin evselinden itibaren sabit olduğu malumdur. Doğrusu şu ki, salıverme demek süreye ulaşıldığında kadının ailesinin yanına gönderilmesi ve kocanın ondan elini çekmesi demektir. Çünkü iddet süresince kocanın kadını tutma hakkı vardır. Kadın süresini tamamlayınca; eğer koca, o:nu nikahı altında tutarsa yine bir yerde tutabilir; nikahı altında tutmazsa iyilikle salıvermek zorundadır. Cinsi ilişkiden Önce boşanmış kadın hakkında şu ayet bunu ifade etmektedir: "...Artık sizin onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle salıverin."'[Ahzab, 49] Görüldüğü gibi Allah Teala güzellikle salıvermenizi emretmiş, iddete lüzum olmadığını belirtmiştir. Böylece kadının yolunu açmanın, onu göndermek demek olduğu anlaşılmış oldu.. Nitekim: "Suyu ve deveyi salıverdi." denir ki, bunun anlamı bunların geçmesine imkan verdi demektir. İşte bu serbest bırakma ve salıverme ile kadının boşanması ve yolunun açılması tamamlanmış olur. Bundan önce ise serbest bırakma tam olmaz. Bundan önce kocanın kadını tutma ve salıverme hakkı vardır. Boşayan olmasına rağmen Allah Teala, kocayı iddet süresince kadını geri almaya daha müstehak saymış ve kocanın hakkından dolayı iddet süresini üç kar' olarak tayin etmiştir. Bunu şu hususlar da teyid eder:

 

1- Şeriatın koyucusu, kocasına belli bir miktar para verip boşanan kadının iddetini bir hayız saymıştır. Nitekim bu husus sünnetle sabit olmuş; Osman b. Affan, İbn Abbas ve İbn Ömer -Allah onlardan razı olsun- bunu kabullenmiş ve Ebu Cafer en-Nahhas, en-Nasih ve'l-Mensuh adlı eserinde bu konuda sahabe icma'L bulunduğunu belirtmiştir. ishak'ın ve kendisinden gelen iki rivayetten delil bakımından en sahih olanına göre Ahmed b. Hambel'in görüşü de budur. Nitekim bu meselenin izahı inşallah yakında gelecektir. Kocasına belli miktar para verip boşanan kadına geri dönme olmadığından, onun iddet beklemesi de gerekmez. Yalnızca bir hayız süresi istibrada bulunu::. Çünkü kadın, kocasına fidye verip ayrılınca kendi başına buyruk duruma geçmiştir. Dolayısıyla koca, onu tutmaya daha müstehak değildir. Bu yüzden de kadının iddet süresini uzatmanın bir anlamı yoktur. Sadece maksat onun rahminde çocuk bulunup bulunmadığını anlamaktır. Bunda da yalnızca istibra yeterli olur.

 

2- Hadiste geldiği üzere dar-ı harpten hicret eden kadın yanlızca bir hayız süresi istibrada bulunur, sonra evlenir. Nitekim bu konu aşağıda gelecektir.

 

3- Allah Teala, kadına zifaftan sonra üçüncü talak dışında bir bain talak meşru kılmamıştır. Kur'an'da geçen, üçüncü talak dışındaki her talak ric'idir. Allah Teala üç kar'ı, meşru kıldığı bu talak hakkında işte bu hikmetten ötürü zikretmiştir. Fidye veren kadına gelince; onun fidye vermesi talak değildir, aksine üç talaktan hesap edilmeyen bir hulu'dur ve burada bir hayız süresi istibra meşru kılınmıştır. İtiraz: Şu iki şekilde bu sizin aleyhinize döner:

 

1- Boşanma Iddetini tamamlayan kadınla. Zira üç kar* iddet bekler ve artık kocasının ona dönmesi imkansız hale gelir.

 

2- Hür yahut köle bir kimsenin nikahlısı iken azad edilmesi halinde seçimli kalan kadınla. Zira onun iddetinin üç kar' olduğu sünnetle sabittir. Nitekim SünerCde Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet edildiğine göre, Berire'ye hür kadın iddeti beklemesi emredilmiştir. İbn Mace'nin Sünen'indeki rivayete göre ise üç hayız müddeti 'iddet beklemesi emredilmiş ve kocasının ona geri dönme hakkı bulunmadığı ifade edilmiştir.

 

Cevap: Kişinin hanımım kendisine haram kılan boşamada iddet bekleme, kocanın geri dönebilmesine imkan sağlamak için vacip olmuş değil; aksine nikaha bir hürmet alameti ve boşadığı kadının kendisine haram olma süresini uzatmakla kocaya bir ceza olarak vacip sayılmıştır. Zira kadının, sadece bir hayız gecikmekle istibra yapmış olmasıdan sonra evlenmesi caiz görülseydi bu durumda ikinci bir şahsın onunla evlenmesi ve gerek hülle maksadıyla, gerekse bir başka maksatla derhal onu boşama imkanı doğardı. Üçüncü talaktan sonra şeriat koyucu tarafından kadın, boşayan erkeğe haram kılınmışken kadının o şahsa geri dönmesini kolaylaştırma o şahıs için af nişanesi olurdu. Kendisi katında helallerin en çirkini olan boşanmadan, Allah ancak ihtiyaç miktarım yani üç talakı mubah kılmış ve üçüncü talaktan sonra başka bir erkekle evlenip ondan meşru surette boşanıncaya kadar kadını, önceki kocasına haram kılmıştır. Kadının üç kar* süresi bekleyinceye kadar evlenenemesi de, bu hikmetin devamı mahiyetindedir. Bunda kadının bir zaran yoktur. Çünkü boşanmanın her defasında kadın üç kar' süresi bekleyinceye kadar evlenemez. Orada bu bekleyiş, haram kılan üç talakı gerçekleştirmediğinden ötürü kadının menlaatinl gözeterek konulmuşken, burada kadının üç kar' beklemesi kocaya verilen cezanın devamı mahiyetindedir. Zira koca şu şeyle cezalandırıldı: 1) Biricik sevgili karısı kendisine haram oldu. 2) Kadının üç kar' beklemesi emredildi. 3) Başka bir erkek, kadına karşı karısını arzulayan ve karısı tarafından arzulanan bir koca durumunda olmadıkça kadının eski kocasına dönmesi caiz görülmedi. Bunların her birinde Allah'ın hoşlanmadığı, sevmediği bir şeyi yapmaya karşılık olarak elem veren bir ceza vardır. Üçüncü talaktan sonra kadının ancak iddet bekledikten ve başka bir kocayla evlendikten sonra eski kocasına helal olduğu, ipin yeni kocanın elinde bulunduğu ve kadının yeni kocasının balçığını, yeni kocanın da kadının balçığını tatmasının zorunlu olduğu anlaşıldığına göre maksadın, boşayan erkeğin boşadığı kadından ümidini kesmesi ve kendi isteğiyle değil, ancak boşanan kadının isteğiyle ona dönebileceği de anlaşılmış demektir. Malumdur ki, ikinci koca arzu ve istekle bir nikah yapmışsa, yani Allah'ın kullarına meşru kıldığı, dünya ve ahirette kullarının menfaatleri için bir sebep, merhamet ve sevginin ortaya çıkmasına bir araç kıldığı nikahı yapmışsa, birinci kocanın hatırına evlendiği kadını boşamaz, aksine karısını nikahı altında tutar. Artık kadının, önceki kocasına dönmesi konusunda hiç kimsenin seçeneği kalmaz. Kan koca durumunda olan eşlerin birbirlerinden ayrılmalarında olduğu üzere ikinci kocanın ölüm yahut boşama sebebiyle o kadından ayrılması halinde, tıpkı kendisine başka bir adamın ilk olarak boşadığı karısıyla nikahlanması mubah olduğu gibi, burada da ilk boşayan kocanın o kadınla evlenmesi mubah olur. İşte bu Allah Teala'nın bütün şeriatlara üstün kıldığı bu kemal derecesindeki şeriatta haram kılmadığı bir husustur. Ancak bizden önceki iki şeriatta durum tamamen farklıdır. Zira Tevrat'ın şeriatında boşanan kadın başka bir kocayla evlenirse artık ebediyen birincisine helal olmaz, denmekte; İncil'in şeriatında ise kişi karısını asla boşayamaz ifadesi yer almaktadır. Bu üstün ve kemal noktasındaki şeriat ise, en mükemmel, en güzel ve insanlara en yararlı bir şekilde gelmiştir. Bundan dolayıdır ki, hülle bütün şeriatlara, akla ve fıtrata aykırı olduğundan Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hülle yapana da yaptırana da lanet etmiştir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara lanet etmesi, ya Allah Teala'nın onlara lanet ettiğini haber vermedir, ya da onlara kendisinin lanet ederek bedduada bulunmasıdır. Bu da hüllenin haramlığına ve büyük günahlardan olduğuna delildir.

 

Sözün özü: Bu boşamada üç kar' beklemenin vacip kılınması, kadının birinci kocaya haram olduğunu vurgulamama bir devamıdır. Konu hakkında icma bulunmasına binaen el-İcaz adlı eserin sahibi İbnü'l-Lebban el-Farazi ve daha başkalan üç talakla boşanan kadına bir hayız süresi istibrada bulunma dışında bir şey gerekmez demişlerdir. Bu görüşü ondan Ebu'l-Hüseyin b. Kadı Ebu Ya'la aktarmıştır. Ebu'l-Hüseyin "Mes'ele" başlığı altında diyor ki: Bir kimse zifaftan sonra karısını üç talakla boşarsa kadın, kuru' hesabına göre iddet bekleyenlerden olması halinde, üç kar' iddet bekler. İbnu'l-Lebban ise kadının bir hayız görmekle istibrada bulunmasının yeterli olacağı görüşündedir. Bizim delilimiz Allah Teala'nın: "Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç kar' süresi beklerler..." ayetidir... Şeyhülislam yalnız bu sözle yetinmemiş, bunu caiz görmesini ihtilafın mevcudiyetine bağlıyarak "Şayet bu konuda bir tartışma varsa, ne üç talakla boşanan kadına, ne de seçimli bırakılan azad edilmiş kadına istibra dışında bir şey gerekmez görüşü teveccüh edilecek görüştür." demiştir. Sonra devamla diyor ki: Bu görüşten zorunlu olarak çıkacak netice hayızdan kesilen kadın üçüncü talaktan sonra herhangi bir iddet beklemeye ihtiyaç duymaz... Oysa bu görüşte olan herhangi bir kimse bilmiyoruz.

 

Ebu'l-Hüseyin, ihtilafı kaydederek "Mes'ele" başlığı altında diyor ki: Bir kimse karısını üç talakla boşasa ve kadın da küçüklük yahut yaşlılıktan dolayı hayız göremeyen biri olsa kadının üç ay iddet beklemesi gerekir. İbnu'l-Lebban buna muhalefet etmiş ve bu durumdakl kadirlin iddet beklemesinin gerekli olmadığını söylemiştir. Bizim delilimiz Allah Teala'nın "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler İle henüz hayız görmemiş olanların iddetleri hususunda şüphe ederseniz, onların iddetleri üç aydır." ayetidir. Üstadımız (İbn Teymiye) demiştir ki: Şunun iddeti üç kar'dır şeklinde bir sünnet bulunduktan sonra, o konuda icma edilmiş olmasa bile o sünnete muhalefet caiz değildir. Ya bir de sünnet yanında icma varsa durum nice olur? Hz. Peygamber'irı (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Fatıma bt. Kays'a: "iddet bekle." buyruğunu alimler, onun üç kar' süresi iddet bekleyeceği şeklinde anlamışlardır. Zira istibraya bazen "iddet" dendiği de olur. Ben derim ki: Tıpkı Evtas'ta alman esir kadınlar hakkında söylenen Ebu Said hadisindeki gibi, "Kadınlardan evli olanlar..." diye başlayan ayetin bu kısmı "esir kadınlar" olarak tefsir edilmiştir. Sonra "Yani iddetleri bittiğinde onlar size helaldir." demiş ve istibrayı iddet saymıştır. (Üstad) diyor ki: Hz. Aişe'nin (r.a.) rivayet ettiği: "Berire'ye üç hayız süresi iddet beklemesi emredildi." hadisi, münker bir hadistir. Zira Hz. Aişe'ye (r.a.) göre ayette geçen "kuru"' ifadesi "hayız" anlamındadır.

 

Ben derim ki: Kocasından ücret karşılığı ayrılan kadının iddetini bir hayız sayanlara göre, bütün fesihlerde iddetin bir hayız olması daha da muvafıktır. Çünkü boşamanın öz kardeşi ve ona en çok benzeyen kadının kocasından ücret karşılığı ayrılması (hulu') durumunda onlara göre üç kar' iddet beklemek vacip değildir. Bu yüzden fesih bir kaç bakımdan daha muvafık ve daha münasip görünmektedir.

 

1- Pek çok fakih süt akrabalığı ve benzeri sebeplerden ötürü nikahın feshedilmesinden farklı olarak kadının kocasından ücret karşılığı ayrılmasını talak saymakta ve onunla talakın sayısının eksileceğini söylemektedir.

 

2- Ebu Sevr ve onunla aynı görüşü paylaşanlar diyorlar ki: Koca, aldığı bedeli geri verir ve kadın da buna razı olursa adam karısına geri dönebilir; böyle bir şey yapmaya hakları vardır. Ama bu durum fesih için sözkonusu olamaz.

 

3- Kadının kocasından ücret karşılığı ayrılması halinde kadının, iddeti içinde yeni bir nikah akdiyle kocasına dönmesi mümkündür. Ama süt akrabalığı yahut (dörtten fazla evlenme halinde) sayayı aşma, yahut da mahremiyetten ötürü nikah akdinin feshedilmedi durumlarında kadının ayrıldığı erkeğe geri dönmesi mümkün değildir. Öyleyse bu daha münasiptir. Burada kadının bir hayızla istibrada bulurması yeterli olur ve tıpkı esir kadında, dar-ı harpten hicret eden kadında ve iki görüşün delil bakımından daha sahih olanına göre ücret karşılığı kocasından ayrılan kadında, zina etmiş kadında olduğu üzere amaç sırf kadının rahminde çocuk olup olmadığını öğrenmektir. Sözü edilen iki görüşün ikisi de imam Ahme'den rivayet edilmiştir.

 

Ric'i talakla boşanmış kadınla bain talakla boşanmış kadın arasındaki farkı ortaya koyan bir husus da şudur: Ric'i ;alakla boşanmış kadının iddeti, kocası içindir ve müslümanların ittifakıyla bu şekilde boşanan kadının nafaka ve mesken hakkı vardır. Ancai meskeni, zevce meskeni gibi midir? —ki böyle olursa boşayan adamın onu dilediği yere taşıması caiz olur—, yoksa ona belirli bir ev tayin edilip oradan dışan çıkmaz ve çıkarılmaz mı? Bu konuda iki görüş vardır. Bu ikinci görüş Ahmed ve Ebu Hanife'den gelen açık ifadedir. Kur'an da bu görüşe delil teşkil eder. Birincisi ise, Şafii'nin ve Ahmed'in bazı arkadaşlarının görüşüdür.

 

Doğrusu, Kur'an'ın getirdiğidir. Zira ric'i talakla boşanan kadının mesken hakkı, kocası ölen kadının mesken hakkı cinsindendir. Erkekle kadın bu hakkı düşürmeye razı olsalar bile caiz olmaz. Nitekim ric'i talakla boşanan kadın hakkında iddet de böyledir. Bain talakla boşanmış kadın için böyle bir şey söz konusu değildir. Zira onun ne mesken hakkı vardır ne de meskende oturma borcu. Koca onu evden çıkarabilir, kadının kendisi de evden çıkabilir. Nitekim, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Fatma b. Kays'a: "Sana nafaka da, mesken de yok." buyurmuştur.,

 

Ric'at (= erkeğin ric'i talakla boşadığı karısına geri dönebilmesi): 1) Kocanın, karısını bir tek bain talakla boşamak suretiyle düşürme yetkisine sahip olduğu bir hakkı mıdır? 2) Yoksa Allah'ın hakkı olup, koca hakkı düşürme yetkisine sahip değil midir, karısına "Sen bir bain talakla boşsun!" dese de yine bir ric'i talak mı meydana gelir? 3) Yoksa karı-koca'ya ait bir hak mıdır? Bedelsiz olarak hulu' (muhalaa = kadının kocasına belli bir miktar mal verip anlaşarak kendisini boşattırması) yapmaya razı olsalar, ric'at imkanı kalmayan bir bain talak mı meydana gelir? Bu konuda üç görüş vardır:

 

Birincisi: Ebu Hanife'nin mezhebi ve Ahmed'den gelen rivayetlerden birisidir.

 

İkincisi: Şafii'nin mezhebi ve Ahmed'den gelen ikinci rivayettir.

 

Üçüncüsü: Malik'in mezhebi ve Ahmed'den gelen üçüncü rivayettir.

 

Doğrusu ric'at, Allah Taala'nın hakkıdır. Karı kocanın bu hakkı düşürmek üzere ittifak etmeye hakları yoktur. Kadın razı olsa da koca onu bir bain talakla boşama hakkına sahip değildir. Nitekim ittifakla karı-kocanm bedelsiz olarak nikah akdini feshetmeyi kabule hakları yoktur.

 

Soru: Ahmed ve Malik'in mezhebindeki iki görüşten birine göre bedelsiz yapılan hulu' nasıl caiz olabilir. Bu karı-kocanm bedelsiz olarak nikah akdini feshetmek üzere anlaşmalarından başka bir şey iridir?

 

Cevap: Ahmed, iki rivayetten birine göre boşama olduğu zaman bedelsiz hulu' yapmayı caiz görmektedir. Ama fesih olursa ittifakla caiz değildir. Bunu üstadımız ibn Teymiye söylemiştir. Allah rahmet eylesin. Üstadımız der ki: Bu caiz olsaydı karı-kocanm talakın sayısı eksilmeksizin ayrı ayrı defalarca birbirlerinden ayrılma konusunda görüş birliğine varmaları caiz olurdu. O zaman iş onlara bırakılmış olur ve böylece ayrılığı üç talak arasına dahil etmek isterlerse dahil ederler, isterlerse üç talaktan saymazlardı. Bundan da kadın kocasına: "Beni talaksız fidye karşılığı serbest bırak." dediğinde kocasının ondan talaksız ayrılması ve kadın kendisinden, isterse talakı ric'i ve isterse bain saymasını istediği vakit kocanın seçimli olması gerekirdi. Bu ise imkansızdır. Zira bunun içeriğine göre, üçüncü defadan sonra koca isterse kadını kendisine haram kılma, isterse haram kılmama seçimliliğine sahip olur. Oysa bir kimsenin bir şeyi helal kılma ile haram kılma arasında seçimli olması mümkün değildir. Ancak iki mubah arasında seçimli olur; helallik ve haramlık sebeplerine başvurabilir. Yoksa doğrudan doğruya ilk baştan helal ve haram kılma halckı yoktur. Allah Teala ona ancak birer birer boşamayı meşru kılmış; pişman olduğunda ve kendisini boşamaya sevkeden şeytanın vesvesesi kaybolduğunda kadının peşine düşerse yeniden onunla evlenme yolu kalsın diye bir defada (üç talak) vermesini meşru kılmamıştır. Şayet Sari Hazretleri daha baştan bir bain talakla karısını boşama hakkını ona verseydi, bu sakınca aynen mevcut olurdu. Oysa kulların faydalarını gözeten şeriat bunu asla kabullenmez. Zira o zaman iş kadının eline kalır, dilerse kocasına döner, dilerse dönmez. Allah Teala bir rahmet ve iyilik olsun diye karı-koca'nın faydasını gözeterek boşama hakkını kadının eline de|;il, kocanın eline vermiştir.

 

Evet, koca kendi isteğiyle karısını kendi başına buyruk yapıp onu kendisiyle birlikte kalma ve ayrılma arasında serbest bırakabilir. Ama işin tamamen kocanın elinden çıkıp karının eline geçmesine gelince; işte bu mümkün değildir. Erkeğin ric'at hakkını düşürmeye ve bu hakka başkasını sahip kılmaya hakkı yoktur. Çünkü Sari' Hazretleri, kulu, sahip olduğu takdirde kendisine yararlı olacak ve zarar vermeyecek şeye sahip kılar. Bundan dolayı kocaya üç talaktan daha fazla boşama, üç talakı birden verme, hayız halinde ve içinde cinsi ilişki kurulmuş olan temizlik halinde boşama, dörtten fazla kadınla evlenme hakkını ve kadına da boşama hakkını vermemiştir. Oysa Allah Teala, erkeklere, kendileri için ayakta tutucu kıldığı mallarını sefihlere vermelerini yasaklamıştır. Şu halde boşama ve boşanmadan dönme (ric'at) konularında mahrem yerlerinin işini nasıl kadınlara havale edebiliyorlar? Boşama hakkı kadının elinde olmadığı ,|ibi, boşamadan dönme hakkı da onun elinde değildir. İsterse kocasına döner, isterse dönmez, boşamadan dönme onun arzu ve isteğine ba|lıdır diye bir şey sözkonusu olmaz. Koca bain talak hakkına sahip olmadığına göre, daha başlangıçta iken, haram kılan talak hakkına sahip olmaması daha münasip ve daha yerli yerindedir. Çünkü haram kılan boşamadaki pişmanlık, bain talakdakinden daha güçlüdür. Hadis ehli fukahanın dediği gibi, "Koca bain talakla boşama hakkına sahip de|ildir. Bu şekilde boşasa bile kadın bain olmaz." diyenlerin şöyle demeleri icabeder: Kocanın başlangıçta haram kılan üç talak hakkına sahip olmaması daha uygun ve daha münasiptir. Bu kimse karısına dönebilir. Üç talakla boşasa bile, boşadığı karısına dönme hakkına sahiptir. Karısına: "Sen bir bain talakla boşsun!" demiş olsa bile, boşamadan dönme hakkını düşürmeye sahip olmadığına göre, bir erkekle evlenip onunla cinsi ilişkiye girmeden kadının geri dönmesi imkanı kalmayan bir haramlık oluşturma hakkına nasıl sahip olabilir?

 

"Bundan erkek, iki talaktan sonra da olsa bu hakka sahip değildir şeklinde bir sonuç çıkar." denecek olursa, cevaben deriz ki: Böyle bir sonuç çıkmaz, zira Allah Teala, ona belli şekilde boşama hakkı tanımıştır. O da şudur: Önce bir talak boşar ve bu durumda kadının iddeti tamamlanmadıkça karısına dönmeye daha müstehak olur. Sonra isterse aynı şekilde ikinci talakı verir ve bir talak hakkı kalır. Allah bildirmektedir ki, eğer koca o talakı da verirse kadın ona haram olur ve bir daha da kadın bir başkasıyla evlenip onunla cinsi ilişkiye girip de, o evlendiği kimse kendisinden ayrılmadıkça önceki kocasına dönemez. İşte Allah'ın ona tanıdığı hak budur. Ama Allah, ona, daha önce iki talak gerçekleşmeksizin başlangıçta iken kadını kendisine tam bir şekilde haram kılma hakkını vermemiştir. Başarı Allah'tandır.

 

 

7- Hulu Sonucu Ayrılmada İddet:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem), hulu' yapan (bir bedel karşılığında evlilik bağından kurtulan) kadının bir hayız müddeti iddet bekleyeceğini ifade eden hükmünü yukarıda zikrettik. Bu Osman b. Affan, ::;bn Abbas, İshak b. Rahuyeh ve iki rivayetten birine göre Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Üstadımız da bu görüşü tercih etmiştir. Şimdi biz bu konudaki hadisleri senedleriyle kaydedeceğiz:

 

Nesai'nin es-Sünenü'l-kebİr adlı eserinin "Hulu' Yapan Kadının İddeti" başlığı altında Ebu Ali Muhammed b. Yahya el-Mervezi - Abdan'ın kardeşi Şazan Abdülaziz b. Osman - babası Osman - Ali b. Mübarek - Yahya b. Ebu Kesir - Muhammed b. Abdurrahman - Muavviz b. Afra'nın kızı Rubeyyi' senediyle rivayetine göre Sabit b. Kays b. Şemmas, karısı Abdullah b. Übey'in kızı Cemile'yi dövüp kolunu kırdı. Cemile'nin kardeşi şikayet için Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldi. Allah Raşulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Sabit'e haber yollayıp: "Karının senin üzerindeki hakkını (mehrini) al, onu serbest bırak" dedi. O da: "Evet, kabul ediyorum" dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadına bir hayız middeti bekleyip ondan sonra ailesinin yanına dönmesini emretti.

 

Ubeydullah b. Sa'd b. İbrahim b. Sa'd - amcası - babası - İbn İshak - Ubade b. Velid b. Ubade b. Samit - Rubeyyi' bt. Muavviz senediyle gelen rivayete göre Ubade b. Velid anlatıyor: Rubeyyi'a: "Bana başından geçen o olayı anlat" dedim. Anlattı: Kocamdan bir bedel karşılığında ayrıldım. Sonra Osman'a geldim. Ne kadar iddet beklemem gerektiğini sordum. "İddet beklemen gerekmez. Ancak yakında cinsi ilişkiye girmişsen, bir hayız hali geçirinceye kadar beklersin." dedi. Osman bu konuda, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın nikahlısı olup dii ondan bir bedel karşılığında ayrılan Meryem el-Megaliye hakkında Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vermiş olduğu hükme uymuştur.

 

İkrime'nin İbn Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Sabit b. Kays'ın karısı ondan bir bedel karşılığında ayrıldı. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona bir hayız müddeti iddet beklemesini söyledi. Bu rivayeti Ebu Davud, Muhammed b. Abdurrahim el-Bezzar - Ali b. Bahr el-Kattan - Hişam b. Yusuf - Ma'mer - Amr b. Müslim - İkrime senediyle rivayet etmiştir. Tirmizi de hadisi aynı senedle Muhammed b. Abdurrahimden rivayet etmiş ve: "Bu hadis hasen-garibtir." demiştir. Bu hüküm, sünnetin icabı, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yargısı ve sahabenin görüşlerine uygun olduğu gibi kıyasın daha gereğidir. Zira bu sırf rahimde çocuk bulunup bulunmadığını anlamak için yapılan bir istibradır. Dolayısıyla burada esir cariye, istibrada bulanan cariye, hür kadın, dar-ı harpten hicret etmiş kadın ve evlenmek isteyen zinakar kadında olduğu gibi, yukarıda geçtiği üzere ric'i talakla boşanmış kadının iddetini, boşamadan vazgeçme zamanının uzaması için gerek boşayanm, gerekse kadının faydasına olarak üç kar' müddeti olarak belirlemesi Şari'in hikmetinin tamamındandır. Yine yukarıda bu hikmete yapılan itiraz ve bu itiraza verilen cevap anlatılmıştır.

 

 

8- Vefet İddetinin Yeri:

 

Kocası vefat eden kadın, kocasının vefat ettiği ve kendisinin de bu esnada orada bulunduğu evde iddet bekler, şeklinde Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) verdiği hüküm ve bu hükmün, O'nun verdiği üç talakla boşanmış (=mebtute) kadın dışarı çıkabilir ve dilediği yerde iddet bekleyebilir hükmüne aykırı olmadığı:

 

Sünen'de Ka'b b. Ucra'nın kızı Zeyneb'den rivayet edildiğine göre Ebu Said el-Hudri'nin kızkardeşi Furay'a bt. Malik Hudraogulları oymağındaki ailesine dönmek için izin istemek üzere Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldi. Kocası kaçan köleleri, yakalamak üzere çıkmış, köleler. Kudüm tarafına vardıklarında peşlerinden yetişmiş ve onlar tarafından öldürülmüştür. Bu hanım anlatıyor: Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ailemin yanına dönmek için izin istedim. Çünkü kocam beni sahibi olduğu bir konutta terketmemiş ve bana nafaka bırakmamıştı. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem)"Evet, dönebilirsin" dedi. Dışarı çıktım. Odaya yahut mescide vardığımda beni çağırdı, yahut emredip beni çağırttı. Bana: "Nasıl demiştin?" diye sordu. Ben de kocam hakkında ona anlattığım olayı aynen tekrarladım. Bunun üzerine: "Farz olan müddet doluncaya kadar evinde bekle." buyurdu. Orada dört ay, on gün iddet bekledim. Hz. Osman, halife olunca bana haber gönderip bu meseleyi sordu. Ben de ona anlattım ve Hz. Osman buna göre hükmetti, bu hükme tabi oldu.

 

Tirmizi: "Bu hadis hasen-sahihtir." diyor. Ebu Ömer İbn Abdirber de: "Bu hadis meşhurdur; Hicaz ve Irak alimlerince bilinen bir hadistir." diyor. Ebu Muhammed İbn Hazm ise diyor ki: "Bu hadis, sahih değildir. Zira hadisin ravisi Zeynep meçhuldür. Onun hadisini Sa'd b. İshak b. Ka'b'dan başkası rivayet etmemiştir. O ravi ise adaletle meşhur değildir. Malik (r.h.) ve başkaları onun ismini Sa'd b. İshak, Süfyan ise Said olarak kaydediyor." Ebu Muhammed'in söyledikleri doğru değildir. Hadis, Hicaz ve Irak'ta meşhur sahih bir hadistir. Malik, Muvatta'ına almış, onu delil olarak kullanmış ve mezhebini onun üzerine kurmuştur.

 

"Ka'b'ın kızı Zeynep meçhuldür." demesine gelince; evet ona göre meçhuldür. Öyle olduysa ne olmuş?! Bu Zeynep tabiin kadınlarındandır. Ebu Said'in karışıdır. Ondan Sa'd b. İshak b. Ka'b rivayette bulunmuştur, Said değil. İbn Hibban, Zeyneb'i Sikat adlı eserine kaydetmiştir. Ebu Muhammed'i yanıltan, Ali b. el-Medini'nin: "Ondan, Sa'd b. İshak'tan başkası rivayette bulunmamıştır." sözü olmuştur. Oysa İmam Ahmed, Müsned'de Yakub - Yakub'un babası - İbn İshak - Abdullah b. Abdurrahman b. Ma'mer b. Hazm - Süleyman b. Muhemmed b. Ka'b b. Ücra - halası Ka'b b. Ucra'nın kızı ve Ebu Said el-Hudri'nin nikahlısı Zeynep - Ebu Said senediyle rivayet eder ki, insanlar Hz.. Ali'yi (r.a.) şikayet ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kalkıp insanlara hitap etti. O'nun: "Ey insanlar! Ali'yi şikayet etmeyin. Vallahi, o Allah'ın zatı konusunda —yahut Allah yolunda— kalbi en pek olandır." dediğini işittim. İşte bu, tabiinden bir kadın; sahabenin nikahlısı, kendisinden sika raviler rivayette bulunmuş, hiç kimse onun hakkında kötüleyici bir tek harf bile söylememiş ve rivayet ettiği hadisi imamlar delil olarak kullanıp sahih olduğunu belirtmişlerdir.

 

"Sa'd b. İshak adaletle meşhur değildir." demesine gelince: İshak b. Mansur'un söylediğine göre Yahya b. Main onun hakkında "sikadır" demiştir. Ayrıca Nesai ve Darakutni de onun sika olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hatim "sahihtir" demiş, İbn Hibban ise Sikat adlı eserinde zikretmiştir. Ondan pek çok muhaddis rivayette bulunmuştur. Bunlar arasında Hammad b. Zeyd, Süfyan es-Sevrl, Abdülaziz ed-Deraverdi, İbn Cüreyc, Malik b. Enes, Yahya b. Said el-Ensari, Zühri —kendisi Sa'd b. İshak'tan daha büyüktür—, Hatim b. İsmail, Davud b. Kays ve bunlardan başka daha pek çok imam vardır. Onun hakkında hiçbir yerici ve kötüleyici ifade bilinmemektedir. Böyle bir zatın hadisi ittifakla delil olarak kullardır.

 

Sahabe —Allah onlardan razı olsun— ve daha sonra ki nesiller bu meselenin hükmü konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Abdürrezzak'ın, Ma'mer - Zühri - Urve b. Zübeyr senediyle rivayetine göre Hz. Aişe (r.a.), kocası ölen kadının iddet müddeti içinde evinden çıkabileceğine fetva verirdi. Kendisi kızkardeşi Ümmü Gülsüm'ün kocası Talha b. Ubeydullah öldürüldüğünde kızkardeşiyle bir umre yapmak üzere Mekke'ye gitmişti.

 

Abdürrezzak'ın, İbn Cüreyc - Ata senediyle rivayetine göre İbn Abbas demiştir ki: Allah Teala, kocası ölen kadın dört ay on gün iddet bekler demiş, evinde iddet bekler dememiştir. Dolayısıyla kadın istediği yerde iddet bekler. Bu sözü Ata, İbn Abbas'tan işitmişttr. Zira Ali b. el-Medini, Süfyan b. Uyeyne - ibn Cüreyc senediye Ata'nın şöyle dedeğini rivayet eder. İbn Abbas'ın şöyle dediğini de işittim: Allah Teala: "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları hanımları dört ay on gün beklerler. "[Bakara, 234] buyurmuş, evlerinde iddet beklerler dememiştir. Kocası ölen kadın dilediği yerde iddet bekler. Süfyan diyor ki:'Bu rivayeti Ib:ı Cüreyc haber verdiğimiz şekliyle bize aktardı.

 

Abdürrezzak, İbn Cüreyc yoluyla rivayet eder ki, Ebu'z-Zübeyr, Cabir b. Abdullah'ın: "Kocası ölen kadın dilediği yerde iddet bekler." dediğini işitmiştir.

 

Abdürrezzak'ın, es-Sevri - İsmail b. Ebu Halid - Şa'bi senediyle rivayetine göre Ali b. Ebu Talib (r.a.) kocaları ölen kadınları iddetleri içinde yolculuğa çıkartırdı.

 

Yine Abdürrezzak'ın, Muhammed b. Müslim - Amr b. Dinar yoluyla rivayetine göre Tavus ile Ata: "Üç talakla boşanan (mebtute) ve kocaları ölen kadınlar hacca çıkarlar, umre yaparlar, yerlerini değiştirebilirler, geceyi evleri dışında geçirebilirler." demişlerdir.

 

Yine Abdürrezzak'ın, ibn Güreye'ten rivayetine göre Ata: "Kocası ölen kadın nerede iddet beklerse beklesin bir zararı yoktur." demiştir.''

 

İbn Uyeyne, Amr b. Dinar yoluyla Ata ve Ebu Şa'sa'nın: "Kocası ölen kadın iddeti içinde dilediği yere çıkabilir." dediklerini rivayet eder.''

 

İbn Ebi Şeybe'nin Abdulvahhab es-Sakafi yoluyla rivayetine göre, Habib el-Muallim anlatıyor: Ata'ya: "Üç talakla boşanan ve kocası ölen kadınlar iddetleri içinde hac yapabilirler mi?" diye sordum. "Evet." cevabını verdi.'' Hasan el-Basri de böyle söylerdi.

 

İbn Vehb'in, İbn Lehia - Huneyn b. Ebu Hakim senediyle rivayetine göre, Müzahim'in karısı, kocası Hunasıra'da vefat edince Ömer b. Abdulaziz'e: "iddetim sona erinceye kadar bekleyeyim mi?" diye sordu. Ömer b. Abdulaziz ona cevabını verdi: "Hayır. Yurduna, baba ocağına git. Orada iddet bekler.

 

İbn Vehb'in, Yahya b. Eyyub yoluyla rivayetine göre, Yahya b. Said el-Ensari, karısıyla birlikte iken İskenderiye'de vefat eden ve gerek orada ve gerekse Fustat'ta birer evi bulunan adanı hakkında demiştir ki: "O adamın karısı isterse kocasının vefat ettiği yerde iddet beklesin, isterse kocasının Fustat'taki evine, yurduna dönsün, orada iddet müddeti bekleyip geri dönsün."

 

Yine ibn Vehb'in Amr b. Haris yoluyla rivayetine göre, Bükeyr b. el-Eşec anlatıyor: Salim b. Abdullah b. Ömer'e kocası tarafından bir şehre götürülen ve kocası orada vefat eden kadının durumunu sordum. "Kocasının vefat ettiği yerde iddet bekler, yahut da kocasının evine döner, iddeti bitinceye kadar orada kalır." cevabını verdi.'' Bütün Zahirilerin görüşü budur.

 

Bu görüş sahiplerinin iki delilleri vardır; ikisini de delil olarak İbn Abbas ileri sürmüştür:

 

1- Birincisini yukarıda kaydettik ki, o da şudur: Allah Teala, kocası ölen kadının dört ay on gün iddet beklemesini emretmiş, ama belli bir yerde beklemesini emretmemiştir. 2- Ebu Davud'un, Ahmed b. Muhammed el-Mervezi - Musa b. Mes*ud - Şibl - İbn Ebi Nucayh - Ata senediyle İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: Şu ayet —"... evlerinden çıkanlmaksızın..."[Bakara, 240] ayeti— kadının ailesi yanında iddet beklemesini neshetmiştir. Artık kadın dilediği yerde iddet bekleyebilir. Ata diyor ki: Kadın isterse aillesi yanında iddet bekler, kocası tarafından kendisine vasiyyet edilen yerde ikamet eder, isterse başka yere çıkar. Zira Allah Teala: "Eğer çıkarlarsa onların yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur."[Bakara, 240] buyurmuştur. Ata diyor ki: Sonra miras ayeti geldi, meskeni neshetti. Artık kadın istediği yerde iddet bekler.

 

Sahabe, tabiin ve onlardan sonraki nesillerden ikinci bir grup da, kadın kocasının vefat ettiği ve kendisinin de orada bulunduğu evde iddet bekler, demiştir. Vekı, es-Sevri - Mansur - Mücahid - Said b. Müseyyeb senediyle rivayet eder ki, Hz. Ömer kocaları ölmüş olup' da hacca yahut umreye çıkan kadınları Zülhuleyfe'den geri çevirdi.''

 

Abdürrezzak'ın, İbn Cüreyc - Humeyd el-A'rac - Mücahid senediyle rivayetine göre Hz. Ömer ve Hz. Osman kocaları ölmüş olup da hac ve umreye çıkan kadınları Cuhfe ve Zülhuleyfe'den geri çevirirlerdi.''

 

Abdürrezzak, Ma'mer - Eyyub - Yusuf b. Mahek - onun annesi Müseyke senediyle rivayet eder ki, kocası ölen bir kaim iddeti içinde ailesini ziyarete gitti. Orada doğum sancısı tuttu. Hz. Osman'a geldiler. O da: "Doğum sancısı çeke çeke onu evine taşıyın." dedi.''

 

Yine Abdürrezzak'ın, Ma'mer - Eyyub - Nafi' senediyle rivayetine göre İbn Ömer'in, kocasının vefatından dolayı iddet bekleyen bir kızı vardı. Gündüz ailesinin yanına gelir, onlarla sohbet eder; gece olunca da İbn Ömer, ona evine dönmesini emrederdi.

 

İbn Ebi Şeybe'nin, Veki - Ali b. Mübarek - Yahys. b. Ebu Kesir - Muhammed b. Abdurrahman b. Sevban senediyle rivayetine göre Hz. Ömer, kocası ölen kadının gündüz aydınlığında ailesinin yanına gitmesine izin vermiştir. Zeyd b. Sabit ise, ona ancak gündüz yahut gece aydınlığında ziyaret için izin vermiştir.''

 

Abdürrezzak'm, Süfyan es-Sevri - Mansur b. Mu'temir - ibrahim en-Nahai - Alkame senediyle rivayetine göre kendilerine kocalarının ölüm haberi gelen bir grup Hemedanlı kadın İbn Mes'ud'a fetva sordular ve "Ürküntü ve yalnızlık hissediyoruz." dediler. İbn Mes'ud onlara: "Gündüz buraya gelirsiniz, sonra her biriniz geceleyin evine döner." diye cevap verdi.''

 

Haccac b. Minhal, Ebu Avane - Mansur - ibrahim senediyle kaydeder ki, bir kadın: "Babam hasta, bense iddet beklemekteyim. Ona bakmak için yanına gidebilir miyim?" diye sormak üzere mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye (r.a.) bir haberci gönderdi. O da: "Evet, gidebilirsin. Ancak gecenin iki yarısından birini evinde geçir." diye haber yolladı.''

 

Said b. Mansur'un, Hüşeym - İsmail b. Ebu Halid yoluyla rivayetine göre, Şa'bi'ye: "Kocası ölen kadın iddeti içinde dışarı çıkabilir mi?" diye sordular. Şöyle cevap verdi: ibn Mes'ud'un öğrencilerinin çoğunluğu bu konuda çok sert tutum içindeydiler. Çıkamaz, diyorlardı. Şeyh —Ali b. Ebu Talib'i kasdediyor— ise, yolculuğa çıkmasına izin verirdi.

 

Hammad b. Seleme'nin Hişam b. Urve'den rivayetine göre, Hişam'ın babası Urve demiştir ki: Kocası ölen kadın evinde iddet bekler. Ancak ailesi başka yere taşınırsa, onlarla birlikte o da taşınır."

 

Said b. Mansur'un, Hüşeym - Yahya b. Said eK3nsari senediyle rivayetine göre, Kasım b. Muhammed, Salim b. Abdullah ve Said b. Müseyyeb, kocası ölen kadın hakkında: "İddeti bitinceye kadar bir yere ayrılamaz." demişlerdir.

 

Yine Said b. Mansur'un, İbn Uyeyne - Amr b. Dinar senediyle rivayetine göre de Ata ile Cabir her ikisi de kocası ölen kadın hakkında: "Dışan çıkamaz." demişlerdir.

 

Veki'in, Hasan b. Salih - Muğire sennediyle rivayetine göre, ibrahim (en-Nehai) kocası ölen kadın hakkında: "Gündüz dışan çıkmasında bir sakınca yoktur. Geceyi evinden başka yerde geçiremez." demiştir.

 

Hammad b. Zeyd'in, Eyyub es-Sahtiyani yoluyla Muhammed b. Sirin'den rivayetine göre bir kadının kocası öldü, kendisi de hastalandı. Ailesi de onu yanlarına taşıdı. Sonra alimlere sordular. Hepsi de onlara kadını kocasının evine geri götürmelerini emretmişti. ibn Sirin: "Bunun üzerine kadını bir yaygı içinde evine geri götürdük." diyor

 

Bu görüş, İmam Ahmed, Malik, Şafii, Ebu Hanife —Allah onlara rahmet eylesin— ve arkadaşlarıyla Evzai, Ebu Ubeyd ve ishak'ın görüşüdür.

 

Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: Hicaz, Şam, Irak ve Mısır'daki ileri gelen fakihler cemaatinin görüşü de budur.

 

Bunların delilleri Fürey'a bt. Malik hadisidir. Bu hadisi Osman b. Affan (r.a.) kabulle karşılamış, muhacirlerin ve Ensar'ın hazır bulunduğu bir ortamda gereğince hükmetmiştir. Medine, Hicaz, Şam, Irak ve Mısır alimleri kabulle karşılamışlardır. Onlardan herhangi birinin gerek hadisi ve gerekse ravilerini ta'nettiği bilinmemektedir. Rivayet konusundaki inceden inceye araştırmasına ve titizliğine rağmen Malik bu hadisi Muvatta'ına almış ve görüşünü onun üzerine kurmuştur. Oysa o Malik, kendisine bir adam hakkında: "O sika mıdır?" diye soru soran şahsa: "Sika olsaydı adını elbette kitaplarımda görürdün." cevafcını veren biridir.

 

Diyorlar ki: Biz selef arasında bu konuda tartışma bulunduğunu inkar etmiyoruz. Ancak iki taraf arasında sünnet hükürr. verir. Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: Sünnet, —Allah'a hamdolsun— sabittir. Sünnet varken, icma'a gerek yoktur. Çünkü bir mesele hakkında ihtilaf ortaya çıktığında, görüşü sünnete uyan kimseninki delil olur.

 

Abdürrezzak'ın Ma'mer'den rivayetine göre Zühri diyor ki: Kocası ölen kadının istediği yerde iddet beklemesine izin verenler, Hz. Aişe'nin (r.a.) sözünü esas almışlar; azim ve takva sahhipleri ise, İbn Ömer'in görüşünü asıl kabul etmişlerdir.

 

Soru: Kocası ölen kadının evinden ayrılmaması bir vazife midir? Yoksa bir hak mıdır?

 

Cevap: Şayet mirasçılar evi ona bırakır ve orada oturmasının kendisine bir zararı olmazsa, yahut mesken kendisinin ise evden ayrılmamak ona bir görevdir. Eğer mirasçılar, kadını oradan başka yere naklederler, yahut ondan ücret talep ederlerse, kadın orada oturmak zorunda olmaz, başka yere taşınabilir.

 

Sonra bu görüş sahipleri, kadın istediği yere taşınabilir mi? Yoksa kocasının vefat ettiği meskene en yakın meskene mi taşınmalıdır? konusunda iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Eğer kadın evin yıkılmasından, yahut evde kalması halinde boğulmaktan, yahut bir düşmandan vs. korkarsa, ya da ev emanet olup da sahibinin geri alması, yahut kira olup da müddetinin dolması, yahut eve zarar verdiğinden ötürü ev sahibinin oturmaktan onu menetmesi, yahut ev sahibinin evi kiraya vermekten vazgeçmesi, yahut piyasa değerinder. daha çok ücret istemesi, yahut kadının kira bedelini bulamaması veya ancak kendi özel malından karşılayabilmesi sebebiyle ev sahibi kadını evinden çıkarınsa, kadın başka yere taşınabilir. Çünkü bu durumlar birer mazerettir. Kadının, o meskenin ücretini ödemesi zorunlu değildir. Onun görevi meskeni elde etmek değil, oturma filidir. Orada oturma imkansız hale gelince bu görev de düşer. Bu, Ahmed ve Şafii'nin görüşüdür.

 

Soru: Kadının kocasının evinde oturması, alacaklılara ve mirasa göre önceliği bulunan mirasçılar üzerindeki ona ait bir hak mıdır, yoksa kocasının bıraktığı şeylerde kadının mirastan başka hakla yok mudur?

 

Cevap: Bu konuda ihtilaf edilmiştir. İmam Ahmec; diyor ki: Kadın hamile değilse, kocasının bıraktığı şeylerde onun mesken hakkı yoktur. Ancak yukarıda da geçtiği üzere, şayet ev kendisine bırakılırsa, oradan ayrılmamak görevidir. Eğer kadın hamileyse, bu konuda imanı Ahmed'den iki rivayet var: 1- Hüküm aynıdır. 2- Mesken hakkı, kadının maldaki sabit hakkıdır. Kadın bu hakkından mirasçılara ve alacaklılara göre bir önceliliğe sahiptir. Bu hak anamaldan olur. Kadının iddet müddeti doluncaya kadar ev, kadını orada oturmaktan men edecek şekilde, ölen kocasının borçlarını karşılamak üzere satışa çıkarılmaz. Eğer' bu mümkün olmazsa mirasçılar, kira bedelini evin eşyasından karşılayarak kadın için bir mesken kiralamak zorundadırlar. Şayet mirasçılar bunu yapmazsa, hakim zorla yaptırır. Zaruret olmaksızın kadın o evden başkasına taşınamaz. Hem kadın ve hem de mirasçılar, kadının oradan başka yere taşınmasında hemfikir olsalar bile, bu caiz değildir. Çünkü kadının orada oturmasında Allah Teala'nın hakkı vardır ve nikah meskeninin aksine, onların bu hakkı iptal etmede hemfikir olmaları caiz değildir. Zira Allah Teala'nın bir hakkıdır. Çünkü idde tin hukukundan biri olarak vacip olmuştur. İddette karı-kocanm hakkı vardır. (İmam Ahmed'den gelen) sahih ifadeye göre, ric'i talakla boşanan kadının mesken hakkı da böyledir. Mirasçılarla kadının bu hakkı iptalde ittifak etmeleri caiz değildir. Bu, ayet metninin gereğidir. Ahmed'in açık olarak belirttiği bir husustur. Ondan gelen bir ikinci rivayete göre, ister hamile olsun, ister olmasın her halükarda kocası ölen kadının mesken hakkı vardır. Böylece İmam Ahmed'in mezhebinde üç rivayet sabit olmuştur: 1- Hem hamile olan, hem de olmayan için mesken hakkı vaciptir. 2- Her ikisi için de mesken hakkı yoktur. 3- Hamile olan için mesken hakkı vacip, hamile olmayan için bu hak yoktur. Kocası ölen kadının mesken hakkı konusunda İmam Ahmed'in mezhebinin özeti budur.

 

İmam Malik'in mezhebine gelince: Kadın hamile olsun veya olmasın, İmam Malik iddet müddetince mesken hakkını vacip görmektedir. Ebu Ömer diyor ki: Mesken, kiralık ise İmam Malik'e göre kadın orada oturmaya hem mirasçılardan ve hem de alacaklılardan daha müstehaktır. Kira, vefat eden şahsın anamalından karşılanır. Ancak ev konusunda kocasının bir anlaşma yapmış olması ve ev sahiplerinin kadını oradan çıkarmak istemeleri durumu müstesnadır. Eğer mesken kocasının ise kadının iddeti bitinceye kadar ev, kocanın borçlarını karşılamak üzere satışa çıkarılmaz...

 

Ebu Ömer'den başka Malikiler diyorlar ki: Şayet evin mülkiyeti ölen adama aitse, yahut ölen adam kirasını ödemişse, bu durumda kadın mesken hakkına mirasçılardan ve alacaklılardan daha müstahaktır. Eğer ev kira olup da ölen şahıs kirayı ödememişse, Tehzib'Ğe kaydedildiğine göre, adam zengin biri olsa bile, ölenin malından kadına mesken hakkı yoktur. Muhammed, İmam Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Kira ölenin malından ödenmelidir. Ölenin karısı eve daha müstehak değildir. Mesken hakkından mirasçılarla birlikte hissesine düşeni alır. Mirasçılar, kadını oradan çıkarma hakkına sahiptirler. Ancak kadın kendi payına, orada oturmak ve mirasçıların hisselerinin kirasını ödemek isteyebilir.

 

İmam Şafii'nin mezhebine gelince: Kocası ölen kadının mesken hakkı konusunda İmam Şafii'nin iki görüşü var: 1- Hamile olsun veya olmasın kadının mesken hakkı vardır. 2- Hamile olsun veya olmasın mesken hakkı yoktur. Ona göre kadının ister bain talakla boşanmış olsun, isterse kocası ölmüş olsun, iddet süresince meskenden ayrılmaması vaciptir. Bain talakla boşanmış olan kadının eve bağlı kalması, ona göre kocası ölmüş olan kadının eve bağlı kalmasından daha güçlüdür. Çünkü kocası ölen kadının gündüz, ihtiyaçlarım görmek üzere dışarı çıkması caiz olduğu halde —İmam Şafii'nin iki görüşünden birine, kadim (=eski) olanına göre— bu durum bain talakla boşanmış kadın için caiz değildir, İmam Şafii, ric'i talakla boşanmış olan, kadına bunu vacip görmüyor, müstahap görüyor.

 

imam Ahmed'e gelince: Ona göre kocası ölen kadının eve bağlı kalması ric'i talakla boşanmış olandan daha güçlüdür. İmam Ahmed, bain talakla boşanan kadına bunu vacip görmüyor.

 

İmam Şafii'nin (r.a.) mezhebindeki alimler, iki görüşünden birinde, kocası ölen kadına mesken hakkı yoktur ifadesinin bulunması yanında, kadının eve bağlı kalmasının vacipliğini ifade eden görüşüne bir soru yönelterek: "Bu iki ifade nasıl uzlaşabilir?" diye sormuşlar ve buna şu iki cevabı vermişlerdir: 1- İmam Şafii'nin o görüşüne göre kadının eve bağlı kalması vacip değildir. Ancak mirasçılar, evin ücretini üstlenseler, o zaman kadının eve bağlı kalması vacip olur. İmam Şafii'nin arkadaşlarının çoğunluğu bu şekilde cevaplandırmışlardır. 2-Kendisinden ücret talep edilmesi yahut mirasçıları veya ev sahibinin kendisini oradan çıkarması suretiyle kadına o evden dolayı bir zarar gelmedikçe, kadının o eve bağlı kalması kendisine vaciptir. Eğer kendisine bir zarar gelecek olursa, o zaman bu vaciplik ortadan kalkar.

 

İmam Ebu Hanife'nin müntesipleri ise diyorlar ki: Gerek ricl talakla ve gerekse bain talakla boşanmış olan kadının ne gece, ne gündüz evinden çıkması caizdir. Kocası ölen kadın ise, gündüz ve gecenin bir bölümünde dışan çıkabilir; ama geceyi gittiği yerde geçiremez. Fark şundan kaynaklanmaktadır: Boşanan kadının nafakası kocasının malından karşılanır; tıpkı karısı gibi dışarı çıkması caiz olmaz. Ama kocası ölen kadın için böyle bir durum sözkonusu değildir; zira ona nafaka verilmez. Bu yüzden durumunu düzeltmek için gündüz dışan çıkmak zorundadır. Diyorlar ki: Ayrılığın meydana gelmesi halinde oturma hakkı kendisinde bulunan evde iddet beklemelidir. Yine Hanefiler diyorlar ki: Şayet ölünün evinden kadına düşen pay kendisine yetmiyorsa, yahut mirasçılar onu kendi paylarına düşen kısımdan çıkarmışlarsa, kadın başka yere taşınabilir. Çünkü bu bir mazerettir. Evinde olmak ibadettir. İbadet ise mazeretle düşer. Yine Hanefiler derler ki: Eğer kadın oturduğu evin kirasını yüksek olduğundan ötürü ödeyemezse, kirası daha az olan bir eve taşınabilir.

 

İşte Hanefilerin bu sözleri göstermektedir ki, oturma ücreti kadına aittir. Evin ücretini ödemekten aciz olursa, ancak o zaman o evde oturmak görevi kendisinden düşer. Bundan dolayı açıkça ifade etmişlerdir ki, şayet kendisine yeterli olursa kadın, ölen kocasının mirasından kendi payına düşen kısımda oturur. Zira onlara göre ister hamile olsun, ister olmasın kocası ölen kadının mesken hakkı yoktur. Yalnızca ona düşen kocasının vefat ettiği ve kendisinin de bulunduğu evde gece kalması lazımdır, gündüz kalması gerekli değildir. Mirasçılar evi kendisine karşılıksız vermezlerse, ücret ödemek de kendisine düşer.

 

İşte alimlerin bu meseledeki görüşleri ve orada çıkan ihtilafın kaynağı böylece özetlenip anlatılmış oldu. Basan yalnız Allah'tandır.

 

Bu hadis konusunda Furay'a bt. Malik'in başına, tıpkı rivayet ettiği hadis hususunda Fatıma bt. Kays'ın başına gelen durum gelmiştir. Bu meseleyi tartışanlardan bazıları demişlerdir ki: Bir kadının sözüne, Rabbimizin kitabını terkedemeyiz. Allah Teala, kocası Men kadının dört ay on gün iddet beklemesini emretmiş, (kocasının) evinde beklemesini emretmemiştir. Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.a.), kadının kocasının öldüğü evde iddet beklemesinin vacip olduğunu inkar etmiş ve kocası ölen kadının istediği yerde iddet bekleyebileceğine fetva vermiştir. Nitekim aynı Hz. Aişe (r.a.) Fatıma bt. Kays hadisini inkar etmiş ve boşanan kadına mesken verilmesinin vacip olduğunu belirtmiştir.

 

Furay'a hadisine karşı gelenlerden bir kısmı da diyor ki: Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) devrinde Uhud, Bi'r-i Maune, Mute ve daha başka savaşlarda pek çok sahabe —Allah onlardan razı olsun— hayatını kaybetti. Onlardan sonra hanımlan iddet bekledi. Şayet o kadınlardan her biri iddet müddetince evine bağlı kalsaydı, bu durum elbette eri aşikar, en açık şeylerden olurdu. Öyle ki, İbn Abbas ve Hz. Aişe'den (ilimde) daha alt mertebede olanlara bile gizli kalmazdı. Uygulama sürekli ve yaygın olduğu halde, bu iki sahabiye ve görüşleri aktanlan daha başka sahabilere bu durum nasıl gizli kalmış olabilir? Bu çok uzak bir ihtimaldir.

 

Hem sonra, sünnet o şekilde yürürlükte olsaydı Furay'a, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelip ailesine gitmek için izin istemezdi ve Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de bu konuda ona izin verip gittikten sonra onu geri çağırmalarını emredip, kadına evinde beklemesini emretmezdi. Şayet bu iş sürekli ve sabit olsaydı, Furay'a'ya ailesinin yanına gitmesine izin vermekle bunu neshetmiş, sonra ona evinde beklemesini emretmekle bu izni neshetmiş olurdu ki, bu durum hükmün iki kere değiştirilmesine götürür. Şeriatta, kesin bir noktada böyle bir şey bilmlyo:*uz.

 

Diğerleri de diyorlar ki: Bunda Emiru'l-mü'minin Hz. Osman b. Affan'ın ve sahabenin ileri gelenlerinin kabulle karşıladıkları ve Hz. Osman'ın yürürlüğe koyup gereğince hükmettiği bu sahih ve manası açık sünnetin reddini gerektirecek bir durum yoktur. Şayet biz kadınların Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yaptıkları rivayetleri kabul etmezsek, o zaman kadınlardan başka ravisi bilinmeyen, İslam'ın pek çok sünneti yok olur gider. İşte Allah'ın kitabı! Onda, evde iddet beklemeyi vacip kılan bir şey yok ki, sünnet ona aykın olsun. Aksine olsa olsa sünnet Kur'an'ın sükut geçtiği bir hükmü açıklamış olur. Böylesi bir şeyle sünnetler reddedilmez. İşte Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sakındırdığı, hükmünün benzeri Kur'an'da bulunmazsa sünnet terkedilir görüşünün ta kendisidir bu!

 

Mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin (r.a.) Furay'a hadisini terkedişine gelince: Herhalde bu hadis kendisine ulaşmamıştır. Eğer ulaşsaydı, herhalde te'vil ederdi. Te'vil etmeseydi, herhalde Furay'a'nın rivayet ettiği hadise muarız kendisinin bildiği bir hadis var olmuş olacaktı. Ne olursa olsun, Hz. Aişe'nin bu hadisi terketmesinden dolayı kendilerinin terketmeleri hakkında bunu söyleyenler, mü'minlerin annesi terkettiği için terkedenlerden daha mazurdurlar. İki terk arasında büyük bir fark vardır.

 

Hz, Peygamber'in fs.a.) yanında şehit düşenlere ve O hayatta iken vefat edenlere gelince; onların hammlannm diledikleri yerde iddet beklemelerine dair hiçbir haber gelmemiştir. O sahabe kadınlarının Füray'a hadisinin hükmüne aykırı davrandıklarına dair de asla bir rivayet gelmiş değildir. Nasıl olduğu bilinmeyen bir durumdan dolayı sahih sünneti terketmek caiz değildir. Onların diledikleri yerde iddet bekledikleri bilinse, ama onlardan Furay'a hadisinin hükmüne aykırı düşen bir şey rivayet olunmasa, ihtimal ki bu durum, bu hükmün yerleşmesinden ve sabit olmasından öncedir. Zira asıl olan beraet-i zimmettir (kişinin borç, sorumluluk ve suçtan uzak olmasıdır) ve vücup hükmünün olmamasıdır. Abdürrezzak'm, İbn Cüreyc - Abdullah b. Kesir senediyle rivayetine göre Mücahid anlatıyor: Uhud savaşında pek çok kimse şehit düştü. Şehitlerin hanımları Allah Rasulü'ne geldiler ve: "Ey Allah'ın Rasulü! Biz geceleri ürküyor, yalnızlık duyuyoruz. Bu yüzden geceyi birimizin evinde geçiriyoruz. Sabah olunca evlerimize dağılıyoruz." dediler. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara: "Arzu ettiğiniz kadar birinizin evinde sohbet edin. Uyumak istediğinizde her biriniz kendi evine dönsün." buyurdu. Bu hadis her ne kadar mürsel ise de görünen o ki, Mücahid bunu ya sika bir tabiiden ya da bir sahabiden işitmiştir. Tabiin arasında yalan söylemek bilinen bir husus değildi. Onlar üstün kılman nesillerin ikincisidir. Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ashabını görmüşler, onlardan ilim tahsil etmişlerdir ve onlardan sonra ümmetin en hayırlı neslidir. Bu neslin Allah Rasulü'ne yalan atfedecekleri ve yalancılardan rivayette bulunacakları düşünülemez. Bilhassa onlar arasından alim bir kimse kesin ifade kullanarak Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) rivayette bulunduğunda, O'nun bir hadisine tanık olup "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle yaptı, şunu emretti, şunu yasakladı..." demesi ve Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile kendisi arasındaki aracı şahıs yalancı yahut meçhul biri iken böyle bir şeye kalkışması son derece uzak bir ihtimaldir. Ama onlardan sonraki nesillerin mürsellerinde durum farklıdır. Nesiller kaynaktan uzaklaştıkça mürsellere kötü gözle bakılmaya başlandı ve onlar Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hakkında şahit kabul edilmez oldu. Özetle, dayanak yalnız bu mürsel değildir. Basan Allah'tandır.

 

 

 

9- Hz. Peygamber'in (s.a.) Kocası Ölen Kadına Yapmasını Emrettiği Hususlar:

 

Sahihayn'da. Humeyd b. Nafi'den rivayet) edildiğine göre Ebu Seleme'nin kızı Zeynep kendisine şu üç hadisi nakletmiştir:

 

1- Zeynep diyor ki: Babası Ebu Süfyan vefat ettiği zaman ben Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hanımı Ümmü Habibe —Allah kendisinden razı olsun— yanına gittim. Ümmü Habibe terkibinin çoğu safradan oluşan ve içinde sanlık bulunan haluk adında bir güzel koku yahut daha başka bir koku istedi. O kokudan (eline sürdüğü kokuyu azaltmak için) bir cariyeye sürdü. Sonra ellerini yanaklarına sürüp şöyle dedi: Vallahi, benim güzel kokuya hiç ihtiyacım yok. Ancak Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) minber üzerinde şöyle buyurduğunu işittim: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kadının bir ölüye üç günden fazla yas tutması helal olmaz. Ama kocası için dört ay on gün yas tutar,"

 

2- Zeynep diyor ki: Sonra bir keresinde, erkek kardeşi vefat ettiği zaman Zeynep bt. Cahş'ın yanına girdim. O da güzel koku istedi ve ondan süründü. Sonra da dedi ki: Vallahi, benim güzel kokuya hiç ihtiyacım yok. Ancak Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) minber üzerinde şöyle dediğini işittim: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kadının ölüye üç günden fazla yas tutması helal olmaz. Ama kocası için dört ay on gün yas tutar."

 

3- Zeynep diyor ki: Annem Ümmü Seleme'nin —Allah kendisinden razı olsun— şunları anlattığım işittim: Bir kadın, Allah Rasulü'ne geldi ve: "Ey Allah'ın Rasulü! Kızımın kocası vefat etti. Simdi de gözleri rahatsızlandı. Kızımın gözlerine sürme çekeyim mi?" diye sordu. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayır!" buyurdu. Kadın iki yahut üç kere bu isteğini tekrarladı, her defasında Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayır!" diye cevapladı ve arkasıdan şöyle dedi: "Kocası ölen kadın dört ay on gün yas tutar. Cahiliye devrinde ise sizlerden biri bir sene geçince deve tezeği atardı (hatırlayın o zamanları)."

 

Zeynep (bu cahiliye adetini) şöyle anlatıyor: Kocası ölen kadın daracık bir hücreye kapanır, en kötü elbiselerini giyer; bir sene geçinceye kadar ne güzel bir koku, ne de bir başka şey sürünebilirdi. Bir sene dolunca bir eşek yahut koyun yahut kuş getirilir, kadın efsunlanır gibi o hayvana vücudunu sürterdi. Kadın vücudunu o kadar sürterdi ki, bundan dolayı ölmeyen hayvan pek nadir olurdu. Sonra kadın hücresinden çıkar, kendisine bir deve tezeği verilir, onu atardı. Bundan sonra artık istediği gibi güzel koku sürünebilir, süslenebilirdi. İmam Malik hadisin arapçasında geçen "tefteddu" kelimesinin cildi bir şeye sürmek olduğunu kaydeder.

 

Sahihayn'da Ümmü Seleme'den —Allah ondan razı olsun— rivayet edildiğine göre bir kadının kocası öldü. Yakınları, o kadının gözlerine bir zarar gelmesinden korktular ve Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelip kadının gözlerine sürme çekme hususunda O'ndan izin istediler. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Cahiliye döneminde sizlerden biri yas tutarken evinin en kötü odasında —yahut evindeki en kötü çulları içinde— bir sene geçirirdi. Yanından bir köpek geçince, bir deve tezeği atar, öylece kaldığı yerden çıkardı. Dört ay on gün çok mu?" buyurdu.

 

Yine Scthihayrt'da Ümmü Atiyye el-Ensariyye'den —Allah ondan razı olsun— rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Bir kadın bir ölüye üç günden fazla yas tutamaz. Ancak kocası için dört ay on gün yas tutar. Asb denilen çizgili Yemen kumaşı dışında boyalı elbise giyemez. Sürme çekemez. Güzel koku sürünemez; ancak hayızdan temizlendiği sıralarda bir parçacık kust (öd ağacı) denilen Hindistan buhurundan yahut tırnak buhurundan sürünebilir.

 

Sünen-i Ebu Davud'da, Hasan b. Müslim - Safiyye bt. Şeybe - Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hanımı Ümmü Seleme senediyle rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Kocası ölen kadın ne gerek aspurla, gerek kırmızı çamurla boyanmış elbise ve ne de süslü elbise giyinebilir. Sürme çekemez, kına ile saçlarını boyayamaz."

 

Yine adı geçen Sünen'de, İbn Vehb - Mahreme - babası - Muğire b. Dahhak - Ümmü Hakim bt. Esid - anası senediyle rivayet edildiğine göre, Ümmü Hakim'in annesi olan bu hanımın kocası vefat etti. Kadıncağızın gözleri rahatsızdı. Bu sebeple gözlerine cela —merhum Ahmed b. Salih: Doğrusu cela sürmesi olacaktır, diyor— çekti. Bir cariyesini Ümmü Seleme'ye —Allah ondan razı olsun— gönderdi ve cela sürmesi çekmenin hükmünü sordu. O da: "Onu gözlerine çekme. Ancak çok zor durumda kalırsan geceleyin çeker, gündüz silersin." diye haber gönderdi ve Ümmü Seleme başından geçen şu olayı orada nakletti: Kocam Ebu Seleme vefat ettiğinde Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanıma geldi. Gözlerime azvay (sabir) denen bir çeşit acı ağaç usaresi sürmüştüm. "Bu nedir? Ey Ümmü Seleme!" diye sordu. Ben de: "Azvaydır, ey Allah'ın Rasulü! Kokusu yok." dedim. Bunun üzerine: "O, yüzü gençleştirir, güzelleştirir (yas tutttuğun için) onu ancak geceleyin sürün. Gündüz siler çıkarırsın. Saçma güzel koku sürme ve saçını kına ile boyama. Zira kına süs için kullanılan bir boyadır." buyurdu. "Peki ey Allah'ın Rasulü, saçıma ne süreyim?" diye sordum. "Arabistan kirazı sür. Onunla başını kaplarsın." buyurdu.f

 

Bu hadisler pek çok hüküm içermektedirler. Sıralayacak olursak: Birinci hüküm: Yakınlık derecesi ne olursa olsun, bir ölüye üç günden fazla yas tutulmaz. Ancak bundan yalnızca koca müstesnadır.

 

Hadis, iki yas arasında şu iki yönden fark gözetmektedir:

 

1- Vaciplik ve caizlik yönünden: Koca için yas tutmak vacip, başkaları için yas tutmak caizdir.

 

2- Yas müddetinin değeri bakımından: Koca için yas tutmak bir azimet (yapılması gereken vazife), başkaları için yas tutmak ise bir ruhsattır (izindir). Kocası ölen kadının yas tutmasının vacip olduğunda ümmet icma etmiştir. Ancak Hasan el-Basri ve Hakem b. Uteybe'den aykırı görüş rivayet edilmiştir. Hammad b. Seleme'nin Humeyd'den rivayetine göre, Hasan el-Basri: "Gerek üç talakla boşanan ve gerekse kocası ölen kadınlar gözlerine sürme çekebilir, saçlarını tarayabilir, güzel koku sürünebilir, saçlarını kına ile boyayabilir, evinden ayrılıp oraya buraya gidebilir ve dilediğini yapabilirler." demiştir. Şu'be'nin rivayetine göre Hakem: "Kocası ölen kadın yas tutmaz." demiştir.

 

İbn Hazm: "Bu görüş sahipleri delil olarak şu hadisi ileri sürmüşlerdir." diyor ve sonra Ebu'l-Hasan Muhammed b. Abdusselam - Muhammed b. Beşşar - Muhammed b. Cafer - Şu'be - Hakem b. Uteybe - Abdullah b. Şeddad b. Had senediyle şu hadisi kaydediyor: Allah Rasulü Cafer b. Ebu Talib'in hanımma: "Üç gün olunca —yahut üç günden sonra— dilediğin gibi giyin." buyurdu. Metindeki tereddüt Şu'be'den kaynaklanmaktadır. İbn Hazm sonra Hammad b. Seleme - Haccac b. Ertat - Hasan b. Sa'd - Abdullah b. Şeddad kanalıyla şu hadisi kaydeder: Hanımı Esma bt. Umeys, Cafer'e ağlamak için Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) izin istedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona üç gün izin verdi; "Üç gün geçince temizlen, gözüne sürme çek." diye haber gönderdi.

 

Yas tutulmaz görüşünde olanlar diyorlar ki: Bu hadis yas tutmayı buyuran hadisleri neshetmektedir, onları geçersiz kılmaktadır. Zira bu, o hadislerden sonra buyurulmuştur. Çünkü Ümmü Seleme —Allah ondan razı olsun— yas tutma hadisini rivayet etmiş ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunu kocası Ebu Seleme'nin vefatının ardından kendisine emretmiş olduğunu söylemiştir. Ebu Seleme'nin Cafer'den önce vefat ettiğinde hiçbir görüş ayrığı yoktur. Allah her ikisinden de razı olsun. Alimler ileri sürülen bu delile şöyle cevap vermişlerdir: Bu hadis munkatı'dır. Zira senetteki Abdullah b. Şeddad b. Had ne Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hadis işitmiştir ne de O'nu görmüştür. Şu halde onun hadisi, hiçbir kusuru bulunmayan sahih müsned hadislere nasıl tercih edilebilir? İkinci hadisin senedinde ise Haccac b. Ertat vardır ki onun hadisiyle hadis üstadlan olan sika, güvenilir imamların rivayet ettiği hadise nasıl karşı konabilir.

 

ikinci hüküm: Yas tutma aylarla iddet beklemeye bağlıdır. Hamileye gelince, hamileliği bitince, alimlerin ittifakıyla yas tutmasının vacipliği de sona erer. Artık evlenebilir, süslenebilir (yeni evlendiği) kocası için güzel koku sürünebilir ve onun için dilediği gibi süslenebilir.

 

Soru: Hamilelik müddeti dört ay on günü aşarsa, yas tutmanın da vacip oluşu sona erer mi? Yoksa doğuma kadar sürer mi?

 

Cevap: Yas tutma doğuma kadar sürer. Zira yas tutma iddete bağımlı olan şeylerdendir ve bu yüzden iddet süresine bağlanmıştır; iddet hükümlerinden ve vaciplerinden biridir. Bundan dolayı var olmada da, yok olmada da onunla beraberdir (yani iddet varsa yas da var, iddet yoksa yas da yok).

 

Üçüncü hüküm: Müslüman-kafir, hür-cariye ve küçük (ergenlik yaşına girmemiş)-büyük bütün hanımlar yas tutma konusunda eşittirler. Bu, cumhurun; Ahmed, Şafii ve Malik'in görüşüdür. Ancak Eşheb ve İbn Nafi': "Zimmi kadın yas tutmaz." demişlerdir ki, Eşheb bu görüşü Malikten de rivayet etmiştir. Bu ikinci görüş aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşü olup, ayrıca ona göre küçük olan kadın da yas tutmaz.

 

Bu görüş sahipleri delil olarak demişlerdir ki: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yas tutmayı, Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselerin hükümlerinden saymıştır. O halde buna kafir kadın girmez. Çünkü o fıkhı hükümlerle (furü ile) mükellef değildir.

 

Diyorlar ki: Allah Teala'nın mutlak genel ifade kullanmak yerine imanla sınırlı (mukayyed) hususi ifade kullanması bu işin imanın hükümlerinden, gereklerinden ve vaciplerinden olmasını gerektirir. Sanki Allah, kim iman yolunu seçerse, işte bu iş de onun şerl görevlerinden ve üzerine vacip olan hususlardandır, buyurmuştur.

 

Gerçek şu ki, fiili, inananların işlemesinin helal olmadığını belirtme kafirlerden onun hükmünü kaldırmayı gerektirmediği gibi, aynı zamanda onların bunu işlemesini de gerektirmez. Yalnızca iman etmeyi ve imanın icabı olan şerl kuralları yerine getirmeyi kendisine bir yol olarak seçen kimseye işte bu husus helal olmaz anlamını icabettirir. Her ne olursa olsun, iman etmesi ve imanın icabı olan şer'i kuralları yerine getirmesi gerekir. Ancak Sari' (Kanun Koyucu, Allah) imanın icabı olan şer'i kurallarla, sadece kişi imana girdikten sonra, onu sorumlu tutmaktadır. Nasıl ki "Mü'minin namazı, haccı ve zekatı terketmesi helal değildir." sözü, bunun kafire helal olduğunu göstermezse, burada da durum aynıdır. İpek giyme konusunda Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bu, takva sahiplerine yakışmaz." buyurması da ipek giymenin başkalarına yakışacağını (yani helal olacağını) göstermez. "Mü'mine, lanetçi olmak yakışmaz." hadisinde de durum aynıdır.

 

Meselenin sırrı: Şeriatın koyduğu helal haram ve farz kuralları, imanın temelini kabullenenler için konmuştur. imanı kabullenmeyip dinleriyle başbaşa bırakılan kimseler, dinlerinin temeliyle başbaşa bırakıldıkları gibi, aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek üzere bizim mahkelerimize müracaat etmedikleri sürece, kabullendikleri dinin kuralları ile de başbaşa bırakılırlar. Bu kaidede alimler görüşbirliği içindedirler. Fakat müslüman kocası ölen zimmi kadının yas tutmasının gerekliliğini ileri sürenlerin gerekçeleri şudur: Karısının yas tutması müslüman kocasının hakkıdır; zimmi kadına yas tutmayı zorunlu kılmak, koca açısından tıpkı iddetin temelinde olduğu gibi bir durum arzeder. Bundan dolayı bu görüşü savunanlar, zimmi kocasının iddetini bekleyen zimmi kadının, yas tutmasını zorunlu görmemektedir. Ayrıca bu iddeti içerisinde kadına istekte bulunulmaz. Böylece bu da zimmilerin müslümanlarla yaptıkları akitler gibi olmaktadır. Zira her ne kadar birbirleriyle yaptıkları akitlerde zimmilere ilişilmezse de, müslümanlarla yaptıkları akitlerde İslam'ın hükümleriyle bağlı tutulurlar.

 

Bu görüşün savunucularına karşı çıkanlar diyorlar ki: Yas tutma, Allah Teala'nın hakkıdır. Bundan dolayı kadın ile veliler ve kadına yas tutmamasını vasiyet etmek suretiyle ölen şahıs bu hazıkın düşmesinde hemfikir olsalar bile hak düşmüş olmaz ve kadının bu hakkı yerine getirmesi gerekli olur. Şu halde yas tutma ibadet durumundadır; zimmi kadın ise ibadete ehil değildir. İşte meselenin sirrı budur.

 

Dördüncü hüküm: Efendileri ölen cariye ile ümmü veledin yas tutması vacip değildir. Çünkü onlar zevce değildirler. İbnu'l-Münzir: "Bu konuda alimlerin ihtilaf etttiklerini bilmiyorum." diyor.

 

Soru: Cariye ve ümmü veled üç gün yas tutabilirler mi?

 

Cevap: Evet, tutabilirler. Çünkü nass (hadis) yalnızca kocadan başkasına üç günden fazla yas tutmayı haram ve kocaya dört ay on gün yas tutulmasını vacip kılmıştır. Böylece cariye ve ümmü veled, kendilerine yas tutmak haram yahut vacip olanlar arasına değil, yas tutmaları helal olanlar arasına girmiştir.

 

Beşinci hüküm:

 

Soru: Boşanma, şüpheli cinsi ilişki, zina yahut istibra sebeplerininin birisinden ötürü iddet bekleyen kadına yas tutma vacip midir?

 

Cevap: Bu, hadislerin delalet ettiği hükümlerden beşincisidir: Sayılanlardan hiçbirisinin yas tutması gerekmez. Çünkü hadis hem olabilecek hususu hem de olamayacak hususu belirlemiş ve özellikle ölüler için yas tutmanın vacip olanını zevcelere, caiz olanını da onlar dışındakilere tahsis etmiştir. Bu iki durum dışında kalan ise, ölülere karşı yapılması haram olan şeylerin hükmüne dahildir.

 

Peki, bunun bain talakla boşanmış kadına yas tutmanın gerekli oluşu hükmüne dahil olduğunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Said b. Müseyyeb, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, Ebu Hanife ve arkadaşları ile el-Hıraki'nin tercih ettiği iki rivayetten birine göre İmam Ahmed, bain talakla boşanmış kadının yas tutması vaciptir, demişlerdir ki, bu sırf kıyastan ibarettir. Zira kıyasa göre bu durumdaki kadın, nikahtan ayrılmıştır, iddet beklemektedir. Bu yüzden kocası ölen kadın gibi yas tutması gerekir. Çünkü her ikisi de iddet konusunda birleşmiş, ancak iddetin sebebinde birbirlerinden ayrılmışlardır. Hem iddet, nikahı haram kılmakta ve böylece nikaha götüren yollar da haram olmaktadır. Diyor ki: Kuşkusuz, yas tutma akılla anlaşılabilir şeylerdendir: Zineti gösterme, güzel kokular sürünme ve güzel elbiseler giyinme kadını erkeklere, erkekleri kadınlara çeken hususlardandır. Bu yüzden kadının bunda acelecilik göstererek iddetinin sona ermesi konusunda yalan söylemesinden emin olunamayacağından buna götüren yollardan alıkonulmuş ve bu durumda (sedd-i zeria prensibi gereği) açık kapı bırakılmayıp gedik tıkanmıştır. Hem kocanın ölümünün aşikar olması ve iddetin sayılı günlerden ibaret bulunması sebebiyle çoğunlukla vefat iddeti konusunda yalan söyleme hemen hemen imkansızdır. Ama boşanma iddetinde durum bunun aksinedir. Zira boşanma iddeti hayız (yahut hayızdan temizlenme) esas alınarak beklenir ki, bu da ancak kadın tarafından bilinebilir. Bu sebeple burada ihtiyatlı davranma daha uygundur.

 

Cevap: Alan Teala , kulları için yarattığı zinetleri ve hoş nzıkları haram sayanları ayıplamış ve onlara bunu yasaklamıştır. Bu da gösterirki. Alan ve Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) haram kıldıkları dışında zineti, süslenmeyi haram kılmak caiz değildir. Alan Teala, Peygamber'inin (Sallallahu aleyhi ve Sellem) dilinden kocası ölen kadının iddet süresince tutacağı yas müddetince zinet kullanmasını haram saymıştır. Peygamberi de kadının kocasından başkası için zinet takınmayarak yas tutmasını mubah kılmıştır. Onun haram saydığından başkasını haram saymak caiz değildir. O şey asli mübahlık üzere kalır. Yas tutma, iddetin gereklerinden ve ona bağlı şeylerden değildir. Bundan dolayı şüpheyle cinsi ilişki kurulan, zina edilen, istibrası beklenen, yahut ric'i talakla boşanan bir kadının yas tutması vacip değildir; alimler bu konuda görüş birliği içindedirler. İki iddet arasındaki hayız (yahut hayızdan temizlenme) konusunda miktar, yahut sebeb ve hüküm açısından farklılık bulunduğundan ötürü bu kıyas, (bain talakla boşanan kadını) kocası ölen kadına kıyasdan daha da uygundur. Hayız (yahut hayızdan temizleme) iddetinl, hayız (yahut hayızdan temizlenme) iddetinin hükmüne dahil etmek, hayız (yahut hayızdan temizleme) iddetini vefat iddetinin hükmüne dahil etmekten daha münasiptir. Ölen kocaya yas tutmaktan maksat, sizin söylediğiniz acelecilik göstermek değildir. Zira bu durumda beklenen iddet sırf rahmin boş olduğun bilmek için değildir. Bu sebeble zifaftan önce (koca ölse yine iddet) gerekir. Bu özellik, nikah akdine saygı gösterme. Önem ve değerini ortaya koyma ve bu akdin Allah katında özel bir yeri bulunmasından dolayıdır. iddet, bu akit için bir dokunulmaz alan kılınmıştır ve bu maksadın tamama ermesi, pekişmesi ve ona daha fazla Özen gösterilmesi için yas tutma prensibi konulmuştur. Öyle ki, zevcenin kocasına yas tutması bizzat kendi babasına, oğluna, kardeşine ve diğer akrabalarına yas tutmasından daha yeğ tutulmuştur. İşte bu durum akde saygı gösterme, onu yüceltme ve bütün hükümleri açısından onunla zina arasındaki farkı pekiştirmekten kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı zina ile arasındaki zıtlık gerçekleşsin diye başlangıçta ilan etme, şahit tutma ve def çalma; sonunda ve bitiminde ise iddet bekleme ve yas tutma meşru kılınmıştır ki, bunlar başka akitlerde prensip haline getirilmemiştir.

 

Altıncı hüküm: Yas tutan kadının kaçınması gereken hususla ilgilidir. Delile dayanmayan söz ve görüşlerin değil de, nassların belirledikleri dört tanedir:

 

Birincisi, güzel kokudur. Zira Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sahih hadiste: "Güzel koku sürünemez." buyurmuştur. Yas tutmayı vacip görenlere göre bunun haramlığında ihtilaf yoktur. Bundan dolayı Ümmü Habibe —Allah ondan razı olsun— babası Ebu Süfyan'a yas tutmaktan çıktığında güzel koku istedi ve elindeki fazlalığı yanındaki bir kıza sürdü. Sonra ellerini yanaklarına sürdü ve sonra da hadisi söyledi.

 

Güzel koku kavramı içine şunlar girer: Misk, anber, kafur, şeşpençe, esans, yaban kedisi miski; göz otu, buhur, sorgun ağacı, gül, menekşe ve yasemin gibi çiçeklerden elde edilen güzel kokulu yağlar; gülsuyu, karanfil suyu, narenciye çiçeği suyu gibi güzel kokulu yağlardan sıkılan sular. Bunların hepsi güzel kokudur. Zeytinyağı, susamyağı ve sadeyağ buna dahil değildir. Yas tutan kadın bunlardan herhangi biriyle yağlanmaktan alıkonulmaz.

 

Yedinci hüküm: Yasak olan şeyler üç türlüdür.

 

Birinci tür: Vücudunu süslemesi. Yas tutan kadının saçına kına yakınması, makyaj yapması, tırnaklarına kına yakması, kırmızı boya (ruj) sürünmesi ve yüzüne üstübec (kurşun boyası) sürmesi haramdır. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kına ifadesini kullanıp, ondan daha çok zinet anlamı taşıyan, daha büyük fitne unsuru olan ve yas tutmanın amacına daha zıt olan bu türlü süslenmelerin de (haramlığına) dikat çekti. Sürme de bunlardandır. Sürme kullanma açık ve sahih hadisle yasaklanmıştır.

 

İçlerinde Ebu Muhammed ibn Hazm'ın da bulunduğu seleften ve sonrakilerden bir grup ilim adamı, yas tutan kadın gözleri görmez olsa da ne gece ne gündüz sürme çekemez demişlerdir. Onların bu görüşünü Buhari ve Müslim tarafından Ümmü Seleme'den aktarılan şu rivayet destekler: Bir kadının kocası vefat etti. Tanıdıkları kadının gözlerinin görmez olmasından korktular. Hz. Peygamber'e (s. a.) gelip sürme kullanması için izin istediler. Hz. Peygamber (s. a.) ise izin vermediği gibi, iki yahut üç kere "Hayır!" dedi ve sonra onlara cahiliye döneminde busene boyunca tuttukları uzun ve meşakkatli yası hatırlatıp buna sabrettikleri halde, dört ay on güne sabredemezler mi diye sordu.'' Kuşkusuz sürme, zinetin çok ileri bir şeklidir ve tıpkı güzel koku gibidir ve hatta ondan daha aşın bir süsleme usulüdür. Bazı Şafiiler, karartmak için sürme kullanabilir demişlerdir ki, bu nassa ve anlatılmak istenene aykırı bir tasarruftur. Allah Rasülü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükümleri, uzunlukla kısalığı ayırmadığı gibi, beyazlıkla karalığı da ayırmamaktadır. Böylesi kıyas, selefin şiddetle karşı koyduğu ve kötüledigi fasit re'yle kıyastır.

 

Malik, Ahmed, Ebu Hanife, Şafii ve bu zatların takipçilerinin de aralarında bulunduğu alimlerin çoğunluğu: "Şayet yas tutan kadın süs için değil de, tedavi için sürme kullanma zorunluluğu ile karşı karşıya kalırsa geceleyin kullanır, gündüz siler." demişlerdir.

 

Onların bu konudaki delilleri yukarıda geçen Ümmü Seleme (r.a.) hadisidir. Ümmü Seleme cela sürmesi hakkında demişti ki: "Gözlerine sürme çekme. Ancak çok zor durumda kalırsan, geceleyin çeker, gündüz silersin." Delillerinden biri de Ümmü Seleme'nin (r.a.) aktardığı şu diğer rivayettir: Gözlerime azvay denen bir çeşit acı ağaç usaresi sürmüşken Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanıma geldi. "Bu nedir? Ey Ümmü Seleme!" dye sordu. Ben de: "Azvaydır, ey Allah'ın Rasulü! Kokusu yok." dedim. Bunun üzerine: "O yüzü gençleştirir, güzelleştirir." deyip devamla: "Onu ancak geceleyin sürer, gündüz siler çıkarırsın." buyurdu. Ümmü Seleme'den gelen bu iki rivayet bir tek hadistir. Raviler parçalamıştır. Malik hadisin bu kadarını Muvatta'ına "Belağ = Bana ulaştı ki..." ifadesiyle almıştır. Ebu Ömer Temhid adlı eserinde bu hadisin çeşitli senetlerini zikretmiştir ki, bunlar birbirlerini takviye eder. Malik'in bu hadisi delil olarak kullanması da kafidir. Sünen sahipleri hadisi kitaplarına almışlar ve imamlar onu delil olarak kullanmışlardır. Hadis en azından hasendir. Ancak Ümmü Seleme'nin bu hadisi görünüşte Buhari ve Müslim tarafından müsned olarak kaydedilen yine Ümmü Seleme'nin kendisinen rivayet ettiği diğer bir hadise aykırıdır. Zira hadis kocası ölen kadının, her iki halükarda sürme kullanamayacağını göstermekte;dir. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gözlerinden şikayetçi olan kadına ne gece , ne gündüz, ne zaruretten dolayı ne de başka bir sebepten ötürü sürme kullanması için izin vermiş; aksine iki yahut üç kere "Hayır!" cevabını vermiş, "ancak zorunlu kalırsan kullanabilirsin" dememiştir. Malik'in rivayetine göre Ubeyd'in kızı Safiyye, kocası Abdullah b. Ömer'in yasını tutarken gözlerinden rahatsızlanmış, gözleri neredeyse çapak bağlayacak hale geldiği halde sürme kullanmamıştı.

 

Ebu Ömer diyor ki: Bu hadis dış görünüş itibarıyla, geceleyin kullanılmasının mubah olduğunu ifade eden diğer Ümmü Seleme hadisine ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) mutlak bir tarzda iki-üç kere "Hayır!" demesine aykın düşmekteyse de, bence —Allah daha iyi bilir ya— iki hadisin birleştirilmesi şöyle olmalıdır: Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hakkında "Hayır!" dediği rahatsızlık —Allah daha iyi bilir ya— sürme kullanmayı zorunlu kılacak bir dereceye ulaşmamıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) o kadına bu işi yasaklamıştı. Şayet kadın, gözünün görmez hale gelmesinden korkulacak şekilde sürme kullanma zorunluluğu ve ihtiyacı ile karşı karşıya kalsaydı, tıpkı, kendisine "Geceleyin sürün, gündüz sil." dediği kadına yaptığı gibi, elbette ona da sürme kullanmayı mubah kılardı. Kıyas da, bu yorumun doğruluğuna tanıklık eder. Zira usulde zaruretler, sakıncalı olan şeyleri mubah hale çevirirler. Bu sebepten ötürü Malik, Ümmü Seleme'nin (r.a.) fetvasını sürme konusundaki müsned hadisin bir tefsiri saymıştır. Çünkü hadisi Ümmü Seleme (r.a.) rivayet etmiştir. Onun nazarında hadis sahihse, muhalefet etmez. Kendisi hadisin anlam ve yorumunu daha iyi bilir. Kıyas da buna tanıklık eder. Zira bir şeye zorunlu ihtiyacı olan kimseye, zinet içinde müreffeh yaşayan kimsenin hükmü verilmez. ilaç ve tedavinin zinetle hiçbir alakası yoktur. Yas tutan kadına tedavi değil, yalnızca süslenmek yasaklanmıştır. Ümmü Seleme rivayet ettiği şeyi daha iyi bilir. Hem kıyas açısından da bu doğrudur. Fıkıhçılar bu görüştedirler. Malik, Şafii ve fakihlerin çoğunluğu bu görüşü savunmaktadırlar.

 

İmam Malik (r.a.) Muvatta'mda kendisine ulaştığına göre, Salim b. Abdullah ile Süleyman b. Yesar'ın kocası Ölen kadın hakkında şöyle dediklerini kaydeder: Gözlerindeki bir iltihaptan yahut kendisine isabet eden bir rahatsızlıktan dolayı gözüne zarar gelmesinden korkarsa, sürmenin içinde güzel koku olsa bile, gözlerine sürme çekip sürme ile tedavi olabilir, " Ebu Ömer diyor ki: Çünkü amaç güzel koku sürünmek değil, tedavi olmaktır. Ameller niyetlere göredir.

 

İmam Şafii, (r.a.) diyor ki: Azvay san renk verir, zinet olur. Güzel koku değildir, cela sürmesidir. Ümmü Seleme (r.a.), kadına görülmediğinden ötürü geceleyin kullanması ve görüldüğünden dolayı da gündüz silmesi şartıyla izin vermiştir. Benzerleri de böyledir.

 

Ebu Muhammed İbn Kudame, Muğni adlı eserinde diyor M: Yas tutan kadının sürme taşıyla gözüne sürme çekmesi yasaklanmıştır. Çünkü onunla süslenme meydana gelir. Tutya, anzarot vb. şeylerin sürme olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur. Zira bunlarda süslenme anlamı yoktur. Aksine bunlar gözü çirkinleştirir ve hastalığını artırırlar... Yüzü dışında bedeninin diğer yerlerine azvay sürmesi merLedilmez. Çünkü azvayın yalnızca yüze sürülmesi yasaklanmıştır. Zira yüze san renk verir ve böylece kınaya benzemiş olur. Bundan ötürü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "O, yüzü gençleştirir, güzelleştirir." buyurmuştur.

 

Ümmü Seleme hadisinden dolayı yas tutan kadının tırnaklarını kesmesi, koltuk altı kıllarını yolması, tıraş edilmesi mendup olan kılları tıraş etmesi, Arabistan kirazı denilen sidir ile yıkanması ve onunla saçlarını taraması yasak değildir. Çünkü sidir kullanmaktan maksat, güzel koku sürünmek değil, temizlenmektir. İbrahim b. Hani en-Nisaburi, Mesail adlı eserinde kaydeder ki: Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'e: "Kocası ölen kadın sürme taşı ile yüzüne sürme çekebilir mi?" diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: "Hayır, çekemez. Ancak isterse, gözüne bir zarar gelmesinden korkup, şiddetli rahatsızlık duyduğunda azvay ile gözüne sürme çekebilir."

 

İkinci tür: Zinetli elbise. Yas tutan kadına, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine yasakladığı şeyler ve O'nun yasakladığından daha çok yasaklanmaya layık olan, veyahut O'nun yasakladığına denk olan şeyler haramdır. Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Boyalı elbise giyemez." buyurmuştur. Bu ifade aspur ve safranla boyanmış olanları ve diğer kırmızı, sarı, yeşil ve saf mavi ile boyanmış olanlan ve bütün güzelleştirme ve süsleme amacıyla boyanmış olan elbiseleri kapsar. Başka bir metinde: "Gerek aspurla, gerekse çamurla boyanmış elbise giyemez." buyrulmuştur.

 

Bunlardan başka iki tür daha vardır: 1- İzin verilmiş olan: Boya maddesi kanşmaksızm doğal şekliyle ipek, ibrişim, pamuk, keten, yün, deve tüyü yahut kıldan dokunan ya da çizgili aba kumaşlarında olduğu gibi, bükülmüş ipliği boyanmış olup da başkasıyla birlikte dokunan. 2- Mesela siyah renkte olduğu gibi, boyamadan maksat süslenme olmaz veya çirkinleştirme yahut kiri örtüp kapama için boyama yapılırsa bu yasak değildir.

 

İmam Şafü (r.a.) diyor ki: Elbisede iki zinet vardır: 1- Elbise giyeni güzelleştirir. 2- Ayıp yerleri örter. Ebliseler giyenler içir. bir zinettir. Yas tutan kadına vücudunu süslemek yasaklandığı halde ayıp yerlerini kapatmak yasaklanmamıştır. Her türlü beyaz elbise giymesinde bir sakınca yoktur. Çünkü beyaz, süsleyici değildir. Yün, deve tüyü, ipek vb. gibi boya maddesi kanşmaksızm doğal şekliyle dokunan her şey böyledir. Yine mesela siyah renkte olduğu gibi boyamadan maksat süsleme olmayan veya çirkinleştirme yahut kiri giderme için boyanan her şey de böyledir. Elbisede yahut üzerindeki başka şeylerde süs ya da nakış bulunuyorsa, yas tutan kadın onu giyemez. Bu hüküm her hür yahut cariye, büyük yahut küçük, müslüman yahut zimmi kadın için geçerlidir.

 

Ebu Ömer diyor ki: Şafii'nin (r.a.) bu konudaki görüşü, Malik'in görüşü gibidir. Ebu Hanife ise diyor ki: Boyalı olmasa da, yas tutan kadın süslenme kasdederse, gerek asb denilen çizgili Yemen kumaşından ve gerekse ipekten mamul elbise giyemez. Şayet boyalı elbiseyi zinet olarak giyinmeyi kastetmezse, onu giyinmesinde bir sakınca yoktur. Gözü rahatsız olursa, sürme olarak siyah ve başka renkleri kullanabilir. Gözünde rahatsızlığı olmazsa sürme çekemez.

 

İmam Ahmed (r.a.) ise Ebu Talib'in rivayetine göre diyor ki: İddet bekleyen kadın süslenemez, herhangi bir güzel koku sürünemez, zinet olarak gözüne sürme çekemez, içinde güzel koku bulunmayan herhangi bir yağ ile yağlanabilir, güzel kokmak için miske ve safrana yaklaşamaz.

 

Bir yahut iki talakla boşanmış kadın, boşayan kocası kendisine yeniden döner ümidiyle süslenip bezenebilir.

 

Ebu Davud, Mesail adlı eserinde Ahmed'in şöyle dediğini işittim, diyor: Kocası ölen, üç talakla boşanan ve ihramlı olan kadınlar güzel koku ve zinnetten kaçınırlar.

 

Harb, MesaiVde anlatıyor: İmam Ahmed'e (r.a.):. "Kocası ölen ve boşanan kadınlar ipek olmayan aba giyebilirler mi?" diye sordum. "Kocası ölen kadın güzel koku sürünemez, zinetle süslenemez." dedi ve güzel koku hususunda aşırı derecede durdu. Ancak kadının hayızdan temizlendiğinde birazcık sürünebileceğini belirtti. Sonra: "Üç talakla boşanan kadını, kocası ölen kadına benzettim. Çünkü kocasının ona geri dönme imkanı kalmamıştır." dedi. Sonra Harb, Ümmü Seleme'ye kadar uzanan senedi zikrederek diyor ki: Kocası ölen kadın asburla boyalı elbise giyemez, kına yakınamaz, gözlerine sürme çekemez, güzel koku sürünemez, güzel kokuyla saçlarını tarayamaz.

 

İbrahim b. Hani en-Nisaburi, MesaiVde anlatıyor: Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel'e) kadının, iddeti içinde yüzüne peçe tutunmasının, yahut iddeti içinde yağlanmasının hükmünü sordum: "Sakıncası yok. Yalnızca kocası ölen kadının süslenmesi mekruhtur." cevabını verdi. Ebu Abdillah: "İçinde güzel koku bulunan her türlü yağla yaglanamaz." dedi.

 

İmam Ahmed, Şafii ve Ebu Hanife'nin —Allah onlara rahmet eylesin— sözleri şu noktada toplanmaktadır: Giyilmesi yasak olan elbise —hangi türden olursa olsun— zinet elbisesi olandır. Kesinlikle doğru olan da budur. Çünkü kendisinden dolayı asbur ve kırmızı çamurla boyanmış olan elbisenin yasaklandığı mana anlaşılmıştır. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) boyanın yanında özel olarak bunu, emsalinin ve yasaklanmaya daha layık olanların da yasaklandığını belirtmek için zikretmiştir. Bundan dolayı yükset fiyatlı ve son derece şık olup da zinet maksadıyla giyilen pahalı, lüks ve süslü abalar ile beyaz elbiseler (yas konusunda) yasaklanmaya, boyalı elbiseden daha layıktırlar. Allah ve Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) maksadını anlayan herkes bunda kuşku duymaz. İş, Ebu Muhammed b. Hazm'ın dediği gibi değildir. O diyor ki: Tas tutan kadın yalnızca boyalı elbiselerden sakınır. Bundan sakındıktan sonra artık dilediği gibi tabii rengi icabı beyaz yahut sarı da olan boyanmamış ipek, asli rengindeki deniz yünü... vs. giyinmesi mubahtır. Altından örülmüş yahut tamamı altın, gümüş, mücevher, yakut, zümrüt ve diğer kıymetli madenlerden dokunmuş zinet eşyası takınması da mubahtır. Kaçınması gereken yalnızca şu beş şeydir: 1- Her türlü sürme. İster zorunlu olsun, ister olmasın, isterse gözleri görmez olsun, ne gece ne gündüz sürme kullanabilir. 2- Gerek başa. gerek bedene yahut bunlardan biri üzerine giyinilen her türlü boyalı elbiseden sakınması farzdır. Bu konuda siyah, yeşil, kırmızı, san... vs. eşit konumdadır. Ancak yalnızca asb denilen Yemen mamulü nakışlı kumaştan yapılan elbise müstesnadır, onu giyinmesi mubahtır. 3- Her türlü kına ve makyaj boyalarından sakınması da farzdır. 4- Saçlarını sadece tarakla tarama dışında taranıp süslenmekten de kaçınır. Sırf tarakla saçların taraması helaldir. 5- Güzel kokunun her türlüsünden kaçınması da farzdır, hiçtir güzel kokuyu üstüne yaklaştıramaz. Ancak yalnızca hayızdan temizlendiğinde bir parçacık kust (öd ağacı) denilen Hindistan buhurundan yahut tırnak buhurundan sürünebilir..." İşte İbn Hazm'ın zikrettiği bu beş şeyi kendi ifadeleriyle aktardık.

 

ibn Hazm'ın ne zinetle hiçbir alakası olmayan siyah elbise giymesini haram sayıp, altın, gümüş ve mücevherattan mamul ateş gibi pırıl pırıl parlayan elbiseyi mubah sayması ve ne de kiri yok etmek için kalın şekilde boyanmış elbiseyi haram sayıp güzelliği, zerafeti ve şıklığı göz kamaştıran ipek elbiseyi mubah sayması şaşılacak bir şeydir. Asıl şaşılacak olan "Bu, gerçekten Allah'ın dinidir; hiç kimsenin buna aykırı görüş ileri sürmesi helal değildir." demesidir. Bundan daha garibi de Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yas tutan kadına süslü elbise giymeyi yasaklayan sahih hadisine muhalefete kalkışmasıdır ve bundan da garibi, bu hadisi bu şekilde kaydettikten sonra: "Bu sahih değildir. Çünkü b. İbrahim b. Tahman rivayet etmiştir. O, zayıf bir ravidir. Hadis sahih olsaydı, elbette ona göre hüküm verirdik." demesidir. Ebu Muhammed b. Hazm'ın İbrahim b. Tahman'la ne alıp veremediği var acaba! Oysa bu zat, altı hadis imamının ittifakla hadislerini aldığı sika, güvenilir hadis hafızlarındandır. Aralarında Buhari ve Müslim'in de bulunduğu Sahih sahipleri onun hadislerini delil olarak kullanmakta ittifak etmişlerdir. Hadis imamları onun güvenilirliğine ve doğruluğuna tanıklık etmişlerdir. Onlardan herhangi birinden onun hakkında ne bir yaralama, ne bir tırmalama rivayet edilmiştir. Muhadd isi erden herhangi birinin, onun rivayet ettiği bir hadisi illetli bulduğu yahut onun sebebiyle hadisi zayıf saydığı asla görülmüş değildir. Benim de hazır bulunduğum bir derste üstadımız Hafız Ebu'l-Haccac'a Tehztb'deki şu metin okundu: "İbrahim b. Tahman b. Said el-Horasani Ebu Said el-Herevi: Herat'ta doğdu. Nisabur'a yerleşti. Bağdad'a gitti ve orada hadis rivayetinde bulundu. Sonra Mekke'ye yerleşti ve orada öldü." Tehzib sahibi, sonra bu zatın kendilerinden hadis aldığı üstadlannı ve kendilerine hadis rivayet ettiği öğrencilerini, sonra da şunları kaydetti: Nuh b. Amr b. el-Mervezi, Sufyan b. Abdülmelik yoluyla İbn Mübarek'in onun hakkında: "Hadisi sahihtir.' dediğini nakleder. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah onun hakkında Yahya b. Main'in "Sakıncası yok." dediğini nakleder, el-İcli de böyle demiştir. Ebu Hatim "Saduk, hadisi hasen." diyor. Osman b. Said ed-Darimi: "Hadiste sika idi. Sonra hadis imamları sürekli onun rivayet ettiği hadisi çok arzu eder, ona rağbet eder ve kendisinin sika olduğunu söylerlerdi." demiştir. Ebu Davud "sika" olduğunu söylemiştir. ishak b. Rahuyeh ise: "Hadisi sahih, rivayeti hasen (iyi) ve semaı bol biriydi. Horasan'da ondan çok hadise sahip kimse yoktu. Kendisi sika biridir. Cemaat (ana hadis kitapları müellifleri) ondan rivayette bulunmuştur." demektedir. Kadı Yahya b. Eksem: "Horasan, Irak ve Hicaz'da hadis rivayetinde bulunanların en seçkin, en güvenilir ve ilmi en geniş olanlanndandır." demiştir. el-Mes'udi diyor ki: Malik b. Süleyman'ın şöyle dediğini işittim: "İbrahim b. Tahman 168/784 senesinde Mekke'de vafat etti. Arkasında kendisi gibi birini bırakmadı."

 

Sahabe —Allah onlardan razı olsun— bu nasslara uygun ve bu nassların anlam ve maksatlarını ortaya koyacak şekilde fetva vermişlerdir. Sahih bir rivayete göre İbn Ömer diyor ki: Yas tutan kadın gözüne sürme çekemez, güzel koku sürünemez, kına yakmamaz; asburlu, boyalı elbise ve çizgili aba giyemez, zinet eşyası ile süslenemez, zinet maksadıyla bir şey takmamaz, yine zinet maksadıyla gözlerine herhangi bir türden sürme çekemez; ancak gözü rahatsız olursa sürme kullanabilir.

 

Abdürrezzak - Süfyan es-Sevri - Ubeydullah b. Ömer - Nafi' senetli sahih rivayete göre, ibn Ömer demiştir ki: Kocası ölen kadın güzel koku sürünemez, kına yakmamaz, gözlerine sürme çekinemez, boyalı elbise giyemez. Ancak asb denilen çizgili Yemen kumaşından gömlek giyinebilir.

 

Sahih rivayete göre Ümmü Atiyye demiştir ki: Yas :utan kadın, asb dışında boyalı elbise giyinemez, güzel koku sürünemez. Ancak kust denilen Hindistan buhurundan ve tırnak buhurundan en asgari sevtyede sürünebilir, zinet olarak gözlerine sürme çekemez.

 

ibn Abbas'ın (r.a.): "Kocası ölen kadın,' güzel koku ve zinetten sakınır." dediği sahihtir.

 

Sahih rivayete göre Ümmü Seleme (r.a.) demiştir ki: Herhangi bir boyalı elbise giyemez, gözlerine sürme çekemez, süs eşyası takmamaz, kına yakmamaz, güzel koku sürünemez.

 

Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Aspurla boyanmış elbise giyemez, güzel koku sürünemez, gözlerine sürme çekinemez, süs eşyası takmamaz, isterse asb kumaşından mamul elbise giyebilir.

 

Peçeye gelince; el-Hıraki, Muhtasafmaa: "Kocası ölen kadın güzel koku, zinet, evinden başka bir yerde geceleme, sürme taşıyla gözüne sürme çekme ve yüzüne peçe takmaktan kaçınır." diyor. İmam Ahmed'den böyle açık bir ifade bulamadım.

 

Oysa İshak b. Hani, Mesailinde diyor ki: Ebu Abdillah'a kadının iddeti içinde yüzüne peçe tutunmasının, yahut: iddeti içinde yağlanmasının hükmünü sordum. "Sakıncası yok. Yalnızca kocası ölen kadının süslenmesi mekruhtur." cevabını verdi. Lakin Ebu Davud Mesailinde (Ahmed b. Hanbel'den naklen) kocası ölen, üç talakla boşanan ve ihramlı olan kadınlar hakkında: "Güzel koku ve zinetten kaçınırlar." diyerek kaçınacağı şeyler konusunda, kocası ölen kadını ihramlı kadınla bir tutmuştur. Bu söz dış görünüşü itibarıyla yas tutan kadının peçe tutunmaktan da kaçınmasını icabettirir. Allah daha iyi bilir ya, her halde Ebu'l-Kasım İmam Ahmed'in bu ifadesinden çıkarmıştır. Ebu Muhammed de el-Muğni'de bu şekilde illetlendirmistir: Diyor ki: Bölüm üç: Yas tutan kadının kaçınması gereken şeyler: Peçe ve o anlamı taşıyan bürgü vs. Çünkü, iddet bekleyen kadın, ihramı kadına benzer. İhramlı ise bundan kaçınır. Yüzünü örtme ihtiyacı duyarsa, ihramlı kadının yaptığı gibi yüzü üzerine sarkıtır.

 

Soru: Peki, eğilmiş ipi boyanan sonra ondan dokunan kumaştan mamul elbise hakkında ne diyorsunuz? Onu giyinebilir mi?

 

Cevap: Bunda iki yön vardır. İkisi de el-Muğni'de verilen ihtimallerdir: 1- Giymek haramdır. Çünkü çok güzel, çok pahalı olup güzellik için boyanmıştır. Bu yüzden dokunduktan sonra boyanan kumaşa benzemiştir. 2- Ümmü Seleme (r.a.) hadisindeki Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ancak asb kumaşından mamul elbise giyilebilir." sözünden dolayı haram değildir. Çünkü kadının zikrettiğine göre bu asb kumaşının önce eğilmiş ipi boyanır sonra dokunur. Usta d "Birincisi daha doğrudur." demiştir. Asb ise, doğru olan görüşe göre, kendisiyle kumaş boyanan bir tür bitkidir. Süheyli diyor ki: Vers (ala çehre, yahut Yemen safranı denen bitki) ve asb yalnız Yemen'de yetişen iki bitkidir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), yas tutan kadının asb ile boyanmış elbise giymesine izin vermiştir. Çünkü kırmızı ve sarı gibi güzelleştirme gayesi dışında boyanmış anlamındadır. Şu halde dokunduktan sonra boyanan kumaşta zinet meydana geldiği gibi, önce eğilmiş ipi boyananla da zinet ortaya çıktığı halde onun giyilmesini caiz görmenin bir anlamı yoktur. En iyi bilen Allah'tır.

 

 

10- Hz. Peygamberin (s.a.) istlbra konusundaki Hükümleri:

 

a) İstibranın genel hükümleri:

 

Müslim'in Sahih'inde Ebu Said el-Hudri'den rivayet edilen bir hadise göre, Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Huneyn savaşı sırasında IMas'a bir ordu gönderdi. Bu ordu düşmanla karşılaştı. Yapılan savaşta onları yendi. Pek çok kadın esir ele geçirdiler. Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ashabından bazı kimseler bu kadınların müşrik kocaları bulunmasından ötürü onlarla cinsi İlişkiye girmeyi günah sayıp bu işten geri durdular. Allah Teala bu konuda: "Maliki bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı." ayetini [Nisa, 24] indirdi ve böylece "iddetlerinin bitiminde o kadınlar size helaldir." demek istedi.

 

Yine Müslim'in Sahih'inde Ebu'd-Derda'dan rivayet edilen bir hadise göre ise, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir kıl çadırın kapısı önünde doğum yapma vakti yaklaşmış bir kadına rastladı ve:"Herhalde sahibi onunla cinsi ilişki kurmak istiyor." buyurdu. Yanındakiler: "Evet." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):"İçimden kurdum ki, o adama bir lanet edeyim, o lanetle kabrine girsin! Helal olmadığı halde o anne kanundaki çocuğu nasıl mirasçı yapabilir? Helal olmadığı halde onu kendisine nasıl hizmetçi yapabilir?" buyurdu.

 

Tirmizi'de Irbaz b. Sariye'den aktarılan bir rivayete göre Hz. Peygamber  (s.a.}, kannlarındakini doğuruncaya kadar esir kadınlarla cinsi ilişki kurmayı haram kılmıştır.

 

Müsned'de ve Ebu Davud'un Sünen'inde Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem). Evtas savaşında ele geçirilen kadın esirler hakkında: "Hamile olanlar doğuruncaya kadar, hamile olmayanlar da bir aybaşı hali geçirinceye kadar cinsi ilişki kurulmaz." buyurdu.

 

Tirmizi de Rüveyfi' b. Sabit'ten (r.a.) rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse, kendi suyunu başkasının çocuğuna içirmesin." buyurmuştur. Tirmizi: "Bu hadis hasendir." diyor.

 

Ebu Davud'un aynı sahabiden rivayetine göre ise, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimsenin, istibrası tamalarancaya kadar esir kadınlardan herhangi birisiyle cinsi ilişkiye girmesi helal olmaz." buyurdu.

 

Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadiste ise: "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse esir alınan dul kadınlardan biliyle kadın hayız görünceye kadar cinsi ilişki kurmasın." buyrulmuştur.

 

Buhari'nin Sahih'inde rivayetine göre, ibn Ömer diyor ki: Kendisiyle cinsi ilişki kurulan cariye hibe edildiğinde yahut satıldığında veyahut da azad edildiğinde bir hayız müddetince istibrası beklensin. Bakirenin istibrası beklenilmez.

 

Abdürrezzak'm, Ma'mer - Amr b. Müslim - Tavus senediyle rivayetine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gazalanndan birinde: "Hiç kimse herhangi bir hamileye ve bir hayız geçirinceye kadar herhangi gebe olmayan bir kadına ilişmesin." diye ilan etmesi için bir tellal gönderdi.

 

Süfyan es-Sevri - Zekeriyya - Şa*bi senediyle yine Abdürrezzak'ın rivayetine göre Evtas savaşında müslümanlar kadın esirler ele geçirdiler. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), onlara doğum yapıncaya kadar herhangi bir hamileye ve bir hayız geçirinceye kadar herhangi bir gebe olmayan kadına ilişmemelerini emretti.

 

Bu hadisler pek çok hüküm İçermektedirler:

 

Birinci hüküm: Rahminde çocuk bulunmadığı bilininceye kadar esir kadınla cinsi ilişkiye girmek caiz değildir. Eğer hamile ise doğuma kadar, değilse bir hayız geçinceye kadar kendisiyle cinsi ilişkiye girilmez. Şayet aybaşı olmayan kadınlardan ise, bu konuda bir nass bulunmamaktadır. Gerek böyle durumdaki kadın gerek bakire ve gerekse: İ) Satıcısının yanında iken hayız olup sonra satıcısı, hayızı müteakip mülkiyetinden çıkarmadan önce kendisiyle cinsi ilişkiye girmemiş iken satmış olması, 2) Yahut korunaklı bir kadının yanında bulunup ondan bir adama intikal etmesi yollarından biriyle rahminde çocuk bulunmadığı bilinen kadın hakkında ihtilaf edilmiş; Şafii, Ebu Hanife ve Ahmed, hadislerin umumi ifadelerini esas alarak, rahmin boş olduğu bilinmekle birlikte iddetin vacip olmasını gözönünde bulundurarak ve sahabe * tatbikatını delil göstererek bütün bunlar hakkında, istibrayı vacip görmüşlerdir. Nitekim Abdürrezzak'ın İbn Cüreyc'tan rivayetine göre Ata anlatıyor: Bir cariye (satılmak suretiyle) üç tüccarın elinden geçti ve bir çocuk dünyaya getirdi. Bunun üzerine Hz. Ömer kailleri çağırttı. Onlar da cariyenin çocuğunu, adamlardan birinin nesebine kattılar. Sonra Hz. Ömer şöyle dedi: Kim hayız görme yaşma ulaşmış bir cariye satın alırsa, hayız oluncaya kadar ona ilişmeden beklesin. Şayet hayız olmazsa kırk beş gece beklesin.

 

Diyorlar ki: Allah, gerek hayızdan kesilmiş ve gerekse hayız görme yaşma ulaşmamış kadınlara iddet beklemelerini vacip kılmış ve bu müddeti de üç ayla sınırlamıştır. İstibra, cariyenin iddetidir; hem hayızdan kesilmiş olana ve hem de hayız görme yaşma ulaşmamış olana vaciptir.

 

Diğerleri diyorlar ki: istibrada gözetilen amaç, rahmin boş olduğunun bilinmesidir. Bu yüzden cariye sahibi, rahminin boş olduğunu kesin olarak bilirse onunla cinsi ilişki kurabilir, istibrada bulunması vacip değildir. Nitekim Abdürrezzak'm, Ma'mer - Eyyub - Nail* senediyle rivayetine göre İbn Ömer (r.a.): "Cariye, bakire olursa, sahibi isterse istibrada bulunmayabilir." demiştir. Buhari de Sahih'inde ibn Ömer'in bu sözünü kendisinden rivayet etmiştir.

 

Hammad b. Seleme'nin, Ali b. Zeyd - Eyyub b. Abdullah el-Lahmi senediyle rivayetine göre ibn Ömer anlatıyor: Celula savaşında payıma bir cariye düştü. Boynu sanki gümüş ibrik gibiydi. Kendimi tutamadım. İnsanların gözleri önünde onu öpmeye başladım.

 

İmam Malik'in görüşü de bu yoldadır. Şimdi burada onun benimsediği kaide ve bu kaideden çıkan fıkhi hükümleri vereceğiz: Ebu Abdillah el-Mazeri, (v. 536/1141) istibra konusunda bir kaide ortaya koymuştur ki, o kaidenin metnini aynen sunuyoruz:

 

"Bu konuda prensip şudur: Gebe olmadığından emin olunan her cariyede istibra lazım değildir. Büyük ihtimalle gebe olduğu sanılan, yahut gebeliğinde şüphe ya da tereddüt edilen cariyede istibra lazımdır. Büyük ihtimalle rahminin boş olduğu sanılan, ancak büyük ihtimal yanında rahminde çocuk bulunması ihtimali de mevcut olan cariye konusunda (Maliki) mezhebinde istibranm gerekliliği yahut düşeceği hususunda iki görüş bulunmaktadır."

 

Sonra el-Mazeri, bu prensibi esas alarak cinsi İlişkiye dayanıklı küçük cariyenin ve hayızdan kesilmiş cariyenin istibrası gibi, bir takım fıkhi hükümler çıkarmıştır. Bu konuda İmam Malik'den iki rivayet vardır, el-Cevahir sahibi diyor ki: Onüç yahut ondört gibi gebe kalma yaşma yaklaşmış bulunan küçük cariyede istibra vaciptir. Dokuz-on yaşındakiler gibi, cinsi ilişkiye dayanıklı olup ancak emsalleri gebe kalmayan küçük cariyenin istibrası hususunda iki rivayet vardır. Malik, ibn Kasım'ın rivayetine göre istibrayı gerekli görmüş, ibn Abdilhakem'in rivayetine göre ise gerekli görmemiştir. Şayet cariye cinsi ilişkiye dayanıklı olmayanlardan ise istibra gerekmez. Diyor ki: Kırk-elli yaşındakilerde olduğu gibi hayız görme yaşını geçmiş, ama hayızdan kesilme yaşına ulaşmamış cariyede istibra vacipdir. Hayızdan kesilmiş ve artık hayız görme ihtimali kalmamış bulunan cariyede istibrlnın vacip olup olmadığında İbn Kasım ve İbn Abdilhakem'den iki rivayet aktarılmıştır. el-Mazeri diyor ki: Cinsi ilişkiye dayanıklı küçük cariyenin ve hayızdan kesilmiş cariyenin istibrasmın sebebi şudur: Bunlarda nadiren de olsa gebe kalma imkanı vardır; yahut imkan bulunan yerlerde imkan yoktur diye iddiada bulunulması için gediği tıkamak sebebi.

 

el-Mazeri diyor ki: Şu hususlarda istibra, bu sebeple gerekil görülmüştür:

 

1- Zina etmiş olması korkusuyla cariyenin istibrası. Bu tür istibraya su-i zandan dolayı istibra denilmektedir. Bu konuda iki görüş vardır. Istibranın gerekmediği görüşü Eşheb'e aittir.

 

2- Kötü huylu cariyenin istibrası. Bunda iki görüş vardır. Baskın olan görüş: Her ne kadar nadiren olursa da, böyle bir durumda sahiplerinin onlarla cinsi ilişkiye girmemeleri gerekir.

 

3- Hayaları kesik bir adamın, yahut bir kadının, yahut da mahrem birinin satmış olduğu cariyenin istibrası. Vacip olup olmadığı konusunda imam Malikten iki rivayet vardır.

 

4- Tasarrufta bulunmuş, sonra acziyete düşmüş ve efendisine geri dönmüş bulunan mükatebe (efendisine belli miktar para getirmek suretiyle hürriyetini elde etme) sözleşmesi yapmış cariyenin istibrası. ibn Kasım istibranın gerekliliğini, Eşheb ise gereksizliğini savunmaktadır.

 

5- Bakirenin istibrası. Ebu'l-Hasan el-Lahmi: "İhtiyat olarak müstahaptır, vacip değildir." diyor. İmam Malik'in daha başka müntesipleri ise vaciptir diyorlar.

 

6- Satıcı, cariyenin istibrasını gerçekleştirir ve müşteri de onun bu yaptığını bilirse satıcının istibrası, müşterinin istibrası yerine geçer.

 

7- Sahibi, cariyeyi müşteri yanına emanet koymuş olsa ve cariye emanet bırakıldığı şahsın yanında bir aybaşı hali geçir&e, sonra o kimse cariyenin istibrasını gerçekleştirse, ikinci bir istibraya ihtiyaç duymaz, o geçirdiği aybaşı hali cariyenin istibrası yerine geçer. Bu ise cariyenin dışarı çıkmaması ve efendisinin onun yanına girmemiş olması şartıyla geçerlidir.

 

8- Bir kimse cariyeyi, kendi hanımından yahut ailesi içindeki kendi küçük çocuğundan satın alsa ve cariye satıcmm yanında aybaşı hali geçirse: ibn Kasım'a göre şayet cariye dışarı çıkmamışsa, bu istibra için yeterlidir; Eşheb'e göre ise, eğer satıcı müşteriyle birlikte bir evde duruyor ve müşteri (koca veya baba) o cariyeyi kolluyor, müdafaa ediyor olsun veya olmasın bu durum istibra için yeterlidir.

 

9- Şayet cariyenin efendisi uzaklarda olur ve dönüp geldiğinde bir adam, cariye dışan çıkmadan önce kendisinden onu satın alırsa, yahut cariye hayızlı halde dışan çıkmış olup da temizlenmeden önce satın alırsa istibrada bulunması gerekmez.

 

10- Cariye, hayız halinin başında iken satılırsa İmam Malik'ten gelen meşhur görüşe göre, bu onun için bir istibra sayılır. Yeni bir hayız görmesine gerek kalmaz.

 

11- Cariyeye bir başkasıyla ortaklaşa sahip olan kimse, ortağından cariyenin diğer payını da satın alsa ve cariye satın alanın emri altında olup onun yanında iken aybaşı olmuş olsa, o kimsenin istibrada bulunması gerekmez.

 

İmam Malik'in mezhebindeki bütün bu fıkhı hükümler, onun istibra konusundaki prensibini sana bildirmektedir: Yani rahmin boş olduğu bilinmedikçe, yahut zannedilmedikçe istibra vacip olur, rahmin boş olduğu bilinir yahut zannedilirse istibra vacip olmaz. Ebu'l-Abbas ibn Süreye ve Ebu'l-Abbas İbn Teymiye, ibn Ömer'den (r.a.) de sahih olarak nakledildiği gibi, bakirenin istibrası vacip değildir demişlerdir. Onların görüşüne biz de katılıyoruz. Cariyenin mülkiyetinin her el değiştirmesinde, ne olursa olsun istibranın vacip olduğu yolunda Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) umumi bir nass aktanlmamıştır. Yalnızca Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) esir alınan kadınlarla, hamile olanlar doğum yapıncaya ve olmayanlar ise aybaşı görünceye kadar cinsi ilişki kurulmasını yasaklamıştır.

 

Soru: Hadisin genel ifadesi dullarla cinsi ilişki kurmanın yasak olması gibi, isübradan önce bakirelerle de cinsi ilişki kurmar m haram olmasını gerektirir.

 

Cevap: Evet, öyle. Neticede hadis umumi yahut mutlaktır, ondan maksadın ne olduğu da anlaşılmıştır. Şu halde istibrayı gerektiren durumun bulunması halinde, tahsis görür yahut şaıta bağlanır. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu hadisinin mefhumuyla da tahsis edilir: "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse esir alınan dul kadınlardan biriyle kadın hayız görünceye kadar cinsi ilişki kurmasın." Aynca sahabi görüşüyle de hadis tahsis görür. Bu sahabiye aykırı görüş beyan eden bir kimse bilinmemektedir.

 

Buhari'nin Safttfı'indeki bir hadiste Büreyde anlatıyor: Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), humusu alması için Hz. Ali'yi Yemen'e Halid'in yanına gönderdi. Hz. Ali onların içinden kendisi için bir esir kadın seçip aldı. Sabah oldu gusletti. Halid'e: "Şunu görüyor musun?" dedim. —Bir rivayete göre Halid, Büreyde'ye: "Şunun yaptığını görüyor musun?" eledi.— Büreyde anlatmaya devam ediyor: Hz. Ali'ye (r.a.) buğzederdim. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanına gelince durumu kendisine anlattım. Bana: "Ey Büreyde! Ali'ye buğz mu ediyorsun?" diye sordu. "Evet." dedim. "Ona buğzetme. Humusta onun bundan daha çok hakkı vardır," buyurdu. Bu cariye ya bakire idi, Hz. Ali bundan dolayı istibrasını gerekli görmedi. Ya da aybaşı halinin son deminde idi. Bu yüzden ona sahip olmadan önceki hayızla yetindi. Her ne olursa olsun, istibraya gerek duyulmayacak şekilde cariyenin rahminin boşluğu anlaşılmış olmalıdır.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözünü gereği gibi inceden inceye düşünürsen: "Hamile olanla doğuruncaya kadar, hamile olmayanla da aybaşı hali geçirinceye kadar cinsi ilişki kurulmaz." sözünü görür ve bundan şunu anlarsın: Hamile olmayan demek, hamile olması da, olmaması da mümkün olan demektir. Bu yüzden hamile olması korkusuyla kendisiyle cinsi ilişkiye girilmez. Bu kişi onun rahminin durumunu bilmemektedir, işte Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), esir kadınlar hakkındaki bu sözü, esir alanlar onların durumlarını bilmedikleri için söylemiştir.

 

Buna göre bir cariyeye sahip olan ve mülk edinmeden Önce onun halini, hamile olup olmadığını bilmeyen herkes, cariye bir hayız geçirmek suretiyle istibrada bulununcaya kadar onunla cinsi ilişkiye giremez. Bu akılla anlaşılabilir bir husustur; ne kastedildiği anlaşılmayan sırf taabbudi bir husus degidir. Bakirenin, emsalleri hamile kalmayan küçüğün, kişinin kendi karısından satın aldığı kendi evinde bulunan ve asla dışarı çıkmayan cariyenin ve bunlar gibi rahminde çocuk bulunmadığı bilinen cariyenin istibrasının bir anlamı volttur. Aynı şekilde kadın zina edip de evlenmek istediğinde, onunla evlenecek şahıs, kadın bir hayız geçirinceye kadar bekler, istibrada bulunur, sonra evlenir. Yine aynı şekilde kadın evli iken zina etse, bir hayız geçinceye kadar kocası ondan geri durur. Yine aynı şekilde efendisi öldüğünde ümmü veled bir hayız geçirinceye kadar iddet bekler.

 

Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah diyor ki: Babama: "Efendisi öldüğünde, yahut efendisi kendisini azad ettiğinde ümmü veled ne kadar iddet bekler?" diye sordum. Şöyle cevap verdi: iddeti bir hayızdır. O, her halükarda cariyedir. Bir cinayet işlerse, işlediği cinayetin kıymetini efendisi öder. Şayet kendisine karşı bir cinayet işlenirse, cinayeti işleyen kimse onun eksilen kıymetini öder. Vefat ederse, geride bıraktığı her şey efendisinin olur. Eğer bir haddi gerektirecek bir suç islerse, kendisine cariyelere uygulanan had cezası tatbik edilir. Şayet efendisi onunla evlenirse, doğurduğu çocuklar kendisinin durumunda olur; onun azad olmasıyla azad, köle olmasıyla köle olurlar.

 

 

b) Ümmü Veledin İddeti:

 

Alimler, ümmü veledin (efendisinden çocuk doğuran cariye) iddeti konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, dört ay on gün iddet bekler demişlerdir. Bu, hür kadının iddetidir ve bu, kölelikten hürriyete kavuşan cariyenin iddetidir. İddeti dört ay on gündür diyenlerin, onu mirasçı kılmaları ve hür kadın hükmünde görmeleri gerekir. Çünkü iddet konusunda onu hür kadın konumuna geçirmişlerdir. Bazı alimler ise ümmü veledin iddeti üç hayızdır, demişlerdir. Bu görüşün hiçbir tutunulacak yönü yoktur. Üç hayız müddeti, boşanmış kadın iddet bekler. Oysa ümmü veled ne boşanmıştır ne de hürdür. Allah iddeti zikretmiş ve "Sizden vefat edenlerin geride bıraktıkları hanımları dört ay on gün beklerler. "[Bakara, 234] Ümmü veled ise hür ya da zevce değil ki, dört ay on gün iddet beklesin. Allah: "Boşanan kadınlar üç kar' müddeti beklerler."[Bakara, 228] buyurmaktadır. Ümmü veled ise kölelikten hürriyete kavuşan bir cariyedir. Bu, İmam Ahmed'in (r.a.) İfadesidir.

 

Aynı şekilde İmam Ahmed, Salih'in rivayetine göre demiştir ki: Ümmü veled, efendisi öldüğünde ya da efendisi kendisini azad ettiğinde bir hayız müddeti iddet bekler. Ümmü veled her halükarda cariyedir.

 

Muhammed b. Abbas'ın rivayetine göre ise şöyle demiştir: Efendisi Öldüğü zaman, ümmü veledin iddeti dört ay on gündür.

 

Üstad (ibn Kudame) el-Muğni adlı eserinde diyor ki: Ebu'l-Hattab, imam Ahmed'den: "Ümmü veled iki ay beş gün iddet belder." şeklinde bir üçüncü rivayet nakletmiştir. İmam Ahmed'den bu rivayeti et-Cami'de bulamadım. Ahmed'den gelen bu rivayetin sahih olduğunu sanmıyorum. Bu şekildeki görüş Ata, Tavus ve Katade'den rivayet edilmiştir. Çünkü ümmü veled efendisinin ölümü anında cariyedir. Dolayısıyla onun iddeti de cariye iddetidir. Nitekim, bir adam ölüp geride cariye karısını bıraksa, bu cariye adamın ölümünden sonra azad olur. Bu rivayet İshak b. Mansur'un Ahmed'den rivayeti değildir.

 

Ebu Bekir Abdulaziz, Zadu'l-müsafir adlı eserinin "Ümmü veledin vefat ve boşanmadan dolayı iddet beklemesi konusu" bölümünde şunları kaydediyor: İbnu'l-Kasım'ın rivayetine göre Ebu Abdillah: "Ümmü veled, kocasının yanında iken efendisi ölse, iddet beklemesi gerekmez. Kocasının yanında iken nasıl iddet bekler?" demiştir. Mühenna'nın rivayetine göre de: "Efendisi ümmü veledi azad ettiği zaman, ümmü veled iddetten çıkıncaya kadar, efendisi onun kızkardeşiyle evlenemez." demiştir. ishak b. Mansur'un rivayetine göre ise: "Ümmü veledin vefat, boşanma ve ayrılma konulannda beklemesi gereken iddet cariye iddetidir." demiştir.

 

"Ümmü veledin iddeti dört ay on gündür." diyenlerin delilleri: Ebu Davud'un rivayetine göre Amr b. As diyor ki: "Peygamberimiz Muhammed'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnetini bize yanlış göstermeyin. Efendisi öldüğü zaman, ümmü veled dört ay on gün iddet bekler." Bu görüş iki Said (Said b. Müseyyeb ve Said b. Cübeyr), Muhammed b. Sirin, Mücahid, Ömer b. Abdulaziz, Hılas b. Amr, Zühri, Evzai ve ishak'ın görüşüdür.

 

Diyorlar ki: Çünkü ümmü veled hürdür. Hür zevce gibi dört ay on gün iddet bekler.

 

Ata, Nehai, Sevri, Ebu Hanife ve arkadaşları, üç hayız müddeti iddet bekler diyorlar. Bu görüş Hz. Ali ve ibn Mes'ud'dan da livayet edilmiştir. Diyorlar ki: Ümmü veledin bir iddet beklemesi gereklidir. Zevce değildir ki kocası ölen kadınlar hakkında inen ayetin hükmüne girsin; cariye değildir, cariyelerin bir hayız müddeti istibrada bulunmalarını ifade eden nassların hükmüne girsin. Daha çok boşanan kadına, benzemektedir. Dolayısıyla, üç kar' iddet bekler.

 

Bu görüşlerin doğrusu; ümmü veled, hayız müddeti istibrada bulunur. Şu alimler bu bu görüştedirler: Osman b. Affan. Aişe, Abdullah b. Ömer, Hasan (el-Basri), Kasım b. Muhammed, Ebu Kılabe, Mekhul, Malik, Şafii, kendisinden gelen rivayetlerin en meşhuruna göre Ahmed b. Hanbel, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr ve İbnü'l-Münzir. Zira bu, boynundan mülkiyet kalktığından dolayı yapılan sırf istibradır. Bu da gerek azad edilen, gerek mülkiyet altında bulunan ve gerekse esir edilen diğer cariyelerin istibralarında olduğu gibi, hayız gören ümmü veledler hakkında bir tek hayızdır. Arar b. As hadisine gelince: İbnu'l-Münzir şunları kaydediyor: Ahmed ve Ebu Ubeyd, Amr b. As hadisinin zayıf olduğunu söylemişlerdir. Muhammed b. Musa diyor İti: Ebu Abdillah (Ahmed b. HanbeD'e Amr b. As hadisini sordum; "Sahih değildir." dedi. el-Meymuni diyor ki: Ebu Abdillahı gördüm, bu Amr b. As hadisine şaşardı. Sonra: "Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünneti nerede, bu nerede?" dedi ve şunu ilave etti: Dört ay on günlük iddet, nikahtan dolayı hür kadının beklemesi gereken iddettir. Bu (ümmü veled) ise, kölelikten hürriyete kavuşmuştur. Böyle söyleyenlerin onu mirasçı kılmaları gerekir. "Ümmü veled, üç hayız müddeti iddet bekler." diyenlerin bu görüşlerinin tutunulacak bir yönü yoktur. Bu iddeti, boşanan kadın bekler. (İbnu'l-Münzir'in) sözü bitti.

 

el-Münziri diyor ki: Amr hadisinin senedinde Ebü Reca Matar b. Tahman el Verrak vardır. Bir çok kimse onun zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir. Üstatımız Hafız Ebu'l-Haccac'm. Kitabu't-Tehzib adlı eserde bize haber verdiğine göre Ebu Talib diyor ki: Ahmed b. Hanbel'e Matar el-Verrak'ı sordum, "Yahya b. Said, onun Ata'dan rivayet ettiği hadisleri zayıf sayardı." dedi. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah anlatıyor: Babama Matar el-Verrak*ı sordum, "Yahya b. Said, Matar el-Verrak'ın rivayet ettiği hadisleri, bellek kabiliyetinin kötülüğü (su-i hıfz) konusunda İbni Ebi Leyla'ya benzetirdi." dedi. Abdullah diyor ki: Babama onu sordum, "Özellikle Ata'dan yaptığı rivayetlerde ibni Ebi Leyla'ya ne kadar da yakın biri!" dedi ve: Matar'm, Ata'dan rivayet ettiği hadisler zayıftır." diye ekledi. Yine Abdullah der ki: Yahya b. Main'e Matar el-Verrakı söyledim, "Ata b. Ebu Rabah'dan rivayet ettiği hadisler zayıftır" dedi. Nesa:i onun hakkında: "Güçlü değildir" diyor, imdi, o sika bir ravidir. Ebu Halim er-Razi onun hakkında "salih'ul—hadis" deyimini kullanmış, ibn Hibban onu es-Sikat adlı eserinde kaydetmiş ve Müslim onun rivayetini delil olarak kullanmıştır. Şu halde ondan dolayı hadisi zayıf görmenin bir tutunulacak yönü yoktur.

 

Hadisin illeti, Kabisa b. Züeyb'in, Amr b. As'dan rivayet etmiş olmasıdır. Darakutni'nin dediğine göre Kabisa ondan hadis işitmemiştir. Bir başka illeti daha vardır: Hadis, mevkuftur. Amr b. As: "Peygamberimizin sünnetini bize yanlış Öğretmeyin" dememiştir. Darakutni diyor ki: Doğrusu "Dinimizi bize yanlış öğretmeyin." şeklinde mevkuf olacaktır. Hadisin bir başka illeti daha vardır: Hadis muzdariptir ve Amr'dan üç şekilde rivayet edilmiştir. Birisi budur. İkincisi "Ümmü veledin İddeti, hür kadının iddetidir." Üçüncüsü "Efendisi ölen ümmü veledin iddeti, dört ay on gündür. Eğer azad edilirse, üç hayız müddeti iddet bekler." Bu üç sözü ondan Beyhaki rivayet etmiştir. Beyhakinin nakline göre, İmam Ahmed: "Bu hadis münkerdir" demiştir, Hılas, Hz. Ali'den, Kabisa'nın Amr'dan rivayeti gibi ümmü veledin iddeti dört ay on gündür şeklinde bir rivayette bulunmuştur. Ancak Hılas b. Amr'ın rivayet ettiği hadisler hakkında olumsuz şeyler söylenmiştir. Eyyub: "Ondan hadis rivayet olunmaz. Çünkü o sahifecidir" demiştir. Mugire, onun rivayet ettiği hadislere önem vermezdi. Ahmed: "Hz. Ali'den yaptığı rivayetin kitap olduğu söylenir." demiştir. Beyhaki diyor ki: "Hılas'ın Hz. Ali'den rivayet ettği hadisler, hadis alimlerine göre zayıftır. Onun rivayetleri, bir sahifeden aktarmadır." Maamafih Malik, Kafi' aracılıyla İbn Ömer'in, efendisi ölmüş ümmü veled hakkında: "Bir hayız müddeti iddet bekler" dediğini rivayet eder. Hz. Ali ve Amr'dan rivayet olunanlar sahih olsa bile, mesele sahabe arasında tartışmalıdır. Hüküm verici, delildir. Ümmü veledin iddetini dört ay on gün sayanlar, yalnızca mananın umumuna tutunmuşlardır. Zira onların tutunacakları bir umumi ifade yoktur. Ama mananın umumiliğinin şartı, fertlerin hükme kaynak teşkil eden manada eşit olmalarıdır. Böyle bir durum bilinmedikçe, aynı hükme katma gerçekleşmez. Ümmü veledi zevcenin hükmüne katanlar, ümmü veledle zevce arasındaki benzerliğin onunla cariye arasındaki benzerlikten daha güçlü olduğunu gördüler; çünkü ümmü veled, efendisinin ölümüyle hür olmaktadır. Böylece hürriyeti ile birlikte kendisine iddet gerekmiştir. Ama cariye de böyle bir durum söz konusu değildir. Ayrıca, zevcenin iddetinin dört ay on gün olmasını icab ettiren mana, ümmü veledde de mevcuttur. Zira bu süre, rahimde çocuk bulunduğu kesinlikle anlaşılan sürenin asgari sinindir. Bu meselede ise zevce ile ümmü veled arasında farklılık söz konusu olmaz. Şeriat, iki benzer şeyi birbirinden ayırmaz.

 

Bu görüş sahipleri karşısında yer alanlar diyorlar ki: Ümmü veledin bağlı bulunduğu hükümler, zevce hükümleri değil, cariye hükümleridir. Bundan dolayı: "Size hanımlarınızın bıraktığı mirasın yarısı verilir."[Nisa, 12] ayetinin ve daha başka ayetlerin hükmüne ümmü veled dahil olmamıştır. Nasıl olur da, "Sizden vefat edip de geride hanımlarını bırakanlar..." ayetinin hükmüne girebilir ki? iddet, sırf rahmin boş olup olmadığını anlamak için dört ay on günle sınırlandırılmadı. Zira rahminde çocuk bulunmadığı kesin olarak bilinenlere de vaciptir; zifafa girmeden ve halvetten önce de vaciptir. İddet, nikah akdinin dokunulmaz yanlarından ve tamamındandır.

 

Cariyenin istibrasından maksat, rahminde çocuk olup olmadığını anlamaktır. Bunda ise, bir hayız yeterli olur. Buncan dolayı onun istibrası üç kar' olarak tayin edilmedi. Ama, hem kocanın boşanmadan vazgeçme zamanını uzatmak ve hem de onun koca olmasına bakarak hür kadının iddeti üç kar' olarak tayin edilmiştir. Bu mana, istibrada bulunan cariyede, gözetilen bir hedeftir. Ümmü veledin zevce hükmüne katılmasını gerektirecek bir nass bulunmamaktadır ve zaten bunun bir anlamı da yoktur. Ümmü veled hakkında en uygun olanı, şeriat sahibinin esir kadınlar ve cariyeler hakkında koyduğu hükümleri, onun için de geçerli saymak ve bu hükümleri aşmamaktır. Başiirı Allah'tandır.

 

 

c) İstibranın Süresi:

 

İkinci hüküm; istibra, asla bir temizlik müddetinin geçmesiyle meydana gelmez, bir hayız müddetinin geçmesi gerekir Bu çoğunluğun görüşüdür ve doğru olan da budur. imam Malik'in mezhebine müntesip alimler ve bir görüşüne göre imam Şafii tam bir temizlik müddetinin geçmesiyle istibra gerçekleşir ve kadın hayız görmeye "hayızdan temizlik" anlamına gelir şeklindeki, kendi görüşlerine esas almaktadırlar. Ancak şu hadisler, onların bu görüşlerini çürütür. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hamile olanla, doğum yapıncaya kadar; hamile olmayanla ise bir hayız müddeti geçirmek suretiyle istibrada bulununcaya kadar, cinsi ilişkiye girilmez." buyurmaktadır. Ruveyff b. Sabit diyor ki: Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Huneyn savaşının yapıldığı gün: "iMlah'a ve ahiret gününe inanan kimse, cariyenin bir hayız geçirmesi suretiyle istibrada bulununcaya kadar, esir herhangi bir cariye ile cinsi ilişkiye girmesin." buyurduğunu işittim. Bu hadisi imam Ahmed rivayet etmiştir. O bu hadisi üç ayrı metinle kaydetmiştir ki, birisi budur. İkincisi: "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), cariye hayız oluncaya ve hamileler doğuruncaya kadar onlarla cinsi ilişkiye girilmesini yasakladı." Üçüncüsü: "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse, esir herhangi bir dul kadınla, kadın aybaşı geçirinceye kadar, asla cinsi ilişkiye girmesin." Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bütün bu hadislerde istibrayı —temizlik haline değil— yalnızca hayız haline bağlamıştır. O'nun geçerli saydığını geçersiz, geçerli saydığını geçersiz saymak ve O'nun nassına muhalif olana dayanmak caiz değildir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) nassı, halis kıyas gereğidir. Zira vacip olan istibradır ve rahimde çocuk bulunmadığını ortaya koyan hayızdır. Temizlik hali ise rahimde çocuk bulunmadığını göstermez. Şu halde istibra konusunda rahimde çocuk bulunmadığını gösteren şeyi bir tarafa . bırakıp, bu hususu göstermeyen şeye dayanmak caiz olmaz. Konuyu ayette geçen "kuru"' sözü "hayızdan temizlik hali" anlamındadır, şeklindeki kabullerine dayandırmaları ise, muhalefetten dolayı muhalefete dayanmak demektir. Bu ise ne bir delil, ne bir şüphedir. Hem konuyu buna dayandırabilmeleri için: 1) Yukarıda zikredilen kendi kabullerine aykırı olarak erkeğin karısını boşadığı temizlik halini kar' sayıp üzerindeki mülkiyetin el değiştirdiği, yahut efendisinin vefat ettiği temizlik halini istibrada bulunan cariye hakkında kar' saymamak. 2) Açıklığa kavuştuğu üzere zikredilen hadise muhalefet etmek, 3) Açıkladığımız üzere manaya aykırı düşmek zorunda kalırlar. Bu üç tür muhalefet olmadan, bu temellendirme onlar için mümkün olmaz. Neticede, temizlik hali ile bir arada bulunan hayızm bir bölümü rahimde çocuk bulunmadığını gösterir, diyorlar. Onlara denir ki: O zaman siz hayızm bir bölümünü esas almaktasınız. Bu ise, hiç kimseye göre kar' sayılmaz. Eğer "Bu, temizlik haline ve hayızm bir bölümünü esas almak anlamındadır," derlerse, cevaben deriz ki: Bu görüş "kuru' " kelimesinin ifade ettiği anlam konusunda ortaya atılmış üçüncü bir görüştür. Böyle bir görüş, yani hakikat olarak "kuru"' kelimesinin hayız ve temizlik

 

halinden müteşekkil bir anlam İfade ettiği şeklinde bir görüş bilinmemektedir. Şayet "Bu kelime hayız şartıyla kayıtlı olmak üzere temizlik halinin ismidir. Şart ortadan kalkınca, ona bağlı olan şey de ortadan kalkar." derlerse, biz de cevaben deriz ki: Bu ancak Sari' istibrayı kar'a bağlamış olsaydı mümkün olurdu. Ama hayıza bağladığım açıkça ifade ettikten sonra, artık bu mümkün olmaz.

 

Üçüncü hüküm: Cariyenin hayız halinin bir kısmını müşterinin elinde geçirmesiyle yetinilerek istibra meydana gelmez. el-Cevahlr sahibi diyor ki: Cariye hayız halinin son günlerinde satılsa, geri kalan hayız günleri onun için istibra teşkil etmez, bunda alimler arasında görüş ayrılığı yoktur. Ama hayız halinin evvelinde satılsa, mezhebin meşhur görüşüne göre bu, cariye için istibra durumunda olur

 

İmam Malik'e karşı gelenler, bu hadisi delil göstermişlerdir. Zira hadis, cariyenin helal olmasını hayıza bağlamıştır. Dolayısıyla hayızın tam olması gerekir. Ancak bu hadiste Malik'in görüşünün asılsızlığını gösteren bir delil yoktur. Zira alimlerin ittifakıyla, istibra için hayız şarttır. Fakat tartışma, buradan başka bir konu hakkındadır: Cariyenin, hayızın tamamını müşterinin mülkiyetinde geçirmesi şart mıdır? Yoksa büyük bölümünü onun mülkiyetinde geçirmesi yeterli midif? Hadis, işte bu konuda olumlu veya olumsuz bir şey söylememektedir. Ancak Malik'in muhalifleri şöyle diyebilirler: Cariyenin, hayızın bir bölümünü müşterinin ve diğer bölümünü satıcının yanında geçirmesinin —hayızın çoğunluğunu satıcının yanında geçirmiş olması halinde— yeterli olmadığında görüş birliğine vardığımıza göre anlaşılmıştır ki, muteber olan hayız, cariyenin, müşterinin yanında iken gördüğü hayızdır. Bundan dolayı şayet satıcının yanında hayız olsa, bu istibrada yeterli olmaz.

 

Malik'in görüşünü savunanlar, buna şöyle cevap veriyorlar: Cariye, müşterinin yanında emanet iken satışa çıkarılmadan önce hayız olsa, sonra sahibi, hayızı müteakip satsa ve de cariye, (müfterinin) evinden dışarı çıkmamış olsa, bu hayızla yetinilir, müşteriye ikinci bir istibra vacip olmaz. Bu, yukarıda da geçtiği üzere, İmam Malik'in mezhebindeki iki görüşten biridir. Malik'in kendisi bir takım durumlarda, satımdan önce istibranın gerçekleşmesini caiz görmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:

 

a) Cariye, istibra için üçüncü bir kimsenin yanına bırakılsa ve o kimse istibrayı gerçekleştirse sonra da cariye satılsa. el-Cevahif de deniyor ki: Satımdan önceki istibra geçerli olmaz. Ancak bazı haller bunun dışındadır. Mesela, cariye istibra için bir kimsenin gözetiminde olur, yahut onun yanında emanet bırakılmış bulunur da orada iken hayız olur ve o zaman, yahut birkaç gün sonra o kimse cariyeyi satın alır, cariye dışarı çıkmamış ve efendisi yanına girmemiş bulunursa, müşterinin istibrada bulunması gerekmez.

 

b) Bir kimse birlikte bulunduğu kendi karısından yahut ailesi içindeki küçük bir çocuğundan cariyeyi satın alır ve cariye de bu esnada hayız hali geçirmiş olursa: İbnu'l-Kasım: "Eğer cariye dışarı çıkmamışsa, bu durum istibra için yeterli olur." diyor; Eşheb ise "Eğer cariye, kendisiyle birlikte bir evde kalıyor ve kendisi onu savunuyor, onun işlerini görüyorsa, dışarı çıkmış olsun veya olmasın bu istibra yerine geçer." diyor.

 

c) Efendisi uzakta olup da geldiğinde cariye dışarı çıkmadan önce istibra gerçekleşir, yahut hayızlı iken dışarı çıkmış olup da cariye hayız halinden temizlenmeden önce bir kimse onu efendisinden satın alırsa.

 

d) Cariyeye ortaklaşa sahip olan bir kimse, cariye kendisinin eli altında iken onun diğer hissesini ortağından satın alsa ve kendi yanında iken cariye hayız geçirmiş olsa.

 

Bu meseleler yukarıda geçti. Bu ve bu anlamda olan durumlar, satımdan önce istibra anlamı taşımaktadırlar. Malik, bunlarla yetinip, ikinci bir istlbraya gerek olmadığını söylemiştir.

 

Soru: Malik'in bu görüşü ile, hayzm büyük bölümü satıcının yanında geçerse istibra tamam olmaz, görüşü nasıl uzlaşır?

 

Cevap: Bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Bunun yeri ayrı, ötekinin yeri ayrıdır. Müşterinin başlı başına müstakil bir Istibraya ihtiyaç duyduğu her yerde, yalnızca cariyenin bir hayız geçirmesi yeterli olur ki, bu hayzın büyük bölümü satıcının yanında geçmemiş olmalıdır. Bu sıralanan hususlarda ve benzeri durumlarda olduğu gibi, başlı başına müstakil bir istibraya ihtiyaç duymadığı her yerde ise, ne tam bir hayız halinin geçmesine, ne hayzm bir bölümünün geçmesine ihtiyaç duyar. Satımdan önceki istibraya itibar edilmez.

 

Dördüncü hüküm: Cariye hamile ise istibrası doğum yapmasıyla gerçekleşir. Bu hüküm, nassın ifade ettiği hüküm olduğu gibi, aynı zamanda imamlar arasında üzerinde icma bulunan bir hükümdür.

 

 

d) Cariye İle Cinsi İlişki:

 

Beşinci hüküm: Anne karnındaki çocuk ne olursa olsun, cariye doğum yapmadan önce onunla cinsi ilişkiye girmek caiz değildir. Çocuk ister kişinin karısının, cariyesinin yahut kendisiyle şüphe ile cinsi ilişkiye girdiği kadının gebe olduğu çocuk gibi nesebi, cinsi ilişkiyi yapan erkeğe ait bir çocuk olsun, isterse zina eden kadının gebe olduğu çocuk gibi nesebi, cinsi ilişkiyi yapan erkeğe ait bir çocuk olmasın, durum farketmez. Nassm açıkça ifade ettiği üzere, başkasından hamile olan bir kadınla cinsi ilişkiye girmek, kesinlikle helal değildir. Şu hadis de, bunu aynı şekilde açıkça ifade etmektedir: "Allah'a ve ahiret gününe inanan kişi, kendi suyu ile başkasının ekinini sulamasın." Bu ise hem iyi olan ve hem de pis olan ekini kapsar. Çünkü cinsi ilişkiye girecek kimsenin suyunu pis su ile karışmaktan korumak, temiz su ile karışmasından korumaktan daha önemlidir. Hem, zina eden erkeğin, gerek ana karnındaki çocuğunun gerekse suyunun bir saygınlığı yoktur. Oysa buradaki cinsi ilişkiye girecek kimsenin, hem ana karnındaki çocuğu ve hem de suyu saygındır. Dolayısıyla suyunu başkasının suyu ile karıştırması caiz olmaz. Zira bu, Allah'ın, pis olanı iyiden ayırma ve arındırma, her kısmı kendisiyle aynı cinsten ve benzer olanın hükmüne katma konusundaki ilahi sünnetine aykırıdır.

 

Ne şaşılacak bir durumdur ki, dört fakih (mezhep imamı) içinde istibra gerçekleşmeden zina eden kadınla nikah akdi yapıp akdi müteakip onunla cinsi ilişkiye girmeyi caiz görenler var. Böylece kadın bir geceyi, zinayı yapan adamın yanında ondan hamile kalmış olarak geçiriyor ve hemen ertesi geceyi ise kocasının karısı olarak!

 

Bu şeriatın mükemmelliğini iyi düşünen kimse, şeriatın bunu tamamen reddettiğini ve yasakladığını anlar.

 

İmam Ahmed'in mezhebinin güzel yönlerinden birisidir ki, bu imam, zina eden kadın tevbe edinceye kadar ve kendisinden zinakar, fahişe ve orospu isimleri kalkıncaya kadar onunla nikah akdi yapmayı tamamen haram saymaktadır. Merhum, bir erkeğin, orospu kocası olmasını caiz görmüyor. Muhalifleri ise, bunu caiz görüyorlar. O, bu meselede bütün Kur'an ve hadis nasslan, sahabe söz ve tatbikatı, manalar, kıyas, maslahat, hikmet ve müslümanların çirkin gördüğü şeyin haram olması açılarından muhaliflerine göre daha şanslıdır. İnsanlar bir kimseye söverken aşırıya kaçtıklarında ona za ve kafi (zani ve kavat kelimelerini) açık olarak söylüyorlar. Kişinin döşeğini (hanımını) ifsada kalkışma, ona başkasının çocuğunu nisbet etme ve onu bütün milletlerce kötü kabul edilen bir isme maruz bırakma sözkonusu iken, şeriat böyle bir şeyi nasıl caiz kılmış olabilir? "Zina eden kadınla istibra etmeden Önce nikah akdi yapıp hamile de olsa onunla cinsi ilişkiye girmek caizdir." diyenlerin görüşlerinden çıkacak kıyas şudur: Zinadan gebe kalan cariyenin istibra etmesi vacip değildir; kişi ona sahip olmayı müteakip onunla cinsi ilişkiye girebilir. Ancak böyle bir şey, açık sünnete aykırıdır. Şayet bu görüş sahipleri zinadan hamile olan cariyeye istibrayı vacip görürlerse, zina eden kadınla istibradan önce cinsi ilişkiye girmek caizdir görüşlerini çürütmüş olurlar; yok eğer vacip görmezlerse, nasslara muhalefet etmiş olurlar. Kocaya istibra gerekmez, ama efendiye istibra gerekir, zira kendisine istibra vacip olmayan kişi kocadır, şeklindi; koca ile efendi arasında bir ayırıma gitmeleri de onlara bir fayda vermez. Çünkü koca, efendinin aksine ne iddet bekleyen ne de başkasından hamile olan bir kadınla nikah akdi yapmıştır. Hem sonra Sari' rahimde çocuk bulunur ve böylece kişi başkasından hamile kalan kadınla cinsi ilişkiye girmiş ve kendi suyuyla başkasının ekinini sulamış olur ihtimaline rağmen, böyle bir ihtimalin sözkonusu olmaması da mümkün iken, iddet içinde cinsi ilişkiye girmeyi, hatta nikah akdi yapmayı haram saymıştır. Ya bir de rahimde çocuk bulunduğu kesin bilinirse durum nice olur?

 

Denilecek son söz şudur: Zina eden kadının doğuracağı çocuk, onunla cinsi ilişkiye giren birinci erkeğin nesebine katılmaz. Çünkü çocuk, kadına nikah akdiyle sahip olana aittir. Bu kimsenin ise, kendi suyunu ve nesebini başkasınınki ile karıştırmaya kalkışması caiz değildir. Çocuk, cinsi ilişkiye girren birinci erkeğin çocuğu kabul edilmediğine göre, kişinin kendi suyunu ve nesebinin, koyucusuna dahil edilmeyen bir nesepten korunması, kendisine dahil olacak nesepten onun korunmasından dolayıdır.

 

Sözün Özü: Şeriat ister haram ilişkiyle gebe kalmış olsun, isterse olmasın gebe cariye ile doğuma kadar cinsi ilişkiye girmeyi yasaklamıştır. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) evlenen ve karısı hamile çıkan adamla karısının arasım ayırmış, kadına had cezası tatbik ederek onu kırbaçlatmış ve erkeğin o kadına mehir vermesine hükmetmiştir. Bu da açıkça ortaya koyar ki, zinadan hamile kalan kadınla yapılan nikah akdi batıldır. Sahih bir rivayete göre, Hz. Peygamber {s.a.) bir kıl çadır kapısı yanında oturan doğumu yakın bir kadına uğradı ve :"Herhalde efendisi onunla cinsi ilişkiye girmek istiyor." dedi. Yanındakiler "Evet." diye cevap verdiler. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Vallahi, içimden, bir lanet edeyim de o lanetle kabrine girsin, diye kurdum. Kendisine helal olmadığı halde onu nasıl istihdam edebilir? Kendisine helal olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapabilir." buyurdu.

 

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) içinden lanet etmeyi geçirmesinin sebebi olarak efendisinin cariye ile cinsi ilişkiye girmesini göstermiş ve cariyenin karnındaki çocuğun nesebinin cinsi ilişkiye giren o adama dahil olup olmadığını sormamıştır. "Kendisine helal olmadığı halde onu nasıl istihdam edebilir?" sözünün anlamı şudur: O çocuğu nasıl hizmetinde kullanacağı bir köle yapabilir? Oysa bu hela';, değildir. Çünkü cinsi ilişkiye giren bu kimsenin suyu, anne karnındaki yavrunun hilkatine bir şeyler katar ve böylece çocuğun bir kısmı kendisinden meydana gelmiş olur. İmam Ahmed diyor ki: O kimsenin İlişkisi, çocuğun kulak ve gözüne ziyadelik katar.

 

"Kendisine helal olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapabilir?" cümlesini. Şeyhülislam İbn Teymiye'nin şöyle yorumladığını işittim: Yani onu, nasıl geride bırakacağı bir miras malı yapabilir? Zira o kimse, o çocuğun kendi kölesi olduğuna inanmakta ve dolayısıyla onu kendisinden geride kalan bir miras malı yapmaktadır. Oysa böyle yapması helal değildir. Çünkü kendisinin suyu, o çocuğun hilkatinde ziyadelik meydana getirmiştir. Artık o çocukta, kendisinden bir parça vardır.

 

İbn Teymiye'den başkaları ise hadisi şöyle anlamaktadırlar: Onu oğlu olarak nasıl mirasçı yapabilir? Oysa böyle yapması helal değildir. Çünkü ana karnındaki çocuk, başkasındandır. Kendisi ise, cinsi ilişkiye girmek suretiyle onu kendisinden yapmakta ve malına mirasçı kılmaktadır. Bu anlayışı, hadis başında geçen "Onu nasıl köleleştirebilir?" yani nasıl kendi kölesi yapabilir, cümlesi reddeder. Bu ise ancak birinci manaya delil teşkil eder. Her iki görüşe göre de, hadis açıkça ifade etmektedir ki, çocuk ister zina mahsulü olsun, ister olmasın, başkasından hamile olan kadınla cinsi ilişkiye girmek haramdır ve bunu yapan kimse lanete müstahaktır. Hatta imam Ahmed'in takipçilerinden bir grup fakih ve daha başka fakihler açıkça belirtmişlerdir ki, bir adam başkasının cariyesi olan karısını kendi mülkiyetine alsa, nikah esnasında kendisinden hamile kalmış olur ve böylece çocuğu üzerinde annesinin efendilerinin vela hakkı bulunur endişesiyle istibrada bulununcaya kadar sahip olduğu karısıyla cinsi ilişkiye giremez. Ama cariye karısı, mülkiyetinde iken kendisinden hamile kalsa, çocuk üzerinde vela hakla bulunmaz. Bu, tamamen çocuğu için bir ihtiyattır: Çocuk, açıkça hür ve üzerinde vela hakkı bulunmayan biri midir, yoksa onun üzerinde vela hakkı var mıdır? Ya bir de kadın başkasından hamile olursa durum nasıl olur?

 

 

e) Hamile Kadınla İlgili Bazı Hükümler:

 

Altıncı hüküm: Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hamile olanla doğuruncaya, olmayanla da bir hayız geçirmek suretiyle istibrada bulununcaya kadar cinsi ilişkiye girilmez." sözünden şu hüküm çıkarılmıştır: Hamile kadın hayız olmaz. Onun gördüğü kan, istihaza kanı gibi bir rahatsızlık kanıdır. Dolayısıyla bu durumdaki kadın orucunu tutar, namazını kılar, Kabe'yi tavaf eder ve Kur'an okuyabilir.

 

Bu mesele, fakihler arasında ihtilaflıdır. Şu fakihler hamilenin gördüğü kanın, hayız kanı olmadığını söylemektedirler: Ata, Hasan (el-Basri), ikrime, Mekhul, Cabir b. Zeyd, Muhammed b. Münkedir, Şa'bi, Nehai, Hakem, Hammad, Zühri, Ebu Hanife ve arkadaşları, Evzai, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, İbnu'l-Münzir, mezhebi içindeki meşhur görüşüne göre imam Ahmed ve iki görüşten birine göre Şafii.

 

Şu fakihler ise bu kanın hayız kanı olduğunu söylemektedirler:

 

Katade, Rabia, Malik, Leys b. Sa'd, Abdurrahman b. Mehdi ve ishak b. Rahuyeh. Bunu Beyhaki, Sünen'inde kaydetmiştir. ishak b. Rahuyeh anlatıyor: Ahmed b. Hanbel, bana: "Kan gören hamile hakkında ne

 

dersin?" diye sordu. Ben de: "Namazını kılar." dedim ve delil olarak da Ata*nın Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği haberi gösterdiir... Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel dedi ki: "Medinelilerin naklettiği haberi, Hz. Aişe'nin

 

cariyesi Ümmü Alkame'nin naklettiği haberi ne yapıyorsun? Oysa bu daha sahihtir." ishak, "Bunun üzerine Ahmed'in görüşüne döndüm." diyor . Bu ise imam Ahmed'in, hamilenin gördüğü kanın hayız kanı

 

olduğunu açıkça belirtmesi gibi bir durum arzetmektedir ve ishak'ın ondan anladığı da budur. Ahmed'in işaret ettiği haber şudur: Bize Beyhaki, Hakim - Ebu Bekir b. İshak - Ahmed b. İbrahim - ibn Bükeyr - Leys - Bükeyr b. Abdullah - Aişe'nin cariyesi Ümmü .Alkame senediyle Hz. Aişe'ye (r.a.) kan gören hamilenin durumu sorulduğunda: "Namazını kılar." dediğini rivayet eder. Beyhaki diyor ki: Bu görüş bize Enes b.

 

Malik'ten de rivayet edilmiştir. Bize Ömer b. Hattab'dan da buna delil teşkil eden bir rivayet nakledilmiştir. Ayrıca bize rivayet edildiğine göre Hz. Aişe (r.a.). Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Ebu Kebir el-Hüzeli'nin şu beytini okumuştur:

 

"Her türlü hayız kalıntısından, emzikli kadının bozmasından ve emzikli iken kendisi ile cinsi ilişki kurulan kadının hastalığından arınmıştır, o."

 

Beyhaki diyor ki: Bunda, hamileliğin hayız halinde başladığına delil vardır. Zira Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şiiri red sadedinde bir şey söylememiştir. Bize Matar - Ata senediyle rivayet edildiğine göre Hz. Aişe (r.a.): "Hamile hayız olmaz. Kam görünce namazı kılar." demiştir. Yahya el-Kattan, bu rivayeti münker sayar, ibn Ebi Leyla'nın ve Matar'ın Ata'dan rivayetini zayıf görürdü. Muhammed b. Raşid, Süleyman b. Musa - Ata - Hz. Aişe (r.a.) senediyle Matar'ın rivayetine benzer bir rivayet ak:aramıştır. Şayet

 

bu rivayet gerçekse görünen o ki, Hz. Aişe önceleri hamile hayız olmaz görüşündeydi; ama sonra hamile de hayız olur, görüşünü benimsedi ve böylece Medinelilerin rivayet ettikleri görüşe dönmüş oldu. En iyi bilen Allah'tır.

 

Hamilenin gördüğü kanın hayız kanı olduğunu kabul etmeyenler diyorlar ki: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cariyeleri iki kısma ayırdı: 1) Hamile olanlar: Bunların iddet süresini çocuğun doğumuna kadar geçen süre olarak belirledi. 2) Hamile olmayanlar: Bunların iddet sürelerini de, bir hayız olarak belirledi. Böylece bir hayız, rahimde çocuk bulunmadığına alamet oldu. Şayet hayızla hamilelik bir arada sözkonusu olsaydı, bir hayız süresi hamileliğin yokluğuna alamet olmazdı. Bundan dolayı, hamile olmadığına bir delil olsun diye, boşanmış kadının iddeti üç kar' olarak tayin edildi. Hamilelik hayız haliyle bir arada bulunsaydı, hayız hamileliğin yokluğuna bir delil olmazdı. Sahihte yer alan bir hadiste Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), oğlu, karısını hayızlı iken boşayan Hz. Ömer'e (r.a.) : "Ona, emret kamına dönsün. Sonra karısı temizlenip, ardından hayız olup sonra yeniden temizleninceye kadar ona ilişmesin. Sonra isterse onu tutar, isterse dokunmadan boşar. İşte Allah'ın, kadınların bu süreç içinde boşanmalarını emrettiği iddet budur." buyurdu.

 

Bu hadisin delil olması şöyledir: Gerek kan gördüğü sürede, gerekse başka zaman hamile kadını boşamak icmaen bid'at değildir. Şayet hamile, hayız görür olsaydı, gerek bu hayız süresi içerisinde ve gerekse temiz olduğu vakitte cinsi ilişkiden sonra boşanması, hadisin umumi ifadesine bakılarak bid'at olurdu.

 

Müslim'in Sahihinde Ibn Ömer'den rivayetine göre ise Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem). Hz. Ömer'e: "Ona emret, karısına dönsün. Sonra temiz yahut hamile iken boşasın." buyurmuştur. bu da gösterir ki, hamilenin gördüğü kan, hayız olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gebelik vaktinde yapılan boşamayı temizlik vaktinde yapılan boşama ile denk saymıştır. Şayet hamilenin gördüğü kan, hayız olsaydı o zaman onun biri temizlik, diğeri hayız olmak üzere iki durumu sözkonusu olurdu. Oysa hayız halinde boşanması helal olmazdı. Zira bu bid'at olur.

 

Ahmed'in Müsned'mde Rüfeyfi'den rivayetine göre: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Herhangi bir kimsenin kendi suyuyla başkasının ekinini sulaması ve hayız oluncaya, yahut hamileliği anlaşılmcaya kadar bir cariye ile cinsi illişkiye girmesi helal olmaz." buyurmuştur. Bu hadiste Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), hayız halinin varlığını, rahimde çocuğun yok olduğuna bir alamet saymıştır. Rivayete göre Hz. Ali: "Allah, hamilelerden hayızı kaldırmış ve kanı, suyu çekilen rahimlere vermiştir." demiştir. ibn Abbas ise: "Allah, hamilelerden hayızı kaldırmış ve kanı, çocuğa nzık yapmıştır." diyor. Bu iki rivayeti de Ebu Hafs ibn Şahin rivayet etmiştir.

 

el-Esrem ve Darakutni senetleriyle, kan gören hamile hakkında Hz. Aişe'nin (r.a.): "Hamile hayız olmaz. Yıkanır, namazını kılar." dediğini rivayet ederler. Hz. Aişe'nin (r.a.): "Yıkanır." sözü mendupluk ifade eder; zira kan gören hamile, müstahaza durumundadır.

 

Başkalarının bu sahabilere muhalefet ettikleri bilinmemektedir. Ancak Hz. Aişe'nin: "Hamile namaz kılmaz." dediği sabittir. Sözleri arasında birlik sağlamak için onun bu sözü, hamilenin doğuma iki gün yahut buna yakın bir süre kala gördüğü lohusalık kanı olarak yorumlanır.

 

Hem hamilenin gördüğü bu kanla iddet sona ermez. Dolayısıyla} istihazada olduğu gibi, o da hayız değildir.

 

Hz. Aişe (r.a.) hadisi göstermektedir ki, hayızlı kadın hamile kalabilir. Biz de Öyle söylüyoruz. Ancak hamilelik onun hayızını keser ve hayız halini ortadan kaldırır.

 

Ayrıca Allah Teala, hayız kanının süte dönüşüp çocuğa gıda olmasını adet olarak icra etmiştir. Şu halde gebelik vaktinde çıkan kan hayız değil, bir rahatsızlık kanıdır.

 

Hamilenin gördüğü kanın hayız kanı olduğunu savunanlar diyorlar ki: Tartışmasız, hamile kadın bilhassa hamileliğin evvelinde adeti üzere kan görebilir. Tartışma bu kanın varlığı hakkında değil, hükmü hakkındadır. İttifakla bu kan hamilelikten önce hayız idi. Bu durumda biz ıstıshab (eski durumun devamı) delilini esas alarak onun hükmünü, kesin şekilde kaldıracak bir delil ortaya çıkıncaya kadar geçerli sayarız. Hüküm bir yerde sabit olunca, onu kaldıracak bir delil gelinceye kadar devamlılığı asıl kabul edilir. Birincisi, tartışma konusunda icma'ın hükmünü ıstıshab deliline dayanarak sürdürmektir. İkincisi ise, yerinde sabit hükmü onu kaldıracak bir delilin varlığı kesinleşinceye kadar ıstıshab deliline dayanarak devamlı saymaktır. Aralarındaki fark açıktır. Hem Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayız kanı olursa, siyah olur bilinir." buyurmuştur. Bu kan ise siyah ve malumdur. O halde hayızdır.

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Sizden herhangi biri hayız olduğunda oruç tutmaz, namaz kılmaz değil mi?" buyurmuştur. Kadının hayızı gerek dil, gerekse şeriat açısından ayın malum vakitlerinde kanın çıkması demektir. Bu dil açısından da böyledir. İsimlerde asıl olan, onların değiştirilmeleri değil, anlamlarının aynen bırakılmasıdır.

 

Hem şariat sahibinin hükümleri kendisine bağladığı kadının uzvundan çıkan kan biri hayız, diğeri ise istihaza olmak üzere iki kısımdır, şeriat sahibi bunlara bir üçüncüsünü ilave etmemiştir. Hamilenin gördüğü kan istihaza değildir. Çünkü istihaza sürekli olan ve hayız müddetinin en uzun olanına ilave durumda buhman yahut adeti aşan kandır. Konumuz olan kan, bunlardan biri değildir. Şu halde, istihaza olması ihtimali ortadan kalkmıştır. Öyleyse, bu hayızdır. Burada bir üçüncü kısım ispat edip, onu da rahatsızlık kanı saymanız mümkün değildir. Zira bu ancak nass, icma yahut kabul edilmesi vacip bir delille sabit olur. Oysa böyle bir şey yoktur. Ayrıca Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), istihaza olan kadını adetine çevirmiş ve: "Hayız olduğun günler sayısınca otur." buyurmuştur. Bu hadis de gösterir ki, kadınların adetleri kanın vasfı ve hükmü konusunda muteberdir. Hamilenin gördüğü kan ilavesiz, noksansız ve intikalsiz olarak mutat olan adeti ve vakti üzere sürerse adeti, o kanın hayız olduğuna delil olur ve adetini hükümde esas almak ve bunu adet dışına çıkan rahatsızlığa tercih etmek vacip olur.

 

Ümmet içerisinde bu konuyu en iyi bilenler, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hanımlarıdır. Onların da en iyi bilenleri Hz. Aişe'dir. Onunsa kan gören hamile hakkında "Namaz kılmaz." dediği, Medinelilerdsn sahih senetle rivayet edilmiştir. Ayrıca İmam Ahmed bu rivayetin Hz. Aİşe'den gelen diğer rivayetten daha sahih olduğunu söylemiştir. Bundan dolayı ishak eski görüşünden vazgeçip bu görüşü benimsemiş ve Ahmed b. Hanbel'in de bu görüşte olduğunu haber vermiştir.

 

Sahabeden gelen zikrettiğiniz buna muhalif sözlerin sıhhati biliniyor. Sahih olsalar bile, konu sahabe arasında tartışmalıdır, arada hüküm verecek bir delil yoktur.

 

Hem hayızın hamilelikle bir arada bulunmaması, ya duyular yoluyla ya da şeriatla bilinir. Oysa, her ikisi de mevcut değildir. Birincisi açıktır. İkincisine gelince, zira şeriatın sahibinden hayızla hamileliğin bir arada bulunmayacağını gösteren bir delil nakledilmemiştir.

 

" Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), hayızı iddet ve istibra konularında rahimde çocuk bulunmadığına bir delil kılmıştır." sözünüze gelince; sorarız: "Zahir bir delil mi yoksa kesin bir delil mi kıldı?" Birinci ihtimal doğrudur. İkincisi, asılsızdır. Zira kesin bir delil olsaydı, delil olduğu şey kendisinden geri kalmazdı ve hamilelik müddeti hayızın kesilmesiyle başlamış olurdu.

 

Bunu hiç kimse söylememiştir. Aksine müddet cinsi ilişkiden itibaren başlar. Bu ilişkiden sonra bir kaç hayız görmüş olsa bile durum böyledir. Bir kimse karısıyla cinsi ilişkiye girse, sonra kadın cinsi ilişkinin üzerinden altı aydan fazla, ama hayızın kesilmesinden ise bu süreden daha az bir müddet geçince bir çocuk dünyaya getirse, çocuğun nesebi ittifakla o adamın nesebine dahil olur. Şu halde anlaşılmıştır ki, hayız, zahir bir alamettir; bazen onun delil olduğu şey, yağmurun su yüklü buluttan geri kalması gibi, geri kalabilir.

 

Böylece delil gösterdiğiniz sünnetten cevap çıkmış olur. Zira biz de onun söylediğini söylüyor ve hükmüne göre hareket ediyoruz. Tartışan taraflar arasında hakem odur. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kadınları; biri iddeti doğum yapmasıyla sona eren hamile, diğeri iddeti hayızla sona eren ve hamile olmayan diye iki kışıma ayırmıştır. Biz de bunun icabettirdiğini söylüyoruz, bu konuda tartışmıyoruz. Ancak, bunda hamile kadının adeti üzere gördüğü kana rağmen oruç tutabileceğini, namaz kılabileceğini gösteren delil nerede? Bu başka bir konudur, hadis ona değinmemiştir. işte hamilenin gördüğü kan hayız kamdır diyenler de, aynen bu ibareyi söylüyorlar. Bu bir çelişki ve ibarede bir bozukluk sayılmaz.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Abdullah b. Ömer'in (r.a.) durumu hakkında babası Hz. Ömer'e (r.a.): "Ona emret karısına dönsün. Sonra ona el sürmeden kadın temiz iken boşasın." buyurmasında da hal böyledir. Bu hadis yalnızca hamile olmayan bir kadının, biri hayızdan temizlik, diğeri cinsi ilişkiye girmeme olmak şeklindeki iki şartla boşanmasının mubah olduğunu göstermektedir. Bunda kadının hamile iken gördüğü kanın hükmüne değinme nerede?

 

"Hamile, hayız görür olsaydı kan gördüğü vakitte boşanması bid'at olurdu. Oysa alimler, kan görse bile, hamile kadını boşamanın bid'at olmadığında ittifak etmişlerdir." demenize gelince; cevaben deriz ki: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kocasının boşamak istediği kadının hallerini, hamile olma ve olmama kısımlarına ayırmış; hamilenin boşanmasını mutlak ve istisnasız bir surette caiz görmüştür. Hamile olmayanın boşanmasını ise, yukarıda zikredilen iki şartla mubah saymıştır. Bunda hamilenin gördüğü kanın rahatsızlık olduğunu, hatta hamilenin boşanma konusunda başkalarından ayrıldığını, başkalarının temizlik hali içinde kendisine dokunulmamışken boşanabileceğini, hamilede ise bunlardan hiçbirinin şart olmadığını, hatta onun cinsi ilişkiyi müteakip boşanabileceğini ve kan görse de boşanabileceğini; cinsi ilişkiyi müteakip boşanması haram olmadığı gibi hayız halinde de boşanmasının haram olmadığını gösteren bir delil yoktur, işte, şeriat sahibinin boşamaya izin verdiği ve boşamayı yasakladığı vakitler konusundaki hikmetinin icabettirdiği şey budur. Artık kadının hamile olduğu ne zaman anlaşılırsa, boşayan erkek işinin farkında olur ve böylece karısının hamile olduğunu bilmeden cinsi ilişkiye girdikten sonra bütün kadınların başına gelen pişmanlık onun başına gelmez. Yasaklanan bir şey, ne şeriat açısından, ne dış gerçeklik açısından ve ne de itibar açısından kendisine izin verilmiş şeyin benzeri değildir. Özellikle de hayız halinde boşamanın yasak oluşuna sebep olarak iddetin uzatılmasını gösteren kimsenin söylediği şey. Oysa bunun hamile konusunda hiçbir etkisi yoktur.

 

"Hamilenin gördüğü kan, hayız olsaydı iddet onunla son bulurdu." demenize gelince: Böyle bir netice lazım gelmez. Çünkü Allah Teala hamilenin iddetini çocuğunu doğurması süresiyle, hamile olmayanın iddetini de kar'lar süresiyle sınırlamıştır. Hamilenin icldetinin kar'larla sona ermesi mümkün değildir. Zira bu, ikinci bir şahsın ona sahip olması ve başkasından hamile iken onunla evlenmesi ve böylece kendi suyuyla başkasının ekinini sulaması neticesine götürür.

 

Bizim, hayız kadın hamile olabilir görüşümüzü kabul etiğinize, Hz. Aişe (r.a.) hadisini de buna yorumladığınıza ve duyuların tanıklığından dolayı bunu reddetmeniz mümkün olmadığına göre, hayız ve hamileliğin bir arada bulunabileceğini kabul etmişsiniz demektir. Şu halde, istidlaliniz başından yıkıldı. Zira temeli, hayız hamilelikle bir arada bulunmaz anlayışına dayanmaktaydı.

 

Soru: Biz hamileliğin hayız halinde gerçekleşmesini mümkün gördük. Oysa sözümüz bunun tersi, yani hayızm hamilelik halinde gerçekleşmesi konusundadır. Aralarında fark vardır.

 

Cevap: Birbirlerinden farklı olduklarına göre, birleşmezler. Bunun şu zamanda gerçekleşmesiyle, şu zamanda bunun gerçekleşmesi arasında ne fark vardır?

 

"Allah Teala, hayız kanının, çocuğun gıdalandığı süte dönüşmesini adet olarak icra etmiştir. Bundan dolayı emzikli kadınlar hayız olmaz." demenize gelince, deriz ki: Bu, size karşı bizim en büyük delillerimizdendir. Zira bu dönüşme ve sütle gıdalarıma, ancak doğumdan sonra tam randımanda olur ki, bu vakit sütün kuvvetli olduğu ve bebeğin sütünü emdiği vakittir. Allah, emzikli kadının hayız olmaması adetini icra etmiştir. Bununla birlikte emzikli kadın adeti vaktinde bir kan görse, ittifakla hayız hükmü verilir. Süte dönüşmesi tam kesinlik kazanmayan ve çocuğun kendisiyle gıdalanmadığı bir vakitte görülen kanın hayız kanı olduğuna hükmetmek daha yerli yerinde ve daha uygundur. Haydi diyelim bu kan onların dedikleri gibi olsun. Böyle bir durum ancak çocuğun sütle gıdalanmaya ihtiyaç duyduğu vakitte, kendisine ruh üflendikten sonra sözkonusu olabilir. Bundan önce ise anne karnındaki çocuğun ihtiyacı olmadığından dolayı süte dönüşmez.

 

Hem, hayız kanının tamamı süte dönüşmez; bir kısmı dönüşür ve geri kalan dışarı çıkar. Gördüğün gibi, rivayet ve delil açısından tercihe şayan olan, bu görüştür. Yardım Allah'tandır.

 

 

f) İstlbra Yapmakta Olan Cariyeden Cinsi İlişki Dışında Yararlanma:

 

Soru: İstibra yapmakta olan kadının istibrası vacip olan yerinden —cinsi ilişki dışında— faydalanmayı yasaklıyor musunuz?

 

Cevap: Kadın, emsalleriyle cinsi ilişkiye girilmeyecek kadar küçük yaşta olursa onu öpmek ve ona dokunmak haram değildir. Bu İfade, kendisinden gelen iki rivayetten birine göre, Ahmed b. HanbeVin ifadesidir. Ebu Muhammed el-Makdisi, Üstadımız (ibn Teymiye) ve daha başkaları, bu görüşü tercih etmişlerdir. Zira İmam Ahmed: "Şayet kadın küç*ük ise süt emecek yaşta bulunduğunda neyle istibrada bulunacak?" demiştir. Diğer rivayette ise: "Hayız oluyorsa bir hayızla, hayız olmayan ama kendisiyle cinsi ilişkiye girilip hamile kalabilen kadınlardansa üç aylık süreyle istibrada bulunur." demiştir. Ebu Muhammed diyor ki: Bundan anlaşılan o ki, küçük kadının istibrası vacip değildir ve onunla sürtüşmek haram olmaz. Bu İbn Ebi Musa'nın tercihi ve Malik'in görüşüdür. Doğru olan da budur. Çünkü mübahlık sebebi, gerçekleşmiş durumdadır. Haram olduğuna bir delil yoktur. Çünkü bu konuda nass da yok, nass manası da yok. Zira büyük kadına dokunmanın haram olmasının sebebi, haram olan cinsi ilişkiye götürür olması, yahut o cariyenin başkasının ümmü veledi olması korkusudur. Burada ise, böyle bir şey düşünülemez. Şu halde mübahlık hükmünün icabına göre amel etmek vaciptir. Ebu Muhammed'in sözü bitti.

 

Şayet cariye emsalleriyle cinsi ilişkiye girilen bir bakire ise "Istibrası vacip değildir." diyorsak, açıktır; "İstibrası vaciptir." diyorsak arkadaşlarımız onu öpmek ve ona dokunmak haram diyorlar. Bence, istibrasının vacip olduğunu söylesek bile, bu haram değildir. Zira, oruçlu konusunda olduğu gibi, cinsi ilişkinin haram olmasından cinsi ilişkiye götüren şeylerin haramlığı lazım gelmez. Bilhassa onlar, cariye hamile olur da kişi başkasının cariyesinden faydalanmış olur, düşüncesiyle dokunmayı haram saymaktadırlar. Dokunmanın haramlığına sebep olarak, işte bunu göstermektedirler. Sonra demişlerdir ki: Bundan dolayı iki rivayetten birine göre esir alınan kadından istibradan önce cinsi ilişki dışında faydalanmak haram olmaz. Çünkü onun mülkiyetinin fesholması düşünülemez. Zira, esir alınmakla, mülkiyet kesinleşmiştir. Artık bakireden öpme ve başka yollarla faydalanmanın yasaklanmasının bir anlamı kalmamıştır. Şayet dul ise Ahmed'in arkadaşları, Şafii ve daha başkaları istibradan önce ondan faydalanmak haramdır, diyorlar. Bunlar diyorlar ki: Çünkü bu, cinsi ilişkiyi haram kılan bir istibradır. Dolayısıyla iddette olduğu gibi, istibradan önce de dul kadınlardan faydalanmak haramdır. Zira sahibi o kadının hamile olup da ümmü veled statüsünde olmasından ve satımın batıl olup kendisinin başkasının ümmü veledinden faydalanmış olmasından emin olamaz. Bundan dolayı hayızliyla cinsi ilişkiye girmekle, oruçlunun cinsi ilişkiye girmesi arasında fark vardır.

 

Hasan el-Basri diyor ki: tstibrada bulunan cariyenin yalnız kadınlık uzvu haramdır. Sahibi cinsi ilişki kurmadıktan sonra, ondan dilediği gibi faydalanabilir. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), istibradan önce cinsi ilişkiyi yasaklamış, bundan gayrisini yasaklamamıştır. Cinsi ilişkinin haram olmasından gayrisinin haram olması gerekmez. Tıpkı hayızlı ve oruçlu kadınlarda olduğu gibi. Denilmiştir ki, ibn Ömer esir kadınlardan payına düşen cariyesini istibradan önce öpmüştür, Bu görüşü destekleyenler şöyle diyebilirler: Satın alınan cariye ile iddet bekleyen kadın arasında, şu fark vardır: iddet bekleyen kadın, kocasına yabancı olmuştur. Dolayısıyla kocasının onunla cinsi ilişkiye girmesi, cinsi ilişkiye götüren yollara başvurması helal olmaz. Ama (mülk olan) cariye için durum böyle değildir. Zira onunla cinsi ilişkiye girmenin istibradan önce haram olması, ancak sahibinin kendi suyunun başkasının suyu ile karışmasından korkulduğundan ötürüdür. Bu ise cinsi: ilişkiye götüren şeylerin haram olmasını gerektirmez. Cariye bu konuda daha çok hayızlı ve oruçlu kadınlara benzemektedir. Mesela bir kimsenin karısı yahut cariyesi zina etse, o kimsenin istibradan önce onunla cinsi ilişkiye girmesi haram olduğu halde, cinsi ilişkiyi çağrıştıran şeyler haram değildir. Aşağıda geleceği üzere, esir alman kadın için de aynı durum sözkonusudur. En çok korkulan, cariyenin efendisinden hamile olup alış-veriş akdinin fesholmasıdır. Bu mesele, ümmü veledlerin satımının haram oluşunun illetlerine dayanmaktadır ki, bu görüş sahibini bağlamaz. Zira, sahibi ondan istifade edince, sahibinin görünüşte mülkü olur. Bu da, istifadenin caizliği konusunda yeterlidir. Nitekim, sahibi onunla tenha bir yerde başbaşa kalıp konuşabilir, bir yabancı kadının vücudundan bakması mubah olmayan yerlerine bakabilir. Bunlara

 

vereceğiniz bütün cevaplar, Öpme ve faydalanma konusuna da cevap teşkil ederler. Bunun caizliginin tartışıldığı bilinmemektedir. Hem müşteri tek başına kalıyor olsa da, satın aldığı cariyesini istibradan önce alıp evine götürmekten menedilmez, cariyenin de onun yanında yüzünü örtmesi vacip olmaz ve adamın cariyeye bakması, onunla tenha bir yerde başbaşa kalması, birlikte yemek yemesi, hizmetini gördürmesi ve onun faydalanılacak şeylerinden faydalanması haram olmaz. Ama başkasının malik olduğu cariyeye, onun bu gibi şeyler yapması caiz olmaz.

 

Eğer cariye, esir alınmış bir kadınsa cinsi ilişki dışında ondan faydalanma/ım caiz olup olmadığı konusunda, fakihler iki görüş ileri sürmüşlerdir; bu görüşlerin ikisi de imam Ahmed'den (r.a.) rivayet edilmiştir:

 

1- Esir alman cariye, esir olmayan diğer cariyeler gibidir. Ondan kadınlık uzvu dışındaki yerlerinden de faydalanma haramdır. Bu görüş el-Hıraki'nin görüşünden anlaşılan manadır. Zira o demiştir ki: Bir cariyeye sahip olan kimse, mülkiyet tamam olduktan sonra istibrada bulununcaya kadar o cariye ile cinsi ilişkiye giremez ve onu öpemez.

 

2- Haram olmaz. Bu İbn Ömer'in (r.a.) görüşüdür. Esir cartye ile, esir olmayan mülk cariye arasındaki fark şudur: Esir cariyenin ümmü veled olması düşünülemez, her halükarda efendisinin mülkiyetindedir. Ama başkaları için bu durum geçerli değildir. Nitekim yukarıda anlatıldı. En iyi bilen Allah'tır.

 

 

g) İstİbra Süresinin Başlangıcı:

 

Soru: istlbra süresi satım akdi yapıldığı anda mı başlar, yoksa cariyenin teslim alınmasıyla mı başlar?

 

Cevap: Bu konuda iki görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'in mezhebinde vecihtirler: 1- Satım akdi yapıldığı anda başlar. Çünkü mülkiyet onunla intikal etmektedir. 2- Teslim almakla başlar. Zira maksat, cariyenin rahminde satıcının veya başkalarının suyunun bulunup bulunmadığım anlamaktır. Cariye, satanın elinde iken böyle bir şey sözkonusu olamaz. Bu, Şafii ve Ahmed'in prensiplerine göre böyledir. Malik'in prensibine göre ise, yukarıda sıralanan yerlerde satım akdinden Önce yapılan istibra yeterli olur. 

 

Soru: Satım akdinde bir muhayyerlik hakkı bulunursa istibra süresi ne zaman başlar?

 

Cevap: Bu meselenin cevabı, muhayyerlik müddeti içinde mülkiyetin, intikal edip etmediği tartışmasına dayanır. İntikal eder diyenlere göre, sürenin başlangıcı satım akdinin yapıldığı andır, intikal etmez diyenlere göre İse, sürenin başlangıcı muhayyerliğin ortadan kalktığı andır.

 

Soru: Peki muhayyerlik, ayıp (=kusur) muhayyerliği olsa ne diyeceksiniz?

 

Cevap: Sürenin başlangıcı tek bir görüş olarak satım akdinin yapıldığı andır. Çünkü ayıp muhayyerliği, mülkiyetin el değiştirmesini engellemez; bu konuda ihtilaf yoktur. En iyi biten Allah'tır.

 

 

h) Hayızdan Kesilmiş ve Henüz Hayız Görmemiş Kadınların İsttbrası:

 

Soru: Sünnet, hamilenin Istibrasmın doğum süresi, hamile olmayanın istibrasmın ise bir hayız süresi olduğunu belirtmiştir. Peki, nasıl oluyor da hayızdan kesilmiş kadınların ve daha henüz hayız görmeyen kadınların iddetleri konusunda sükut etmemiş de istibralan konusunda sükut etmiştir?

 

Cevap: Allah'a hamdolsun ki, onların istibralan konusunda sünnet sükut etmemiş, aksine ima ve tenbih yoluyla açıklamıştır Zira Allah Teala hür kadının iddetini üç kar' olarak belirlemiş, sonra da hayızdan kesilmiş ve daha henüz hayız görmeyen kadınların iddetini ise üç ay olarak belirlemiştir. Böylece Allah Teala'nın her kar' karşılığına bir ay koyduğu anlaşılmış oldu. Bundan dolayı Allah Teala, cariyeler hakkında, kadın her ay bir kere hayız olur şeklindeki çoğunlukla meydana gelen adetini icra etmiş; sünnet de hayız olan cariyenin istibrasınm bir hayız müddeti olduğunu açıklamıştır. Böylece ay, hayız yerini tutmuş olur. Bu görüş imam Ahmed'den gelen rivayetlerden ve Şafii'nin iki görüşünden biridir. Ahmed'den gelen ikinci bir rivayete göre ise, (hayızdan kesilmiş cariye) üç ay istibrada bulunur şeklinde olup, ondan gelen meşhur görüş ve Şafii'nin iki görüşünden biri budur. Bu görüşün gerekçesi, Ahmed b. Kasım rivayetinde, Ahmed'in delil olarak ileri sürdüğü husustur. Ahmed b. Kasım anlatıyor: Ebu Abdillah'a: "Üç ayı nasıl bir hayız yerinde saydın? Oysa Allah Teala, Kur'an'da her hayıza karşılık bir ay koymuştur." dedim. Ahmed şu cevabı verdi: Üç ay dememizin sebebi, hamilelikten dolayıdır. Çünkü hamilelik, bu süreden daha az bir zamanda anlaşılmaz. Zira Ömer b. Abdülaziz, bu konuyu sormak için ilim adamlarını ve ebeleri topladı. Onlar, hamilelik üç aydan daha az bir zamanda anlaşılmaz dediler. Bu onun çok hoşuna gitti. Sonra Ahmed devamla dedi ki: İbn Mes'ud'un şu sözünü işitmedin mi? O demiştir ki: "Nutfe, kırk gün geçince alaka olur. Sonra bunun üzerinden kırk gün geçince mudga olur." Seksen gün geçince mudga olur. Mudga ettir. Artık o zaman rahimde çocuğun bulunduğu anlaşılır." İbnu'l-Kasım diyor ki: Ahmed bana: "Bu kadınlarca malumdur. Ama bir ayın anlamı yoktur." dedi. İbnu'l-Kasım'in anlattıkları burada bitti.

 

İmam Ahmed'den gelen bir üçüncü rivayete göre ise, hayızdan kesilmiş cariye bir buçuk ay istibrada bulunur. Zira Hanbel'in rivayetine göre, Ahmed demiştir ki: Ata: "Cariye hayız olmazsa, istibrası kırk beş gecedir." demiştir. Hanbel diyor ki: Amcam (Ahmed): "Ben de bu görüşteyim. Çünkü hayızdan kesilmiş boşanan kadının iddeti bu kadardır." dedi.

 

Bu görüşün gerekçesi şudur: Şayet kadın hayızdan kesilmiş olduğunda boşanmış olsaydı, bir rivayete göre bir buçuk ay iddet bekler. Cariyenin bu kadar süre istibrada bulunması daha uygundur.

 

Ahmed'den gelen dördüncü bir rivayete göre, hayızdan kesilmiş cariye iki ay istibrada bulunur. Bu rivayeti ondan Kadı aktarmıştır. Arkadaşlarından pek çoğu bu rivayeti müşkil bulmuşlardır. Hatta el-Muğni sahibi: "Bu görüşün bir gerekçesini görmedim." demiş ve eklemiştir: Eğer onun istibrası iki ay olsaydı, kuru' halinde olanların istibrası da iki kar' olurdu. Bunu söyleyen bir kimse bilmiyoruz.

 

Bu rivayetin gerekçesi şudur: Hayızdan kesilmiş cariye, boşanmış olana göre ele alınmıştır. Cariye iken boşanmış olsaydı, iddeti iki ay olurdu. Ahmed'den (r.a) meşhur olan budur. Kendisi bu konuda, Ömer'in (r.a.) sözünü delil göstermiştir. Doğru olan da budur. Zira aylar, kuru' yerine geçmektedir. Kuru' halinde olanların iddeti iki kar'dır. Onların bedeli iki aydır. Kar' halinde olarım istibrası bir hayız süresidir, dedik; çünkü hayız rahimde çocuk bulunmadığına açık bir alamettir. Bu durum bir ayın geçmesiyle anlaşılmaz. Dolayısıyla, rahimde çocuk bulunup bulunmadığı anlaşılacak bir müddetin geçmesi gerekir. Bu müddetde ya iki, ya da üç aydır. Şu halde iki ay daha uygundur. Zira boşanmış kadın hakkında onun rahminde çocuk bulunmadığına bir alamet sayılmıştır, istibrada bulunan kadın hakkında alamet olması daha uygundur. İşte bu rivayetin gerekçesi budur.

 

imdi, delil bakımından tercihe şayan olan, bir tek ayla yetinmektir. Nassın ima ve tenbihlnin gösterdiği husus da budur. Hayızdan kesilmiş cariyenin istibra süresini üç saymak, onunla hür kadın arasını eşitlemektir. Yine bu cariyenin istibrasını iki ay saymak onunla, kocasından boşanmış kadını eşitlemektir. Ona en uygun müddet, bir aydır. Zira bu tam bir bedeldir. Şeriat sahibi, bu bedelin benzerini cariyenin benzeri olan hür kadında muteber saymıştır. Sahabe bunu boşanmış cariyede muteber görmüştür. Hz. Ömer'in (r.a.): "Boşanmış cariyenin iddeti iki hayızdır. Hayız olmuyor ise, iki aydır." dediği sahihtir.

 

Ahmed (r.a.) bunu delil göstermiştir. Kendisinden gelen en meşhur rivayete göre Ahmed (r.a.) açıkça ifade etmiştir ki, hayız hali ortadan kalkar ve hayızının kesilmesinin sebebini bilmezse, dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da hayız yerine olmak üzere toplam on ay iddet bekler.

 

Ondan gelen ikinci bir rivayete göre bir sene iddet bekler. Bu, üstad Ebu Muhammed'in yoludur. Kendisi diyor ki: Ahmed, burada bir hayız yerine bir ay koydu. Çünkü hayızdan kesilen kadın hakkında onun tekrarının gözönünde bulundurulması, rahminde çocuk bulunup bulunmadığının anlaşılması içindir. Burada ise müddetin çoğunluğunun geçmesiyle onun hamile olmadığı anlaşılmıştır. Böylece bir ayı, kıyasa uygun olarak bir hayız yerinde tutmuştur, işte el-Hıraki'nin hayızdan kesilmiş olanla hayız hali ortadan kalkmış olan arasını ayırarak kaydettiği budur. O diyor ki: Eğer hayızdan kesilmiş ise üç ay; hayız hali ortadan kalkıp da bunun sebebini bilemezse dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da hayız yerine olmak üzere iddet bekler.

 

Üstad Ebu'l-Berekat ise, hayız hali ortadan kalkan kadın konusundaki ihtilafı, hayızdan kesilen kadın hakkındaki ihtilaf gibi saymış ve onun hakkında dört rivayeti hamilelik müddetinin çoğunluğundan sonra onunla hayızdan kesilmiş arasında bir eşitleme yapmıştır. Muharrar adlı eserinde diyor ki: Hayızdan kesilmiş ve daha henüz hayız görmeyecek kadar küçük olan kadınlar bir ay, Ahmed'den gelen bir rivayete göre üç ay, bir rivayete göre iki ay ve bir rivayete göre de bir buçuk ay iddet beklerler. Cariyenin hayız hali oltadan kalksa ve sebebini bilemese dokuz aydan sonra (ihtilafa göre) bu sürelerde istibrada bulunur.

 

el-Hıraki ile Üstad Ebu Muhammed'in tuttuğu yol daha sahihtir. Tercih ettiğimiz bir ayla yetinme de budur. el-Muğni adlı eserinde Üstad da bu görüşe eğilim göstermiştir. Diyor ki: Bir ay istibrasının gerekçesi şudur: Allah bir ayı, bir hayız yerinde tutmuştur. Bundan dolayı aylar, hayızların değişmesiyle değişmiştir. Hayızdan kesilmiş hür kadının iddeti üç kar' yerine üç ay, cariyenin iddeti iki kar' yerine iki ay olmuştur. Hayız hali ortadan kalkan ve Istibra yapmakta olan cariyenin istibrası dokuz ay hamile olup olmadığı anlaşılsın diye, bir ay da hayız yerine olmak üzere toplam on aydır. Şu halde burada tıpkı hayız hali ortadan kalkan cariyede olduğu gibi, bir hayız yerine bir ay olması gerekir. Rahimde çocuk bulunmadığını gösteren dokuz ay beklemeyi gördünüz denecek olursa, "Burada rahimde çocuk bulunmadığını gösteren hayızdan kesilmişlik hali vardır. Doyayısıyla iki hal eşitlenmiş oldu." diye cevap veririz.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

A) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) SATIŞI HARAM OLAN NESNELER HAKKINDAKİ HÜKÜMLERİ