ZADU’L-MEAD

ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.)

VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

G) EŞLERDE ORTAYA ÇIKAN HUSUSLAR, EV HİZMETLERİ, GEÇİMSİZLİK, HAKEM VE HULU

 

1- Hz. Peygamber (s.a.) ve Raşid Halifelerin Hastalıklı ve Özürlü Eşler Hakkında Verdiği Hükümler

2- Kadının Kocasına Hizmeti ve İş Bölümü

3- Aralarında Geçimsizlik Bulunan Eşler Hakkında Hükmü

4- Kadının Bir Bedel Karşılığında Boşanması (Hulu) ve Bu Konudaki Hükümler

5- Hulu'dan Dönüş ve Hulu'da İddet Bekleme Süresi

 

1- Hz. Peygamber (s.a.) ve Raşid Halifelerin Hastalıklı ve Özürlü Eşler Hakkında Verdiği Hükümler:

 

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ve Raşid Halifelerin, eşlerden birinde baras (alaca hastalığı), cinnet (delilik), cüzzam bulunması veya kocanın iktidarsız olması durumunda verdikleri hükümler:

 

İmam Ahmed, Müsned'inde Yezid b. Ka'b b. Ucre'den rivayet eder: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Gıfaroğullarından bir kadınla evlenmişti. Yanına girdi. Elbisesini çıkarıp yatağa girdiğinde, kadının böğründe alaca (baras) hastalığı gördü. Hemen yataktan uzaklaştı ve sonra: "Elbiseni üzerine al." buyurdu (ve onu salıverdi.) Ona mehir olarak verdiğinden hiçbir şey almadı.

 

Muvatta'da Hz. Ömer (r.a.) şöyle der: "Herhangi bir kadın bir erkeği aldatır, kendisinde cinnet, cüzzam veya alaca hastalığı olduğu halde (söylemez ve) evlenirse adamın kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kazanır. Erkeğin ödediği, kendisini aldatana gerekir."

 

Başka bir rivayette: Hz. Ömer (r.a.), alacalı, cüzzamlı ve cinnetli (deli) kadın hakkında, eğer zifaf olmuşsa aralarının ayrılmasına, kendisine dokunulması karşılığında mehre hak kazanmasına ve bu mehrin de adam yerine, kadının velisi tarafından ödenmesine hükmetti." şeklindedir.

 

Sünen-i Ebi Davud'da İkrime, İbn Abbas'tan nakleder: Abdu Yezid Ebu Rükane, karısı Ümmü Rükane'yi boşadı ve Müzeyneliler'den bir kadınla evlendi. Kadın, Hz. Peygamer'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldi ve başından bir saç teli alarak: "Onun bana faydası, ancak şu saç teli nin faydası gibidir. Aramızı ayır!'' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamberi bir hamiyettir aldı. Ravi hadisi zikretti. Hadiste Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Onu boşa!" buyurduğu ve onun da boşadığı nakledilmiştir. Sonra Hz. Peygamber ona: "Karın Ümmü Rükane'ye tekrar dön." buyurdu. O: "Ben, onu üç talakla boşadım, ya Rasulallah!" dediyse de, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Tamam, biliyorum. Ona tekrar dön!" buyurdu ve: "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri için de boşaym..."[Talak, 1] ayetini okudu.

 

Bu hadisin, İbn Cüreyc'in Ebu kafi' oğullarından birinden rivayet etmiş olmasından başka bir kusuru yoktur. Ebu Rafi'in oğlu meçhul bir ravidir. Kim olduğu belli değildir, ancak o tabiindendir. ibn Cüreyc, büyük hadis imamlarından adil güvenilir bir zattır. Adil ravinin başkasından rivayeti -hakkında bir cerh yoksa- onu ta'dil sayılır. (Onu adil bulduğunu gösterir). Sonra tabiin arasında, özellikle de Medineliler ve bunların içinde de Hz. Peygamber'in azadlılan arasında yalan yaygın değildi. Herkesin ihtiyaç duyduğu böyle bir sünneti, İbn Cüreyc'in yalancı birinden veya kendince sika bulmadığı ve halini açıklamadığı bir raviden rivayeti mümkün değildir.

 

İktidarsızlık sebebi ile eşler arasını ayırma hükmü; Hz. Ömer, Osman, Abdullah b. Mes'ud, Semüre b. Cündeb, Muaviye b. Ebi Süfyan, Haris b. Abdullah b. Ebi Rebia, Mugire b. Şu'be gibi sahabilerden gelmiştir. Ancak Hz. Ömer, İbn Mes'ud ve Muğire bir sene mühlet vermişlerdir. Hz. Osman, Muaviye ve Semüre, mühlet vermeden hemen ayırmışlardır Haris b. Abdullah ise on aylık bir süre tanımıştır.

 

Said b. Mansur; Hüşeym - Abdullah b. Avf - İbn Sirin yoluyla rivayet eder: Hz. Ömer; bazı şeyleri haber vermesi için bir adam göndermişti. O adam bir kadınla evlendi ve kendisi de kısırdı. Hz. Ömer ona: "Kısır olduğunu kadına bildirdin mi?" diye sordu. O: "Hayır!" dedi. Hz. Ömer (r.a.): "Git ve ona bildir. Sonra da onu muhayyer bırak." dedi.

 

Deliye bir sene mühlet vermiştir. Bu süre içerisinde ifakat bulursa ne ala; aksi takdirde karısı ile arasını ayırmıştır.

 

Fukaha bu konuda ihtilaf etmişlerdir: Davud (ez-Zahiri), ibn Hazm ve onlara katılanlar: "Nikah, hiçbir surette kusurdan dolayı feshedilemez." demişlerdir. Ebu Hanife: "Sadece aletin kesik olması ve iktidarsızlık hallerinde feshedilir." demiştir.

 

İmam Şafii ve Malik: "Sadece delilik, alaca hastalığı, cüzzam, karan (kadının fercinde ilişkiye mani bir yumrunun bulunması), aletin kesikliği ve iktidarsızlık sebepleri ile feshedilir." demişlerdir. İmam Ahmed bu kusurlara, kadının ön ve arka deliğinin bitişik olması (fetka) durumunu da eklemiştir. Hanbeli alimleri ise fere ve ağız kokması, fere içerisinde meni ve sidik yollarının yırtılmış birbirine karışmış olması, fere içinde akıcı yaraların bulunması, basur» nasır, istihaza (özür kanı görmesi), sidik ve pislik tutamama, taşakların kesik, yumurtaların çıkarılmış veya ezilmiş olması, ikisinden birinin hünsayı müşkil (erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan) olması gibi ayıpları da eklemişlerdir. Yedi ayıptan birinin aynısı diğer eşte de bulunursa veya akitten sonra bu ayıplardan biri meydana gelirse, bu hususta iki görüş vardır:

 

Bazı Şafii alimleri: "Satış akdinde cariye hangi kusurlarla geri iade ediliyorsa, nikahta da kadın o kusurlarla reddedilir." demişlerdir. Çokları ne bu görüşü, ne bulunduğu yeri, ne de kim tarafından söylendiğini bilmemektedirler. Ebu Asim el-Abadani Tabakai-ı Ashabı'ş-Şafii'de bu görüşü nakledenler arasındadır. Kıyasa uygun olan da ya bu görüştür, ya da ibn Hazm ve ona katılanların görüşüdür.

 

Fesh hakkını sadece iki veya altı veya sekiz ayıba inhisar ettirmek, bu ayıplara eşit veya daha üstünde olan diğer ayıplara iltifat etmemek anlamsızdır. Örneğin körlük, ahreslik (sağır ve dilsizlik), sağırlık, kadının ya da erkeğin iki elinin, iki ayağının birden kesik olması veya bunlardan birinin kesik bulunması en büyük nefret uyandırıcı ayıplardandır. Evlenirken bunları söylememek, büyük bir hıyanet ve aldatmadır ki din buna imkan vermez. Mutlaktık (bunlardan sözedilmeyişi) kusursuzluğu gerektirir. Budurum, örfen sözlü olarak şart koşulmuş gibidir. Nitekim mü'minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.). çocuğu olmayan birisi evlendiğinde ona: "Kısır olduğunu karına haber ver, onu muhayyer bırak." demiştir. Acaba Hz. Ömer (r.a.), kısırlığın nisbeten onlar yanında bir noksanlık değil, kemal sayılan "bu zikrettiğimiz kusurlar hakkında ne derdi?!

 

Kıyas; eşlerden birinin diğerinden nefretini gerektiren, nikahtan amaçlanan birbirlerine karşı muhabbet ve sevgi duymayı, acıma hislerini uyandırmayı engelleyen her ayıbın muhayyerlik hakkı doğurması şeklinde olmalıdır. Nikah, satıştan daha önemlidir. Nikahta ileri sürülen şartlara riayet etmek de, satış akdindeki şartlara riayetten evladır. Ne Allah, ne de Peygamber'i (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kişiyi aldatıldığı, dolandırıldığı şeyle ilzam (mecbur) etmemişlerdir. Ayet ve hadislerde ortaya konan şer'i maksatlar ile, ilahi adalet ve hikmet üzerinde düşünenler ve şeriatın ihtiva ettiği maslahatlar üzerinde kafa yoranlar bu görüşün üstünlüğünü ve şer'i kaidelere yakınlığım açıkça göreceklerdir.

 

Yahya b. Said el-Ensari,*İbnü'l-Müseyyeb'den, o da Hz. Ömer'den şöyle dediğini nakleder: "Bir kadın, kendisinde cinnet veya cüzzam ya da alaca hastalığı bulunduğu halde, (kusuru saklanarak) evlendirilir ve kocası onunla zifafa girerse, sonra da duruma muttali olursa, kendisine dokunulması sebebi ile kadına mehir gerekir ve bunu kocayı aldatması, kusurunu saklaması sebebi ile kadının velisi öder."

 

Bu haberin, "İbn Müseyyeb Hz. Ömer'den işitmemiştir" gerekçesiyle reddi, hadis ehlinin icma'ına kesin olarak muhalif olan tam bir hezeyandır. İmam Ahmed: "Said b. el-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den rivayeti kabul edilmeyecekse, kimden kabul edilecektir. Büyük din imamları ve çoğunluk ulema Said b. el-Müseyyeb'in "Allah Rasulü şöyle diyor" şeklindeki sözlerini delil olarak kullanıyorlar. Hal bu iken, Hz. Ömer'den rivayeti hakkında ne denebilir? Abdullah b. Ömer, Said'e adam gönderir ve Hz. Ömer'in hükümlerini sordurur, aldığı cevaplarla fetva verirdi. Onu, kendi asrında yaşayan hiçbir kimse tenkit etmemişti. Ondan sonra gelen ve İslami sahalarda söz sahibi olan hiçbir alim, Said b. el-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den rivayeti hususunda ileri geri söz etmemiştir. Söz onların sözüdür, başkaları kale alınmaz." der.

 

eş-Şa'bi, Hz. Ali'den (r.a.) şunu nakleder: "Bir kadın nikahlanır ve kendinde de alaca hastalığı, delilik, cüzzam veya cinsel organında ilişkiye mani yumrunun bulunması gibi bir durum bulunursa; koca, dokunmadığı sürece muhayyerdir. İsterse tutar, isterse boşar. Eğer ona dokunmuşsa, onun kadınlığından istifadede bulunmuş olması sebebiyle kadına mehir vermesi gerekir."

 

Veki, Süfyan es-Sevri - Yahya b. Said - Said b. el-Müseyyeb yoluyla Hz. Ömer'den şunu nakleder: "Kişi onunla, alaca hastalıklı veya kör olduğu halde (bilmeden) evlenmiş ve zifafa da girmişse, kadın mehrine hak kazanır. Koca, verdiği mehri kendisini aldatandan geri alır." Hz. Ömer'in bu sözü, zikri geçen bu ayıplan, "Başkası değil, sadece bunlar" anlamında ihtisas yollu zikretmediğine delalet eder. Nitekim ilmi, dini, hükmü ile darb-ı mesel olan İslam kadısı, Şüreyh de böyle hükmetmiştir: Abdürrezzak, Ma'mer - Eyyub - İbn Sirin senediyle şu rivayette bulunur: Bir adam Şurayh'a davacı oldu ve: "Şunlar bana: Seni ınsanların en güzeli ile evlendireceğiz, dediler; sonra bana, gözleri akan ve az gören bir kadın getirdiler." dedi. Şüreyh: "Eğer senden bir ayıp saklanmışsa, bu caiz değildir." dedi. Bu hükmü düşün. "Eğer senden bir ayıp saklanmışsa, bu caiz değildir." sözü nasıl bir teşmille, evlilik sırasında kadında bulunan ve saklanan her kusur yüzünden koca için onu reddedebilme hakkının bulunduğunu gerektirmektedir. Zühri de: "Her türlü ağır dertten dolayı nikah reddedilebilir." demiştir.

 

Sahabe ve selef alimlerinin fetvalarını inceleyen kimse, onların fesih muhayyerliğini, belli bir ayıba tahsis etmediklerini anlayacaktır. Sadece Hz. Ömer'den, "Kadınlar ancak şu dört ayıptan dolayı reddedilebilirler: Delilik, cüzzam, alaca hastalığı ve fercde bulunan dert." şeklinde tahsis bildiren bir rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetin Asbağ - İbn Vehb - Ömer ve Ali'den başka bir isnadı daha olduğunu bilmiyoruz. Bu, muttasıl bir senedle İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Rivayet zinciri, Süfyan - Amr b. Dinar - İbn Abbas şeklindedir. Bütün bunlar, kocanın şart ileri sürmemesi halindedir. Eğer kusursuz veya güzel olmasını şart koşar da, çirkin olduğu ortaya çıkarsa veya genç ve henüz taze olmasını şart koşar, saçı başı ağarmış yaşlı bir kadın olduğu anlaşılırsa, veya beyaz olmasını şart koşar fakat siyah çıkarsa, veya bakire olmasını şart koşar fakat dul çıkarsa bütün bu durumlarda kocanın fesih hakkı vardır.

 

Eğer fesih zifaftan önce olmuşsa, kadına mehir yoktur. Eğer zifaftan sonra olmuşsa kadın mehrini alır. Ancak veli adamı aldatmışsa, ödenen mehri tazmin eder. Eğer aldatan veli değil de kadın ise mehri düşer veya eğer ödemişse kadından tekrar geri alır. İki rivayetten birinde İmam Ahmed, hükmün böyle olduğunu açıkça ifade etmiştir. Şartı koşan tarafın koca olması durumunda, İmam Ahmed'in usulüne daha uygun olan, kıyasa daha muvafık düşen bu rivayet olmaktadır.

 

Hanbeli alimleri ise şöyle demişlerdir: Kadın, erkekte bir vasıf şart koşsa ve vasfın bulunmadığı ortaya çıksa, kadın için fesih muhayyerliği yoktur. Ancak hür olmasını şart koşar da, adamın köle olduğu ortaya çıkarsa kadının muhayyerlik hakkı vardır. Neseb şartı ileri sürdüğünde, aksi çıkması durumunda ise iki görüş vardır. İmam Ahmed'in mezheb ve usulünün gereğine bakarsak, şartı ileri sürenin erkek ya da kadın olması arasında fark olmamalıdır. Aksine, ileri sürdüğü şartın bulunmaması durumunda kadına fesih muhayyerliği tanımak daha evladır. Zira onun talak yoluyla ayrılma imkanı yoktur. Kocanın, elinde talakla da ayrılma imkanı varken fesih muhayyerliğine sahip olması caiz olunca, böyle bir imkanı olmayan kadın için fesih hakkının bulunması evleviyetle caiz olur. Zevce için, kocasının adi bir zenaat sahibi olduğu ortaya çıkması durumunda fesih muhayyerliği sözkonusu oluyor. Halbuki bu durum onun ne dinine ne de namusuna bir leke getirmemekte, sadece lezzet ve istifadesinin kemaline engel olmaktadır. Öbür taraftan kadın, kocanın genç, yakışıklı ve sağlam yapılı olmasını şart koşuyor, fakat yaşlı, çirkin, kör, sağır, dilsiz, siyah biri çıkıyor. Bu durumda kadın nasıl olur da ona mecbur edilir ve nikahı feshetme hakkına sahip olmaz? Bu son derece imkansız ve tam bir tenakuzdur. Kıyastan ve şer'i kaidelerden tamamı ile uzaktır. Muvaffakiyet Allah'tandır.

 

Eşlerden biri mercimek büyüklüğündeki bir alacalık yüzünden nikahı feshedebiliyor, fakat iyice yerleşmiş onulmaz uyuzluk, azıcık bir alacalıktan daha büyük bir dert olduğu halde, bundan dolayı fesih hakkı tanınmıyor. Bu nasıl oluyor?! Diğer ağır dertler için de durum aynıdır.'

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), satıcıya sattığı malın kusurunu gizlemesini haram kılıyor, onu bilenin müşteriye söylememesini yasaklıyor. Durum satışta böyle olunca, nikahta ayıblar hakkında nasıl olur? Nitekim kendisi (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Muaviye ya da Ebu'l-Cehm'le evlenmesi konusunda görüşüne başvurduğunda Fatıma bt. Kays'a: "Muaviye fakirin biridir. Malı yoktur. Ebu Cehm'e gelince, o, sopasım omuzundan indirmez." buyurmuştur. Buradan da anlaşılmaktadır ki, nikah işinde eşlerde mevcut ayıpların açıklanması daha önemli ve zaruridir. Bu durumda onu gizlemek, başka türlü göstererek aldatmak gibi haram bir yol, böylesi bir akdin bağlayıcılığına nasıl sebep olabilir? Ayıplı olan eşi, özellikle de kusursuz olması ya da ayıbın bulunmaması gibi şartların ileri sürülmesi durumunda, aşırı bir nefrete rağmen ömrü boyunca diğerinin boynuna geçen ve hiç ayrılmayan bir lale kılmak nasıl insaflı bir hüküm olur? Şu yakinen bilinen bir husustur ki, şer'i maksatlar, genel kaideler ve ahkam böyle bir neticeyi kabul etmez. Allah en iyi bilendir.

 

Ebu Muhammed İbn Hazm şu görüşe varmıştır: "Koca ayıplardan uzak olmasını şart koşsa ve kadında herhangi bir ayıp bulunsa, nikah daha başından batıldır ve mün'akit değildir. Koca için muhayyerlik, icazet, nafaka, mirasın... hiçbiri yoktur. Çünkü kendisine verilen kadın, evlendiği kadından başkasıdır. Zira kusursuz kadın, elbette kusurlu olandan başkasıdır. Adam kusurlu olanla evlenmediğine göre, aralarında bir karı-kocalık ilişkisi de yok demektir."

 

 

2- Kadının Kocasına Hizmeti ve İş Bölümü:

 

 İbn Habib, el-Vadiha'da şöyle der: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hizmet konusunda kendisine şikayette bulunduklarında Hz. Ali (r.a.) ile eşi Fatıma arasında bir hüküm verdi. Buna göre Hz. Fatıma iç hizmetleri, ev hizmetlerini görecek, Hz. Ali de dış hizmetleri görecekti. İbn Habib sonra devamla: "iç hizmetleri, hamur yoğurmak, yemek pişirmek, yatak yapmak, ev süpürmek, su çekmek ve bütün ev işleri demektir." der.

 

Sahihayn'da rivayet edilir. Hz. Fatıma elindeki, değirmen taşından duyduğu rahatsızlıktan şikayet etmiş, (derken Hz. Peygamber'e esirler gelmiş) Hz. Fatıma bir hizmetçi istemek üzere O'na gitmiş fakat bulamamış; durumu Hz. Aişe'ye söylemişti. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelince Hz. Aişe durumu haber verdi. Hz. Ali (r.a.) der ki: Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanımıza geldi. Biz döşeklerimize yatmıştık. Hemen kalkmaya davrandık. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Yerlerinizde kalın!" buyurdu ve geldi aramıza oturdu. Hatta karnımın üzerinde ayaklarının soğukluğunu hissettim. Sonra şöyle buyurdular: "Size istediğinizden daha hayırlısını öğreteyim mi? Döşeklerinize yattığınız vakit Allah'a otuz üç defa tesbih edin, otuz üç defa tahmid (hamdetme), otuz dört defa tekbir getirmelisiniz. Bu sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır." Hz. Ali (r.a.): "Ondan sonra bunu asla terketmedim." dedi. "Sıffın gecesinde de mi?" dediler. O: "Sıffin gecesinde de." dedi.

 

Sahih rivayette, Esma şöyle anlatır: "Zübeyr'e ev hizmetlerinin tamamını yapardım. Bir atı vardı. Onun bakımını yapardım. Ona ot toplardım. Umuru bana aitti." Yine Esma'nın, Zübeyr'in atının yemini verdiği, su çektiği kovayı tamir ettiği, hamur yoğurduğu, üçte iki fersahlık bir yerden başı üzerinde çekirdek taşıdığı sahih olarak bilinmektedir.

 

Kadının hizmeti konusunda fakihler ihtilaf etmiştir.

 

Selef ve haleften bir grup alim, kadının kocasına karşı ev hizmetlerini yerine getirmesinin vacip olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu Sevr: "Kadına her konuda kocasına hizmet etmesi vaciptir." der.

 

Bir başka grup alim ise, kadının hiçbir hususta hizmet yükümlülüğü olmadiğini belirtmişlerdir. İmam Malik, Şafii ve Ebu Hanife ile Zahiriler bu görüştedirler. Bunlar şöyle diyorlar: "Çünkü nikah akdi, sadece zevcenin kadınlığından istifadeyi gerektirir; onun istihdamını, sair menfaatlerini ortaya koymasını gerektirmez. Zikri geçen hadisler, gönüllülüğe ve üstün ahlaka delalet eder. Hadislerde vaciplik nerede?" i

 

Kadın üzerine hizmetin vacib olduğu görüşünde olanlar şöyle delil getirmişlerdir: Allah'ın hitap ettiği insanlar katında maruf olan, kadının kocasina hizmette bulunmasıdır. Kadının keyfine bakması, kocasının ise hizmet etmesi, evi süpürmesi, (el değirmeni ile) un öğütmesi, hamur yoğurması, çamaşır yıkaması, yatak yapması, evin sair işlerini görmesi münker olan (yadırganan) hususlardandır. Allah Teala ise: "Kadınların haklan, örfe uygun bir şekilde vazifelerine denktir."[Bakara, 228] ve yine: "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler."[Nisa, 34] buyurur. Kadın erkeğine hizmet etmez de, aksine karısına hizmette bulunursa, durum tersine dönüp kadın erkek üzerine hakim olmaz mı?

 

Sonra mehir, kadınlığından istifadesi karşılığındadir ve eşlerden her biri, diğerinden ihtiyacım gidermektedir. Allah'ın bunun dışında, kadının nafaka, giyim-kuşam ve mesken hakkını erkek üzerine yüklemesi, sadece ondan istifade etmesi, kadının hizmet etmesi ve adeten eşler arasındaki yapılması gereken şeyler karşılığında olmaktadır.

 

Yine mutlak olarak icra edilen akitler, örfe göre yorumlanır. Örf ise, kadının hizmet etmesi ve ev işlerini görmesi şeklindedir. Hz. Fatıma ve Esma'nın hizmetleri, gönüllü ve kendilerinden bir iyilik olsun diye yaptıklarını söylemeleri doğru değildir. Hz. Fatıma'nın, hizmet sırasında karşılaştığı güçlüklerden şikayetçi olması durumunda Hz. Peygamberin (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Hz. Ali'ye, "Ona bir hizmet yükümlülüğü yoktur. O sadece sana aittir." dememesi, -ki O hiçbir zaman hüküm verirken taraf tutmazdı- ve yine Esma'yı, Zübeyr yanında, 'yem ise tepesi üzerinde bir halde iken gördüğünde, Zübeyr'e: "Kadına hizmet yoktur. Bu ona bir zulümdür." dememesi, aksine Zübeyr'in onu hizmette kullanmasını tasvip etmesi ve yine diğer ashabının zevcelerini istihdam etmelerine -bu kadınların içerisinde gönüllü de gönülsüz de olduğunu bildiği halde- ses çıkarmaması, evet hiç şüphesiz mevcut olan bu durum onların bu iddialarının doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

 

 Soylu-soysuz, zengin-fakir ayrımına gitmek doğru değildir, işte bütün dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma, kocasına hizmet ediyordu. Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hizmet etmekten şikayetçi olarak gelmiş, fakat Allah Rasulü

 

 (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun şikayetini (haklı bularak) gidermemişti. Sahih bir hadiste Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadınlardan bahsederken, esir manasına gelen "aniye" kelimesini kullanmış ve: "Kadınlar hakkında Allah'tan sakının: Çünkü onlar, sizin yanınızda esirdirler." buyurmuştur. Esirin durumu, eli altında bulunduğu kimseye hizmeti gerektirir. Yine şüphe yoktur ki nikah (kadın için) bir nevi köleliktir. Nitekim bazı selef alimleri: "Nikah köleliktir. Sizden biriniz kızını kimin yanına köle olarak veriyor, iyi baksın!" demişlerdir. İnsaf sahibi birisi için bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğu, hangisinin delil bakımından daha güçlü bulunduğu gizli değildir.

 

 

3- Aralarında Geçimsizlik Bulunan Eşler Hakkında Hükmü:

 

Ebu Davud, Sünen'de Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet eder: Habibe bint Sehl, Sabit b. Kays b. Şemmas'ın nikahındaydı. Onu dövdü ve bir yerlerini kırdı. Sabah olunca kadın Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Sabit'i çağırttı ve ona: "Malının bir kısmını a! ve kadını bırak." dedi.. Adam: "Bu doğru olur mu ya Rasulallah!" dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Evet." buyurdu. Sabit: "Ben ona mehir olarak iki bahçe vermiştim. Onlar elinde." dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Onları al ve kadım bırak." buyurdu. O da öyle yaptı.

 

Araları açılan eşler hakkındaki hükmünü belirtirken Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar barıştırmak isterlerse, Allah onların aralarını buldurur. Şüphesiz Allah, herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olandır."[Nisa, 35]

 

Selef ve halef uleması "İki hakem" konusunda ihtilaf etmişlerdir. Acaba bunlar iki hakim midirler, yoksa iki vekil mi? Bu konuda iki görüş vardır:

 

1) "Bunlar vekildirler." Ebu Hanife, bir kavle göre şafii, bir rivayette Ahmed bu görüştedirler.

 

2) "Bunlar hakimdirler." Medine alimlerinin, MahVin, diğer rivayette Ahmed'in, bir diğer kavilde Şafii'nin görüşü budur. Sahih olan da budur.

 

"Bunlar vekildirler, hakim değildirler." diyenlere gerçekten tam anlamıyla şaşmak lazım. Yüce Allah onları hakem olarak nasbetmiş, tayinlerini de karı-kocadan başkasına tevdi etmiştir. Eğer vekil olsalardı, o zaman Allah Teala: "Erkek kendi ailesinden bir vekil, kadın da kendi ailesinden bir vekil göndersin." buyururdu. Eğer onlar vekil olsalardı, ille de ailelerinden olması gerekmezdi.

 

Yine Allah Teala hüküm verme yetkisini onlara vermiş ve: "Eğer bunlar barıştırmak isterlerse, Allah aralarım buldurur." buyurmuştur. Vekillerin ise kendi başlarına hareket imkanları yoktur. Onlar, ancak müvekkilerinin iradeleri doğrultusunda hareket edebilirler.

 

Sonra "vekil", ne Kur'an lügatinde, ne Sari' dilinde, ne de genel veya öze] örfde "hakem" diye isimlendirilmez.

 

Yine hakemin, hem hüküm verme yetkisi vardır, hemde verdiği hükmün bağlayıcı olması sözkonusudur. Vekil ise, bunlardan hiçbirine yetkili değildir.

 

Yine "hakem" kelimesi, "hakim" kelimesinden daha kuvvetli bir anlama sahiptir. Çünkü ism-i fail manasında sıfat-ı müşebbehedir ve sübut bildirir. Arap dili ile uğraşanlar arasında bunda bir ihtilaf yoktur. Bu durumda "hakim" ismi, sadece vekil olan bir kimse için kullanılamazsa, ondan daha mübalağalı olan "hakem" kelimesi nasıl o manada kullanılabilir? Hem sonra Allah, hakem tayini konusunda eşlerin dışındaki kimselere hitap etmektedir. Eğer tevkil manasına ise, bu durumda erkek ve kadın hakkında onlar adına başkaları nasıl tevkilde bulunabilir. Bu, ayete şöyle bir takdirde bulunmayı gerektirir: "Eğer aralarının açılmasından korkarsanız (onlara emrediniz iki vekil tayin etsinler. Bir vekil erkeğin ailesinden, bir vekil de kadının ailesinden)...'* Ayetin gerek lafzının, gerekse manasının böylesi bir takdirden uzak olduğu, buna herhangi bir şekilde delalet etmediği, üstelik aksine delalet ettiği malumdur. Allah'a hamdederek söylüyoruz ki; bu, gayet açıktır.

 

Hz. Osman, Akil b. Ebi Talib ile karısı Fatima bt. Utbe b. Rebia arasında hakem olmak üzere, Abdullah b. Abbas ile Muaviye'yi göndermişti. Onlara: "Eğer aralarını ayırmayı uygun görürseniz, ayırırsınız." denilmişti.

 

Hz. Ali'nin de, iki eş arasında tayin edilen hakemlere: "Eğer ayrılmalarını uygun görürseniz, aralarını ayırırsınız. Birleştirilmelerini uygun bulursanız, birleştirirsiniz. Vazifeniz budur." dediği sahih olarak bilinmektedir.

 

İşte Hz. Osman, Hz. Ali, ibn Abbas ve Muaviye hepsi de hükmün hakemlere ait olduğunda müttefiktirler. Sahabeden bunlara bir muhalif olduğu

 

da bilinmemektedir. İhtilafın, ancak tabiin ve ondan sonraki nesillerden çıktığı bilinmektedir. Allah en iyi bilendir.

 

"Onlar vekildirler." dediğimizde şöyle bir soru çıkar: Acaba bedelli ya da bedelsiz ayrılık konusunda kocanın tevkilde bulunmasına, bedel (ivaz) verme konusunda zevcenin tevkilde bulunmasına eşler icbar edilebilirler mi edilemezler mi? İki rivayet vardır:

 

Eğer "icbar edilirler" dersek ve onlar da vekalet vermezlerse; hakim, bunu eşlerin rızasına bakmaksızın hakemlere tevdi eder.

 

Eğer, "Onlar hakemdirler.*' dersek, eşlerin rızasına ihtiyaç duyulmaz.

 

Bu ihtilafa dayalı olarak şu ayrıntı ortaya çıkar: Eşler ya da eşlerden biri gaib olsa, eğer "onlar vekildirler" denilirse; hakemlerin (meseleye) bakması kesilmez, devam eder. Eğer "onlar hakemdirler" denilirse; gaib üzerine hüküm olmayacağından bakmaları kesilir.

 

Her iki görüşe göre de, "Bakma işine devam ederler." de denilmiştir. Çünkü hakemler onların menfaatleri için tasarrufta bulunurlar. Bu halleri ile hakemler iki nazır gibidirler.

 

Eğer eşler delirirler ve: "Onlar vekildirler" denilirse; hakemlerin bakma işi sona erer. Çünkü müvekkillerin fer'idirler. Eğer; "Onlar hakemdirler." denilirse; meseleye bakma işi kesilmez. Çünkü hakimin, deli üzerinde velayet hakkı vardır. "Hayır kesilir.** de denilmiştir. Çünkü onlar için nasbedilmişlerdir ve bu hali İle sanki vekil gibidirler. Şüphesiz ki onlar hem vekalet şaibesi bulunan hakemdirler hem de hüküm vermek için nasbedilen vekildirler. Alimlerden bir kısmı hakemlik tarafının, diğer bir kısmı da vekalet yönünün ağır bastığı görüşünü tercih etmişlerdir. Üçüncü bir grup ise, her iki duruma da birden itibar etmişlerdir.

 

 

4- Kadının Bir Bedel Karşılığında Boşanması (Hulu) ve Bu Konudaki Hükümler:

 

Sahih-i BuharVĞz İbn Abbas'tan rivayet edilir: Sabit b. Kays b. Şemmas'ın hanımı Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ya Rasulallah! Ben Sabit b. Kays'in ne ahlakını, ne de dinini ayıplamıyorum. Fakat, İslam'da (istemediğim için onunla beraberliğim durumunda) küfre sebep olacak bir davranışta bulunmamdan da korkuyorum." dedi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Bahçesini geri verir misin?" buyurdu. Kadın: "Evet.** dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) (kocasına): "Bahçeyi kabul et ve onu bir talakla boşa!" buyurdu.

 

Sünen-i NesaPue Rubeyyi' binti Muavviz anlatır: Sabit b. Kays b. Şemmas karısını dövmüş ve kolunu kırmıştı. Karısı Cemile bt. Abdullah b. Übeyy idi. Kardeşi Hz. Paygember'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldi ve şikayetçi oldu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Sabit'i çağırttı ve ona: "Onun sendeki hakkını al ve yolunu bırak." buyurdu. Sabit: "Evet." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadına, bir hayız müddeti (iddet) beklemesini ve ailesinin yanına dönmesini emretti.

 

Sünen-i EbiDavud'da İbn Abbas rivayet eder: "Sabit b. Kays b. Şemmas'ın karısı kocasından hulu yolu ile ayrıldı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine, bir hayız müddeti iddet beklemesini emretti."

 

Darakutni'de bu olay şöyle anlatılır: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadına: "Sana (mehir olarak) verdiği bahçeyi geri verir misin?" diye sordu. Kadın: "Evet, hem de ziyadesiyle." dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ziyadeye gelince; hayır! Fakat bahçesini (verirsin)." buyurdu. Kadın da: "Olur." dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) malını aldı ve kadına yol verdi. Bu durum Sabit'e ulaşınca; "Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükmünü kabul ettim." dedi. Darakutni, isnadının sahih olduğunu söyler.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hükmü çeşitli unsurları içeriyor:

 

1- Hulu caizdir. Nitekim Kur'an da buna delalet etmektedir. Allah Teala: "Ey mü'minler! Siz de kan ile kocanın, Allah'ın sınırlarını hakkıyla muhafaza etmelerinden şüpheye düşerseniz, kadının erkeğe fidye vermesinde, her iki taraf için de günah yoktur."[Bakara, 229] buyurur.

 

Nass ve icmaa muhalefet eden şaz bir grup, huluun meşruluğunu kabul etmemişlerdir.

 

Ayette huluun, mutlak surette -gerek sultanın izni ile olsun, gerek izni olmadan- meşru olduğuna delil vardır. Bir grup izinsiz huluu meşru görmemişlerdir. Dört imam ve çoğunluk ulema onlara muhaliftirler.

 

Ayette, hulu yoluyla ayılığın meydana geleceğine delil vardır. Zira Yüce Allah, ayette "fidye" tabirini kullanmıştır. Eğer hulu neticesinde, bazı alimlerin de dediği gibi, ric'at mümkün olsaydı o zaman kadının mal vererek kendi nefsini kocanın elinden kurtarması mümkün olmazdı.ayetinde (umumi lafızlardan olannın kullanılması) hulu bedelinin az ya da çok olabileceğine delalet eder. Koca, mehir olarak verdiğinden daha fazlasını hulu bedeli olarak alabilir.

 

Abdürrezzak, Ma'mer -Abdullah b. Muhammed b. Akil- Rubeyyi' bt. Muavviz b. Afra senedi ile nakleder: Rubeyyi', sahip olduğu herşey karşılığında kocasından hulu yoluyla ayrılmıştı. Bu konuda, Hz. Osman'ın (r.a.) huzurunda mahkemelik oldular. Hz. Osman (r.a.), bu ayrılığı onayladı ve kocasına, saçmdaki tokası ve daha değersiz şeylere kadar nesi var nesi yok hepsini almasını emretti. Yine Abdürrezzak, İbn Cüreyc - Musa b. Ukbe - Nafi' senediyle nakleder: "İbn Ömer'e karısının azadlı cariyelerinden biri geldi. Nesi var nesi yok herşeyi, hatta elbisesi, hatta donu (tumanı) karşılığında hulu yapmıştı."

 

Kocasına itaatsizlik eden bir kadının durumu Hz. Ömer'e şikayet edilmişti. Hz. Ömer kocasına: "Küpesi karşılığında da olsa onu hulu yolu ile bırak." dedi. Bu haber, Hammad b. Seleme - Eyyub - Kesir b. Ebi Kesir senediyle rivayet edümiştir.

 

Yine Abdürrezzak, Ma'mer - Leys - Hakem b. Uteybe senediyle Hz. Ali'den (r.a.): "Verdiğinden daha fazlasını alamaz." sözünü rivayet der.

 

Tavus: "Kadına verdiğinden daha fazlasını alması helal olmaz." demiştir. Ata ise: "Eğer verdiği mehirden daha fazla almışsa, fazla kısmı iade etmesi gerekir." der. Zühri: "Ona verdiğinden daha çok alması helal olmaz", Meymun b. Mihran: "Eğer verdiğinden daha çok alırsa, 'güzellikle salıvermiş' sayılmaz."; Evzai: "Kadılar, mehir olarak verdiğinden başka bir şey almasını onaylamıyorlardı." demişlerdir.

 

Fazla alabilmeyi caiz görenler Kur'an'in zahirine ve ashabtan gelen haberlere dayanmaktadırlar. Caiz görmeyenler ise, Ebu'z-Zübeyr hadisini delil olarak kullanmaktadırlar. Hadis şöyle: Sabit b. Kays b. Şemmas karısı ile hulu yapmak istediğinde Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) (karısına): "Bahçesini geri iade eder misin?" diye sormuş, o da: "Evet, hem de ziyadesi ile!" demişti. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ziyadeye gelince; hayır!" buyurmuştu. Darakutni:

 

"Bunu Ebu'z-Zübeyr, birçoklarından işitmiştir. İsnadı sahihtir." der.

 

Konuyla ilgili olarak sahabeden gelen haberler ise muhteliftir. Kimisinden fazla almanın haramlığı rivayet edilmiş, kimisinden de mübahlığı nakledilmiştir. Kimisinin de mekruh bulduğu belirtilmiştir. Nitekim Veki, Ebu Hanife - Ammar b. İmran el-Hemedani - babası senediyle Hz. Ali'nin, mehir olarak verdiğinden fazlasını almayı mekruh bulduğunu rivayet etmiştir. İmam Ahmed, bu görüşü esas almış ve mekruhluğunu açıklamıştır. Onun arkadaşlarından Ebu Bekir ise ziyadeyi haram bulmuş ve: "Kadına geri iade edilir." demiştir.

 

Abdürrezzak, İbn Cüreyc'den, o da Ata'dan nakleder: Bir kadın Rasulullah'a gelmiş ve: "Ya Rasulallah! Ben, kocamdan nefret ediyor ve ondan ayrılmak istiyorum." demişti. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Sana mehir olarak verdiği bahçesini geri iade edecek misin?" diye sorunca, kadın: "Evet, hem de malımdan fazla bir miktar daha!" demişti. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona; "Malından fazla bir miktara hayır. Ancak bahçeyi (verirsin)." buyurmuş, kadın da: "Olur." demişti. Bunun üzerine Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) koca hakkında bu şekilde hükmetmişti.

 

Bu hadis her ne kadar mürsel ise de, Ebu'z-Zübeyr hadisi onu desteklemektedir. Hadisi İbn Cüreyc ikisinden rivayet etmiştir.

 

 

5- Hulu'dan Dönüş ve Hulu'da İddet Bekleme Süresi:

 

Yüce Allah'ın hulu için "fidye" tabirini kullanmasında, huluun bir nevi bedelli akitlerden sayıldığına delil vardır. Bu itibarla her iki tarafın da rızası aranır. Acaba huludan karşılıklı rıza ile vazgeçerek (ikale), koca karısından aldığını iade etse ve henüz iddet içerisinde iken ona rücu etse, bunu yapabilirler mi? Dört imam ve daha başkaları bunu mümkün görmemişler ve: "Kadın bizzat hulu ile ayrılmış olur (iddetle değil)." demişlerdir. Abdürrezzak, Ma'mer - Katade - Said b. el-Müseyyeb senediyle ondan şunu nakleder: "Hulu yapan erkek karısına rücu etmek isterse, ondan hulu bedeli olarak aldığı şeyi kendisine iddet içerisinde iade etsin ve ric'atine şahit tutsun." Ma'mer: "Zühri de (İbnü'l-Müseyyeb'in dediği gibi) böyle söylerdi." demiştir. Katade diyor ki: "Hasan 'ona, ancak yeni bir aday gibi talip olabilir.' derdi."

 

Said b. el-Müseyyeb ile Zühri'nin sözlerinde, fıkhı bir incelik, güzel bir yaklaşım vardır ve fıkıh kaide ve usulüne vurulduğunda kabul görür, yadırganacak bir taraf da yoktur. Ne var ki öteden beri gelen uygulama onun hilafınadır. Onların görüşü uygundur. Çünkü kadın iddet içerisinde olduğu sürece, kocanın hapsi altındadır, demektir ve bir grup ulemaya göre bu süre içerisinde verdiği şarta bağlı olmayan sarih talakı (müneccez sarih talak) yerini bulur. Dolayısı ile karşılıklı rıza ile huluu bozarlar ve daha önceki hallerine dönerlerse; şer'i kaideler buna engel olmaz. Ama bu, iddet sonrasında olursa iş değişir. Çünkü o takdirde kadın, tamamen yabancı biri haline gelmiştir. Dolayısıyla koca, artık taliplerden bir tanesidir. Hulu yaptığı kadınla iddeti içerisinde kendisinin evlenme hakkı olmasına karşı başkalarının olmaması da buna delildir.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hulu yapan kadına, bir hayız görünceye kadar iddet beklemesini emretmesinde iki hükme delalet bulunmaktadır:

 

1- Hulu yapan kadın, üç hayız müddeti beklemesi gerekmez. Bir hayız görmesi yeterlidir. Bu, sünnetin sarih ifadesi olduğu gibi, mü'minlerin emiri Hz. Osman (r.a.), Abdullah b. Ömer b. el-Hattab, Rübeyyi' bt. Muavviz ve ileri gelen sahabelerden birisi olan amcasının da görüşleridir. Ashabtan bunlara muhalif birisinin olduğu da bilinmemektedir. Nitekim Leys b. Sa'd, İbn Ömer'in azadlısı Nafi'den nakleder: Nafi', Rubeyyi' bt. Muavviz b. Afra'ı, Abdullah b. Ömer'e başından geçenleri anlatırken işitmiştir. Buna göre Rübeyyi', Hz. Osman (r.a.) zamanında kocası ile hulu yapmıştır. Rubeyyi'in amcası, Hz. Osman'a gelmiş ve ona: "Muavviz'in kızı bugün kocası ile hulu yaptı. (Baba evine) intikal edebilir mi?" diye sordu. Osman (r.a.) ona: "İntikal etsin. Aralarında miras durumu yoktur. İddet de gerekmez. Şu kadar var ki, hamile olup olmadığı endişesi ile bir hayız görünceye kadar başkası ile evlenemez." dedi. Abdullah b. ömer: "Osman (r.a.), bizim en hayırlımız ve en bilginimizdir." dedi.

 

İshak.i). Rahuyeh, bir rivayette Ahmed de bu görüşe kail olmuşlardır. Şeyhülislam İbn Teymiyye'nin tercihi de budur.

 

Bu görüş taraftarları onun, şer'i kaidelerin bir gereği olduğunu söylüyorlar. Çünkü iddet; ric'at zamanı uzun olsun ve böylece koca iyice düşünsün ve iddet içerisinde rücu imkanı olsun diye üç hayız süresi kılınmıştır. Eğer kadına rücu etme durumu yoksa ve maksat sadece hamilelikten emin olunması ise, bunun için istibrada olduğu gibi tek bir hayız görmesi yeterlidir. Bunlar şunu da ilave ediyorlar: Bizim bu izahımız üç talak ile boşanan kadının da üç hayız boyunca iddet bekleme zorunda olması hükmü ile nakzedilmiş olmaz. Zira talak bahsinde, ister bain olsun ister ric'i, ayırım yapılmamış ve iddet hükmü hep aynı tutulmuştur.

 

Bunlar devamla şöyle diyorlar: Bu, huluun talak değil, fesih olduğuna delildir. Huluun fesih oluşu, İbn Abbas, Osman, İbn Ömer, Rubeyyi' ve amcası gibi sahabilerin görüşüdür. Hiçbir sahabiden huluun talak kabul edildiği asla varid değildir. imam Ahmed, Yahya b. Said - Süfyan - Amr - Tavus senedi ile İbn Abbas'ın: "Hulu tefriktir (fesihtir), talak değildir." dediğini rivayet etmiştir.

 

Abdürrezzak, Süfyan - Amr - Tavus senediyle rivayet eder: İbrahim b. Sa'd b. Ebi Vakkas, İbn Abbas'a: "Bir adam karısını iki talakla boşasa, sonra kadın ondan hulu yolu ile ayrılsa, onu nikahlayabilir mi?" diye sordu. İbn Abbas: "Evet, Allah talakı ayetin başı ile sonunda, huluu da bu ikisi arasında zikretmiştir." dedi.

 

Soru: "Zikrettiğiniz sahabilere muhalif yoktur." diye nasıl söyleyebiliyorsunuz? Halbuki Hammad b. Seleme, Hişam b. Urve - babası - Cümhan yoluyla şunu rivayet etmektedir: Eslemlilerden Ümmü Bekre, Abdullah b. Useyd'in nikahı altında idi. Ondan hulu yoluyla ayrıldı. Abdullah pişman oldu. Hz. Osman'a mahkemelik oldular. Hz. Osman buna icazet verdi ve: "O bir (talak)tır. Ancak sen (hulu sırasında) bir şey söylemişsen, (iki talak, üç talak gibi) o zaman söylediğin şey olur." dedi.

 

İbn Ebi Şeybe de, Ali b. Haşim - İbn Ebi Leyla - Talha b. Musarrif - İbrahim en-Nehai - Alkame senediyle İbn Mes'ud'dan: "Bain talak sadece fidye (hulu) ve ilada olur." dediğini rivayet eder. Ali b. Ebi Talib'den (r.a.) de rivayet edilir. Bunlar, kadri yüce sahabilerden üç tanesidir. (Bu durumda "muhalif yoktur." sözünün bir manası kalmaz.)

 

Cevap: Bu üç sahabiden böyle bir görüş sahih olarak varid değildir. Hz. Osman'la ilgili haberi imam Ahmed ve Beyhaki ve daha başkaları tenkit etmişlerdir. Üstadımız, (ibn Teymiye) şöyle der: "Bu, Hz. Osman'dan nasıl sahih olarak varid olabilir? O hulu konusunda iddetin gerekmediği görüşündedir. Sadece bir hayız görmesi ile istibrada bulunmasından yanadır. Eğer Hz. Osman, huluun talak olduğu görüşünde olsaydı, o zaman iddeti de vacip kılardı. Bu hikayeyi Hz. Osman'dan (r.a.) rivayet eden Cümhan hakkında, Eslemliler'in azadlısı olduğundan başka hiçbir bilgimiz yoktur."

 

Ali b. Ebi Talib'den gelen habere gelince, bu konuda İbn Hazm şöyle der: "Bunu Hz. Ali'den (r.a.) sahih olmayan bir yolla rivayet ettik." Rivayetler içerisinde en ceyyid olanı, ibn Ebi Leyla'nın hafızasının iyi olmamasına rağmen naklettiği İbn Mes'ud'un haberidir. Sonra bu haber -eğer mahfuz ise- nihayet, huluda verilen talakın bain olarak vuku bulduğuna delalet eder, yoksa huluun bain talak olduğuna delalet etmez. İkisi arasında ise açık fark vardır. Huluun talak olmadığına şu husus delalet etmektedir: Zifafdan sonra vukubulan ve üç sayısına ulaşmayan talak üzerine Yüce Allah üç hüküm bina etmiştir ki, üçü de huluda sözkonusu değildir: Birincisi, talakta koca rücu hakkına sahiptir. İkincisi, verilen her talak üç haktan düşülür. Talak hakkı tam kullanıldıktan sonra şer'i tahlil (hülle) olmadıkça artık kadın kendisine helal olmaz. Üçüncüsü de; talakta iddet üç hayız (ya da tuhur)dur. Bunların hiçbirisi huluda yoktur. Nass ve icma ile sabit olmuştur ki huluda rücu hakkı yoktur. Sünnet ve sahabe kavilleri ile sabit olmuştur ki, huluda iddet sadece tek bir hayızdır. Nassla iki talaktan sonra huluun vukuu ve ondan sonra da üçüncü talakın verilebilmesi sabittir. Bu, huluun talak olmadığı hususunda gerçekten çok açıktır. Zira Allah Teala: "Boşama iki defadır. Ya iyilikle tutmak (geri almak), ya da güzel ve adaletli bir biçimde salıvermektir. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey geri almanız size helal değildir. Şayet erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından (evlilik haklarım tam tatbik edememekten) korkarlarsa başka. Ey Mü'minler! Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz o zaman kadının, (ayrılmak -hulü- için erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de bir günah yoktur."[Bakara, 229] buyurmaktadır. Bu ayet, iki talakla boşanmış kadına has değilse, hem onu hem de başkalarını içine alır. Zamirin zikri geçmeyene raci olması ve zikri geçeni ise içine almaması caiz olmaz. Aksine ya zikri geçene has olacaktır, ya da hem onu hem de onun dışındakiler! de içine alacaktır. Allah sonra şöyle buyuruyor: "Eğer erkek, kadını üçüncü defa boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz."[Bakara, 230] Bu ayet, huludan (fidye) ve iki talaktan sonra boşanan kadını kesinlikle içine alır. Çünkü zikri geçen onlardır. Dolayısıyla, lafzın kapsamı içine girmesi zaruridir. Nitekim "Tercümanü'l-Kur'an" diye anılan ve Hz. Peygamberin, "Allah'ım! Ona Kur'an'ın tevilini öğret." şeklindeki müstecab duasına mazhar olan (İbn Abbas) da ayeti böyle anlamıştır.

 

Fidye (hulu) ahkamı, talak ahkamından farklı olunca, bu durum, onun talak cinsinden olmadığını gösterir. Nassın, kıyasın ve sahabi kavillerinin gereği budur. Sonra akitlerin hakikat ve maksatlarına itibar edip lafızlara takılıp kalmayan kimseler huluu, hangi lafızla olursa olsun hatta "talak" lafzı ile de olsa fesih kabul ederler. Bu, Hanbeli alimlerinin, imamlarına nisbet ettikleri iki görüşten biridir. Üstadımızın (ibn Teymiye) tercihi de budur. O şöyle der: "Bu imam Ahmed'in, ibn Abbas ve arkadaşlarının sözlerinden zahiren anlaşılandır." ibn Cüreyc şöyle der: "Amr b. Dinar bana haber verdi: İbn Abbas'ın azadlısı İkrime'yi işittim: Malın onayladığı şey (ayrılık) talak değildir, diyordu." Abdullah b. Ahmed: "Babamın İbn Abbas'ın görüşünü benimsiyor olduğunu gördüm." demiştir. Amr, Tavus'tan İbn Abbas'ın; "Hulu tefriktir, talak değildir." dediğini nakleder. ibn Cüreyc, İbn Tavus'tan: "Babam (Tavus), fidyenin (hulu) talak olmadığı görüşünde idi ve kocayı muhayyer bırakırdı." dediğini nakleder.

 

Akitlerde lafızlara itibar edenler ve onlara takılıp kalanlar ise, talak lafzı ile olan huluu talak saymışlardır. Halbuki fıkhi kaideler ve asıllar, akitlerde muteber olanın, hakikat ve manaları olduğuna, şekil ve lafızlara itibar edilmediğine şehadet eder. Tevfik ancak Allah'tandır.

 

Buna delalet eden hususlardan biride şudur: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Sabit b. Kays'a, karısını hulu yolu ile bir talak boşamasını emretmiştir. Buna rağmen kadına, bir hayız görene kadar iddet beklemesini emretmiştir. Bu durum, huluun fesih olduğunda gayet açıktır. İsterse "talak" lafzı ile olsun, durum değişmez.

 

Yine Yüce Allah, hulu üzerine, fidye olması sebebiyle fidye ahkamını bağlamıştır. Malumdur ki fidye, ille belli bir lafızla olmaz. Allah Teala fidye için belli bir lafız belirlememiştir. Fidye talakı, kayıtlı bir talaktır. Dolayısıyla mutlak olan talak ahkamı kapsamına girmez. Nitekim sabit sünnetle hulu (fidye), ric'atın sübutu ve üç hayız müddeti bekleme konularında talak ahkamı içerisine girmemektedir. Muvaffakiyet Allah'tandır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

A) BOŞAMA EHLİYETİ