ZADU’L-MEAD

ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.)

VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

H) LİAN

 

1- Hz. Peygamberdin (s.a.) Lian Hakkındaki Hükmü

2- Lian Her Eş Arasında Yapılabilir

3- Hz. Peygamber'in (s.a.) Tasarrufları

4- Lian'ın Yapılışı

5- Lian'da Çocuğun Durumu

6- Çocuğun Lian İle Reddi

7- Lian'daki Diğer Hükümler

 

1- Hz. Peygamberdin (s.a.) Lian Hakkındaki Hükmü:

 

Yüce Allah şöyle buyurur: "Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, besince defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.

 

Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır."[Nur, 6-9]

 

Sahihayrfaa. Sehl b. Sa'd hadisi şöyledir: Uveymir el-Aclani, Asim b. Adiy el-Ensari'ye gelerek: "Ne dersin ya Asim! Bir adam karısının yanında birini bulursa onu öldürür. Siz de kendisini öldürür müsünüz?. Yoksa ne yapar? Şunu benim için ya Asim, Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) soruver!" demişti. Asim da Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sormuş, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu suallerden hoşlanmamış; onları ayıp görmüştü. Hatta (bu meyanda) Rasulullah'tan işittiği sözler, Asım'a ağır gelmişti. Asim evine dönünce Uveymir gelmiş ve: "Ya Asim! Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sana ne dedi?" diye sormuştu. Asim: "Sen bana hayır getirmedin; Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine sorduğum sorudan hoşlanmadı." dedi. Uveymir: "Vallahi ben bu meseleyi ona sormaktan vazgeçmeyeceğim." diye karşılık verdi. Derken Uveymir kalkarak, halk arasında bulunan Rasulullah'ın yanına geldi.

 

ve: "Ya Rasulullah! Ne buyurursun, bir adam karısının yanında birisini bulursa onu öldürür, siz de kendisini öldürür müsünüz; yoksa ne yapmalı?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Seninle zevcen hakkında ayet indi. Haydi git de onu getir" buyurmuştu.

 

Sehl şunu söyledi: Müteakiben lian yaptılar. Ben de halk ile beraber Rasulullah'ın yanında idim. Lianı bitirdikleri vakit Uveymir: "Eğer karımı nikahım altında tutsam, hakkında yalan söylemiş (oldum) Ya Rasulallah!" demiş ve kendisine Rasulallah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) emretmeden onu üç talakla boşamıştı.

 

Zühri şöyle der: "Artık bu, Han yapanların adeti olmuştur."

 

Sehl devamla: "Kadın hamile idi. Artık çocuğu annesinin adı ile çağrılıyordu. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere, çocuğun kadına, kadının çocuğa varis olması sünnet halini aldı." demiştir.

 

Bir rivayette: Mescidde Handa bulundular ve Hz. Peygamber'in yanında karısından ayrıldı. Hz. Peygamber: "İşte Han yapanlar arasındaki ayırma (tefrik) budur." buyurdu, denilmektedir.

 

SehTinf "Kadın hamile idi..." sözü Buhari'de Zühri'nin sözü olarak verilmiştir. Buhari'nin rivayetinde şu da vardır: Sonra Hz. Peygamber: "Bakınız, eğer bu kadın, vücudu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kıçının iki yanı büyük, baldırları kaba tipte bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadına zina isnadında doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın kelergillerden kızılca kurt gibi kızıl bir çocuk doğurursa, bu defa da ben şüphesiz kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım." buyurdu. Sonra çocuk, Rasulullah'ın Uveymir'i tasdik yollu tasvir ettiği şekilde doğdu.

 

Bir rivayette: "Kadın hamile idi. (Uveymir) hamli(n kendisinden olduğunu) inkar etti." şeklindedir.

 

Sahih-i Müslim'de İbn Ömer anlatır: Falan oğlu falan Hz. Peygamber'e: "Ya Rasulullah! Ne buyurursun, birimiz karısını kötülük yaparken bulsa ne yapmalıdır? Konuşmuş olsa, pek büyük bir şey hakkında konuşacak; sussa yine böyle bir şey hakkında susacak!" dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sükut buyurdu; ona cevap vermedi. Biraz arası geçince o adam tekrar gelerek: "Ya Rasulallah! Sana sorduğum başıma geldi." dedi. Bunun üzerine Allah (c.c), Nur süresindeki: "Kanlarına iftira atanlar..." ayetlerini indirdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunlan o zata okudu, kendisine vaaz ve nasihatta bulundu. Dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu ona haber verdi. Adam: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, kanma iftira etmedim." dedi. Sonra kadını çağırdı. Ona da vaaz ve nasihatta bulundu ve dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu haber verdi. Kadın: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bu adam hakikaten yalancıdır!" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) (Hana) erkekten başladı. Adam kendisinin gerçekten doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'a şehadet etti. Beşinci şehadet: Eğer yalancılardansa Allah'ın laneti kendi üzerine olması idi. Sonra Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunlan kadına tekrarlattı. O da: Adamın gerçekten yalancılardan olduğuna, dört defa Allah'a şehadet etti. Beşincide: Şayet kocası doğru söyleyenlerdense Allah'ın gazabı kendi üzerine olması idi. Müteakiben Hz. Peygamber onları birbirinden ayırdı.

 

Sahihayn'da, şöyle belirtilir: Hz. Peygamber'in Handa bulunan eşlere: "Hesabınız Allah'a kalmıştır. Biriniz yalanadır. Senin kadın aleyhine bir deliHn yok." buyurdu. Erkek: "Ya Rasulallah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Sana mal yok. Eğer kadın aleyhinde doğru söylediysen, mal, fercinin sana helal olmasına tekabül eder. Yalan söylediysen, bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurdu.

 

Yine Sahihayn'd&ki bir rivayette Hz. Peygamber: "Vallahi, ikinizden biri mutlaka yalancıdır. Tövbe edeniniz var mı?" buyurmuştur.

 

Yine Sahihayn'da ibn Ömer'den nakledilmiştir: Bir adam Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) devrinde Handa bulundu. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onları ayırdı ve çocuğu annesinin (nesebine) kattı.

 

Müslim'de İbn Mes'ud hadisinde Han edenlerle ilgili olayda şu anlatılır:

 

Erkek, kendisinin hakikaten doğru söyleyenlerden olduğuna Allah'a dört defa şehadette bulundu. Sonra beşincide: Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti kendi üzerime olsun, diye lanette bulundu. Arkasından kadın Han yapmaya kalktı. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Vazgeç!" buyurdu. Fakat kadın razı olmadı ve Han yaptı. Onlar dönüp gittikten sonra Hz. Peygamber: "Umulur ki bu kadın, kara, cılız bir çocuk doğurur." buyurdu. Müteakiben kadın kara, cılız bir çocuk doğurdu.

 

Yine Sahih-i Müslim'de Enes b. Malik şöyle anlatır: Hilal b. Ümeyye, karısına Şerik b. Sehma ile zina isnadında bulundu. Şerik, Bera b. Malik'in anne bir kardeşi olup İslam'da ilk lian yapan adamdı. Hilal karısı ile lanetleşti. Bunun üzerine Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Kadını gözetleyin! Eğer beyaz (tenli), düz saçlı, bozuk gözlü bir çocuk doğurursa, çocuk Hilal b. Ümeyye'ye; sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh doğurursa Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Bilahare haber aldım ki kadın sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh bir çocuk doğurmuş.

 

Sahihayn'da. İbn Abbas, benzeri bir ifadeyle bu olayı anlatmıştır. İbn Abbas'a bir adam: Rasulullah'ın: "Bir kimseyi şahitsiz recmetseydim, bu kadını recmederdim." buyurduğu kadın bu mudur? diye sormuş. O da: "Hayır, o İslam'da aşikar kötülük işleyen bir kadındı." cevabını vermiştir.

 

Bu hadisin Ebu Davud'a ait rivayetinde İbn Abbas şöyle demiştir: "Hz. Peygamber onları ayırdı ve çocuğun, baba adıyla çağrılmamasına, ne kadına ne de çocuğa zina isnadında bulunulmamasına; kim kadına ya da çocuğa zina isnadında bulunursa kendisine (iftira) cezası gerekeceğine hükmetti. Ayrıca talaksız ayrılmış oldukları için ölüm iddeti de olmadığından kocanın kadın lehine mesken ve nafaka (iddet nafakası) yükümlülüğü olmadığına da hükmetti."

 

Buhari zikreder: Hilal b. Ümeyye, Nebi (a.s.)'ın huzurunda karısına, Şerik b. Sehma ile zina etti, diye söz attı. Resulullah da Hilal'e: "Dört şahidini hazırla, yahut arkana had (vurulur)." buyurdu. Bunun üzerine Hilal: "Ya Resulullah! Bizim birimiz karısının üstünde bir erkek görürse şahit aramağa mı gidecek? (Şahit getirinceye kadar) işini görüp savuşmaz mı?" diye itiraz etti. Rasul-i Ekrem: "Sen şahitlerini hazırla, aksi takdirde arkana iftira cezası (seksen değnek) vurulur." demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilal b. Ümeyye: "Ya Rasulallah! Seni hak peygamber gönderen Allah Teala'ya yemin ederim ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum ve eminim ki, Allah benim sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy, bir ayet gönderecektir." dedi. Bu sırada hemen Cibril İndi, Rasul-i Ekrem'e: "Eşlerine zina isnad edip de..."[Nur, 6-9] ayetlerini getirdi. Bunun üzerine Resulullah, kadına haber gönderdi. Kocası Hilal de hazır bulundu. ilk önce Hilal şehadet ve yemin etti. Rasul-i Ekrem: "Allah muhakkak bilir ki, sizin biriniz elbette yalancıdır. Şu halde içinizden tevbe eden (ve Han yemininden dönen) var mıdır?" buyurdu. Sonra karısı şehadette bulundu. Beşinci yemine sıra geldiğinde, mecliste hazır bulunanlar, kadını durdurarak: "Bak kadın! Bu beşinci yemin azabı mucibtir." ihtarında bulundular.

 

Ravi ibn Abbas der ki: Bu ihtar üzerine kadın biraz ağırlaşip durakladı. Hatta biz kadını yemin etmekten vazgeçecek ve geri dönecek sandık. Sonra kadın (kendisini toplayıp): "(Şimdiye kadar şerefle yaşamış) kavim ve kabilemi ben bundan sonraki günlerde rezil ve rüsvay etmem!" diyerek lian yeminini yerine getirdi. Sonra Rasul-i Ekrem: "Bu kadına bakınız. Eğer gözleri sürmeli, iki kıçı iri, baldırları kalın bir tipte çocuk dünyaya getirirse, çocuk Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Kadın da hakikaten böyle bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Resulullah: "Eğer Allah'ın Kitab'mın lian hükmü infaz edilmemiş olsaydı, benimle bu kadın arasında bir macera vardı (Yani ben o kadına zina cezası icra ederdim.)" buyurdu.

 

Sahihayn'da rivayet edilir. Sa'd b. Ubade: "Ya Rasulallah! Ne buyurursun, karısının yanında bir adam bulan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim, ki bilakis evet!" demişti. Bunun üzerine Resulullah: "Efendinizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.

 

Bir başka rivayette: "Ya Rasulallah! Eşimin yanında bir adam bulursam dört şahit getirinceye kadar ona mühlet verecek miyim?" diye sormuş. O da: "Evet!" cevabım vermişti.

 

Bir başka rivayette: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar dokunmayacak mıyım?" diye sordu. Rasul-i Ekrem: "Evet!" cevabını verdi. Sa'd: "Asla olamaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Efendinizin söylediğine kulak verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) dur. Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur."

 

Bir başka rivayet ise şöyledir: "Ben eşimin yanında bir adam görürsem onu mutlaka ters tarafını çevirmeden kılıçla vururum." dedi. Bu söz Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kulağına vardığında şöyle buyurdu: "Siz SaM'ın gayretine şaşıyor musunuz? Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur. Gayretinden dolayıdır ki, Allah kötülüklerin aşikarını, gizlisini haram kılmıştır. Allah'tan daha gayur, hiçbir şahıs yoktur. Allah'a olduğundan fazla hiçbir kimseye özür makbul olamaz. Bundan dolayıdır ki Allah, Peygamberi müjdeci ve korkutucu olarak göndermiştir. Allah'tan başka hiçbir kimseye övgü daha makbul değildir. Bundan dolayıdır ki, Allah cenneti vaad etmiştir."

 

 

2- Lian Her Eş Arasında Yapılabilir:

 

Bu hadislerden birçok hüküm çıkmaktadır:

 

Lian her eş arasında yapılabilir: Eşlerden her ikisinin ya da birisinin müslüman, kafir, adil, fasık, iftira cezasına çarptırılmış olup olmamaları arasında fark yoktur. İshak b. Mansur rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir; "Bütün eşler lian yapabilirler. Hür erkek, zevcesi olan hür kadın ve cariyeye; köle zevcesi olan hür kadın ve cariyeye karşı; müslüman koca yahudi ya da hıristiyan zevcesine karşı Iianda bulunabilir.'* Bu aynı zamanda Malik, İshak, Said b. Müseyyeb, Hasan, (el-Basri), Rebia, Süleyman b. Yesar'ın da görüşleridir.

 

Re'y alimleri, Evzai, Sevri ve daha başka bir grup da lian'ın ancak müslüman, adil, hür ve iftira cezasına çarptırılmamış eşler arasında cari olabileceği görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir.

 

Bu iki görüşün yaklaşımları şu şekildedir: Lian kendisinde iki özelliği bir arada toplamaktadır: Yemin ve şehadet. Nitekim Yüce Allah liana, "şehadet" tabirini kullanırken Hz. Peygamber de: "Eğer yeminler olmasaydı, onunla benim aramda bir macera olurdu." buyurduğunda "yemin" ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla yemin tarafını ağır bastıranlar yemin yapması sahih olan herkesin Handa bulunabileceğini söylemişlerdir. Bunlara göre, "Kadınlara zina isnadında bulunanlar..." ifadesinin genel (am) oluşu da bunu gerektirmektedir. Hz. Peygamber onu yemin diye İsimlendirmiştir; Allah'ın ismine ve tekitli bir yemin sözcüğüne ve onun cevabına ihtiyaç vardır. Yine yemin olduğu içindir ki, Handa -şehadetin aksine- kadın ve erkek eşittir. Eğer şehadet olsaydı, lafzı tekrarlanmazdı. Yemin ise öyle değildir. Kasamede olduğu gibi, yeminin tekrarlanması meşrudur. Hem şehadeti makbul olmayan bir insanın lian ve çocuğun reddine olan ihtiyacı, şehadeti makbul insanların ihtiyacı ile aynıdır. Şehadeti makbul olmayanın başına gelen ve Hana götürecek olan durum, adil ve hür insanın başına gelen durum gibidir. Şeriat iki türden birinin zararım kaldırıp, onun hakkında bir çıkış ve kurtuluş yolu indirip de, diğer türü sıkıntıve ağır yükler altında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmaz. Mümkün müdür ki şeriatte, bir kişi yardım isteyecek de ona el uzatılmayacak eman isteyecek eman verilmeyecek, konuşmuş olsa konuşamayacak (çünkü ceza var), sussa susamayacak (çünkü içi rahat etmeyecek), Allah'ın rahmeti ona dar gelece! ve sadece şehadeti makbul insanları kapsayacak olsun? Bu, Rahmet Peygamberi'nin hoşgörü ve genişlik esasına dayalı şeriatının asla kabul etmeyeceği bir durumdur.

 

Diğerlerinin delilleri: Yüce Allah (c.c): "Eşlerine zina isnadında bulı nup kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitligi..." buyurmaktadır. Bu ayette üç açıdan delil vardır:

 

Birincisi: Yüce Allah lian yapacak kocaları şahitlerden istisna kılmıştır. Buradaki istisna kesinlikle istisna-i muttasıldır. Bu yüzden de ... kelimesi merfu olarak gelmiştir.

 

İkincisi: Kocaların Handa bulunmalarının bir şehadet olduğunu tasrih etmiş, sonra Yüce Allah daha ziyade beyanda bulunarak: "Kadının, kocanın yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitli etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gaz! bınm kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır." buyurmuştur.

 

Üçüncüsü: Yüce Allah lian ifadelerini şahitlerin yerine bedel kılmış bulunmamaları durumunda onların yerini aldırmıştır.

 

Amr b. Şuayb, babası ve dedesi kanalıyla Hz. Peygamber'in: "Ne ı köle, ne de iki kafir arasında lian yoktur." buyurduğunu rivayet eder. Ebu Ömer b. Abdİlber, bunu et-Temhid'de zikretmiştir.

 

Darakutni yine aynı zattan, aynı senetle merfu olarak: "Dört (grup) vardır ki bunlar arasında lian yoktur: Hür ve cariye arasında lian yoktur. Hür kadın ve köle arasında lian yoktur. Müslüman ve yahudi kadın arasında lian yoktur. Müslüman ve hıristiyan kadın arasında lian yoktur." hadisini nakleder.

 

Abdürrezzak, Musannef'inde İbn Şihab'dan, şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber'in, (Mekke valisi) Attab b. Esid'e talimatından birisi de: "Dört (grup) arasında lian yoktur." buyurarak yukardakileri saymasıdır.

 

Hem sonra lian şahitlikten bede! ve şahitlerin bulunmaması halinde onların yerine kaim kılınmıştır. Dolayısıyla ancak şahitlikleri makbul olan kimseler lian yapabilirler. Lian şahitlik sayıldığı içindir ki, kadın Handan kaçındığında kocanın yaptığı dört lian ifadesi, dört zina şahidi yerinde kabul edilerek zina cezasına çarptırılmaktadır.

 

" = Bu geçen yeminler olmasaydı, benimle onun arasında bir macera olurdu." şeklindeki hadise gelince; mahfuz olan ve Buhari'de yer alan ifadesi: = Eğer Allah'ın Kitab'ında geçen (hüküm) olmasaydı..." şeklindedir. ..... şeklindeki rivayet Abbad b. Mansur'un rivayetidir.

 

Pek çok kimse onu tenkit etmiştir. Yahya b. Main: "O bir şey değildir." demiş. Ali b. el-Huseyn b. el-Cüneyd er-Razi: "Metruktür, kadercidir." demiş. Nesai de zayıf olduğunu söylemiştir.

 

Şeriatte yerleşik bir kaide vardır: Beyyine, müddei üzerine, yemin de münkir (inkar eden davacı) üzerinedir. Koca burada iddia makamındadır. Dolayısıyla onun Hanı şehadet olmaktadır. Eğer yemin olsaydı, müdei (davacı) olduğu için (lian) kendi tarafına düşmezdi.

 

Birinci görüş sahiplerinin cevaplan:

 

Liana şehadet isminin verilmesi, Handa bulunanın yemininde: "Allah adına şahitlik ederim ki..." demesindendir. Lafzına itibarla her ne kadar yemmse de, bu şekilde şehadet diye isimlendirilmiştir. Nasıl yemin olmaz ki, Handa bulunan kasem ve cevabı ile onun yemin olduğu tasrih edilmiştir. Yine, demesi durumunda bununla yemin etmiş olmaktadır. Bu yeminde sarih bir ifade olduğu için yemine niyet edip etmemesi durumu değiştirmez. Araplar hem lügatlerinde, hem de kullanışlarında bu ifadeyi yemin saymaktadırlar. Kays şöyle demiştir:

 

"Allah yanında şehadet ederim ki, ben onu gerçekten sevmekteyim. İşte budur onun bendeki yeri; acep nedir ondaki benim yerim."

 

Bu beyitte, bir insanın Allah'ın ismini zikretmese bile sadece demesiyle yemin etmiş olur görüşünde olanlar için delil vardır. İmam Ahmed'den gelen bir rivayet de öyledir. İkinci rivayete göre, ancak niyetle yemin olur. Bu, aynı zamanda çoğunluğun görüşü olmaktadır. demesi ise, niyetsiz mutlak zikrinde bile yine çoğunluğa göre yemindir.ila yapanların şahitlerden istisnası konusuna gelince; şöyle denilebilir: Herşeyden önce ... ayetindeki ... manasında sıfattır. Yani ... şeklindedir. Çünkü ... kelimeleri sıfatlık ve istisnalık manalarında birbiri yerine kullanılabilir. ... anlamında ... ile istisna yapılabilir. ... anlamında ... ile vasıflandırılmaya gidilebilir. (Bu takdirde mana, "şahid olarak sadece kendileri" değil de; "kendilerinden gayrı şahitleri..." şeklinde olur.)

 

İkinci olarak, ... kelimesi ... dan müstesnadır. Ancak bu istisnanın Beni Temim lugatına göre munkatı olması caizdir. Çünkü onlar istisnay-ı munkatı'da da, müstesnayı bedel olmak üzere okuyorlar. Nitekim hem onlar, hem de Hicazİılar istisnay-ı muttasılda da, müstesnayı bedel olmak üzere i'raba tabi tutmaktadırlar.

 

Üçüncü olarak, ... kelimesi ... dan, sadece sözlerinin kabulü konusunda onların yerlerinde tutuldukları için istisnaya gidilmiştir. Bu izah, özellikle de, kadın Handan kaçındığında, kocanın Hanı durumunda recmedilir görüşünde olanlara göre -ki sahih olan da budur- gerçekten güçlüdür. İnşaallah izahı ilerde gelecektir. Doğrusu şudur: Lian iki vasfı bir arada bulundurmaktadır: Yemin ve şehadet. O hem kasem ve tekrarla tekid edilmiş bir şehadettir; hem de şartlar gereği durumun te'kidini gerektirdiği için şehadet lafzı ve tekrarlan yapılmış ağır bir yemindir. Bu yüzden Handa on türlü te'kid bulundurulmuştur:

 

1- Şehadet lafzının zikri.

 

2- Kasemin Rab Teala'nın yüce isimlerinden ve esma-i hüsnanın bütün manalarını içinde toplayan "Allah" (c.c.) ismi ile zikredilmiş olması.

 

3- Cevap cümlesinin, üzerine kasem edilen şeyin te'kidini sağlayan edatlardan olan ile te'kidi.

 

4- Bunun dört defa tekrar edilmesi.

 

5- Beşinci defasında, eğer yalancılardansa kendi üzerine Allah'ın lanetini istemesi.

 

6- Hz. Peygamber'in, beşinci yemin sırasında, onun Allah'ın azabını gerektirici olduğunu ve dünya azabının ahiret azabından ehven olduğunu belirtmesi.

 

7- Kocanın Hanını, kadın üzerine azabın husulünü gerektirici kılması.

 

Azabdan maksat ya haddir ya da hapistir; kadının Iianını da, kendisinden azabı uzaklaştırıcı kılması.

 

8- Bu Han, ikisinden biri üzerine, ister dünyada ister ahirette olsun mutlaka azabı gerektirmektedir.

 

9- Lianda bulunan eşleri ayırmak, kadının yuvasını ayrılıkla yıkmak, harab etmek.

 

10- Ayrılığın ve aralarındaki haramlığın devamlı olması.

 

Lianın durumu işte böyle olunca, o hem şehadetle iç içe bulunan bir yemin; hem de yeminle birlikte olan bir şehadet kılınmıştır; lianda bulunan erkek sözünün kabulü için şahit gibi sayılmıştır. Eğer kadın Iiana yanaşmayacak olsa şahitliği yürüyecek ve kadın had esasına çarptırılacaktır. Erkeğin şahitliği ve yemini iki şey ifade etmektedir: Kendisinden (iftira) haddini düşürmekte, kadına (zina) haddini gerektirmektedir. Eğer kadın da lianda bulunur ve böylece erkeğin lianı başka bir Iianla karşılaşırsa, bu durumda erkeğin Hanı sadece kendi üzerinden haddin düşmesini sağlar, kadın üzerine haddin uygulanmasını gerektirmez. Böylece erkeğin lianı, kadına değil de kendisine nisbetle şehadet ve yemin olmaktadır. Çünkü eğer lian sırf bir yemin olsaydı, erkeğin 'nücerred yeminiyle kadın had cezasına çarptırılmazdı. Eğer şehadet olsaydı, sadece kendisinin şahitliğiyle kadına yine had tatbik edilmezdi. Ama buna kadının Handan kaçınması da eklenince, erkek hakkında, te'kidli ifadeleri ile ısrarı ve kadının da kaçınması sebebiyle şehadet ve yemin tarafı kuvvet kazanır, bu durum erkeğin doğruluğuna açık bir delil olur ve ondan (iftira) haddini düşürür; kadına da (zina) cezasını vacip kılar.

 

Bu olabilecek en güzel hükümdür. Düşünen bir kavim için Allah'tan daha güzel hükmü olan kim vardır! Böylece ortaya çıkmıştır ki, lian hem yemindir, içinde şehadet manası vardır, hem de şehadettir, içinde yemin manası vardır.

 

Amr b. Şuayb'ın, babası ve dedesi kanalıyla rivayet ettiği hadise gelince; eğer onun Amr'a ulaşması sahih olsaydı, ne kadar açık bir delaleti olurdu. Ama heyhat! Amr'a ulaşıncaya kadar tarikinde nice badireler, nice uçurumlar var! İbn Abdilber: "Bu hadisin senedinde Amr b. Şuayb'dan beride kendisine güvenilebilecek hiçbir kimse yoktur." demiştir.

 

Darakutni'nin rivayet ettiği diğer hadisine gelince, onun da yolu üzerinde Osman b. Abdurrahman el-Vakkasi vardır. Hadisçİlerin icmaı ile o da "metruk"tur. Dolayısıyla onun yüzünden hadisin yolu kesiktir.

 

Abdürrezzak'ın rivayetine gelince, hadisçilere göre Zühri'nin mürselleri zayıftır ve delil olarak kullanılamaz. Hem Attab b. Esid, Hz. Peygamber'in Mekke valisi idi. Mekke'de yahudi ya da hıristiyan yoktu ki Hz. Peygamber ona, onlar arasında lianda bulunmaması talimatını versin.

 

"Bu geçen yeminler olmasaydı..." hadisini reddediyorsunuz. Oysa ki hadisi Ebu Davud Sünen'mde rivayet etmiştir. İsnadı da fena değildir. Seneddeki Abbad b. Mansur'a sarılmanız, reddi için yeterli değildir. Onun en büyük kusuru kaderci olması ve mezhebinin propagandasını yapmasıdır. Bu ise hadisinin reddini gerektirmez. Sahih'te, doğruluğu bilinen kimselerden olmak kaydıyla Kaderiyye, Mürcie, Şia'ya mensup birçok raviye yer verilmiştir. "Eğer Allah'ın Kitab'mda geçen (hüküm) olmasaydı..." ifadesi ile "Bu geçen yeminler olmasaydı..." rivayeti arasında bir zıdlık da yoktur ki, iki lafızdan birinin diğerine tercih ve takdimine ihtiyaç duyulsun. Çünkü, "geçen (söylenen) yeminler" bizzat Allah'ın kitabındadir; Allah'ın kitabı da, lianda bulunan eşler arasında vaz'ettiği hükmüdür. Hz. Peygamber bu sözüyle, "Eğer Allah'ın, lianda bulunan eşler arasını ayıran hükmü geçmiş olmasaydı..." demek istemiştir.

 

"Şehadet (beyyine) davacı tarafına, yemin de davalı tarafına düşer." kaidesinin şeriatta yerleşikliğiyle ilgili sözünüze birkaç açıdan cevap verilebilir:

 

Birincisi: Şeriat bu kaide üzerinde sabit değildir. Aksine kasamede davacıların yemini ile işe başlamaktadır. Bu karinelerle (levs) onların tarafının daha güçlü olmasından dolayıdır. Dolayısıyla şeriattaki bu kaide, yeminin taraflardan daha güçlü olanın tarafına ait olması şeklindedir. Beraet-i asliyye (asıl olan suçsuzluktur ükesin)den dolayı davalı tarafı daha güçlü olduğu için, genelde yemin davacı üzerindedir. Ama kasamede, karinelerle davacı taraf güç kazanınca, güçlü taraf olması hasebiyle yemin, onların tarafına geçmiştir. Sahih olan görüşe göre, yine aynı şekilde davalının nükulü (yeminden kaçınması) ile, davacı tarafının güç kazanması durumunda da kendisine: "Yemin et, hak kazan." denilir. Bu durum, imkanlara göre, kulların çıkarlarının korunması için konulan ilahi şeriatın hikmet ve kemalinin bir neticesidir. Eğer yemin her zaman için aynı taraf üzerine meşru kılınmış olsaydı, daha ağır basan tarafın gücü heder olurdu. Bu ise Sari' Teala'nın hikmeti ile bağdaşmaz. O'nun getirdiği hüküm, bizzat hikmet ve maslahatın doruğu olmaktadır.

 

Bu anlaşildıysa, şimdi bakıyoruz: Burada koca tarafı kadın tarafından daha güçlüdür; çünkü kadın zina ettiğini inkar ediyor ve kocasının bühtanda bulunduğunu söylüyor. Kocanın ise kendi mahremiyetini ortaya dökmesinde, yatağım (nesebini) ifsad etmesinde, ailesini fahişeliğe nisbetinde bir garazı yoktur. Aksine, bu onu son derece tedirgin eder ve hayatında en çok nefret edeceği bir durumdur. Dolayısıyla bu açık bir karine (levs) olur. Bir de buna kadının Handan kaçınması (nükulü) eklenince, durum fert veya toplum olarak herkesin kalbinde güç kazanır ve bu şer'an kadın üzerine zina hükmünün sabit olmasını gerektiren müstakil bir delil halini alır. Bu durumda kadının da, kendisinden Nur (24/2) süresindeki: "Onların azablarına mü'minlerden bir grup şahitlik etsin (orada hazır bulunsun).'* ayetinde sözü edilen azabı bertaraf edecek karşı lian yeminlerinde bulunma hakkı vardır. Eğer kocanın lianı gerçek bir beyyine olsaydı, ondan sonraki kadının yeminleri kendisinden hiçbir şey uzaklaştıramazdı. Bu, Hz. Peygamber'in hükmünden çıkarılan ikinci fasıl ile vuzuh kazanır: Faslın konusu şudur: Kadın lianda bulunmadığı zaman ne olur? Had mi uygulanır, ikrar edinceye ya da lianda bulununcaya kadar hapis mi edilir?

 

Fukahaya ait iki görüş vardır: İmam Şafii ile selef ve haleften bir grup: "Had uygulanır." demişlerdir. Hicaz alimlerinin görüşü de böyledir. İmam Ahmed: "İkrarda ya da lianda bulununcaya kadar hapsedilir." demiştir. Irak alimlerinin görüşü de budur. İmam Ahmed'den gelen ikinci b:r rivayet ise: "Hapsedilmez, serbest bırakılır." şeklindedir.

 

Irak alimleri ve onlar doğrultusunda düşünenler şöyle derler: Eğer kocanın Hanı haddi gerektiren bir beyyine olsaydı, kadın lianla ve beyyineyi tekzible haddi düşürme hakkına sahip olamazdı. Nitekim aleyhine dört zina şahidinin bulunması durumunda böyle bir yetkisi yoktur.

 

Koca kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şehadette bulunsa, bu şahitlikle üzerine had uygulanmaz. Dolayısıyla yalnız başına yaptığı şahitlikle, kadın üzerine evleviyetle had gerekmez. Sonra koca lian yapanlardan biridir. (Tek taraf) diğeri üzerine haddi gerektirmez. Nitekim kadının lianı da koca üzerine haddi gerektirmemektedir.

 

Hz. Peygamber: "= Beyyine davacı üzerinedir. buyurmuştur. Kocanın burada davacı olduğunda şüphe yoktur.

 

Hem kocanın Hanının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacib kılmak değildir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Beyyine yoksa sırtına had!" buyurmuştur. Çünkü kocanın iftirada bulunmasının gereği, yabancının iftirasının gereği gibidir; o da haddir. Yüce Allah, bu hadden kurtulması için lianla ona bir kapı açmıştır. Kadın üzerine had ikamesinin yolunu da şu iki durumdan birisinin bulunması şeklinde belirlemiştir: Ya dört şahit, ya da itiraf. Bazı sahabilere göre de bir üçüncü durum gebeliktir. Nitekim Hz. Ömer ve bazıları bu görüştedirler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in minberi üzerinde şöyle demiştir: "Recim, muhsan (evli) olma şartıyla zina eden her erkek ve kadın üzerine; beyyine bulunması veya gebelik durumunun olması, ya da itirafta bulunması durumunda vacibtir."

 

Hz. Ali de aynı şekilde söylemiş, had sebeplerini üç şey olarak belirlemiş, Hanı bunlardan saymamıştır.

 

Sonra bu kadının zina ettiği tahakkuk etmemiştir, dolayısıyla üzerine had gerekmez. Çünkü zinasının tahakkuku sadece kocanın lianı ile olmaz. Şayet sadece kocanın lianı ile tahakkuk edecek olsa, artık kadın Handa bulunsa bile had düşmez ve bundan sonra kadına iftirada bulunana da had gerekmezdi. Sadece kadınm nükulü (Handan kaçınması) ile de tahakkuk etmez. Çünkü had nükul ile sabit olmaz. Zira hadler şüphe ile düşerler, hal böyle olunca nükul ile nasıl gerekebilir? Çünkü nükulün, aşırı utangaçlık, dili tutulmak, rezil rüsvay edici o makamın heybetinden dehşete düşmek vb. sebeplerle olması muhtemeldir. Bu durumda, beyyine olarak diğer hadlerde aranan sayının iki katının arandığı (dört erkek şahit) itirafı durumunda sahih ve sarih sünnetle sabit olduğu üzere dört ayrı ikrarda bulunması istenen bir had nükulle nasıl sabit olabilir? Sonra hem ikrarda hem de şahitlikte zina fiilinin açıkça tavsifi ve tasrihi şartı aranmaktadır. Böylece zorlaştırılmakta, mümkün mertebe vuku bulan zina olaylarının örtülmesi, şüyu edilmemesi amaçlanmakta, en küçük bir şüphe ile haddin bertaraf edilmesi ve düşürülmesi istenmektedir. Bu durumda, mal davaları dışında hiçbir had ve ceza davasında dikkate alınmayan ve bizzat kendisi şüphe olan nükulle nasıl olur da hüküm verilebilir?!

 

Şafii (r.h.), bir dirhem ve daha az konularda bile, en basit ta'zir için dahi nükul ile hükümde bulunmanın caiz olmayacağı görüşündedir. Hal böyle olunca, nasıl olur da, çok önemli bir konuda, çok zor sabit olan ve en çabuk düşen bir davada onunla hükme gidilebilir?

 

Kadın diliyle ikrarda bulunsa, sonra dönse üzerine had gerekmemektedir. Dolayısıyla suçsuzluğu üzerine yapacağı yeminden sadece imtina etmesi durumunda ise, üzerine had öncelikle gerekmeyecektir.

 

Kadının zinasının tahakkukunda ikisinden birinin Hanının etkisi olmadığı anlaşılınca, ikisiyle (kocanın lianı, zevcenin nükulü) birden tahakkuk edeceğini söylemek de iki sebepten dolayı mümkün olmayacaktır:

 

1) Her birinde mevcut olan şüphe, birinin diğerine eklenmesi ile yok olmaz. Yüz fasıkın şahitliği gibi. Çünkü kadının nükulünün, aşın utangaçlıktan, duruşma makamının heybet ve kalabalığından, sıkılganlıktan, konuşma aczinden dilin tutulmasından olma ihtimali, kocanın lianı ile ortadan kalkmaz. Kocanın lianındaki şüphe de kadının nükülü İle yok olmaz.

 

2) Diğer haklarda olduğu gibi, sadece yemin ile hükmedilemeyen davalarda, yeminle birlikte nükulle de hükmedilemez. "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." ayetine gelince; bu ayette geçen azaptan kastedilen kesin değildir. Had olabileceği gibi, hapis veya başka bir ceza da olabilir. Dolayısıyla "azab"dan had kasdedildiği kesin değildir. Çünkü mutlak bir kelime, harici bir delil olmadıkça mukayyede delalet etmez. En azından ihtimal ifade eder, ihtimalle de had cezası sabit olmaz. Bu tez, daha önce geçen Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye ait: "Had ancak beyyine veya itiraf (ikrar), ya da gebelikle (isbat edilmiş) olur." sözüyle de ağırlık kazanır.

 

Daha sonra bunlar, kadının Hana yanaşmaması durumunda kendisine ne yapılacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Ahmed: "Erkeğin Hanından sonra, kadının lianda bulunmadan kaçınması durumunda onu Hana icbar ederim. Üzerine (Handan önce) recm ile hükmetmekten korkarım. Çünkü kadın dili ile ikrarda bulunsa da, sonra dönse onu recmetmem. Bu durumda Handan kaçınıyor diye nasıl recmedebilirim? " demiştir. İmam'dan ikinci bir rivayet: "Serbest bırakılır." şeklindedir. Ebu Bekir de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü üzerine had vacip değildir, beyyinenin tamam olmaması durumundaki gibi tahliye edilmesi gerekir.

 

Haddi vacip kılanların karşı cevap ve tenkitleri:

 

Bunlar şöyle diyorlar: Malum olduğu üzere Yüce Allah, kocanın Handa bulunmasını şahitlerden bedel ve onların yerine kaim kılmıştır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Han yapan kocaları şahitler saymıştır. Onların Hanlarının şehadet olduğunu açıkça belirtmiştir. Daha açığı, "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." ifadesidir. Bu ifade, dünyevi azabın sebebinin vücuda gelmiş olduğuna ve bu azabı da kendisinden ancak Hanının kaldıracağına delalet eder. Lianı ile kadından kaldırılacak "azab", "Mü'minlerden bir grup onların azabına şahitlik etsin (hazır bulunsun)." ayetinde sözü edilen azaptır. Bu azap da kesinlikle haddir. Bu ayette kelimesi muzaf olarak, lian ayetinde de ahid (bilgi) için olan ile zikredilmiştir. Dolayısıyla, bu kelimesinin, Kur'an'da zikri geçmeyen, herhangi bir şekilde delalet de bulunmayan hapis vb. bir cezaya yorulması caiz değildir. Sonra nasıl olur da kadın serbest bırakılır ve Hansız kendisinden azab kaldırılır? Bu Kur'an'ın zahirine açıkça muhalefetten başka bir şey değil midir?

 

Yüce Allah kocanın Hanını, kendisinden iftira cezasını, kadının Hanını da kendisinden zina cezasını düşürücü bir nitelikte kılmıştır. Koca Handa bulunmadığı zaman nasıl kendisine iftira cezası tatbik ediliyorsa, kadın Hana yanaşmadığında da kendisine zina cezası tatbik edilir.

 

"Kocanın lianı kadın üzerine haddi gerektiren bir beyyine olsaydı; kadın, yabancının şahitUğinde olduğu gibi Han ile onu düşürme yetkisine sahip olamazdı." sözünüze gelince, onun cevabı şöyle olacaktır:

 

Lian hükmü, başlı başına müstakil bir hükümdür ve diğer davalar ve beyyinelerle ilgili ahkama tabi değildir. O kendi başına kaim bir asıldır, diğer hükümleri vaz'eden Allah onu da vaz'etmiş, helal ve haramı açıklayan (Allah) onu da açıklamıştır. Kocanın Hanı şahitlerden bedel olunca, hiç kuşkusuz beyyine mertebesinden aşağı inmiştir. Böylece yalnız başına beyyine hükmü ile müstakil olmamıştır ve kadına benzeri bir Hanla karşı koyma hakkı tanınmıştır. Onun da lian etmesi durumunda biz kullar için iki taraftan birini tercih imkanı bulunmaz. Ama Allah onlardan birinin yalancı olduğunu bilir. Sadece kocanın Hanı ile kadına had tatbikinin bir gerekçesi yoktur. Kadına, ona karşı koyma ve kendisinin masum olduğunu ortaya koyacak Han imkanı tanınır ve o da bunu yapmaz, kaçınırsa (nükul), o zaman (iş değişir): Koca zina iddiasıyla Handa bulunmuş (zina haddini gerektirici tasarruf); buna da bir karine eklenmiş ve onu teyid etmiştir ki, bu karine kadının nükulü ve kendisini azaptan kurtaracak, üzerinden haddi kaldıracak şeyden yüz çevirmesidir.

 

"Koca, kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şahitlik etse, bu şahitlikle kadına had gerekmez. Bu durumda sadece kendi şahitliği ile nasıl gerekebilir?" sözünüzün cevabı şöyledir: Kadın sadece şahitlikle had cezasına çarptırılmıyor. Bilakis hem kocanın beş defa Iianda bulunması, hem de kadının imkanı varken karşı Handa bulunmadan kaçınması sebebiyle, hadde maruz kalıyor. Bu iki şeyin birleşmesinden, kocanın doğruluğuna gayet açık ve güçlü bir şekilde delalet eden bir delil ortaya çıkmaktadır ki, bununla ulaşılan kanaat, şahitlerin şahitliğinden elde edilen kanaattan çok daha güçlüdür.

 

"O Hanın iki tarafından biridir. Kadının Hanının koca üzerine had gerektirmediği gibi, kocanın liam da kadın üzerine had gerektirmez.*' sözünüzün cevabına gelince: Kadının lian'ı sadece haddi (düşürmek) için meşru kılınmış, haddi gerektirici olarak meşru kılınmamıştır. Nitekim Yüce Allah: "Kadının... şehadet etmesi kendisinden azabı kaldırır." buyurmuştur. Nas, kocanın Hanının haddi gerektirici, buna karşılık kadının lian'ının ise haddi gerektirici değil, düşürücü olduğuna delalet etmektedir. Bu itibarla, bunlardan birisini diğerine kıyas etmek, Yüce Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri bir araya toplamak olur ki, o da batıldır.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem); Beyyine davacı üzerinedir." hadisine gelince, o başımızın gözümüzün üstüne! Hiç şüphe yoktur ki, kocanın zikredilen ve tekrarlanan lianı bir beyyinedir ve ona, bazılarınca ikrar, diğer bazılarınca da davacı beyyinesi makamında sayılan kadının nükulü eklenmiştir. Böylece bu en güçlü beyyinelerden biri olmuştur. Buna şu husus da delalet eder: Hz. Peygamber, ona: "Beyyine yoksa sırtına had" buyurmuş ve Allah bunu iptal etmemiştir. Bilakis, onu kendisinden haddi düşürecek ayrı bir beyyine ikamesinden aciz kalması durumunda ikame edebileceği başka bir beyyineye çevirmiştir. Bu çevrilen beyyine rütbe olarak daha aşağıda olunca, bu kez onu güçlendirecek ayrı bir şeye itibar etmiştir ki, o da kadının karşı koymaya ve haddi def etmeye imkanı varken yüz çevirmesi, nükulde bulunmasıdır.

 

"Kocanın Hanının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacip kılmak değildir." şeklindeki sözünüze gelince; eğer siz bununla, "Onun gereği kendisinden haddi düşürmektir." diyorsanız doğrudur. Yok eğer, "Ondan haddin düşmesi lianın bütün gereğini düşürür, başka bir gereği yoktur." demeyi kastediyorsanız, bu kesinlikle batıldır. Çünkü ayrılığın gerçekleşmesi veya aralarını ayırmanın vacipliği, ebedi veya geçici haramlık, kocanın tasrihi ile çocuğun açıktan veya Han ile zımnen reddi ile iktifa, had ya da hapis yoluyla zevce üzerine azabın vacib olması, bütün bunlar Hanın gereklerindendir. Bu durumda, "Kocanın Hanı, sadece kendisinden iftira cezasının düşürülmesini gerektirir." demek doğru olmaz.

 

"Sahabe zina haddini üç şeyden biri ile gerekli görmüşlerdir: Ya beyyine veya ikrar (itiraf) ya da gebelik. Lian bunlardan değildir." sözünüzün cevabı da şöyle: Sizinle tartışmada olanlar şöyle diyorlar: "Eğer Han ile kadın üzerine haddi gerekli kılmak bu sahabilerin sözlerine muhalif oluyorsa, gebelikle haddi düşürmek onlara daha açık ve kuvvetli bir muhalefet olur." Onların gebelikle gerekli gördükleri haddi düşürmeyi ve onlara açıkça muhalefette bulunmayı tecviz eden ve fakat, sizin gibi düşünmeyenlere, bu üçün dışında bir sebeple haddi gerekli görme hususunda muhalefette bulunmayı haram kılan şey nedir, söyler misiniz? Oysa ki, onlar üç açıdan sizden daha çok mazu durlar:

 

Birincisi: Onlar bu sahabilerin sözlü ifadelerine muhalefet etmemişlerdir. Onlarınki, sözlü beyanda bulunmadıkları mefhuma muhalefettir. Oysa ki siz, açıkça beyan ettikleri hususa muhalefet ettiniz.

 

İkincisi: Onların muhalefeti nihayet mefhumadır ve yine ashaptan bir grubun haddin gerekliliğini ifade ederek buna muhalefetleri sözkonusudur. Onlar ashabın üzerinde icma ettikleri bir hususa muhalefet etmemişlerdir. Siz ise onların sözlü beyanlarına (mantuk) muhalefet ettiniz ve burada onlara bir muhalifin bulunduğu da bilinmemektedir, ki bu gebelikle haddin gerekli olması hususudur. Sahabeden hiçbir kimsenin bu yüzden haddin gerekeceği konusunda Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye muhalefetleri bilinmemektedir.

 

Üçüncüsü: Onlar sözkonusu mefhuma, bu geçen delillerin sözlü beyanlarına (mantuk) ve "Şehadet etmesi ondan azabı kaldırır." ifadesinin de mefhumuna dayanarak muhalefet etmişlerdir. Şüphesiz ki bu ayetin mefhumu (yani şehadet etmezse azab düşmez şeklindeki mefhum-i muhalifi), Hz. Ömer'in ve Hz. Ali'nin sözlerinin mefhumundan daha güçlüdür. Onlar daha güçlü ve evla olan bir mefhumdan dolayı, başka bir mefhumu terketmişlerdir. Hem onlar sahabeye nasıl muhalefet etmiş olurlar? Çünkü onların sözleri, sahabenin sözlerine uygundur. Zira lian kadının nükulü ile birleşince, daha önce de geçtiği üzere en güçlü beyyinelerden birisi olmaktadır.

 

"Kadının zinası tahakkuk etmemiştir..." sözünüze gelince, cevabı şöyle olacaktır: Eğer siz "tahakkuk" sözünden muharremat gibi yakin ve kesin demeyi kastediyorsanız, haddin uygulanması için bu şart değildir. Eğer bu şart olsaydı dört kişinin şahitliği ile ceza tatbik edilemezdi. Zira onların şahitlikleri zinayı bu manada muhakkak kılmaz. Eğer "tahakkuk etmemek"ten de, sübut tarafı ağır basmayacak şekilde eşit olarak şüphelidir demeyi kastediyorsanız, bu da kesin olarak batıldır. Aksi takdirde Hanı ile üzerinden düşürülen azab, kadın üzerine vacib olmazdı. Hiç şüphe yok ki, kocanın tekitli ve mükerreren yapılan Hanı ile imkanı varken kadının nükulde bulunmasından hasıl olan tahakkuk, dört şahitle elde edilecek tahakkuktan daha güçlüdür. Çünkü olabiHr ki, şahitlerin kadına karşı bir garazları vardır ve bu yüzden ona iftirada bulunmak, şerefini çiğnemek, ko'cası ile aralarını bozmak istemişlerdir. Kocada ise böyle bir garazın bulunması sözkonusu değildir.

 

"Eğer tahakkuk edecek olsa ya kocanın Hanı ile, ya kadının nükulü ile, ya da her ikisiyle tahakkuk edecektir..." sözünüze gelince; her ikisiyle birden tahakkuk etmektedir. İki şeyden her birinin haddi gerektiricilikte müstakil

 

olmayışı ve zayıf bulunuşundan, ikisinin birlikte haddi gerektiricilikle müstakil bir delil olamayacağı gerekmez. Zira bu, yalnız başına hükme mesned olamayan, fakat bir başkasından aldığı kuvvetle birlikte mesned olabilen her tekin Özelliğidir.

 

"Şafii'ye şaşmak lazım! Bir dirhemlik bir davada nükul ile hükmetmiyor da, Sari' Teala'nın örtmeye son derece gayret ettiği, sübutu için en büyük beyyıneyi (dört şahit) istediği bir haddin uygulanmasında onunla hükümde bulunuyor." sözünüze gelince, burası ne Şafii, ne de bir başka imamın müdafaasının yapıldığı yer değil. Bu kitabımız da bu amaç için yazılmamıştır. Kasdımız herhangi bir alimi desteklemek de değildir. Bizim bu kitaptan maksadımız sadece Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yaşantısında, kazalarında, koyduğu hükümlerinde gerçekleştirdiği rehberliğini, O'nun hatt-ı harekatım ortaya koymaktır. Bunun ötesinde girdiğimiz izahlar vb. hep asıl maksadımıza tabidir, maksadımız olduğu için verilmiş değildir. Farzet ki, nükul ile hükmetmeyen kimse kendi içerisinde tenakuza düştü. Bunun Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) koyduğu şeriata ne zararı olur?

 

Kaldı ki İmam Şafii bir tenakuz içerisinde değildir. Çünkü o, bir desteği bulunmayan sade nükul ile Hanla beraber olan nükulü ayırmıştır. Lian deyip de geçmeyiniz, tekitli ve mükerreren yapılmakta, koca hakkında hal karinesi ile beraber beyyıne yerine geçmektedir. Koca, karısının zina etmesi, onun rezil rüsvaylığı, yuvasının yıkılması, kendisinin ve sevgilisinin müslümanların gözü önünde büyük kalabalık içinde dikilerek, Allah'a dört defa yemin ettikten sonra, eğer yalancılardan ise kendi üzerine Allah'ın lanetini dilemesi gibi durumlar koca için hiç de hoş olmayan şeyler olmasına rağmen lianda bulunmuşsa, iddiasının doğruluğuna bu bir hal karinesi olur. İmam Şafii, işte böylesi bir Hanla birleşen nükul ile hükümde bulunmuştur. Dolayısıyla onun mücerred nükulle hükümde bulunduğu da nereden çıkıyor?

 

"Şayet kadın zina itirafında bulunsa da, sonra rücu etse kendisinden had düşmektedir. Bu durumda sadece yeminden kaçınmış olmakla nasıl had gerekir?" sözünüzün cevabı az önce geçti.

 

"Lian ile kaldırılan azab hapis ya da başka bir azaptır." sözünüzün cevabına gelelim:

 

Zikredilen azab, ya dünya azabıdır ya da ahiret azabı. Buradaki "azab''ın ahiret azabı olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır. Zira ahiret azabı vacib olduktan sonra, lianda bulunması onu düşüremez. Şu halde azabdan maksat sadece dünya azabıdır ki o da kesinlikle haddir. Çünkü o, hadde uğramış kimsenin "azabf'dır ve o ahiret azabı karşılığında bir fidyedir. Bu yüzden Cenab-ı Allah haddi, ahiret azabından anndıncı ve kurtarıcı olmak üzere meşru kılmıştır. Hem aynı surenin başında "Mü'minlerden bir grup, onların azablarına şahitlik etsin (orada hazır bulunsun)." buyurarak bunu açıklayan Yüce Allah, burada da aynısıyla tekrar etmiş ve: "Ondan azabı kaldırır." buyurmuştur. Buradaki azab, bizzat (yukardaki ayette sözkonusu olan) "şahid olunulan azab'dır ve lianda bulunmak suretiyle onu def etmeye Yüce Allah imkan tanımıştır. Burada başka azab nerededir ki, ayet onunla tefsir edilmeye çalışılıyor? Bu anlaşıldıysa biliniz ki, sahih olan görüş işte budur; başka türlü olabileceğine inanmıyor, bundan başka yapılacak bir izahı da kabul etmiyoru-. Tevfik Allah'tandır.

 

Soru: Koca zina isnadında bulunduktan sonra Hana yanaşmasa, nükul etse; hükmü ne olur?

 

Cevap: Selef ve halef ulemasının büyük çoğunluğuna göre iftira cezasına çarptırılır. Bu İmam Şafii, Malik, Ahmed ve tabiilerinin görüşleridir. Ebu Hanife buna muhalefetle: "Lianda bulununcaya ya da zevce ikrarda bulununcaya kadar hapsolunur." demiştir. Bu görüş ayrılığı, "Kocanın zevcesine zina isnadının gereği, acaba yabancı kadına iftirada olduğu gibi had midir ki lian yaparak düşürme hakkına sahip olsun? Yoksa bu isnadın gereği bizzat lian mıdır?" prensibindeki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Birinci şık cumhurun, ikinci şık da Ebu Hanife'nin görüşleri olmaktadır.

 

Cumhur, Ebu Hanife'ye karşı: "İffetli kadınlara iftira edip de, sonra dört şahit getirmeyenler var ya, onlara seksen değnek vurun," ayetinin genel oluşunun, dolayısıyla kocayı da kapsayacağını ifade ederek görüşlerini delillendirmeye çalışmışlardır. Aynca, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Hilal b. Ümeyye'ye: "Beyyine yoksa sırtına had." buyurması, yine: "Dünya azabı, ahiret azabından kolaydır." demesi de -ki bunu Hilal b. Ümeyye Hana başlamadan önce kendisine söylemişti- delilleri arasındadır. Eğer kocasının zina isnadında bulunması sebebiyle üzerine iftira cezası gerekmeyecek olsaydı, bu sözlerin bir manası kalmazdı. Sonra koca; iffetli, hür ve aralarında kısas cari olan bir kadına iftira etmiştir, dolayısıyla yabancı gibi, iftirada bulunması sebebiyle hadde maruz kalır. Yine koca lianda bulunsa da, lian sonrasında kendisinin yalancı olduğunu söylese üzerine had gerekmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, kocanın zina isnadı, üzerine haddin gerekmesinin sebebi olmakta ve onu Hanla düşürebilme yetkisine sahip olmaktadır. Zira haddin gerekliliğinin sebebi olmasaydı, lian sonrasında kendisini yalanlaması durumunda had vacib olmazdı.

 

Ebu Hanife ise şöyle diyor: Kocanın zevcesine zina isnadı iki durumu gerektiren bir davadır: Ya lian, ya da zevcenin ikrarı. Eğer Hana yanaşmazsa, Handa bulununcaya kadar hapsedilir. Ancak kadın bu arada ikrarda bulunursa davanın gereği ortadan kalkar. Yabancının zina isnadı ise böyle değildir. Çünkü onun iftiraya maruz kalan kadın yanında (Han gibi) bir hakkı yoktur. Dolayısıyla o tam bir müfteri olur.

 

Cumhur şöyle cevap veriyor: Hayır! Aksine onun zina isnadı namusu üzerine kendi tarafından İşlenmiş bir cinayettir. Bunun da gereği, yabancının iftira etmesi durumunda olduğu gibi haddir. Şu kadar var ki, bu cinayette kadın aleyhine kocanın hakkını itlaf etmesi ve ona hiyanette bulunması gibi bir şaibe bulunduğundan, lian yoluyla, üzerine gerekecek olan iftira cezasını düşürebilme hakkı bulunmaktadır. Lian yapmaya hakkı ve imkanı olmasına rağmen buna yanaşmazsa, o takdirde iftiranın gereği amelini icra eder ve muarızı olmadığı için haddin gerekliliğini sağlayan bir delil olur. Tevfik Allah'tandır.

 

 

3- Hz. Peygamber'in (s.a.) Tasarrufları:

 

Lianla ilgili hadislerden çıkarılan hükümlerden birisi de şudur: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sadece vahiyle ve bir de Allah'ın kendisine gösterdiği şeylerle hükmediyordu. Bizzat kendi görüşü ile hükmetmiyordu. Çünkü, vahiy gelinceye kadar hükümde bulunmamıştı. Kur'an inince de Uveymir'e: "Senin ve eşin hakkında ayet indi. Git onu getir!" buyurmuştu. Rasülullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah emrolunmadığım bir sünneti aranızda ihdas ettiğim için beni sorguya çekmeyecektir." Bu durum yargıda (kaza), ahkam vaz'ında ve külli (genel) sünnetlerle ilgili konulardadır. Ama ahkam vaz'ı ile ilgisi bulunmayan, belli bir yerde konaklamak, belli bir adamı emir tayin etmek ve, "Durum hakkında onlarla istişarede bulun."[Al-i İmran, 159] emrinin bir gereği olarak yapılması gereken istişarelerle ilgili benzeri konulara gelince; bu gibi yerlerde içtihada (re'y) yer bulunmaktadır. Hurma aşılanması hakkında buyurdukları: "O sadece benim uygun bulduğum bir görüştür." hadisi bu kabilden olmaktadır. Ahkam ve külli sünnetler ise tamamen farklıdır.

 

Hadislerden çıkarılan bir diğer hüküm de şudur: Hz. Peygamber, Uveymir'e karısını getirmesini emretmiş ve Hz. Peygamberin huzurunda lianda bulunmuşlardır: Bundan lianın ancak devlet başkanı ya da onun naibinin huzurunda yapılabileceği ve tebadan olan fertlerin kendi aralarında lianda bulunamayacakları çıkar. Nitekim kişilerin kendi başlarına hadlerin uygulanmasına kalkışma yetkileri de yoktur. Bu yetki sadece devlet başkanı ya da onun naibine aittir.

 

 

4- Lian'ın Yapılışı:

 

Lianın, kalabalık bir grubun hazır bulunacağı bir mecliste yapılması sünnete uygundur. Çünkü yaşlarının küçük olmasına rağmen İbn Abbas, İbn Ömer ve Sehl b. Sa'd lian meclisinde hazır bulunmuşlardı. Bu, büyük bir kalabalığın orada hazır bulunduğuna delalet eder. Çünkü çocuklar bu gibi yerlere ancak büyüklerinin yanında giderler. Sehl b. Sa'd: "Onlar lianda bulundular. Ben de insanlarla beraber Hz. Peygamber'in yanındaydım." demiştir. Bunun hikmeti -Allah daha iyi bilir ya- lianın, bir daha yapılmaması ve caydırıcı olması için, çok büyük bir iş olduğunun vurgulanmaya çalışılmasıdır. Böyle bir hava verilmesi için büyük bir kalabalık huzurunda yapılması daha uygun olacaktır.

 

Taraflar ayakta olarak lianda bulunurlar. Hilal b. Ümeyye olayında Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine: "Kalk ve Allah adına yeminle dört defa şehadet et!" buyurmuştur.

 

Sahihayn'da, kadından bahsedilirken de: "Sonra kalktı ve şehadette bulundu." demiştir.

 

Çünkü Han yapan ayağa kalktığı zaman, hazır bulunanlar onu göreceklerdir ve bu Hanın aleniliği ve insanlar üzerindeki caydırıcı etkisi bakımından daha uygun bir pozisyondur.

 

Başka bir incelik daha vardır: İsabeti istenilen bir beddua, beddua edilen kimseyi ayakta yakalarsa yerini bulur. Bunun içindir ki Hubeyb, kendisini astıkları sırada müşriklere beddua ettiğinde, Ebu Süfyan hemen oğlu Muaviye'yi tutarak yere yatırmıştı. İnançlarına göre, insan yere yapıştı mı, beddua kendisini tutmazdı.

 

Liana, Allah ve Rasulü'nün başladığı gibi önce erkeğin başlaması gerekir. Şayet önce kadın başlayacak olsa, cumhura göre, bu lian sayılmaz. Ebu Hanife'ye göre ise sayılır.

 

Yüce Allah, hadde önce kadım zikrederek başlamış ve: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğe gelince, bunlardan her birine yüz değnek vurun."[Nur, 2] buyurmuş, lian ayetinde de önce erkekten başlamıştır. Bu son derece münasiptir. Çünkü kadının zinası erkeğinkinden daha çirkindir. Zira kadının zinası Allah'ın hakkını çiğnemeden öte, kocasının yatağını (harim-i ismetini) ifsad etmek, başkasından aldığı bir çocuğun nesebini ona yamamak, kendi aile ve akrabasını rezil rüsvay etmek, sırf kocasına ait olan hakka karşı cinayet ve hiyanette bulunmak, onun insanların yanındaki değerini düşürmek, bir fahişeyi nikahında tutuyor diye ayıplanmasına sebep olmak ve daha nice zina mefsedeti içermektedir. Dolayısıyla zina haddinden söz edilirken kadından başlanması son derece önem arzeder. Liana gelince; burada kadına zina isnadında bulunan, onu liana maruz bırakan, ırzına halel getiren ve büyük bir isnadda bulunan; ailesi ve akrabası içerisinde kadını rezil ve rüsvay eden bizzat kocadır. O yüzdendir ki, Handa bulunmadığı zaman üzerine had gerekmektedir. Dolayısıyl Handa önce erkekten başlanılması, kadından başlanılmasından daha uygundur.

 

Elde edilen hükümlerden biri de, taraflardan her birisine, liana başlamak istediklerinde vaaz ve nasihat etmektir. Yetkili tarafından öğüt verilir, nasihat yapılır ve erkeğe: "Dünya azabı ahiret azabından ehvendir." denilir. Beşinci yemin sırasında bu söz her ikisi için de tekrarlanır. Nitekim sahih sünnette bu şekilde sabit olmuştur.

 

Erkeğin de kadının da beş defadan az yaptıkları lian yeminleri kabul edilmez. Yine erkeğin beşinci şehadetinde kullanması gereken "lanet" sözcüğü yerine, "gazap", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullanması geçerli olmaz. Aynı şekilde kadının da "gazap" sözcüğü yerine "lanet", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullanması şehadetini geçersiz kılar. Her birinin Allah'ın Kitab'ında kendisi için taksimde bulunduğu ifade ve sayıda şehadette bulunması gereklidir. Hanbeli, Maliki ve diğer mezheplerde mevcut olan iki görüşten daha doğrusu budur.

 

Lian sırasında erkeğin, Kur'an'da ve sünnette zikredilen lafızlara ilavede bulunmasına bir ihtiyaç yoktur. Hatta bu iyi bir şey de olmaz. Mesela: "Kendisinden başka ilah olmayan, açığı, gizliyi bilen, aşikareyi bildiği gibi gaybı da bilen Allah adına şehadet ederim ki..." gibi veya benzeri ifadelere ihtiyaç yoktur. Aksine erkek: "Allah adına şehadet ederim ki, ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim." demekle; kadın da: "Allah adına şehadet ederim ki, o gerçekten yalan söyleyenlerdendir." demekle yetinirler. Erkeğin lian sırasında yine "...ona yaptığım zina isnadında..." demesine; kadının da: "Bana yaptığı zina isnadında..." diye nasslardakı ifadelere ilavede bulunmasına ihtiyaç yoktur. Yine erkeğin zina şahitlerinin ifadelerinde olduğu gibi, -eğer zina ederken gördüğünü iddia etmişse-: "Milin sürmedanlığa girdiği gibi, onu zina ederken gördüm." demesine gerek yoktur. Bütün bunların ne Kitap'ta, ne de sünnette hiçbir dayanağı yoktur. Yüce Allah'ın; ilmi, hikmetiyle bizim için koyduğu şer'i ahkam, bizim için yeterlidir ve onun üzerine ilavede bulunma külfetinin bir anlamı ve yeri yoktur.

 

Yahya b. Muhammed b. Hübeyre, el-İfsah adlı eserinde şöyle der: Bazı fakihler erkeğin, "Ona yaptığım zina isnadında..." ifadesini, kadının da: "Bana yaptığı zina isnadında..." ifadesini eklemesi şarttır, demişlerdir. Sanmıyorum ki buna ihtiyaç duyulsun. Zira yüce Allah lian ahkamını (bütün tafsilatıyla) indirmiş, böyle bir şarttan sözetmemiştir.

 

İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşıldığına göre Handa "zina" sözcüğünün zikri şart değildir. Çünkü ishak b. Mansur rivayetinde şöyle der: Ahmed'e sordum ve: "Erkek nasıl Handa bulunur?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Allah'ın kitabındaki gibi. Dört defa: 'Allah adına şehadet ederim ki, ben ona isnad ettiğim şeyde gerçekten doğru söyleyenlerdenim.' der, sonra beşinci keresinde durur ve: 'Eğer yalancılardan isem, Allah'ın laneti üzerime olsun!' der. Kadın da aynı şekilde yapar."

 

Bu ibareden, "zina isnadımda" diye ille de "zina" sözcüğünün zikrinin şart olmadığı, kadının da aynı şekilde "bana zina isnadında" diye tasrihinin gerekmeyeceği; beşinci şehadet sırasında da "Ona isnad ettiğim şeyde" demesinin gerekmeyeceği anlaşılmaktadır.

 

Bunları şart koşanların delilleri şöyledir: Erkek, "Ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim." derken belki Allah'ı birlemede veya daha başka doğru bir haberde demeyi kasdetmiş olabilir. Kadın da aynı şekilde "O gerçekten yalancıdır" derken başka bir konuyu niyetine almış olabilir. Ama "zina isnadında" diye açıkça söylenirse, te'vil imkanı kapatılmış olur.

 

Diğerleri ise şöyle diyorlar: Haydi var say ki, içlerinden böyle niyet ettiler, bu niyetlerinden faydalanamazlar ki! Çünkü zalime, te'vili bir fayda vermez. Hasmının niyeti üzere ve Allah'ın emrettiği şeyle yemininin gereği -eğer yemininde yalancı ise- üzerine ya Allah'ın laneti ya da gazabının olmasıdır. Sizin dediklerinize niyet etmiş veya etmemiş hiç önemli değildir. Çünkü, Handa bulunan kişi bu tür niyetiyle haşa gizli açık herşeyi bilen Allah'ı kandıracak değil ya!

 

 

5- Lian'da Çocuğun Durumu:

 

Kocanın lianda bulunmasıyla, kadının karnındaki çocuğun nesebi reddedilmiş olur. "Karnındaki bu çocuk benden değildir" demesine gerek yoktur. "(Zina sonrası) ona dokunmadım." demesine de ihtiyaç duyulmaz.

 

Bu İbn Hanbel'in tabilerinden Ebu Bekir Abdülaziz'in görüşüdür. Bazı Maliki imamlanyla Zahirilerin görüşü de bu şekildedir. imam Şafii ise: "Erkek için çocuğun zikredilmesine ihtiyaç vardır. Kadın için ise yoktur." demiştir. el-Hıraki ve başkaları ise: "Her ikisi de zikretmek durumundadırlar." demişlerdir. el-Kadı: "Erkeğin: 'Bu çocuk zinadandır, benden değildir.' demesi şarttır." diyor ki bu Şafii'nin görüşü olmaktadır. Ebu Bekir'in görüşü, en doğru görüştür, sabit sünnet de ona delalet etmektedir.

 

Soru: Malik, Nafi' ve Ibn Ömer aracılığıyla Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bir adamla karısı arasında Man uyguladığını, çocuğu redle aralarını ayırdığını ve çocuğun nesebini anasına kattığım nakleder.

 

Sehl b. Sa'd hadisinde de: "Kadın hamile idi, adam hamlini (çocuğun kendisinden olduğunu) inkar etti." ifadesi vardır.

 

Halbuki Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmetmisti. Bu kadın, hamile olduğu sirada kocanın yatağı idi. Dolayısıyla çocuk onundur, kocanın açıkça reddi olmadan, çocuğun nesebi babadan koparılamaz.

 

Cevap: Bu konuda mutlaka tafsilat gereklidir. Hamilelik eğer kocanın zina isnadından önce sabitse ve koca kendisinden hamile olduğu halde zina ettiğim biHyorsa, çocuk kesinh'kle kendisine aittir. Lianda bulunmasıyla reddedilmiş olmaz. Lianda, "bu çocuk benden değildir" diye tasrih ederek redde kalkışması da kendisine helal olmaz. Çünkü kadın gebe kaldığında kocanın meşru yatağı idi ve rahme düşen çocuğun nesebi kendisine aitti. Kadının daha sonraki zinası hamlin kocaya ait oluşunu izale etmez. İsnadda bulunduğu zinası sırasında, kadının kendisinden hamile olup olmadığını bilmiyorsa, bu durumda bakılır: Eğer isnadda bulunduğu zina tarihinden başlamak üzere altı aydan daha az bir süre içinde doğurursa, çocuk kendisinindir, Hanı ile reddedilmiş olmaz. Eğer altı aydan daha fazla bir süre içerisinde doğurursa bakılır: Zinasından sonra ona ya dokunmuştur, ya da dokunmamıştır (istibra). Eğer dokunmamışsa, sadece lianda bulunmasıyla çocuk reddedilmiş olur, İster kendisi açıkça reddetsin, ister reddetmesin, durum değişmez. Bu durumda çocuğun zikrini şart koşanlara göre mutlaka kocanın çocuktan Han sırasında bahsetmesi gerekir. Eğer istibrada bulunmamışsa (zina sonrası ona dokunmuşsa), bu durumda çocuk kendisinden de olabilir, zina yaptığı adamdan da. Dolayısıyla Han sırasında çocuğu reddederse eder, aksi takdirde çocuğun nesebi kendisinden sabit olur. Çünkü onun kendisinden olması mümkündür, red de etmemiştir.

 

Soru: Hz. Peygamber lian ve çocuğun nesebinin reddi sonrasında hükümde bulunarak: "Eğer çocuk yatak sahibi kocaya benzer bir tipte doğarsa, o onundur; eğer zina isnadında bulunduğu kimseye benzer bir tipte doğarsa bu kez de onundur." demiştir. Bu durumda şöyle bir olay hakkında ne dersiniz? Koca, karısı ile lianda bulundu ve çocuğunu da reddetti. Sonra çocuk kendisine benzer bir tipte doğdu. Bu durumda "kaiflik" sanatı ile amel ederek benzeriikten. hareketle çocuğun nesebini ona katar mısınız? Yoksa Hanının hükmü gereğince nesebinin ondan kesildiğine mi hükmedersiniz?

 

Cevap: Bu çok zor ve dar bir geçittir. Dizginleri, bir taraftan nesebin kesilmesini, çocuğun reddini ve babasının değil de annesinin ismi ile çağrılmasını gerektiren Han hükmü; öbür taraftan da, nesebin kocadan olduğuna, onun oğlu olduğuna açıkça delalet eden benzerlik, hem de Hz. Peygamber'in: "Eğer kocaya benzer doğurursa çocuk onundur, koca kadın aleyhinde yalan söylemiştir." şeklindeki şehadetiyle birlikte çekmektedir. Bu dar ve zor yoldan ancak ileri görüşlü, şçr'i delilleri ve hikmet-i teşrii görebilen, ittifak ve ayrılık noktalarından haberdar olan, sahip olduğu yüksek himmetle ta hükümlerin kaynaklarına ulaşan, helal ve haramın oradan öğrenildiği ilahi vahiy penceresine kafa ve gönlünü açabilen kimseler geçip kurtulabilir.

 

Allah'tan yardım dileyerek ve O'na dayanarak diyoruz ki, burada zahii olan şudur: Lian hükmü benzerlik hükmünü kesmiştir, biri güçlü biri zayıf iki delil durumuna düşmüşlerdir ve güçlü olan lian hükmü öbürünü kaldırmıştır. Lian hükmünün icrasından sonra, artık onu değiştirme konusunda benzerliğe herhangi bir iltifatta bulunulmaz. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğun durumundan ve benzerliğinden bununla lian hükmünü değiştirmek için haber vermemiştir. Sadece hangisinin doğru, hangisinin de lanet ya da gazabı hak eden yalancı olduğu ortaya çıksın diye bunu bildirmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in bu sözü, kader ve yaratılışla ilgili dini hükmün yerleşmesinden sonra kendisiyle doğrunun yalancıdan ayrılacağı bir ihbardır ve bununla, Yüce Allah'ın hangisinin doğru olduğuna dair çocuk üzerinde bir delil kılacağını haber vermiştir. Bunu, (lian hükmü gereğince) çocuğun reddinden sonra söyleyerek: "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, sanıyorum ki koca mutlaka onun hakkında doğru söylemiştir. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, öyle sanıyorum ki, koca mutlaka onun aleyhinde yalan söylemiştir." şeklinde ifade buyurması, sonunda kadının hoşlanılmadık tarzda (zina mahsulü) çocuğunu doğurması, Hz. Peygamber'in böylece kocanın doğru olduğunu yakinen bilmesi, buna rağmen lian hükmünü feshe giderek kadın hakkında zina hükmünü uygulamaması, tezimizin doğruluğunu gösterir. Yine aynı şekilde şayet kadın kocasına benzer bir çocuk doğuracak olsaydı bu kez de kocanın kadın aleyhine yalan söylediği ortaya çıkacaktı, ama bu lian hükmünü bozmayacak ve kocaya iftira haddi vurularak, çocuk kendisine katılmayacaktı. Hz. Peygamber'in, "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilal b. Ümeyye'ye aittir." sözü, hükümde çocuğun nesebini ona ilhak etmek için söylenmemiştir. Nasıl söyleyebilir ki, lian hükmü gereğince çocuğu reddetmiş ve nesebi kocadan kesilmiştir. "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o zina isnadında bulunduğu kimseye aittir." sözü de aynı şekilde çocuğu onun nesebine katmak ve onu oğlu kabul etmek için söylenmiş değildir. Bu sadece vakıayı haber vermekten ibarettir. Bu durum şu örneklere benzer: Devlet başkanı kasame yeminlerinin gereği ile hükmetse, sorira Allah yeminde bulunanların yalancı olduklarını gösterecek bir delil ortaya çıkarsa, bu delil sebebiyle kasame hükmü bozulmaz. Yine hakim davadan beraetine yeminle hükümde bulunsa, sonra Allah onun yalan yemin olduğunu bir vesileyle ortaya çıkarsa, bununla verilen hüküm bozulmaz.

 

Erkek karısına; isim vererek, falanca İle zina ettin diye isnadda bulunsa, sonra da lian yapsa, hem karısı hem de falanca için sözkonusu olacak iftira hadleri üzerinden düşer. Bunun için de Han esnasında adamın adını anma mecburiyeti yoktur. Eğer isnaddan sonta erkek Hana yanaşmazsa, o zaman üzerine iki iftira cezası gerekir. Bu konuda ihtilaf vardır: Ebu Hanife ve Malik: "Zevce için Iianda bulunur, adam için de had vurulur." demişlerdir. İmam Şafii, iki kavlinden birinde: "Üzerine sadece bir had gerekir, lian yapması ile o da düşer." demiştir. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'in de görüşüdür. Şafii'nin ikinci kavli ise şöyledir: Her biri için ayrı bir had vurulur. Eğer Handa zina isnadında bulunduğu erkeğin adını zikrederse, o zaman had düşer. Eğer ismini zikretmezse o takdirde iki görüş vardır: a) Liana yeniden başlar ve adını zikreder. Eğer zikretmezse o adam için üzerine had vurulur, b) Zevce için olan had Hanla düştüğü gibi, öbürü de düşer.

 

İmam Ahmed'in bazı tabileri: "Zina isnadı sadece zevceyedir. Ondan başkası için mutalebe (cezalandırma) hakkı ve had söz konusu olmaz." demişlerdir. İmam Şafii'nin bazı tabileri şöyle demişlerdir: Had her ikisi için de vacip olur. Ancak acaba bir had mi, yoksa iki had mi gerekir? İki vecih vardır: Bazı Şafii alimleri: İttifakla tek bir had gerekir. Lianda bulunur ve adamın adım da anarsa haddin düşeceği konusunda Şafii'nin tabileri arasında ihtilaf yoktur. Eğer adını zikretmezse, o takdirde iki görüş vardır. Onlarca sahih olanı haddin düşmeyeceği şeklindedir.

 

Lian ile yabancıya yapılan zina isnadının hükmünü (yani haddi) düşürenlerin delilleri, gerçekten açık ve güçlüdür. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kocaya, karısına birlikte zina isnadında bulunduğu Şerik b. Sehma'dan dolayı had vurmamıştır. Diğerleri buna iki şekilde cevap vermişlerdir: a) Şerik yahudi idi, kafire iftiradan dolayı had gerekmez, b) Şerik, had talebinde bulunmamıştı. İftira cezası ancak had talebinde bulunulduktan sonra uygulanır.

 

Haddin düşeceği görüşünde olanlar bunlara şu şekilde karşı cevapta bulunmuşlardır:

 

a) Şerik'İn yahudi olduğu iddiası asılsızdır. Çünkü o Şerik b. Abede'dir. Anası Sehma'dır. O Ensar'ın müttefikidir, Bera b. Malik'in anne bir kardeşidir. Abdülaziz b. Bezize, Abdülhak'ın el-Ahkamı üzerine yaptığı şerhte: "Alimler, zina isnadında bulunan Şerik b. Sehma hakkında ihtilaf etmişlerdir. Kimileri onun yahudi olduğunu söylemiştir ki asılsızdır. Doğrusu, o Ensar'ın müttefiki olan Şerik b. Abede'dir. O Bera b. Malik'in anne bir kardeşidir." demektedir.

 

b) İkinci cevaba gelince; o sizin aleyhinize bir delil olur. Çünkü onun iftira cezası talebinde bulunma hakkı olmadığını gördüğü için, talepte bulunmamış, üzerine eğilmemiştir. Aksi takdirde, namusuna uzanan bu lekeyi, iftira cezasını tatbik ettirerek ortadan kaldırma imkanı varken, üstelik içinde bulunduğu toplum da bu hususta son derece hassas ve hamiyet duygularına sahipken, kendisinin böyle bir isnaddan uzak olduğunu söylemeyip sükut etmesi makul değildir. Daha önce lianın ihtiyaçtan dolayı beyyine yerine geçtiği ve dört şahidden bedel sayıldığı geçmişti. Bu yüzdendir ki sahih olan görüşe göre, bu vasıfta olan lian, kadının nükulü durumunda üzerine haddi gerektiriyordu. Lian iki taraftan biri için beyyine yerine geçince, diğer taraf hakkında da beyyine yerine geçmiş olur. Nükulu durumunda kadının Hanla had cezasına çarptırılması, sonra da sözünün doğruluğuna beyyine ikame ettiği halde (yabancıya yaptığı zina isnadından dolayı) isnadda bulunan koca üzerine iftira cezası uygulanması mümkün değildir. Kocanın Hanım beyyine değil de yemin olarak kabul etsek de durum aynı olur. Çünkü Han yeminleri, zevce tarafından gelecek haddi koca üzerinden düşürdüğü gibi isnadda bulunulan üçüncü kişi lehine doğacak haddi de düşürür. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü koca, kendi yatağını (harim-i ismetini) ifsad ettiği için ona zina isnadında bulunmaya ihtiyaç duyabilir. isnadda bulunanın doğru olup olmadığının ortaya çıkması için, doğacak çocuğun benzerliğiyle bir neticeye varmaya çalışmak üzere isim zikrine ihtiyaç hasıl olabilir. Nitekim Hz. Peygamber, Hilal'in doğruluğuna, çocuğun Şerik b. Sehma'ya benzerliğiyle istidlalde bulunmuştur. Dolayısıyla kadına olan isnadın hükmünü düşüren şeyin (Hanın), yabancıya olan isnadın hükmünü de düşürmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber kocaya: "Beyyine, yoksa sırtına had" buyurmuş, "yoksa sırtına iki had" buyurmamıştır. Sonra, burada kadın iftira haddi talebinde de bulunmamıştı. Çünkü mutalebe, haddin gerekliliğinde (vücubunda) değil, uygulanması için şarttır. Bu da "Şerik had, talebinde bulunmamıştı." sözlerine karşı başka bir cevap olur. Zira kadın da talepde bulunmamıştı. Bununla beraber Hz. peygamber kendisine: "Beyyine, yoksa sırtına had" buyurmuştu.

 

Soru: Yabancı bir kadına ismini verdiği bir adamla zina isnadında bulunsa ve: "Falanca seninle zina etti" veya "Sen falanca İle zina ettin" dese hükmü ne olur?

 

Cevap: Burada isnadda bulunan kimse üzerine iki had gerekir. Çünkü her ikisine de isnadda bulunmuştur. İsnadın gereğini (had) düşürecek bir şey de (beyyine = dört şahit) getirememiştir. Dolayısıyla üzerine hükmü gerekir. Zira burada birisine nisbetle beyyine ya da beyyine yerine geçecek bir şey (lian) bulunmamaktadır.

 

 

6- Çocuğun Lian İle Reddi:

 

Kadın hamile iken Handa bulunduğunda, çocuğu da reddedilmişse, bununla çocuk reddedilmiş olur. Doğumdan sonra Handa bulunmaya hacet yoktur. Nitekim sarih ve sahih sünnetin delaleti bu şekildedir.

 

Bu konuda da ihtilaf vardır: İmam Ebu Hanife (r.h.) "çocuğu reddetmek için Han yapacaksa, doğuruncaya kadar yapamaz. Çünkü karnındaki bir şişlik olabilir ve dağılabilir. O takdirde de Hanın bir manası kalmaz." demiştir. el-Hıraki'nin Muhtasarında, zikrettiği de işte budur. Şöyle der: "Adam kadının doğurması sırasında (sonra) çocuğu reddedip lianda bulunmadıkça, daha önceden yapacağı lianda çocuğu reddetse bile çocuğun nesebi ondan kesilmez." Hanbeli alimleri bu konuda ona tabi olmuşlar, Ebu Muhammed el-Makdisi ise muhalefet etmiştir. Sözü ilerde gelecektir. İHm ehlinin büyük çoğunluğu şöyle demektedirler: Hilal b. Ümeyye olayıyla ilgili hadise istinaden, kocanın hamile iken Handa bulunması hakkı vardır. Çünkü bu hadis, hamile iken lianın yapılabileceğini ve o halde iken çocuğun reddedilebileceği hakkında gayet açıktır ve sahihtir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştu: "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, sanırım o, kadın aleyhinde mutlaka doğru söylemiştir...*' (Bu İfade lian sırasında kadının hamile olduğunu açıkça göstermektedir.)

 

eş-Şeyh (ibn Kudame) el-Muğni'de şöyle der: İmam Şafii, Malik ve Hicaz alimlerinden bir grup, "Karnındaki çocuğun reddi sahihtir ve bununla çocuk reddolunmuş durumdadır." derler ve buna Hilal hadisini delil getirerek, onun karnındaki çocuğunu reddettiğini, Hz. Peygamber'in de bunu kabul ederek çocuğu anasına kattığını söylerler. Lian sırasında çocuğun henüz cenin (anasının karnında) olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber: "Bakınız, eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa..." buyurmuştur. Hem de cenin, mevcut delilleriyle zan dahilinde bilinir. Bu yüzden de hamile olmayan kadından farklı olarak hamile kadın için, nafaka, oruç tutmama ruhsatı, üzerine had vurulmaması, kısasın ertelenmesi gibi zikri uzayacak birçok farklı hüküm getirilmiştir. Cenin istilhakı (yani kendi nesebine katma isteği) sahihtir. Bu itibarla cenin doğumdan sonraki çocuk gibi olur. Muğni sahibi devamla der ki: Sahih olan görüş işte budur. Çünkü hadislerin zahirlerine uygunluk arzetmektedir. Hadise ters düşen görüşe, ne olursa olsun aldırış edilmez. Ebu Bekir: "Çocuk yatağın zevaliyle reddolunmuş durumdadır. Lian'da çocuktan söz etmeye de gerek yoktur." demiş, hadislerin zahiri ile ihticacta bulunarak, onlarda ceninin reddinden söz edilmediğini, bu konuya değinilmediğini ifade etmiştir.

 

Ebu Hanife'nin (r.h.) mezhebine gelince; kocanın çocuğu redle birlikte lian yapması sahih olmaz. Eğer kadın hamile İken Handa bulunur, sonra kadın doğurursa Ebu Hanife'ye göre çocuğu kabul zorundadır ve onu red imkanı da asla yoktur. Çünkü lian ancak eşler arasında cari olur. Bu kadın ise, hamile iken yapılan Hanla artık bain (ayrı) olmuştur.

 

Ebu Hanife'ye karşı olanlar şöyle diyorlar: Bu görüşünüzde, erkeğin kendisinden olmayan çocuğu kabule ilzam edilmesi, zinadan olan çocukların reddi kapısının kapatılması durumu vardır. Halbuki Yüce Allah koca için bu imkanı tanımıştır. Allah'ın açtığı bu kapıyı, kapamak caiz değildir. Sonra kadının sadece zina isnadında bulunduğu andaki zevceliğine itibar edilir. Çünkü kadının doğuracağı çocuk, koca tarafından reddedilmediği zaman kendisine katılır. Dolayısıyla reddine ihtiyacı vardır. Bu kadın da o sırada zevcesi olmaktadır. Netice itibariyle kadının çocuğunu reddetme hakkına sahip olur. Ebu Yusuf ile Muhammed: " Doğum sonrası kırk gün içerisinde çocuğu red hakkı vardır." demişlerdir. Abdülmelik b. Macişun ise: "Doğumdan sonra ikinci defa redde bulunmadıkça, çocuğun (hamlin) reddi için lianda bulunamaz." demiştir. İmam Şafii de şöyle der: "Koca, kadının hamile olduğunu bilir, hakim ona lianda bulunması için imkan verir, buna rağmen lianda bulunmazsa, bir daha çocuğu reddetme hakkı olmaz."

 

Soru: Koca, kadının karnındaki çocuğu kendi nesebine katsa (istilhak) ve kadına zina isnadında bulunarak: "Çocuk bendendir ve kadın zina etmiştir." dese hükmü ne olur?

 

Cevap: Ulemanın bu konuda üç görüşü bulunmaktadır:

 

Birincisi: Adama had vurulur, çocuk kendisine katılır ve Handa bulunma imkanı verilmez.

 

İkincisi: Lianda bulunur ve çocuk reddolunur.

 

Üçüncüsü: Zina isnadında bulunduğu için lianda bulunur ve çocuk kendisine katılır.

 

Bu üç görüş de (rivayet olarak) İmam Malİk'ten nakledilmiştir. İmam Ahmed'in beyanı ise: "Çocuğun reddi sahih olmadığı gibi, kendisine katması (istilhak) da sahih değildir." şeklindedir.

 

Ebu Muhammed (İbn Hazm) şöyle der: Kocanın cenini istilhakı (kendi nesebine katması) durumunda; "Reddi sahih değildir." diyenler, istilhakı da sahih olmaz demektedirler ki, İmam Ahmed'in beyanı bu şekildedir. Reddini caiz görenler, "İstilhakı caizdir." demişlerdir. Şafii'nin mezhebi de böyledir. Çünkü, nafakanın vacip olması, mirasın bekletilmesi, onunla ikrarda bulunmanın sahih olması gibi hükümlerle ceninin çocuk gibi mevcudiyetine hükmolunmuştur. Onu istilhakı durumunda, bir daha onu reddedemez. Aynen doğumdan sonra istilhakinde olduğu gibi olur.

 

"İstilhakı sahih değildir" görüşünde olanlar şöyle diyorlar: Şayet istilhakı sahih olsaydı, doğan çocuk gibi, reddetmeme durumunda onu (kocayı) bağlardı. Halbuki bu icma ile bağlayıcı değildir. Mülaane (Han) hadisinin delaleti üzere ilhak konusunda benzerliğin bir etkisi yoktur. Bu sadece doğumdan sonrasına hastır. Dolayısıyla ilhakın sahih olması için doğum sonrasında olması şarttır. Buna göre: Şayet doğum öncesinde kendi nesebine katacak olsa (istilhakta bulunsa), sonra doğum akabinde onu reddetse, bu onun yetkisi dahilindedir. Ama sussa, reddetmese ve istilhakta da bulunmasa, görüşlerini bildiğimiz alimlerden hiçbirisine göre çocuk kocayı bağlamaz. Çünkü terkinde çeşitli ihtimaller vardır. Zira ceninin varlığı ancak Han ile tahakkuk eder. Ebu Hanife daha önce de belirttiğimiz üzere, çocuğu kocaya vermektedir.

 

 

7- Lian'daki Diğer Hükümler:

 

İbn Abbas'ın sözü: "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı ve çocuğun baba adı ile çağrılmamasına, ne kadın na de çocuğa zina isnadında bulunulmamasına hükmetti. Kim kadına veya çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine iftira cezası gerekeceğini bildirdi. Talak yoluyla ayrılmadıklarından, ölüm sebebiyle iddet içinde de olmadığından, kadın lehine, koca üzerine mesken ve nafaka sabit olamayacağına hükümde bulundu." şeklinde idi.

 

Sehl de: "Çocuğu anasının adı ile çağrılırdı. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere çocuğun anneye, annenin de çocuğa varis olması uygulanagelen sünnet oldu." demişti.

 

Yine o: "Lianda bulunanların ayrılması ve bir daha ebedi olarak bir araya gelememeleri sünnet halinde devam etti." demişti.

 

Zühri, Sehl b. Sa'd'den: "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı ve: Bir daha ebedi olarak bir araya gelemezler, buyurdu" dediğini nakletmişti.

 

Olayda koca: "Ya Rasülullah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım (ne olacak)?" diye sormuş. Hz. Peygamber de: "Sana mal yok. Eğer kadın hakkında doğru söylediysen, o, fercinden helal olarak istifaden karşılığında olur. Eğer yalan söylediysen, bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurmuştu.

 

Bu ifadeler on hüküm içermektedir:

 

Birinci hüküm: Lianda bulunan eşler ayrılır: Bu konuda beş görüş bulunmaktadır:

 

Ayrılık yalnız başına zina isnadında (kazif) bulunmasıyla meydana gelir. Bu Ebu Ubeyd'in görüşüdür. Cumhur ona bu hususta muhalefet etmiş, sonra kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir: Cabir b. Zeyd, Osman el-Betti, Muhammed b. Ebi Süfre ve Basra fukahasından bir grup: "Lianla ayrılık asla vuku bulmaz.*' görüşündedirler. ibn Ebi Süfre: "Lian evlilik bağını kesmez." demiştir. Bunlar görüşlerine delil olmak üzere şöyle diyorlar: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) lian sonrasında Uveymir'in verdiği talakı tepki ile karşılamamiştır. O kadına talak vermiş ve zina ettiğini söylediği bir kadını nikahında tutmaktan ve onu tutmakla kendisinin yalan söylediğine bir delil ikame etmiş olmaktan kendi nefsini tenzih etmiştir. Hz. Peygamber de onun bu yaptığını şer'i uygulama (sünnet) kılmıştı.

 

Ulemanın büyük çoğunluğu, bunlara karşı çıkmış ve: "Lian ayrılığı gerektirir." demişlerdir. Daha sonra bunlar kendi aralarında üç mezhebe ayrılmışlardır:

 

Birincisi: Ayrılık sadece kocanın lianda bulunmasıyla -kadın lianda bulunmasa bile- gerçekleşir. Bu görüş, İmam Şafii'nin yalnız başına benimsediği görüşlerinden birisidir. Şöyle delil getirmektedir: Bu, söz ile hasıl olan bir ayrılıktır. Dolayısıyla talakta olduğu gibi sadece kocanın sözüyle gerçekleşir.

 

İkinci mezheb: Her İkisinin lianı ile birlikte gerçekleşir. Karşılıklı Hanları tamamlandığında ayrılık hasıl olur, hakimin ayırmasına gerek yoktur. Ebu Bekir de bunu tercih etmiştir. İmam Malik ve Zahirilerin görüşleri de bu doğrultudadır. Bunlar görüşlerini şöyle delillendirmişlerdir: Şeriat, karşılıklı lianda bulunan eşleri ayırma hükmünü getirmiştir. Sadece kocanın lianda bulunmasıyla bunlar, karşılıklı lianda bulunmuş olmazlar. Hz. Peygamber eşlerin arasını sadece lian işi tamamlandıktan sonra ayırmıştır. Lianın tamamlanmasından önce ayrılığın hasıl olacağım söylemek, sünnetin delalet ettiği şeye ve Hz. Peygamber'İn uygulamasına ters düşer. Hem "lian" kelimesi ayrılığı gerektirmez. Zira bu, ya kadının zina ettiğine dair yapılan bir yemindir ya da buna bir şehadettir. Bunların her ikisi de ayrılığı gerektirmez. Şeriat, Hanın tamamlanmasından sonra aralarının ayrılması hükmünü, sadece açık bir maslahattan dolayı getirmiştir. Bu maslahat da şudur: Yüce Allah eşler arasına sevgi, muhabbet ve şefkat koymuş, her birisini diğeri için bir huzur ve sükun kaynağı kılmıştır. Bu İse zina isnadıyla ortadan kalkmıştır. Koca, karışım rezillik rüsvaylık ve ar makamına dikmiştir. Eğer isnadında yalancı ise, onu rezil rüsvay etmiş, ona bühtanda bulunmuş, ona onulmaz bir yara açmış, hem kendisinin, hem de kavminin başlarını eğdirmiş ve herkesin gözü önünde namusunu lekelemiştir. Eğer kadın yalancı ise, kocanın yatağına ihanet etmiş, bir fahişenin kocası olmak şeklinde büyük bir ar duymasına, rezil rüsvay olmasına maruz bırakmış, başkasından aldığı çocuğu ona nisbet etmliştir. Bütün bunlardan sonra, aralarında evliHkten istenen saygı, sevgi, muhabbet, huzur ve sükunun hasıl olma imkanı kalmamıştır. Bu durumda eşler arasını ayırmak ve bunları ebediyyen birbirlerine haram kılmak İslam şeriatinin güzel yönlerinden olacaktı, öyle de oldu. Görüldüğü üzere bu, sadece kocanın Hanının bir kısmı üzerine terettüp etmeyeceği gibi, lianın bir kısmı üzerine de terettüp etmez' (tamamı üzerine terettüp eder).

 

Sonra lian, tarafların yeminleri ile sabit olan bir fesihtir, ihtilaf anında taraflardan birisinin yanaşmaması durumunda bey' akdinin feshedilemeyeceği gibi, burada da tek tarafın yeminleri ile fesih gerçekleşmez.

 

Üçüncü mezheb: Ayrılık ancak Hanın tamamlanması ve hakimin ayırması ile gerçekleşir. Bu da Ebu Hanife'nin mezhebidir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de böyledir. el-Hıraki'nin sözünün zahirinden anlaşılan da budur: O şöyle diyor: "Ne zaman ki lianda bulunurlar, hakim aralarını ayırır ve bir daha ebedi olarak bir araya gelemezler."

 

Bu görüşün sahipleri, hadiste geçen, İbn Abbas'm: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı." sözünü delil olarak kullanmışlardır. Bu ifade, ayrılığın tefrikten önce hasıl olmadığını içerir. Yine Uveymir'in: "Eğer onu tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum ya Rasulallah!" deyip de Hz. Peygamber'İn emrinden önce, huzurunda üç talakla onu boşamasını da delil olarak kullanmışlardır. Bu iki açıdan delil olmaktadır: Birincisi: Bu ifade, lian sonrasında kocanın zevcesini tutma imkanı olduğunu gerektirir. İkincisi de talakın vukuu. Eğer ayrılık (tefrikten önce) sadece lian ile sabit olsaydı, bu iki durumdan hiçbirisi sabit olmazdı. Sehl b. Sa'd'ın hadisinde: "O (karısını) üç talakla boşadı ve Hz. Peygamber onu icraya koydu." ifadesi de bulunmaktadır. Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.

 

Hakimin tefrikine ihtiyaç duymadan, sadece Hanın tamamlanmasıyla ayrılığı gerekli görenler şöyle demektedirler: Lian -ilerde de bahsedeceğimiz gibi- ebedi haramlığı gerektiren bir tasarruftur. Dolayısıyla, süt emme durumunda olduğu gibi haramlığı doğması hakimin ayırmasına bağlı değildir. Hem ayrılık, hakimin fefrikine bağlı olmasaydı, o takdirde ayıp ve nafaka temininde bulunamama sebepleriyle tefrikte olduğu gibi, eşlerin istememesi durumunda, ayrılığa gidilmemesi caiz olur.

 

İbn Abbas'ın, "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı." sözü üç şeye muhtemeldir: 1) Ayırma tasarrufu kurma, 2) Ayrılığı bildirme, 3) Ayrılığın gereği olan bedeni ayrılıkla erkeği bağlama (ilzam).

 

Uveymir'in: "Onu eğer tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum." sözüne gelince, bu onun liandan sonra şer'an zevcesini nikahında tutmağa mezun (izinli) olduğuna delalet etmez. Aksine, her ne kadar durum artık ayrılığa yüz tutmuşsa da, bizzat kendisi de ona koşmuş manası çıkmaktadır. Verdiği üç talak ise, zaten vuku bulmuş ayrılığı perçinlemekten başka bir katkı getirmemiştir. Çünkü kadın zaten üzerine ebedi olarak haram olmuştur. Talak ise bu haramlık için sadece bir tekittir. Sanki o, "Bundan böyle artık o bana helal olmaz." demiş gibi olur. Talakın koca aleyhine icraya konması ise, onun gereği olan haramlığı ortaya koymak, yerleştirmek demektir. Zira kadın Han ile artık ebedi olarak kocaya haram olunca, üç talak Hanla zaten vuku bulmuş olan haramlığı tekit demek olur. Onu icraya koyması işte bu demektir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tepkiyle karşılamayip, konuştuğu şeyi ve onun gereğini tasviple karşılaşınca, bu Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen bir icra olarak sayılmıştır. Hem Sehl, Hz. Peygamber'in: "Talakın vaki oldu." şeklindeki bir sözünü de nakletmemiştir. O sadece olaya tanık olmuş, Hz. Peygamber'in talakı tepkiyle karşılamadığını gözlemiş ve bunun bir icra olduğunu zannetmiştir. Yaptığımız izah açısından da onun böyle bir neticeye varması doğrudur.

 

İkinci hüküm: Liandan doğan ayrılık fesihtir; talak değildir.

 

İmam Şafii, Ahmed ve onlar doğrultusunda düşünenler bu görüştedirler. Bunların delilleri şöyledir: Lian ayrılığı, ebedi haramlığı gerektiren bir ayrılıktır. Dolayısıyla süt emme neticesinde meydana gelen ayrılık gibi fesih olur. Sonra "lian" sözcüğü talak konusunda sarih değildir, koca onunla talaka da niyet etmemiştir, dolayısıyla Hanla talak vuku bulmaz. Eğer "lian" talak hakkında sarih ya da kinaye lafızlardan olsaydı, sadece kocanın Handa bulunmasıyla talak gerçekleşir, kadının Hanına da bağlı kalmazdı. Yine eğer o talak olsaydı, kendisiyle zifafda bulunulmuş eş için bedelsiz bir talak olduğu ve üç niyeti de bulunmadığı için ric'i bir talak olacaktı. Sonra talak kocanın elindedir; dilerse boşar, dilerse tutar. Bu fesih ise, bizzat şeriatın emri gereğidir ve kocanın ihtiyarı ile değildir. Öbür taraftan üstelik karşılıklı rıza neticesinde hulu yolu ile meydana gelen ayrılık, sünnet, sahabe kavilleri ve Kur'an'ın delaleti ile talak değü de fesih olmaktadır. Bu durumda lian neticesi meydana gelen ayrılık nasıl talak olabilir?

 

Üçüncü hüküm: Ebedi haramlık: Lian sonrası ayrılık ebedi haramlığı gerektirir ve eşlerin bir daha asla birleşmeleri mümkün değildir. Evzai, Zebidi - Zühri - Sehl b. Sa'd senediyle, Handa bulunan eşlerle ilgili olayı nakletmiş ve ravi Sehl: "...ve Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aralarını ayırdı ve: 'Bir daha ebediyyen bir araya gelemezler...' buyurdu." demiştir.

 

Beyhaki de Said b. Cübeyr hadisinde İbn Ömer'den, Hz. Peygamber'in: "Lianda bulunan eşler ayrıldığı zaman, bir daha ebedi olarak bir araya gelemezler." buyurduğunu nakleder.

 

Hz. Ali ile Abdullah b. Abbas'ın (r. anhum): "lian yapan eşlerin ebedi olarak bir araya gelememeleri uygulanagelen sünnet, olmuştur." dediklerini rivayet etmiştir. Ömer b. el-Hattab'dan da: "Aralan ayrılır ve ebedi olarak bir araya gelemezler." dediği rivayet edilir.

 

İmam Ahmed, Şafii, Malik, es-Sevri, Ebu Ubeyd ve Ebu Yusuf hep bu görüştedirler.

 

İmam Ahmed'den başka bir rivayet daha vardır ve: "Şayet koca kendisini yalanlarsa, kadın kendisine hela! olur ve evlilik yatağı eski halini alır." şeklindedir. Bu şaz bir rivayettir ve İmam'dan yalnız başına Hanbel rivayet etmiştir. Ebu Bekir: "Ondan başka birisinin bunu rivayet ettiğini bilmiyoruz." demiştir. İbn Kudame, el-Muğni'de: "Bu rivayet, araları ayrılmadığı zaman için sözkonusu olmalıdır. Yoksa hakimin aralarını ayırması ile birlikte nikahın eski hali üzere kalmasının bir izahı yoktur." diyor.

 

Ben derim ki: Rivayet kayıtsız (mutlak)dır ve haramlığm devamı konusunda hakimin tefrikinin bir etkisi yoktur. Zira bizzat Hanla meydana gelen ayrılık, hakimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan daha güçlüdür. Eğer kocanın kendisini yalanlaması bu güçlü ayrılık üzerinde etkili olabiliyor ve ondan doğan haramlığı kaldırabiliyorsa; ondan daha aşağı mertebede olan ayrılık üzerinde etkili olup, haramlığıni kaldırması öncelikli olarak söz konusu olur.

 

Biz, "Bizzat Hanla meydana gelen ayrılık, hakimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan güçlüdür.*' sözümüzü sadece şunun için söyledik: Çünkü iianın ayrılığı, Allah ve Rasulü'nün hükmüne dayanır; hakim ya da tarafların tefrikten razı olup olmamaları arasında bir fark yoktur. O, onlardan hiç birisinin rızasına bakılmaksızın, tercihi aranmaksızın Sari' Teala tarafından konulan bir ayrılıktır. Hakimin tefriki neticesindeki ayrılık ise Öyle değildir. Zira o sadece kendi tercihi ile ayırır.

 

Yine şunun için söylemiş olduk ki, Hanın, güçlü olması sebebiyle bizzat kendisi tefriki gerektirmektedir. Lianın hakimin tefrikine bağlı olması durumunda ise böyle değildir. Çünkü o takdirde, ayrılığı gerektirme babında bizzat lian yeterince kuvvetli olamamakta, onun üzerinde bir yetkisi bulunamamaktadır. Bu rivayet aynı zamanda Said b. el-Müseyyeb'in mezhebidir. O: "Eğer kendisini yalanlarsa, o da taliplerden birisidir." demiştir. İmam Ebu Hanife ile Muhammed'in görüşleri de bu doğrultudadır. Bu onun prensibine uygundur. Çünkü ona göre Iiandan doğan ayrılık talaktır. Said b. Cübeyr ise: "Eğer kendisini yalanlarsa, kadın iddet içerisinde olduğu sürece, kendisine geri iade edilir." demiştir.

 

Doğrusu, sahih ve sarih sünnetin delalette bulunduğu birinci görüştür, sahabe kavilleri de bu doğrultudadır. Lianın hikmeti de bunu gerektirir ve başka türlü olamaz. Çünkü Allah'ın lanet ve gazabı şüphesiz ikisinden biri üzerine inmiştir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) beşinci şehadet sırasında: "O mutlaka (ilahi vaidi, lanet ya da gazabı) gerekli kılandır." buyurmuştur. Biz ise, hangisinin üzerine indiğini yakinen bilmiyoruz. Dolayısıyla; ola ki erkek, laneti üzerine vacib kılmış ve onunla dönmüştür, o haliyle mel'un olmayan bir kadın üzerinde egemen olur. Bu ise ilahi hikmetle bağdaşmayacak bir husustur. Nitekim, kafirin müslüman kadın, zinakar erkeğin de iffetli kadın üzerine egemenliğini şer'i hikmet kabul etmemiştir. İşte bu endişeyledir ki, araları ayrılır.

 

O zaman kocanın, zikrettiğiniz bu aynı endişeden dolayı başka kadınla evlenmemesi gerekir, denilebilir..

 

Cevaben diyoruz ki: Hayır bu gerekmez. Zira biz lanete uğrayanın o olduğunu kesin olarak bilmiyoruz; ama ikisinden birisinin mel'un olduğunu kesin biliyoruz, fakat tayini konusunda şüphe ediyoruz. Dolayısıyla, ikisi bir araya geldiğinde mutlaka şu iki şeyden birisi ona gerekecektir: Ya bu (yani kendisi melun, kadın masum), ya da Allah'ın gazabına uğramış, üzerine onun gazabı ve hışmı vacip olmuş mel'un bir kadını tutmuş olacaktır. Başka bir kadınla evlenmesi, yahut da kadının başka bir erkekle evlenmesi durumlarında ise, her ikisi hakkında da bu mefsedet bulunmayacaktır.

 

Hem sonra, eşlerden her birisinin diğerine karşı yapmış olduğu kötülüğün ortaya çıkardığı nefret ve kin asla zail olmayacaktır. Çünkü erkek eğer kadına olan isnadında doğru idiyse, onun yaptığı rezaleti yaymış, onu herkesin gözü önünde rezil rüsvay etmiş, horluk makamına dikmiş ve onun üzerinde rüsvaylık ve gazabı gerçekleştirmiş, çocuğunun nesebini kesmiştir. Eğer yalancı idiyse, bütün bunlara ilaveten kadına bu büyük iftira ile bühtanda bulunmuş, onu kalbinden vurmuştur. Kadın eğer doğru idiyse, herkesin gözü önünde onu yalancı ilan etmiş ve üzerine Allah'ın lanetini vacip kılmıştır. Eğer yalancı idiyse kocanın yatağını (harim-i ismetini) fesada vermiş, ona ihanet etmiş, onu rezil rüsvay edip, ara boğmuş ve bu zor duruma (Hana) onu mecbur kılmıştır. Netice itibariyle, her biri için diğeri hakkında son derece nefret, tedirginlik ve su-i zan ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu duygularla onların bir arada tutulmaları asla mümkün değildir. İşte bu durumu göz önünde bulunduran yüce hikmet sahibi, tamamıyla hikmet, maslahat, adalet ve rahmet olan şeriatın koyucusu yüce Allah, lianda bulunan eşlerin aralarının kesinlikle ayrılmasına ve sadece mefsedet olacak olan beraberliğin kaldırılmasına hükmetmiştir. İlahi hikmet bunu gerektirmiştir.

 

Yine eğer koca kadına olan isnadında yalancı ise, yaptığı bunca kötülüğe rağmen onu tutmasına imkan vermek uygun olmaz. Eğer doğru ise, bu takdirde de, onun durumunu bildiği halde tutması ve fahişe bir kadının kocası olmaya razı olması hoş bir şey değildir.

 

Soru: Zevce cariye olsa ve Handan sonra onu satın alsa, acaba mülkiyet yoluyla onunla ilişkide bulunması kendisine helal olur mu?

 

Cevap: Olmaz. Çünkü lianın haramlığı ebedi haramlıktır. Dolayısıyla süt emme durumunda olduğu gibi onu satın almakla kendisine helal olmaz. Hem üç talakla boşayan koca, boşadığı cariyeyi satın alacak olsa, başka biriyle evlenip, zifaf vuku bulmadıkça kendisine helal olmamaktadır. Buna göre burada helal olmaması evleviyet arzeder. Çünkü Hanın doğurduğu haramlık ebedi haramlıktır. Talakın haramlığı ise öyle değildir, şer'i tahlil ile ortadan kalkar.

 

Dördüncü hüküm: Zifaf sonrasında vuku bulan Hanla mehir düşmez, koca verdiği mehri geri isteyemez. Zira o eğer doğruysa, onun kadınlığından mehir mukabilinde istifadede bulunmuştur. Yok yalansa öncelikle rücu edemeyeceği ortadadır.

 

Soru: Lian zifafdan önce olsa ne dersiniz? Kocanın üzerine mehrin yarısını mı vermesi gerekir, yoksa tümden düşer mi?

 

Cevap: Bu konuda ulemanın iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir. Görüşlerin çıkış noktası şudur: Eşlerin ayrılık sebebi lianda olduğu gibi her ikisi tarafından olabilir veya hem eşler hem de üçüncü bir şahıs tarafından olabilir. Mesela, üçüncü bir şahıstan, zevcenin zifaftan önce köle kocasını satın alması durumunda olduğu gibi. Acaba bu gibi ayrılıklarda hareket noktası ne olacaktır: Yalnız başına zevcenin ayrılığa sebep olması durumunda olduğu gibi, zevce tarafı ağır bastırılarak mehrin tamamı düşürülecek midir? Yoksa koca tarafı galebe çalınarak ve koca (mehrin) düşürülmesi sebebinde bizzat dahildir ve onu satan efendi, köle kocayı cariyeye satmakla mehrin düşürülmesine sebep olmuştur denilerek mehrin yarısı mı Ödenecektir?

 

İşte bu temel meselede iki görüş vardır ve kaide olarak koca tarafından sebep olunan her ayrılık, talakında olduğu gibi mehrin yarısını gerektirir. Sadece kadında bulunan bir ayıptan ya da ileri sürdüğü bir şartın bulunmaması neticesinde kocanın feshe gitmesi bundan müstesna olmaktadır; zira bu durumda mehrin tamamı düşmektedir. Her ne kadar fesheden koca ise de, fesih sebebi kadın tarafında bulunmakta, onu feshe iten bizzat kadın olmaktadır.

 

Şayet ayrılık kocanın müslüman olması sebebiyle meydana gelirse, acaba mehir düşer mi, yoksa yarıya mı iner? İki rivayet vardır. Düşer diyen rivayetin izahı şöyledir: Koca İslam'a girmekle üzerine vacip olanı yapmıştır, kadın ise üzerine vacip olandan kaçınmaktadır; dolayısıyla İslam'a girmekten kaçınmasıyla mehrinin düşmesine kendisi sebep olmaktadır.

 

"Yarıya iner" şeklindeki rivayetin izahı da, "fesih sebebinin koca tarafından olduğu" şeklindedir.

 

Soru: Hulu hakkında ne dersiniz? Mehri yarıya mı indirir yoksa tümden mi düşürür?

 

Cevap: Eğer "Hulu talaktır." dersek, yanya indirir. Yok "fesihtir" dersek o zaman Hanbeli alimlerimize göre iki vecih vardır. Birincisi: Koca tarafı ağır bastırılır ve mehrin yarısı gerekir. İkincisi: Mehir düşer. Çünkü koca yalnız başına feshe sebep olmamıştır. Bence; eğer hulu bir üçüncü şahısla yapılmışsa (yani hulu bedelini bir başkası vererek ayrılık talebinde bulunmuşsa) o takdirde tek vecih şeklinde (ihtilaf yok) mehrin yarısı gerekir. Kadınla yapılmışsa o takdirde iki vecih (görüş) vardır.

 

Soru: Ayrılık, köle kocanın, cariye zevcesini efendisinden satın almak suretiyle meydana gelse, mehir düşer mi, yarıya mı iner?

 

Cevap: İki vecih vardır. Birincisi: Düşer. Çünkü mehre hak sahibi olan (efendi), cariyeyi satmakla mehrin düşürülmesine sebebiyet vermiştir. İkincisi: Yanya iner. Çünkü koca, onu satın almak suretiyle ayrılığa sebebiyet vermiştir.

 

Kadın tarafından sebep olunan her ayrılık, mehri düşürür. Mesela kadın irtidat etse veya nikahının feshini gerektirecek birisini emzirse, yahut koca nafaka temininden aciz olduğu için veya ondaki bir ayıptan dolayı nikahı feshedecek olsa, mehri düşer.

 

Şöyle denilebilir: Siz, "Kadın, kocadaki bir ayıptan dolayı nikahı feshederse mehri düşer, çünkü ayrılık kendi tarafından gelmiştir." diyorsunuz. Yine: "Koca kadındaki bir ayıptan dolayı feshe giderse yine mehir düşer." diyorsunuz. Bu ikinci durumda feshi koca tarafından kabul edip, mehrin yarısını gerekli kılmıyorsunuz. Öbür tarafdan kadın, kocadaki ayıptan dolayı feshe giderse, onu kadın tarafından gelen bir ayrılık olarak kabul ederek mehri düşürüyorsunuz. Aradaki fark nedir?

 

Cevaben şöyle denilebilir: Koca mehri, sadece kusurdan uzak bir kadın için vermiştir. Öyle olmadığı ortaya çıkıp da feshe gittiği zaman verdiği mehri geri ister. Nitekim, zifafa girip hiçbir şey yapmadan geri gitmesi durumunda koca üzerine mehirden bir şey gerekmez. Aynı şekilde, kadın kocada bulunan bir kusurdan dolayı nikahı feshetse ve kendisini de kocaya teslim etmemiş olsa, koca üzerinde bir mehir hakkı doğmaz.

 

Beşinci hüküm: Lian sebebiyle kadına nafaka ve mesken hakkı yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) böyle hükmetmiştir. Bu koca için ricat imkanı olmayan boşanmış kadınlar hakkındaki hükmüne uygundur. Açıklaması inşaallah ileride gelecektir. Allah'ın Kitabı'na da uygundur ve hiçbir muhalif de yoktur. Hatta Han sonucunda kadının nafaka ve mesken haklarının düşmesi, bain talakla boşanmış kadının bu haklarının düşmesinden daha da öncelik arzeder. Zira bain talakla boşanmış kadını, koca iddeti içerisinde -eğer talak üç sayısına ulaşmamışsa- yeniden nikahlayabilir. Lianla ayrı düşen kadını ise ne iddet içerisinde, ne de sonrasında ebedi olarak nikahlaması mümkün değildir. Dolayısıyla onun nafaka ve mesken hakkının olması için asla bir gerekçe yoktur. Evlilik bağı, lianda tamamen ve bir daha yeniden bağlanamayacak şekilde kopmaktadır.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) verdiği hükümler birbirlerine uygunluk arzeder. Bütünüyle onlar aynı zamanda Allah'ın Kİtabı'ına ve insanların adaleti İkame etmeleri için indirdiği teraziye yani sahih kıyasa da uygundurlar. İnşaallah yakında göreceksiniz.

 

İmam Malik ve Şafii: "Kadının mesken hakkı vardır." demişlerse de, Kadı İsmail b. İshak bu görüşü aşın bir tepkiyle karşılamıştır.

 

Ravinin: "Talak sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından ona nafaka ve mesken hakkı tanımadı." sözünün muhalif mefhumu, her talakla boşanmış ya da Ölüm iddeti içinde bulunan kadına nafaka ve mesken hakkı bulunduğuna delalet etmez. Bu ifade sadece bu iki tür ayrılığın bazan beraberinde nafaka ve mesken yükümlülüklerini gerektirebileceğine delalet eder. Bu da kadının hamile olması durumunda olur. Talak yoluyla ayrılıkta hamile kadının bu hakkının bulunduğunda ittifak vardır.

 

Ölüm ayrılığında üç görüş vardır:

 

Birincisi: Hamile olmadığında olduğu gibi ne nafaka ne de mesken hakkı yoktur. Bu Ebu Hanife'nin ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in, iki kavlinden birisinde İmam Şafii'nin görüşleridir. Çünkü ölümle, nafaka sebebi bir daha dönme ümidi olmayacak şekilde ortadan kalkmıştır. Geriye sadece akrabalık nafakasının sözkonusu edilmesi kalmıştır. O da, eğer varsa çocuğun malından karşılanır, yoksa çocuğun yakınlarından, nafakası kime gerekiyorsa kadının nafakası da onun üzerine ait olur.

 

İkincisi: Kadının, terekede miras önceliği tanınacak şekilde nafaka ve mesken hakkı bulunur. Bu İmam Ahmed'den yapılan iki rivayetten diğeridir. Çünkü ölümle evlilik bağının kesilmesi, bain talakla kesilmesinden daha ağır değildir. Aksine talakla olan kesilme daha şiddetlidir. Bu yüzdendir ki kadın ulemanın çoğunluğuna göre, kocasının ölümünden sonra onu yıkayabilir. Hatta İmam Ahmed'le, iki rivayetten birisinde İmam Malik'e göre ric'" talakla boşanmış kadın da ölen kocasını yıkayabilir. Bain talakla boşanmış hamile kadına nafaka ve mesken vacib olduğuna göre» kocası ölen (hamile) kadın için öncelikli olarak vacip olması gerekir.

 

Üçüncüsü: Hamile olup olmaması farketmez, kadının nafaka değil de mesken hakkı vardır. Bu İmam Malik'in görüşüdür. Şafii'nin iki kavlinden birisi de böyledir. Bu görüşe göre ölüm iddeti bekleyen kadın bain talakla boşanmış kadın yerinde mütalaa edilmiştir. Burası, ilgili görüşler ve delillerinin genişçe serdedileceği, görüşler arasında değerlendirme yaparak hangisinin daha üstün olduğunun belirleneceği yer değildir. Çünkü bizim bu konuya girmemizden maksadımız, "Talak sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından kadına, nafaka ve mesken hakkı tanımadı." ifadesini biraz açmak ve bu ifadenin sadece boşanmış ve ölüm iddeti bekleyen kadınlara kısmen nafaka ve mesken hakkı doğabileceğine delalet ettiğini ortaya koymaktır. Yaptığımız bu izah da, bu sözün sahabiye ait olduğu varsayımıyla ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki, -Allah daha iyi bilir ya- bu ifade Zühri'nin kelamından olmalıdır (müdrec).

 

Altıncı hüküm: Çocuğun nesebi baba tarafından kesilir: Çünkü Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kadının çocuğunun baba adıyla çağrılmamasına hükmetmiştir. Doğrusu da budur ve cumhur ulemannVgörüşleri de böyledir. Lian hükümlerinden en önemlisi bu konudur.

 

İlim ehlinden bazıları şaz bir görüş ileri sürerek: "Çocuk yatağa aittir. Lian onu asla reddedemez." demişler ve Hz. Peygamber'in (s.a); "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmettiğini, Hanın sadece cenini (hamli) reddedebileceğini, kadın doğuruncaya kadar Handa bulunmadığı zaman, sadece (iftira) haddini düşürmek için Handa bulunacağını ve bununla da çocuğun reddedilmiş olamayacağını ileri sü. müşlerdir. Bu, Zahiri Ebu Muhammed b. Hazm'ın mezhebi olmaktadır.

 

İbn Hazm, mezhebim şöyle delillendirmiştir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Çocuğun, yatağın sahibine ait olduğuna" hükmetmiştir. Dolayısıyla yatağında doğan her çocuğun kendi çocuğu olması sahihtir. Ancak Yüce Allah'ın, Peygamber'i diliyle reddettiği, yahut kocadan olmadığını kesin bildiği bir ceninin, henüz ana karnında iken Hanla reddine gitmesi durumları bundan hariçtir. Geri kalan diğer durumlarda doğan çocukların nesebi yatak sahibine katılır. Bu yüzdendir ki bize göre; kadın çocuğun kendisinden olmadığı konusunda kocayı tasdik etse, onun bu tasdikine iltifat edilmez. Çünkü Yüce Allah: "Herkes, ancak kendi aleyhine olan şeyi ortaya koyabilir. "[En'am, 164] buyurmuştur. Bu durumda ebeveynin ikrarı çocuğun reddi demek olur. Bu ise kendilerinden başkası (çocuk) aleyhine bir tasarruf'olur. Yüce Allah çocuğu sadece, annenin kocayı yalanlaması ve karşılıklı Handa bulunmaları yoluyla redde bulunmuş, başka türlü reddedilemeyeceğine hüküm buyurmuştur.

 

Bu mezheb, İmam Ahmed ve Ebu Hanife'nin benimsedikleri, "Kadın doğurmadıkça cenin (hami) üzerine lian sahih olmaz." görüşünün zıddı olmaktadır. Doğru olan, Hanın hem cenin üzerine, hem de doğum sonrasında çocuk üzerine sahih olmasıdır. İmam Malik ve Şafii de böyle demişlerdir. Şu halde konu ile ilgili üç görüş bulunmaktadır.

 

Bu hükümle, çocuğun yatağa ait olması hükmü arasında hiçbir şekilde zıtlık yoktur. Zira yatak lianla ortadan kalkmıştır. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü, sadece yatak sahibi ile zinada bulunan arasında çocuk üzerinde çekişme bulunduğunda vermiş ve zinada bulunanın iddiasını iptal ederek, çocuğun yatağın sahibine ait olduğuna hükmetmiştir. Burada ise yatağın sahibi çocuğun kendisinden olmadığını söylemekte, onu reddetmektedir.

 

Soru: Yatağın bekası şartıyla, sadece çocuğun reddi için lianda bulunsa ve: "Zina etmedi, fakat bu çocuk benim çocuğum değildir." dese hüküm ne olur?

 

Cevap: Bu konuda İmam Şafii'nin iki kavli vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir.

 

Birincisi: Aralarında lian cereyan etmez ve çocuk onu bağlar. el-Hıraki'nin tercihi de budur.

 

İkincisi: Koca çocuğu red için lianda bulunabilir ve sadece kendi Hanı ile çocuk reddedilmiş olur. Ebu'l-Berekat İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Doğrusu da budur.

 

Eğer denilirse ki: Siz Allah Rasulü'nün, "Çocuk yatağa aiddir." hükmüne bu görüşünüzle muhalefet ettiniz. Cevaben: Haşa! deriz. Aksine biz bu hadisin bütün hükümlerine uygun hareket ediyoruz. Te'vile kaçarak bazılarının düştüğü muhalefete düşmüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü, yatak sahibinin davası durumunda vermiş ve onun iddiasını "yatak" karinesi ile tercih etmiş ve çocuğu ona vermiştir. Öbür taraftan lianda da yatak sahibinin çocuğu kendisinden reddine ve nesebini kesmesine istinaden de çocuğun reddine hükmetmiş ve çocuğun baba adı ile çağrılamayacağını belirtmiştir. Böylece biz her iki hükme de muvafakat etmiş oluyor ve her ikisi ile de amel etmiş oluyoruz. Çocuğun cenin halinde iken reddi ile doğumundan sonra reddi arasında herhangi bir etkisi bulunmayan ve hiç de hoş olmayan, çirkin bir ayırıma gitmedik. Zira şeriat, altında asla bir mana bulunmayan böylesine suri (şekli) bir fark üzerine hüküm koymaz. Böyle bir duruma, ancak fıkıhtan yeterli payeye sahip olmayan, hikmet-i teşriden, onun maksatlarından haberdar olmayan kimseler rıza gösterir. Yardım Allah'tan istenir, tevfik O'ndandır.

 

Yedinci hüküm: Çocuğun, baba cihetinden nesebinin kesilmesi durumunda annesine ilhak edilmesi. Bu ilhakın, çocuğun nesebinin babadan sabit olması durumunda, annesine olan nisbetine ek bir mana getirmesi gerekir; aksi takdirde bir manası olmaz. Zira çocuğun kadından çıktığı kesin olarak bilinen bir şeydir, dolayısıyla çocuğun kadına ilhakında, nesebinin babadan sabit olması durumuna nazaran ilave bir mana bulunmalıdır. Bu konuda ihtilaf edilmiştir:

 

Bu grup şöyle demişlerdir: Bu ilhaktan maksat, çocuğun nesebinin babadan kesildiği gibi, anneden de kesileceği; ne anneye ne de babaya nisbet edilemeyeceği şeklinde yanlış bir anlayışın önüne geçmekten ibarettir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) işte bu yanlış anlamanın önünü kesmiş ve çocuğu annesine ilhak etmiştir. Ayrıca bunu, hem çocuğa hem de annesine zina isnadında bulunacaklara had uygulanacağını belirtmek suretiyle tekit de buyurmuşlardır. Bu İmam Şafii, Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleridir. Ayrıca anne ve asabesinin, çocuğun asabesi olduğu kanaatinde olmayan herkes bu görüşü paylaşmaktadırlar.

 

İkinci bir grup ise şöyle diyorlar: Hayır! Aksine bu ilhakta ilave bir mana vardır. O da babaya ait olan nesebin anneye ait kılınması ve annesinin bu konuda babası yerine geçirilmesidir. Bu durumda anne çocuğun asabesi olacaktır. Annenin asabesi de yine onun asabesi olacaktır. Çocuk öldüğü zaman, anne asabe olarak mirasını alacaktır. Bu İbn Mes'ud'un görüşüdür. Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü dört Sünen sahipleri Vasile b. el-Eska' hadisinde Hz. Peygamber'in: "Kadın üç mirasa (yalnız başına) varis olur: Azadlı kölesine, bulup büyüttüğü çocuğa (lakitine) ve üzerine lianda bulunduğu çocuğuna." buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı hadisi İmam Ahmed de rivayet etmiş ve gereğini görüş olarak benimsemiştir.

 

Ebu Davud, Sünen'de Amr b. Şuayb - babası - dedesi silsilesiyle Hz. Peygamber'in: "Lianda bulunan kadının oğlunun mirasını, kendisine ve o yoksa varislerine ait kıldığım" rivayet etmiştir.

 

Yine Sünen'dz, Mekhul hadisinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Buna göre Mekhul: "Hz. Peygamber lianda bulunan kadının oğlunun mirasım annesine, ondan sonra da annenin varislerine ait kılmıştır." demiştir.

 

Bu haberler kıyasa tam bir uygunluk arzeder. Çünkü aslında neseb babaya aittir. Onun cihetinden kesildiği zaman haliyle anneye ait olacaktır. Nitekim vela (gözetim hakkı) aslında babayı azad edene aittir. Babanın köle olması durumunda anneyi azad edenlere geçer. Daha sonra baba azad edilecek olsa, vela annenin vela sahiplerinden kendisine intikal eder, yani asli haline döner. Bunun tam benzeri lianda söz konusudur: Lianda bulunan koca kendisinin yalancı olduğunu söylese ve çocuğu kendi nesebine katmak (istilhakta bulunmak) istese, hem nesep hem de asabelik anneden yine asıl olan babaya döner. İşte bu kıyasın ta kendisidir. Hadislerin ve haberlerin gereğidir. Ümmetin derin ve büyük alimi Abdullah b. Mes'ud'un görüşüdür. Zamanlarındaki bütün insanların imamları olan Ahmed b. Hanbel ile İshak b. Rahüyeh'in mezhebleridir. Kur'an buna en ince ve güzel bir ima ile delalet etmektedir. Zira Yüce Allah Hz. İsa'yı (a.s.) annesi Meryem vasıtasıyla Hz. İbrahim'in (a.s.) zürriyetinden saymıştır. Meryem Hz. İbrahim'in halis zürriyetinden olmaktadır. Bu konuda, inşaallah, ileride Feraiz bahsinde Hz. Peygamber'in koyduğu hüküm ve uygulamalardan sözederken daha geniş bilgi verilecektir.

 

Şöyle bir soru akla gelebilir: Peki Müslim'in Iian olayıyla ilgili olarak naklettiği Sehl hadisinin sonunda geçen: "Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere (koyduğu miras payları doğrultusunda) çocuğun annesine, annenin de çocuğuna mirasçı olması uygulanagelen sünnet oldu.'* ifadesini, ne yapacaksınız?

 

Cevaben denilir ki: Her ne kadar bu sözün İbn Şihab ez-Zühri'ye ait olması ihtimali varsa da -ki göründüğü kadar öyledir- biz onu kabul eder ve gereğiyle amel ederiz. Zira annenin asabe kılınması, Yüce Allah'ın Kitab'ında oğlunun mirasından kadına ait kıldığı payı düşünmez. Nihayet bu durum anneyi hem kendi payını hem de asabe olarak geri kalanı alan baba gibi yapar ve kadın mutlaka kendi paymı (farz) ahr, eğer geride daha fazla bir şey kalırsa, onu da asabe yoluyla ahr. Eğer artmıyorsa kendi payım alır, o kadar. Dolayısıyla biz, bu konuda varid olan haberlerin tümüyle amel etmiş oluyoruz.

 

Sekizinci hüküm: "Ne kadına ne de çocuğuna zina isnadında bulunulamaz. Kim kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine had gerekir." Çünkü kadının karşı lianda bulunması, kendisi üzerine atılan isnadın gerçek olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunan kimseye had tatbik edilir. Sarih ve sahih sünnet buna delalet etmektedir. Ümmetin büyük çoğunluğu da bu görüştedir.

 

Ebu Hanife ise şöyle der: Eğer ortada nesebi reddedilen bir çocuk yoksa, isnadda bulunana had gerekir. Eğer nesebi reddedilen bir çocuk varsa, had gerekmez. Hadis sadece koca tarafından reddedilen bir çocuğu olan kadın hakkındadır. Ebu Hanife için bu ayırımı gerekli kılan şey şudur: Ne zaman ki kadının çocuğunun nesebi reddedilmiştir; bu, çocuğa nisbetle kadının zina ettiğine hükmetmek demektir. Bu ise iftira haddinin düşmesi konusunda bir şüphe doğurur. Dokuzuncu hüküm: Bu hükümler, her ikisinin lianı üzerine birden terettüp etmektedir. Her ikisinin de lianı tamamlandıktan sonra, bu hükümlerden hiç birisi sadece kocanın lianı üzerine terettüp etmez.

 

Ebu'l-Berekat ibn Teymiye, bu esastan hareketle, sadece kocanın Handa bulunmasıyla çocuğun reddedilmiş olacağım çıkarmıştır ki doğru bir netice (tahric)dir. Çünkü kocanın lianı, kadının Hanına bakılmaksın kendisinden haddi ve iftirada bulunmuş olma annı düşürdüğüne göre, kendisine bağlanacak fasid nesebin düşürülmesini de gerektirir. Eğer kadın Hana yaklaşmazsa o takdirde öncelikli olarak düşmüş olur. Zira kocanın kendisinden olmayan bir çocuğun nesebinde kalması neticesinde göreceği zarar, hadda maruz kalmasındaki zarardan daha büyüktür. Onu redde olan ihtiyacı ise, haddi defe olan ihtiyacından daha şiddetlidir. Kocanın Hanı yalnız başına haddi düşürdüğü gibi, çocuğun reddini de yalnız başına gerektirir. Allah en iyi bilir.

 

Onuncu hüküm: Hamile olması durumunda boşanmış ya da ölüm iddeti bekleyen kadına nafaka ve meskenin bir hak olarak sabit olması. Zira hadiste: "Talak olmaksızın ayrılmış olduklarından, ölüm iddeti içerisinde de olmadığından..." ifadesi vardır. Bu hadis iki hüküm ortaya koymaktadır:

 

1) Kocadan hamile olmaması durumunda, talakla ayrı düşmüş kadın için nafaka ve mesken hakkının olmaması.

 

2) Hem ona hem de kocası ölen kadın için kocadan hamile olmaları durumunda nafaka ve mesken hakkının gerekli olması.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Kadına bakınız. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilal b. Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk getirirse, o Şerik b. Sehma'nındır. (Yani ondandır)." buyruğu, kaiflik sanatı ile hükümde bulunulabileceğine ve benzerliğin nesebin tayininde ve çocuğun ilhakında etkisinin bulunduğuna bir işaret olmaktadır. Çocuğun Handa bulunan kocaya benzer doğması durumunda, ona katılmamasının sebebi, benzerlik delilinin kendisinden daha güçlü olan Han deliline muarız olması yüzündendir. Daha önce geçmişti.

 

Hadiste geçen: "Şayet bir kimse, karısıyla birlikte bir adam bulsa, onu öldürür ve siz de ona karşılık onu öldürür müsünüz?" ifadesi şuna delalet eder: Bir kimse evinde bir adamı öldürse ve onu karısıyla veya haremi ile birlikte yakaladığım ve öldürdüğünü iddia etse sözü kabul edilmez. Çünkü, şayet kabul edilecek olsa kanlar heder olur, birisini öldürmek isteyen herkes onu evine sokar, öldürür ve karısıyla birlikte yakaladığını iddia eder.

 

Ancak burada birbirinden ayırmamız gereken iki mesele vardır: Birincisi: Diyaneten yani kul ile Allah arasında kalmak şartıyla onu öldürmesi mümkün müdür? (Yani ceza değil de günah gerekir mi?) İkincisi: Mahkemede hüküm vermek için sözü kabul edilir mi?

 

Bu ayırımla, konuyla ilgili olarak ashabtan nakledilen haberler arasındaki problem de ortadan kalkmış olur. Bazı alimlerin, "Bu konuda ashab arasında tartışma olmuştur. Hz. Ömer: Öldürülmez, demiş, Hz. Ali ise: Öldürülür, demiştir." demelerinin de bir anlamı kalmaz. Ashab arasında tartışma bulunduğunu söyleyenleri aldatan şey Said b. Mansur'un Sünen'inde rivayet ettiği şu hadis olmuştur: Hz. Ömer bir gün (sabah) yemek yerken, elinde kanlı bir kılıç ile koşarak bir adam geldi. Arkasında da koşarak gelen bir grup insan vardı. Adam geldi ve Hz. Ömer'in yanına oturdu. Diğerleri de gelerek:

 

— Ey Mü'minlerin Emiri! Bu bizim adamımızı öldürdü! dediler. Hz. Ömer adama:

 

— Ne diyorsun (doğru mu)? diye sordu. Adam:

 

— Ey Mü'minlerin Emiri! Gerçek şu ki, ben karımın iki bacağı arasına vurdum. Eğer iki bacağı arasında birisi var idiyse, onu öldürmüşümdür, diye cevap verdi. Hz. Ömer onlara:

 

— Siz ne diyorsunuz? diye sordu. Onlar:

 

— Ey Mü'minlerin Emiri! O kılıçla vurdu ve kılıç adamın beli ile kadının bacakları üzerine indi, dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer ondan kılıcını aldı, onu çırptı ve kendisine geri verdi. Sonra da ona:

 

— Onlar dönerlerse sen de dön, (yani onlar aynı şeyi yaparlarsa sen de aynı şeyi yap) dedi.

 

Hz. Ali'ye gelince; ona, karısıyla birlikte bir adam yakalayıp onu öldüren kimsenin hükmü sorulmuştu. O: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." dedi. Bunu Hz. Ömer'den nakledilen haberle çeliştiğini zannettiler ve konuyla ilgili ashab arasında ihtilaf olduğunu söylediler. Halbuki, sen bu iki hüküm arasında imal-i fikirde bulunduğu zaman, aralarında bir ihtilaf olmadığını görürsün. Çünkü Hz. Ömer, ondan haddi sadece kan sahiplerinin onun adamın karısıyla olduğunu itiraf ettikleri için düşürmüştür. Nitekim Hanbelı alimlerimiz -ifade İbn Kudame'ye aittir- şöyle demektedirler: "Eğer veli bunun böyle olduğunu itirafta bulunursa, o takdirde ne kısas ne de diyet yoktur. Çünkü Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre... (sonra olayı anlatır)." İbn Kudame'nin bu ifadesi kadın yanında öldürülen kimsenin muhsan (evli) olup olmaması arasında bir fark olmadığını gösterir. Hz. Ömer'in öldürülen bu kimse hakkındaki hükmü ve ona: "Onlar bir daha aynısını yaparlarsa sen de yap," demesi de aynıdır ve muhsanla, muhsan olmayan arasını ayırmamıştır. Doğrusu da budur. Her ne kadar el-Müstev'ib sahibi: "Kişi karısının yanında, recmi gerektirecek bir iş üzere birisini yakalar ve onu öldürür ve onu bunun için (recm için) öldürdüğünü iddia ederse zahiren hüküm verilirken (yani mahkemede) üzerine kısas gerekir. Ancak iddiasına bir beyyine getirebilirse o zaman kısas gerekmez." Beyyinenin adedinde ise iki rivayet vardır: a) İki şahittir. Ebu Bekir bu rivayeti tercih etmiştir. Çünkü burada istenen beyyine zinaya değil, adamın orada bulunduğuna dairdir, b) "Dörtten daha az şahidin sözü kabul edilmez." diyorsa da; sahih olana göre, yukarıda söylediğimiz gibi, buna dair beyyine getirildiğinde, yahut velinin ikrarı durumunda kısas düşer. İster muhsan (evli) olsun, ister olmasın farketmez. Hz. Ali'nin sözü de buna delalet eder. Zira o, karısı ile birisini yakalayıp da onu öldüren kimse hakkında: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." demiştir. Böyledir, çünkü bu öldürme zinadan dolayı uygulanan bir had değildir. Eğer had olsaydı kılıçla olmazdı ve haddin uygulanma şart ve şekilleri aranırdı. Bu sadece, üzerine tecavüzde bulunan, harim-i ismetini çiğneyen, ailesini baştan çıkaran kimse için verilmiş bir ceza olmaktadır. Nitekim Zübeyr (r.a.) de aynı şeyi yapmıştır: Bir seferinde kendisine ait bir cariye ile ordudan geri kalmıştı. Ona iki adam geldi ve: "Bize bir şey ver!" dediler. Zübeyr de yanındaki bir yiyeceği onlara verdi. Adamlar: "Cariyeyi bırak!" dediler. Bunun üzerine Zübeyr kılıcı ile onlara vurdu ve ikisini de bir vuruşla ikiye böldü. Yine aynı şekilde, birilerinin evine bir delikten yahut kapı aralığından izinsiz bakan ve evin mahremiyetini çiğneyen bir kimsenin, ev sahipleri tarafından vurulması, gözünün çıkarılması da tam bir ceza olmaktadır. Böyle bir kimsenin gözü çıkarılacak olsa tazmin (diyet) sorumluluğu bulunmamaktadır. Kadı Ebu Ya'la: "İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşılan; ev sahipleri onu uzaklaştırırlar, üzerlerine harhangi bir tazmin sorumluluğu olmaz, şeklindedir. Bu konuda bir tafsilat getirmemiştir." demektedir.

 

İbn Hamid ise bir açıklamada bulunarak: "Sıra ile en hafiften başlayarak onu uzaklaştırır. Önce: Çek git! Yoksa şöyle şöyle yaparız, der." demiştir.

 

Ben derim ki: Ne İmam Ahmed'in sözünde, ne de sahih sünette böyle bir tafsili gerektiren bir husus yoktur. Aksine sahih hadisler öyle olmadığına delalet etmektedir. Çünkü Sahihayn'da bulunan Enes hadisinde anlatıldığına göre, "Bir adam bir delikten Hz. Paygamber'in odalarından birini gözetiiyordu. Hz. Peygamber, elinde bir ok demiri (ya da ok demirleri) ile ona doğru yaklaştı ve ona dürtmek için fırsat kollamaya başladı." denilmiştir. Bu durumda en hafiften başlamak da nerden çıkıyor? Zira Hz. Peygamber, adama vurmak için fırsat kolluyor, gizleniyor.

 

Yine Sahihayn*da Sehl b. Sa'd'cfen rivayet ediliyor: Adamın birisi Hz. Peygamber'in kapısındaki bir delikten içerisini gözetledi. Hz. Peygamberdin elinde, başım taradığı demir bir tarak vardı. Adamı görünce: "Eğer senin bana baktığını bilseydim, şunu senin gözüne sokardım! İzin talebi, ancak bakmadan dolayıdır." buyurmuşlardır.

 

Yine Sanıhayn'da. Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bir kişi habersiz seni gözetlese, sen de ona bir taş atsan ve gözünü çıkarsan, sana bir günah (sorumluluk) yoktur." buyurmuştur.

 

Yine onlarda rivayet edilir: "Bir kimse izinsiz başkalarının evini gözetlese, onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne diyet gerekir ne de kıyas." buyurmuştur.

 

Şeyhülislam ibn Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. Şöyle der: "Bu üzerine hücumda bulunan deve vb. nin defi kabilinden değildir. Aksine bu tecavüzkar ve ezada bulunan kimseye verilen bir ceza mahiyetindedir. Buna göre diyaneten yani Allah ile kul arasında olmak şartıyla, kişinin harim-i ismetine tecavüzde bulunan bir kimseyi öldürmesi caizdir, tster öldürülen kişi muhsan (evli) olsun, ister olmasın fark etmez. (Irz düşmanlığı) ile bilinir olup olmaması da neticeyi etkilemez. Nitekim ashabın sözleri, sahabe fetvaları da buna delalet etmektedir." İmam Şafii ile Ebu Sevr: "Eğer zina eden evli (muhsan) ise, hane sahibinin diyaneten onu öldürmesi mümkün olabilir." demişler ve bunu (yani öldürmesini) haddin (recm) uygulanması kabilinden telakki etmişlerdir. İmam Ahmed ve İshak ise: "İki şahit getirirse kanı heder olur." demişler ve evli (muhsan) olup olmaması arasını ayırmamışlardır. İmam Malik'in görüşü ise, konuyla ilgili olmak üzere farklılık arzeder: (Ravi) İbn Habib: "Eğer öldürülen evli (muhsan) ise ve koca da beyyine getirmişse üzerine bir şey gerekmez. Aksi takdirde kısas yoluyla öldürülür." demiştir. İbnu'l-Kasım: "Eğer beyyine bulunursa muhsan olup olmaması farketmez, kanı heder kılınır."demiştir. İbnu'l-Kasım, öldürülenin muhsan (evli) olmaması durumunda diyet ödenmesini müstahap görmüştür.

 

Burada bir soru gelebilir ve sıhhati üzerinde görüş birliği edilen Ebu Hureyre (r.a.) hadisi hakkında ne düşünüldüğü sorulabilir. Hadis şudur: Sa'd b.'Ubade, Hz. Peygamber'e: "Ya Rasulallah! Ne buyurursun, karısının yanında bir adam bulunan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni Hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilakis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasulullah: "Efendinizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.

 

 

Başka bir rivayette de: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar dokunmayacak mıyım?" diye sormuş, Rasul-i Ekrem: "Evet." cevabım vermişti. Sa'd: "Asla olmaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" demişti. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Efendinizin söylediğine kulak , verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) biridir. Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur."

 

Cevaben diyoruz ki: Biz bu hadisleri kabulle karşılıyor ve gereği ile amel ediyoruz. Hadisin sonu, "şayet öldürecek olsa, ona karşı kısas edilmeyeceğine" delildir. Çünkü Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilakis evet!" demiştir. Eğer öldürülmesi durumunda üzerine kısas gerekecek olsaydı, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu yemini ikrarla (tasvib) karşılamaz ve onun bu gayretine övgüde bulunmazdı. Aksine: "Eğer sen onu öldürürsen, sen de ona karşı öldürülürsün." buyururdu. Ebu Hureyre hadisi bu konuda açıktır. Çünkü Hz. Peygamber: "Siz Sa'd'ın gayretine şaşıyor musunuz? Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur." buyurmuştur ve ona karşı tepki göstermemiş, onu öldürmekten ah koymamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözü bağlayıcı bir hükümdür. Yine fetvası da aynı şekilde ümmet için genellik arzeden bir hükümdür. Eğer ona öldürmesi için izin verseydi, bu hem diyaneten hem de kazaen kanının heder olduğuna dair Hz. Peygamber tarafından verilmiş bir hüküm olurdu ve Yüce Allah'ın kısasla ortadan kaldırmak istediği mefsedet ortaya çıkar, insanlar öldürmek istedikleri kimseleri evlerinde öldürmeye ve sonra da onları eşleriyle vb. beraber yakaladıklarını iddiada bulunmaya koşarlardı. Allah bu kapıyı kapattı, mefsedeti bertaraf etti ve kanlan korudu. Bunda, kazaen katilin sözünün kabul edilmeyeceği ve öldürdüğü kişiye karşı kısas edileceğine dair bir delil vardır. Sa'd, onu öldüreceğine ve şahit aramaya gitmeyeceğine dair yeminde bulununca, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun bu gayretine şaşırmış ve onun gayur olduğunu, kendisinin ondan daha gayur olduğunu, Yüce Allah'ın ise kendisinde bile daha gayretli olduğunu bildirmiştir. Bu iki manaya gelebilir:

 

Birincisi; Hz. Peygamber'in, Sa'd üzerine yemin ettiği şeyi sükut ve ikrarla karşılaması, onun diyaneten yani kul ile Allah arasında caiz olduğunu, kazaen ise öldürmekten yasakladığı anlamına gelebilir. Bu haliyle de hadisin başı ile sonu arasında bir çelişki yoktur.

 

ikincisi: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunu Sa'd'e, sanki ona bir tepki (münker bulma) şeklinde söylemiş ve: "Büyüğünüzün söylediğini işitmiyor musunuz?'* buyurmuştur. Bununla: Ben onun öldürmesini yasaklıyorum, o ise "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilakis evet!" diyor, demeyi kasdetmiştir ve daha sonra onu bu muhalefete iten şeyi bildirmiş, onun da aşın gayreti olduğunu ifade etmiş, sonra da: "Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur." buyurmuştur. Yüce Allah bu kadar aşın gayretiyle dört şahit ikamesi şartını kılmıştır. Bunda bir hikmet ve maslahat, bir şefkat ve iyilik gösterisi vardır. Yüce Allah; aşırı gayreti yanında, kullarının menfaatlerini, hemen Öldürmek yerine dört şahit getirilmesi şeklinde koyduğu hükmün neler getireceğini en iyi bilendir. "Ben Sa'd'den daha gayurum. Bununla birlikte Sa'd'in öldürmesini yasakladım." demekle Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), her iki durumu da birden kasdetmiş olabilir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kelamına, olayın akışına daha uygun olan da budur.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

A) NESEB