ZADU’L-MEAD

ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.)

VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

A) NESEB

 

1- Farklı Renkteki Çocuk Hakkındaki Hükmü

2- Nesebin Sübut Yollan

3- Veled-i Zinanın İstilhakı ve Varis Kılınması Hakkındaki Hükmü

4- Kur'a İle Nesebin Tayini

 

1- Farklı Renkteki Çocuk Hakkındaki Hükmü:

 

Çocuğun farklı renkte doğması durumunda, nesebinin kocaya katılması hakkındaki hükmü:

 

Sahihayn*da sabit olduğu üzere; bir adam Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelerek, sanki onu (çocuğu) reddetmek ister gibi, "Gerçek şu ki, karım siyah bir çocuk doğurdu." dedi Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona:

 

— Senin develerin var mı ? buyurdu. Adam:

— Evet, dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):

— Ne renkteler ? diye sordu. Adam:

— Kırmızı, dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):

— Peki içlerinde boz olanı var mı? diye sordu. O:

— Evet, dedi Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):

— Peki o renk ona nerden geldi ? diye sordu. Adam:

— Belki de ya Rasulallah; bir soyuna çekmiştir, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

— O halde, işte bu da belki bir soyuna çekmiştir, buyurdu.

 

Bu hadiste şu incelikler vardır: Sual ve fetva isteme şeklinde olduğu zaman ta'riz (ima) den dolayı iftira cezası (had) gerekmez. Bu hadisten, karşılıklı münakaşa, söz kavgası sırasında bile yapılan ta'riz (dolaylı zina isnadın)dan had gerekmez, hükmünü çıkaran kimse isabetsiz bir neticeye ulaşmıştır. Zira nice imalar (ta'rizler) vardır ki, açık ifadelerden daha iyi anlaşılır ve daha çok iğneleyicidir, daha büyük bir azap verir. Sözün açılması, akışı bunların zikrettikleri ihtimalleri ortadan kaldırır ve sözün maksada delaletini kafi hale getirir.

 

Hadisten, sadece kuşku ile liana ve çocuğun reddine gidilmesinin caiz olmayacağı hükmü de çıkar.

 

Yine hadisten, hükümlerin elde edilmesi esnasında darbımesel kullanılabilmesi, benzerlerin benzerlere kıyas edilebilmesi neticesi de çıkmaktadır. Buharı, bu hadise: "Soru sorana iyi anlatabilmek için, Allah'ın hükmünü açıkladığı belli bir asıla (makisun aleyh), başka bir asılı benzeten hakkında bab" adıyla başlık koymuş ve bu hadisle birlikte: "Ne dersin? Şayet annenin borcu olsaydı da..." hadisini de zikretmiştir.

 

 

2- Nesebin Sübut Yolları:

 

Çocuğun yatağa aidiyeti, cariyenin yatak olması ve babasının ölümünden sonra istilhak edilen kişinin durumu hakkında Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükmü:

 

Sahihayn'da. Hz. Aişe (r.a.) anlatır: Sa'd b. Ebi Vakkas ile Abd b. Zem'a bir çocuk hakkında münakaşa ettiler . Sa'd: "Ya Rasulullah! Bu çocuk benim kardeşim Utbe b. Ebi Vakkas'ın oğludur. Oğlu olduğunu bana vasiyet etti. Ona benzeyişine bak!" dedi. Abd b. Zem'a da: "Bu benim kardeşimdir ya Rasulallah! Babamın döşeği üzerinde, onun cariyesinden doğmuştur." iddiasında bulundu. Derken Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğa baktı ve Utbe'ye apaçık benzediğini gördü. Bunun üzerine: "O senindir ya Abd! Çocuk yatak sahibinindir. Zaniye de taş (mahrumiyet) vardır. Sen de ondan kaç (örtün) ya Sevde bt. Zem'a!" buyurdu. Bir daha Sevde onu asla görmedi.

 

Bu hadis, çocuğun yatağa aidiyeti ve cariyenin de yatak olabileceği konusunda bir asıl olmaktadır. Ayrıca; "yatak" delili ile benzerlik arasında bir çatışma durumunda, yatak delilinin tercih edileceğine, neseb ahkamının bölünebilirlik özelliği göstererek bir cihetten sabit olurken, başka bir cihetten sabit olmayacağına -ki buna bazı fakihler, iki hüküm arasında bir hüküm tabirini kullanırlar- bulunmaktadır. Hadiste bunlardan başka "kaiflik" sanatı olduğuna ve dinde bir yeri bulunduğuna işaret de vardır.

 

 

a) Yatak:

 

Nesebin yatakla sübutu konusunda ümmetin icmaı vardır. Nesebin sabit olma yolları: 1) Yatak, 2) İstilhak, 3) Beyyine, 4) Kaiflik ilmi olmak üzere dört çeşittir. İlk üçü üzerinde ittifak vardır. Müslümanlar, nikahla yatağın sabit olacağı hakkında görüş birliği içerisinde olmakla birlikte, odalık (teserri) durumunda da "yatak" hükmünün doğup doğmayacağı hakkında ihtilaf etmişlerdir. Ümmetin büyük çoğunluğu odalık edinmenin de yatak hükmünü doğuracağını söylemişler ve yukarıdaki sahih olan Hz. Aişe hadisini delil olarak kullanmışlar ve demişlerdir ki: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), çocuğun Zem'a'ya ait olduğuna hükmetmiş, onun yatak sahibine ait olduğunu açıklamış ve bunu, çocuğu Zem'a'ya hükmedişinin illeti olarak göstermiştir. Hükmün sebeb ve mahalli, cariye hakkındadır. Dolayısıyla, onu hadisin kapsamından çıkararak, sadece hiç zikri geçmeyen hür kadınlara yormak caiz değildir. Bu durum, Sari' Teala'nın dikkate aldığı ve sarih olarak hükmü kendisine bağladığı şeyi ilga etmek ve hükmün konuluş sebebi olan mahalli ortadan kaldırmak olur.

 

Sonra, şayet bu hadis varid olmasaydı, o zaman bu hüküm, Allah tarafından insanların hakkaniyetle hükümde bulunmaları için indirilen kıstasın (mizan) bir gereği olurdu. Bu kıstas, iki benzer şey arasını eşit tutmak ilkesidir. Çünkü odalık, hem fiziki anlamda, hem hakikaten, hem de hükmen -hür kadın gibi- yataktır. Kadınlığından istifade, çocuk elde etme gibi, hür kadın ne için isteniyorsa, cariye de onun için istenir. Eskiden olsun, şimdi olsun insanlar öteden beri çocuk edinmek ya da onların kadınlıklarından istifade etmek amacıyla odalık cariyelere rağbet etmektedirler. Hür kadın ne için "yatak" diye isimlendirilınişse, aynı mana eşit olarak odalık cariyede de vardır. Doğurduğu bu ilk çocuk, istilhak olmadıkça, efendinin nesebine de katılmaz. Bu durumda "yatak" olma hükmü ile değil, "istilhak" yoluyla katılmış olur. Bundan sonra doğuracağı çocuklar ise, efendi tarafından redddilmedikçe artık onun nesebine ait olur.

 

Şu halde Hanefilere göre, cariyenin doğurduğu çocuk, kendisinden önce efendinin nesebine katılan bir çocuk bulunmadıkça, onun nesebine "yatak" hükmüyle ilhak olunmamaktadır. Oysa ki, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğu Zem'a'ya ilhak etmiş ve nesebini ondan sabit kılmıştır. Bu cariyenin, bundan önce Zem'a'dan çocuk doğurduğu asla bilinmemektedir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de böyle bir soru sormamış, açıklama istememiştir.

 

Hanefilere karşı olanlar şöyle derler: Böylesi bir ayırım hakkında ne Kitap'tan ne de sünnetten bir temel (asıl) yoktur. Ashabtan bir haber de bulunmamaktadır. Şer'i kaidelerin, usulün gerektireceği bir şey de değildir.

 

Hanefiler ise şöyle diyorlar: Biz cariyenin yatak olduğunu tümden inkar etmiyoruz. Ancak o zayıf bir yataktır. Bu konuda o, hür kadının gerisindedir. Bu itibarla, cariyenin efendiden doğurmak , efendinin de Istilhakta bulunmak (kendi nesebine katmak) suretiyle, kendisi sebebiyle azad edilebileceği bir hususun bulunması gerekir, ondan sonra doğuracağı çocukların ise, red durumu olmadıkça efendiye (artık yatak hükmüyle) katılacağını söyledik. Birinci çocuk ise, istilhak durumu olmadan, efendinin nesebine katılamaz. (Aralarında fark olduğu İçindir ki) siz de şöyle diyorsunuz: "Efendi cariyesinden olan bir çocuğu kendisine istilhakta bulunsa, daha sonraki doğuracağı çocuklar, yeniden istilhakta bulunmadıkça, efendiye ilhak edilmezler. Zevce ise böyle değildir." Aralarındaki fark şudur: Nikah akdi sadece cinsi münasebet ve kadının "yatak" kılınması amacıyla yapılır. Cariyeyi satın almak ise öyle değildir. Çünkü onunla cimada bulunmak, onu yatak kılmak amacı; cariyeyi mülkiyet yoluyla edinmeye tabi durumundadır. Bu yüzden de cariyenin, kendisiyle ilişkide bulunması haram olan kimselerin mülkiyetine girmesi mümkündür. Nikahta ise böyle bir durum sözkonusu değildir. Sonra Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğu Abd'a karşı sadece kardeş olarak ilhak etmiştir. Çünkü o çocuğun nesebini (kardeş olarak) kendisine katma isteğinde bulunmuş, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de onu "babasının yatağı olduğu için değil, onun istilhakıyla" kendisine ilhak etmiştir.

 

Çoğunluk ulema şöyle diyorlar: Cariye, kendisiyle cimada bulunulmuşsa, hakikaten de. hükmen de o yataktır. Onun yatak oluşunda, önceden efendiye bir çocuk doğurmuş olması şartını ileri sürmek, şer'an dikatte alındığına dair delil bulunmayan bir şeyi şart olarak ileri sürmek demektir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) böyle bir şartı Zem'a'nın yatağı hakkında aramamıştır. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aramadığı bir şartı aramak, dinde re'yle hükmetmek olur.

 

"Cariye cinsel ilişki için edinilmez." sözünüzü anlamak mümkün değil! Çünkü tartışma konusu odalık ve yatak edinilmek suretiyle kendisiyle ilişkide bulunulan ve zevce gibi veya daha da değerli kılınan cariye hakkındadır; süt kardeşi ya da bir başka sebepten kendisine haram olan cariye değildir.

 

"Zem'a'nın onunla cimada bulunduğu sabit değildir ki, çocuk kendisine ilhak edilsin." sözünüzün cevabı bize düşmez. Aksine çocuğun Zem'a'ya ait olduğuna hükmedene ve oğluna: "O senin kardeşindir." diyene (Hz. Peygamber'i (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kasdediyor) düşer.

 

"Onu kardeş olarak ilhak etti. Çünkü (Abd) onu istilhakta bulundu." şeklindeki sözünüz ise batıldır. Zira istilhakta aranan şartlar vardır. Şayet varislerin tamamı ikrarda bulunmuyorlarsa, bu durumda ikrarda bulunanın ikrarı ile ilhak kararı alınamaz; ölenin yatağında doğduğuna dair ikrarda bulunanla birlikte, onlardan iki kişinin de şehadette bulunması gerekir. Burada ikrarda bulunan Abd ile bütün varisler ikrarda bulunmuyorlardı. Mesela Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) eşi ve Abd'ın kızkardeşi olan Sevde validemiz, onu ikrar etmemiş, onun nesebinin kendilerinden olduğuna dair istilhakta bulunmamıştır. Hatta kardeşi Abd ile ikrarda bulunmuş olsaydı bile, nesebin sübutu istilhak ile değil "yatak" hükmüyle olurdu. Zira Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), nesebin ilhakına dair hükmünün hemen akabinde, hükmün illetini "çocuğun yatağa alt olduğu" şeklinde tasrih buyurmuş ve böylece hem bu olayı, hem de diğer olayı içine alacak genel bir hükme işarette bulunmuştur. Sonra cariyenin yatak oluşunun sübutunun cima eden veya cima edenin varisleri tarafından yapılan ikrarla olması, nesebin katılması için yeterlidir. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), onu Abd'ın: "O babamın çocuğudur, yatağı üzerinde doğmuştur." sözüne dayanarak ilhakta bulunmuştur, demek mümkün değildir. Zira Zem'a, Hz. Peygamber'in kayınpederidir, kızı kentli nikahları altındadır. Bu durumda Hz. Peygamber'e, nesebin ilhak sebeplerinden olan yatak hükmünün mevcudiyetinin sabit olmaması makul değildir.

 

Bizim: "Efendi, cariyesinden olan bir çocuğu istilhakta bulunduğu zaman, daha sonra doğacak çocuklar, yeniden bir ikrar bulunmadıkça, kendi nesebine katılmaz." şeklindeki sözümüzü aleyhimize delil olarak kullanışınıza gelince; bu konuda İmanı Ahmed'in tabilerine alt iki görrüş bulunmaktadır ki, birincisi budur. İkincisi ise, yeniden ikrarda bulunmasa bile onun nesebine katılır şeklindedir. Birinci görüşü tercih eden şöyle demiştir: "Efendi doğumdan sonra istibrada bulunmuş ve ona yanaşmamış olabilir; dolayısıyla yatak olma hükmü istibra ile ortadan kalkar. Netice itibarıyla da birinci çocuktan sonra doğan çocuklar yeni baştan, onunla ilk çocukta olduğu gibi cimada bulunduğunu belirtmedikçe, kendisine katılmazlar." İkinci görüşü tercih edenler ise şöyle derler: "Önceden onun yatak olduğu sabit olmuştur. Asıl olan ise, izale edici aksi bir durum olmadıkça "yatak"lığın devamıdır. Zira bu "İstilhakta bulunmadıkça, onunla ilişkide bulunduğunu itiraf etse bile çocuk kendisine katılmaz." sözünüzün benzeri değildir."

 

Bundan daha sakat bir itiraz da şöyledir: "Abd'a onu kardeş olarak ilhak etmedi, onu onun kölesi yaptı. Bu yüzden de şeklinde temlik lamı ile söyledi. "O senindir." yani senin kölendir, demektir." Bu itirazı teyid sadedinde de. hadisin bazı rivayetlerinde: "O sana ait bir köledir." ifadesinin bulunduğunu belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Aynca Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem). Sevde validemize ondan örtünmesini emretmişti. Eğer kardeşi olsaydı böyle bir emirde bulunmazdı. Bu da onun Sevde'ye yabancı biri olduğunu göstenir. "Çocuk yatağa aittir." buyruğu ise çocuğun nesebinin Zem'a'ya nisbet edilmediğine bir işarettir. Yani: Bu cariye onun yatağı değildi. Zira cariye yatak olmaz. Çocuk ise ancak yatağa aittir. Buna göre Hz. Peygamber'in Sevde'ye ondan örtünmesini emretmesi doğru olur. Bunu hadisin bazı tariklerinde yer alan: "Ondan örtün, çünkü o senin için bir kardeş değildir." ifadesi de tekid eder.

 

Bunlar sonuç alarak: "Şu halde biz hadis ve Hz. Peygamber'in hükmünden yana, sizden daha şanslıyız." demişlerdir.

 

Cumhur şöyle diyor: İşte şimdi söz kızıştı ve kemerin halkaları (kancalan) birbirleriyle karşılaştı. Allah'tan yardım dileyerek diyoruz ki: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onu Abd'e kardeş olarak ilhak etmedi, onu ona köle kıldı." sözünüzü Muhammed b. İsmail el-Buhari'nin, Sahih'inde rivayet ettiği: "O senindir. O senin kardeşindir ey Abd b, Ze'ma!" ifadesi reddetmektedir. Hem lam harfi temlik için değil, sadece tahsis içindir.

 

isözünüzdeki gibi. =O sana ait bir köledir." lafzına gelince; o asla sahih değildir, batıl bir rivayettir. Hz. Peygamber'in Sevde validemize, ondan örtünmesi emrine gelince; bu ya ihtiyat ve takva üzere verilmiş bir emirdir, çünkü çocuğun Utbe'ye olan açık benzerliği bir şüphe doğurmaktadır, ya da her iki tarafa da riayetle, her iki delil ile amel etmiş olmak içindir. Çünkü yatak, nesebin ona katılması için bir delildir, bir başkasına olan benzerliği de, çocuğun yatak sahibinden reddini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu durumda çocuğun bir nesebi konusunda, daha güçlü olması hasabiyle yatak delilini kullandı. Çocukla Sevde arasında mahremiyetin sübutu konusunda da, çocuğun Utbe'ye benzerliği delilini çalıştırdı. Bu en güzel, en açık ve vazıh hükümlerdendir. Nesebin sübutunun her açıdan olması diye bir zaruret yoktur. Mesela, zina eden kimseyle zina mahsulü çocuk arasında haramlık ve cüz'iyet konusunda neseb hükümleri sabit iken, miras, nafaka, velilik vb. konularda sabit değildir. Bazen bir maniden dolayı, neseble ilgili bazı hükümler doğmamaktadır ve bu şeriatte çoktur. Dolayısıyla çocukla Sevde validemiz arasında, Utbe'ye olan benzerlik engelinden dolayı mahremiyet hükmünün ortaya çıkmaması yadırganamaz. Bu izah, tam fıkhı bir izahtır. Böylece Hz. Peygamber'in: "O senin kardeşin değildir..." sözünün de -şayet sahih farzetsek- manası açıklık kazanmış olur. Kaldı ki, bu söz sahih değildir. Hadisçiler onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. Abd'e buyurduğu: "O kardeşindir." sözü karşısında böyle zayıf bir söze aldıracak değiliz. Eğer Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu sözlerinin çeşitli rivayetlerini toplar ve "O kardeşindir." sözünü "Çocuk yatağa aittir. Zina edene taş vardır." sözüyle karşılaştırırsak. onların yaptıkları te'villerin sakat olduğu ortaya çıkmış; hadisin, aksi doğrultuda sarih olduğu ve onların te'villerine herhangi bir şekilde ihtimali bulunmadığı anlaşılmış olur. Bu meselede bizimle tartışanlara şaşmamak elde değil. Çünkü, onlar sadece akitle zevceyi yatak sayıyorlar, isterse eşler arasında doğu ile batı arası kadar uzaklık olsun, doğacak çocuğu yatak sahibine ilhak ediyorlar, öbür taraftan gece gündüz defaatle cimada bulunduğu odalığını yatak kabul etmiyorlar. Bu olacak şey değildir!

 

Fukaha, zevcenin ne ile "yatak" hükmünü alacağında ihtilaf etmişlerdir: Üç görüş vardır:

 

Birincisi: Bizzat akitle zevce "yatak" olur. Bir araya gelmedikleri bilinse, hatta nikah akdini kıydığı aynı mecliste boşasa bile durum değişmez. Bu görüş Ebu Hanife'ye aittir.

 

İkincisi: Cima imkanıyla birlikte akitle olur. İmam Şafii ve Ahmed'in görüşleri de böyledir.

 

Üçüncüsü: Akitle birlikte kesin olarak tahakkuk eden cima ile olur; olup olmadığı İhtimali bulunan cima imkanı zevcenin "yatak" hükmü alabilmesi için yeterli değildir. Şeyhülislam İbn Teymiye'nin tercih ettiği görüş de budur. İbn Teymiye şöyle demiştir: "İmam Ahmed; Harb rivayetinde buna işarette bulunmuştur. Zira bir rivayette o: Bir kimse elmadan önce karısını boşasa ve kadın bir çocuk doğursa, koca çocuğu inkar etse, liana ihtiyaç duyulmadan çocuk reddedilmiş olur, demiştir."

 

Sahih ve kesin olan görüş işte budur. Yoksa koca İcadınla herhangi bir ilişkide bulunmadan, sadece uzak bir imkanın varlığıyla, onunla gerdeğe girmeden kadın nasıl "yatak" hükmünü alabilir? Gerek örfte, gerekse dilde, gerdeğe girmeden önce, kadın "yatak" sayılır mı? Karısı ile gerdeğe girmeyen, onunla ilişkide bulunmayan, bir araya gelmeyen kimseye, sadece imkandan hareketle, doğacak çocuğun nesebi nasıl ilhak edilebilir? Şeriat böyle bir hüküm getirir mi? Cimada bulunabilme imkanı, adeten bu işin mümkün olmamasıyla kesilebilir. Dolayısıyla kadın, akit yanında kesin zifaf (cima) olmaksızın "yatak" olmaz. Tevfik ancak Allah'tandır. Buna İmam Ahmed, Harb rivayetinde temas etmiştir. Haribeli mezheb ve kavaidinin gereği de budur. En iyi bilen Allah'tır.

 

Cariyenin neyle "yatak" hükmünü alacağı konusunda da ihtilaf etmişlerdir: Cumhur ulema ancak cinsi münasebetle "yatak" hükmünü alabileceği görüşündedirler. Sonraki bazı Maliki alimleri ise: "Hizmet için değil de. sadece cimada bulunma amacıyla satın alman, -mesela hal karinesiyle sadece odalık için arzulandığı anlaşılan yüksek fiatlı- cariyeler, bizzat satın alma işiyle yatak hükmünü alırlar." demişlerdir. Doğrusu hem cariye, hem de hür kadın, cinsel ilişki olmadıkça yatak hükmü alamazlar.

 

Buraya kadar anlattıklarımız, kendisiyle nesebin sabit olduğu dört şeyden biriyle yani "yatak" ile ilgiliydi.

 

 

b) İstilhfik:

 

İlim ehli, babanın istilhakta (çocuğun nesebini kendi nesebine katmak) bulunabileceğinde ittifak halindedirler. Dedeye gelince; eğer baba hayatta ise, onun istilhakta bulunmasının bir etkisi yoktur. Eğer baba hayatta değilse ve kendisi de tek varisse, bu durumda dedenin istilhakta bulunması sahihtir ve ikrarda bulunduğu kimsenin nesebi sabit olur. Eğer tek varis olmaz ve diğer varisler onu tasdikte bulunurlarsa, yine aynı şekilde nesebi sabit olur. Aksi takdirde kendisi iki şahitten biri olmadıkça, çocuğun nesebi sabit olmaz.

 

Kardeşin istilhakta bulunması konusundaki hüküm, aynen dedenin istilhakta bulunması durumunda olduğu gibidir. Bu konudaki genel prensip şudur: "Mala yalnız başına varis olan kimsenin nesebi, ister tek kişi olsun, ister bir grup, sadece ikrarıyla sabit olur." Bu İmam Ahmed ile İmam Şafii'nin mezheplerinin konuyla ilgili esasmı teşkil eder. Çünkü varisler ölünün yerine geçmekte ve onun yerini almaktadırlar.

 

Bazıları bu prensibe bir itiraz yönelterek şöyle demişlerdir: Eğer bütün varislerin nesebin ilhakına dair görüşbirliği etmeleri, nesebi isbat edecek olsaydı, ölünün cimada bulunduğu bir cariyeden ceninin (hamlin) reddi konusunda görüş birliği etmeleri ve onun nesebini red konusunda -ilhak durumunda olduğu gibi- Ölünün yerini almaları da caiz olurdu. Ne dersiniz?

 

Bu itiraz bizi bağlamaz. Zira biz bütün varislerin ittifakından sözediyoruz. Cenin de varislerden birisidir. Şu halde bütün varisler, onun reddi konusunda görüş birliği etmiş değillerdir.

 

Soru: Siz nesebin sübutu için bütün varislerin ikrarını şart koşuyorsunuz. Burada ikrarda bulunan sadece Abd'dır, Sevde validemiz -Abd'in kardeşi olduğu halde- ikrarda bulunmamıştır. Buna rağmen Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğu istilhak talebi neticesinde Abd'e ilhak etmiştir. Dolayısıyla burada kardeşin istilhakta bulunabileceğine ve nesebin onun ikrarıyla sabit olabileceğine bir delil vardır. Yine kardeşlerden sadece birisinin istilhakının yeterli bulunduğuna delil bulunmaktadır.

 

Cevap: Sevde validemiz inkar etmemişti. Abd onu istilhakta bulunmuş. Sevde validemiz ise, onun istilhakını sükutla {onayla) karşılamıştı. Validemizin hükmü; onunla halvette bulunması, onu görmesi ve kardeşi olması gibi hususlarda kendisine de sirayet eden bu durum karşısındaki sükut ve ikrarı, kardeşi Abd'ı tasdiki, onun ikrar ettiği şeyi ikrarı demek olur. Aksi takdirde derhal ona tepki gösterir ve yalanlardı. Böylece onun rızası ve sükutla (ikrar) karşılaması, tasdiki yerine geçmiştir. Tabii bu izah ondan sarih bir ikrarın bulunmadığı duruma göredir. Olay özel bir olaydır.

 

Kardeş, dede veya başka biri, her vakit, müverrislerinin (miras bırakan) ikran durumunda kendisine katılabilecek olan kimsenin nesebini istilhakta bulunsalar, karşı çıkan bir varis yoksa nesebi sabit olur. İstilhak, nesebin subutunu gerektirir, varislerden karşı çıkanların tepkisi de sübuta manidir. Hükmü gerektirici bulunur, herhangi bir mani de mevcut olmazsa, gerekli olan hüküm netice olarak ortaya çıkar. Ancak burada başka bir şey daha var: Mirasa konan kimsenin ikran ve istilhakı, acaba ölünün halefi olduğuna dair bir ikrar mı. yoksa şehadet manası mı taşımaktadır? Konu ihtilaflıdır. İmam Ahmed ve İmam Şafii'nin mezhepleri, halef olduğuna dair bir ikrar şeklindedir ve dolayısıyla istilhakta bulunanın adil olması, hatta müslüman olması bile şart değildir. Aksine fasılan da, dindarın da istilhakı sahih olur. Malikaler ise, bunun bir şehadet ikrarı olduğunu, dolayısıyla şahitlerde aranan şartların bulunması gerektiğini söylemişlerdir. İbnu'l-Kassar, İmam Malik'in mezhebinin: "Varisler neseb ikrarında bulunurlarsa, o onlara katılır, isterse adil olmasınlar." şeklinde bulunduğunu nakletmiştir. Oysa ki, bilinen bunun aksidir.

 

 

c) Beyyİne:

 

İki şahidin onun oğlu olduğuna veya yatağı olan zevcesinden ya da cariyesinden doğduğuna şehadette bulunması lazımdır. Buna, varislerden iki kişinin şahitlikte bulunmaları durumunda ise, diğerlerinin inkarına bakılmaz ve neseb sabit olur. Bu konuda İhtilaf olduğu bilinmemektedir.

 

 

d) Kaiflik:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hüküm ve uygulaması, kaiflik ilminin dikkate alınacağı ve ona istinaden neseb ilhakında bulunulacağı doğrultusundadır.

 

Sahihayn'da Hz. Aişe validemiz anlatır: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir gün, sevinçli, yüzünün hatları parlar bir halde yanıma girdi ve: "Baksan a! Demin Müdlicli Mücezziz, Zeyd b. Harise ile Üsame b. Zeyd'e baktı da: 'Şüphesiz bu ayaklar birbirinden (meydana gelmiştir. dedi." buyurdu.

 

Hadiste görüldüğü üzere Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Katfin. sözünden dolayı sevinmiştir. Eğer karşı görüşte olanların söylediği gibi, o kehanete benzer, cahiliye devri inanışlarından olsaydı, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sevinmez, ondan dolayı taaccüp göstermezdi ve Mücezziz'in sözü bir nevi kehanet olarak mütalaa edilirdi. Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kahini tasdik eden kimseler hakkında korkutucu haberler sabittir. İmam Şafii şöyle der: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onu ilim olarak kabul etmiştir ve onu münker (kötü) görmemiştir. Eğer o hata olsaydı, mutlaka ona tepki gösterir, yasaklardı. Çünkü bu gibi sözlerde iffetli kadınlara zina isnadı ve neseplerin reddi anlamları bulunmaktadır."

 

Hem Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sahih hadiste kaiiliğin sıhhati ve dikkate alınacağım bizzat tasrih buyurmuş ve lianda bulunan kadının çocuğu hakkında: "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilal b. Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o da Şerik b. Sehma'nındır." demiştir. Kadın, isnadda bulunulan adama benzer tipte bir çocuk doğurunca da: "Eğer (lian) yeminleri olmasaydı, benimle o kadın arasında bir macera olurdu.'' buyurmuştur. Bu, benzerliği dikkate almaktan başka bir şey midir? Zaten kaiflik de bu değil midir? Çünkü kaif, benzerlik alametlerini sürer, kime ulandığına bakar ve kime benziyorsa çocuğun ona ait olduğuna hükmeder. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) benzerliği dikkate almış ve sebebini açıklamıştır. Bu yüzdendir ki, Ümmü Seleme: "Kadın ihtilam olur mu?" dediğinde, Efendimiz ona: "Benzerlik de nerden oluyor ya!" buyurmuştur.

 

Sahih bir hadiste: "Erkeğin suyu kadının suyundan önce gelirse çocuk erkeğe benzer; kadının suyu erkeğin suyundan önce gelirse, çocuk kadına benzer." buyurmuşlardır. Bu, benzerliğin şer'an ve hilkaten itibara alındığına dair Hz. Peygamber'den sabit bir sünnettir. Hem şeriat, hem de yaratılış kurallarına dayandığı için, kendisiyle hükümde bulunulan yolların en güçlüsü olmaktadır. Bu yüzden de raşid halifeler kaiflik ile hükümde Efendimiz'e tabi olmuşlardır.

 

Said b. Mansur, Süfyan - Yahya b. Said - Süleyman b. Yesar senediyle şöyle nakleder: "Hz. Ömer devrinde, aynı temizlik süresi içerisinde iki adam bir kadınla cima etmişti. Kaif: Çocuğun oluşumunda her ikisi de birden müşterektirler; demiş. Bunun üzerine Hz. Ömer çocuğu ikisine birden nisbet etmiştir."

 

eş-Şa'bi: "Hz. Ali: O ikisinin oğludur. İkisi de birden (5nun babalandır. Birbirlerine varis olurlar, dedi." diye rivayette bulunur. Bunu da Said b. Mansur zikretmiştir.

 

el-Esrem, isnadıyla birlikte Said b. Müseyyeb'den nakleder: İki adam aynı temizlik süresi içerisinde bir kadınla cima ederler. Kadın hamile kalır ve her ikisine de benzer bir çocuk doğurur. Durum Hz. Ömer'e intikal eder. O kaifleri çağırır. Adamlar bakarlar ve: "Her ikisine de benziyor.' derler. Hz. Ömer de çocuğu her ikisine birden ilhak eder ve birbirlerine varis kılar.

 

Bu konuda Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye muhalefet eden bir sahabinin olduğu bilinmemektedir. Dahası Hz. Ömer bu hükmü Medine'de vermişti ve yanında Muhacirler ve Ensar bulunuyordu; içlerinden hiçbir kimse bu hükmü yadırgayıp tepki göstermemişti.

 

Hanefiler ise şöyle derler: Kaiflik konusunda üzerimize çok geldiniz.

 

Ama şunu biliniz ki, kaiflikle hükümde bulunmak sadece benzerlik, zan ve tahmin üzerine dayanmak olur. Malum olduğu üzere, bazen çocuk yabancı birisine benzer de akrabalara benzemez. Siz Üsame ve Zeyd olayını zikrediyor, öbür taraftan karısı siyah renkte bir çocuk doğuran adama Hz. Peygamberin onu reddetmesine izin vermediği olayını unutuyorsunuz. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), o olayda benzerliğin müsbet ya da menfi bir etkisi olmadığını göstermiştir. Eğer benzerliğin bir etkisi olsaydı, Handa bulunan kadının çocuğu hakkında onunla iktifa eder, liana gerek duymaz, çocuğun doğumunu bekler, sonra da kime benziyorsa, ona ilhak ederdi. Böylece liana ihtiyaç kalmazdı. Hatta kocaya benzediği takdirde çocuğun reddi sahih olmazdı. Oysaki sahih sünnet, çocuğun, kendisine benzese bile lianda bulunan kocadan reddedildiğine açıkça delalet etmektedir. Zira Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):"Kadına bakın! Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa o Hilal b. Ümeyye'nindir." buyurmuş ve bunu Handan ve çocuğun reddinden sonra söylemiştir. Buradan da anlaşılmıştır ki, çocuk tarif edilen benzerlikte doğsa bile, nesebi ondan sabit olmayacaktır. Çocuğun ona benzer şekilde doğması sadece kocanın yalan ya da doğru olduğuna delalet etmiş olacakır, yoksa nesebin ona katılacağına dair bir delaleti yoktur.

 

Üsame ve Zeyd olayına gelince; bunların renkleri ayn ayn olduğu için münafıklar Üsame'nin Zeyd'den olmadığını söylüyorlar, yatak hükmüyle yetinmiyorlardı. Allah ve Rasulü'nün, Üsame'nin Zeyd'in oğlu olduğu şeklindeki hükmüne itimad etmiyorlardı. Kaifin buna dair şahitliği, Allah ve Rasulü'nün hükmüne uygun düşünce, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu uygunluktan ve münafıkları yalanlamış olmasından dolayı sevindi. Yoksa kaif onun nesebini isbat etmiş değildir. Bu olayda kaifin sözüyle nesebin isbatına delil olacak bir şey bulunmamaktadır.

 

Benzerliğin dikkate alındığından bahseden hadislerin manası işte budur. Bu hadislerde sadece kaiflik dışında başka bir yolla sabit olan nesebe dayanarak benzerliğe itibar edilmiştir. Biz de zaten bunu inkar etmiyoruz.

 

Hz. Ömer'le Hz. Ali'nin hükümlerine gelince; Hz. Ömer'le İlgili olanında ihtilaf vardır: Ondan hem sizin zikrettiğiniz rivayet edilmiştir. Hem de: "Kaif kendisine: 'Her ikisi de çocukta müşterektirler.' deyince çocuğa: 'Onlardan hangisini dilersen ona tabi ol (onu baba kabul et). demiş ve kaifin sözüne itibar etmemiştir." rivayeti vardır.

 

Benzerlikle nasıl hükmedebilirsiniz? Varislerden birisi bir kardeş ikrarında bulunsa, diğerleri de onu inkar etseler, benzerlik de mevcut olsa, bununla nesebi isbat etmiyor ve: "Varisler onun ikran üzerine ittifak etmezlerse neseb sabit olmaz." diyorsunuz. Bu bir çelişki değil midir?

 

Hadis alimleri şöyle diyorlar: İşin en tuhaf olanı, kaiflikle hükm&meyi tepkiyle karşılayıp, bunun bir tahmin ve kalbe doğma ile hükümde bulunma olduğunu söyleyenlerin; eşlerden birisi en uzak doğuda, diğeri de en uzak batıda olması ve asla bir araya gelmemeleri durumunda, doğacak çocuğun nesebini, kesin olarak birisine ait olmadığı halde , her ikisine de birden ilhak eden kimseler olmasıdır. Biz ise, çocuğu şer'an ve hilkaten muteber olan benzerlik esasına dayanan kaifin sözüyle ilhakta bulunuyoruz. Bizim bu yaptığımız zann-i galibe, ağır basan görüşe ve uzman kişinin sözüyle ortaya çıkan açık bir emareye dayanmaktadır ve (tazmin vb. gibi durumlarda) kıymet takdirinde bulunan kişilerin sözleriyle amel etmekten de daha kabule şayandır. Sonra pek çok şerl hükmün açık emarelere, zann-i galiblere bina edildiği de inkar edilebilir mi?

 

Çocuğun yabancılara benzeyip, akrabalarına benzememesinin mevcudiyeti, her ne kadar bir gerçekse de çok nadirdir, hükümler ise çok ve galib olan şeyler için konulur. "Nadir, yok hükmündedir."

 

Karısı siyah çocuk doğuran adamla ilgili olay aslında sizin aleyhinize bir delildir. Çünkü o hadis, Yüce Allah'ın insanları yaratışındaki sünnet-i ilahisinin benzerlik esası üzerine olduğuna ve aksinin şüphe doğuracağına, insanın doğasında böyle bir durumun inkarının mevcudiyetine delildir. Ne var ki, buna kendisinden daha güçlü olan "yatak" delili karşı koymuş, böylece iki delil tearuz etmiştir. Tabii ki hüküm daha güçlü olan delil doğrultusunda olacaktır. Biz de, diğerleri de aynı şekilde "sahih yatak mevcut iken, kaiflikle veya benzerlikle hükme gidilemeyeceğini" söylüyoruz. Sonra, açık benzerliğin kendisinden daha güçlü olan "yatak" deliline muhalefeti yadırganacak bir şey değildir. Asıl yadırganması gereken şey, bu açık delile hiçbir şey (delil) olmaksızın muhalefet etmektir,

 

Llanın benzerlik üzerine takdim edilmesi ve Hanla birlikte benzerliğin ilgasına gidilmesi de yine aynı şekilde iki delilden daha güçlü olanı, zayıf olan üzerine takdim etmek kabilindendir. Bu, muarız bir delil bulunmadığında benzerlikle amel edilebileceğine mani değildir. Mesela "beyyine", zilyedlik ve beraet-i asliyye üzerine takdim edilir. Ama beyyine bulunmadığında bunlarla da amel edilir.

 

Üsame'nin Zeyd'den olan nesebinin kaiflikle sabit olmadığı konusunda, biz de aynı şeyi söylüyoruz. Kaiflik burada, yatak deliline uygunluk arzeden başka bir delildir, diyoruz. Hz. Peygamber'in sevinmesi. neşelenmesi ve yüzünün gülmesi, neseb delillerinin birbirini te'yid etmesi ve çoğalması yüzündendir; yoksa nesebin sadece kaifin sözüyle isbat edilmiş olmasından değildir. Bu sevinç, hakkın emarelerinin, delillerinin ortaya çıkması ve çoğalması sebebiyle doğan sevinç kabilindendir. Eğer kaiflik delil olmaya elverişli olmasaydı, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onunla ferahlanıp sevinmezdi. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hakları delillerinin çoğalıp birbirlerini teyit ettiklerini gördüğünde ferahlık duyar, sevinir, onları ashabına haber verir, onları haber veren kimselerden işitmelerini severdi. Çünkü deliller çoğalıp birbirini destekledikçe, insanın tasdik ve imanı artar, neşe ve sevinç duyar. Yüce Allah kullarını öyle yaratmıştır. Bu hem şeriatın, hem de yaratılış kanununun üzerinde ittifak ettiği bir hükümdür. Tevfik Allah'tandır.

 

Hz. Ömer'den rivayet edilen, "Onlardan hangisini dilersen, ona tabi ol (onu baba kabul et)." sözüne gelince, bunun sahih olarak Hz. Ömer'den rivayet edildiği bilinmemektedir. Sahih olsa bile o zaman, ondan nakledilen başka bir görüş olmuş olur. Çünkü bizim zikrettiğimiz haber son derece sahihtir.

 

Kaldı ki, Hz. Ömer'in sözü kaifin sözünün iptali konusunda sarih de değildir. Sarih olsa bile, ancak burada olduğu gibi, çocuğun iki babadan olduğunu söylemeleri durumuna has olur.

 

Nitekim İmam Şafii ve ona katılanlar böyle demektedirler. Varislerden birisinin bir kardeş ikrarında bulunup, diğerlerinin inkarı konusuna gelince, onun nesebi sadece ikrarla sabit olmamaktadır. Ancak ortada kaifin sözünün dayanağı olan bir benzerlik de varsa, diğerlerinin inkarına bakılmaz.

 

Biz kaifliği sadece Müdlicoğullarma hasretmiyor, kaifin birden fazla olması şartını da aramıyoruz. Aksine sahih olan görüşe göre, bu bir haber olduğu için (hadis rivayetlerinde de olduğu gibi) bir kişinin bildirmesi de yeterlidir. İmam Ahmed'den: "Bu bir şehadettir; dolayısıyla en az iki kaifin bildirmesi ve şahitlikte olduğu gibi, şehadet lafzının zikredilmesi şarttır." şeklinde bir başka rivayet daha vardır.

 

Soru: Hz. Ömer'den gelen nakle göre, o çocuğu iki babaya ilhak etmiştir. Acaba kaifler çocuğu iki babaya ilhak etseler, siz de her ikisine birden ilhak eder misiniz? Yoksa sadece birisine mi ilhak edersiniz? Eğer iki babaya ilhak hükmünü benimsiyorsanız, acaba bu İM sayısı İle sınırlı mı, yoksa daha fazla da olsalar, onlara hep birden ilhak edilebilir mi? Buradaki kendilerine ilhak edilen iki kişinin hükmü ebeveyn hükmü müdür? Yoksa, hükümleri başka mıdır?

 

Cevap: Bu konu ilim ehli arasında tartışmalı bir konudur. İmam Şafii: "İki babaya ilhak olunmaz ve bir kişinin ancak tek bir babası olur. Kaifler ne zaman iki babaya ait olduğunu söylerlerse, sözleri itibardan düşer." demiştir. Çoğunluk alimler: "Hayır, iki babaya ilhak olunabilir." demişler ve sonra ihtilaf etmişlerdir. İmam Ahmed, Mühenna b. Yahya rivayetinde: "Üç kişiye de ilhak edilebilir." demiştir, el-Muğnl sahibi (ibn Kudame) der ki: "Bu sözün gereği olarak kaiflerin çocuğu ilhak ettiği kimseler çok da olsalar, çocuk onlara ilhak edilir. Çünkü iki kişiye ilhakı caiz olunca, daha çoğa ilhakı da caiz olur." Ebu Hanife'nin görüşü de böyledir. Ancak o, kaiflikle hükmetmemektedir. O, çok da olsalar topluca iddiada bulunanlara ilhakta bulunmaktadır. Kadı (İsmail): "Üçten fazlasına ilhak edilmemesi gerekir." demiştir. Muhammed b. Hasan'ın görüşü de böyledir. İbn Hamid ise: "İkiden fazlasına ilhak edilmez." der. Ebu Yusuf un görüşü de budur.

 

Birden fazlasına ilhak etmeyen kimseler (Şafii vb.) şöyle diyorlar: Sünnet-i ilahi bir çocuğun tek babası ve tek bir annesi olması şeklinde cereyan etmektedir. Bu yüzden de sadece, "falan oğlu falan" ve "falan kızı filan" denilir. Şayet, "falan ve filanın oğlu şu kimse" denilseydi, bu kötü bir söz olurdu. Çünkü, zina isnadı anlamı taşırdı. Bu yüzden de kıyamet gününde: "Falan oğlu falan nerede?" denilir. Keza "Bu, falan oğlu falanın yadigarı." denir. Bir çocuğun iki babaya nisbet edildiği asla görülmüş değildir.

 

İki kişiye nisbet edilebileceği görüşünde olanlar; Hz. Ömer'in sözünü ve sahabenin bunu sükutla karşılamasını delil olarak göstermişlerdir. Bunlara göre çocuk, erkekle kadının suyundan döllendiği gibi, iki adamın suyundan da döllenilebilir. Sonra Ebu Yusuf: "Haber sadece iki babaya ilhak hakkındadır, dolayısıyla hüküm sadece iki kişiye ilhaka hasredilir" demiştir. Kadı (İsmail) ise şöyle der: "Üçten başkasına ilhak edilemez. Çünkü İmam Ahmed "üç" demiştir. Asıl olan birden fazlasına ilhak edilmemesidir. Hz. Ömer'in sözü, annenin suyu ile döllenmesi durumunda iki kişiye ilhak edilebileceğine delalet etmektedir. Öyleyse üç kişinin suyu ile döllenebileceğine de delalet eder. Daha fazlası ise Şüphelidir."

 

Üçten fazlasına ilhak edilebileceği görüşünde olanlar ise şöyle diyorlar: Çocuğun iki ve üç erkeğin suyundan yaratılması caiz olursa, dört, beş... kişinin suyundan yaratılması da caiz olur. Sadece üçe hasretmenin bir izahı yoktur. Ya çok da olsa ilhakı benimsemek, ya da 'birden fazlasına ilhak caiz değildir' demek gerekir. Bu iki görüşten başka görüş olmamalıdır. En iyisini Allah bilir.

 

Soru: Rahim, erkeğin suyunu içine alıp da, Allah ondan çocuğu yaratmayı murad ettiğinde, ona sapasağlam yapışmakta ve bozulmayacak şekilde onu tamamlamaktadır. Bu durumda bir başkasının suyu nasıl girebilir?

 

Cevap: İkincisinin suyunun birincisinin ulaştığı yere ulaşması ve onlarla bütünleşmesi imkansız değildir. Aynen çocuğun ebeveynin suyundan döllenmesinde olduğu gibi, biri diğerinin suyundan önce gelebilir ve buna rağmen, ikincinin suyunun, birincinin suyunun ulaştığı yere varması imkansız değildir. Adeten de bilinir ki, hamile kadınla devamlı cimada bulunulursa çocuk -bir engel olmadıkça- tonbul olmaktadır. Bu sebebten Yüce Allah, hayvanlar gebe kaldığında erkeklerinin üzerlerine çıkmalarına imkan vermeme, aksine ilişkiden son derece kaçınma güdüsünü onlara yerleştirmiştir. İmam Ahmed: "İkincinin cimaı çocuğun işitmesini, görmesini artırır." demiştir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hamile kadınla cimaı "ekin sulama"ya benzetmiştir. Sulamanın çocuğun bünyesinde ziyadelik doğuracağı malumdur. En iyi bilen Allah'tır.

 

Soru: Hadis, çocuğun istilhakı hükmüne ve "çocuğun yatağa ait olduğu"na delalet etmiştir. Peki, muarız "yatak" delilinin olmadığı bir durumda, zina eden kimsenin bir çocuğu kendi nesebine katması hakkında ne dersiniz? Nesebi ona katılır mı ve çocuk için nesep ahkamı sabit olur mu?

 

Cevap: Bu konu önemli bir konudur ve ilim ehlinin konu ile ilgili ihtilafları vardır: İshak b. Rahuyeh: "Zinadan doğan çocuğun meşru bir yatakta doğup da sahibinin iddiası bulunmaması durumunda, zina eden kimse bendendir diye iddia ederse çocuk kendisine katılır." demiş ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Çocuk yatağa aittir." sözünü, daha önce de geçtiği gibi, zina edenle yatak sahibinin çocuk üzerinde çekişmeleri durumuyla ilgili olarak söylemiştir şeklinde te'vil etmiştir. Bu Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Bu görüşü ondan isnadıyla birlikte İshak rivayet etmiş ve: "Bir kadınla zina eden bir adam, kadından doğan çocuğun kendisine ait olduğunu iddia etse, zina cezası vurulur ve çocuk onun olur." demiştir. Bu Urve b. Zubeyr ve Süleyman b. Yesar'ın da görüşleridir. Onların: "Her kim ki, bir çocuğa oğlum diye gelir, anasıyla zina ettiğini söylerse, o çocuğu da başka hiçbir kimse iddiada bulunmazsa, o oğludur." dedikleri zikredilir. Süleyman, Hz. Ömer'in cahiliye devrinde doğan çocukları İslam döneminde iddiada bulunan kimselere ilhakta bulunmasını delil olarak kullanır. Görüldüğü gibi bu görüş, hem güçlü, hem de açıktır. Cumhurun elinde "Çocuk yatağa aittir..." hadisinden başka delil yolstur. Bu görüşün sahipleri de zaten o hadisle ilk amel edenlerdir. Sahih kıyas da bunu gerektirmektedir. Çünkü baba zina eden iki kişiden birisidir. Çocuk anneye ilhak edilip, ona nisbet edilince; anne ile çocuk birbirlerine varis olunca, zina etmesine rağmen, annesinin akrabaları ile çocuk arasındaki nesep sabit olunca, her iki zaninin sularından vücut bulmuş olunca, her ikisi de onun çocukları olduğunda ittifak edince, bir başkası da iddiada bulunmuyorsa, çocuğu (zina eden) babaya ilhak etmek için ne engel vardır? Bu tam bir kıyastır. Nitekim (İsrailoğullarından) Cüreyc, annesi çobanla zina eden çocuğa: "Baban kim? Ey çocuk!" demiş. O da "Falan çoban." demişti. Bu bir keramet olarak Allah tarafından konuşturulmuştu. Allah'ın konuşturmasında, yalanın bulunması mümkün değildir.

 

Soru: Peki bu konuda Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sadır olmuş bir hüküm var mıdır?

 

Cevap: O'ndan konuyla ilgili iki hadis rivayet edilmiştir. Şimdi pnlan arzedeceğiz:

 

 

3- Veled-i Zinanın İstilhakı ve Varis Kılınması Hakkındaki Hükmü:

 

Ebu Davud, Sünen'de ibn Abbas hadisinde Hz. Peyganber'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "İslam'da zina yoktur. Kim cahiliye döneminde zina etmişse (doğan çocuk) onun asabesine katılmıştır. Kim gayrı meşru yoldan bir çocuğun kendisine ait olduğunu iddia ederse, çocuk ona, o çocuğa varis olamaz." Hadisin metninde ifadesi geçmektedir ve kelimesi zina demektir. el-Asmai bu kelimenin sadece cariyelerle zina için kullanıldığını, hür kadınlar için kullanılmadığını söyler. Çünkü cariyeler efendileri için koştururlar ve onlar için para kazanırlardı. Üzerlerine konulmuş, efendilerine ödemeleri gereken belli bir meblağ olurdu. İslam ge*di ve cariyelerin zina yoluyla efendileri için para kazanmaları durumunu iptal etti. Bu yolla doğacak çocukların neseblerini tanımadı. Ama cahiliye devrinde olup bitenleri değiştirmedi, onların neseplerini tanıdı.

 

el-Cevheri ise: "Erkek hakkında zina etti, demek için tabiri kullanılır. Bunun hür kadın ve cariye için kullanıldığı da olur.

 

Cariye için ise özel olarak tabiri kullanılır." der. Ancak bu hadisin isnadında meçhul bir ravi vardır. O yüzden hadis hüccet olamaz.

 

Yine SünerCde, Amr b. Şuayb - babası - dedesi tarikıyla şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ismi ile çağrıldığı babasından sonra ve varislerin iddiası üzerine nesebi istilhak edilen kimseler için (şöyle) hükmetmiştir: "Cariyeden doğan her bir kimse, eğer cariye hamile kaldığı cima sırasında (babanın) mülkünde idiyse, istilhakta bulunanın (varisler) nesebine katılır. Daha önce taksim edilen mirastan bir hakkı bulunmaz. Taksim edilmemiş bir miras varsa, ondan payını alır. Bu durumda kendisine nisbet edilen baba (hayatta ve) çocuğu inkar ediyorsa, çocuk onun nesebine katılmaz. Eğer çocuk cima sırasında sahip olmadığı bir cariyedense veya zina ettiği hür bir kadından ise, çocuk ona katılmaz ve varis olamaz. İsterse adı ile çağrılan kimse, bizzat çocuğun kendisinden olduğunu iddia etsin, dinlenmez. O çocuk bir veled-i 2ina'dır. İster hür kadından, ister cariyeden olsun farketmez."

 

Başka bir rivayette, "O veled-i zinadır; ister hür olsun, ister cariye, anası tarafından nesebi sabit olur. Bu İslam'ın ilk yıllarında olan istilhak olaylarıyla ilgilidir. İslam'dan önce taksim edilen mallar artık geçmiştir. " Bu hadisin isnadına hadisçiler tarafından yöneltilen eleştiriler vardır. Çünkü hadis Muhammed b. Raşid el-Mekhuli'nin rivayetlerindendir.

 

Cahiliye devrinde birçok kimsenin fuhuş yapan cariyeleri vardı. Bunlardan birisinin, başka biri ile de fuhuş yapmış cariyesi çocuk doğurduğu zaman, bazen efendi çocuğa sahip çıkar, bazen de zina ettiği adam iddia eder ve aralarında anlaşmazlık çıkardı. Sonunda İslam geldi ve Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğun efendiye ait olduğuna hükmetti. Çünkü o yatağın sahibiydi. Zina edeni ise mahrum bıraktı.

 

Hadis bazı durumları içermektedir:

 

Birincisi: Çocuk varislerin iddiası üzerine kendisine isnad edilen babasının ölümünden sonra istilhak edilmişse bakılır; eğer çocuk babanın cima ettiği sırada sahibi olduğu bir cariyeden doğmuşsa, babanın varislerinin istilhakta bulunmalarıyla çocuk is'Cilhak tarihinden itibaren onların nesebine katılır. Daha önce taksim edilen mirasta hakkı bulunmaz. Çünkü taksim sırasında oğulluk hükmü henüz mevcut değildi. Taksim edilmeyen mirastan ise payını alır. Çünkü hüküm, mirasın taksiminden önce sabit olmuştur. Dolayısıyla kendi payına hak kazanır. Bu, bir miras üzerinde taksimden önce müslüman olan kimsenin durumuna benzer. Ulemanın iki görüşünden birisine göre, ona da taksim edilir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten biri de böyledir, Miras taksim edildikten sonra müslüman olacak olsa, bir hakkı bulunmaz. Burada nesebin sübutu, mirasa nisbetle aynen İslam'a girmek hükmündedir.

 

"Kendisine nisbet edilen baba (hayatta ve) çocuğu inkar ediyorsa, çocuk onun nesebine katılmaz." sözü varisler arasındaki anlaşmazlığın hükmünü açıklamaktadır. Birinci surette, babanın varislerinin çocuğu istilhakından bahsedilmektedir. Burada ise, varisler istilhakta bulunmakta, baba ise inkar etmektedir. Bu durumda ilhak edilememektedir. Çünkü varislerin, kendisinden halef oldukları asıl, inkar etmektedir. Onun inkanyla birlikte ilhakı mümkün değildir.

 

Bu babanın malik olduğu cariyeden çocuğun doğması durumuyla ilgilidir. Çocuğun, sahip olmadığı bir cariyeden veya zina ettiği hür bir kadından doğması durumunda ise, ilhak ve veraset hükmü sözkonusu değildir. İsterse bizzat cimada bulunan baba, o çocuğun kendisinden olduğunu iddia etsin, farketmez. Çocuk veled-i zinadır. Nesebi babadan sabit olmaz. Hür ya da cariyeden doğması hükmü değiştirmez. Bu, çoğunluk ulemanın, İshak ve onun gibi düşünenlerin: "Eğer iddia etse bile çocuk zina edene ilhak edilmez. Aralarında veraset cereyan etmez. O veled-i zinadır. Hür olsun, cariye olsun, ancak ana tarafından nesebi sabit olur." demelerine karşı kullandıkları bir delildir.

 

"İslam öncesi gerçekleştirilen mal taksimleri ise artık geçmiştir." Bu hadis İshak b. Rahuyeh ve onun görüşünde olanları reddetmektedir. Ancak senedinde Muhammed b. Raşid vardır. Biz Amr b. Şuayb hadisini delil olarak kabul ediyoruz. Hadis onunla (Muhammed b. Raşid) muallel olmaz. Eğer bu hadis sabitse (ki cumhur öyle düşünmektedir) o takdirde, gereğiyle hükmetmek ve ona dönmekten başka yol yoktur. Aksi takdirde ishak ve onun gibi düşünenlerin görüşlerini kabul etmek gerekir. Yardım ancak Allah'tan dilenir.

 

 

4- Kur'a İle Nesebin Tayini:

 

Ebu Davud ve Nesai'nin Sünen'lerinde Abdullah b. el-Halil hadisinde Zeyd b. Erkam şöyle anlatır: Hz. Peygamber'in yanında oturuyordum. Yemen'den bir adam geldi ve şöyle dedi: Yemenli üç kişi Hz. Ali'ye geldiler ve aynı temizlik süresinde ilişkide bulundukları bir kadından doğan çocuk üzerinde aralarındaki anlaşmazlığı kaldırmak üzere, huzurunda muhakeme oldular. Hz. Ali içlerinden ikisine: "Şunun için çocuktan vazgeçin." dedi. Onlar galeyana geldiler. Sonra diğer ikisine: "Şunun için çocuktan vazgeçin." dedi. Onlar da galeyana geldiler. Daha sonra diğer ikisine: "Şunun için çocuktan vazgeçin." dedi. Onlar da galeyana geldiler. Bunun üzerine Hz. Ali onlara: "Siz zorluk çıkaran ve anlaşmaya yanaşmayan üç ortaksınız. Aranızda kur'a çekeceğim. Kur'a kime çıkarsa, çocuk ona ait olacaktır ve üzerine diğer iki ortağı lehine diyetin üçte ikisini ödemesi gerekecektir." dedi. Aralarında kur'a çekti ve çocuğu kur'a çıkana hükmetti.

 

Bunu duyunca Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) öyle güldü ki, azı dişleri gözüktü.

 

Hadisin isnadında Yahya b. Abdullah el-Kindi el-Eclah vardır. Onun hadisi hüccet olarak kullanılmaz. Ancak Ebu Davud ile Nesai bu hadisi Zeyd b. Erkam'dan rivayet eden Abdu Hayr'a kadar hepsi de sika olan raviler zincirleriyle rivayet etmişlerdir. Hadisin metni şöyle: Hz: Ali Yemen'de iken, aynı temizlik süresi içerisinde bir kadınla ilişkide bulunan üç adam getirildi. Hz. Ali, ikisine şunun lehine çocuğu ikrarda bulunup bulunmayacaklarını sordu. Onlar "Hayır!" dediler. Böyle böyle hepsine sordu. Her bir iki kişiye sorduğunda "Hayır!" dediler. Sonunda aralarında kur'a çekti ve çocuğu kur'a isabet eden kimseye hükmetti ve ona diyetin üçte ikisini ödemesini emretti. Ravi diyor ki: "Bu olay Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) anlatıldı. O azı dişleri görününceye kadar güldü." Bu hadis Zeyd b. Erkam'ın düşürülmesi suretiyle Abdu Hayr'dan rivayet edilmiştir, dolayısıyla mürseldir diye tenkid edilmiştir. Nesai: "Bu daha doğrusudur." der. Bu daha şaşılacak bir şeydir! Çünkü bu hadisten Zeyd b. Erkam'ın düşürülmesi onu mürsel yapmaz. Zira Abdu Hayr, Hz. Ali'ye yetişmiş ve ondan hadis dinlemiştir. Hz. Ali ise olayın kahramanıdır. Farzedelim ki, Zeyd b. Erkam'ın senedde zikri yok, bu durumda hadisin mürselliği de nereden gelecek?

 

Ancak şöyle denebilir: Abdu Hayr, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gülüşünü görmemiştir. Hz. Ali ise o sırada Yemen'dedir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gülüşünü seyreden ancak Zeyd b. Erkam veya başka bir sahabidir. Abdu Hayr, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gülüşünü seyreden sahabinin ismini zikretmemiştir. Dolayısıyla hadis mürseldir.

 

Cevap: Şu halde hadisin Abdu Hayr ve Zeyd b. Erkam kanalıyla muttasıl olduğu sabittir. Bu muttasıl hadisi, "sika ravinin ziyadesi makbuldür" diyerek tercihte bulunanın durumu açıktır. Hıfzı ve zabtı daha kuvvetli ravinin rivayetini tercih eden de, kendisi açısından haklıdır. Hz. Ali ona olayı anlatmıştır. Bu durumda hadis nihayet mürsel olur. Hadisin başka yoldan muttasıl olarak rivayet edilmesi onu güçlendirir.

 

Sonra fukaha bu hüküm hakkında ihtilaf etmişlerdir: İshak b. Rahuyeh hükmü benimsemiş ve: "Çocuk davasında sünnet budur." demiştir. Şafii'nin kadim (eski) mezhebi de böyleydi. İmam Ahmed'e gelince; ona bu hadis sorulmuş, o kaifler hadisini buna tercihle: " Kaifler hadisi bana daha sevimli geliyor." demiştir.

 

Burada iki husus vardır: Birincisi: Neseb ahkamına kur'anın girmesi. İkincisi: Kur'a kenidisine çıkan kimse üzerine diğer iki ortağı lehine diyetin üçte ikisini ödemesi zorunluluğu.

 

Kur'a: Kendisinden başka beyyine, ikrar, katilerin beyanı gibi bir tarafın tercihini gerektirecek bir delil bulunmadığında kur'aya başvurulabilmektedir. Bu durumda hak sahibinin kur'a ile belirlenmesine gidilmesi uzak değildir. Zira kur'a, davada tercih sebeplerinden olmak üzere başvurulabilecek en son çaredir. Herhangi bir karine ve emare ile sabit olmayan emlak davalarında kur'anın yeri olduğuna göre, sadece kaifin sözüne müsteniden gizli bir benzerlikle hükümde bulunulabilen nesep davalarında öncelikli olarak bulunur.

 

Diyet işine gelince, gerçekten izahı çok zordur. Zira burada diyeti gerektirecek bir husus yoktur. Burada sözkonusu olan, sadece kur'arun diğerine çıkmasıyla, nesebinin kendisine katılmasının artık imkansız hale gelmesidir. Bu durumda şöyle denebilir: Üç kişiden her birinin ilişkisi, çocuğun kendisine ait kılınması için uygun bir sebeptir. Her birisi kadınla ilişkide bulunmak suretiyle, diğer ikisinin nesebin kendilerine katılmasına imkan veren durumlarını ortadan kaldırmıştır. Ancak çocuğun hangisinden olduğu da bilinmemektedir. Kur'a çocuğu birisine ait kılınca, diğer ikisinin nesebini ortadan kaldırmış gibi oldu ve bu çocuğun itlafı gibi kabul edildi. Her üçü de bir baba yerine kondu. Çocuk üzerindeki itlaf edenin hakkı, diyetin üçte biriydi. Madem ki çocuk kendisine döndü, öyleyse iki kişinin paylarına düşen kısmı ödemesi gerekecekti ki, bu da her biri için üçte bir diyet oluyordu.

 

Bundan daha güzel bir başka izah da şöyledir: Kur'a kendisine çıkan kimse, kadınla cinsel ilişkide bulunmak ve çocuğu kendisine katmak suretiyle, çocuğu sanki onlara nisbetle itlaf etmişti. Üzerine kıymetini ödemesi vacib oldu. Çocuğun şer'an kıymeti de onun diyetidir. Dolayısıyla onlara çocuğun kıymetinin üçte ikisini ödemesi gerekti ki, bu da üçte iki diyettir. Bu aynen üç kişi arasında müşterek olan bir kölenin, ortaklardan biri tarafından itlaf edilmesine benzemektedir. Çünkü bu durumda itlaf eden, diğer iki ortağına kölenin üçte iki değerini ödemek durumundadır. Hür bir çocuğun kur'a hükmüyle diğer ikisine nisbetle itlafı, aralarında müşterek olan kölenin itlafı gibidir.

 

Bunun bir benzeri de ashabın, cariyenin çocuklarının -efendi aleyhine- hür olmalarına sebep olan kimseye, çocukların bedellerini efendi lehine tazmin etme yükümlülüğünü getirmeleridir. Çünkü o çocuklar aslında köle olacaklardı. Dolasiyla bu imkanı izale eden kimse onların bedelini tazmin etmelidir.

 

Bu son derece latif ve ince bir kıyastır. Fukahanın yapmış olduğu kıyas ve benzetmeler üzerinde çokça düşünüldüğünde, bunun onlardan çok daha güçlü, tutulan yol bakımından daha güzel, yaklaşım bakımından daha ince olduğu görülür. Elbette Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) boşuna gülmemiştir.

 

Bu hadisle, kaifler hadisi arasında bir çelişkinin olmadığı da söylenebilir. Eğer kaif mevcutsa, onunla amel etmek gerekecektir/Ülger kaif yoksa veya işin içinden çıkamazlarsa, o zaman da kur'a yoluyla neticeye varmak gerekir. En iyi bilen Allah'tır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

B) HİDANE