ZADU’L-MEAD

ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.)

VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

B) SAVAŞIN SONA ERMESİYLE İLGİLİ OLARAK VERDİĞİ HÜKÜMLER

 

1- Ganimetler Hakkında Verdiği Hükümler:

 

a) İslam'da İlk Ganimet ve İlk Öldürme Olayı Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Abdullah b. Cahş komutasındaki seriyyeyi, Kureyş'e ait bir kervanı gözetlemek üzere Nahle'ye göndermiş ve kendisine mühürlü bir mektup vererek iki günden önce okumamasını emretmişti. (Seriyye kervana hücum etmiş) ve Amr b. el-Hadrami'yi öldürmüşler, Osman b. Abdullah ile Hakem b. Keysan'ı da esir almışlardı. Bu olay haram ayda olmuştu. Müşrikler müslümanlara çok sert tepki göstermişlerdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ganimeti ve iki esiri bekletmişti. Nihayet: "Sana haram ayı ve onda savaşmanın doğru olup olmadığını soruyorlar. De ki: Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük günahlardır."[Bakara, 217] ayeti indi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kervanı (ganimeti) ve iki esiri kabul etti. Kureyş, bunların fidyesini ödemek üzere adamlar gönderdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara: "Hayır! İki adamımız -yani Sa'd b. Ebi Vakkas ile Utbe b. Gazvan- gelmedikçe vermeyiz. Biz onlar hakkında sizden endişe ediyoruz. Onları öldürürseniz adamlarınızı öldürürüz." buyurdu. Bu ikisi geldiklerinde Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Osman ile Hakem'i vererek onları (takasla) aldı ve ganimeti taksim etti.

 

İbn Vehb: Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ganimeti reddettiğini ve öldürülene de fidye ödediğini zikreder.

 

Siyerde malum olan böyle olmadığıdır.

 

Bu kıssadan şu hüküm çıkar:

 

1- Mühürlü vasiyyet üzerine şehadete cevaz vermek. Bu İmam Maük ve pek çok selef ulemasının görüşüdür. Buna Sahihayn'aakı İbn Ömer hadisi de delalet eder: "Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunan bir müslüman kimseye, vasiyeti yanında yazılı bulunmadıkça iki gece yatması caiz değildir."

 

2- Bir diğer hüküm de şudur: Devlet başkanı ve hakimin mektubuna (onun yazdığına dair) beyyine aranmaz; devlet başkanı ya da hakimin onun içeriğini, mektubu taşıyan kimseye okumuş olması da gerekmez. Bütün bu (şartların) ne Kitap'ta ne de sünnette bir dayanağı vardır. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), mektuplarım elçilerine veriyor ve yazdığı kimselere onları gönderiyordu. Ne elçilere içeriklerini okuyor, ne de üzerlerine iki şahit tutuyordu. Dolayısıyla bu hüküm, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnetinden ve uygulamasından kesinlikle anlaşılmaktadır.

 

 

b) Casuslar Hakkındaki Hükmü:

 

Hatıb b. Ebi Beltea casusluk yapmıştı. Hz. Ömer boynunun vurulmasını talep etti. Hz. Peygamber müsaade etmedi ve: "Ne biliyorsun? Belki de Allah Bedir savaşma katılanlara muttali olmuş ve onlara: Ne yaparsanız yapın, sizi affettim, buyurmuştur." dedi. Konu ile ilgili hüküm yeterince anlatılmıştır.

 

Ulema bu konuda ihtilafa düşmüşlerdir: Sahnun: "Eğer müslüman, ehl-i harble yazışırsa (onlar lehine casusluk yaparsa) öldürülür, tevbe imkanı verilmez. Mal varlığı varislerinindir." demiştir. Diğer maliki imamları: "İyice dövülür ve uzun süre hapsedilir. Kafirlere yakın yerden de sürülür." demişlerdir. ibnü'l-Kasım da: "Öldürülür ve onun için tevbe de yoktur. Zındık gibidir." demiştir.

 

İmam Şafii, Ebu Hanife ve Ahmed ise, öldürülmez görüşündedirler. Her iki grup da Hatıb hadisesini delil olarak kullanmışlardır. Daha önce delil olarak kullanış şekilleri zikredilmişti. Hanbelilerden İbn Akıl de İmam Malik ve arkadaşlarının görüşüne katılmıştır.

 

 

c) Esirler Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) esirler hakkında çeşitli şekillerde davrandığını biliyoruz. Bazısını öldürmüş, bazılarını serbest bırakmış, bazılarını fidye kaPp şılığında serbest bırakmış, bazılarını esir müslümanlarla mübadele etmiş, bazılarını köleleştirmiştir. Ancak bilinen odur ki, buluğa ermiş hiçbir adamı köV leleştirmemiştir.

 

Bedir savaşı esirlerinden Ukbe b. Ebi Muayt'ı ve Nadr b. Haris'i öldürmüştür. Yahudi esirlerinden pek çok kimseyi öldürmüştür. Bedir savaşı esirlerini 4000 dirhemden 400 dirheme kadar olan fidye karşılığında bazılarını ise müslüman cemaate yazı yazmalarını öğretmeleri mukabilinde serbest bırakmıştır. Yine Bedir günü şair Ebu Azze'yi karşılıksız salıvermiştir. Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiy sağ olsa da gelip şu kokuşmuşlar hakkında benimle konuşsaydı, onun hatırına hepsini serbest bırakırdım.'lbuyurmuştur.

 

Müşriklerden bir adam karşılığında iki müslümanı kurtarmıştır.

 

Dağıtılan esirlerden olan ve Seleme b. Ekva'a düşen bir kadını ondan gönüllü olarak geri alıp iade etmiş ve karşılığında birçok müslümanı kurtarmıştir.

 

Sümame b. ÜsaTi karşılıksız bağışlamış ve Mekke fethi gününde Kureyş'ten büyük bir topluluğu serbest bırakmıştır ki, bunlara talik (ç. tuleka) tabir olunurdu.

 

Bu hükümlerden hiçbiri mensuh (kaldırılmış) değildir. Devlet başkam, umumi menfaatin gereği ne ise onu yapmakta serbesttir. Gerek ehl-i kitaptan, gerek diğerlerinden olsun köleleştirmeye gidebilir. Mesela Evtas ve Muştalıkoğulları esirleri ehl-i kitap değillerdi, putperest Arap idiler. Yine sahabenin, Hanifeoğulları esirlerinden köleleştirdikleri olmuştu. Onlar da kitabi değillerdi, İbn Abbas şöyle der; "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) devlet başkanını, esirler hakkında fidye, salıverme, öldürme, köleleştirme arasında muhayyer kılmıştır. Dilediğini yapar." Bu konuda doğru olan budur, ondan başka görüş de yoktur.

 

 

d) Yahudiler Hakkındaki Hükmü:

 

Yahudiler hakkında birçok hükümde bulunmuştur: Medine'ye ilk geldiğinde onlarla anlaşma yapmıştır. Sonra Kaynukaoğulları ile savaşmış, onları yenmiş ve fakat bağışlamıştır. Sonra Nadiroğulları ile savaşmış, onları yenmiş ve yurtlarından sürmüştür. Sonra Kurayzaoğulları ile savaşmış ve onları ele geçirmiş ve öldürmüştür. Hayber yahudileri ile savaşmış ve onları yenmiş, öldürdüğü birkaç kişi hariç, diğerlerini toprakları üzerinde (yancı olarak) bırakmıştır.

 

Sa'd b. Muaz, Kurayzaoğulları hakkında; eli silah tutanların öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir edilmesi, mallarının ganimet sayılması hükmünü verdiğinde Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Bu Allah'ın yedi kat sema üzerinden yerilmiş hükmüdür." buyurmuştur. Bu hüküm şunu içerir: Ahdi bozanların bu durumu, -eğer harple bozmuşlarsa- kadın ve çocuklarına da geçer ve harp ehli haline dönerler. Bu Allah'ın hükmünün ta kendisidir.

 

 

e) Hayber Fethi Hakkındaki Hükmü:

 

Hayberin fethi gününde, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onları, oradan çıkacak meyve ve ekinlerin yarısr karşılığında yerlerinde bırakmıştır.

 

Mallarından hiçbir şeyi saklamamaları ve kaybetmemeleri sekinde yapılan anlaşmayı mallarını kaçırarak gizlemek suretiyle bozan Ebu'l-Hukayk'in iki oğlunun öldürülmesine hükmetmiş, mal kaçırmakla itham edilen kimsenin ikrar edinceye kadar cezalandırılmasını emretmiştir. Hayber Gazası bahsinde yeterli malumat verilmişti.

 

(Hayber ganimetleri) sadece Hudeybiye'ye iştirak edenlere aitti. İçlerinden sadece Cabir b. Abdillah hazır bulunamamıştı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona da payını ayırdı.

 

 

f) Mekke Fethi Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Mekke fethinde; kim kapısını kapatırsa, veya Ebu Süfyan'ın evine ya da Kabe'ye girerse veya silahını bırakırsa ona dokunulmayacaktır diye ilan etmiştir. Altı kişi için de vur emri çıkarmıştır. Makis b. Subabe, İbn Hatal ve devamlı şarkılarında Hz. Peygambere (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hicviyeler okuyan iki şarkıcı kadın bunlardandır. Ayrıca açıkladığı kararda hiçbir yaralının öldürülmeyeceğini, kaçanların kovalanmayacağını, esirlerin öldürülmeyeceğini bildirmiştir. Bunu Ebu Ubeyd el-Emval'inde zikretmiştir.

 

Huzaalılara, ikindi namazına kadar Bekiroğullarma karşı kılıç kullanma izni vermiş, sonra da: "Ey Huzaalılar! Öldürmekten ellerinizi çekin." buyur muştur.

 

 

g) Ganimetlerin Taksimi Hakkındaki Hükmü?

 

Ganimetlerin taksiminde süvariye üç, piyadeye bir pay verilmesine hükmetmiştir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bütün meğazi kitaplarında sabit olan hükmü budur. Fukahanın çoğunluğu da bu görüştedirler.

 

Öldürülen askerin üzerindeki teçhizatın (seleb) öldürene ait olduğuna hükmetmiştir.

 

Humusun ayrılması konusundaki hükmüne gelince; ibn İshak şöyle diyor: "Kurayzaoğulları savaşında otuz altı at vardı. Bu, iki pay düşen ilk fey idi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ondan humusu (beşte bir beytülmal hissesi) ayırdı, uygulama da (sünnet) böyle devam etti."

 

Kadı İsmail b. İshak da buna katılmıştır. İsmail şöyle diyor: "Sanıyorum bazıları şöyle demişlerdir: Humus işini bundan sonraya bıraktı. Bu konuda yeterli bir açıklama getiren hadis varid olmamıştır. Humusun kesin olarak ifadesi Huneyn ganimetleri hakkında zikredilmiştir."

 

Vakıdi de şöyle diyor: "İlk ayrılan humus, Bedir'den bir ay üç gün sonra cereyan eden Kaynukaoğulları gazasında olmuştur. Yahudiler, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükmüne razı olarak kalelerinden inmişler, Peygamberimiz de malları müslümanlara, kadın ve çocukları da kendilerine ait olmak üzere onlarla sulh anlaşması yapmıştı. Alman malların beşte birini ayırdı."

 

Ubade b. es-Samit şunları anlatır: Hz. Peygamber'le Bedir'e çıktık. Allah, düşmanı mağlup edince, bir kısmımız onları öldürerek takibe koyuldu. Bir kısmımız Hz. Peygamber'i (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çevreleyerek koruma altına aldı. Diğer bir kısım asker de ganimeti ele geçirdi. Takibe koyulanlar dönünce:

 

— Ganimet (nefel) bizim. Düşmanı biz takip ettik, dediler. Hz. Peygamber'i koruma altına alanlar ise:

 

— Biz daha çok hak sahibiyiz. Çünkü biz Hz. Peygamber'i kuşattık ve düşmanın arzusuna nail olmasına fırsat vermedik, dediler. Ganimeti ve ordugahı ele geçirenler ise:

 

— Hayır, bizim. Onu biz ele geçirdik! dediler. Bunun üzerine Allah: "Sana ganimetlerden (ertfaf) soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah'a ve Rasulü'ne aittir.[Enfal, 1] ayetini indirdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah'ındır..."'[Enfal, 41] ayeti inmeden aralarında beraberce taksim etti.

 

Kadı İsmail şöyle der: Hz. Peygamber, Nadiroğullarının mallarını sadece Muhacirler ile Ensar'dan üç kişi arasında paylaştırmıştır. Enaar'dan olanlar: Sehl b. Huneyf, Ebu Dücane ve Haris b. Sımme'dir. Muhacirler Medine'ye geldiklerinde Ensar meyve bahçelerini onlarla paylaştırmıştı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara: "Eğer dilerseniz Nadiroğullarmm mallarını sizin ve onların arasında beraberce paylaştırırım ve siz Muhacirlere olan yardımlarınızı sürdürmeye devam edersiniz. Yok isterseniz o malları sadece Muhacirlere dağıtırım ve siz de artık onlara verdiğiniz (meyve) yardımlarınızı kesersiniz." buyurdu. Onlar da: "Sadece onlara verin, biz de bahçelerimizi kendimizde tutalım." dediler. Bunun üzerine Nadiroğullarmm mallarını Hz. Peygamber, Muhacirlere dağıttı. Böylece onlar bu mallarla iktisadi yönden muhtaç durumdan kurtuldular. Ensar da bahçelerinin sırf kendilerine ait olmasıyla ihtiyaçtan kurtuldular. Ensar'dan olan bu üç kişi ise ihtiyaç beyanında bulundular.

 

 

h) Savaşa Bilfiil Katılmayanlara Ganimetten Pay Ayırması:

 

Talha b. Ubeydullah ile Said b. Zeyd (r.a.), Şam'da bulunuyorlardı ve Bedir'e iştirak edememişlerdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onların da paylarım ayırdı. Onlar: "Ya Rasulallah, ya sevabımız?" dediler. Hz. Peygamber (s.at): "Sevabınız da." buyurdu.

 

ibn Hişam ve İbn Habib zikrederler: Ebu Lübabe, Haris b. Hatıb ve Asim b. Adiy Hz. Peygamber'le beraber çıkmışlardı. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onları geri çevirdi. Ebu Lübabe'yi 'Medine'ye emir tayin etti. İbn ümmi Mektum'u da namaz kıldırmakla görevlendirdi ve onlara ganimetten pay ayırdı. ,

 

Haris b. Sımme'nin Rahva'da (bir yeri) kırılmıştı. Hz. Peygaml onun da payını ayırdı.

 

İbn Hişam: Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Havvat b. Cübeyr'e "payını ayırdığını söyler.

 

Hiçbir kimse, Peygamberimizin kızı Rukiyye hasta olduğu için hanımının yanında kalıp Bedir'e iştirak edemeyen Hz. Osman'a Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) pay ayırdığında ihtilaf etmemiştir. Hz. Osman: "Ya Rasulallah, ya sevabım?" demiş, Hz. Peygamber de: "Sevabın da." buyurmuştur.

 

İbn Habib, bu uygulamanın Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) has olduğunu ve harbe iştirak etmeyene ganimetten pay ayrılmayacağına dair icmam bulunduğunu söyler.

 

Ben derim ki: imam Ahmed, Malik ve selef ile haleften birçok alim, devlet başkam eğer bir kimseyi ordu menfaati için bir yere gönderirse onun ganimetten payı vardır, demişlerdir.

 

İbn Habib şöyle der: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kadınlar, çocuklar ve köleler için bir pay ayırmazdı. Ancak onlara bir şeyler de verirdi."

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ganimet taksiminde on koyunu bir deveye denk tutmuştur. Bu, değerlendirme açısından ve müşterek malın taksimindedir. Kurban konusunda ise, Cabir şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'le (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Hudeybiye senesinde bir deveyi yedi kişi adına kurban ettik. Sığırı da yedi kişi adına kestik." Bu Hudeybiye'de olmuştu. Veda haccında ise yine Cabir: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bizden her yedi kişinin bir deve ya da sığıra ortak olarak kurban etmesini emretti." demiştir. Her iki hadis de Sahih'teair.

 

Sünen'de ise İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Bir adam Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ya Rasulallah; bir deve kurban etme borcum var. Halim de müsait. Fakat bulamıyorum ki satın alayım." dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona, yedi koyun almasını ve boğazlamasını emretti.

 

 

i) Seleb (Teçhizat) Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), öldürülen kişi üzerinde bulunan teçhizatın {seleb) tamamının öldürene ait olduğuna hükmetmiş ve beşte birini almamıştır. Onu humustan bağışlanan şey olarak saymamış, ama asıl ganimetten kabul etmiştir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tatbikatı işte böyledir.

 

Buhari, Sahih'inde şöyle der: "Teçhizat (seleb), öldürenindir. O humustan değildir. Buna bir kişinin şehadeti ile hükmetmiştir. Savaş bittikten sonra hükümde bulunmuştur." Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), öldürülenin teçhizatının öldürene ait olduğu şeklindeki hükmü işte bu dört durumu içermektedir.

 

İmam Malik ve ona tabi olan alimler: "Seleb, humustan başkasından olamaz. Selebin hükmü enfalin (ganimetlerin) hükmü gibidir." demişlerdir. İmam Malik: "Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) böyle demiş olduğu bize ulaşmamıştır. Huneyn gününden başka bir zamanda da yapmamıştır. Ebu Bekir de, Ömer de yapmamıştır." diyor. İbnü'l-Mevvaz da: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Bera b. Malik'den başkasına, öldürdüğü kimsenin teçhizatını vermemiştir. Onun da beşte birini ayırmıştır." demektedir.

 

Maliki imamlar da şöyle diyorlar: Allah Teala, "Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasulü'ne... aittir."[Enfal, 41] buyurmuş ve ganimetin beşte dördünü, bunu elde edenlere vermiştir. Dolayısıyla, Allah'ın onlara verdiği şeyin ihtimalle ellerinden alınması caiz olmaz.

 

Sonra, şayet bu ayet, seleb dışındaki ganimetlerle ilgili olsaydı, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun (seleb) hükmünü Huneyn savaşına kadar ertelemezdi. Ayet Bedir gazası hakkında nazil olmuştur. Yine Hz. Peygamber: "Kim birisini öldürürse teçhizatı onundur." sözünü savaş soğuduktan sonra buyurmuştur. Eğer önceden bilinen bir iş olsaydı, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) süvarisi ve büyük sahabilerinden Ebu Katade de bilirdi. O, Hz. Peygamber'in tellalını işitinceye dek seleb (teçhizat) talebinde bulunmamıştır.

 

Yine şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), onu kendisine yeminsiz ve tek bir şahidin şehadeti ile vermiştir. Eğer asıl ganimetten olsaydı, şair emlakin elden çıkarılmasına medar olan beyyine veya bir şahid ve yemin gibi bir şeyle, ganimet hakkının ayrılması gerekirdi.

 

Devamla şöyle demişlerdir: "Eğer seleb öldürene vacib olsaydı, öldürdüğüne dair beyyine bulamadığında lukata gibi bekletilirdi, dağıtılmazdı. Halbuki seleb, beyyine bulunmadığında taksim edilir. Dolayısıyla Vmülk" manasından çıkar ve selebin devlet başkanının içtihadına kaldığı ve onu humustan sayacağı neticesine varır." Bu, konu ile ilgili yapılan delillendirmenin tamamını teşkil eder.

 

Diğerleri ise şöyle demişlerdir: Selebin öldürene ait olduğunu Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurmuş ve bunu Huneyn'den altı sene önce tatbik etmiştir. Buharı, Sahih İnde şöyle zikreder: Muaz b. Amr b. Cemuh ile Mua2 b. Afra -her ikisi de Ensar'dan- Bedir gününde kılıçlarıyla Ebu Cehil b. Hişam'a vurmuşlar ve sonunda onu öldürmüşlerdi. Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gittiler ve haber verdiler. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara: "Onu hanginiz öldürdü?" diye sordu. Her biri de: "Onu ben öldürdüm." dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Kılıçlarınızı şildiniz mi?" buyurdu. "Hayır." dediler. Hz. Peygamber kılıçlarına baktı ve: "Her ikiniz onu öldürmüşsünüz." buyurdu ve selebinin (teçhizatının) Muaz b. Amr b. Cemuh'a ait olduğuna hükmetti.

 

Bu hadis, selebin öldürene ait olduğunun daha işin başından belli ve mukarrar olduğuna, Huneyn gününde -meşru kılımldığına değil- sadece genel ilanda bulunulduğuna delalet eder.

 

İbnü'l-Mevvaz'ın: "Ebu Bekir ve Ömer bunu yapmamışlardır.'* şeklindeki sözüne iki açıdan cevap verilebilir: 1) Bu, bir hakkı kaldırma konusundaki şehadettir, onun için dinlenilmez. 2) Selebin öldürene ait olduğu hükmünün bu iki halife devrinde ilan edilmemesi; belki de bunun artık yerleşmiş bir uygulama oluşu ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hüküm ve uygulamasıyla belirlenmiş olması gerekçesiyledir. Hatta bu iki halifenin kesin olarak bu uygulamayı terkettikleri bilinse dahi bu hüküm, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükmü önüne geçirilemez.

 

Yine onun: "Bera b. Malik'ten başkasına, öldürdüğü kimsenin selebini vermemiştir." sözü de doğru değildir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Seleme b. Ekva'a, Muaz b. Amr'a, Ebu Talha el-Ensari'ye -ki Huneyn savaşında yirmi kişiyi öldürmüş ve teçhizatlarını almıştır- öldürdüklerinin teçhizatlarını vermiştir. Butu" bunlar gerçek olaylardır ve çoğu da Sahih'de bulunmaktadır. Bir hakkı düşürmeye şehadet genellikle çelişkili olmaktan kurtulamaz.

 

Yine İbnü'l-Mevvaz'ın: "Onun da beşte birini ayırmıştır." demesi doğru değildir. Haberlerde sabit olan aksidir. Sünen-i Ebi Davud*da Halid'den: "Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) selebin humusunu almadığı" rivayeti vardır.

 

Allah Teala'nın: "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah'ındır..." ayetine gelince; bu genel bir hükümdür. Seleble hüküm biri Allah'ındır..." ayetine gelince; bu genel bir hükümdür. Seleble hüküm ise özeldir, Kitab'ın genel naslannın, sünnetle tahsisi caizdir. Bunun benzerleri mlalumdur ve inkarı mümkün değildir.

 

"Allah'ın onlara verdiği hak, ihtimalle ellerinden alınamaz." sözünün cevabı da iki açıdan olacaktır. Birincisi: Biz selebi ganimeti elde edenlerin dışında birilerine vermiyoruz. İkincisi: Biz selebi, öldürene, ihtimalle değil Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hadisi ile veriyoruz. Hz. Peygamber sizin dediğiniz gibi ayetin hükmünü Huneyn gününe kadar ertelemiş de değildir. Aksine buna Bedir gününde hükmetmiştir. Savaştan sonra söylemiş olması, öldürmekle selebe hak kazanılacağına engel teşkil etmez.

 

Ebu Katade'nin, tellalın ilanını işitinceye dek talepte bulunmayışına gelince; bu, hükmün daha önceden malum ve belirlenmiş olmadığını gerektirmez. Ebu Katade susmuştu, çünkü mücerred davada bulunmakla selebi alabilecek değildi. Onun öldürdüğüne dair şahitlikte bulunan biri çıkınca Hz. Peygamber de kendisine vermişti.

 

Sahih olan; seleb konusunda bir şahidle yetinilip ikinci bir şahide ya da yemine ihtiyaç duyuhnamasıdır. Nitekim muarızı olmayan sahih-sarih sünnet bunu göstermektedir. Daha önce yerinde zikri geçmişti.

 

"Eğer seleb Öldürene ait olsaydı; lukata gibi bekletilir, taksim edilmezdi." sözüne şöyle cevap veriyoruz: Seleb, ganimeti elde edenlerindir, öldürenin ise sadece öncelik hakkı vardır. Eğer bizzat öldüren kimse bilinemezse, ganimete hak kazananlar ona müşterek olarak sahip olurlar. Çünkü haklarıdır. Öncelik hakkı bulunan da ortaya çıkmamıştır. Dolayısı ile hepsi ortak olurlar.

 

 

j) Müslümanların, Müşrikler Tarafından Ele Geçirilen Malları Hakkındaki Hükmü:

 

Buharı'de rivayet edilir: "ibn Ömer'e (r.a.) ait bir at gitmiş ve düşman onu eline geçirmişti. Daha sonra müslümanlar o atı ele geçirdiler. Hz. Peyr gamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zamanında at kendisine geri verildi. Yine bir kölesi kaçmış ve Bizans'a katılmıştı. Müslümanlar onu ele geçirdiler. Halid b. Velid, onu Hz. Ebu Bekir devrinde kendisine iade etti."

 

Ebu Davud'un Sünen'mte\ kaçak köleyi iade edenin bizzat Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) olduğu belirtilir.

 

el-Müdevvene ve el-Vadiha'da şöyle deniliyor. Müslümanlardan biri, ganimetler içerisinde kendisine ait olan bir deve buldu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Eğer, ganimet taksim edilmeden buldu isen onu al. Taksim edildikten sonra buldu isen, eğer dilersen değerini vererek almaya sen daha çok hak sahibisin." buyurdu.

 

Yine sahih olarak bilinmektedir ki Muhacirler, Fetih günü, Mekke'deki evlerinin kendilerine verilmesini Hz. Peygamber'den istemişlerdi. Hiç birisine, evini geri iade yoluna gitmedi. Kendisine, "Yarın Mekke'de hangi evinize konaklıyacaksınız?" denildiğinde: "Akil bize ev mi bıraktı ki? buyurmuştur. Şöyle ki; Rasulullah Medine'ye hicret edince, Akil, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Mekke'deki mal varlığına el koymuş ve ne var ne yok hepsine sahiplenmiş, sonra da bunlar elinde iken müslüman olmuştu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kim müslüman olursa elinde bulundurduğu şeylerin kendisine ait olacağına hükmetmişti. Akil, Ebu Talib'e varis olmuş, Hz. Ali olamamıştı. Çünkü o ölmeden Hz. Ali müslüman olmuştu. Hz. Peygamber'e Abdülmuttalib'den bir miras kalmamıştı. Çünkü dedesi sağ iken babası ölmüştü. Sonra Abdülmuttalib ölmüş ve oğulları yani Hz. Peygamber'in amcaları ona varis olmuştu. Oğullarının çoğu ölmüş, geride kimse bırakmamışlardı. Bütün mal varlığı Ebu Talib'de toplanmıştı. Sonra o da ölmüş, bütün malına Akil varis olmuş, din farklılığından dolayı Hz. Ali varis olamamıştı. Daha sonra Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Medine'ye hicret buyurunca, Akil, Peygamberimizin evine el koymuştu. İşte bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Akil bize yurt mu bıraktı ki!" buyurmuştur.

 

Müşrikler, Medine'ye hicret eden müslümanların mal varlıklarına el koyuyorlardı. Sünnet (uygulama), muharip kafirlerden müslüman olanların, daha önceden itlaf ettikleri müslümanların can ve mallarını tazmin etmeme, gasbettikleri ve ellerinde bulundurdukları müslümanlara ait malları geri iade etmemeleri şeklinde cereyan etmiştir. Müslüman oldukları anda ellerinde bulundurdukları mal varlıkları kendilerinin olmuştu. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükmü ve uygulaması işte budur.

 

 

k) Kendisine Hediye Edilen Şeyler Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) arkadaşları, kendisine yiyecek vb. şeyler hediye ederlerdi. O da kabul buyurur, onları kat kat fazlasıyla mükafatlandınrdı.

 

Kendisine melikler hediye gönderir, onların hediyelerini kabul eder, ashabı arasında paylaştırır, içinden seçtiği şeyleri kendisi için alırdı. Böylece bunlar, ganimetteki kendisine ait bir hak olan "safiy" gibi olurdu.

 

Sahih-i Buhari'uz anlatılır: Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ipekten yapılmış, altın düğmeli kaftanlar hediye edilmişti. Ashabından bazı kimselere taksim etti. İçinden bir tanesini de Mahreme b. Nevfel için ayırdı. Mahreme, oğlu Misver'le birlikte geldi, kapıda durdu. Oğluna: "O'nu bana çağır." dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun sesini duydu. Kaftanla ona yöneldi ve: "Ya Ebu'l-Misver! Bunu senin için sakladım." buyurdu.

 

Mukavkıs, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ümmü veledi Mariye'yi, Hassan'a hediye ettiği Şirin adlı cariyesini, ayrıca bir kır katırla bir eşeği hediye etmişti.

 

Kendisine Necaşi hediyede bulunmuştu. Hz. Peygamber de kabul ederek ona hediyeler göndermiş ve daha ulaşmadan kendisinin öldüğünü, hediyelerin geri döneceğini haber vermişti. Buyurdukları gibi de çıkmıştı.

 

Ferve b. Nüfase el-Cüzami, kendisine beyaz bir katır hediye etmişti. Huneyn gününde ona binmişti.

 

Buhari'nin zikrettiğine göre, Eyle meliki kendisine beyaz bir katır hediye etmişti. Hz. Peygamber de ona bir hırka giydirmiş ve onu kendi ülkesinde görevde bırakmıştı.

 

Ebu Süfyan hediye takdim etmiş, kabul buyurmuştu.

 

Ebu Ubeyd şöyle nakleder: Mulaibu'l-Esinne (denilen) Amir b. Malik, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir at hediye ettiğinde bunu reddetti ve: "Biz bir müşriğin hediyesini kabul etmeyiz." buyurdu. Yine Iyaz el-Mucaşii için de: "Biz müşriklerin ihsanlarını kabul etmeyiz."' demiştir.

 

Ebu Ubeyd şöyle diyor: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Ebu Süfyan'dan hediye kabul etmiştir. Çünkü bu, aralarında sulh anlaşmasının bulunduğu dönemde olmuştu. İskenderiye meliki Mukavkıs'ın hediyelerini de kabul buyurmuştu. Çünkü o, elçisi Hatıb b. Ebi Beltea'ya iyi davranmış ve peygamberliğini ikrar etmişti. İslamlığından ümii kestirmemişti. Buna karşılık hiçbir muharip müşrikten asla hediye kabul etmemiştir."

 

Daha sonra gelen devlet başkanlarımın hediye kabullerinin hükmüne gelince; bu konuda Malikilerden Sahnun şöyle diyor: "Bizans hükümdarı halifeye hediyede bulunursa, kabulünde bir sakınca yoktur ve hediye kendisine ait olur." Evzai ise: "Bütün müslümanların olur ve beytülmaldan karşılık hediye verir." der. İmam Ahmed ve tabileri ise: "Devlet başkanına ya da ordu komutanlarına kafirlerden yapılan hediyeler ganimet sayılır. Ganimet ahkamına tabidir." derler.

 

 

l) Malların Taksimi Konusundaki Hükümleri:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) taksim etmekte olduğu mallar üç çeşitti:

 

1- Zekat,

2- Ganimet,

3- Fey.

 

Zekat ve ganimetlerin hükmü daha önce geçti. Sekiz sınıfa da birden verilmediğini, bazan tek bir yere dahi verdiğini görmüştük.

 

Fey hakkındaki hükmüne gelince: Sahih-i Buhari'de sabit olduğuna göre, Huneyn gününde fey'den müellefe-i kuluba taksimde bulunmuş, ondan Ensar'a hiçbir şey vermemişti. Bunun üzerine Ensar, Hz. Peygamber'e serzenişte bulundular. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara: "Herkes evine koyunla, deveyle dönerken, siz, Allah'ın Rasulü ile dönecek ve O'nu kendi yurdunuza götüreceksiniz. (Bu sizin hoşunuza gitmez mi?) Yemin ederim ki sizin beraberinizde götürdüğünüz şey, onların birlikte götürdüklerinden daha hayırlıdır." buyurdu.

 

Olayın hikayesi ve içerdiği neticelerden daha önce bahsedilmişti.

 

Burada anlatmak istediğimiz, Allah Teala'nın fey malları hakkında Hz. Peygamber'e, diğer mallar için helal olmayan bazı tasarrufları mubah kıldığım belirtmektir.

 

Buhari'deki nakle göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor: "Ben bazı insanlara veriyor, bazılarını terkediyorum. Vermeyip terkettiklerim, kendilerine verdiklerimden bana daha sevimlidir."

 

Yine Buhari'de Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "İman zaaflarından ve figanlarından korkumdan bazılarına veriyor, bazılarına da, Allah Teala'nın kalplerine koyduğu gönül zenginliği ve hayıra dayanarak vermiyorum. Amr b. Tağlib de bu ikincilerdendir." buyurmuştur. Amr b. Tağlib: "Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) benim hakkımdaki bu sözleri karşılığında kırmızı develerimin olmasını bile asla istemem." demiştir.

 

Yine Buhari'de şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali, Yemen'den bir altın külçesi göndermişti. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunu: Akra b. Habis, Zeyd el-Hayl, Alkame b. Ülase, Uyeyne b. Hısn olmak üzere dört kişiye pay etti. Derken, çukur gözlü, yüksek alınlı, gür sakallı, başı tıraşlı bir adam kalktı ve: "Ya Rasulallah, Allah'tan kork!" dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Yazık sana; yeryüzünde Allah'tan en çok korkacak biri varsa o da ben değil miyim?" buyurdu.

 

Sünen'de şöyle nakledilir: "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "zilkurba = yakın akrabalar*' hissesini Haşimoğulları ile Muttaliboğullarına verdi. Nevfeloğulları ile Abdişemsoğullarını terketti. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut'im ile Osman b. Affan, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gittiler ve: "Ya Rasulallah! Haşimoğullarmın size olan yakınlığını ve şereflerini inkar etmiyoruz. Ama Abdülmuttaliboğullarının özelliği ne ki onlara verdiniz de bize vermediniz? Biz ve onlar hep aynı durumda değil miyiz?" dediler. Hz. Peygamber onlara: "Biz ve Muttaliboğulları ne cahiliyede ne de İslam'da ayrılmayız. Biz ve onlar aynı şeyiz." buyurdu ve parmaklarını birbirine kenetledi.

 

Bazı alimler bu uygulamanın Uz. Peygamber'e has olduğunu ve "zilkurba" payının kendisinden sonra Haşim ve Muttaliboğullarına sarf edildiği gibi Abdişems ve Nevfeloğullarına da harcanacağını ifade etmişlerdir. Çünkü bunların dördü de bir kardeştir ve Abdimenaf in oğullarıdır. Abdişems ile Haşim'in ikiz olduğu da söylenir.

 

Doğrusu şudur: Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hükmü devam etmektedir. Zevilkurba hissesi, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tahsis ettiği Haşim ve Muttaliboğullarına verilir. "Bu Hz. Peygamber'e ait bir uygulamadır." sözü yanlıştır.

 

Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu uygulamasıyla, Allah Teala'nın yakın akrabalara ayırdığı humusun yerini belirlemiştir. Bu yerlerden öte geçilmez, geri de durulmaz. Şu var ki, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hisseyi taksim ederken, zengin—fakir ayırımı yapmadan herkese eşit olarak dağıtmıyordu; miras taksimindeki gibi kadına bir, erkeğe iki pay ayırımına da gitmiyordu. Aksine maslahat ve ihtiyaç prensiplerini göz önünde tutarak onlara harcıyordu; bekarlarını everiyordu, borçluların borcunu ödüyordu, fakirlere geçinebilecekleri kadar veriyordu.

 

Sünen-i Ebu Davud'a. Hz. Ali şöyle diyor: "Yakın akraba hissesi olan humusu'l-humus'un (beşte birin beşte biri) idaresini Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bana vermişti. Ben Hz. Peygamber'in hayatında, Ebu Bekir'in hayatında, Ömer'in hayatında bunu yerlerine harcadım."

 

Hz. Ali'nin bu sözünden, onun beş harcama yerine harcandığına istidlalde bulunmuşlardır. Bu istidlal kuvvetli değildir. Çünkü bu söz olsa olsa Hz. Ali'nin humus'ul-humusu Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) harcadığı yerlere harcadığına, başka yerlere vermediğine delalet eder. Beş sınıfa dağıtılması ile ne ilgisi var? Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünneti ve yaptığı uygulamalar humusun sarf yerlerini zekatinki gibi kıldığına, zikredilen sınıflardan dışarı çıkmadığına delalet etmekte, onu aralarında miras taksimi gibi taksim etmediğini göstermektedir. O'nun yaşantısını ve sünnetini ffprçek anlamda inceleyenler bu konuda şüphe etmezler.

 

Sahihayn'da Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Nadiroğullarının malları; müslümanların ne at ne de deve koşturmadan, Allah'ın Peygamberine lütfettiği fey mallarındandı ve sadece Peygamber'e hastı. Ailesinin senelik nafakasını ayırır, geri kalan kısmıyla Allah yolunda hazırlık olmak üzere harp araç gereçleri satın alırdı."

 

Sünen'de Avf b. Malik'ten nakledilir: "Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) fey malları geldiğinde, aynı günde hemen dağıtırdı. Evliye iki pay, bekara da bir pay verirdi. "

 

Bu da Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), eşi "zilkurba" faslından olmasa bile evliye ihtiyacından dolayı fazla verdiğini gösteriyor.

 

Fukaha fey konusunda ihtilaf etmişlerdir: Acaba fey Hz. Peygamber'in dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği bir mülkü müdür, yoksa değil midir? Gerek Hanbeli mezhebinde ve gerekse diğerlerinde her iki görüş de vardır. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) uygulama ve davranışları, kendisinin fey'de Allah'tan aldığı emirle tasarrufta bulunduğunu, Allah'ın emrettiği yere harcadığını, emrettiği kimselere taksim ettiğini; malikin mülkünde kendi arzusu ile tasarrufu gibi, dilediğine verecek dilediğine vermeyecek şekilde tasurruf yetkisinin bulunmadığını göstermektedir. O, efendisinden aldığı talimatları yerine getiren, ver dediğine veren, verme dediğine vermeyen bir köle gibi tasarruf ediyordu. Nitekim bunu kendisi de açıklamış ve: "Yemin ederim ben birine veriyor da, diğerini terkediyor değilim. Ben sadece bir taksimatçıyım, emrolunduğum yere koyuyorum." buyurmuştur. Görüldüğü gibi O'nun vermesi, vermemesi, taksimi hep Allah'ın emri ile olmaktadır. Zaten Yüce Allah kendisini "Melik Peygamber" ve "Kul Peygamber" olma arasında muhayyer bırakmış, o da Kul Peygamber olmayı tercih etmiştir.

 

Aralarındaki fark şudur: "Kul Peygamber", efendisinin ve kendisini gönderenin emri olmadan hiçbir tasarrufta bulunmaz. "Melik Peygamber" ise dilediğine verebilir, dilediğinden meneder. Nitekim yüce Allah, Melik Peygamber Hz. Süleyman hakkında: "İşte bizim bağışımız budur: İster ver, ister tut, hesap yoktur."[Sad, 39] buyurmuştur. Yani: Dilediğine ver, dilediğine verme, seni hesaba çekmeyeceğiz, demektir. Bu mertebe Hz. Peygamberimize arzedilmiş, ancak O buna rağbet etmeyerek daha üst makamı, yani küçük büyük her konuda efendisinden aldığı emirle hareket edilen halis kulluk makamını istemiştir.

 

İşte Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) fey konusundaki tasarrufu bu şekildendir. O fey'e maliktir, ama diğer maliklerden farklıdır. Bu yüzdendir ki, müslümanların ne bir at ne de bir deve koşturmadan Allah Teala'nın kendisine verdiği bu fey mallarından, o önce kendisinin ve ailesinin yıllık nafakasını ayırıyor* geri kalanlarını ise Allah yolunda cihad için gerekli araç gereç tedarikine yatırıyordu. Mallar içerisindeki işte bu kısım hakkında Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sonra çekişmeler olmuş ve günümüze kadar da ihtilaflar devam etmiştir.

 

Zekat mallan, ganimetler ve mirasın taksiminde hak sahipleri bellidir ve başkaları onlara ortak edilmez. Bu konuda daha sonra gelen yöneticiler için, fey konusundaki müşkiller gibi hiçbir müşkil çıkmamış, çekişmeler olmamıştır. Eğer feyin durumu da bu mallar gibi açık ve net olsaydı; Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kızı Fatıma, kalkıp da Peygamberimizin terekesinden miras talebinde bulunmaz, malik olduğu şeylere -diğer maliklerde olduğu gibi- varis olunacağı zehabına kapılmazdı. O'ndan geride kalan mülke varis olunamayacağı, ölümünden sonra bu malların sadaka hükmünde olacağı hakikatini kavrayamamıştı. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vefakar ve raşid halifesi Ebu Bekir Sıddik ve ondan sonra gelen halifeler bu durumu bildikleri için, Hz. Peygamberin (Sallallahu aleyhi ve Sellem) fey olarak geride bıraktığı mallarını miras kabul ederek varisleri arasında taksime gitmemişler, aksine onların idaresini Hz. Ali ile Hz. Abbas'a vermişler ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yaptığı gibi tasarrufta bulunmalarını istemişlerdir. Hz. Ali ile Abbas arasında bu konuda anlaşmazlık çıkıp, meseleyi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e götürdüklerinde, onlardan hiç birisi bunu miras olarak taksim etmemiş, Hz. Abbas ve Hz. Ali'ye de onda tasarrufta bulunma imkanı vermemişlerdir.

 

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberine verdiği ganimetler (fey); Allah, peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet (zenginlik) olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. Allah'ın verdiği bu fey mallan, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine, peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. işte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar... Bunların arkasından gelenler: 'Rabbimiz; bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma' derler."[Haşr, 7-10]

 

Yüce Allah bu ayeti kerimelerde, Rasulü'ne fey olarak verdiği malların bütün olarak, ayette zikri geçen kimselere ait olduğunu haber vermiş, fey toplamının her beşte birinin ayrı ayrı zikredilen gruplara ait olduğunu ifade etmemiştir. Aksine umumi olarak, mutlak bir ifade ile hepsini içine alacak şekilde beyanda bulunmuştur. Bu mallar öncelikle hususi harcama yerlerine harcanır ki bunlar humus ehlidir. Sonra da genel harcama yerlerine sarfedilir. Bunlar da Muhacirler, Ensar ve kıyamete dek onların yolundan gidenlerdir. Bizzat Hz. Peygamber ile Raşid halifelerin uygulayageldikleri şey, bu ayetlerde istenilen şeyin ta kendisidir. Bu yüzden, İmam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre Hz. Ömer şöyle demiştir:

 

"Bu malda hiçbir kimse diğerinden daha fazla hak sahibi değildir. Ben de, herhangi birinden daha çok hak sahibi değilim. Yemin ederim ki, bu malda köleler hariç, hiçbir müslüman yoktur ki, onun hakkı olmasın. Ancak Allah'ın kitabındaki yerimize göre öncelik tanırız. Allah Rasulü'nden başlarız. Sonra sıra ile kişinin İslam'da çektiği sıkıntı, İslam'a girişdeki önceliği, İslam'a verdiği hizmeti ve kişinin ihtiyacını prensip olarak ele alırız. Allah'a yemin ederim ki, eğer yaşarsam, San'a'da dağda malını otlatan çobanın da bu maldaki hakkı mutlaka kendisine ulaşacaktır."

 

Bu fey ayetinde zikredilen kimseler, humus ayetinde zikredilen kimselerle aynıdırlar. Humus ayetine, Muhacirler, Ensar ve onlara tabi olanlar girmemektedirler. Çünkü onlar feyin cümlesinde hak sahibidirler. Ehl-i humusun ise iki istihkakı vardır: İ) Humustan özel istihkak, 2) Feyin cümlesinden olan genel istihkak. Bunlar her iki paya da dahildirler.

 

Nasıl ki, fey genelinin taksimi, miras, vasiyyet, normal mülk gibi müşterek mülklerin taksimi biçiminde yapılmıyor ve ihtiyaca, genel menfaate, İslam'da gözetilen fedakarlık ve çekilen sıkıntılara göre yapılıyorsa, humusun, humus ehline taksimi de öyledir. Çünkü Allah'ın kitabında, her ikisinin de kaynağı birdir. Beş zümreye özel olarak temas etmek, bunların mutlaka fey dağıtılacaklar arasına alınacağını ve hiçbir türlü çıkarılamayacaklarını, nasıl ki zekat, belirlenen sarf mahallerinin dışına verilemezse, humusun da zikredilenlerden başkalarına verilmeyeceğini ifade eder. Nitekim genelde, fey de Haşr suresinde zikredilen kimselere hastır ve bunların dışında başkalarına verilmez. Bu yüzdendir ki, Malik, Ahmed vb. gibi büyük İslam bilginleri, Rafızilerin feyde bir hakları bulunmadığına dair fetva vermişlerdir. Çünkü bunlar ne Muhacir ne Ensar, ne de onlardan sonra gelen ve: "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçen iman ehli kardeşlerimizi affeyle..." diyenlerdendir. Medine ehlinin görüşü budur. Şeyhülislam İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Kur'an, Hz. Peygamber'in ve. raşid halifelerin tatbikatı da bunu gösterir.

 

Alimler zekat ayeti ile humus ayeti hakkında ihtilaf etmişlerdir: İmam Şafii zekat ve humusun bütün zikri geçen sınıflara taksimi vacibtir ve her sınıftan en az cemi' sigasıyla ifade edilecek sayıda kimselere verilir, görüşündedir.

 

İmam Malik ve Medine fukahası: "Her ikisinde de zikredilen sınıflara verilir, başkalarına verilmez. Her sınıfa ayrı ayrı taksim etmek gerekmez." demişlerdir.

 

İmam Ahmed ve Ebu Hanife ise, zekat konusunda İmam Malik gibi, humus ayeti hakkında da İmam Şafii gibi düşünmektedirler.

 

Naslar ve Hz. Peygamber ile Raşid halifelerinin tatbikatı üzerinde düşünenler, Medine fukahasının görüşlerinin isabetli olduğunu, delillerin onları desteklediğini görür. Çünkü Allah Teala, humus sahiplerinin fey sahipleri olduğunu belirtmiş ve onları, haklarında ihtimam göstermek ve takdim etmiş olmak için belirlemiştir. Ganimet sadece savaşa iştirak edenlere ait olduğu ve başkalarının buna ortak edilemeyeceği için, onların beşte birinin humus ehline ait olduğuna dair delil getirilmiştir. Fey belli bir insana mahsus olmadığı için, hepsi onlara, Muhacirlere, Ensara ve bu iki gruba tabi olanlara kılınmış, humus ile fey harcama yeri açısından eşit tutulmuştur. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) humusun Allah ve Peygamber hissesini İslam'ın genel menfaatlerine harcıyordu. Geri kalan humusun beşte dördünü ise önem ve ihtiyaç sırasını gözeterek mahalline sarfediyordu. Bekarlarını evlendiriyor, borçlarını ödüyor, ihtiyaç sahiplerine yardım yapıyor, bekarlarına bir pay, evlilerine iki pay veriyordu. Ne O, ne de halifelerinden biri; yetimleri, yoksulları (miskinler), yolcuları, akrabaları (zevilkurba) toplayarak feyin geri kalan beşte dördünü bu gruplar arasında eşit olarak dağıtmıyorlardı. Nitekim bunu zekatın taksiminde de yapmıyorlardı. İşte Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu konudaki tatbikatı ve rehberliği budur. Konuya açıklık getiren yegane doğru, O'nun yoludur.

 

 

2- Anlaşmalar, Eman ve Cizye Konularında Verdiği Hükümler:

 

a) Anlaşmalara Bağlı Kalma Konusundaki Hükümleri:

 

Müseylemetü'l-Kezzab'ın iki elçisi: "Biz onun Allah'ın rasulü olduğunu söylüyoruz." dediklerinde Hz. Peygamber Efendimiz: "Eğer elçiler öldürülmez olmasaydı, ikinizi de öldürürdüm." buyurmuştur.

 

Kureyş tarafından kendisine elçi olarak gönderilen Ebu Rafi', Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında kalıp geri dönmemek isteyince ona şöyle buyurmuştur: "Ben ahdi bozamam, (cevabı geri götürmek üzere gönderilen) elçiyi de tutamam. Ancak, şimdi sen kavmine dön. Eğer şu anda hissettiklerini tekrar duyarsan, oradan bize yeniden dönersin."

 

Müşriklerle aralarında bulunan ve "Müşriklerden müslüman olarak kendilerine iltihak eden kimse geri iade edilecek" şeklindeki anlaşmadan dolayı Ebu Cendel'i geri iade etmiştir.

 

Kadınları ise iade etmemiştir. Eslemli Sübey'a müslüman olarak gelmişti. Kocası onu istemeye geldi. Allah şu ayeti indirdi: "Ey iman edenler! Mü'min kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kafirlere geri göndermeyin."[Mümtahine, 10] Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadına, müslüman olmaktan başka amaçla çıkmadığına, kavmi arasında işlediği bir işten ya da kocasından nefret ettiğinden dolayı gelmediğine dair yemin verdirdi. Kadın da yemin edince Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kadının kocasına mehrini verdi ve kadını iade etmedi. Hz. Peygamber'in bu hükmü Allah'ın hükmüne muvafıktır. Asla neshedici bir delil de varid olmamıştır. Mensuh olduğunu zanneden kimselerin, ellerinde boş bir iddiadan başka hiçbir delilleri yoktur. Konunun izahı Hudeybiye hadisesinde geçmişti.

 

Allah Teala şöyle buyuruyor: "(Anlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onların üzerlerine at. Çünkü Allah hainleri sevmez."[Enfal, 58]

 

Hz. Peygamber de şöyle buyurur: "Bir kimse ile bir kavim arasında anlaşma varsa, anlaşma süresi doluncaya kadar veya hak ve adaletle yaptığı ahdi onların üzerine atmadıkça ne bir düğüm atabilir, ne de çözebilir." (Yani anlaşmada bir değişiklik yapamaz ve gereğine uymak zorundadır.) Tirmizi: "Bu, hasen-sahih bir hadistir." demiştir.

 

Kureyş, Huzeyfe b. el-Yeman ile babasını esir etmişler ve "Hz. Peygamber'in yanında yer alarak kendilerine karşı savaşmayacaklarına" dair anlaşma yaparak onları serbest bırakmışlardı. Bunlar Bedir savaşı için çıktıklarında Hz. Peygamber ikisine: "Geri dönün. Onlara verilen ahde vefa gösteririz ve onlara karşı Allah'tan yardım dileriz." bu/urmuştur.

 

 

b) Erkek ve Kadınlar Tarafından Verilen Eman Hakkındaki Hükı

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Müslümanların kanlan birbirlerine eşittir. En aşağı statüde olanı (edna) onlar adına koşturabilir." (Yani bir kişi veya kadın veya köle onlar adına eman verebilir ve verilen bu eman hepsini bağlar.)

 

Amcasmın kızı Ümmü Hani'nin eman verdiği iki adama Hz. Peygamber de eman vermişti. Kızı Zeyneb, (kocası) Ebu'l-As b. er-Rebi'e eman verince, kendisinin de eman verdiği ve sonra şöyle buyurduğu sabittir: "Müslümanlar adına en aşağı statüde olanları eman verebilir. " Başka bir hadiste de: "Müslümanlar adına en aşağı statüde olanı eman verebilir. (Ganimete) en uzak olanı, ganimeti onlara çevirir." buyurulmuştur.

 

Burada dört genel kaide vardır:

 

1- Müslümanların kanlarının eşit olması. Bu, müslümanların kafire karşı öldürülmesine manidir.

 

2- En dun olanlarının, onlar adına eman verebilmesi. Bu da kadın ve elerin verdikleri emanın kabulünü gerektirir.

 

İbn Macişun: "Eman vermek ancak ordu ya da seriye sorumlusunun yetkisi dahilindedir." demişse de ibn Şaban: "Bu, bütün alimlerin görüşlerine muhaliftir." der.

 

3- Müslümanlar başkaları üzerinde bir eldirler. Bu, kamu görevlerinden herhangi birinin (vilayat) kafirlere tevdi edilemeyeceğini gerektirir. Çünkü kamu görevlisinin kamu üzerinde eli (tasarruf yetkisi) vardır.

 

4- En uzakta olanın (ganimeti) onlara çevirmesi. Bu da şunları gerektirir: Öncü kuvvetler, arkalarındaki İslam ordusunun gücüne dayanarak bir ganimet ele geçirdiklerinde bu hem onların hem de arkadakilerindir. Çünkü onların kuvveti sayesinde ele geçirmişlerdir. Beytülmala intikal eden fey malları -her ne kadar ele geçirilmesinin sebebi yakın olanlar ise de- her iki gruba da aittir.

 

İşte bu hükümler vb. Hz. Peygamber'in bu dört kelimelik hadisinden alınmıştır. Allah'ın salat ve selamı O'na olsun.

 

 

c) Cizye Hakkındaki Hükmü:

 

Daha önce geçtiği gibi Allah Teala ilk kez Peygamberine, savaş ve cizye olmaksızın davette bulunmayı emretmişti. On küsur sene Mekke'de böyle kaldı.

 

Sonra hicret edince farz olmaksızın savaş izni verdi. Sonra kendisi ile savaşanlarla savaşmayı, kendisine cephe almayanlara dokunmamasını emretti. Hicri 8. senede Berae suresi nazil olunca, kendisi ile savaşsın savaşmasın, muahade halinde olmayan bütün gayri müslim Araplarla savaşmasını ve muahadeyi bozmayanların anlaşmasına vefa göstermesini emretti. Müşriklerden cizye almasını emretmedi. Yahudilerle defalarca savaştı, onlardan cizye alması emrolunmadı.

 

Sonra yüce Allah, müslüman oluncaya veya cizye verinceye kadar bütün ehl-i kitapla savaşmasını emretti. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bu emre uyarak onlarla sıvaştı; kimi müslüman oldu, kimi de cizye verdi. Kimisi de savaşa devam etti. Arap hıristiyanlan olan Necran ve Eyle halkından cizye aldı. Çoğu Arap olan Dumetü'l-Cendel halkından da aldı. Mecusilerden de aldı. Yemen'de bulunan ehl-i kitaptan da aldı ki, onlar yahudi idiler.

 

Arap müşriklerden ise cizye almadı. İmam Ahmed ve Şafii şöyle derler: "Cizye, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) almış olduğu şu üç zümreden başkasından alınmaz: Yahudiler, Hıristiyanlar, mesusiler. Bunlar dışındakilerin seçeneği ya ölüm, ya islam'dır; başkası kabul edilmez."

 

Başka bir grup şöyle der: Vermeye razı oldukları takdirde her milletten cizye alınır. Ehl-i kitaptan Kur'an'ın, mecusilerden sünnetin delaletiyle alınır. Diğerleri ise mecusilere dahildir. Şöyle ki, mecusiler şirk ehlidirler ve kitapları yoktur. Cizyenin onlardan alınması, bütün müşriklerden alınmasına bir delildir. Hz. Peygamber, Arap putperestlerinden cizye almamıştır. Çünkü bunlar cizye ayeti gelmeden önce müslüman olmuşlardı. Cizye ayeti Tebük seferinden sonra nazil oldu. Bu sırada Hz. Peygamber Araplarla yapılan savaşları sona erdirmişti ve hepsi de İslam'a sarılmışlardı. Yine bu yüzdendir ki Hz. Peygamber, defaatle savaştıkları halde, yahudilerden cizye almamıştı. Çünkü böyle bir hüküm yoktu. Ne zaman ki cizye ayeti indi, hıristiyan Araplardan ve mecusilerden de aldı. Eğer o sırada putperest Araplar bulunsaydı da cizye vermeyi kabul etseydiler, onlardan da alırdı. Nitekim haça ve ateşe tapanlardan kabul etmişti. Bazı grupların kafirliklerinin diğerlerine nazaran daha aşırı olmasının bir tesir ve farkı olamaz. Kaldı ki putperestlerin küfrü, ateşe tapanlarınkinden hiç de ileri değildir. Puta tapanla ateşe tapan arasında ne fark vardır? Hatta ateşe tapan mecusinin küfrü daha ileridir. Puta tapanlar, Allah'ın birliğini kabul ediyorlar, O'ndan başka yaratıcı olmadığını benimsiyorlar ve putlara, sadece kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ettiklerini söylüyorlardı. Kainatta mecusilerin inandığı gibi, biri hayır, öbürü şer ilahı diye iki yaratıcının bulunduğunu kabul etmiyorlardı. Anne, kız ve kızkardeşlerle evliliği helal görmüyorlardı. Onlar üstelik Hz. İbrahim'in dininden kalan inançlar üzerinde bulunuyorlardı.

 

Mecusilere gelince, asla bir kitap üzere değillerdi ve ne akaidde ne de şeriatte peygamberlerden birine ait bir dini benimsemişlerdi. "Onların kitapları vardı, şeriatları vardı da, kralları kendi kızı ile münasebette bulununca ref edildi (kaldırıldı)" şeklindeki haberin doğrulukla hiçbir ilgisi yoktur. Eğer bu haber sahih olsa, bu halleri ile de ehl-i kitap olmuyorlardı. Çünkü kitapları kaldırılmış, şeriatları iptal edilmişti, onlardan üzerinde oldukları hiçbir şey kalmamıştı.

 

Malumdur ki Araplar İbrahim (a.s.)'ın dini üzerinde bulunuyorlardı. Hz. İbrahim'in sahifeleri ve bir şeriatı vardı. Arap putperestlerin İbrahim (a.s.)'ın dinini ve şeriatını değiştirmeleri; mecusilerin -şayet haber sahihse- nebilerinin dinini ve kitaplarını değiştirmelerinden daha farklı bir cürüm değildir. Çünkü mecusilerin peygamberlerden kalma şeriatlarden herhangi bir hususa bağlandıkları bilinmemektedir. Arapların durumu ise böyle değildir. Bu durumda, en çirkin dine sahip olan mecusilerin durumu, Arap müşriklerinin durumundan nasıl daha güzel olabilir? Bu düşünce, gördüğünüz gibi, delil bakımından daha sahihtir.

 

Üçüncü bir grup, Arapla Arap olmayanı ayırmış ve: "Arap müşrikleri hariç, her kafirden cizye kabul edilir." demişlerdir.

 

Dördüncü bir grup ise, Kureyş ile diğerlerini ayırmıştır ki, bunun bir anlamı yoktur. Çünkü Kureyş'ten kafir kalan hiç kimse olmamıştır ki, onunla savaşmaya, ondan cizye alınıp alınmayacağına dair söz etmeye ihtiyaç duyulsun. Hz. Peygamber Hecer halkına, Münzir b. Sava ve etrafındaki meliklere İslam'a girmek ya da cizye vermek üzere davet mektupları yazmış ve Arapla, Arap olmayan arasında bir ayırım yapmamıştır.

 

Cizye miktarı konusundaki hükmüne gelince: Muaz'ı Yemen'e göndermiş ve ona her buluğ çağına eren (erkek) için bir dinar ya da dengi "meafir" elbisesi almasını emretmiştir. Meafir, Yemen'de bilinen bir elbise türüdür.

 

Sonra Hz. Ömer, cizye miktarını arttırmış; altının tedavülde olduğu yerler halkına dört dinar, gümüşün tedavülde bulunduğu yerler halkına ise yıllık kırk dirhem olarak belirlemiştir. Hz. Peygamber, Yemenliler'in durumlarının zayıf olduğunu bilerek az takdir etmiş; Hz. Ömer de Suriye bölges ahalisinin iktisadi zenginlik ve kuvvetlerini bilerek yüksek takdirde bulun muştur.

 

 

d) Anlaşmaların Bozulması Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Mekkeliler'le, on sene süre ile aralarında harbe son vermek üzere anlaşma yapmıştır. Kureyş'in müttefiki Bekiroğulları onlarl birlikte, Hz. Peygamber'in müttefiki Huzaa da, O'nunla birlikte bu anlaş maya dahildiler. Kureyş'in müttefiki, Hz. Peygamber'in müttefiki Huzaalılara tecüvüzde bulunmuş ve onlara hıyanet etmişlerdi. Kureyş buna razı old ve protesto etmedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, onların bu tutumu ile ahdi bozmuş olduklarına ve ahdi üzerlerine atmaksızın onlarla savaşa girmenin mübahlığına hükmetti. Çünkü onlar müttefiklerinin yaptıklarım onaylamalar ve onların tutumlarına rıza göstermeleriyle, Hz. Peygamber'le bilfiil savaş girişmiş ve muahadeyi bozmuş oluyorlardı. Onlara destek olmaları, bizzat savaşa girişmek sayılmıştı.

 

Hz. Peygamber, yahudilerle de muahede yapmıştır. Medine'ye ilk geld ğinde onlarla anlaşma yaptı, fakat ahde hıyanette bulundular, defaatle bo; dular. Her defasında da Hz. Peygamber onlarla savaşmış ve onları eline geçirmiştir. Yahudilerle yaptığı son sulh anlaşması Hayber yahudileri ile yapt ğı anlaşmadır. Buna göre Hayber'in mülkiyeti Hz. Peygamber'e ait olmak: birlikte onların, dilediği vakte kadar yarıcı olarak orada kalmalarına imka verecekti.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hükmü, devlet başkanının "dilediği kad; bir müddetle" düşmanla anlaşma yapabileceğine delil teşkil etmektedir. E tür yapılan akitler (sulh) caizdir, devlet başkanı istediği vakit bu sulhu fesh debilir. Doğru olan da budur. Nasihi olmayan Hz. Peygamber'in uygulamasının gereği de budur.

 

Mekkeliler ile yaptığı sulh anlaşmasında alman kararlardan biri, her tarafında üçüncü taraflarla serbestçe anlaşma yapabilmeleri imkanını veriyordu. Kim Muhammed ile pakt kurmak isterse bunu yapabilecekti. Kim ( Kureyş'le anlaşmaya girmek isterse girebilecekti. Ayrıca müslümanlardan K reyş'e iltica eden geri verilmeyecekti. Ama Kureyş'ten Hz. Peygamber'e ilica eden iade edilecekti. Hz. Peygamber, gelecek sene Mekke'ye girecek ve müşrikler orayı üç gün için boşaltacaklardı. Müslümanlar, beraberlerinde ancak kılıç ve ok gibi yolcu silahlarını bulundurabileceklerdi. Konu ile ilgili tarihi bilgi ve çıkarılan hükümler daha önce zikredilmiştir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

A) Hz. PEYGAMBER'İN (Sallallahu aleyhi ve Sellem) NİKAHLA İLGİLİ UYGULAMALARI