ZADU’L-MEAD |
ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.) VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM |
ANA SAYFA
Kur’an Hadis Sözlük Biyografi
H) LİAN
1- Hz. Peygamberdin
(s.a.) Lian Hakkındaki Hükmü
2- Lian Her Eş
Arasında Yapılabilir
3- Hz. Peygamber'in
(s.a.) Tasarrufları
4- Lian'ın Yapılışı
5- Lian'da Çocuğun
Durumu
6- Çocuğun Lian İle
Reddi
7- Lian'daki Diğer
Hükümler
1- Hz. Peygamberdin
(s.a.) Lian Hakkındaki Hükmü:
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri
olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru
söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik
etmesi, besince defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin
kendi üzerine olmasını dilemesidir.
Kadının, kocasının yalan
söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi,
beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının
kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır."[Nur, 6-9]
Sahihayrfaa. Sehl b.
Sa'd hadisi şöyledir: Uveymir el-Aclani, Asim b. Adiy el-Ensari'ye gelerek:
"Ne dersin ya Asim! Bir adam karısının yanında birini bulursa onu öldürür.
Siz de kendisini öldürür müsünüz?. Yoksa ne yapar? Şunu benim için ya Asim, Rasulullah'a
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) soruver!" demişti. Asim da Rasulullah'a
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sormuş, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
bu suallerden hoşlanmamış; onları ayıp görmüştü. Hatta (bu meyanda)
Rasulullah'tan işittiği sözler, Asım'a ağır gelmişti. Asim evine dönünce
Uveymir gelmiş ve: "Ya Asim! Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sana
ne dedi?" diye sormuştu. Asim: "Sen bana hayır getirmedin; Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine sorduğum sorudan hoşlanmadı." dedi.
Uveymir: "Vallahi ben bu meseleyi ona sormaktan vazgeçmeyeceğim."
diye karşılık verdi. Derken Uveymir kalkarak, halk arasında bulunan
Rasulullah'ın yanına geldi.
ve: "Ya Rasulullah!
Ne buyurursun, bir adam karısının yanında birisini bulursa onu öldürür, siz de
kendisini öldürür müsünüz; yoksa ne yapmalı?" diye sordu. Bunun üzerine
Hz. Peygamber: "Seninle zevcen hakkında ayet indi. Haydi git de onu
getir" buyurmuştu.
Sehl şunu söyledi:
Müteakiben lian yaptılar. Ben de halk ile beraber Rasulullah'ın yanında idim.
Lianı bitirdikleri vakit Uveymir: "Eğer karımı nikahım altında tutsam,
hakkında yalan söylemiş (oldum) Ya Rasulallah!" demiş ve kendisine
Rasulallah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) emretmeden onu üç talakla boşamıştı.
Zühri şöyle der:
"Artık bu, Han yapanların adeti olmuştur."
Sehl devamla:
"Kadın hamile idi. Artık çocuğu annesinin adı ile çağrılıyordu. Sonra
Allah'ın farz kıldığı üzere, çocuğun kadına, kadının çocuğa varis olması sünnet
halini aldı." demiştir.
Bir rivayette: Mescidde
Handa bulundular ve Hz. Peygamber'in yanında karısından ayrıldı. Hz. Peygamber:
"İşte Han yapanlar arasındaki ayırma (tefrik) budur." buyurdu,
denilmektedir.
SehTinf "Kadın
hamile idi..." sözü Buhari'de Zühri'nin sözü olarak verilmiştir.
Buhari'nin rivayetinde şu da vardır: Sonra Hz. Peygamber: "Bakınız, eğer
bu kadın, vücudu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kıçının iki yanı büyük,
baldırları kaba tipte bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadına
zina isnadında doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın kelergillerden kızılca kurt
gibi kızıl bir çocuk doğurursa, bu defa da ben şüphesiz kadına bühtan ve iftira
ettiğini sanırım." buyurdu. Sonra çocuk, Rasulullah'ın Uveymir'i tasdik
yollu tasvir ettiği şekilde doğdu.
Bir rivayette:
"Kadın hamile idi. (Uveymir) hamli(n kendisinden olduğunu) inkar
etti." şeklindedir.
Sahih-i Müslim'de İbn
Ömer anlatır: Falan oğlu falan Hz. Peygamber'e: "Ya Rasulullah! Ne
buyurursun, birimiz karısını kötülük yaparken bulsa ne yapmalıdır? Konuşmuş
olsa, pek büyük bir şey hakkında konuşacak; sussa yine böyle bir şey hakkında
susacak!" dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sükut buyurdu;
ona cevap vermedi. Biraz arası geçince o adam tekrar gelerek: "Ya
Rasulallah! Sana sorduğum başıma geldi." dedi. Bunun üzerine Allah (c.c),
Nur süresindeki: "Kanlarına iftira atanlar..." ayetlerini indirdi.
Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunlan o zata okudu, kendisine vaaz
ve nasihatta bulundu. Dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu ona haber
verdi. Adam: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin olsun ki,
kanma iftira etmedim." dedi. Sonra kadını çağırdı. Ona da vaaz ve
nasihatta bulundu ve dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu haber
verdi. Kadın: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki,
bu adam hakikaten yalancıdır!" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) (Hana) erkekten başladı. Adam kendisinin gerçekten doğru
söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'a şehadet etti. Beşinci şehadet:
Eğer yalancılardansa Allah'ın laneti kendi üzerine olması idi. Sonra Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunlan kadına tekrarlattı. O da: Adamın
gerçekten yalancılardan olduğuna, dört defa Allah'a şehadet etti. Beşincide:
Şayet kocası doğru söyleyenlerdense Allah'ın gazabı kendi üzerine olması idi.
Müteakiben Hz. Peygamber onları birbirinden ayırdı.
Sahihayn'da, şöyle
belirtilir: Hz. Peygamber'in Handa bulunan eşlere: "Hesabınız Allah'a
kalmıştır. Biriniz yalanadır. Senin kadın aleyhine bir deliHn yok."
buyurdu. Erkek: "Ya Rasulallah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım?"
diye sordu. Hz. Peygamber: "Sana mal yok. Eğer kadın aleyhinde doğru
söylediysen, mal, fercinin sana helal olmasına tekabül eder. Yalan söylediysen,
bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurdu.
Yine Sahihayn'd&ki
bir rivayette Hz. Peygamber: "Vallahi, ikinizden biri mutlaka yalancıdır.
Tövbe edeniniz var mı?" buyurmuştur.
Yine Sahihayn'da ibn
Ömer'den nakledilmiştir: Bir adam Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
devrinde Handa bulundu. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onları ayırdı
ve çocuğu annesinin (nesebine) kattı.
Müslim'de İbn Mes'ud
hadisinde Han edenlerle ilgili olayda şu anlatılır:
Erkek, kendisinin
hakikaten doğru söyleyenlerden olduğuna Allah'a dört defa şehadette bulundu.
Sonra beşincide: Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti kendi üzerime olsun,
diye lanette bulundu. Arkasından kadın Han yapmaya kalktı. Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Vazgeç!" buyurdu. Fakat kadın
razı olmadı ve Han yaptı. Onlar dönüp gittikten sonra Hz. Peygamber:
"Umulur ki bu kadın, kara, cılız bir çocuk doğurur." buyurdu.
Müteakiben kadın kara, cılız bir çocuk doğurdu.
Yine Sahih-i Müslim'de
Enes b. Malik şöyle anlatır: Hilal b. Ümeyye, karısına Şerik b. Sehma ile zina isnadında
bulundu. Şerik, Bera b. Malik'in anne bir kardeşi olup İslam'da ilk lian yapan
adamdı. Hilal karısı ile lanetleşti. Bunun üzerine Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Kadını gözetleyin! Eğer beyaz (tenli), düz saçlı,
bozuk gözlü bir çocuk doğurursa, çocuk Hilal b. Ümeyye'ye; sürmeli gözlü,
cılız, ince baldırh doğurursa Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Bilahare
haber aldım ki kadın sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh bir çocuk doğurmuş.
Sahihayn'da. İbn Abbas,
benzeri bir ifadeyle bu olayı anlatmıştır. İbn Abbas'a bir adam: Rasulullah'ın:
"Bir kimseyi şahitsiz recmetseydim, bu kadını recmederdim." buyurduğu
kadın bu mudur? diye sormuş. O da: "Hayır, o İslam'da aşikar kötülük
işleyen bir kadındı." cevabını vermiştir.
Bu hadisin Ebu Davud'a ait
rivayetinde İbn Abbas şöyle demiştir: "Hz. Peygamber onları ayırdı ve
çocuğun, baba adıyla çağrılmamasına, ne kadına ne de çocuğa zina isnadında
bulunulmamasına; kim kadına ya da çocuğa zina isnadında bulunursa kendisine
(iftira) cezası gerekeceğine hükmetti. Ayrıca talaksız ayrılmış oldukları için
ölüm iddeti de olmadığından kocanın kadın lehine mesken ve nafaka (iddet
nafakası) yükümlülüğü olmadığına da hükmetti."
Buhari zikreder: Hilal
b. Ümeyye, Nebi (a.s.)'ın huzurunda karısına, Şerik b. Sehma ile zina etti,
diye söz attı. Resulullah da Hilal'e: "Dört şahidini hazırla, yahut arkana
had (vurulur)." buyurdu. Bunun üzerine Hilal: "Ya Resulullah! Bizim
birimiz karısının üstünde bir erkek görürse şahit aramağa mı gidecek? (Şahit
getirinceye kadar) işini görüp savuşmaz mı?" diye itiraz etti. Rasul-i
Ekrem: "Sen şahitlerini hazırla, aksi takdirde arkana iftira cezası
(seksen değnek) vurulur." demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilal b.
Ümeyye: "Ya Rasulallah! Seni hak peygamber gönderen Allah Teala'ya yemin ederim
ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum ve eminim ki, Allah benim
sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy, bir ayet gönderecektir." dedi. Bu
sırada hemen Cibril İndi, Rasul-i Ekrem'e: "Eşlerine zina isnad edip
de..."[Nur, 6-9] ayetlerini getirdi. Bunun üzerine Resulullah, kadına
haber gönderdi. Kocası Hilal de hazır bulundu. ilk önce Hilal şehadet ve yemin
etti. Rasul-i Ekrem: "Allah muhakkak bilir ki, sizin biriniz elbette
yalancıdır. Şu halde içinizden tevbe eden (ve Han yemininden dönen) var mıdır?"
buyurdu. Sonra karısı şehadette bulundu. Beşinci yemine sıra geldiğinde,
mecliste hazır bulunanlar, kadını durdurarak: "Bak kadın! Bu beşinci yemin
azabı mucibtir." ihtarında bulundular.
Ravi ibn Abbas der ki:
Bu ihtar üzerine kadın biraz ağırlaşip durakladı. Hatta biz kadını yemin
etmekten vazgeçecek ve geri dönecek sandık. Sonra kadın (kendisini toplayıp):
"(Şimdiye kadar şerefle yaşamış) kavim ve kabilemi ben bundan sonraki
günlerde rezil ve rüsvay etmem!" diyerek lian yeminini yerine getirdi. Sonra
Rasul-i Ekrem: "Bu kadına bakınız. Eğer gözleri sürmeli, iki kıçı iri,
baldırları kalın bir tipte çocuk dünyaya getirirse, çocuk Şerik b. Sehma'ya
aittir." buyurdu. Kadın da hakikaten böyle bir çocuk doğurdu. Bunun
üzerine Resulullah: "Eğer Allah'ın Kitab'mın lian hükmü infaz edilmemiş
olsaydı, benimle bu kadın arasında bir macera vardı (Yani ben o kadına zina
cezası icra ederdim.)" buyurdu.
Sahihayn'da rivayet
edilir. Sa'd b. Ubade: "Ya Rasulallah! Ne buyurursun, karısının yanında
bir adam bulan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd:
"Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim, ki bilakis evet!"
demişti. Bunun üzerine Resulullah: "Efendinizin söylediğine kulak
verin!" buyurmuştu.
Bir başka rivayette:
"Ya Rasulallah! Eşimin yanında bir adam bulursam dört şahit getirinceye
kadar ona mühlet verecek miyim?" diye sormuş. O da: "Evet!"
cevabım vermişti.
Bir başka rivayette:
"Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar dokunmayacak
mıyım?" diye sordu. Rasul-i Ekrem: "Evet!" cevabını verdi. Sa'd:
"Asla olamaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu
bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" dedi. Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Efendinizin söylediğine kulak verin. O
hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) dur. Ben ondan daha gayurum. Allah da
benden daha gayurdur."
Bir başka rivayet ise
şöyledir: "Ben eşimin yanında bir adam görürsem onu mutlaka ters tarafını
çevirmeden kılıçla vururum." dedi. Bu söz Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) kulağına vardığında şöyle buyurdu: "Siz SaM'ın gayretine
şaşıyor musunuz? Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur.
Gayretinden dolayıdır ki, Allah kötülüklerin aşikarını, gizlisini haram
kılmıştır. Allah'tan daha gayur, hiçbir şahıs yoktur. Allah'a olduğundan fazla
hiçbir kimseye özür makbul olamaz. Bundan dolayıdır ki Allah, Peygamberi
müjdeci ve korkutucu olarak göndermiştir. Allah'tan başka hiçbir kimseye övgü
daha makbul değildir. Bundan dolayıdır ki, Allah cenneti vaad etmiştir."
2- Lian Her Eş Arasında
Yapılabilir:
Bu hadislerden birçok
hüküm çıkmaktadır:
Lian her eş arasında
yapılabilir: Eşlerden her ikisinin ya da birisinin müslüman, kafir, adil, fasık,
iftira cezasına çarptırılmış olup olmamaları arasında fark yoktur. İshak b.
Mansur rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir; "Bütün eşler lian
yapabilirler. Hür erkek, zevcesi olan hür kadın ve cariyeye; köle zevcesi olan
hür kadın ve cariyeye karşı; müslüman koca yahudi ya da hıristiyan zevcesine
karşı Iianda bulunabilir.'* Bu aynı zamanda Malik, İshak, Said b. Müseyyeb,
Hasan, (el-Basri), Rebia, Süleyman b. Yesar'ın da görüşleridir.
Re'y alimleri, Evzai,
Sevri ve daha başka bir grup da lian'ın ancak müslüman, adil, hür ve iftira
cezasına çarptırılmamış eşler arasında cari olabileceği görüşünü
benimsemişlerdir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir.
Bu iki görüşün
yaklaşımları şu şekildedir: Lian kendisinde iki özelliği bir arada
toplamaktadır: Yemin ve şehadet. Nitekim Yüce Allah liana, "şehadet"
tabirini kullanırken Hz. Peygamber de: "Eğer yeminler olmasaydı, onunla
benim aramda bir macera olurdu." buyurduğunda "yemin" ifadesini
kullanmıştır. Dolayısıyla yemin tarafını ağır bastıranlar yemin yapması sahih
olan herkesin Handa bulunabileceğini söylemişlerdir. Bunlara göre,
"Kadınlara zina isnadında bulunanlar..." ifadesinin genel (am) oluşu
da bunu gerektirmektedir. Hz. Peygamber onu yemin diye İsimlendirmiştir;
Allah'ın ismine ve tekitli bir yemin sözcüğüne ve onun cevabına ihtiyaç vardır.
Yine yemin olduğu içindir ki, Handa -şehadetin aksine- kadın ve erkek eşittir.
Eğer şehadet olsaydı, lafzı tekrarlanmazdı. Yemin ise öyle değildir. Kasamede
olduğu gibi, yeminin tekrarlanması meşrudur. Hem şehadeti makbul olmayan bir
insanın lian ve çocuğun reddine olan ihtiyacı, şehadeti makbul insanların
ihtiyacı ile aynıdır. Şehadeti makbul olmayanın başına gelen ve Hana götürecek
olan durum, adil ve hür insanın başına gelen durum gibidir. Şeriat iki türden birinin
zararım kaldırıp, onun hakkında bir çıkış ve kurtuluş yolu indirip de, diğer
türü sıkıntıve ağır yükler altında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmaz.
Mümkün müdür ki şeriatte, bir kişi yardım isteyecek de ona el uzatılmayacak
eman isteyecek eman verilmeyecek, konuşmuş olsa konuşamayacak (çünkü ceza var),
sussa susamayacak (çünkü içi rahat etmeyecek), Allah'ın rahmeti ona dar gelece!
ve sadece şehadeti makbul insanları kapsayacak olsun? Bu, Rahmet Peygamberi'nin
hoşgörü ve genişlik esasına dayalı şeriatının asla kabul etmeyeceği bir
durumdur.
Diğerlerinin delilleri:
Yüce Allah (c.c): "Eşlerine zina isnadında bulı nup kendilerinden başka
şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitligi..."
buyurmaktadır. Bu ayette üç açıdan delil vardır:
Birincisi: Yüce Allah
lian yapacak kocaları şahitlerden istisna kılmıştır. Buradaki istisna
kesinlikle istisna-i muttasıldır. Bu yüzden de ... kelimesi merfu olarak
gelmiştir.
İkincisi: Kocaların
Handa bulunmalarının bir şehadet olduğunu tasrih etmiş, sonra Yüce Allah daha
ziyade beyanda bulunarak: "Kadının, kocanın yalan söyleyenlerden olduğuna
dair dört defa Allah adına yemin ile şahitli etmesi, beşinci defa da, eğer
(kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gaz! bınm kendi üzerine olmasını
dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır." buyurmuştur.
Üçüncüsü: Yüce Allah
lian ifadelerini şahitlerin yerine bedel kılmış bulunmamaları durumunda onların
yerini aldırmıştır.
Amr b. Şuayb, babası ve
dedesi kanalıyla Hz. Peygamber'in: "Ne ı köle, ne de iki kafir arasında
lian yoktur." buyurduğunu rivayet eder. Ebu Ömer b. Abdİlber, bunu
et-Temhid'de zikretmiştir.
Darakutni yine aynı
zattan, aynı senetle merfu olarak: "Dört (grup) vardır ki bunlar arasında
lian yoktur: Hür ve cariye arasında lian yoktur. Hür kadın ve köle arasında
lian yoktur. Müslüman ve yahudi kadın arasında lian yoktur. Müslüman ve
hıristiyan kadın arasında lian yoktur." hadisini nakleder.
Abdürrezzak,
Musannef'inde İbn Şihab'dan, şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber'in, (Mekke
valisi) Attab b. Esid'e talimatından birisi de: "Dört (grup) arasında lian
yoktur." buyurarak yukardakileri saymasıdır.
Hem sonra lian
şahitlikten bede! ve şahitlerin bulunmaması halinde onların yerine kaim
kılınmıştır. Dolayısıyla ancak şahitlikleri makbul olan kimseler lian
yapabilirler. Lian şahitlik sayıldığı içindir ki, kadın Handan kaçındığında
kocanın yaptığı dört lian ifadesi, dört zina şahidi yerinde kabul edilerek zina
cezasına çarptırılmaktadır.
" = Bu geçen
yeminler olmasaydı, benimle onun arasında bir macera olurdu." şeklindeki
hadise gelince; mahfuz olan ve Buhari'de yer alan ifadesi: = Eğer Allah'ın
Kitab'ında geçen (hüküm) olmasaydı..." şeklindedir. ..... şeklindeki
rivayet Abbad b. Mansur'un rivayetidir.
Pek çok kimse onu tenkit
etmiştir. Yahya b. Main: "O bir şey değildir." demiş. Ali b.
el-Huseyn b. el-Cüneyd er-Razi: "Metruktür, kadercidir." demiş. Nesai
de zayıf olduğunu söylemiştir.
Şeriatte yerleşik bir
kaide vardır: Beyyine, müddei üzerine, yemin de münkir (inkar eden davacı)
üzerinedir. Koca burada iddia makamındadır. Dolayısıyla onun Hanı şehadet
olmaktadır. Eğer yemin olsaydı, müdei (davacı) olduğu için (lian) kendi
tarafına düşmezdi.
Birinci görüş
sahiplerinin cevaplan:
Liana şehadet isminin
verilmesi, Handa bulunanın yemininde: "Allah adına şahitlik ederim
ki..." demesindendir. Lafzına itibarla her ne kadar yemmse de, bu şekilde
şehadet diye isimlendirilmiştir. Nasıl yemin olmaz ki, Handa bulunan kasem ve
cevabı ile onun yemin olduğu tasrih edilmiştir. Yine, demesi durumunda bununla
yemin etmiş olmaktadır. Bu yeminde sarih bir ifade olduğu için yemine niyet
edip etmemesi durumu değiştirmez. Araplar hem lügatlerinde, hem de
kullanışlarında bu ifadeyi yemin saymaktadırlar. Kays şöyle demiştir:
"Allah yanında
şehadet ederim ki, ben onu gerçekten sevmekteyim. İşte budur onun bendeki yeri;
acep nedir ondaki benim yerim."
Bu beyitte, bir insanın
Allah'ın ismini zikretmese bile sadece demesiyle yemin etmiş olur görüşünde
olanlar için delil vardır. İmam Ahmed'den gelen bir rivayet de öyledir. İkinci rivayete
göre, ancak niyetle yemin olur. Bu, aynı zamanda çoğunluğun görüşü olmaktadır.
demesi ise, niyetsiz mutlak zikrinde bile yine çoğunluğa göre yemindir.ila
yapanların şahitlerden istisnası konusuna gelince; şöyle denilebilir: Herşeyden
önce ... ayetindeki ... manasında sıfattır. Yani ... şeklindedir. Çünkü ...
kelimeleri sıfatlık ve istisnalık manalarında birbiri yerine kullanılabilir.
... anlamında ... ile istisna yapılabilir. ... anlamında ... ile
vasıflandırılmaya gidilebilir. (Bu takdirde mana, "şahid olarak sadece
kendileri" değil de; "kendilerinden gayrı şahitleri..." şeklinde
olur.)
İkinci olarak, ...
kelimesi ... dan müstesnadır. Ancak bu istisnanın Beni Temim lugatına göre
munkatı olması caizdir. Çünkü onlar istisnay-ı munkatı'da da, müstesnayı bedel
olmak üzere okuyorlar. Nitekim hem onlar, hem de Hicazİılar istisnay-ı
muttasılda da, müstesnayı bedel olmak üzere i'raba tabi tutmaktadırlar.
Üçüncü olarak, ...
kelimesi ... dan, sadece sözlerinin kabulü konusunda onların yerlerinde
tutuldukları için istisnaya gidilmiştir. Bu izah, özellikle de, kadın Handan
kaçındığında, kocanın Hanı durumunda recmedilir görüşünde olanlara göre -ki
sahih olan da budur- gerçekten güçlüdür. İnşaallah izahı ilerde gelecektir. Doğrusu
şudur: Lian iki vasfı bir arada bulundurmaktadır: Yemin ve şehadet. O hem kasem
ve tekrarla tekid edilmiş bir şehadettir; hem de şartlar gereği durumun
te'kidini gerektirdiği için şehadet lafzı ve tekrarlan yapılmış ağır bir
yemindir. Bu yüzden Handa on türlü te'kid bulundurulmuştur:
1- Şehadet lafzının
zikri.
2- Kasemin Rab Teala'nın
yüce isimlerinden ve esma-i hüsnanın bütün manalarını içinde toplayan
"Allah" (c.c.) ismi ile zikredilmiş olması.
3- Cevap cümlesinin,
üzerine kasem edilen şeyin te'kidini sağlayan edatlardan olan ile te'kidi.
4- Bunun dört defa
tekrar edilmesi.
5- Beşinci defasında,
eğer yalancılardansa kendi üzerine Allah'ın lanetini istemesi.
6- Hz. Peygamber'in,
beşinci yemin sırasında, onun Allah'ın azabını gerektirici olduğunu ve dünya
azabının ahiret azabından ehven olduğunu belirtmesi.
7- Kocanın Hanını, kadın
üzerine azabın husulünü gerektirici kılması.
Azabdan maksat ya haddir
ya da hapistir; kadının Iianını da, kendisinden azabı uzaklaştırıcı kılması.
8- Bu Han, ikisinden biri
üzerine, ister dünyada ister ahirette olsun mutlaka azabı gerektirmektedir.
9- Lianda bulunan eşleri
ayırmak, kadının yuvasını ayrılıkla yıkmak, harab etmek.
10- Ayrılığın ve
aralarındaki haramlığın devamlı olması.
Lianın durumu işte böyle
olunca, o hem şehadetle iç içe bulunan bir yemin; hem de yeminle birlikte olan
bir şehadet kılınmıştır; lianda bulunan erkek sözünün kabulü için şahit gibi
sayılmıştır. Eğer kadın Iiana yanaşmayacak olsa şahitliği yürüyecek ve kadın
had esasına çarptırılacaktır. Erkeğin şahitliği ve yemini iki şey ifade
etmektedir: Kendisinden (iftira) haddini düşürmekte, kadına (zina) haddini
gerektirmektedir. Eğer kadın da lianda bulunur ve böylece erkeğin lianı başka
bir Iianla karşılaşırsa, bu durumda erkeğin Hanı sadece kendi üzerinden haddin
düşmesini sağlar, kadın üzerine haddin uygulanmasını gerektirmez. Böylece
erkeğin lianı, kadına değil de kendisine nisbetle şehadet ve yemin olmaktadır.
Çünkü eğer lian sırf bir yemin olsaydı, erkeğin 'nücerred yeminiyle kadın had
cezasına çarptırılmazdı. Eğer şehadet olsaydı, sadece kendisinin şahitliğiyle
kadına yine had tatbik edilmezdi. Ama buna kadının Handan kaçınması da
eklenince, erkek hakkında, te'kidli ifadeleri ile ısrarı ve kadının da
kaçınması sebebiyle şehadet ve yemin tarafı kuvvet kazanır, bu durum erkeğin
doğruluğuna açık bir delil olur ve ondan (iftira) haddini düşürür; kadına da
(zina) cezasını vacip kılar.
Bu olabilecek en güzel
hükümdür. Düşünen bir kavim için Allah'tan daha güzel hükmü olan kim vardır! Böylece
ortaya çıkmıştır ki, lian hem yemindir, içinde şehadet manası vardır, hem de
şehadettir, içinde yemin manası vardır.
Amr b. Şuayb'ın, babası
ve dedesi kanalıyla rivayet ettiği hadise gelince; eğer onun Amr'a ulaşması
sahih olsaydı, ne kadar açık bir delaleti olurdu. Ama heyhat! Amr'a ulaşıncaya
kadar tarikinde nice badireler, nice uçurumlar var! İbn Abdilber: "Bu
hadisin senedinde Amr b. Şuayb'dan beride kendisine güvenilebilecek hiçbir
kimse yoktur." demiştir.
Darakutni'nin rivayet
ettiği diğer hadisine gelince, onun da yolu üzerinde Osman b. Abdurrahman
el-Vakkasi vardır. Hadisçİlerin icmaı ile o da "metruk"tur.
Dolayısıyla onun yüzünden hadisin yolu kesiktir.
Abdürrezzak'ın
rivayetine gelince, hadisçilere göre Zühri'nin mürselleri zayıftır ve delil
olarak kullanılamaz. Hem Attab b. Esid, Hz. Peygamber'in Mekke valisi idi.
Mekke'de yahudi ya da hıristiyan yoktu ki Hz. Peygamber ona, onlar arasında
lianda bulunmaması talimatını versin.
"Bu geçen yeminler
olmasaydı..." hadisini reddediyorsunuz. Oysa ki hadisi Ebu Davud Sünen'mde
rivayet etmiştir. İsnadı da fena değildir. Seneddeki Abbad b. Mansur'a
sarılmanız, reddi için yeterli değildir. Onun en büyük kusuru kaderci olması ve
mezhebinin propagandasını yapmasıdır. Bu ise hadisinin reddini gerektirmez.
Sahih'te, doğruluğu bilinen kimselerden olmak kaydıyla Kaderiyye, Mürcie,
Şia'ya mensup birçok raviye yer verilmiştir. "Eğer Allah'ın Kitab'mda
geçen (hüküm) olmasaydı..." ifadesi ile "Bu geçen yeminler
olmasaydı..." rivayeti arasında bir zıdlık da yoktur ki, iki lafızdan
birinin diğerine tercih ve takdimine ihtiyaç duyulsun. Çünkü, "geçen
(söylenen) yeminler" bizzat Allah'ın kitabındadir; Allah'ın kitabı da,
lianda bulunan eşler arasında vaz'ettiği hükmüdür. Hz. Peygamber bu sözüyle,
"Eğer Allah'ın, lianda bulunan eşler arasını ayıran hükmü geçmiş
olmasaydı..." demek istemiştir.
"Şehadet (beyyine)
davacı tarafına, yemin de davalı tarafına düşer." kaidesinin şeriatta
yerleşikliğiyle ilgili sözünüze birkaç açıdan cevap verilebilir:
Birincisi: Şeriat bu kaide
üzerinde sabit değildir. Aksine kasamede davacıların yemini ile işe
başlamaktadır. Bu karinelerle (levs) onların tarafının daha güçlü olmasından
dolayıdır. Dolayısıyla şeriattaki bu kaide, yeminin taraflardan daha güçlü
olanın tarafına ait olması şeklindedir. Beraet-i asliyye (asıl olan
suçsuzluktur ükesin)den dolayı davalı tarafı daha güçlü olduğu için, genelde
yemin davacı üzerindedir. Ama kasamede, karinelerle davacı taraf güç kazanınca,
güçlü taraf olması hasebiyle yemin, onların tarafına geçmiştir. Sahih olan
görüşe göre, yine aynı şekilde davalının nükulü (yeminden kaçınması) ile,
davacı tarafının güç kazanması durumunda da kendisine: "Yemin et, hak
kazan." denilir. Bu durum, imkanlara göre, kulların çıkarlarının korunması
için konulan ilahi şeriatın hikmet ve kemalinin bir neticesidir. Eğer yemin her
zaman için aynı taraf üzerine meşru kılınmış olsaydı, daha ağır basan tarafın
gücü heder olurdu. Bu ise Sari' Teala'nın hikmeti ile bağdaşmaz. O'nun
getirdiği hüküm, bizzat hikmet ve maslahatın doruğu olmaktadır.
Bu anlaşildıysa, şimdi
bakıyoruz: Burada koca tarafı kadın tarafından daha güçlüdür; çünkü kadın zina
ettiğini inkar ediyor ve kocasının bühtanda bulunduğunu söylüyor. Kocanın ise
kendi mahremiyetini ortaya dökmesinde, yatağım (nesebini) ifsad etmesinde,
ailesini fahişeliğe nisbetinde bir garazı yoktur. Aksine, bu onu son derece
tedirgin eder ve hayatında en çok nefret edeceği bir durumdur. Dolayısıyla bu
açık bir karine (levs) olur. Bir de buna kadının Handan kaçınması (nükulü)
eklenince, durum fert veya toplum olarak herkesin kalbinde güç kazanır ve bu
şer'an kadın üzerine zina hükmünün sabit olmasını gerektiren müstakil bir delil
halini alır. Bu durumda kadının da, kendisinden Nur (24/2) süresindeki:
"Onların azablarına mü'minlerden bir grup şahitlik etsin (orada hazır
bulunsun).'* ayetinde sözü edilen azabı bertaraf edecek karşı lian yeminlerinde
bulunma hakkı vardır. Eğer kocanın lianı gerçek bir beyyine olsaydı, ondan
sonraki kadının yeminleri kendisinden hiçbir şey uzaklaştıramazdı. Bu, Hz.
Peygamber'in hükmünden çıkarılan ikinci fasıl ile vuzuh kazanır: Faslın konusu
şudur: Kadın lianda bulunmadığı zaman ne olur? Had mi uygulanır, ikrar edinceye
ya da lianda bulununcaya kadar hapis mi edilir?
Fukahaya ait iki görüş
vardır: İmam Şafii ile selef ve haleften bir grup: "Had uygulanır."
demişlerdir. Hicaz alimlerinin görüşü de böyledir. İmam Ahmed: "İkrarda ya
da lianda bulununcaya kadar hapsedilir." demiştir. Irak alimlerinin görüşü
de budur. İmam Ahmed'den gelen ikinci b:r rivayet ise: "Hapsedilmez,
serbest bırakılır." şeklindedir.
Irak alimleri ve onlar
doğrultusunda düşünenler şöyle derler: Eğer kocanın Hanı haddi gerektiren bir
beyyine olsaydı, kadın lianla ve beyyineyi tekzible haddi düşürme hakkına sahip
olamazdı. Nitekim aleyhine dört zina şahidinin bulunması durumunda böyle bir
yetkisi yoktur.
Koca kendisinden başka
üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şehadette bulunsa, bu şahitlikle üzerine
had uygulanmaz. Dolayısıyla yalnız başına yaptığı şahitlikle, kadın üzerine
evleviyetle had gerekmez. Sonra koca lian yapanlardan biridir. (Tek taraf)
diğeri üzerine haddi gerektirmez. Nitekim kadının lianı da koca üzerine haddi
gerektirmemektedir.
Hz. Peygamber: "=
Beyyine davacı üzerinedir. buyurmuştur. Kocanın burada davacı olduğunda şüphe
yoktur.
Hem kocanın Hanının
gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacib kılmak
değildir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Beyyine yoksa sırtına had!" buyurmuştur. Çünkü kocanın iftirada
bulunmasının gereği, yabancının iftirasının gereği gibidir; o da haddir. Yüce
Allah, bu hadden kurtulması için lianla ona bir kapı açmıştır. Kadın üzerine
had ikamesinin yolunu da şu iki durumdan birisinin bulunması şeklinde
belirlemiştir: Ya dört şahit, ya da itiraf. Bazı sahabilere göre de bir üçüncü
durum gebeliktir. Nitekim Hz. Ömer ve bazıları bu görüştedirler. Hz. Ömer, Hz.
Peygamber'in minberi üzerinde şöyle demiştir: "Recim, muhsan (evli) olma
şartıyla zina eden her erkek ve kadın üzerine; beyyine bulunması veya gebelik
durumunun olması, ya da itirafta bulunması durumunda vacibtir."
Hz. Ali de aynı şekilde
söylemiş, had sebeplerini üç şey olarak belirlemiş, Hanı bunlardan saymamıştır.
Sonra bu kadının zina
ettiği tahakkuk etmemiştir, dolayısıyla üzerine had gerekmez. Çünkü zinasının
tahakkuku sadece kocanın lianı ile olmaz. Şayet sadece kocanın lianı ile
tahakkuk edecek olsa, artık kadın Handa bulunsa bile had düşmez ve bundan sonra
kadına iftirada bulunana da had gerekmezdi. Sadece kadınm nükulü (Handan
kaçınması) ile de tahakkuk etmez. Çünkü had nükul ile sabit olmaz. Zira hadler
şüphe ile düşerler, hal böyle olunca nükul ile nasıl gerekebilir? Çünkü
nükulün, aşırı utangaçlık, dili tutulmak, rezil rüsvay edici o makamın
heybetinden dehşete düşmek vb. sebeplerle olması muhtemeldir. Bu durumda,
beyyine olarak diğer hadlerde aranan sayının iki katının arandığı (dört erkek
şahit) itirafı durumunda sahih ve sarih sünnetle sabit olduğu üzere dört ayrı
ikrarda bulunması istenen bir had nükulle nasıl sabit olabilir? Sonra hem ikrarda
hem de şahitlikte zina fiilinin açıkça tavsifi ve tasrihi şartı aranmaktadır.
Böylece zorlaştırılmakta, mümkün mertebe vuku bulan zina olaylarının örtülmesi,
şüyu edilmemesi amaçlanmakta, en küçük bir şüphe ile haddin bertaraf edilmesi
ve düşürülmesi istenmektedir. Bu durumda, mal davaları dışında hiçbir had ve
ceza davasında dikkate alınmayan ve bizzat kendisi şüphe olan nükulle nasıl
olur da hüküm verilebilir?!
Şafii (r.h.), bir dirhem
ve daha az konularda bile, en basit ta'zir için dahi nükul ile hükümde
bulunmanın caiz olmayacağı görüşündedir. Hal böyle olunca, nasıl olur da, çok
önemli bir konuda, çok zor sabit olan ve en çabuk düşen bir davada onunla hükme
gidilebilir?
Kadın diliyle ikrarda
bulunsa, sonra dönse üzerine had gerekmemektedir. Dolayısıyla suçsuzluğu
üzerine yapacağı yeminden sadece imtina etmesi durumunda ise, üzerine had
öncelikle gerekmeyecektir.
Kadının zinasının
tahakkukunda ikisinden birinin Hanının etkisi olmadığı anlaşılınca, ikisiyle
(kocanın lianı, zevcenin nükulü) birden tahakkuk edeceğini söylemek de iki
sebepten dolayı mümkün olmayacaktır:
1) Her birinde mevcut
olan şüphe, birinin diğerine eklenmesi ile yok olmaz. Yüz fasıkın şahitliği
gibi. Çünkü kadının nükulünün, aşın utangaçlıktan, duruşma makamının heybet ve
kalabalığından, sıkılganlıktan, konuşma aczinden dilin tutulmasından olma
ihtimali, kocanın lianı ile ortadan kalkmaz. Kocanın lianındaki şüphe de
kadının nükülü İle yok olmaz.
2) Diğer haklarda olduğu
gibi, sadece yemin ile hükmedilemeyen davalarda, yeminle birlikte nükulle de
hükmedilemez. "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı
kaldırır." ayetine gelince; bu ayette geçen azaptan kastedilen kesin
değildir. Had olabileceği gibi, hapis veya başka bir ceza da olabilir.
Dolayısıyla "azab"dan had kasdedildiği kesin değildir. Çünkü mutlak
bir kelime, harici bir delil olmadıkça mukayyede delalet etmez. En azından
ihtimal ifade eder, ihtimalle de had cezası sabit olmaz. Bu tez, daha önce geçen
Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye ait: "Had ancak beyyine veya itiraf (ikrar), ya da
gebelikle (isbat edilmiş) olur." sözüyle de ağırlık kazanır.
Daha sonra bunlar,
kadının Hana yanaşmaması durumunda kendisine ne yapılacağı konusunda ihtilaf
etmişlerdir. İmam Ahmed: "Erkeğin Hanından sonra, kadının lianda
bulunmadan kaçınması durumunda onu Hana icbar ederim. Üzerine (Handan önce)
recm ile hükmetmekten korkarım. Çünkü kadın dili ile ikrarda bulunsa da, sonra
dönse onu recmetmem. Bu durumda Handan kaçınıyor diye nasıl recmedebilirim?
" demiştir. İmam'dan ikinci bir rivayet: "Serbest bırakılır."
şeklindedir. Ebu Bekir de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü üzerine had vacip
değildir, beyyinenin tamam olmaması durumundaki gibi tahliye edilmesi gerekir.
Haddi vacip kılanların
karşı cevap ve tenkitleri:
Bunlar şöyle diyorlar:
Malum olduğu üzere Yüce Allah, kocanın Handa bulunmasını şahitlerden bedel ve
onların yerine kaim kılmıştır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Han yapan
kocaları şahitler saymıştır. Onların Hanlarının şehadet olduğunu açıkça
belirtmiştir. Daha açığı, "Allah adı ile yapacağı dört şehadet,
kendisinden azabı kaldırır." ifadesidir. Bu ifade, dünyevi azabın
sebebinin vücuda gelmiş olduğuna ve bu azabı da kendisinden ancak Hanının
kaldıracağına delalet eder. Lianı ile kadından kaldırılacak "azab",
"Mü'minlerden bir grup onların azabına şahitlik etsin (hazır
bulunsun)." ayetinde sözü edilen azaptır. Bu azap da kesinlikle haddir. Bu
ayette kelimesi muzaf olarak, lian ayetinde de ahid (bilgi) için olan ile
zikredilmiştir. Dolayısıyla, bu kelimesinin, Kur'an'da zikri geçmeyen, herhangi
bir şekilde delalet de bulunmayan hapis vb. bir cezaya yorulması caiz değildir.
Sonra nasıl olur da kadın serbest bırakılır ve Hansız kendisinden azab
kaldırılır? Bu Kur'an'ın zahirine açıkça muhalefetten başka bir şey değil
midir?
Yüce Allah kocanın
Hanını, kendisinden iftira cezasını, kadının Hanını da kendisinden zina
cezasını düşürücü bir nitelikte kılmıştır. Koca Handa bulunmadığı zaman nasıl
kendisine iftira cezası tatbik ediliyorsa, kadın Hana yanaşmadığında da
kendisine zina cezası tatbik edilir.
"Kocanın lianı
kadın üzerine haddi gerektiren bir beyyine olsaydı; kadın, yabancının
şahitUğinde olduğu gibi Han ile onu düşürme yetkisine sahip olamazdı."
sözünüze gelince, onun cevabı şöyle olacaktır:
Lian hükmü, başlı başına
müstakil bir hükümdür ve diğer davalar ve beyyinelerle ilgili ahkama tabi
değildir. O kendi başına kaim bir asıldır, diğer hükümleri vaz'eden Allah onu
da vaz'etmiş, helal ve haramı açıklayan (Allah) onu da açıklamıştır. Kocanın
Hanı şahitlerden bedel olunca, hiç kuşkusuz beyyine mertebesinden aşağı
inmiştir. Böylece yalnız başına beyyine hükmü ile müstakil olmamıştır ve kadına
benzeri bir Hanla karşı koyma hakkı tanınmıştır. Onun da lian etmesi durumunda
biz kullar için iki taraftan birini tercih imkanı bulunmaz. Ama Allah onlardan
birinin yalancı olduğunu bilir. Sadece kocanın Hanı ile kadına had tatbikinin
bir gerekçesi yoktur. Kadına, ona karşı koyma ve kendisinin masum olduğunu
ortaya koyacak Han imkanı tanınır ve o da bunu yapmaz, kaçınırsa (nükul), o
zaman (iş değişir): Koca zina iddiasıyla Handa bulunmuş (zina haddini
gerektirici tasarruf); buna da bir karine eklenmiş ve onu teyid etmiştir ki, bu
karine kadının nükulü ve kendisini azaptan kurtaracak, üzerinden haddi
kaldıracak şeyden yüz çevirmesidir.
"Koca, kendisinden
başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şahitlik etse, bu şahitlikle kadına
had gerekmez. Bu durumda sadece kendi şahitliği ile nasıl gerekebilir?"
sözünüzün cevabı şöyledir: Kadın sadece şahitlikle had cezasına çarptırılmıyor.
Bilakis hem kocanın beş defa Iianda bulunması, hem de kadının imkanı varken
karşı Handa bulunmadan kaçınması sebebiyle, hadde maruz kalıyor. Bu iki şeyin
birleşmesinden, kocanın doğruluğuna gayet açık ve güçlü bir şekilde delalet
eden bir delil ortaya çıkmaktadır ki, bununla ulaşılan kanaat, şahitlerin
şahitliğinden elde edilen kanaattan çok daha güçlüdür.
"O Hanın iki
tarafından biridir. Kadının Hanının koca üzerine had gerektirmediği gibi,
kocanın liam da kadın üzerine had gerektirmez.*' sözünüzün cevabına gelince:
Kadının lian'ı sadece haddi (düşürmek) için meşru kılınmış, haddi gerektirici
olarak meşru kılınmamıştır. Nitekim Yüce Allah: "Kadının... şehadet etmesi
kendisinden azabı kaldırır." buyurmuştur. Nas, kocanın Hanının haddi
gerektirici, buna karşılık kadının lian'ının ise haddi gerektirici değil,
düşürücü olduğuna delalet etmektedir. Bu itibarla, bunlardan birisini diğerine
kıyas etmek, Yüce Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri bir araya toplamak olur
ki, o da batıldır.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem); Beyyine davacı üzerinedir." hadisine
gelince, o başımızın gözümüzün üstüne! Hiç şüphe yoktur ki, kocanın zikredilen
ve tekrarlanan lianı bir beyyinedir ve ona, bazılarınca ikrar, diğer bazılarınca
da davacı beyyinesi makamında sayılan kadının nükulü eklenmiştir. Böylece bu en
güçlü beyyinelerden biri olmuştur. Buna şu husus da delalet eder: Hz.
Peygamber, ona: "Beyyine yoksa sırtına had" buyurmuş ve Allah bunu
iptal etmemiştir. Bilakis, onu kendisinden haddi düşürecek ayrı bir beyyine
ikamesinden aciz kalması durumunda ikame edebileceği başka bir beyyineye
çevirmiştir. Bu çevrilen beyyine rütbe olarak daha aşağıda olunca, bu kez onu
güçlendirecek ayrı bir şeye itibar etmiştir ki, o da kadının karşı koymaya ve
haddi def etmeye imkanı varken yüz çevirmesi, nükulde bulunmasıdır.
"Kocanın Hanının
gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacip kılmak
değildir." şeklindeki sözünüze gelince; eğer siz bununla, "Onun gereği
kendisinden haddi düşürmektir." diyorsanız doğrudur. Yok eğer, "Ondan
haddin düşmesi lianın bütün gereğini düşürür, başka bir gereği yoktur."
demeyi kastediyorsanız, bu kesinlikle batıldır. Çünkü ayrılığın gerçekleşmesi
veya aralarını ayırmanın vacipliği, ebedi veya geçici haramlık, kocanın tasrihi
ile çocuğun açıktan veya Han ile zımnen reddi ile iktifa, had ya da hapis
yoluyla zevce üzerine azabın vacib olması, bütün bunlar Hanın gereklerindendir.
Bu durumda, "Kocanın Hanı, sadece kendisinden iftira cezasının
düşürülmesini gerektirir." demek doğru olmaz.
"Sahabe zina
haddini üç şeyden biri ile gerekli görmüşlerdir: Ya beyyine veya ikrar (itiraf)
ya da gebelik. Lian bunlardan değildir." sözünüzün cevabı da şöyle:
Sizinle tartışmada olanlar şöyle diyorlar: "Eğer Han ile kadın üzerine
haddi gerekli kılmak bu sahabilerin sözlerine muhalif oluyorsa, gebelikle haddi
düşürmek onlara daha açık ve kuvvetli bir muhalefet olur." Onların
gebelikle gerekli gördükleri haddi düşürmeyi ve onlara açıkça muhalefette bulunmayı
tecviz eden ve fakat, sizin gibi düşünmeyenlere, bu üçün dışında bir sebeple
haddi gerekli görme hususunda muhalefette bulunmayı haram kılan şey nedir,
söyler misiniz? Oysa ki, onlar üç açıdan sizden daha çok mazu durlar:
Birincisi: Onlar bu sahabilerin
sözlü ifadelerine muhalefet etmemişlerdir. Onlarınki, sözlü beyanda
bulunmadıkları mefhuma muhalefettir. Oysa ki siz, açıkça beyan ettikleri hususa
muhalefet ettiniz.
İkincisi: Onların
muhalefeti nihayet mefhumadır ve yine ashaptan bir grubun haddin gerekliliğini
ifade ederek buna muhalefetleri sözkonusudur. Onlar ashabın üzerinde icma
ettikleri bir hususa muhalefet etmemişlerdir. Siz ise onların sözlü beyanlarına
(mantuk) muhalefet ettiniz ve burada onlara bir muhalifin bulunduğu da
bilinmemektedir, ki bu gebelikle haddin gerekli olması hususudur. Sahabeden
hiçbir kimsenin bu yüzden haddin gerekeceği konusunda Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye
muhalefetleri bilinmemektedir.
Üçüncüsü: Onlar
sözkonusu mefhuma, bu geçen delillerin sözlü beyanlarına (mantuk) ve
"Şehadet etmesi ondan azabı kaldırır." ifadesinin de mefhumuna
dayanarak muhalefet etmişlerdir. Şüphesiz ki bu ayetin mefhumu (yani şehadet
etmezse azab düşmez şeklindeki mefhum-i muhalifi), Hz. Ömer'in ve Hz. Ali'nin
sözlerinin mefhumundan daha güçlüdür. Onlar daha güçlü ve evla olan bir
mefhumdan dolayı, başka bir mefhumu terketmişlerdir. Hem onlar sahabeye nasıl
muhalefet etmiş olurlar? Çünkü onların sözleri, sahabenin sözlerine uygundur.
Zira lian kadının nükulü ile birleşince, daha önce de geçtiği üzere en güçlü
beyyinelerden birisi olmaktadır.
"Kadının zinası
tahakkuk etmemiştir..." sözünüze gelince, cevabı şöyle olacaktır: Eğer siz
"tahakkuk" sözünden muharremat gibi yakin ve kesin demeyi
kastediyorsanız, haddin uygulanması için bu şart değildir. Eğer bu şart olsaydı
dört kişinin şahitliği ile ceza tatbik edilemezdi. Zira onların şahitlikleri
zinayı bu manada muhakkak kılmaz. Eğer "tahakkuk etmemek"ten de,
sübut tarafı ağır basmayacak şekilde eşit olarak şüphelidir demeyi
kastediyorsanız, bu da kesin olarak batıldır. Aksi takdirde Hanı ile üzerinden
düşürülen azab, kadın üzerine vacib olmazdı. Hiç şüphe yok ki, kocanın tekitli
ve mükerreren yapılan Hanı ile imkanı varken kadının nükulde bulunmasından
hasıl olan tahakkuk, dört şahitle elde edilecek tahakkuktan daha güçlüdür.
Çünkü olabiHr ki, şahitlerin kadına karşı bir garazları vardır ve bu yüzden ona
iftirada bulunmak, şerefini çiğnemek, ko'cası ile aralarını bozmak
istemişlerdir. Kocada ise böyle bir garazın bulunması sözkonusu değildir.
"Eğer tahakkuk
edecek olsa ya kocanın Hanı ile, ya kadının nükulü ile, ya da her ikisiyle
tahakkuk edecektir..." sözünüze gelince; her ikisiyle birden tahakkuk
etmektedir. İki şeyden her birinin haddi gerektiricilikte müstakil
olmayışı ve zayıf
bulunuşundan, ikisinin birlikte haddi gerektiricilikle müstakil bir delil
olamayacağı gerekmez. Zira bu, yalnız başına hükme mesned olamayan, fakat bir
başkasından aldığı kuvvetle birlikte mesned olabilen her tekin Özelliğidir.
"Şafii'ye şaşmak
lazım! Bir dirhemlik bir davada nükul ile hükmetmiyor da, Sari' Teala'nın
örtmeye son derece gayret ettiği, sübutu için en büyük beyyıneyi (dört şahit)
istediği bir haddin uygulanmasında onunla hükümde bulunuyor." sözünüze
gelince, burası ne Şafii, ne de bir başka imamın müdafaasının yapıldığı yer
değil. Bu kitabımız da bu amaç için yazılmamıştır. Kasdımız herhangi bir alimi
desteklemek de değildir. Bizim bu kitaptan maksadımız sadece Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) yaşantısında, kazalarında, koyduğu hükümlerinde
gerçekleştirdiği rehberliğini, O'nun hatt-ı harekatım ortaya koymaktır. Bunun
ötesinde girdiğimiz izahlar vb. hep asıl maksadımıza tabidir, maksadımız olduğu
için verilmiş değildir. Farzet ki, nükul ile hükmetmeyen kimse kendi içerisinde
tenakuza düştü. Bunun Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) koyduğu
şeriata ne zararı olur?
Kaldı ki İmam Şafii bir
tenakuz içerisinde değildir. Çünkü o, bir desteği bulunmayan sade nükul ile
Hanla beraber olan nükulü ayırmıştır. Lian deyip de geçmeyiniz, tekitli ve
mükerreren yapılmakta, koca hakkında hal karinesi ile beraber beyyıne yerine
geçmektedir. Koca, karısının zina etmesi, onun rezil rüsvaylığı, yuvasının
yıkılması, kendisinin ve sevgilisinin müslümanların gözü önünde büyük kalabalık
içinde dikilerek, Allah'a dört defa yemin ettikten sonra, eğer yalancılardan
ise kendi üzerine Allah'ın lanetini dilemesi gibi durumlar koca için hiç de hoş
olmayan şeyler olmasına rağmen lianda bulunmuşsa, iddiasının doğruluğuna bu bir
hal karinesi olur. İmam Şafii, işte böylesi bir Hanla birleşen nükul ile
hükümde bulunmuştur. Dolayısıyla onun mücerred nükulle hükümde bulunduğu da
nereden çıkıyor?
"Şayet kadın zina
itirafında bulunsa da, sonra rücu etse kendisinden had düşmektedir. Bu durumda
sadece yeminden kaçınmış olmakla nasıl had gerekir?" sözünüzün cevabı az
önce geçti.
"Lian ile
kaldırılan azab hapis ya da başka bir azaptır." sözünüzün cevabına
gelelim:
Zikredilen azab, ya
dünya azabıdır ya da ahiret azabı. Buradaki "azab''ın ahiret azabı
olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır. Zira ahiret azabı vacib olduktan sonra,
lianda bulunması onu düşüremez. Şu halde azabdan maksat sadece dünya azabıdır
ki o da kesinlikle haddir. Çünkü o, hadde uğramış kimsenin "azabf'dır ve o
ahiret azabı karşılığında bir fidyedir. Bu yüzden Cenab-ı Allah haddi, ahiret
azabından anndıncı ve kurtarıcı olmak üzere meşru kılmıştır. Hem aynı surenin
başında "Mü'minlerden bir grup, onların azablarına şahitlik etsin (orada
hazır bulunsun)." buyurarak bunu açıklayan Yüce Allah, burada da aynısıyla
tekrar etmiş ve: "Ondan azabı kaldırır." buyurmuştur. Buradaki azab,
bizzat (yukardaki ayette sözkonusu olan) "şahid olunulan azab'dır ve
lianda bulunmak suretiyle onu def etmeye Yüce Allah imkan tanımıştır. Burada
başka azab nerededir ki, ayet onunla tefsir edilmeye çalışılıyor? Bu
anlaşıldıysa biliniz ki, sahih olan görüş işte budur; başka türlü olabileceğine
inanmıyor, bundan başka yapılacak bir izahı da kabul etmiyoru-. Tevfik
Allah'tandır.
Soru: Koca zina
isnadında bulunduktan sonra Hana yanaşmasa, nükul etse; hükmü ne olur?
Cevap: Selef ve halef
ulemasının büyük çoğunluğuna göre iftira cezasına çarptırılır. Bu İmam Şafii,
Malik, Ahmed ve tabiilerinin görüşleridir. Ebu Hanife buna muhalefetle:
"Lianda bulununcaya ya da zevce ikrarda bulununcaya kadar hapsolunur."
demiştir. Bu görüş ayrılığı, "Kocanın zevcesine zina isnadının gereği,
acaba yabancı kadına iftirada olduğu gibi had midir ki lian yaparak düşürme
hakkına sahip olsun? Yoksa bu isnadın gereği bizzat lian mıdır?"
prensibindeki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Birinci şık cumhurun, ikinci şık da
Ebu Hanife'nin görüşleri olmaktadır.
Cumhur, Ebu Hanife'ye
karşı: "İffetli kadınlara iftira edip de, sonra dört şahit getirmeyenler
var ya, onlara seksen değnek vurun," ayetinin genel oluşunun, dolayısıyla kocayı
da kapsayacağını ifade ederek görüşlerini delillendirmeye çalışmışlardır.
Aynca, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Hilal b. Ümeyye'ye:
"Beyyine yoksa sırtına had." buyurması, yine: "Dünya azabı,
ahiret azabından kolaydır." demesi de -ki bunu Hilal b. Ümeyye Hana
başlamadan önce kendisine söylemişti- delilleri arasındadır. Eğer kocasının
zina isnadında bulunması sebebiyle üzerine iftira cezası gerekmeyecek olsaydı,
bu sözlerin bir manası kalmazdı. Sonra koca; iffetli, hür ve aralarında kısas
cari olan bir kadına iftira etmiştir, dolayısıyla yabancı gibi, iftirada
bulunması sebebiyle hadde maruz kalır. Yine koca lianda bulunsa da, lian
sonrasında kendisinin yalancı olduğunu söylese üzerine had gerekmektedir.
Buradan da anlaşılıyor ki, kocanın zina isnadı, üzerine haddin gerekmesinin
sebebi olmakta ve onu Hanla düşürebilme yetkisine sahip olmaktadır. Zira haddin
gerekliliğinin sebebi olmasaydı, lian sonrasında kendisini yalanlaması
durumunda had vacib olmazdı.
Ebu Hanife ise şöyle
diyor: Kocanın zevcesine zina isnadı iki durumu gerektiren bir davadır: Ya
lian, ya da zevcenin ikrarı. Eğer Hana yanaşmazsa, Handa bulununcaya kadar
hapsedilir. Ancak kadın bu arada ikrarda bulunursa davanın gereği ortadan
kalkar. Yabancının zina isnadı ise böyle değildir. Çünkü onun iftiraya maruz
kalan kadın yanında (Han gibi) bir hakkı yoktur. Dolayısıyla o tam bir müfteri
olur.
Cumhur şöyle cevap
veriyor: Hayır! Aksine onun zina isnadı namusu üzerine kendi tarafından
İşlenmiş bir cinayettir. Bunun da gereği, yabancının iftira etmesi durumunda
olduğu gibi haddir. Şu kadar var ki, bu cinayette kadın aleyhine kocanın
hakkını itlaf etmesi ve ona hiyanette bulunması gibi bir şaibe bulunduğundan,
lian yoluyla, üzerine gerekecek olan iftira cezasını düşürebilme hakkı bulunmaktadır.
Lian yapmaya hakkı ve imkanı olmasına rağmen buna yanaşmazsa, o takdirde
iftiranın gereği amelini icra eder ve muarızı olmadığı için haddin
gerekliliğini sağlayan bir delil olur. Tevfik Allah'tandır.
3- Hz. Peygamber'in
(s.a.) Tasarrufları:
Lianla ilgili
hadislerden çıkarılan hükümlerden birisi de şudur: Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) sadece vahiyle ve bir de Allah'ın kendisine gösterdiği
şeylerle hükmediyordu. Bizzat kendi görüşü ile hükmetmiyordu. Çünkü, vahiy
gelinceye kadar hükümde bulunmamıştı. Kur'an inince de Uveymir'e: "Senin
ve eşin hakkında ayet indi. Git onu getir!" buyurmuştu. Rasülullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah emrolunmadığım bir
sünneti aranızda ihdas ettiğim için beni sorguya çekmeyecektir." Bu durum
yargıda (kaza), ahkam vaz'ında ve külli (genel) sünnetlerle ilgili
konulardadır. Ama ahkam vaz'ı ile ilgisi bulunmayan, belli bir yerde
konaklamak, belli bir adamı emir tayin etmek ve, "Durum hakkında onlarla
istişarede bulun."[Al-i İmran, 159] emrinin bir gereği olarak yapılması
gereken istişarelerle ilgili benzeri konulara gelince; bu gibi yerlerde
içtihada (re'y) yer bulunmaktadır. Hurma aşılanması hakkında buyurdukları:
"O sadece benim uygun bulduğum bir görüştür." hadisi bu kabilden
olmaktadır. Ahkam ve külli sünnetler ise tamamen farklıdır.
Hadislerden çıkarılan
bir diğer hüküm de şudur: Hz. Peygamber, Uveymir'e karısını getirmesini
emretmiş ve Hz. Peygamberin huzurunda lianda bulunmuşlardır: Bundan lianın
ancak devlet başkanı ya da onun naibinin huzurunda yapılabileceği ve tebadan
olan fertlerin kendi aralarında lianda bulunamayacakları çıkar. Nitekim
kişilerin kendi başlarına hadlerin uygulanmasına kalkışma yetkileri de yoktur.
Bu yetki sadece devlet başkanı ya da onun naibine aittir.
4- Lian'ın Yapılışı:
Lianın, kalabalık bir
grubun hazır bulunacağı bir mecliste yapılması sünnete uygundur. Çünkü
yaşlarının küçük olmasına rağmen İbn Abbas, İbn Ömer ve Sehl b. Sa'd lian
meclisinde hazır bulunmuşlardı. Bu, büyük bir kalabalığın orada hazır
bulunduğuna delalet eder. Çünkü çocuklar bu gibi yerlere ancak büyüklerinin
yanında giderler. Sehl b. Sa'd: "Onlar lianda bulundular. Ben de
insanlarla beraber Hz. Peygamber'in yanındaydım." demiştir. Bunun hikmeti
-Allah daha iyi bilir ya- lianın, bir daha yapılmaması ve caydırıcı olması
için, çok büyük bir iş olduğunun vurgulanmaya çalışılmasıdır. Böyle bir hava
verilmesi için büyük bir kalabalık huzurunda yapılması daha uygun olacaktır.
Taraflar ayakta olarak
lianda bulunurlar. Hilal b. Ümeyye olayında Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) kendisine: "Kalk ve Allah adına yeminle dört defa şehadet
et!" buyurmuştur.
Sahihayn'da, kadından
bahsedilirken de: "Sonra kalktı ve şehadette bulundu." demiştir.
Çünkü Han yapan ayağa
kalktığı zaman, hazır bulunanlar onu göreceklerdir ve bu Hanın aleniliği ve
insanlar üzerindeki caydırıcı etkisi bakımından daha uygun bir pozisyondur.
Başka bir incelik daha
vardır: İsabeti istenilen bir beddua, beddua edilen kimseyi ayakta yakalarsa
yerini bulur. Bunun içindir ki Hubeyb, kendisini astıkları sırada müşriklere
beddua ettiğinde, Ebu Süfyan hemen oğlu Muaviye'yi tutarak yere yatırmıştı.
İnançlarına göre, insan yere yapıştı mı, beddua kendisini tutmazdı.
Liana, Allah ve
Rasulü'nün başladığı gibi önce erkeğin başlaması gerekir. Şayet önce kadın
başlayacak olsa, cumhura göre, bu lian sayılmaz. Ebu Hanife'ye göre ise
sayılır.
Yüce Allah, hadde önce
kadım zikrederek başlamış ve: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğe gelince,
bunlardan her birine yüz değnek vurun."[Nur, 2] buyurmuş, lian ayetinde de
önce erkekten başlamıştır. Bu son derece münasiptir. Çünkü kadının zinası
erkeğinkinden daha çirkindir. Zira kadının zinası Allah'ın hakkını çiğnemeden
öte, kocasının yatağını (harim-i ismetini) ifsad etmek, başkasından aldığı bir
çocuğun nesebini ona yamamak, kendi aile ve akrabasını rezil rüsvay etmek, sırf
kocasına ait olan hakka karşı cinayet ve hiyanette bulunmak, onun insanların
yanındaki değerini düşürmek, bir fahişeyi nikahında tutuyor diye ayıplanmasına
sebep olmak ve daha nice zina mefsedeti içermektedir. Dolayısıyla zina
haddinden söz edilirken kadından başlanması son derece önem arzeder. Liana
gelince; burada kadına zina isnadında bulunan, onu liana maruz bırakan, ırzına
halel getiren ve büyük bir isnadda bulunan; ailesi ve akrabası içerisinde
kadını rezil ve rüsvay eden bizzat kocadır. O yüzdendir ki, Handa bulunmadığı
zaman üzerine had gerekmektedir. Dolayısıyl Handa önce erkekten başlanılması,
kadından başlanılmasından daha uygundur.
Elde edilen hükümlerden
biri de, taraflardan her birisine, liana başlamak istediklerinde vaaz ve
nasihat etmektir. Yetkili tarafından öğüt verilir, nasihat yapılır ve erkeğe:
"Dünya azabı ahiret azabından ehvendir." denilir. Beşinci yemin
sırasında bu söz her ikisi için de tekrarlanır. Nitekim sahih sünnette bu
şekilde sabit olmuştur.
Erkeğin de kadının da
beş defadan az yaptıkları lian yeminleri kabul edilmez. Yine erkeğin beşinci
şehadetinde kullanması gereken "lanet" sözcüğü yerine,
"gazap", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama"
gibi ifadeler kullanması geçerli olmaz. Aynı şekilde kadının da
"gazap" sözcüğü yerine "lanet", "rahmetten uzak
olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullanması şehadetini
geçersiz kılar. Her birinin Allah'ın Kitab'ında kendisi için taksimde bulunduğu
ifade ve sayıda şehadette bulunması gereklidir. Hanbeli, Maliki ve diğer
mezheplerde mevcut olan iki görüşten daha doğrusu budur.
Lian sırasında erkeğin,
Kur'an'da ve sünnette zikredilen lafızlara ilavede bulunmasına bir ihtiyaç
yoktur. Hatta bu iyi bir şey de olmaz. Mesela: "Kendisinden başka ilah
olmayan, açığı, gizliyi bilen, aşikareyi bildiği gibi gaybı da bilen Allah
adına şehadet ederim ki..." gibi veya benzeri ifadelere ihtiyaç yoktur.
Aksine erkek: "Allah adına şehadet ederim ki, ben gerçekten doğru
söyleyenlerdenim." demekle; kadın da: "Allah adına şehadet ederim ki,
o gerçekten yalan söyleyenlerdendir." demekle yetinirler. Erkeğin lian
sırasında yine "...ona yaptığım zina isnadında..." demesine; kadının
da: "Bana yaptığı zina isnadında..." diye nasslardakı ifadelere
ilavede bulunmasına ihtiyaç yoktur. Yine erkeğin zina şahitlerinin ifadelerinde
olduğu gibi, -eğer zina ederken gördüğünü iddia etmişse-: "Milin
sürmedanlığa girdiği gibi, onu zina ederken gördüm." demesine gerek
yoktur. Bütün bunların ne Kitap'ta, ne de sünnette hiçbir dayanağı yoktur. Yüce
Allah'ın; ilmi, hikmetiyle bizim için koyduğu şer'i ahkam, bizim için
yeterlidir ve onun üzerine ilavede bulunma külfetinin bir anlamı ve yeri yoktur.
Yahya b. Muhammed b.
Hübeyre, el-İfsah adlı eserinde şöyle der: Bazı fakihler erkeğin, "Ona
yaptığım zina isnadında..." ifadesini, kadının da: "Bana yaptığı zina
isnadında..." ifadesini eklemesi şarttır, demişlerdir. Sanmıyorum ki buna
ihtiyaç duyulsun. Zira yüce Allah lian ahkamını (bütün tafsilatıyla) indirmiş,
böyle bir şarttan sözetmemiştir.
İmam Ahmed'in sözünün
zahirinden anlaşıldığına göre Handa "zina" sözcüğünün zikri şart
değildir. Çünkü ishak b. Mansur rivayetinde şöyle der: Ahmed'e sordum ve: "Erkek
nasıl Handa bulunur?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Allah'ın kitabındaki
gibi. Dört defa: 'Allah adına şehadet ederim ki, ben ona isnad ettiğim şeyde
gerçekten doğru söyleyenlerdenim.' der, sonra beşinci keresinde durur ve: 'Eğer
yalancılardan isem, Allah'ın laneti üzerime olsun!' der. Kadın da aynı şekilde
yapar."
Bu ibareden, "zina
isnadımda" diye ille de "zina" sözcüğünün zikrinin şart
olmadığı, kadının da aynı şekilde "bana zina isnadında" diye
tasrihinin gerekmeyeceği; beşinci şehadet sırasında da "Ona isnad ettiğim
şeyde" demesinin gerekmeyeceği anlaşılmaktadır.
Bunları şart koşanların
delilleri şöyledir: Erkek, "Ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim."
derken belki Allah'ı birlemede veya daha başka doğru bir haberde demeyi
kasdetmiş olabilir. Kadın da aynı şekilde "O gerçekten yalancıdır"
derken başka bir konuyu niyetine almış olabilir. Ama "zina isnadında"
diye açıkça söylenirse, te'vil imkanı kapatılmış olur.
Diğerleri ise şöyle
diyorlar: Haydi var say ki, içlerinden böyle niyet ettiler, bu niyetlerinden
faydalanamazlar ki! Çünkü zalime, te'vili bir fayda vermez. Hasmının niyeti
üzere ve Allah'ın emrettiği şeyle yemininin gereği -eğer yemininde yalancı ise-
üzerine ya Allah'ın laneti ya da gazabının olmasıdır. Sizin dediklerinize niyet
etmiş veya etmemiş hiç önemli değildir. Çünkü, Handa bulunan kişi bu tür
niyetiyle haşa gizli açık herşeyi bilen Allah'ı kandıracak değil ya!
5- Lian'da Çocuğun
Durumu:
Kocanın lianda
bulunmasıyla, kadının karnındaki çocuğun nesebi reddedilmiş olur.
"Karnındaki bu çocuk benden değildir" demesine gerek yoktur.
"(Zina sonrası) ona dokunmadım." demesine de ihtiyaç duyulmaz.
Bu İbn Hanbel'in
tabilerinden Ebu Bekir Abdülaziz'in görüşüdür. Bazı Maliki imamlanyla
Zahirilerin görüşü de bu şekildedir. imam Şafii ise: "Erkek için çocuğun
zikredilmesine ihtiyaç vardır. Kadın için ise yoktur." demiştir. el-Hıraki
ve başkaları ise: "Her ikisi de zikretmek durumundadırlar."
demişlerdir. el-Kadı: "Erkeğin: 'Bu çocuk zinadandır, benden değildir.'
demesi şarttır." diyor ki bu Şafii'nin görüşü olmaktadır. Ebu Bekir'in
görüşü, en doğru görüştür, sabit sünnet de ona delalet etmektedir.
Soru: Malik, Nafi' ve
Ibn Ömer aracılığıyla Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bir
adamla karısı arasında Man uyguladığını, çocuğu redle aralarını ayırdığını ve
çocuğun nesebini anasına kattığım nakleder.
Sehl b. Sa'd hadisinde
de: "Kadın hamile idi, adam hamlini (çocuğun kendisinden olduğunu) inkar
etti." ifadesi vardır.
Halbuki Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Çocuğun yatağa ait olduğuna"
hükmetmisti. Bu kadın, hamile olduğu sirada kocanın yatağı idi. Dolayısıyla
çocuk onundur, kocanın açıkça reddi olmadan, çocuğun nesebi babadan
koparılamaz.
Cevap: Bu konuda mutlaka
tafsilat gereklidir. Hamilelik eğer kocanın zina isnadından önce sabitse ve
koca kendisinden hamile olduğu halde zina ettiğim biHyorsa, çocuk kesinh'kle
kendisine aittir. Lianda bulunmasıyla reddedilmiş olmaz. Lianda, "bu çocuk
benden değildir" diye tasrih ederek redde kalkışması da kendisine helal
olmaz. Çünkü kadın gebe kaldığında kocanın meşru yatağı idi ve rahme düşen
çocuğun nesebi kendisine aitti. Kadının daha sonraki zinası hamlin kocaya ait
oluşunu izale etmez. İsnadda bulunduğu zinası sırasında, kadının kendisinden
hamile olup olmadığını bilmiyorsa, bu durumda bakılır: Eğer isnadda bulunduğu
zina tarihinden başlamak üzere altı aydan daha az bir süre içinde doğurursa,
çocuk kendisinindir, Hanı ile reddedilmiş olmaz. Eğer altı aydan daha fazla bir
süre içerisinde doğurursa bakılır: Zinasından sonra ona ya dokunmuştur, ya da
dokunmamıştır (istibra). Eğer dokunmamışsa, sadece lianda bulunmasıyla çocuk
reddedilmiş olur, İster kendisi açıkça reddetsin, ister reddetmesin, durum
değişmez. Bu durumda çocuğun zikrini şart koşanlara göre mutlaka kocanın çocuktan
Han sırasında bahsetmesi gerekir. Eğer istibrada bulunmamışsa (zina sonrası ona
dokunmuşsa), bu durumda çocuk kendisinden de olabilir, zina yaptığı adamdan da.
Dolayısıyla Han sırasında çocuğu reddederse eder, aksi takdirde çocuğun nesebi
kendisinden sabit olur. Çünkü onun kendisinden olması mümkündür, red de
etmemiştir.
Soru: Hz. Peygamber lian
ve çocuğun nesebinin reddi sonrasında hükümde bulunarak: "Eğer çocuk yatak
sahibi kocaya benzer bir tipte doğarsa, o onundur; eğer zina isnadında
bulunduğu kimseye benzer bir tipte doğarsa bu kez de onundur." demiştir.
Bu durumda şöyle bir olay hakkında ne dersiniz? Koca, karısı ile lianda bulundu
ve çocuğunu da reddetti. Sonra çocuk kendisine benzer bir tipte doğdu. Bu
durumda "kaiflik" sanatı ile amel ederek benzeriikten. hareketle
çocuğun nesebini ona katar mısınız? Yoksa Hanının hükmü gereğince nesebinin
ondan kesildiğine mi hükmedersiniz?
Cevap: Bu çok zor ve dar
bir geçittir. Dizginleri, bir taraftan nesebin kesilmesini, çocuğun reddini ve
babasının değil de annesinin ismi ile çağrılmasını gerektiren Han hükmü; öbür
taraftan da, nesebin kocadan olduğuna, onun oğlu olduğuna açıkça delalet eden
benzerlik, hem de Hz. Peygamber'in: "Eğer kocaya benzer doğurursa çocuk
onundur, koca kadın aleyhinde yalan söylemiştir." şeklindeki şehadetiyle
birlikte çekmektedir. Bu dar ve zor yoldan ancak ileri görüşlü, şçr'i delilleri
ve hikmet-i teşrii görebilen, ittifak ve ayrılık noktalarından haberdar olan,
sahip olduğu yüksek himmetle ta hükümlerin kaynaklarına ulaşan, helal ve
haramın oradan öğrenildiği ilahi vahiy penceresine kafa ve gönlünü açabilen
kimseler geçip kurtulabilir.
Allah'tan yardım
dileyerek ve O'na dayanarak diyoruz ki, burada zahii olan şudur: Lian hükmü
benzerlik hükmünü kesmiştir, biri güçlü biri zayıf iki delil durumuna
düşmüşlerdir ve güçlü olan lian hükmü öbürünü kaldırmıştır. Lian hükmünün
icrasından sonra, artık onu değiştirme konusunda benzerliğe herhangi bir
iltifatta bulunulmaz. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğun
durumundan ve benzerliğinden bununla lian hükmünü değiştirmek için haber
vermemiştir. Sadece hangisinin doğru, hangisinin de lanet ya da gazabı hak eden
yalancı olduğu ortaya çıksın diye bunu bildirmiştir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber'in bu sözü, kader ve yaratılışla ilgili dini hükmün yerleşmesinden
sonra kendisiyle doğrunun yalancıdan ayrılacağı bir ihbardır ve bununla, Yüce
Allah'ın hangisinin doğru olduğuna dair çocuk üzerinde bir delil kılacağını
haber vermiştir. Bunu, (lian hükmü gereğince) çocuğun reddinden sonra söyleyerek:
"Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, sanıyorum ki koca mutlaka onun
hakkında doğru söylemiştir. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, öyle
sanıyorum ki, koca mutlaka onun aleyhinde yalan söylemiştir." şeklinde
ifade buyurması, sonunda kadının hoşlanılmadık tarzda (zina mahsulü) çocuğunu
doğurması, Hz. Peygamber'in böylece kocanın doğru olduğunu yakinen bilmesi,
buna rağmen lian hükmünü feshe giderek kadın hakkında zina hükmünü
uygulamaması, tezimizin doğruluğunu gösterir. Yine aynı şekilde şayet kadın kocasına
benzer bir çocuk doğuracak olsaydı bu kez de kocanın kadın aleyhine yalan
söylediği ortaya çıkacaktı, ama bu lian hükmünü bozmayacak ve kocaya iftira
haddi vurularak, çocuk kendisine katılmayacaktı. Hz. Peygamber'in, "Eğer
şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilal b. Ümeyye'ye aittir." sözü,
hükümde çocuğun nesebini ona ilhak etmek için söylenmemiştir. Nasıl
söyleyebilir ki, lian hükmü gereğince çocuğu reddetmiş ve nesebi kocadan
kesilmiştir. "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o zina isnadında bulunduğu
kimseye aittir." sözü de aynı şekilde çocuğu onun nesebine katmak ve onu
oğlu kabul etmek için söylenmiş değildir. Bu sadece vakıayı haber vermekten
ibarettir. Bu durum şu örneklere benzer: Devlet başkanı kasame yeminlerinin
gereği ile hükmetse, sorira Allah yeminde bulunanların yalancı olduklarını
gösterecek bir delil ortaya çıkarsa, bu delil sebebiyle kasame hükmü bozulmaz.
Yine hakim davadan beraetine yeminle hükümde bulunsa, sonra Allah onun yalan
yemin olduğunu bir vesileyle ortaya çıkarsa, bununla verilen hüküm bozulmaz.
Erkek karısına; isim
vererek, falanca İle zina ettin diye isnadda bulunsa, sonra da lian yapsa, hem
karısı hem de falanca için sözkonusu olacak iftira hadleri üzerinden düşer.
Bunun için de Han esnasında adamın adını anma mecburiyeti yoktur. Eğer isnaddan
sonta erkek Hana yanaşmazsa, o zaman üzerine iki iftira cezası gerekir. Bu
konuda ihtilaf vardır: Ebu Hanife ve Malik: "Zevce için Iianda bulunur,
adam için de had vurulur." demişlerdir. İmam Şafii, iki kavlinden birinde:
"Üzerine sadece bir had gerekir, lian yapması ile o da düşer."
demiştir. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'in de görüşüdür. Şafii'nin ikinci kavli
ise şöyledir: Her biri için ayrı bir had vurulur. Eğer Handa zina isnadında
bulunduğu erkeğin adını zikrederse, o zaman had düşer. Eğer ismini zikretmezse
o takdirde iki görüş vardır: a) Liana yeniden başlar ve adını zikreder. Eğer
zikretmezse o adam için üzerine had vurulur, b) Zevce için olan had Hanla
düştüğü gibi, öbürü de düşer.
İmam Ahmed'in bazı
tabileri: "Zina isnadı sadece zevceyedir. Ondan başkası için mutalebe
(cezalandırma) hakkı ve had söz konusu olmaz." demişlerdir. İmam Şafii'nin
bazı tabileri şöyle demişlerdir: Had her ikisi için de vacip olur. Ancak acaba
bir had mi, yoksa iki had mi gerekir? İki vecih vardır: Bazı Şafii alimleri:
İttifakla tek bir had gerekir. Lianda bulunur ve adamın adım da anarsa haddin
düşeceği konusunda Şafii'nin tabileri arasında ihtilaf yoktur. Eğer adını
zikretmezse, o takdirde iki görüş vardır. Onlarca sahih olanı haddin düşmeyeceği
şeklindedir.
Lian ile yabancıya
yapılan zina isnadının hükmünü (yani haddi) düşürenlerin delilleri, gerçekten
açık ve güçlüdür. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kocaya,
karısına birlikte zina isnadında bulunduğu Şerik b. Sehma'dan dolayı had
vurmamıştır. Diğerleri buna iki şekilde cevap vermişlerdir: a) Şerik yahudi
idi, kafire iftiradan dolayı had gerekmez, b) Şerik, had talebinde
bulunmamıştı. İftira cezası ancak had talebinde bulunulduktan sonra uygulanır.
Haddin düşeceği
görüşünde olanlar bunlara şu şekilde karşı cevapta bulunmuşlardır:
a) Şerik'İn yahudi
olduğu iddiası asılsızdır. Çünkü o Şerik b. Abede'dir. Anası Sehma'dır. O
Ensar'ın müttefikidir, Bera b. Malik'in anne bir kardeşidir. Abdülaziz b.
Bezize, Abdülhak'ın el-Ahkamı üzerine yaptığı şerhte: "Alimler, zina
isnadında bulunan Şerik b. Sehma hakkında ihtilaf etmişlerdir. Kimileri onun
yahudi olduğunu söylemiştir ki asılsızdır. Doğrusu, o Ensar'ın müttefiki olan
Şerik b. Abede'dir. O Bera b. Malik'in anne bir kardeşidir." demektedir.
b) İkinci cevaba
gelince; o sizin aleyhinize bir delil olur. Çünkü onun iftira cezası talebinde
bulunma hakkı olmadığını gördüğü için, talepte bulunmamış, üzerine
eğilmemiştir. Aksi takdirde, namusuna uzanan bu lekeyi, iftira cezasını tatbik
ettirerek ortadan kaldırma imkanı varken, üstelik içinde bulunduğu toplum da bu
hususta son derece hassas ve hamiyet duygularına sahipken, kendisinin böyle bir
isnaddan uzak olduğunu söylemeyip sükut etmesi makul değildir. Daha önce lianın
ihtiyaçtan dolayı beyyine yerine geçtiği ve dört şahidden bedel sayıldığı
geçmişti. Bu yüzdendir ki sahih olan görüşe göre, bu vasıfta olan lian, kadının
nükulü durumunda üzerine haddi gerektiriyordu. Lian iki taraftan biri için
beyyine yerine geçince, diğer taraf hakkında da beyyine yerine geçmiş olur.
Nükulu durumunda kadının Hanla had cezasına çarptırılması, sonra da sözünün
doğruluğuna beyyine ikame ettiği halde (yabancıya yaptığı zina isnadından
dolayı) isnadda bulunan koca üzerine iftira cezası uygulanması mümkün değildir.
Kocanın Hanım beyyine değil de yemin olarak kabul etsek de durum aynı olur.
Çünkü Han yeminleri, zevce tarafından gelecek haddi koca üzerinden düşürdüğü
gibi isnadda bulunulan üçüncü kişi lehine doğacak haddi de düşürür. Aralarında
bir fark yoktur. Çünkü koca, kendi yatağını (harim-i ismetini) ifsad ettiği
için ona zina isnadında bulunmaya ihtiyaç duyabilir. isnadda bulunanın doğru
olup olmadığının ortaya çıkması için, doğacak çocuğun benzerliğiyle bir
neticeye varmaya çalışmak üzere isim zikrine ihtiyaç hasıl olabilir. Nitekim
Hz. Peygamber, Hilal'in doğruluğuna, çocuğun Şerik b. Sehma'ya benzerliğiyle
istidlalde bulunmuştur. Dolayısıyla kadına olan isnadın hükmünü düşüren şeyin
(Hanın), yabancıya olan isnadın hükmünü de düşürmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber
kocaya: "Beyyine, yoksa sırtına had" buyurmuş, "yoksa sırtına
iki had" buyurmamıştır. Sonra, burada kadın iftira haddi talebinde de
bulunmamıştı. Çünkü mutalebe, haddin gerekliliğinde (vücubunda) değil,
uygulanması için şarttır. Bu da "Şerik had, talebinde bulunmamıştı."
sözlerine karşı başka bir cevap olur. Zira kadın da talepde bulunmamıştı.
Bununla beraber Hz. peygamber kendisine: "Beyyine, yoksa sırtına had"
buyurmuştu.
Soru: Yabancı bir kadına
ismini verdiği bir adamla zina isnadında bulunsa ve: "Falanca seninle zina
etti" veya "Sen falanca İle zina ettin" dese hükmü ne olur?
Cevap: Burada isnadda
bulunan kimse üzerine iki had gerekir. Çünkü her ikisine de isnadda
bulunmuştur. İsnadın gereğini (had) düşürecek bir şey de (beyyine = dört şahit)
getirememiştir. Dolayısıyla üzerine hükmü gerekir. Zira burada birisine
nisbetle beyyine ya da beyyine yerine geçecek bir şey (lian) bulunmamaktadır.
6- Çocuğun Lian İle
Reddi:
Kadın hamile iken Handa bulunduğunda,
çocuğu da reddedilmişse, bununla çocuk reddedilmiş olur. Doğumdan sonra Handa
bulunmaya hacet yoktur. Nitekim sarih ve sahih sünnetin delaleti bu şekildedir.
Bu konuda da ihtilaf
vardır: İmam Ebu Hanife (r.h.) "çocuğu reddetmek için Han yapacaksa,
doğuruncaya kadar yapamaz. Çünkü karnındaki bir şişlik olabilir ve dağılabilir.
O takdirde de Hanın bir manası kalmaz." demiştir. el-Hıraki'nin
Muhtasarında, zikrettiği de işte budur. Şöyle der: "Adam kadının doğurması
sırasında (sonra) çocuğu reddedip lianda bulunmadıkça, daha önceden yapacağı
lianda çocuğu reddetse bile çocuğun nesebi ondan kesilmez." Hanbeli
alimleri bu konuda ona tabi olmuşlar, Ebu Muhammed el-Makdisi ise muhalefet
etmiştir. Sözü ilerde gelecektir. İHm ehlinin büyük çoğunluğu şöyle
demektedirler: Hilal b. Ümeyye olayıyla ilgili hadise istinaden, kocanın hamile
iken Handa bulunması hakkı vardır. Çünkü bu hadis, hamile iken lianın
yapılabileceğini ve o halde iken çocuğun reddedilebileceği hakkında gayet
açıktır ve sahihtir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmuştu: "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, sanırım o, kadın
aleyhinde mutlaka doğru söylemiştir...*' (Bu İfade lian sırasında kadının
hamile olduğunu açıkça göstermektedir.)
eş-Şeyh (ibn Kudame)
el-Muğni'de şöyle der: İmam Şafii, Malik ve Hicaz alimlerinden bir grup,
"Karnındaki çocuğun reddi sahihtir ve bununla çocuk reddolunmuş
durumdadır." derler ve buna Hilal hadisini delil getirerek, onun
karnındaki çocuğunu reddettiğini, Hz. Peygamber'in de bunu kabul ederek çocuğu
anasına kattığını söylerler. Lian sırasında çocuğun henüz cenin (anasının
karnında) olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber:
"Bakınız, eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa..." buyurmuştur. Hem
de cenin, mevcut delilleriyle zan dahilinde bilinir. Bu yüzden de hamile
olmayan kadından farklı olarak hamile kadın için, nafaka, oruç tutmama ruhsatı,
üzerine had vurulmaması, kısasın ertelenmesi gibi zikri uzayacak birçok farklı
hüküm getirilmiştir. Cenin istilhakı (yani kendi nesebine katma isteği)
sahihtir. Bu itibarla cenin doğumdan sonraki çocuk gibi olur. Muğni sahibi
devamla der ki: Sahih olan görüş işte budur. Çünkü hadislerin zahirlerine
uygunluk arzetmektedir. Hadise ters düşen görüşe, ne olursa olsun aldırış edilmez.
Ebu Bekir: "Çocuk yatağın zevaliyle reddolunmuş durumdadır. Lian'da
çocuktan söz etmeye de gerek yoktur." demiş, hadislerin zahiri ile
ihticacta bulunarak, onlarda ceninin reddinden söz edilmediğini, bu konuya
değinilmediğini ifade etmiştir.
Ebu Hanife'nin (r.h.)
mezhebine gelince; kocanın çocuğu redle birlikte lian yapması sahih olmaz. Eğer
kadın hamile İken Handa bulunur, sonra kadın doğurursa Ebu Hanife'ye göre
çocuğu kabul zorundadır ve onu red imkanı da asla yoktur. Çünkü lian ancak
eşler arasında cari olur. Bu kadın ise, hamile iken yapılan Hanla artık bain
(ayrı) olmuştur.
Ebu Hanife'ye karşı
olanlar şöyle diyorlar: Bu görüşünüzde, erkeğin kendisinden olmayan çocuğu
kabule ilzam edilmesi, zinadan olan çocukların reddi kapısının kapatılması
durumu vardır. Halbuki Yüce Allah koca için bu imkanı tanımıştır. Allah'ın
açtığı bu kapıyı, kapamak caiz değildir. Sonra kadının sadece zina isnadında
bulunduğu andaki zevceliğine itibar edilir. Çünkü kadının doğuracağı çocuk,
koca tarafından reddedilmediği zaman kendisine katılır. Dolayısıyla reddine
ihtiyacı vardır. Bu kadın da o sırada zevcesi olmaktadır. Netice itibariyle
kadının çocuğunu reddetme hakkına sahip olur. Ebu Yusuf ile Muhammed: "
Doğum sonrası kırk gün içerisinde çocuğu red hakkı vardır." demişlerdir.
Abdülmelik b. Macişun ise: "Doğumdan sonra ikinci defa redde bulunmadıkça,
çocuğun (hamlin) reddi için lianda bulunamaz." demiştir. İmam Şafii de
şöyle der: "Koca, kadının hamile olduğunu bilir, hakim ona lianda
bulunması için imkan verir, buna rağmen lianda bulunmazsa, bir daha çocuğu
reddetme hakkı olmaz."
Soru: Koca, kadının
karnındaki çocuğu kendi nesebine katsa (istilhak) ve kadına zina isnadında
bulunarak: "Çocuk bendendir ve kadın zina etmiştir." dese hükmü ne
olur?
Cevap: Ulemanın bu
konuda üç görüşü bulunmaktadır:
Birincisi: Adama had
vurulur, çocuk kendisine katılır ve Handa bulunma imkanı verilmez.
İkincisi: Lianda bulunur
ve çocuk reddolunur.
Üçüncüsü: Zina isnadında
bulunduğu için lianda bulunur ve çocuk kendisine katılır.
Bu üç görüş de (rivayet
olarak) İmam Malİk'ten nakledilmiştir. İmam Ahmed'in beyanı ise: "Çocuğun
reddi sahih olmadığı gibi, kendisine katması (istilhak) da sahih
değildir." şeklindedir.
Ebu Muhammed (İbn Hazm)
şöyle der: Kocanın cenini istilhakı (kendi nesebine katması) durumunda;
"Reddi sahih değildir." diyenler, istilhakı da sahih olmaz
demektedirler ki, İmam Ahmed'in beyanı bu şekildedir. Reddini caiz görenler,
"İstilhakı caizdir." demişlerdir. Şafii'nin mezhebi de böyledir.
Çünkü, nafakanın vacip olması, mirasın bekletilmesi, onunla ikrarda bulunmanın
sahih olması gibi hükümlerle ceninin çocuk gibi mevcudiyetine hükmolunmuştur.
Onu istilhakı durumunda, bir daha onu reddedemez. Aynen doğumdan sonra
istilhakinde olduğu gibi olur.
"İstilhakı sahih
değildir" görüşünde olanlar şöyle diyorlar: Şayet istilhakı sahih olsaydı,
doğan çocuk gibi, reddetmeme durumunda onu (kocayı) bağlardı. Halbuki bu icma
ile bağlayıcı değildir. Mülaane (Han) hadisinin delaleti üzere ilhak konusunda
benzerliğin bir etkisi yoktur. Bu sadece doğumdan sonrasına hastır. Dolayısıyla
ilhakın sahih olması için doğum sonrasında olması şarttır. Buna göre: Şayet
doğum öncesinde kendi nesebine katacak olsa (istilhakta bulunsa), sonra doğum
akabinde onu reddetse, bu onun yetkisi dahilindedir. Ama sussa, reddetmese ve
istilhakta da bulunmasa, görüşlerini bildiğimiz alimlerden hiçbirisine göre
çocuk kocayı bağlamaz. Çünkü terkinde çeşitli ihtimaller vardır. Zira ceninin
varlığı ancak Han ile tahakkuk eder. Ebu Hanife daha önce de belirttiğimiz
üzere, çocuğu kocaya vermektedir.
7- Lian'daki Diğer
Hükümler:
İbn Abbas'ın sözü:
"Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı ve çocuğun baba
adı ile çağrılmamasına, ne kadın na de çocuğa zina isnadında bulunulmamasına hükmetti.
Kim kadına veya çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine iftira cezası
gerekeceğini bildirdi. Talak yoluyla ayrılmadıklarından, ölüm sebebiyle iddet
içinde de olmadığından, kadın lehine, koca üzerine mesken ve nafaka sabit
olamayacağına hükümde bulundu." şeklinde idi.
Sehl de: "Çocuğu
anasının adı ile çağrılırdı. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere çocuğun anneye,
annenin de çocuğa varis olması uygulanagelen sünnet oldu." demişti.
Yine o: "Lianda
bulunanların ayrılması ve bir daha ebedi olarak bir araya gelememeleri sünnet
halinde devam etti." demişti.
Zühri, Sehl b. Sa'd'den:
"Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı ve: Bir daha
ebedi olarak bir araya gelemezler, buyurdu" dediğini nakletmişti.
Olayda koca: "Ya
Rasülullah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım (ne olacak)?" diye sormuş.
Hz. Peygamber de: "Sana mal yok. Eğer kadın hakkında doğru söylediysen, o,
fercinden helal olarak istifaden karşılığında olur. Eğer yalan söylediysen, bu
mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurmuştu.
Bu ifadeler on hüküm
içermektedir:
Birinci hüküm: Lianda
bulunan eşler ayrılır: Bu konuda beş görüş bulunmaktadır:
Ayrılık yalnız başına
zina isnadında (kazif) bulunmasıyla meydana gelir. Bu Ebu Ubeyd'in görüşüdür.
Cumhur ona bu hususta muhalefet etmiş, sonra kendi aralarında ihtilafa
düşmüşlerdir: Cabir b. Zeyd, Osman el-Betti, Muhammed b. Ebi Süfre ve Basra
fukahasından bir grup: "Lianla ayrılık asla vuku bulmaz.*'
görüşündedirler. ibn Ebi Süfre: "Lian evlilik bağını kesmez." demiştir.
Bunlar görüşlerine delil olmak üzere şöyle diyorlar: Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) lian sonrasında Uveymir'in verdiği talakı tepki ile
karşılamamiştır. O kadına talak vermiş ve zina ettiğini söylediği bir kadını
nikahında tutmaktan ve onu tutmakla kendisinin yalan söylediğine bir delil
ikame etmiş olmaktan kendi nefsini tenzih etmiştir. Hz. Peygamber de onun bu
yaptığını şer'i uygulama (sünnet) kılmıştı.
Ulemanın büyük
çoğunluğu, bunlara karşı çıkmış ve: "Lian ayrılığı gerektirir."
demişlerdir. Daha sonra bunlar kendi aralarında üç mezhebe ayrılmışlardır:
Birincisi: Ayrılık
sadece kocanın lianda bulunmasıyla -kadın lianda bulunmasa bile- gerçekleşir.
Bu görüş, İmam Şafii'nin yalnız başına benimsediği görüşlerinden birisidir.
Şöyle delil getirmektedir: Bu, söz ile hasıl olan bir ayrılıktır. Dolayısıyla
talakta olduğu gibi sadece kocanın sözüyle gerçekleşir.
İkinci mezheb: Her
İkisinin lianı ile birlikte gerçekleşir. Karşılıklı Hanları tamamlandığında
ayrılık hasıl olur, hakimin ayırmasına gerek yoktur. Ebu Bekir de bunu tercih
etmiştir. İmam Malik ve Zahirilerin görüşleri de bu doğrultudadır. Bunlar
görüşlerini şöyle delillendirmişlerdir: Şeriat, karşılıklı lianda bulunan
eşleri ayırma hükmünü getirmiştir. Sadece kocanın lianda bulunmasıyla bunlar, karşılıklı
lianda bulunmuş olmazlar. Hz. Peygamber eşlerin arasını sadece lian işi
tamamlandıktan sonra ayırmıştır. Lianın tamamlanmasından önce ayrılığın hasıl
olacağım söylemek, sünnetin delalet ettiği şeye ve Hz. Peygamber'İn
uygulamasına ters düşer. Hem "lian" kelimesi ayrılığı gerektirmez.
Zira bu, ya kadının zina ettiğine dair yapılan bir yemindir ya da buna bir
şehadettir. Bunların her ikisi de ayrılığı gerektirmez. Şeriat, Hanın
tamamlanmasından sonra aralarının ayrılması hükmünü, sadece açık bir maslahattan
dolayı getirmiştir. Bu maslahat da şudur: Yüce Allah eşler arasına sevgi,
muhabbet ve şefkat koymuş, her birisini diğeri için bir huzur ve sükun kaynağı
kılmıştır. Bu İse zina isnadıyla ortadan kalkmıştır. Koca, karışım rezillik
rüsvaylık ve ar makamına dikmiştir. Eğer isnadında yalancı ise, onu rezil
rüsvay etmiş, ona bühtanda bulunmuş, ona onulmaz bir yara açmış, hem
kendisinin, hem de kavminin başlarını eğdirmiş ve herkesin gözü önünde namusunu
lekelemiştir. Eğer kadın yalancı ise, kocanın yatağına ihanet etmiş, bir
fahişenin kocası olmak şeklinde büyük bir ar duymasına, rezil rüsvay olmasına
maruz bırakmış, başkasından aldığı çocuğu ona nisbet etmliştir. Bütün bunlardan
sonra, aralarında evliHkten istenen saygı, sevgi, muhabbet, huzur ve sükunun hasıl
olma imkanı kalmamıştır. Bu durumda eşler arasını ayırmak ve bunları ebediyyen
birbirlerine haram kılmak İslam şeriatinin güzel yönlerinden olacaktı, öyle de
oldu. Görüldüğü üzere bu, sadece kocanın Hanının bir kısmı üzerine terettüp
etmeyeceği gibi, lianın bir kısmı üzerine de terettüp etmez' (tamamı üzerine
terettüp eder).
Sonra lian, tarafların
yeminleri ile sabit olan bir fesihtir, ihtilaf anında taraflardan birisinin
yanaşmaması durumunda bey' akdinin feshedilemeyeceği gibi, burada da tek tarafın
yeminleri ile fesih gerçekleşmez.
Üçüncü mezheb: Ayrılık
ancak Hanın tamamlanması ve hakimin ayırması ile gerçekleşir. Bu da Ebu
Hanife'nin mezhebidir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de böyledir.
el-Hıraki'nin sözünün zahirinden anlaşılan da budur: O şöyle diyor: "Ne
zaman ki lianda bulunurlar, hakim aralarını ayırır ve bir daha ebedi olarak bir
araya gelemezler."
Bu görüşün sahipleri,
hadiste geçen, İbn Abbas'm: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
aralarını ayırdı." sözünü delil olarak kullanmışlardır. Bu ifade,
ayrılığın tefrikten önce hasıl olmadığını içerir. Yine Uveymir'in: "Eğer
onu tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum ya Rasulallah!" deyip de Hz.
Peygamber'İn emrinden önce, huzurunda üç talakla onu boşamasını da delil olarak
kullanmışlardır. Bu iki açıdan delil olmaktadır: Birincisi: Bu ifade, lian
sonrasında kocanın zevcesini tutma imkanı olduğunu gerektirir. İkincisi de
talakın vukuu. Eğer ayrılık (tefrikten önce) sadece lian ile sabit olsaydı, bu
iki durumdan hiçbirisi sabit olmazdı. Sehl b. Sa'd'ın hadisinde: "O
(karısını) üç talakla boşadı ve Hz. Peygamber onu icraya koydu." ifadesi
de bulunmaktadır. Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.
Hakimin tefrikine
ihtiyaç duymadan, sadece Hanın tamamlanmasıyla ayrılığı gerekli görenler şöyle
demektedirler: Lian -ilerde de bahsedeceğimiz gibi- ebedi haramlığı gerektiren
bir tasarruftur. Dolayısıyla, süt emme durumunda olduğu gibi haramlığı doğması
hakimin ayırmasına bağlı değildir. Hem ayrılık, hakimin fefrikine bağlı
olmasaydı, o takdirde ayıp ve nafaka temininde bulunamama sebepleriyle tefrikte
olduğu gibi, eşlerin istememesi durumunda, ayrılığa gidilmemesi caiz olur.
İbn Abbas'ın, "Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı." sözü üç şeye
muhtemeldir: 1) Ayırma tasarrufu kurma, 2) Ayrılığı bildirme, 3) Ayrılığın
gereği olan bedeni ayrılıkla erkeği bağlama (ilzam).
Uveymir'in: "Onu
eğer tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum." sözüne gelince, bu onun
liandan sonra şer'an zevcesini nikahında tutmağa mezun (izinli) olduğuna
delalet etmez. Aksine, her ne kadar durum artık ayrılığa yüz tutmuşsa da,
bizzat kendisi de ona koşmuş manası çıkmaktadır. Verdiği üç talak ise, zaten
vuku bulmuş ayrılığı perçinlemekten başka bir katkı getirmemiştir. Çünkü kadın
zaten üzerine ebedi olarak haram olmuştur. Talak ise bu haramlık için sadece
bir tekittir. Sanki o, "Bundan böyle artık o bana helal olmaz." demiş
gibi olur. Talakın koca aleyhine icraya konması ise, onun gereği olan haramlığı
ortaya koymak, yerleştirmek demektir. Zira kadın Han ile artık ebedi olarak
kocaya haram olunca, üç talak Hanla zaten vuku bulmuş olan haramlığı tekit
demek olur. Onu icraya koyması işte bu demektir. Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) tepkiyle karşılamayip, konuştuğu şeyi ve onun gereğini
tasviple karşılaşınca, bu Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen bir icra
olarak sayılmıştır. Hem Sehl, Hz. Peygamber'in: "Talakın vaki oldu."
şeklindeki bir sözünü de nakletmemiştir. O sadece olaya tanık olmuş, Hz.
Peygamber'in talakı tepkiyle karşılamadığını gözlemiş ve bunun bir icra
olduğunu zannetmiştir. Yaptığımız izah açısından da onun böyle bir neticeye
varması doğrudur.
İkinci hüküm: Liandan
doğan ayrılık fesihtir; talak değildir.
İmam Şafii, Ahmed ve
onlar doğrultusunda düşünenler bu görüştedirler. Bunların delilleri şöyledir:
Lian ayrılığı, ebedi haramlığı gerektiren bir ayrılıktır. Dolayısıyla süt emme
neticesinde meydana gelen ayrılık gibi fesih olur. Sonra "lian"
sözcüğü talak konusunda sarih değildir, koca onunla talaka da niyet etmemiştir,
dolayısıyla Hanla talak vuku bulmaz. Eğer "lian" talak hakkında sarih
ya da kinaye lafızlardan olsaydı, sadece kocanın Handa bulunmasıyla talak
gerçekleşir, kadının Hanına da bağlı kalmazdı. Yine eğer o talak olsaydı,
kendisiyle zifafda bulunulmuş eş için bedelsiz bir talak olduğu ve üç niyeti de
bulunmadığı için ric'i bir talak olacaktı. Sonra talak kocanın elindedir;
dilerse boşar, dilerse tutar. Bu fesih ise, bizzat şeriatın emri gereğidir ve
kocanın ihtiyarı ile değildir. Öbür taraftan üstelik karşılıklı rıza
neticesinde hulu yolu ile meydana gelen ayrılık, sünnet, sahabe kavilleri ve
Kur'an'ın delaleti ile talak değü de fesih olmaktadır. Bu durumda lian neticesi
meydana gelen ayrılık nasıl talak olabilir?
Üçüncü hüküm: Ebedi
haramlık: Lian sonrası ayrılık ebedi haramlığı gerektirir ve eşlerin bir daha
asla birleşmeleri mümkün değildir. Evzai, Zebidi - Zühri - Sehl b. Sa'd
senediyle, Handa bulunan eşlerle ilgili olayı nakletmiş ve ravi Sehl:
"...ve Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı ve: 'Bir
daha ebediyyen bir araya gelemezler...' buyurdu." demiştir.
Beyhaki de Said b.
Cübeyr hadisinde İbn Ömer'den, Hz. Peygamber'in: "Lianda bulunan eşler
ayrıldığı zaman, bir daha ebedi olarak bir araya gelemezler." buyurduğunu
nakleder.
Hz. Ali ile Abdullah b.
Abbas'ın (r. anhum): "lian yapan eşlerin ebedi olarak bir araya
gelememeleri uygulanagelen sünnet, olmuştur." dediklerini rivayet
etmiştir. Ömer b. el-Hattab'dan da: "Aralan ayrılır ve ebedi olarak bir
araya gelemezler." dediği rivayet edilir.
İmam Ahmed, Şafii,
Malik, es-Sevri, Ebu Ubeyd ve Ebu Yusuf hep bu görüştedirler.
İmam Ahmed'den başka bir
rivayet daha vardır ve: "Şayet koca kendisini yalanlarsa, kadın kendisine
hela! olur ve evlilik yatağı eski halini alır." şeklindedir. Bu şaz bir
rivayettir ve İmam'dan yalnız başına Hanbel rivayet etmiştir. Ebu Bekir:
"Ondan başka birisinin bunu rivayet ettiğini bilmiyoruz." demiştir.
İbn Kudame, el-Muğni'de: "Bu rivayet, araları ayrılmadığı zaman için
sözkonusu olmalıdır. Yoksa hakimin aralarını ayırması ile birlikte nikahın eski
hali üzere kalmasının bir izahı yoktur." diyor.
Ben derim ki: Rivayet
kayıtsız (mutlak)dır ve haramlığm devamı konusunda hakimin tefrikinin bir
etkisi yoktur. Zira bizzat Hanla meydana gelen ayrılık, hakimin tefriki ile
hasıl olan ayrılıktan daha güçlüdür. Eğer kocanın kendisini yalanlaması bu
güçlü ayrılık üzerinde etkili olabiliyor ve ondan doğan haramlığı
kaldırabiliyorsa; ondan daha aşağı mertebede olan ayrılık üzerinde etkili olup,
haramlığıni kaldırması öncelikli olarak söz konusu olur.
Biz, "Bizzat Hanla
meydana gelen ayrılık, hakimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan güçlüdür.*'
sözümüzü sadece şunun için söyledik: Çünkü iianın ayrılığı, Allah ve Rasulü'nün
hükmüne dayanır; hakim ya da tarafların tefrikten razı olup olmamaları arasında
bir fark yoktur. O, onlardan hiç birisinin rızasına bakılmaksızın, tercihi
aranmaksızın Sari' Teala tarafından konulan bir ayrılıktır. Hakimin tefriki
neticesindeki ayrılık ise Öyle değildir. Zira o sadece kendi tercihi ile ayırır.
Yine şunun için söylemiş
olduk ki, Hanın, güçlü olması sebebiyle bizzat kendisi tefriki
gerektirmektedir. Lianın hakimin tefrikine bağlı olması durumunda ise böyle
değildir. Çünkü o takdirde, ayrılığı gerektirme babında bizzat lian yeterince
kuvvetli olamamakta, onun üzerinde bir yetkisi bulunamamaktadır. Bu rivayet
aynı zamanda Said b. el-Müseyyeb'in mezhebidir. O: "Eğer kendisini
yalanlarsa, o da taliplerden birisidir." demiştir. İmam Ebu Hanife ile
Muhammed'in görüşleri de bu doğrultudadır. Bu onun prensibine uygundur. Çünkü
ona göre Iiandan doğan ayrılık talaktır. Said b. Cübeyr ise: "Eğer
kendisini yalanlarsa, kadın iddet içerisinde olduğu sürece, kendisine geri iade
edilir." demiştir.
Doğrusu, sahih ve sarih
sünnetin delalette bulunduğu birinci görüştür, sahabe kavilleri de bu
doğrultudadır. Lianın hikmeti de bunu gerektirir ve başka türlü olamaz. Çünkü
Allah'ın lanet ve gazabı şüphesiz ikisinden biri üzerine inmiştir. Bu yüzdendir
ki Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) beşinci şehadet sırasında:
"O mutlaka (ilahi vaidi, lanet ya da gazabı) gerekli kılandır."
buyurmuştur. Biz ise, hangisinin üzerine indiğini yakinen bilmiyoruz.
Dolayısıyla; ola ki erkek, laneti üzerine vacib kılmış ve onunla dönmüştür, o
haliyle mel'un olmayan bir kadın üzerinde egemen olur. Bu ise ilahi hikmetle
bağdaşmayacak bir husustur. Nitekim, kafirin müslüman kadın, zinakar erkeğin de
iffetli kadın üzerine egemenliğini şer'i hikmet kabul etmemiştir. İşte bu
endişeyledir ki, araları ayrılır.
O zaman kocanın, zikrettiğiniz
bu aynı endişeden dolayı başka kadınla evlenmemesi gerekir, denilebilir..
Cevaben diyoruz ki:
Hayır bu gerekmez. Zira biz lanete uğrayanın o olduğunu kesin olarak
bilmiyoruz; ama ikisinden birisinin mel'un olduğunu kesin biliyoruz, fakat
tayini konusunda şüphe ediyoruz. Dolayısıyla, ikisi bir araya geldiğinde
mutlaka şu iki şeyden birisi ona gerekecektir: Ya bu (yani kendisi melun, kadın
masum), ya da Allah'ın gazabına uğramış, üzerine onun gazabı ve hışmı vacip
olmuş mel'un bir kadını tutmuş olacaktır. Başka bir kadınla evlenmesi, yahut da
kadının başka bir erkekle evlenmesi durumlarında ise, her ikisi hakkında da bu
mefsedet bulunmayacaktır.
Hem sonra, eşlerden her
birisinin diğerine karşı yapmış olduğu kötülüğün ortaya çıkardığı nefret ve kin
asla zail olmayacaktır. Çünkü erkek eğer kadına olan isnadında doğru idiyse,
onun yaptığı rezaleti yaymış, onu herkesin gözü önünde rezil rüsvay etmiş,
horluk makamına dikmiş ve onun üzerinde rüsvaylık ve gazabı gerçekleştirmiş,
çocuğunun nesebini kesmiştir. Eğer yalancı idiyse, bütün bunlara ilaveten
kadına bu büyük iftira ile bühtanda bulunmuş, onu kalbinden vurmuştur. Kadın
eğer doğru idiyse, herkesin gözü önünde onu yalancı ilan etmiş ve üzerine
Allah'ın lanetini vacip kılmıştır. Eğer yalancı idiyse kocanın yatağını
(harim-i ismetini) fesada vermiş, ona ihanet etmiş, onu rezil rüsvay edip, ara
boğmuş ve bu zor duruma (Hana) onu mecbur kılmıştır. Netice itibariyle, her
biri için diğeri hakkında son derece nefret, tedirginlik ve su-i zan ortaya
çıkmıştır. Öyle ki bu duygularla onların bir arada tutulmaları asla mümkün
değildir. İşte bu durumu göz önünde bulunduran yüce hikmet sahibi, tamamıyla
hikmet, maslahat, adalet ve rahmet olan şeriatın koyucusu yüce Allah, lianda
bulunan eşlerin aralarının kesinlikle ayrılmasına ve sadece mefsedet olacak
olan beraberliğin kaldırılmasına hükmetmiştir. İlahi hikmet bunu
gerektirmiştir.
Yine eğer koca kadına
olan isnadında yalancı ise, yaptığı bunca kötülüğe rağmen onu tutmasına imkan
vermek uygun olmaz. Eğer doğru ise, bu takdirde de, onun durumunu bildiği halde
tutması ve fahişe bir kadının kocası olmaya razı olması hoş bir şey değildir.
Soru: Zevce cariye olsa
ve Handan sonra onu satın alsa, acaba mülkiyet yoluyla onunla ilişkide
bulunması kendisine helal olur mu?
Cevap: Olmaz. Çünkü
lianın haramlığı ebedi haramlıktır. Dolayısıyla süt emme durumunda olduğu gibi
onu satın almakla kendisine helal olmaz. Hem üç talakla boşayan koca, boşadığı
cariyeyi satın alacak olsa, başka biriyle evlenip, zifaf vuku bulmadıkça
kendisine helal olmamaktadır. Buna göre burada helal olmaması evleviyet
arzeder. Çünkü Hanın doğurduğu haramlık ebedi haramlıktır. Talakın haramlığı
ise öyle değildir, şer'i tahlil ile ortadan kalkar.
Dördüncü hüküm: Zifaf
sonrasında vuku bulan Hanla mehir düşmez, koca verdiği mehri geri isteyemez.
Zira o eğer doğruysa, onun kadınlığından mehir mukabilinde istifadede
bulunmuştur. Yok yalansa öncelikle rücu edemeyeceği ortadadır.
Soru: Lian zifafdan önce
olsa ne dersiniz? Kocanın üzerine mehrin yarısını mı vermesi gerekir, yoksa
tümden düşer mi?
Cevap: Bu konuda
ulemanın iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak
nakledilmiştir. Görüşlerin çıkış noktası şudur: Eşlerin ayrılık sebebi lianda
olduğu gibi her ikisi tarafından olabilir veya hem eşler hem de üçüncü bir
şahıs tarafından olabilir. Mesela, üçüncü bir şahıstan, zevcenin zifaftan önce
köle kocasını satın alması durumunda olduğu gibi. Acaba bu gibi ayrılıklarda
hareket noktası ne olacaktır: Yalnız başına zevcenin ayrılığa sebep olması
durumunda olduğu gibi, zevce tarafı ağır bastırılarak mehrin tamamı düşürülecek
midir? Yoksa koca tarafı galebe çalınarak ve koca (mehrin) düşürülmesi
sebebinde bizzat dahildir ve onu satan efendi, köle kocayı cariyeye satmakla
mehrin düşürülmesine sebep olmuştur denilerek mehrin yarısı mı Ödenecektir?
İşte bu temel meselede
iki görüş vardır ve kaide olarak koca tarafından sebep olunan her ayrılık,
talakında olduğu gibi mehrin yarısını gerektirir. Sadece kadında bulunan bir
ayıptan ya da ileri sürdüğü bir şartın bulunmaması neticesinde kocanın feshe
gitmesi bundan müstesna olmaktadır; zira bu durumda mehrin tamamı düşmektedir.
Her ne kadar fesheden koca ise de, fesih sebebi kadın tarafında bulunmakta, onu
feshe iten bizzat kadın olmaktadır.
Şayet ayrılık kocanın
müslüman olması sebebiyle meydana gelirse, acaba mehir düşer mi, yoksa yarıya
mı iner? İki rivayet vardır. Düşer diyen rivayetin izahı şöyledir: Koca İslam'a
girmekle üzerine vacip olanı yapmıştır, kadın ise üzerine vacip olandan
kaçınmaktadır; dolayısıyla İslam'a girmekten kaçınmasıyla mehrinin düşmesine
kendisi sebep olmaktadır.
"Yarıya iner"
şeklindeki rivayetin izahı da, "fesih sebebinin koca tarafından
olduğu" şeklindedir.
Soru: Hulu hakkında ne
dersiniz? Mehri yarıya mı indirir yoksa tümden mi düşürür?
Cevap: Eğer "Hulu
talaktır." dersek, yanya indirir. Yok "fesihtir" dersek o zaman
Hanbeli alimlerimize göre iki vecih vardır. Birincisi: Koca tarafı ağır
bastırılır ve mehrin yarısı gerekir. İkincisi: Mehir düşer. Çünkü koca yalnız
başına feshe sebep olmamıştır. Bence; eğer hulu bir üçüncü şahısla yapılmışsa
(yani hulu bedelini bir başkası vererek ayrılık talebinde bulunmuşsa) o
takdirde tek vecih şeklinde (ihtilaf yok) mehrin yarısı gerekir. Kadınla
yapılmışsa o takdirde iki vecih (görüş) vardır.
Soru: Ayrılık, köle
kocanın, cariye zevcesini efendisinden satın almak suretiyle meydana gelse,
mehir düşer mi, yarıya mı iner?
Cevap: İki vecih vardır.
Birincisi: Düşer. Çünkü mehre hak sahibi olan (efendi), cariyeyi satmakla
mehrin düşürülmesine sebebiyet vermiştir. İkincisi: Yanya iner. Çünkü koca, onu
satın almak suretiyle ayrılığa sebebiyet vermiştir.
Kadın tarafından sebep olunan
her ayrılık, mehri düşürür. Mesela kadın irtidat etse veya nikahının feshini
gerektirecek birisini emzirse, yahut koca nafaka temininden aciz olduğu için
veya ondaki bir ayıptan dolayı nikahı feshedecek olsa, mehri düşer.
Şöyle denilebilir: Siz,
"Kadın, kocadaki bir ayıptan dolayı nikahı feshederse mehri düşer, çünkü
ayrılık kendi tarafından gelmiştir." diyorsunuz. Yine: "Koca
kadındaki bir ayıptan dolayı feshe giderse yine mehir düşer." diyorsunuz.
Bu ikinci durumda feshi koca tarafından kabul edip, mehrin yarısını gerekli
kılmıyorsunuz. Öbür tarafdan kadın, kocadaki ayıptan dolayı feshe giderse, onu
kadın tarafından gelen bir ayrılık olarak kabul ederek mehri düşürüyorsunuz.
Aradaki fark nedir?
Cevaben şöyle
denilebilir: Koca mehri, sadece kusurdan uzak bir kadın için vermiştir. Öyle
olmadığı ortaya çıkıp da feshe gittiği zaman verdiği mehri geri ister. Nitekim,
zifafa girip hiçbir şey yapmadan geri gitmesi durumunda koca üzerine mehirden
bir şey gerekmez. Aynı şekilde, kadın kocada bulunan bir kusurdan dolayı nikahı
feshetse ve kendisini de kocaya teslim etmemiş olsa, koca üzerinde bir mehir
hakkı doğmaz.
Beşinci hüküm: Lian
sebebiyle kadına nafaka ve mesken hakkı yoktur. Nitekim Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) böyle hükmetmiştir. Bu koca için ricat imkanı
olmayan boşanmış kadınlar hakkındaki hükmüne uygundur. Açıklaması inşaallah
ileride gelecektir. Allah'ın Kitabı'na da uygundur ve hiçbir muhalif de yoktur.
Hatta Han sonucunda kadının nafaka ve mesken haklarının düşmesi, bain talakla boşanmış
kadının bu haklarının düşmesinden daha da öncelik arzeder. Zira bain talakla
boşanmış kadını, koca iddeti içerisinde -eğer talak üç sayısına ulaşmamışsa-
yeniden nikahlayabilir. Lianla ayrı düşen kadını ise ne iddet içerisinde, ne de
sonrasında ebedi olarak nikahlaması mümkün değildir. Dolayısıyla onun nafaka ve
mesken hakkının olması için asla bir gerekçe yoktur. Evlilik bağı, lianda
tamamen ve bir daha yeniden bağlanamayacak şekilde kopmaktadır.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) verdiği hükümler birbirlerine uygunluk arzeder.
Bütünüyle onlar aynı zamanda Allah'ın Kİtabı'ına ve insanların adaleti İkame
etmeleri için indirdiği teraziye yani sahih kıyasa da uygundurlar. İnşaallah
yakında göreceksiniz.
İmam Malik ve Şafii:
"Kadının mesken hakkı vardır." demişlerse de, Kadı İsmail b. İshak bu
görüşü aşın bir tepkiyle karşılamıştır.
Ravinin: "Talak
sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından
ona nafaka ve mesken hakkı tanımadı." sözünün muhalif mefhumu, her talakla
boşanmış ya da Ölüm iddeti içinde bulunan kadına nafaka ve mesken hakkı
bulunduğuna delalet etmez. Bu ifade sadece bu iki tür ayrılığın bazan
beraberinde nafaka ve mesken yükümlülüklerini gerektirebileceğine delalet eder.
Bu da kadının hamile olması durumunda olur. Talak yoluyla ayrılıkta hamile
kadının bu hakkının bulunduğunda ittifak vardır.
Ölüm ayrılığında üç
görüş vardır:
Birincisi: Hamile
olmadığında olduğu gibi ne nafaka ne de mesken hakkı yoktur. Bu Ebu Hanife'nin
ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in, iki kavlinden birisinde İmam Şafii'nin
görüşleridir. Çünkü ölümle, nafaka sebebi bir daha dönme ümidi olmayacak
şekilde ortadan kalkmıştır. Geriye sadece akrabalık nafakasının sözkonusu
edilmesi kalmıştır. O da, eğer varsa çocuğun malından karşılanır, yoksa çocuğun
yakınlarından, nafakası kime gerekiyorsa kadının nafakası da onun üzerine ait
olur.
İkincisi: Kadının,
terekede miras önceliği tanınacak şekilde nafaka ve mesken hakkı bulunur. Bu
İmam Ahmed'den yapılan iki rivayetten diğeridir. Çünkü ölümle evlilik bağının
kesilmesi, bain talakla kesilmesinden daha ağır değildir. Aksine talakla olan
kesilme daha şiddetlidir. Bu yüzdendir ki kadın ulemanın çoğunluğuna göre,
kocasının ölümünden sonra onu yıkayabilir. Hatta İmam Ahmed'le, iki rivayetten
birisinde İmam Malik'e göre ric'" talakla boşanmış kadın da ölen kocasını
yıkayabilir. Bain talakla boşanmış hamile kadına nafaka ve mesken vacib
olduğuna göre» kocası ölen (hamile) kadın için öncelikli olarak vacip olması
gerekir.
Üçüncüsü: Hamile olup
olmaması farketmez, kadının nafaka değil de mesken hakkı vardır. Bu İmam
Malik'in görüşüdür. Şafii'nin iki kavlinden birisi de böyledir. Bu görüşe göre
ölüm iddeti bekleyen kadın bain talakla boşanmış kadın yerinde mütalaa
edilmiştir. Burası, ilgili görüşler ve delillerinin genişçe serdedileceği,
görüşler arasında değerlendirme yaparak hangisinin daha üstün olduğunun
belirleneceği yer değildir. Çünkü bizim bu konuya girmemizden maksadımız,
"Talak sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de
olmadığından kadına, nafaka ve mesken hakkı tanımadı." ifadesini biraz
açmak ve bu ifadenin sadece boşanmış ve ölüm iddeti bekleyen kadınlara kısmen
nafaka ve mesken hakkı doğabileceğine delalet ettiğini ortaya koymaktır.
Yaptığımız bu izah da, bu sözün sahabiye ait olduğu varsayımıyla ilgilidir.
Öyle anlaşılıyor ki, -Allah daha iyi bilir ya- bu ifade Zühri'nin kelamından
olmalıdır (müdrec).
Altıncı hüküm: Çocuğun
nesebi baba tarafından kesilir: Çünkü Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem),
kadının çocuğunun baba adıyla çağrılmamasına hükmetmiştir. Doğrusu da budur ve
cumhur ulemannVgörüşleri de böyledir. Lian hükümlerinden en önemlisi bu
konudur.
İlim ehlinden bazıları
şaz bir görüş ileri sürerek: "Çocuk yatağa aittir. Lian onu asla reddedemez."
demişler ve Hz. Peygamber'in (s.a); "Çocuğun yatağa ait olduğuna"
hükmettiğini, Hanın sadece cenini (hamli) reddedebileceğini, kadın doğuruncaya
kadar Handa bulunmadığı zaman, sadece (iftira) haddini düşürmek için Handa
bulunacağını ve bununla da çocuğun reddedilmiş olamayacağını ileri sü.
müşlerdir. Bu, Zahiri Ebu Muhammed b. Hazm'ın mezhebi olmaktadır.
İbn Hazm, mezhebim şöyle
delillendirmiştir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Çocuğun,
yatağın sahibine ait olduğuna" hükmetmiştir. Dolayısıyla yatağında doğan
her çocuğun kendi çocuğu olması sahihtir. Ancak Yüce Allah'ın, Peygamber'i
diliyle reddettiği, yahut kocadan olmadığını kesin bildiği bir ceninin, henüz
ana karnında iken Hanla reddine gitmesi durumları bundan hariçtir. Geri kalan
diğer durumlarda doğan çocukların nesebi yatak sahibine katılır. Bu yüzdendir
ki bize göre; kadın çocuğun kendisinden olmadığı konusunda kocayı tasdik etse,
onun bu tasdikine iltifat edilmez. Çünkü Yüce Allah: "Herkes, ancak kendi
aleyhine olan şeyi ortaya koyabilir. "[En'am, 164] buyurmuştur. Bu durumda
ebeveynin ikrarı çocuğun reddi demek olur. Bu ise kendilerinden başkası (çocuk)
aleyhine bir tasarruf'olur. Yüce Allah çocuğu sadece, annenin kocayı
yalanlaması ve karşılıklı Handa bulunmaları yoluyla redde bulunmuş, başka türlü
reddedilemeyeceğine hüküm buyurmuştur.
Bu mezheb, İmam Ahmed ve
Ebu Hanife'nin benimsedikleri, "Kadın doğurmadıkça cenin (hami) üzerine
lian sahih olmaz." görüşünün zıddı olmaktadır. Doğru olan, Hanın hem cenin
üzerine, hem de doğum sonrasında çocuk üzerine sahih olmasıdır. İmam Malik ve
Şafii de böyle demişlerdir. Şu halde konu ile ilgili üç görüş bulunmaktadır.
Bu hükümle, çocuğun
yatağa ait olması hükmü arasında hiçbir şekilde zıtlık yoktur. Zira yatak
lianla ortadan kalkmıştır. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğun
yatağa ait olduğu hükmünü, sadece yatak sahibi ile zinada bulunan arasında
çocuk üzerinde çekişme bulunduğunda vermiş ve zinada bulunanın iddiasını iptal
ederek, çocuğun yatağın sahibine ait olduğuna hükmetmiştir. Burada ise yatağın
sahibi çocuğun kendisinden olmadığını söylemekte, onu reddetmektedir.
Soru: Yatağın bekası
şartıyla, sadece çocuğun reddi için lianda bulunsa ve: "Zina etmedi, fakat
bu çocuk benim çocuğum değildir." dese hüküm ne olur?
Cevap: Bu konuda İmam
Şafii'nin iki kavli vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak
nakledilmiştir.
Birincisi: Aralarında
lian cereyan etmez ve çocuk onu bağlar. el-Hıraki'nin tercihi de budur.
İkincisi: Koca çocuğu
red için lianda bulunabilir ve sadece kendi Hanı ile çocuk reddedilmiş olur.
Ebu'l-Berekat İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Doğrusu da budur.
Eğer denilirse ki: Siz
Allah Rasulü'nün, "Çocuk yatağa aiddir." hükmüne bu görüşünüzle
muhalefet ettiniz. Cevaben: Haşa! deriz. Aksine biz bu hadisin bütün
hükümlerine uygun hareket ediyoruz. Te'vile kaçarak bazılarının düştüğü
muhalefete düşmüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü,
yatak sahibinin davası durumunda vermiş ve onun iddiasını "yatak"
karinesi ile tercih etmiş ve çocuğu ona vermiştir. Öbür taraftan lianda da
yatak sahibinin çocuğu kendisinden reddine ve nesebini kesmesine istinaden de
çocuğun reddine hükmetmiş ve çocuğun baba adı ile çağrılamayacağını
belirtmiştir. Böylece biz her iki hükme de muvafakat etmiş oluyor ve her ikisi
ile de amel etmiş oluyoruz. Çocuğun cenin halinde iken reddi ile doğumundan
sonra reddi arasında herhangi bir etkisi bulunmayan ve hiç de hoş olmayan,
çirkin bir ayırıma gitmedik. Zira şeriat, altında asla bir mana bulunmayan
böylesine suri (şekli) bir fark üzerine hüküm koymaz. Böyle bir duruma, ancak
fıkıhtan yeterli payeye sahip olmayan, hikmet-i teşriden, onun maksatlarından
haberdar olmayan kimseler rıza gösterir. Yardım Allah'tan istenir, tevfik
O'ndandır.
Yedinci hüküm: Çocuğun,
baba cihetinden nesebinin kesilmesi durumunda annesine ilhak edilmesi. Bu
ilhakın, çocuğun nesebinin babadan sabit olması durumunda, annesine olan
nisbetine ek bir mana getirmesi gerekir; aksi takdirde bir manası olmaz. Zira
çocuğun kadından çıktığı kesin olarak bilinen bir şeydir, dolayısıyla çocuğun
kadına ilhakında, nesebinin babadan sabit olması durumuna nazaran ilave bir
mana bulunmalıdır. Bu konuda ihtilaf edilmiştir:
Bu grup şöyle
demişlerdir: Bu ilhaktan maksat, çocuğun nesebinin babadan kesildiği gibi,
anneden de kesileceği; ne anneye ne de babaya nisbet edilemeyeceği şeklinde
yanlış bir anlayışın önüne geçmekten ibarettir. Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) işte bu yanlış anlamanın önünü kesmiş ve çocuğu annesine ilhak
etmiştir. Ayrıca bunu, hem çocuğa hem de annesine zina isnadında bulunacaklara
had uygulanacağını belirtmek suretiyle tekit de buyurmuşlardır. Bu İmam Şafii,
Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleridir. Ayrıca anne ve asabesinin, çocuğun
asabesi olduğu kanaatinde olmayan herkes bu görüşü paylaşmaktadırlar.
İkinci bir grup ise
şöyle diyorlar: Hayır! Aksine bu ilhakta ilave bir mana vardır. O da babaya ait
olan nesebin anneye ait kılınması ve annesinin bu konuda babası yerine
geçirilmesidir. Bu durumda anne çocuğun asabesi olacaktır. Annenin asabesi de
yine onun asabesi olacaktır. Çocuk öldüğü zaman, anne asabe olarak mirasını
alacaktır. Bu İbn Mes'ud'un görüşüdür. Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Doğru
olan görüş de budur. Çünkü dört Sünen sahipleri Vasile b. el-Eska' hadisinde
Hz. Peygamber'in: "Kadın üç mirasa (yalnız başına) varis olur: Azadlı
kölesine, bulup büyüttüğü çocuğa (lakitine) ve üzerine lianda bulunduğu
çocuğuna." buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı hadisi İmam Ahmed de
rivayet etmiş ve gereğini görüş olarak benimsemiştir.
Ebu Davud, Sünen'de Amr
b. Şuayb - babası - dedesi silsilesiyle Hz. Peygamber'in: "Lianda bulunan
kadının oğlunun mirasını, kendisine ve o yoksa varislerine ait kıldığım"
rivayet etmiştir.
Yine Sünen'dz, Mekhul
hadisinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Buna göre Mekhul: "Hz.
Peygamber lianda bulunan kadının oğlunun mirasım annesine, ondan sonra da
annenin varislerine ait kılmıştır." demiştir.
Bu haberler kıyasa tam
bir uygunluk arzeder. Çünkü aslında neseb babaya aittir. Onun cihetinden
kesildiği zaman haliyle anneye ait olacaktır. Nitekim vela (gözetim hakkı)
aslında babayı azad edene aittir. Babanın köle olması durumunda anneyi azad
edenlere geçer. Daha sonra baba azad edilecek olsa, vela annenin vela
sahiplerinden kendisine intikal eder, yani asli haline döner. Bunun tam benzeri
lianda söz konusudur: Lianda bulunan koca kendisinin yalancı olduğunu söylese
ve çocuğu kendi nesebine katmak (istilhakta bulunmak) istese, hem nesep hem de
asabelik anneden yine asıl olan babaya döner. İşte bu kıyasın ta kendisidir.
Hadislerin ve haberlerin gereğidir. Ümmetin derin ve büyük alimi Abdullah b.
Mes'ud'un görüşüdür. Zamanlarındaki bütün insanların imamları olan Ahmed b.
Hanbel ile İshak b. Rahüyeh'in mezhebleridir. Kur'an buna en ince ve güzel bir
ima ile delalet etmektedir. Zira Yüce Allah Hz. İsa'yı (a.s.) annesi Meryem
vasıtasıyla Hz. İbrahim'in (a.s.) zürriyetinden saymıştır. Meryem Hz.
İbrahim'in halis zürriyetinden olmaktadır. Bu konuda, inşaallah, ileride Feraiz
bahsinde Hz. Peygamber'in koyduğu hüküm ve uygulamalardan sözederken daha geniş
bilgi verilecektir.
Şöyle bir soru akla
gelebilir: Peki Müslim'in Iian olayıyla ilgili olarak naklettiği Sehl hadisinin
sonunda geçen: "Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere (koyduğu miras payları
doğrultusunda) çocuğun annesine, annenin de çocuğuna mirasçı olması
uygulanagelen sünnet oldu.'* ifadesini, ne yapacaksınız?
Cevaben denilir ki: Her
ne kadar bu sözün İbn Şihab ez-Zühri'ye ait olması ihtimali varsa da -ki
göründüğü kadar öyledir- biz onu kabul eder ve gereğiyle amel ederiz. Zira
annenin asabe kılınması, Yüce Allah'ın Kitab'ında oğlunun mirasından kadına ait
kıldığı payı düşünmez. Nihayet bu durum anneyi hem kendi payını hem de asabe
olarak geri kalanı alan baba gibi yapar ve kadın mutlaka kendi paymı (farz)
ahr, eğer geride daha fazla bir şey kalırsa, onu da asabe yoluyla ahr. Eğer
artmıyorsa kendi payım alır, o kadar. Dolayısıyla biz, bu konuda varid olan
haberlerin tümüyle amel etmiş oluyoruz.
Sekizinci hüküm: "Ne
kadına ne de çocuğuna zina isnadında bulunulamaz. Kim kadına ya da çocuğuna
zina isnadında bulunursa üzerine had gerekir." Çünkü kadının karşı lianda
bulunması, kendisi üzerine atılan isnadın gerçek olmadığını ifade etmektedir.
Dolayısıyla kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunan kimseye had tatbik
edilir. Sarih ve sahih sünnet buna delalet etmektedir. Ümmetin büyük çoğunluğu
da bu görüştedir.
Ebu Hanife ise şöyle
der: Eğer ortada nesebi reddedilen bir çocuk yoksa, isnadda bulunana had
gerekir. Eğer nesebi reddedilen bir çocuk varsa, had gerekmez. Hadis sadece
koca tarafından reddedilen bir çocuğu olan kadın hakkındadır. Ebu Hanife için
bu ayırımı gerekli kılan şey şudur: Ne zaman ki kadının çocuğunun nesebi
reddedilmiştir; bu, çocuğa nisbetle kadının zina ettiğine hükmetmek demektir.
Bu ise iftira haddinin düşmesi konusunda bir şüphe doğurur. Dokuzuncu hüküm: Bu
hükümler, her ikisinin lianı üzerine birden terettüp etmektedir. Her ikisinin
de lianı tamamlandıktan sonra, bu hükümlerden hiç birisi sadece kocanın lianı
üzerine terettüp etmez.
Ebu'l-Berekat ibn
Teymiye, bu esastan hareketle, sadece kocanın Handa bulunmasıyla çocuğun
reddedilmiş olacağım çıkarmıştır ki doğru bir netice (tahric)dir. Çünkü kocanın
lianı, kadının Hanına bakılmaksın kendisinden haddi ve iftirada bulunmuş olma
annı düşürdüğüne göre, kendisine bağlanacak fasid nesebin düşürülmesini de
gerektirir. Eğer kadın Hana yaklaşmazsa o takdirde öncelikli olarak düşmüş
olur. Zira kocanın kendisinden olmayan bir çocuğun nesebinde kalması neticesinde
göreceği zarar, hadda maruz kalmasındaki zarardan daha büyüktür. Onu redde olan
ihtiyacı ise, haddi defe olan ihtiyacından daha şiddetlidir. Kocanın Hanı
yalnız başına haddi düşürdüğü gibi, çocuğun reddini de yalnız başına
gerektirir. Allah en iyi bilir.
Onuncu hüküm: Hamile
olması durumunda boşanmış ya da ölüm iddeti bekleyen kadına nafaka ve meskenin
bir hak olarak sabit olması. Zira hadiste: "Talak olmaksızın ayrılmış
olduklarından, ölüm iddeti içerisinde de olmadığından..." ifadesi vardır. Bu
hadis iki hüküm ortaya koymaktadır:
1) Kocadan hamile
olmaması durumunda, talakla ayrı düşmüş kadın için nafaka ve mesken hakkının
olmaması.
2) Hem ona hem de kocası
ölen kadın için kocadan hamile olmaları durumunda nafaka ve mesken hakkının
gerekli olması.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Kadına bakınız. Eğer şöyle şöyle bir çocuk
doğurursa, o Hilal b. Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk getirirse, o
Şerik b. Sehma'nındır. (Yani ondandır)." buyruğu, kaiflik sanatı ile
hükümde bulunulabileceğine ve benzerliğin nesebin tayininde ve çocuğun
ilhakında etkisinin bulunduğuna bir işaret olmaktadır. Çocuğun Handa bulunan
kocaya benzer doğması durumunda, ona katılmamasının sebebi, benzerlik delilinin
kendisinden daha güçlü olan Han deliline muarız olması yüzündendir. Daha önce
geçmişti.
Hadiste geçen:
"Şayet bir kimse, karısıyla birlikte bir adam bulsa, onu öldürür ve siz de
ona karşılık onu öldürür müsünüz?" ifadesi şuna delalet eder: Bir kimse
evinde bir adamı öldürse ve onu karısıyla veya haremi ile birlikte yakaladığım
ve öldürdüğünü iddia etse sözü kabul edilmez. Çünkü, şayet kabul edilecek olsa
kanlar heder olur, birisini öldürmek isteyen herkes onu evine sokar, öldürür ve
karısıyla birlikte yakaladığını iddia eder.
Ancak burada birbirinden
ayırmamız gereken iki mesele vardır: Birincisi: Diyaneten yani kul ile Allah
arasında kalmak şartıyla onu öldürmesi mümkün müdür? (Yani ceza değil de günah
gerekir mi?) İkincisi: Mahkemede hüküm vermek için sözü kabul edilir mi?
Bu ayırımla, konuyla ilgili
olarak ashabtan nakledilen haberler arasındaki problem de ortadan kalkmış olur.
Bazı alimlerin, "Bu konuda ashab arasında tartışma olmuştur. Hz. Ömer:
Öldürülmez, demiş, Hz. Ali ise: Öldürülür, demiştir." demelerinin de bir
anlamı kalmaz. Ashab arasında tartışma bulunduğunu söyleyenleri aldatan şey
Said b. Mansur'un Sünen'inde rivayet ettiği şu hadis olmuştur: Hz. Ömer bir gün
(sabah) yemek yerken, elinde kanlı bir kılıç ile koşarak bir adam geldi.
Arkasında da koşarak gelen bir grup insan vardı. Adam geldi ve Hz. Ömer'in
yanına oturdu. Diğerleri de gelerek:
— Ey Mü'minlerin Emiri!
Bu bizim adamımızı öldürdü! dediler. Hz. Ömer adama:
— Ne diyorsun (doğru
mu)? diye sordu. Adam:
— Ey Mü'minlerin Emiri!
Gerçek şu ki, ben karımın iki bacağı arasına vurdum. Eğer iki bacağı arasında
birisi var idiyse, onu öldürmüşümdür, diye cevap verdi. Hz. Ömer onlara:
— Siz ne diyorsunuz?
diye sordu. Onlar:
— Ey Mü'minlerin Emiri!
O kılıçla vurdu ve kılıç adamın beli ile kadının bacakları üzerine indi,
dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer ondan kılıcını aldı, onu çırptı ve kendisine
geri verdi. Sonra da ona:
— Onlar dönerlerse sen
de dön, (yani onlar aynı şeyi yaparlarsa sen de aynı şeyi yap) dedi.
Hz. Ali'ye gelince; ona,
karısıyla birlikte bir adam yakalayıp onu öldüren kimsenin hükmü sorulmuştu. O:
"Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir."
dedi. Bunu Hz. Ömer'den nakledilen haberle çeliştiğini zannettiler ve konuyla
ilgili ashab arasında ihtilaf olduğunu söylediler. Halbuki, sen bu iki hüküm
arasında imal-i fikirde bulunduğu zaman, aralarında bir ihtilaf olmadığını
görürsün. Çünkü Hz. Ömer, ondan haddi sadece kan sahiplerinin onun adamın
karısıyla olduğunu itiraf ettikleri için düşürmüştür. Nitekim Hanbelı
alimlerimiz -ifade İbn Kudame'ye aittir- şöyle demektedirler: "Eğer veli
bunun böyle olduğunu itirafta bulunursa, o takdirde ne kısas ne de diyet
yoktur. Çünkü Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre... (sonra olayı
anlatır)." İbn Kudame'nin bu ifadesi kadın yanında öldürülen kimsenin
muhsan (evli) olup olmaması arasında bir fark olmadığını gösterir. Hz. Ömer'in
öldürülen bu kimse hakkındaki hükmü ve ona: "Onlar bir daha aynısını
yaparlarsa sen de yap," demesi de aynıdır ve muhsanla, muhsan olmayan
arasını ayırmamıştır. Doğrusu da budur. Her ne kadar el-Müstev'ib sahibi:
"Kişi karısının yanında, recmi gerektirecek bir iş üzere birisini yakalar
ve onu öldürür ve onu bunun için (recm için) öldürdüğünü iddia ederse zahiren
hüküm verilirken (yani mahkemede) üzerine kısas gerekir. Ancak iddiasına bir beyyine
getirebilirse o zaman kısas gerekmez." Beyyinenin adedinde ise iki rivayet
vardır: a) İki şahittir. Ebu Bekir bu rivayeti tercih etmiştir. Çünkü burada
istenen beyyine zinaya değil, adamın orada bulunduğuna dairdir, b)
"Dörtten daha az şahidin sözü kabul edilmez." diyorsa da; sahih olana
göre, yukarıda söylediğimiz gibi, buna dair beyyine getirildiğinde, yahut
velinin ikrarı durumunda kısas düşer. İster muhsan (evli) olsun, ister olmasın
farketmez. Hz. Ali'nin sözü de buna delalet eder. Zira o, karısı ile birisini
yakalayıp da onu öldüren kimse hakkında: "Eğer dört şahit getirmezse
tümüyle (kısas için) teslim edilir." demiştir. Böyledir, çünkü bu öldürme
zinadan dolayı uygulanan bir had değildir. Eğer had olsaydı kılıçla olmazdı ve
haddin uygulanma şart ve şekilleri aranırdı. Bu sadece, üzerine tecavüzde
bulunan, harim-i ismetini çiğneyen, ailesini baştan çıkaran kimse için verilmiş
bir ceza olmaktadır. Nitekim Zübeyr (r.a.) de aynı şeyi yapmıştır: Bir
seferinde kendisine ait bir cariye ile ordudan geri kalmıştı. Ona iki adam
geldi ve: "Bize bir şey ver!" dediler. Zübeyr de yanındaki bir
yiyeceği onlara verdi. Adamlar: "Cariyeyi bırak!" dediler. Bunun
üzerine Zübeyr kılıcı ile onlara vurdu ve ikisini de bir vuruşla ikiye böldü.
Yine aynı şekilde, birilerinin evine bir delikten yahut kapı aralığından
izinsiz bakan ve evin mahremiyetini çiğneyen bir kimsenin, ev sahipleri
tarafından vurulması, gözünün çıkarılması da tam bir ceza olmaktadır. Böyle bir
kimsenin gözü çıkarılacak olsa tazmin (diyet) sorumluluğu bulunmamaktadır. Kadı
Ebu Ya'la: "İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşılan; ev sahipleri onu
uzaklaştırırlar, üzerlerine harhangi bir tazmin sorumluluğu olmaz, şeklindedir.
Bu konuda bir tafsilat getirmemiştir." demektedir.
İbn Hamid ise bir
açıklamada bulunarak: "Sıra ile en hafiften başlayarak onu uzaklaştırır.
Önce: Çek git! Yoksa şöyle şöyle yaparız, der." demiştir.
Ben derim ki: Ne İmam
Ahmed'in sözünde, ne de sahih sünette böyle bir tafsili gerektiren bir husus
yoktur. Aksine sahih hadisler öyle olmadığına delalet etmektedir. Çünkü
Sahihayn'da bulunan Enes hadisinde anlatıldığına göre, "Bir adam bir
delikten Hz. Paygamber'in odalarından birini gözetiiyordu. Hz. Peygamber,
elinde bir ok demiri (ya da ok demirleri) ile ona doğru yaklaştı ve ona dürtmek
için fırsat kollamaya başladı." denilmiştir. Bu durumda en hafiften
başlamak da nerden çıkıyor? Zira Hz. Peygamber, adama vurmak için fırsat
kolluyor, gizleniyor.
Yine Sahihayn*da Sehl b.
Sa'd'cfen rivayet ediliyor: Adamın birisi Hz. Peygamber'in kapısındaki bir
delikten içerisini gözetledi. Hz. Peygamberdin elinde, başım taradığı demir bir
tarak vardı. Adamı görünce: "Eğer senin bana baktığını bilseydim, şunu
senin gözüne sokardım! İzin talebi, ancak bakmadan dolayıdır."
buyurmuşlardır.
Yine Sanıhayn'da. Ebu
Hureyre'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Bir kişi habersiz seni gözetlese, sen de ona bir taş atsan ve gözünü
çıkarsan, sana bir günah (sorumluluk) yoktur." buyurmuştur.
Yine onlarda rivayet
edilir: "Bir kimse izinsiz başkalarının evini gözetlese, onlar da onun
gözünü çıkarsalar, ne diyet gerekir ne de kıyas." buyurmuştur.
Şeyhülislam ibn
Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. Şöyle der: "Bu üzerine hücumda
bulunan deve vb. nin defi kabilinden değildir. Aksine bu tecavüzkar ve ezada
bulunan kimseye verilen bir ceza mahiyetindedir. Buna göre diyaneten yani Allah
ile kul arasında olmak şartıyla, kişinin harim-i ismetine tecavüzde bulunan bir
kimseyi öldürmesi caizdir, tster öldürülen kişi muhsan (evli) olsun, ister
olmasın fark etmez. (Irz düşmanlığı) ile bilinir olup olmaması da neticeyi
etkilemez. Nitekim ashabın sözleri, sahabe fetvaları da buna delalet
etmektedir." İmam Şafii ile Ebu Sevr: "Eğer zina eden evli (muhsan)
ise, hane sahibinin diyaneten onu öldürmesi mümkün olabilir." demişler ve
bunu (yani öldürmesini) haddin (recm) uygulanması kabilinden telakki
etmişlerdir. İmam Ahmed ve İshak ise: "İki şahit getirirse kanı heder
olur." demişler ve evli (muhsan) olup olmaması arasını ayırmamışlardır.
İmam Malik'in görüşü ise, konuyla ilgili olmak üzere farklılık arzeder: (Ravi)
İbn Habib: "Eğer öldürülen evli (muhsan) ise ve koca da beyyine getirmişse
üzerine bir şey gerekmez. Aksi takdirde kısas yoluyla öldürülür."
demiştir. İbnu'l-Kasım: "Eğer beyyine bulunursa muhsan olup olmaması
farketmez, kanı heder kılınır."demiştir. İbnu'l-Kasım, öldürülenin muhsan
(evli) olmaması durumunda diyet ödenmesini müstahap görmüştür.
Burada bir soru
gelebilir ve sıhhati üzerinde görüş birliği edilen Ebu Hureyre (r.a.) hadisi
hakkında ne düşünüldüğü sorulabilir. Hadis şudur: Sa'd b.'Ubade, Hz.
Peygamber'e: "Ya Rasulallah! Ne buyurursun, karısının yanında bir adam
bulunan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni Hak
(din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilakis evet!" demişti. Bunun
üzerine Rasulullah: "Efendinizin söylediğine kulak verin!"
buyurmuştu.
Başka bir rivayette de:
"Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar dokunmayacak
mıyım?" diye sormuş, Rasul-i Ekrem: "Evet." cevabım vermişti.
Sa'd: "Asla olmaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki,
ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" demişti. Bunun
üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Efendinizin
söylediğine kulak , verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) biridir. Ben
ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur."
Cevaben diyoruz ki: Biz
bu hadisleri kabulle karşılıyor ve gereği ile amel ediyoruz. Hadisin sonu,
"şayet öldürecek olsa, ona karşı kısas edilmeyeceğine" delildir.
Çünkü Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilakis
evet!" demiştir. Eğer öldürülmesi durumunda üzerine kısas gerekecek
olsaydı, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu yemini ikrarla (tasvib)
karşılamaz ve onun bu gayretine övgüde bulunmazdı. Aksine: "Eğer sen onu
öldürürsen, sen de ona karşı öldürülürsün." buyururdu. Ebu Hureyre hadisi
bu konuda açıktır. Çünkü Hz. Peygamber: "Siz Sa'd'ın gayretine şaşıyor musunuz?
Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur."
buyurmuştur ve ona karşı tepki göstermemiş, onu öldürmekten ah koymamıştır.
Çünkü Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözü bağlayıcı bir
hükümdür. Yine fetvası da aynı şekilde ümmet için genellik arzeden bir
hükümdür. Eğer ona öldürmesi için izin verseydi, bu hem diyaneten hem de kazaen
kanının heder olduğuna dair Hz. Peygamber tarafından verilmiş bir hüküm olurdu
ve Yüce Allah'ın kısasla ortadan kaldırmak istediği mefsedet ortaya çıkar,
insanlar öldürmek istedikleri kimseleri evlerinde öldürmeye ve sonra da onları
eşleriyle vb. beraber yakaladıklarını iddiada bulunmaya koşarlardı. Allah bu
kapıyı kapattı, mefsedeti bertaraf etti ve kanlan korudu. Bunda, kazaen katilin
sözünün kabul edilmeyeceği ve öldürdüğü kişiye karşı kısas edileceğine dair bir
delil vardır. Sa'd, onu öldüreceğine ve şahit aramaya gitmeyeceğine dair
yeminde bulununca, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun bu
gayretine şaşırmış ve onun gayur olduğunu, kendisinin ondan daha gayur
olduğunu, Yüce Allah'ın ise kendisinde bile daha gayretli olduğunu
bildirmiştir. Bu iki manaya gelebilir:
Birincisi; Hz.
Peygamber'in, Sa'd üzerine yemin ettiği şeyi sükut ve ikrarla karşılaması, onun
diyaneten yani kul ile Allah arasında caiz olduğunu, kazaen ise öldürmekten
yasakladığı anlamına gelebilir. Bu haliyle de hadisin başı ile sonu arasında
bir çelişki yoktur.
ikincisi: Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunu Sa'd'e, sanki ona bir tepki (münker bulma)
şeklinde söylemiş ve: "Büyüğünüzün söylediğini işitmiyor musunuz?'*
buyurmuştur. Bununla: Ben onun öldürmesini yasaklıyorum, o ise "Seni hak
(din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilakis evet!" diyor, demeyi
kasdetmiştir ve daha sonra onu bu muhalefete iten şeyi bildirmiş, onun da aşın
gayreti olduğunu ifade etmiş, sonra da: "Ben ondan daha gayurum. Allah da
benden daha gayurdur." buyurmuştur. Yüce Allah bu kadar aşın gayretiyle
dört şahit ikamesi şartını kılmıştır. Bunda bir hikmet ve maslahat, bir şefkat
ve iyilik gösterisi vardır. Yüce Allah; aşırı gayreti yanında, kullarının
menfaatlerini, hemen Öldürmek yerine dört şahit getirilmesi şeklinde koyduğu
hükmün neler getireceğini en iyi bilendir. "Ben Sa'd'den daha gayurum.
Bununla birlikte Sa'd'in öldürmesini yasakladım." demekle Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), her iki durumu da birden kasdetmiş olabilir. Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kelamına, olayın akışına daha uygun
olan da budur.
Sonraki sayfa için
aşağıdaki link’i kullan: