ZADU’L-MEAD

ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.)

VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

A) BOŞAMA EHLİYETİ

 

1- Gayr-I Ciddi Boşama Konusundaki Hükmü

2- Zorlanan ve Tehdid Edilen Kimsenin Boşaması

3- Sarhoşun Boşaması

4- İğlak (Öfke) Halinde Boşama

5- Nikahtan Önceki Talak Hakkındaki Hükmü

 

1- Gayr-I Ciddi Boşama Konusundaki Hükmü:

 

Sünen'de, Ebu Hureyre hadisi şöyledir: "Üç şey vardır ki, ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Nikah, talak, ric'at (ric'i talakta dönüş)."

 

Yine Sünen'de yer verilen İbn Abbas hadisi ise: "Yüce Allah ümmetimden hata, unutma ve tehdid altında yapılan şeyleri kaldırmıştır." şeklindedir.

 

Yine Sünen'det Hz, Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "iğlak (yani zorlama) halinde ne talak ne de azad yoktur." buyurmuştur.

 

Zina ikrarında bulunan birisine: "Sende delilik falan var mı?" buyurduğunu sahih olarak bilmekteyiz.

 

Yine aynı kişinin, (sarhoş mu değil mi diye) ağzını koklamalarım emrettiği de sabittir.

 

Buharı, Sahihimde zikreder: Hz. Ali, Hz. Ömer'e şöyle demiştir: "Kalemin üç kişi üzerinden kalktığını bilmiyor musun? İfakat (sağlık) buluncaya kadar deliden, buluğ çağına erinceye kadar sabiden, uyanmcaya kadar uyuyandan. "

 

Yine Sahih'te Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Allah şüphesiz ki, ümmetimden, içinden geçirdikleri şeyleri, konuşmadıkça veya fiile dökmedikçe affetmiştir." buyurur.

 

Bu hadisler, dil ile ifade edilmeyen talak, azad, yemin veya adak (nezir) ve benzerinin vaki olmayacağını, niyet ve kasıtla bağlayıcılık arzetmeyeceğini ortaya koyar.

 

Çoğunluk ulemanın görüşü böyledir.

 

Konu ile ilgili iki görüş daha vardır:

 

Birincisi: Tevakkuf etmek, kesin bir şey söylememek: Abdürrezzak, Ma'mer'den nakleder: İbn Sirin'e, kendi içinden karışım boşayan kimsenin durumu hakkında soruldu. İbn Sirin "Allah senin içinde olan şeyi bilmez mi?" diye sordu. "Bilir!" diye cevaplayınca: "Öyleyse o konuda bir şey diyemem." dedi.

 

İkincisi: Kesin olarak kasdetmişse vuku bulacağı şeklindedir. Bu, Eşheb'in imam Malikken rivayetidir. Zühri'den de nakledilmiştir. Bunların delilleri: "Ameller, ancak niyetlere göredir." hadisi, içinden inkar eden kimsenin kafir olması ve "Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi sorguya çeker."[Bakara, 284] ayetidir. Ayrıca, günah üzerinde ısrarlı olan kimse, onu yapmasa da fasıktır ve sorumlu tutulur. Sevap ve ceza konularında kalbi fiiller, organlarla yapılan fiiller gibidir. Bu yüzdendir ki Allah yolunda sevgi, gazap; dostluk ve düşmanlık, tevekkül, rıza, taat üzerine azim gösterme gibi konularda sevap vardır. Kibir, hased, kendini beğenme (imanı konularda) şüphe, riya, suçsuz kimseler hakkında su-i zanda bulunma gibi hususlarda da azap vardır. Bütün bunlar da birer delildir.

 

Bu sayılan şeylerde, telaffuz edilmeksizin, sadece niyetten geçirilen talak ve azadın vuku bulacağına dair bir delil yoktur. Şöyle ki: Herşeyden önce "Ameller, ancak niyetlere göredir." hadisi, kendisi aleyhlerine delildir. Zira hadis, muteber olanın yalnız başına niyetin değil, niyetle birlikte amel olduğunu bildirmektedir. Kalbi ile inkar eden veya şüphe içerisinde olana gelince, o kafirdir. Çünkü "ikrarla birlikte kalbin bağlanması, inanması" demek olan iman zail olmuştur. Kesin iman yok olunca, yerini küfür alır. Çünkü iman, kalb ile kaim ve onda varlığı olan bir durumdur. Kalb ile kaim olmadığı anda zıddı olan küfür yerini alır. Tıpkı ilim ile cehalet gibi. İlim yoksa onun yerini cehalet alır. Diğer zıtlar da böyledir. Birisi yok oldu mu, onun zıddı hemen yerini alır.

 

Ayete gelince, onda kulun gizlediği şeyden dolayı hesaba çekileceği belirtilmektedir. Bundan şer'an, onun ahkamı ile ilzam edileceği manası çıkmaz.

 

Ayette sadece kulun gizlediği, açıkladığı her şeyden hesaba çekileceği; sonra da affedileceği ya da cezalandırılacağı vardır. Bu nerede, niyetle talakın vuku bulması nerede?!

 

Günah üzerinde ısrarlı olanın fasık olacağı ve muahaze edileceği konusuna gelince, bu, sadece günahı fiilen işleyen, sonra da onda ısrar eden kimse hakkında sözkonusudur. Burada, tekrar işlenilmesine azmedilen gerçekleştirilmiş bir amel vardır. Günahta ısrarlılık bu demektir. Ama bir günaha azmetmiş, fakat onu işlememiş kimse farklıdır. Onun durumu şu iki şey arasındadır: Bu azmi ya aleyhine yazılmayacaktır, ya da eğer Allah rızası için fiiliyata dökmeden vazgeçti ise, lehine bir hasene (iyilik) yazılacaktır.

 

Kalbi fiillerden dolayı sevap ve azap ise doğrudur. Kur'an ve sünnet bu tür şeylerle doludur. Ancak dil ile söylemeden sadece niyetle talak ya da azadın vukuu, sevap ve azab (ıkab) ile ilgisi olmayan bir şeydir. İkisi arasında bir "lazımlık-melzumluk" ilişkisi yoktur. Zira kalbi fiillerden olup da azaba sebep olan şeyler, kalben işlenen masiyetler, günahlardır. Bedenen işlenen günahlar nasıl cezayı gerektiriyorsa, bunlar da azaba müstahak kılarlar. Zira kalbi günahlar kalbin kulluğu ile bağdaşmaz. Çünkü kibir, kendini beğenme, riya, su-i zan, bütün bunlar kalb için haram olan şeylerdir. Sonra bunlar kişinin elinde olan şeylerdir, kaçınmak mümkündür. Dolayısıyla yapıldığında azaba müstahak olunur. Bunlar kalb ile kaim olan manaların isimleridirler.

 

"Azad" ve "talak" ise, dil ya da onun yerini tutan işaret veya yazı ile kaim iki tasarrufun isimleridirler. Dil ile ifadeden ari, kalbte bulunan iki mananın isimlen değildirler. Dolayısıyla aralarında fark vardır.

 

Hadisler, mükellefin gayr-ı ciddi olarak (hezl, laf olsun diye) o :aya koyduğu talak, nikah ve talaktan rücu tasarruflarının kendisini bağlayacağını da gösterir. Bu uykuda olan, unutan, aklı başında olmayan ve zorlama altında olan bir insanın sözlerine itibar edilmese de, gayr-ı ciddi olanın sözlerinin dikkate alınacağını gösterir. Aralarında şu fark vardır: Gayr-ı ciddi olan sözü kasıtlı söylemekte, fakat hükmünü murad etmemektedir. Bu ise onun yetkisinde değildir. Mükellefe düşen sadece sebepleri ortaya koymaktır. Sebepler üzerine müsebbeblerin ve hükümlerinin tertibi ise Şari'e ait bir yetkidir. O neticeyi mükellefin kasdedip etmediğine bakılmaz. Önemli olan onun, aklı başında ve sorumluluğu mevcut olduğu bir anda, kendi ihtiyarı ile sebebi ortaya koymasıdır. Sebebi ortaya koyduğu anda, Sari', hükmünü onun üzerine tertip eder, ister ciddi olsun, ister gayr-ı ciddi. Uykuda olanın, cinnet geçirenin, delinin, sarhoşun ve aklı başında olmayanın durumları ise böyle değildir. Çünkü bunların doğru bir kasıtları yoktur ve mükellef de değillerdir. Dolayısıyla, bunların sözleri, manasını ve ne söylediğini bilmeyen çocuğun sözleri mertebesinde boş sözlerdir.

 

Meselenin esası, sözün ne manaya geldiğini bilerek söyleyen ve fakat hükmünü murad etmeyen kimse ile, sözü kasıtlı söylemeyen ve ne manaya geldiğini de bilmeyen kimse arasındaki farkta yatmaktadır. Şari'in dikkate alıp almaması açısından şu dört durum sözkonusudur:

 

1- Hükmü kasdetmesi, fakat söze dökmemesi.

 

2- Ne lafzı, ne de hükmünü kasdetmemesi.

 

3- Lafzı kasdedip, hükmünü kasdetmemesi.

 

4- Hem lafzı, hem de hükmünü kasdetmesi.

 

Bunlardan ilk ikisi dikkate alınmaz. Son ikisi ise muteberdir. Şari'in bütün nass ve hükümlerinden çıkarılan netice budur.

 

 

2- Zorlanan ve Tehdid Edilen Kimsenin Boşaması:

 

Zorlama (tehdid) altında kalan bir kimsenin bütün sözleri boştur, dikkate alınmaz. Bizzat Kur'an, küfrü gerektirecek söz söylemeye zorlanan kimselerin kafir olmayacaklarını, İslam'a zorlanan kimsenin de müslüman olmayacağını onaya koymuştur. Sünnet, Allah Teala'nın zorlama altında olan kimseyi cezalandırmayacağını, tehdit altında yaptıklarından onu sorguya çekmeyeceğini bildirmiştir. Tabii ki bundan sözlü tasarrufları kasdedilmektedir. Fiili tasarruflarında ise tafsilat vardır: Eğer zorlama ile mubah olan cinsten ise -Ramazan gündüzünde yemek, namazda başka bir şey yapmak, ihramda dikişli elbise giymek vb. gibi-, bu takdirde bir şey gerekmez. Zorlama ile mubah olmayan şeyler hakkında ise sorumlu tutulur. Mesela masum bir insanı öldürmek, malını itlaf etmek gibi. Şarap içmek, zina etmek, hırsızlık yapmak gibi konularda ise ihtilaf edilmiştir: Acaba bunlara had cezası uygulanır mı, uygulanmaz mı? Bu ihtilaf, bu tür davranışların zorlama ile mubah olup olmayacağı şeklindeki görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır. Bunları zorlama ile mubah görmeyenler, ceza uyguluyorlar, zorlama ile mubah olacağı kanaatinde olanlar ise, had tatbikine gitmiyorlar. Bu konuda (Hanbeli) alimlerinin iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir.

 

Zorlama (ikrah) altında yapılan sözlü tasarruflarla fiili tasarruflar arasındaki fark şudur: Fiiller ortaya konduğunda onun zararını ortadan kaldırmak mümkün değildir, zararı kendisi ile birliktedir. Sözlü tasarruflar ise böyle değildir, çünkü onların ilgası ve uykuda olan ya da delinin sözleri imiş gibi telakkisi mümkündür. Zorlama ile mubah olmayan fiillerin zararı kendiliğinden sabittir. Sözlü tasarrufların içerdiği zarar ise, ancak o sözü söyleyen kimsenin, ne söylediğini bilmesi ve kendi ihtiyarı ile söylemiş olması durumunda sabit olur.

 

Nitekim Veki', İbn Ebi Leyla - Hakem b. Uteybe - Hayseme b. Abdurrahman senediyle şu olayı anlatır: Bir kadın kocasına: "Bana bir isim tak." der. Kocası da ona "Dişi geyik" adım verir. Kadın: "(Olmadı, iyi) bir şey demedin." der. Kocası: "Peki ne söyleyeyim, sen söyle!" der. Kadın, (boşama esnasında kullanılan lafızlardan olup aynı zamanda da bağından boşanmış deve manasına gelen) "haliyye talik de" der. Kocası da ona: "Sen haliyye taliksin." der. Bunun üzerine kadın doğru Hz. Ömer'e gelir ve: "Kocam beni boşadı." der. Arkasından kocası da gelir ve olanları anlatır. Hz. Ömer, kadının kafasına vurur ve kocasına: "Elinden tut (ve doğru evine götür), kafasına da vur!" der.

 

İşte mü'minlerin emiri Hz. Ömer, söz talak sözü olduğu halde kocanın ondan talak kasdetmediğini, talak dışında ad koyma gibi bir şey kasdettiğini görünce, talakın vuku bulmadığına hükmetmiştir. Bunun benzerleri vardır: Mesela bir adam köle ya da cariyesine "Sen hürsün" dese ve bununla onu facir (zinakar) olmadığını kasdetse, azad gerçekleşmez. Yine bir adam karısına, kinaye talak lafızlarından olan ve saç tarama veya salma manasına gelen tesrih kelimesi ile veya dese ve bununla talakı değil de "sen taranmışsın" veya "seni taradım" demeyi kasdetse karısını boşamış olmaz. Bu Allah ile kendisi arasında böyledir. Bunun böyle olduğuna karine bulunur veya taraflar öyle olduğunda birbirlerini tasdik ederlerse, bu gibi durumlarda talak ve azad mahkemede de vuku bulmaz.

 

Soru: Bu hangi kısımdandır? Zira siz, Şari'in itibara alıp almaması açısından dört durum sözkonusudur diyorsunuz. Malumdur ki, bu ne zorlama altında olan (mükreh) kimsedir, ne aklı başından giden; ne gayr-ı ciddidir, ne de lafzın hükmünü kasdetmektedir. Buna ne dersiniz?

 

Cevap: Bu, lafzı söyleyen ve onun iki manasından birisini kasdeden bir kimsedir. Dolayısıyla, o lafzı söylemesi durumunda murad ettiği manası -öbürü değil- kendisini bağlar. Eğer lafızdan, kişinin murad manayı anlamak mümkünse, murad etmediği öbür manası ile İlzam edilemez. Nitekim Hz. Peygamber, (Sallallahu aleyhi ve Sellem) karısını "elbette" kaydı ile boşayan Rükane'ye yemin verdirmiş ve bununla ne kasdettiğini sormuş, o da bir talak demiş, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), yemin et demiş o da yemin etmiş, bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): **O murad ettiğin gibidir." buyurmuş ve muhtemel lafızdaki niyetini esas almış, kabu! etmiştir.

 

İmam Maük de şöyle demiştir: Bir kimse; " = Sen elbette boşsun!" der ve bununla bir şeye yemin etmek isterse, sonra o şeyi yapmayı uygun görür ve yemini terkederse, kadın boş olmaz. Çünkü koca, onu boşamak istememiştir.

 

Leys b. Sa'd ve İmam Ahmed, bu şekilde fetva vermişlerdir. Hatta İmam Ahmed bir rivayette: Bunun ondan mahkemede de kabul edileceğini söylemiştir.

 

Bu meselenin üç şekli vardır:

 

1) Yemininden rücu etmesi, filhal (derhal) boşamak da muradı olmaması. Bu durumda kadın derhal boşanmış olmaz, yemin etmiş de olmaz.

 

2) Maksadının yemin olması, derhal talak vermek olmaması. "Sen boşsun" der, ama maksadı "Eğer Zeyd'le konuşursan" şeklindedir.

 

3) Sözünün daha ilk başlangıcında maksadının yemin olması, sonra söz esnasında yeminden rücu etmesi ve talakı müneccez (şarta bağlanmamış) kılması, bununla talak vuku bulmaz. Çünkü bununla talakın gerçekleşmesine niyet etmemiş, sadece talikine (şarta bağlamaya) niyet etmiştir. Böylece bu niyeti ile müneccez (şarta bağlı olmayan) talakın vukuunu hariç tutmuş olmaktadır. Bundan sonra derhal talakın vukuuna niyet ettiğinde (lafız daha önce söylenildiği için) sırf niyetten başka bir şey getirmiş olmaz. Bu, Hanbeli alimlerin görüşüdür. Allah Teala, şöyle buyurmuştur: "Allah sizi, yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan (lağv) dolayı sorumlu tutmaz. Lakin kalplerinizin kazandığı şeyler ile sorumlu tutar. .."

 

Ayette geçen lağv (yanılma) iki türlüdür: Birincisi: Bir şey üzerine, öyle olduğu zannı ile yemin etmesi, fakat daha sonra öyle olmadığının ortaya çıkması. İkincisi: Yemin sözcüğünün, yemin kasdı olmaksızın dilinden çıkması. Söz esnasında "hayır vallahi, evet billahi" demek gibi. Allah her iki türünden de sorumluluğu kaldırmıştır. Çünkü bunları söyleyenlerin gerçek yemin etme kasıtları bulunmamaktadır. Bu yüce Allah tarafından, kullarının, şahsın kendisinden hakikat ve manasını kasdetmediği lafızlar üzerine hüküm düzenlememeleri için koymuş olduğu bir teşridir. (Lafzın hakikat ve manasını kasdetmeden onu kullanan) bu kimse gerçekte de, hükmen de, gayr-ı ciddi (hazil) olan kimse gibi değildir.

 

Sahabe, zorlama altında yapılan talak ve ikrarın vuku bulmayacağına dair fetva vermişlerdir. Sahih bir rivayette Hz. Ömer: "Kişinin canını yaktığın, onu dövdüğün veya kendisini bağladığın zaman, o kendi canından emin değildir." demiştir. Yine ondan sahih olarak şu rivayet nakledilir: Bir adam bal sağmak için bir iple (kayadan aşağı) sarkmıştır. Hemen karısı gelir ve: "Vallahi, ya ipi keserim ya da beni boşarsın!" der. Adam: "Allah aşkına yapma!" diye yalvanrsa da kadın dinlemez. Mecbur kalır ve boşar. Sonra Hz. Ömer'e gelir ve olanları ona anlatır. Hz. Ömer: "Karına dön, çünkü bu bir talak değildir." der.

 

Hz. Ali zorlama sonucu verilen talakı onaylamazdı.

 

Sabit el-A'rec: "İbn Ömer ve İbn Zübeyr'e, zorlama altında verilen talakın hükmünü sordum. Her ikisi de: 'Bir şey gerekmez' dediler." der.

 

Soru: Peki, Gazi b. Cebele'nin Safvan b. İmran el-Asamm'dan onun da ashabtan birinden rivayet ettiği şu habere ne diyeceksiniz? Bir kadın (kaylule yapan) kocasının göğsüne oturmuş ve bıçağı boğazına dayamış. Ona: "Beni boşa yoksa seni kesinlikle boğazlarım!" demiş. Adam yalvarmış, yakarmış ise de kadın dinlememiş. Mecbur kalmış üç talakla boşamış. Bu durum Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) anlatılınca, o: "Talakta kaylule yoktur." buyurmuştur. Bunu Said b. Mansur Süne/2'inde rivayet etmiştir. Ata h. Aclan, İkrime ve İbn Abbas yoluyla Hz. Peygamber'in: "Her talak caizdir. Bundan yalnızca bunak (ma'tuh) ve aklı başında olmayanın talakı müstesnadır." buyurduğunu rivayet eder.

 

Yine Said b. Mansur, Ferec b. FudalE - Amr b. Şerahil el-Meafiri yoluyla nakleder: Bir kadın kılıcı çekmiş ve kocasının karnına dayamış. Ona: "Vallahi, ya beni boşarsın ya da işini bitiririm!" demiş. Adam da üç talakla boşamış. Durum Hz. Ömer'e şikayet edilmiş. O da talakı geçerli saymıştır. Hz. Ali de: "Her talak caizdir. Bunağın talakı hariç..." demiştir.

 

Cevap: Gazi b. Cebele'nin haberinde üç illet vardır. Birincisi: Safvan b.

 

Amr zayıftır. İkincisi Gazib. Cebele "Leyyinu'l-hadis"tir. Üçüncüsü ise. diğer ravilerin ondan tedlisi sözkonusudur. Böyle bir hadis delil olarak kullanılamaz, ibn Hazm: "Bu kabulü imkansız bir haber." demiştir.

 

İbn Abbas'ın: "Her talak caizdir." şeklindeki hadisi ise, Ata b. Aclan'ın rivayetindendir. Onun zayıflığı ise meşhurdur. Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yalan isnadı ile de itham olunmuştur. İbn Hazm bunun hakkında: "Bu haber birincisinden daha berbattır." der.

 

Hz. Ömer'le ilgili habere gelince, sahih olan daha önce de geçtiği gibi bunun aksidir. Meafiri'nin, Hz. Ömer'le aynı zamanda yaşadığı bilinmemektedir. Ferec b. Fudale ise zayıftır.

 

Hz. Ali'nin haberi de sahih olamaz. Ondan rivayet edilen şey, "Zor altında verilen talakı onaylamadığı" şeklindedir. Abdurrahman b. Mehdi, Hammad b. Seleme - Humeyd senediyle Hasan'dan: "Hz. Ali'nin mükrehin (zorlanan kimse) talakını onaylamadığı"™ rivayet etmiştir. Eğer bahsettiğiniz rivayet sahih olsa bile, amm (genel) olduğu için bu rivayetle tahsis edilmiş olur.

 

 

3- Sarhoşun Boşaması:

 

Sarhoşun talakına gelince, Allah Teala: "Ey iman edenler, ne söylediğinizi bilinceye kadar, sarhoşken namaza yaklaşmayınız.""[Nisa, 43] buyurmakta ve sarhoşun sözüne itibar edilmeyeceğini belirtmektedir. Çünkü ne söylediğini bilmemektedir. Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de zina itirafında bulunan bir kimsenin, itirafının dikkate alınıp alınmaması için ağzını koklamalarını emrettiği sahih olarak bilinmektedir.

 

Sahih-i Buhar?de Hz. Hamza kıssasında anlatılır: Hz. Ali'nin iki devesini (hörgücünden) kesmiş (ve ciğerinden kesip almıştı). Hz. Peygamber onun yanına geldi ve onu kınayarak tepesine dikildi. Hz. Hamza gözünü kaldırdı ve bakışlarını efendimize dikti. Sarhoştu. Sonra "Siz benim babamın sadece birer uşakları değil misiniz?" dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) derhal geri döndü. Eğer bu sözü sarhoş değil de, aklı başında biri söylemiş olsaydı, irtidad ve kafirlik olurdu. Buna rağmen Hz. Peygamber, Hz. Hamza'yı muahaze etmemişti.

 

Hz. Osman'ın, "Delinin ve sarhoşun talakı yoktur." dediği sabittir. Bunu İbn Ebi Şeybe, Veki - İbn Ebi Zi'b - Zühri - Eban b. Osman - babası Osman, senediyle rivayet etmiştir.

 

Ata: "Sarhoşun talakı caiz değildir." demiştir. Oğlu, Tavus'tan: "Sarhoşun talakı caiz değildir." dediğini nakleder. Kasım b. Muhammed de aym şeyi söylemiştir.

 

Sahih bir rivayete göre, Ömer b. Abdülaziz'e karısını boşayan bir sarhoş getirilmişti. Kendisinden başka ilah olmayan Allah adına, aklı başında iken boşamadığına dair yemin ettirdi. O da etti.- Karısını geri verdi ve kendisine had (içki cezası) uyguladı.

 

Bu görüş, Yahya b. Said el-Ensari, Humeyd b. Abdurrahman, Rebia, Leys b. Sa'd, Abdullah b. el-Hasan, ishak b. Rahuyeh, Ebu Sevr ve iki kavlinden birinde Şafii gibi alimlerin görüşleridir. Şafiilerden el-Müzeni ve diğerlerinin tercihi de böyledir. Rivayetlerden birinde İmam Ahmed de bu görüşü benimsemiştir. İmam Ahmed'in bu konudaki görüşü bu şekilde netleşmiş, diğer rivayetlerde belirtilen görüşlerinden rücu etmiştir. Ebu Talib rivayetinde şöyle demiştir: "Talakla emretmeyen kimse sadece bir haslet getirmiştir. Talakla emreden kimse ise iki haslet getirmiştir: Kadını kocasına haram kılmış, başkaları için de helal kılmıştır. Bu (birinci) bundan hayırlıdır. Ben tümden sakınırım." Meymuni rivayetinde ise: "Ben sarhoşun talakı caizdir, diyordum. Ama sonradan anladım ki, talakı caiz değildir. Çünkü şayet sarhoş ikrarda bulunsa bu onu bağlamıyor. Satsa satışı caiz olmuyor. Ama işlediği cinayetlerden dolayı onu sorumlu tutarım. Bunun dışındakilere gelince, onu başlamaz." demektedir. Ebu Bekir Abdülaziz ise: "Ben bu görüşle amel ediyorum. Bütün Zahirilerin görüşleri de böyledir. Hanefilerden, Ebu Cafer et-Tahavi, Ebu'l-Hasan el-Kerhi de bu görüşü tercih etmişlerdir." der.

 

Sarhoşun talakının geçerli olduğunu söyleyenlerin yedi dayanakları vardır:

 

1) Sarhoş mükelleftir. Bu yüzdendir ki işlediği cinayetten sorumludur.

 

2) Talakın, sarhoş aleyhine geçerli sayılması ona bir cezadır.

 

3) Boşama sözüne talakın tertibi, hükümlerin sebeplerine bağlanması kabilindendir. Bunda sarhoşluğun bir etkisi olmaz.

 

4) Sahabe, sözleri konusunda sarhoşu ayık gibi kabul etmişlerdir. Çünkü onlar: "İçtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olunca, hezeyanda bulunur. Hezeyanda bulununca iftira eder. İftiranın cezası da seksen değnektir." demişlerdir.

 

5) 'Talakta kaylule yoktur" hadisidir. Daha önce geçti.

 

6) "Bunağın talakı hariç, her talak caizdir" hadisidir. Bu da geçti.

 

7) Ashab, sarhoşun talakını geçerli saymıştır. Ebu Ubeyd, Hz. Ömer ve Muaviye'den, bir başkası İbn Abbas'tan bunu rivayet etmişlerdir. Ebu Ubeyd, Yezid b. Harun - Cerir b. Hazim - Zübeyr b. el-Haris - Ebu Lebid senediyle rivayet eder: Bir adam sarhoşken karısını boşamıştı. Hz. Ömer'e durumu intikal ettirildi. Aleyhine dört kadın şahitlik yaptı. Hz. Ömer de onları ayırdı. Yine o (Ebu Ubeyd), İbn Ebi Meryem - Nafi' b. Yezid - Cafer b. Rebia - İbn Şihab - Said b. el-Müseyyeb senediyle Muaviye'nin, sarhoşun talakını geçerli kabul ettiğini rivayet eder.

 

Delil olarak kullandıklarının tamamı budur. Bunların içinde delil olarak asla bir şey yoktur.

 

Birinci dayanakları olan, sarhoşun mükellef olduğu yaklaşımı batıldır. Çünkü teklif şartının akıl olduğuna dair icma' vardır. Ne dediğini bilmeyen kimse mükellef değildir.

 

Mükellef olduğunu kabul etsek bile, tehdit neticesinde veya şarap olduğunu bilmeden içmesi ve sarhoş olması durumunda da talakının vaki olması gerekir. Halbuki onlar da bu görüşte değillerdir.

 

Ayetteki hitap, hitabı anlayanlara ya da ayıklara yönelik olmalıdır. Bu, namaz kılmak istediğinde sarhoş olmayı yasaklamayı içerir. Akıl edemeyen kimseler ise ne emrolunurlar, ne de yasaklanırlar.

 

Cinayetleri ile yükümlü olmasına gelince; bu, üzerinde ittifak edilen bir konu değildir. Osman el-Betti; "Sarhoşun ne akdi, ne bir satışı onu bağlamaz. Sadece içki cezasından başka üzerine başka bir ceza da gerekmez." demiştir. Bu İmam Ahmed'in iki rivayetten birindeki görüşüdür ve ona göre, sarhoş akıl şartı aranan her fiilde deli hükmündedir.

 

Sarhoşun sözlerini değil de fillerini dikkate alanlar iki noktayı ayırmışlardır:

 

1) Fiillerini itibara almamakta, kısasın ortadan kaldırılmasına götürecek bir zeria (yol) vardır. Çünkü bir başkasını öldürmek veya zina, hırsızlık, yol kesme gibi cinayetleri işlemek isteyen kimseler sarhoş olacaklar ve bunları yapacaklar, (sonra da bunlara sadece içki cezası uygulanacaktır.) Bu suçlardan sadece birini yapan kimseye had uygulanırken, bir de sarhoşlukla işlediği cinayeti katmerleştiği halde nasıl had düşer?! Bu netice şer'i kaidelerin ve usulün asla kabul edemeyeceği bir durumdur. Nitekim İmam Ahmed, böyle diyen kimseleri yadırgayarak şöyle demiştir: "Sarhoşun talakının caiz olmayacağı görüşünde olan bazıları "Sarhoş bir cinayet veya haddi gerektiren bir suç işlese, orucu namazı terketse, o cinnet geçiren bir kimsenin ve delinin durumunda sayılır." şeklinde yanlış bir zanna kapılmışlardır. Bu kötü tyr sözdür.

 

2) Sarhoşun sözlerini hükümsüz saymada bir mefsedet yoktur. Zira aklı olmayandan çıkan mücerred sözlerin bir zararı olmaz. Ama fililer öyle değildir. Zira fililer işlendiğinde ortaya çıkan zararın kaldırılması mümkün değildir. Dolayısıyla sarhoşun fiillerini hükümsüz saymak sözlerinin aksine tam bir zarar ve yaygın bir fesada sebep olacaktır. Eğer bu iki fark gerçekse, o zaman sözlerini fiillerine katarak aynı hükme tabi tutmak mümkün olmayacaktır. Eğer gerçek değillerse, o zaman sözleri ile fiillerini eşit tutmak gerekecektir.

 

İkinci dayanaklan, "Talakın, sarhoş aleyhine geçerli sayılması, ona bir ceza olacaktır." şeklinde idi. Bu yaklaşım son derece zayıftır. Zira ona ceza olarak, verilecek had yeterli olacaktır. Yüce Allah'ın rızası, ceza için had uygulanmakla tahakkuk etmektedir. Şeriatta, talakla, eşlerin arasını ayırmak sureti ile bir cezalandırma cihetine gidildiği varid değildir.

 

Üçüncü dayanaklan; "Boşama üzerine talakın tertibi, hükümlerin sebeplerine bağlanması kabilindendir." şeklinde idi. Bu da son derece fasit ve sakattır. Zira bu yaklaşıma göre, tehdit altında veya sarhoş edici olduğunu bilmeden içen ve sarhoş olan kimsenin, delinin, cinnet geçirenin ve hatta uyuyanın bile verdikleri talakın geçerli olması gerekir. Sonra bunlara şu sorulsa yeridir: Sizce sarhoşun verdiği talakın "sebeb" olduğu sabit mi ki, hüküm ona bağlansın? Asıl ihtilaf noktası da zaten burada değil midir?!

 

Dördüncü dayanakları: "Ashab, sarhoşu ayık hükmünde tutmuşlar ve: 'İçtiği zaman, sarhoş olur, sarhoş olduğu zaman da hezeyanda bulunur. demişlerdir." şeklindedir. Bu haber asla sahih değildir.

 

Ebu Muhammed İbn Hazm şöyle der: O son derece yalan bir haberdir. Allah Hz. Ali'yi ve Abdurrahman b. Avf'ı ondan münezzeh kılmıştır. İçerisinde batıllığına delalet eden tenakuz unsurları bulunmaktadır. Zira bu haberde, hezeyanda bulunana had gerekliliği söz konusudur. Halbuki böyle bir had yoktur.

 

Beşinci dayanakları, "Talakta kaylule yoktur." hadisi idi. Bu da sahih değildir. Sahih olsa bile, aklı başında olan mükellefin talakına yorulmak gerekir. Aklı başında olmayana yorulamaz. Bu yüzdendir ki bu hadisin kapsamına, delinin, cinnet getirenin ve sabinin talakı dahil değildir.

 

Altıncı dayanakları "Bunağın (matuh) talakı hariç, her talak caizdir." hadisi idi. Böyle bir hadisin sahih olmaması uygundur. Sahih olsa bile, mükellef olan kimse hakkında olur. Üçüncü olarak da şöyle denilebilir: Aklı başında olmayan sarhoş ya matuh (bunak)tur, ya da ona benzerdir. Bir grup, sarhoşun matuh olduğunu iddia etmişler ve: "Sözlükte matuh; aklı olmayan ve ne konuştuğunu bilmeyen kimsedir," demişlerdir.

 

Yedinci dayanakları; ashabın, sarhoşun talakını geçerli saydıkları şeklinde idi. Doğrusu ashab, bu konuda hemfikir değillerdir. Hz. Osman'dan yukarıda naklettiğimiz haber sahih olarak bilinmektedir.

 

İbn Abbas'in haberine gelince, ondan sahih olarak gelmemiştir. Çünkü iki tariki vardır. Birisinde Haccac b. Ertat, ikincisinde de İbrahim b. Ebi Yahya bulunmaktadır. İbn Ömer ve Muaviye'ye ise Hz. Osman'ın muhalefeti vardır.

 

 

4- İğlak (Öfke) Halinde Boşama:

 

İğlak halinde iken verilen talaka gelince, Hanbel rivayetinde İmam Ahmed şöyle der: "Hz. Aişe, Hz. Peygamber'i (Sallallahu aleyhi ve Sellem) 'İğlak halinde iken ne talak, ne de azad yoktur.' buyururken işitmiştir. İğlaktan 'öfkelenmeyi, gazabı' kasdetmiştir." İğlak'ın gazap ile tefsiri bizzat İmam Ahmed'in açıkladığı bir husus olmakta ve bunu ondan Hallal, Şafii ve Zadu'l-Müsafir'de Ebu Bekir rivayet etmektedirler.

 

Ebu Davud, Sünen'de "Sanıyorum o gazaptır" demiş ve hadise: "Yanlışlıkla yapılan talak babı" başlığını atmıştır. Ebu Ubeyd ve başkaları ise "iğlak"ı, "ikrah = tehdid, zorlama" diye tefsir etmişlerdir. Daha başkaları "delilik" diye açıklammışlardır. "Üç talakı birden vermekten mehiydir. Zira üç talak birden verildiğinde başka bir hak kalmayacağından talak kapısı üzerine kapanacaktır. Rehnin kapatılması gibi" diye bir izah getirenler de olmuştur. Bunu da Ebu Ubeyd el-Herevi nakletmiştir.

 

Şeyhimiz (İbn Teymiye) şöyle der: "İğlak'ın manası, kişiye kalbinin kapatılmasıdır. Öyle ki, artık söylediği sözde kasdı olmaz, ne söylediğini bilmez. Sanki kasıt ve iradesi, üzerine kapanmış gibi olur." Ben de Ebu'l-Abbas el-Müberred'in "el-galak gönül darlığı, sabrın azlığı demektir. Öyle ki bir çıkış bulamaz." dediğini ilavede fayda görüyorum. Şeyhimiz devamla: "İğlak halindeki talak kapsamına mükrehin (zorlanan), delinin, sarhoşun veya gazap hali ile aklı başından gidenin, söylediği sözü kasdetmeyen ve onun ne manaya geldiğini bilmeyen kimsenin talakı dahildir" der.

 

Gazap (öfke) hali üç kısımdır:

 

1) Aklı tamamen baştan alır ve kişi ne dediğini bilmez. Bunun talakı ihtilafsız vuku bulmaz.

 

2) Henüz ilk aşamalarında olur ve kişiyi söyleyip kasdettiği şeylerin ne manaya geldiğini tasavvur etmekten alıkoyacak seviyede değildir. Bunun talakı da vuku bulur.

 

3) Gazap halinin, güçlü ve şiddetli olmakla birlikte, aklı tümden izale etmemesi, ama öfke hali geçtiğinde yaptığına ya da yapmadığına pişman olacak şekilde kişi İle niyeti arasına girmesi. Tartışma konusu işte bu kısımdır.

 

Bu durumda iken verilen talakın vuku bulmaması güçlü ve kabule açık gözükümektedir.

 

 

5- Nikahtan Önceki Talak Hakkındaki Hükmü:

 

Sünen'de, Amr b. Şuayb - babası - dedesi senedi ile rivayet edilen hadişte Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ademoğlu için malik olmadığı şeylerde nezir yoktur. Sahip olmadığı köleler hakkında azad yoktur. Malik olmadığı hususta talak yetkisi yoktur.'* buyurmuştur. Tirmizi şöyle der: "Bu hasen bir hadistir, bu konuda varid olan en güzel hadistir. Muhammed b. İsmail'e sordum ve "Nikahtan önce talak konusunda en sahih hadis hangisidir?" dedim. O: "Amr b. Şuayb -babası- dedesi senediyle gelen hadistir." dedi.

 

Ebu Davud, "Satış, ancak malik olduğu şeyler üzerinde olur, neziri yerine getirme, ancak sahip olduğu şeylerde sözkonusudur." hadisini rivayet etmiştir.

 

Sünen-i İbn Mace'de, Misver b. Mahreme hadisinde Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Nikahtan önce talak yoktur. Mülkiyetten önce azad yoktur." buyurmuşlardır.

 

 Ebi Zi'b - Muhammed b. Münkerdir ve Ata b. Ebi Rebah - Cabir b. Abdillah senediyle Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ref edilen: "Nikahtan önce talak yoktur." hadisini rivayet eder.

 

Abdürrezzak, İbn Cüreyc - Ata yoluyla İbn Abbas'ın (r.a.): "Talak ancak nikahtan sonra olur." dediğini nakleder.

 

İbn Cüreyc şöyle der: İbn Abbas'a, İbn Mes'ud'un "Nikahlamadığı kadını boşasa bu caizdir." dediği ulaştı. ibn Abbas: "Bu konuda hata etmiştir. Çünkü Allah Teala: "Mü'min kadınları nikahladığınız sonra da onları boşadığınız zaman..."[Ahzab, 49] buyurmaktadır. "Mü'min kadınları boşadığınız, sonra da onları nikahladığınız zaman.." diye buyurmamaktadır." demiştir.

 

Ebu Ubeyd nakleder: Hz. Ali'ye: "Falanca kadın ile evlenirsem, o boş olsun." diyen bir adamın durumu soruldu. Hz. Ali: "Talak, ancak (nikahla) sahip olduktan sonradır." dedi. Yine ondan: "Talak, ancak nikahtan sonra sözkonusu olabilir. İsterse kadının ismini söylesin." dediği sabittir.

 

Bu, Hz. Aişe'nin görüşüdür. Şafii, Ahmed, İshak ve tabileri, Davud ve tabileri, hadis ulemasının çoğunluğu hep bu görüşe katılmışlardır.

 

Bu görüşün delillerinden biri şudur: "Falanca ile evlenirsem, o boştur."diyen kimse, yabancı bir kadını boşamıştır ki, bu imkansızdır. Çünkü şarta bağlı olarak yapılan talak sırasında kadın yabancıdır. Yenilenen şey kadının nikahıdır. Nikah ise talak olmaz. Bundan da anlaşılır ki, eğer boş olacak olsa, daha önceden talik edilen talaka istinaden gerçekleşmiş olacaktır. O sırada ise kadın yabancıdır. Sıfatın yenilenmesi (kadının yabancı iken nikahlısı olması) kocayı, yenilenmenin olduğu sırada talakı söylemiş kılmaz. Zira o esnada koca nikahı dilemekte, talakı ise murad etmemektedir. Dolayısıyla da sahih olmaz. Nitekim yabancı bir kadına "Eğer eve girersen, sen boşsunı dese de, sonra o kadın zevcesi iken girse, ihtilafsız boşanmış olmaz.

 

Soru: Talakın şarta bağlanması ile azad işinin şarta bağlanması arasında ne fark vardır ki, şayet "Falana sahip olursam o hürdür." dediğinde şarta bağlama sahih oluyor ve mülkiyetin doğması ile azad gerçekleşiyor. Bun i, nasıl izah edersiniz?

 

Cevap: Azad işinin şarta bağlanması konusunda İki görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. Nitekim, İmam Ahmed'den talakın şarta bağlanması konusunda da iki rivayet bulunmaktadır. Çoğu ifadelerinin delalet ettiği ve tabilerince esas kabul edilen sahih görüşü, "Talakın değil'de, azadın şarta bağlanmasının, sahih olması" şeklindedir. Aralarındaki fark şudur: Azad işi güçlüdür ve sirayet özelliği vardır. Bu Özelliğini de mülkiyetin nüfuzundan almaz. Zira azad başkasının mülkiyetine de sirayet (nüfuz) eder. Mülkiyetin azad yoluyla kendi zevaline hem aklen hem şer'an sebep olması sahihtir. Nitekim yakın akrabalarından birini satın alması durumunda, otomatik olarak azad olacağından, mülkiyeti azad sebebiyle yok ' olmuş olacaktır. Yine keffaret ya da nezir için azad etmek üzere bir köle satın alması yahut azad şartı ile satın alması durumlarında olur. Zira azad işi, Allah'ın sevdiği bir nevi ibadettir. Dolayısıyla Allah Teala, sevdiği şeye ulaştıracak her vesileye tevessül edilmesini meşru kılmıştır. Ama talak böyle değildir; Allah'ın sevmediği, helaller içinde en çok buğzettiği bir şeydir. Dolayısıyla nikahla elde edilen zevcenin kadınlığından istifade mülkiyetini, yine onun izalesi (talak) için asla bir sebep kılmamıştır. Hem ikinci bir fark daha vardır: Azad işini ilerdeki mülkiyete bağlamak kurbet, taat ve iyiliklerin nezredilmesi kabilindendir. "Allah bana lutfundan verirse, şöyle şöyle tasaddukta bulunacağım." $emek gibidir. Şart bulunduğu zaman, o şarta bağladığı taat-i maksüdeden olan şeyi yapması gerekir. Dolayısıyla bu ve talakın nikah mülkiyetine bağlanması ise tamamen başka başka renkler arzetmektedir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

B) HARAM TALAK