ZADU’L-MEAD

BEŞİNCİ KİTAP TIBBU'N-NEBİ PEYGAMBER'İN (S.A.)

Sağlık Konusundaki Tutum Ve Öğütleri

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

A) TABİİ İLAÇLARLA TEDAVİ

 

1- Hummanın Tedavisi

2- İshalin Tedavisi

3- Taunun Tedavisi

4- İstiskalim Tedavisi

5- Yaraların Tedavisi

6- Hacamat ve Dağlama Yoluyla Tedavi

7- Saranın Tedavisi

8- Siyatiğin Tedavisi

9- Kabızlığın Tedavisi

10- Kaşıntının Tedavisi

11- Zatülcenbin Tedavisi

12- Başağnsı ve Yarım Başağnsının Tedavisi

13- Kına

14- Hastaların Beslenmesi

15- Anjin'in Tedavisi ve Burundan İlaç Verme

16- Kalp Rahatsızlığının Tedavisi

17- Gıda ve Meyvelerin Temizliği

18- Perhizle Tedavi

19- Beslenme Rejimi

20- Göz Ağrısının Tedavisi

21- Uyuşmanın Tedavisi

22- Sinek Düşen Yemeğin Islahı

23- Sivilcelerin Tedavisi

24- Açma ve Yarma Yoluyla Şişlik ve Çıbanların Tedavisi

25- Hastalara Moral Verilmesi

26- Hastalara Alışkın Oldukları İlaç ve Gıdalar Verilmesi

27- Hastalara En İyi Gıdanın Verilmesi

28- Zehirlenmenin Tedavisi

29- Büyü ve Tedavisi

30- Kusarak Boşaltma

31- Doktor Seçimi ve Ehliyet

32- Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma

33- Haram Nesnelerle Tedavi

34- Bitin Tedavisi

 

1- Hummanın Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) humma hastalığının tedavi edilmesi hakkındaki tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da, Nafi' - İbn Ömer kanalıyla Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Humma veya humma hastalığının şiddeti, ancak cehennemin hararetinin şiddetinden bir parçadır. Dolayısıyla humma, ateşini, su ile soğutun."

 

Bu hadis-i şerif cahil tabiplerin bir çoğuna müşkil gelmiş ve hummanın tedavisi ve ilacına aykırı bir emir olduğunu zannetmişlerdir. Biz -Allah'ın güç ve kuvvetiyle- tefsirini ve fıkhını açıklayarak deriz ki:

 

Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hitabı iki nevidir: a) Tüm yeryüzünde yaşıyan insanları içine alacak şekilde umumi hitapları, b) Bir kısmına ait hitapları. Birincisine umumi hitapları dahildir. İkincisine ise şu hadis misal olabilir: "Büyük veya küçük abdest yaparken önünüzü kıble tarafına dönmeyin, sırtınızı da dönmeyin. Fakat batıya ve doğuya doğru yönelin." Bu hitap, doğu ve batıda bulunanlar ile Iraklılara ait olmayıp, Medineliler ve o hizada bulunan Şamlılara ve diğer yerlere mahsustur.

 

"Meşrık ile mağrip arası kıbledir." hadisi de böyledir.

 

Burası anlaşıldığında; Hz. Peygamber'İn (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu (humma) hadisinde kasdetmiş olduğu kimselerin Hicazlılar ve Hicaz istikametindeki memleketlerde oturanlar olduğu da anlaşılır. Çünkü onlara arız olan humma hastalığının ekserisi, güneşin hararetinin şiddetinden meydana gelen geçici, günlük humma hastalığıdır. Bu tür humma için hem içilerek, hem de serperek soğuk su kullanılması faydalıdır. Çünkü humma; etkisi önce kalpde beliren garib bir hararettir. Ruh ve kan yoluyla, atardamar ve diğer damarlarla bütün vücuda yayılır, tabii hareketlerin yapılmasına engel olacak şekilde ateş meydana getirir.

 

Humma iki kısımdır: ,

 

1- Arazi (geçici) humma: Şişme (verem) ve hareketten veya güneş çarpmasından veya yaz mevsiminin şiddetli olmasından ve benzerlerinden meydana gelir.

 

2- Marazı humma: Üç nevidir; bu önce bir maddede oluşur, daha sonra bütün vücudu ateş sarar: a) Şayet başlangıcı ruh İle olursa buna günlük humma denir. Çünkü çoğunlukla bir günde geçer. En fazla üç gün sürer, b) Şayet başlangıcı ahlat ile olursa afeni humma denir. Dört sınıftır: Safravi, sevdavi, balgami, demevi. c) Şayet başlangıcı asli ve sert organlar olursa ince humma (humma dıkk) denir. Bu neviler çerçevesinde daha başka bir çok nevi humma çeşidi vardır.

 

Bazı hummadan vücut o kadar fazla istifade eder ki, ilaçlardan o kadar fayda görülmez. Çoğunlukla günlük humma çeşidi yaygındır. Afeni humma büyük maddelerin birlikte pişmelerine sebep olur, ki başka bir yolla bu hadise oluşturulamaz. Bir takım çözücü açıcı ilaçların ulaşamadığı engelleri (sudde) açmağa sebep olur.

 

Eski ve yeni remed'e gelince; onun birçok çeşidi, garip ve süratli bir şekilde birtakım hastalıklan'tedavi eder. Felç, yüz felci (lakve), sinir bozulmasından meydana gelen adale buruşması (teşennuc-i imtilai) ve faydası olmayan (az vitaminli) katı gıdaların etkisiyle meydana gelen birçok hastalığa çaredir.

 

Bazı faziletli doktorlar bana şunu anlattılar: Biz hastalıkların büyük bir kısmını, hasta kendi kendine şifaya kavuştuğu gibi, humma ile yeniyoruz. Bu hususta humma birçok açıdan ilaç içmekten daha faydalıdır. Çünkü humma, hümörleri (ahlat) ve bedene zararlı bazı maddeleri pişirir. Piştiği takdirde de ilaç, çıkmağa hazır halde olan fasid maddelere tesadüf eder ve onları dışarı atar. Böylece şifa hasıl olur.

 

Bu kavranıldığında, hadisten kastın arazi hummaların bir kısmı olduğu anlaşılır. Çünkü bu tür hummalar, soğuk suya o hasta yer daldırıldığında veya buz gibi soğuk su içildiğinde sükunet bulur. Hasta bu durumda bir başka ilaç almağa gerek duymaz. Çünkü arazi hummalardaki hararet ruha taalluk eden mücerred sıcak bir keyfiyettir. Dolayısıyla onu gidermek için mücerred soğuk bir keyfiyeti o uzva ulaştırmak yeterlidir. Hümörlerin pişmesine, dolayısıyla da bir hıltın dışarı atılmasına ihtiyaç duymadan ateşi dindirmiş olur.

 

Hadis-i şerifte, hummaların her türünün kastedilmiş olması da mümkünüdür. Nitekim doktorların en büyüğü olan Calinus (Galen), her türlü hummaya soğuk suyun faydalı olduğunu itiraf etmiştir.

 

Calinus, Hiletü'l-Bür' adlı kitabın onuncu bölümünde demiştir ki: Şayet etine dolgun, vücudu ferah genç bir kişi yazın tutulmuş olduğu hummanın sonunda ise ve iç uzuvlarında da bir şişlik (verem) yoksa, soğuk suyla banyo yapar veya soğuk suda yüzerse elbette bundan faydalanır.

 

Razi, {Kitabü'l-Havi adlı) büyük kitabında der ki: "Şayet vücut kuvvetli, humma da ciddi bir şekilde kızışmış, pişme zahir, karında bir şişkinlik ve fıtık yoksa soğuk su içilmesi faydalıdır. Şayet hastanın bedeni ferah, mevsim sıcak ve dışardan soğuk su almaya alışkınsa, ona da müsaade edilir."

 

Hadis-i şerifteki: "Humma cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." cümlesi, alevinin şiddeti ve ortaya yayılan sıcaklığı demektir. Buna benzer bir ifade: "Güneşin şiddeti cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." hadisinde de vardır.

 

Hadisteki bu ifade iki türlü izah edilmiştir:

 

a) Bununla, cehennemden kaynaklanan bir ateşe ince bir misal verilmiş oluyor ki, kullar bundan hüküm çıkarsınlar ve ibret alsınlar. Çünkü Allah Teala'nın böyle bir ateşin insanda zuhurunu takdir etmesi, bu neticeyi gerektirecek sebeplerin etkisiyledir. Aynı şekilde sevinç, ferah, huzur ve lezzeti, bu dünyada cennet nimetlerine delalet etmesi ve ibret almak için ihsan etmiştir ki, bunları elde etmek, bir takım şartların, sebeplerin yerine getirilmesiyle olur.

 

b) Bu ifade ile teşbih (benzetme) yapılmıştır. Hummanın şiddeti ve alevinin cehennemin kaynamasına benzetilmesi, cehennem azabının şiddetine ruhların ikaz edilmesi içindir. Bu (hissedilen) büyük ateş cehennemin kaynamasının hararetidir ki, sadece sıcaklığına yaklaşana isabet eden zarardır.

 

Hadis-i şerifteki "Soğutunuz" ifadesi iki şekilde rivayet edilmiştir:

 

a- Katı' hemzesiyle, if'al babından emir olarak rivayet edilmiştir, ki, "ısınma" manasına gelen "şahane" kelimesi if'al babına aktarıldığında ''eshane = ısıttı" manasına geldiği gibi, "ebrede" kelimesi emir kipinde, "soğutunuz" manasına gelir.

 

b- Vasıl hemzesiyle rivayeti ki lügat ve kullanış bakımından daha yaygın şeklidir. (Su ile serinleyiniz manasına gelmektedir.) Çünkü birinci şekildeki (rubai) kullanımı daha azdır ve değersizdir.

 

Şair demiştir ki: "Aşkın alevini ciğerlerimde hissettiğimde, Kavmin su kabına doğru serinlemek için yöneldim.

 

Beni bırak, suyun soğukluğu ile (aşkın) zahirini serinlettim, iç organlardaki tutuşan ateşi (acaba) kim söndürür?"

 

Hadisteki; "su ile'* kelimesi hakkında iki görüş vardır: Birincisi, her (yerde bulunan ve kullanılan) sudur. Diğer görüşe göre, sudan maksad zemzem suyudur.

 

Bu ikinci görüşü savunanlar, Buhari'nin Sahih'inds, Ebu Cemre Nasr b. İmran ed-Dubai'den yaptığı şu aşağıdaki rivayeti ileri sürüyorlar. Ebu Cemre diyor ki: Mekke'de İbn Abbas'ın (r.a.) yanında oturuyordum. O esnada birden hummaya tutuldum. Bunun üzerine bana şöyle dedi: Zemzem suyu ile hummanı izale et, serinle! Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Humma cehennemin kaynamasın (dan bir parça)dır. Dolayısıyla o ateşi su ile soğutunuz."(Veya şöyle buyurdu:) "Zemzem suyu ile soğutunuz."

 

(Görüldüğü gibi) ravi, hadisi şüphe ifadesiyle rivayet etmiştir. Buna rağmen şüphe etmeden rivayet etseydi, bu emir ancak Mekkeliler için geçerli olurdu. Çünkü zemzem suyunu kolayca elde etmek onlar için mümkündür. Mekkeli olmayanlar ise bulabildikleri sudan yararlanabilirler.

 

Hadis-i şerifi genel kabul edenler, "acaba su ile serinletmekten kasıt su ile sadaka mı vermektir, yoksa suyu bizatihi kullanmak mıdır?" şeklinde iki görüş belirtmişlerdir. Sahih ve doğru olanı kullanılmasıdır. Zira bundan kasıd su ile sadaka vermektir diyen kişi, zannederim ki hummayı tedavide soğuk su kullanmaktan kaçınmaktadır. Hadis-i şerifin güzel bir izahı (başka bir açıdan) yapıldığı halde bunu anlamamıştır. O da şudur: Bir şeyin cezası o şeyin cinsinden olan bir başka (amel) şeyle olur. Nitekim, susuzluğu soğuk su nasıl söndürüyorsa, Cenab-ı Hak da hummanın alevim böylece gideriyor. İşte bu şekildeki izah hadis-i şerifin fıkhından ve işaretinden anlaşılmaktadır. Neticede anlaşılan, suyun kullanılmasıdır.

 

Ebu Nuaym ve diğer hadisçiler, Enes'ten (r.a.) merfu olarak şunu zikretmektedirler: "Sizden biriniz hummaya tutulduğunda seher vaktinde olmak üzere, üç gece üzerine soğuk su serpsin. "

 

İbn Mace'nin Sürteninde Ebu Hureyre'den (r.a.) merfu olarak şöyle rivayet ediliyor: "Humma cehennem körüğünden bir körüktür. Şu halde hummayı soğuk su (kullanarak) kendinizden uzaklaştırınız. "

 

Müsned'de ve diğerlerinde, Hasan el-Basri'nin (r.a.) Semüre'den (r.a.) merfu olarak yaptığı bir rivayet de şöyledir: "Humma cehennemden bir parçadır. Onu (üzerinizden) soğuk su ile soğutunuz." Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hummaya tutulduğunda bir kırba su ister, daha sonra o suyu başından aşağı dökerek guslederdi.

 

Sünen'de Ebu Hureyre'den (r.a.) yapılan bir rivayet şöyledir: Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) huzurunda hummadan söz açıldı. Adamın biri hemen (hummaya) küfretti. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Hummaya sövmeyiniz. Çünkü humma, ateşin demirdeki pası gidermesi gibi insanın günahlarım silip süpürür."

 

Humma ile birlikte, (vitamin değeri az olup da) fazlaca yenilen gıdalardan perhiz edilip faydası çok olan (vitaminli) gıdalar alındığında bedenin (d£~ ğer bilinmeyen hastalıklardan) temizlenmesinde, pislik ve fazlalıklarının atılmasında, değersiz hümörlerin tasfiye edilmesinde yardımcı bir etki oluşur. Bu şekildeki etki aynen körükte ateşe verilmiş demirin pisliklerinin (fazlalıklarının) giderilmesi, demir cevherinin tasfiye edilmesindeki etkiyi yapar. Zira demir cevherini tasfiyede en etkili şey ateş körüğüdür. Bu ölçü beden tedavisinin doktorlarınca da bilinmektedir.

 

Fakat hummanın (psikolojik olarak) kalp kirini tasfiye etmesi ve pisliklerini çıkarması ise, ancak kaip doktorlarının bilebileceği bir iştir. Bu husustaki inceliği ancak, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara (doktorlara) haber verdiği gibi buluyorlar.

 

Fakat kalp hastalığının tedavisinden umut kesildiğinde, bu ilacın ona hiçbir faydası olmaz. Zira humma, hem kalbe hem de bedene faydalı bir hastalıktır. Faydası bu kadar çok olan bir vaziyete (duçar olmuş birisinin) küfretmesi zulüm ve düşmanlıktan başka bir şey değildir.

 

Bir keresinde, hummalı bir halde iken, hummaya küfreden bir şairin şu beyitlerini hatırladım:

 

"Günahlara keffaret olan (humma) geldi ve gitti;

Gelene de gidene de lanet olsun.

 

Göç edip veda edeceği zaman sordu, ne istiyorsun?

 

Dedim ki: Bir daha geri dönme!"

 

Ben de, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) küfretmeyi yasakladığı hummaya küfreden kişiye lanet okuyarak, keski şöyle deseydi daha iyi olurdu dedim ve ekledim:

 

"Günahlara keffaret olan (humma) geçti. Dökülmesi için, selam gelene ve veda edene.

 

Göçe niyetlenildiğinde sordu:

 

Ne istiyorsun? Ben de: Ziyaretini kesme! diye cevap verdim."

 

Elbette ben ondan koptum, sıyrıldım. O da hemen benden sökülüp gitti.

 

Sahih olup olmadığını bilemeyeceğim bir eser şöyledir: "Bir gün hummaya tutulmak; bir senelik günaha keffarettir."

 

Bu hadisin iki şekilde izahı mümkündür:

 

a) Humma, vücutta bulunan tüm uzuvları ve eklemleri etkiler. İnsanda ise üç yüz altmış eklem mevcuttur. Böylece her eklem, sayısınca bir güne tekabül ederek o gün işlenen günahlara keffaret olmuş olur.

 

b) Humma, bedende öyle bir etki meydana getirir ki, bu etki ancak bir sene sonra tamamen ortadan kalkar. Nitekim Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir hadiste şöyle buyurmuşlardır: "İçki içen kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz." Çünkü içkinin etkisi, kişinin içinde, damarlarında ve uzuvlarında kırk gün devam eder.

 

Ebu Hureyre (r.a.) der ki: "Bana isabet eden hiçbir hastalık yoktur ki hummadan daha hoş ve sevimli gelsin. Çünkü vücudumun tüm uzuvlarına sirayet ediyor. Muhakkak ki Cenab-ı Hak da her uzvun hummadan nasibi miktarmca ecrini, sevabını veriyor."

 

Tirmizi, Cami'inde, Rafi' b. Hadic'in (r.a.) merfu olarak rivayet ettiği şu hadisi naklediyor: "Sizden birine, cehennemden bir parça olduğu halde humma isabet ederse onu soğuk su ile söndürsün. Akan bir nehre girsin; fecirden sonra, güneşin doğumundan önce kendini suyun akışına doğru versin ve : *Ey Allah'ım; kulunu şifaya kavuştur. Rasulü'nün (humma hakkında bize vaadettiği sözünü) doğrula.' desin ve üçer kere üç gün üstüste suya dalsın. Üçüncü gün humma geçmezse beş gün, yine geçmezse yedi gün, yine geçmezse dokuz gün devam etsin. Zira Allah'ın izniyle humma vücutta etkisini dokuz günden fazla devam ettirmez."

 

Ben derim ki: Bu tavsiye, ancak yazın, sıcak memleketlerde ve daha önce zikrettiğimiz şartlara uyulduğu takdirde fayda verir. Çünkü böyle bir zamanda (yazın) güneşin kendisine uzaklığınca suyun soğukluk oranı artar. Böyle bir anda kuvvetlerin gelişmesi, uyku, sükun (istirahat) ve havanın serinliğinin etkisiyle, insandaki kuvveler ile soğuk sudan ibaret olan ilacın kuvveti arazi hummanın hararetim veya gün aşın olarak nöbet nöbet gelen hummayı da (gibbü'l-halis), karında bir şişlik (verem), değersiz ve fasid maddeler olmadığı takdirde Allah'ın izniyle şifaya kavuşturur. Özellikle hadis-i şerifte belirtilen (üç, beş, yedi, dokuz) günlerde humma mutlaka tedavi edilir. Aynı zamanda bu zaman süreleri, birçok keskin hastalığın buhranının vuku bulduğu günlerdir. Aynı zamanda, ahalisinin hümörleri ince (rikkat) olan sıcak beldelerde de bu faydalı ilaçtan süratle etkilenmeleri mümkündür.

 

 

2- İshalin Tedavisi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ishal (istitlakü'l-batri) hastalığının tedavimi susundaki tumumu şöyledir:

 

Sahihayn'da, Ebu'l-Mütevekkil'in Ebu Said el-Hudri'den rivayeti şu şekildedir: Bir adam Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) huzuruna geldi ve: "Kardeşimin karnı ağrıyor", diğer bir rivayette: "Kamı ishal oldu" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ona bal (şerbeti) içir!" buyurdu. Adam gitti, bir zaman sonra iki veya üç kerre döndü ve: "Ona (bal şerbeti) içirdim. Fakat hiçbir faydası olmadı", diğer bir rivayette: "Bal şerbeti ancak kardeşimin ishalini arttırdı" dedi.

 

Adamın tekerrür eden her gidiş gelişinde Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ona bal (şerbeti) içir!" buyurdu. Nihayet (adamın) üçüricü veya dördüncü müracaatında Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Allah (c.c.) doğru söyledi. Fakat kardeşinin karnı yalan söylemiştir." buyurdu.

 

Müslim'in Sahih'indeki lafızda ise: "Kardeşimin midesi bozuldu." denilmiştir ki, midesi hazımsızlık yaptı ve hastalandı manasına gelir. Nitekim, "ra"nın fethasıyla "Arab" ve "Zereb" kelimesi aynı manada, mide fesadı ve bozulması demektir.

 

Bala gelince, onda büyük faydalar vardır. Çünkü bal (şerbeti) damarlarda, bağırsaklarda ve diğerlerinde (mide, böbrek v.s.) mevcut olan zararlı maddeleri (evsah)temizlcT. Bal yenilerek ve macun haline getirilerek (tila) alındığında (vücutta gereğinden fazla) rutubetli (olan hümörleri) açıcı bir etki İhtiyarlara, balgamı ağır basanlara ve mizacı soğuk ve rutubetli olanlara faydalıdır. Tabiata, mizaca gayet uygun bir gıdadır. Macunlarmt kuvvetlerini ve karışımında olan maddelerin koruyucusudur. Devaların (ilaçların) keyfiyetlerini koruyucudur. Sadrı ve ciğeri temizler. İdrarın rahat çıkmasını sağlar. Balgamın çoğalmasından meydana gelen öksürüğü keser. Gül yağı ile karıştırılarak sıcak bal şerbeti içildiğinde yılan sokmalarına, afyon içimi(nden meydana gelen hastalıklara) faydalıdır. Sadece su ile karıştırılıp bal şerbeti olarak içildiğinde kuduz bir köpeğin ısırmasında ve mantar zehirlenmesinde faydalıdır. Şayet balın içine taze et konulursa üç ay tazeliğini muhafaza eder. Yine bala, acur, hıyar, kabak, patlıcan ve bir çok meyveler konulduğunda, onları altı ay muhafaza eder. Bal, ölülerin bedenlerini (çürümekten) korur. Bala, emin muhafız da denilmiştir. Bitlenmiş olart vücuda ve saçlara bal sürüldüğünde, başta ve vücutta olan bitleri ve bit sirkelerim öldürür. Saçı uzatır, güzelleştirir ve besler. Şayet bal göze sürme olarak çekilirse gözün karasını parlatır. Şayet dişler balla fırçalanırsa, dişleri beyazlatır, parlatır, diş (mine)lerinin ve diş etlerinin sıhhatli olmasını sağlar. Damarların ağızlarını açar. Hayız kanım {tams) inceltir. Bal; tükürükle yalandığında balgamı giderir. Midenin iç sathında olan lifleri yıkar, fuzuli maddeleri mideden siler ve onları mutedil bir vaziyette ısıtır, kapalı delikleri açar. Aynı etkileri ciğer, böbrek ve mesanede de yapar. Bal aynı zamanda ciğer ve dalaktaki kapalı delikler için her türlü tatlı olan nesne arasından en az zararlı bir maddedir.

 

Bütün bunlarla birlikte bal, her türlü tehlikeden emin olunan, zararı az, mizacında saafranın ağır bastığı insanların hastalıklarına zararlıdır ama sirke ve benzeri şeylerle karıştırılarak alındığında gerçekten faydalı bir ilaç haline dönüşür.

 

Bal, gıdalarla bir gıda, ilaçlarla bir ilaç, içeceklerle bir içecek, tatlılarla bir tatlı, merhemlerle bir merhem, iştah açıcı nesnelerden biridir. Bizim için baldan daha efdal olan veya bala benzer ya da bala yakın hiçbir şey yaratılmamıştır. Eski tabipler dahi (her türlü hastalığı tedavide) balı tercih etmişlerdir. Eski tabiplerin kitaplarında balın sarhoşluk verdiğine dair hiçbir kayıt geçmemiştir. Onu da bilmiyorlardı. Çünkü bal(dan yapılan şarap) bize yakın dönemlerde ortaya çıkmış bir yeniliktir.

 

Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) su ile karıştırarak bal ile yaptığı şerbetini tükrük (haline getirdikten sonra) yutardı. Burada hıfzısıhha bakımından, ancak zeki ve ihtisas sahibi bir tabibin anlayabileceği, ince bir sır vardır ki, inşaallah biz o sırrı Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hıfzısıhha konusundaki tutumu bölümünde açıklayacağız.

 

İbn Mace'de Ebu Hureyre'den (r.a.) merfu olarak rivayet edilen hadis şöyledir: "Her ayda üç gün sabahlan bal yalıyan kimseye belanın büyüğü isabet etmez." Diğer bir eserde ise şöyledir: "Size iki şifa kafidir: Bal ve Kur'an."

 

Bu hadis-i şerifte beşeri tıb ile ilahi tıb, bedenlerin tıbbı ile ruhların tıbbı, tabii ilaç ile semavi ilaç bir araya getirilmiştir.

 

Bu anlaşıldı ise, kendisine Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bal tavsiye ettiği kişinin durumu da anlaşılmış olur. O sahabinin karnının bozulması (ishal olması)nın sebebi, midesini çok doldurmaktan vücutta meydana gelen ağırlıktır. İşte bu sebepten Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona bal şerbeti tavsiye etti ki, mide ve bağırsaklarda toplanmış olan fuzuli maddeleri izale etsin.

 

Zira bal, bu hususta ciladır ve fuzuli maddelerin izalesi için bire birdir. Çünkü midede yapışkan kıvamda hümörler {ahlat) vardır. Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın istikrarına mani olur. Zira midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır. Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın istikrarına mani olur. Zira midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır. Yapışkan hümörler bu saçaklara yapıştıklarında mideyi ve mideye gelen gıdaları bozarlar. Bu durumun izalesi ise ancak mideyi bu yapışkan hümörlerden temizlemekle mümkündür. Bal ise ciladır ve bu hastalığa terkib olarak yapılan ilaçların en güzeli baldır. Özellikle bal sıcak su ile karıştırılarak şerbet halinde içildiğinde (midedeki bu durumu izale eder).

 

Bal şerbetini tekrar tekrar içirme tavsiyesinde de ince bir tıbbi mana vardır. O da şudur: İlacın bir miktarı (ölçüsü), hastalığın haline göre kemmiyeti vardır. Şayet azalırsa hastalığı tamamen izale edemez, çok alınırsa kuvvetleri zayıflatır ve başka zararlar meydana getirir.

 

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bal şerbeti içmesini tavsiye ettiği zaman, adamın içtiği bal bu hastalığını yenecek miktarda değildi. Bu sebepten netice alamadı. Gelip Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) haber verince, anlaşıldı ki, bal yeteri kadar alınmamış. Bu şekilde Allah Rasulü'ne müracaat tekerrür ettikçe., balın miktarı (ölçüsü) hastalığı yenene kadar aynı emri tekrarladılar. Bal şerbetlerinin miktarı, hastalık maddesini izale edene kadar tekerrür edince, Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuştu. Çünkü ilaçların miktarlarına, keyfiyetlerine, hastalığın ve hastanın kuvvetinin miktarına dikkat edilmesi tıp kaidelerinin en önemlilerindendir.

 

Hadisteki: "Allah (c.c.) doğru söyledi. Halbuki kardeşinin karnı yalan söylemiştir." cümlesinde bu ilacın faydasının kesin olduğuna bir işaret vardır. Çünkü tedavi esnasında hastalığın devam etmesi, gerçekte ilaçtaki kusurdan değildir. Çünkü midede bozuk hümörler çok fazla yemekten dolayı çoğalmıştır. Midede birçok fasid madde olduğundan dolayı Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ilacın tekrar alınmasını tavsiye etmiştir.

 

Zira Rasülullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tıtfbı (tedavideki tutumu) tabiplerinkine benzemez. Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tıbbı, yakini, kat'i ve ilahidir. Vahiy yoluyla nübüvvet kandilinden ve kamil akıl (tecrübesinden) sudur etmiştir. Tabiplerin tıbbının kaynağı ise, tahkik edilmeden söylenmiş söz ve zanlar, tecrübelerden ibarettir.

 

Buna rağmen hastaların çoğunun Tıbbu'n-Nebi'den faydalanamadıkları da inkar edilemez. Çünkü Tıbbu'n-Nebi, ancak kabul ile telakki edenlere, kesin şifaya kavuşacağına itikad edenlere, iman ve iz'an ile kabul ve telakki edenlere fayda sağlar.

 

İşte, sadırlarda olanlara şifa olan Kur'an-ı Kerim, -şayet bu şekilde inanılmadığında- sadırlardaki hastalıklara şifa olmuyor. Bilakis münafıkların pisliklerine pislik, hastalıklarına hastalık katıyor. Nerede kaldı ki bedenlerin tıbbına fayda getirsin.

 

Tıbbu'n-Nebi, ancak temiz bedenlere bir şifadır. Zira Kur'an-ı Kerim ancak temiz ruhlara ve diri kalblere şifa verir. İnsanların Tıbbu'n-Nebi'den yüz çevirmeleri, kesin faydalı şifa olan Kur'an ile şifa bulmaktan kaçınmaları gibidir. Burada şifaya kavuşamamanın sebebi ilacın kusuru değildir, bilakis tabiatın habis (pis) olması, tedaviye alman mahallin bozuk olması, tedaviyi kabul etmemesidir. Muvaffak kılan Allah'tır.

 

İnsanlar, bal hakkındaki şu ayet-i celileyi anlamakta ihtilaf etmişlerdir: "Arıların karınlarından, renkleri çeşit çeşit şuruplar çıkar ki onda insanlar için şifa vardır."[Nahl, 69] "Onda" manasına gelen "fihV* kelimesindeki zamir bal şurubuna mı, yoksa Kur'an'a mı aittir? Doğru olanı; bal şerbetine gitmesidir. Bu görüş aynı zamanda İbn Mes'ud, İbn Abbas, Hasan, Katade ve diğerlerinden rivayet edilmektedir. Çünkü konu baldır. Bu sebepten de kasıt baldır. ayette Kur'an'dan bahis açılmamıştır. Bu mana; "Allah doğru söyledi" sahih hadisinde de sarih bir şekilde belirlenmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

 

 

3- Taunun Tedavisi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) taun (veba) hastalığı hakkındaki tutumu, visi ve ondan kaçınması şu şekildedir:

 

Sahihayn'da Amir b. Sa'd b. Ebi Vakkas - babası senediyle şu hadis vardır: Amir, babasının Üsame b. Zeyd'e (r.a.) veba hastalığı hakkında Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ne işittiğini sorduğunda, Üsame, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hususta şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Taun (veba); İsrailoğullarından bir guruba ve sizden evvel yaşamış olanlara gönderilmiş bir azaptır. Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz takdirde o yere gitmeyiniz. Şayet veba sizin de içinde bulunduğunuz bir yerde zuhur etmişse, vebadan kurtulalım diye oradan başka bir yere gitmeyiniz."

 

Yine Sahihayn'da rivayet edildiğine göre, Hafsa bt. Şirin, Enes b. Malik'in (r.a.) Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu naklettiğini söylemiştir: "Taun (vebadan ölmek) her bir müslüman için şehid olmak (demek)tir."

 

Lugatçı Cevheri, Sihah'ınaa, taunun, veba hastalığının bir türü olduğunu söylemiştir.'

 

Tıbba göre ise taunun tarifi şöyledir: Öldürücü bir verem olup beraberinde şiddetli bir ateşlenme meydana gelir. İnsanın dayanma derecesini aşacak şekilde ciddi olarak eziyet verici bir ateş yapar . Hastalığın meydana geldiği uzvun etrafı çoğunlukla siyah, yeşil ve soluk olur ve süratle ufak kabarcık ve sivilceler çıkmağa başlar. Çoğunlukla da üç uzuvda; koltuk altı, kulak arkası, burun ucu gibi yumuşak ve gevşek etlerde meydana gelir.

 

Hz. Aişe'den (r. anha) rivayet edilen bir hadiste Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ya Rasulullah ; yaralanmayı (ta'n) biliyoruz, bu taun da nedir?" diye sorunca, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Deve vebası gibi (vücutta çıkan bir kese, gudde)dir ki burun, karın gibi yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar. "

 

Hekimler derler ki: Yumuşak ve gevşek etlerde, koltuk altı ve uyluklarda, kulak arkasında ve burun uçlarında bozucu cinsten çıkan sivilceye taun denir. Bunun sebebi ise; kokmağa ve çürümeğe meyilli, kendisine uygun bir cevhere dönüşmesi imkansız olan fazla kandır. Uzvu ve meydana geldiği unsurları bozar. Çoğunlukla da kan ve irin sızdırır. Kalbde Öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Bu durum insanda kusuntu, uyku ve baygınlık meydana getirir. Bu taun ismi veremi de içine alacak şekilde umumi de olsa, kalbte, kişiyi öldürene kadar, öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Deve vebası salgınına uğramış ette meydana gelen hastalığa taun denmesinin sebebi; öldürücü etkisinden dolayı yapısı itibariyla ancak en zayıf olan uzuvda ve uzuvlara yakınlığından kulak arkası ve koltuk altında başı iyice büyümüş olan şişiklerde beVebanın çok olduğu bölgelerde taun ismi veba olarak kullanıldığından, daima veba dendiğinde taun hastalığı kastedilmiştir. Nitekim lügatçı İmam Halil: Veba taundur, demiştir. Yine denilmiştir ki: Veba, her türlü hastalığı kapsamı içine alan bir hastalıktır. Doğrusu, veba ile taun arasında umum husus ilişkisi mevcuttur. Şöyle ki, her tauna veba denilebilir, fakat her türlü vebaya taun denilmez. Nitekim taunu da içine alan umumi hastalıklar hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Çünkü taun da bir hastalıktır. Taun hastalığının çeşitlerine gelince, daha önce zikri geçen yerlerde; sivilce ve çıbanlar, yara ve uyuzlar, öldürücü şişikler şeklinde meydana gelir.

 

Ben derim ki: Bu yara ve uyuzlar, şişikler, sivilce ve çıbanlar taunun etkileridir, bizatihi kendisi değildir. Fakat tabibler, bu şekilde ortaya çıkan emarelerinde hastalığı keşfettiklerinden, bunları taunun kendisi olarak nitelendirmişlerdir.

 

Vücutta meydana gelen üç alamete taun denilir:

 

Birincisi: Daha Önce geçen yerlerdeki açık belirtiler ki, tabiplerin söylediği budur.

 

İkincisi: Bundan dolayı meydana gelen ölüm ki; "Taun her bir müslüman için şehitlik demektir." sahih hadisinde belirtilen husus budur.

 

Üçüncüsü: Bu hastalığın meydana gelmesine vesile olan etkili sebep. Bu hususta rivayet edilen sahih hadisler şöyledir: "Taun, İsrailoğullarma gönderilen azabın bir kalıntısidır." "Taun, cinlerin azabıdır."' Yine rivayet edildiğine göre: "Taun, bir peygamberin bedduasıdir."

 

Bu hadislerde bildirilen illet ve sebepleri anlayacak ve onları tenkid edip çürütecek ilim, tabiplerde yoktur. Halbuki peygamberler gaib olan işleri haber verebilirler. Tabiplerin insan vücudunda gözlemledikleri bu emarelerin, ruhların aracılığıyla meydana gelebilmesi ihtimalini reddedecek bir delilleri de yoktur. Çünkü ruhların bedende, hastalıklarında ve bedenin helak ve yok olmasındaki etkisini ancak, insanların içinde ruhları ve tesirlerini, cisimlere etkisini, tabiatlara etkisini bilmeyen cahiller inkar ederler. Halbuki Allah Teala bu ruhlara insanoğlunun cisimlerinde veba meydana geldiğinde ve hava bozulduğunda tasarruf müsaadesi vermiştir. Nitekim bazı öldürücü maddeler (hümörler) bedenlerde öldürücü bir vaziyet aldığında Cenab-ı Hak onlara tasarruf gücü verir. Özellikle kanın çoğalmasında, mirretüssevda!da ve meninin çoğalmasında ruhların tasarrufu söz konusudur. Zira şeytani ruhların bu tür arızaları olan insana bilfiil etki etmesi mümkündür. Dolayısıyla da bu sebeplerin içerisinde zikir, dua, yalvarıp yakarma, tazarru', sadaka ve Kur'an okumaktan daha kuvvetli bir müdafaa aracı yoktur. Çünkü bu tür yönelişlerle, habis ruhları kahredecek, kötülük ve tesirlerini def edecek meleki ruhların inmesi sağlanmış olur. Biz, sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceği kadar bu tür tedaviyi kendimizde ve başkalarında tecrübe ettiğimizde, bu temiz ruhların indirilmesini, yakına celb ettiğinde tabiatı takviyede öldürücü maddelerin (hümörler) def edilmesinde büyük etkilerini gördük. Sırf (ruhani olarak yapılan duanın etkisi ile) bu öldürücü maddelerin def edilmesi, bedene yerleşip karar kılmadan ve neredeyse yenilemeyecek raddeye gelmezden öncedir. Cenab-ı Hakk'ın kendisini bunu tesbite muvaffak kıldığı kişi, şer sebeplerin anlaşıldığı esnada hemen onları yok edecek manevi sebeplere sarılmalıdır. Zira başlangıç safhasında en faydalı ilaç budur. Şayet Cenab-ı Hak, kaza ve kaderini infaz etmek dilerse, kulun kalbini, onun bilgisinden, tasavvurundan ve idaresinden gafil kılar, şuurunu zayıflatarak onu taleb ettirmez. Buna en büyük delil, Allah'ın (c.c.) meydana gelmesi kesin olan bir emrinin (işinin takdir ve kazasının) tahakkuk ve vuku bulmasıdır.

 

İnşaattan ileride rukye, (dua) Peygamberi rukyeler, zikirler, dualar, amel-i salihlerle tedavi bölümüne geldiğimizde bu hususta daha fazla izahlar verecek ve doktorların tıbbı ile tibbu'n-nebi arasındaki farkın, müneccimlerle kocakarı tıbbının doktorlarmkine olan nisbeti gibi olduğunu belirteceğiz. Nitekim bu gerçeği doktorların ehil ve otorite olanları da itiraf etmiştir. Yine insan tabiatının etkilendiği en şiddetli gücün ruhi güçler olduğunu, rukye ve dualardaki güçlerin ilaçların gücünden daha etkili, hatta öldürücü zehirlerin gücünü iptal edici olduğunu belirteceğiz.

 

Netice olarak; taun için etkili illet ve yeterli sebeplerden bir bölümü (insanda hümör ahlat olarak mevcut olan) hava unsurunun bozulması sebebiyle meydana gelir. Zira hava unsurununun vebayı meydana getirecek veya ortadan kaldıracak şekilde bozulması, senenin içinde hangi mevsimde olursa olsun, çürüme, kokuşma ve zehirleyicilik gibi öldürücü keyfiyetlerden birinin galebe çalmasıyla hava cevheri (unsuru) öldürücü bir hale intikal eder. Bu durum daha çok yaz aylarının sonlarında oluşsa da, hastalık çoğunlukla sonbaharda meydana gelir. Çünkü yaz mevsiminde keskin bozulmuş safra ve sevda fazlalıkları {fadalat el-mirariyye) ve diğerleri çoğalarak vücutta birikir ve yaz sonunda da bu maddelerde çözülme meydana gelmez. Sonbaharda meydana gelmesi ise havanın soğuk olması, buharların ve yazın çözülen fazlalıkların kokuşması sebebiyle daralır, ısınır, kokuşur ve böylece çürüme hastalıkları (emraz-ı afine) meydana gelir. Özellikle bu tür hastalıklar bedende, uygun, karşıt, gevşek, az hareketli ve hümörleri çok olduğunda belirir. Bu durum sebebiyle insanı kırgınlık ve bozukluğundan dolayı öldürebilir.

 

Bedene en yararlı mevsim ilkbahar mevsimidir. Hipokrat der ki: Hastalıkların en şiddetlisi ve öldürücüsü sonbaharda meydana gelenleridir. İlkbahar ise vakitlerin en sağlıklısı ve ölümlerin en az olduğu zamandır. Eczacıların ve ölüleri teçhiz edenlerin adetleri, ilkbahar ve yazın borç alıp sonbaharda ödemektir. Çünkü sonbahar onlar için ilkbahar gibidir. Onlara göre sonbahar; gelmesini en çok istedikleri ve memnun oldukları mevsimdir. Hadis-i şerifte varid olduğuna göre: "Necm doğduğunda her beldeden salgın hastalıklar kalkar." denilmiştir. "Necm doğması'* kelimesi; bir Süreyya yıldızının doğması, bir de ilkbaharda bitkilerin yeşermesi ile tefsir edilmiştir. Bu ikinci tefsiri, "Sapsız bitkiler (otlar) ve ağaçlar da hep secde ederler."[Rahman, 6] ayetinde de görüyoruz. Zira ağaçların ve otların tam manası ile yeşermeleri ilkbahar mevsiminde olur ki bu mevsim aynı zamanda her türlü afatın ortadan kalktığı bir mevsimdir.

 

Süreyya yıldızı olarak tefsir edilmesine gelince: Hastalıklar Süreyya yıldızının sabah vaktinde doğduğu ve battığı zamanlarda etkisini çoğaltır.

 

Temimi, Maddetü'l-Beka adlı eserinde der ki: Senenin, vücutlara fesad ve hastalık bakımından en büyük ve şiddetli iki vakti vardır. Biri, fecrin tuluunda Süreyya yıldızının güneşin battığı yerde batması; diğeri ise, ayın doğma menzillerinden bir yerde, güneş daha doğmadan önce doğu tarafından doğma vaktidir. Bu vakit de ilkbaharın bittiği vakittir. Yalnız, Süreyya yıldızının doğuşu esnasında beden sıhhatında görülen bozukluklar, batışında mevcut olan bozukluklardan daha az zarar meydana gttirir.

 

Ebu Muhammed b. Kuteybe şöyle anlatır: Denilir ki: Süreyya yıldızı ancak insanlara ve develere bir hastalık, salgınla doğar. Fakat Süreyya yıldızının batışı ise doğuşundan daha şiddetli hastalıkların meydana gelme zamanıdır.

 

Hadis-i şerifin izahında üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür ki, en uygun olan izah belki de budur: Necin kelimesinden kastedilen Süreyya yıldızı, salgın ve hastalık (el-ahet) dan da kastedilen, ekinlere ve mahsulata kışın ve ilkbahar mevsiminin başlangıcında arız olan afetlerdir. Zikredilen vakitte Süreyya yıldızının doğmasıyla da bir emniyet meydana gelir. Bu sebepten dolayı Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) olgunlaşmamış mahsulün satılmasını yasaklamıştır.

 

Konumuz, taun salgınının meydana gelmesi halinde Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tutumu idi.

 

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), taun salgınına tutulmuş bir beldeye girmeyi, içinde iken saigın başlamış bulunan bir beldeden çıkmayı tüm ümmetine yasaklamakla, bu hastalıktan tüm yönleriyle korunmayı gözetmiştir. Çünkü taun salgınının mevcut olduğu bir yere girmek; belanın içine atlamak, etki alanında o mikrobu kapmağa hazır olmak ve kendi nefsinin aleyhinde olmak demektir. Bu hem akla, hem de şeriata muhalif bir davranıştır. Belki de taun salgınına uğramış bir yere girmekten kaçınmak, Cenab-ı Hakk'ın tavsiye buyurmuş olduğu korunma (himye) konusuna riayet demektir. Bu tür korunma, fazla yemek ve içmekten perhiz değil de, yerlerden, zararlı havalardan perhiz etmek demektir.

 

Taun salgını olan bir beldeden çıkmanın yasaklanmasında iki manaya işaret vardır:

 

1) Ruhlan ve nefisleri Allah'a bağlanmaya, O'na tevekküle, O'nun kümlerine sabır ve rıza ile karşılık vermeye ikaz ve teşvik vardır.

 

2) Tıb otoritelerinin tavsiyeleri şöyledir: Vebadan kaçınacak olan her insanın, vücudundan fazlalık sıvıları çıkarması, az gıda alması, her yönden yumuşak kuru (müceffef) tedbirlere meyletmesi, spor ve ısmma hareketlerinden kaçınması gerekir. Spor ve ısınma hareketlerinden kaçınmak gerekir, çünkü beden, çoğunlukla yerleşmiş olan öldürücü fazlalık maddeler ihtiva eder. Bunlar spor ve ısınma hareketleriyle faaliyete geçer ve yeni keymus'a karışır. Bu durumda daha büyük bir hastalık meydana gelir. Halbuki, taun meydana geldiğinde istirahat ve sükunet gereklidir. Ahlatın (hümörlerin) artışının teskin edilmesi gerekir. Veba salgını olan bir yerden başka bir yere sefer etmek şiddetli hareketleri gerektirdiğinden ciddi bir şekilde zararlıdır. Bu ifadeler daha sonra gelen tabiplerin en efdalinin (İbn Sina) sözüdür. Böylece hadis-i şerifteki tıbbi mana ve aynı tavsiyede mevcut olan kalp, beden tedavisi ve sıhhatinin korunması ortaya çıkmış oldu.

 

Şöyle bir, itiraz yapılabilir: Hadis-i şerifin diğer rivayetlerindeki; "Taundan kaçmak için o beldeden çıkmayınız." cümlesi, sizin zikretmiş olduğunuz manayı kasdettiğini ortaya koymadığı gibi, geçici bir sebeple çıkmağa ve yola çıkacak bir yolcunun yolculuğuna mani değildir.

 

Buna şu cevap verilir: Hiç kimse, ne bir tabip ve ne de başkası, taun salgınları meydana geldiğinde insanlar hareket etmesinler ve cansızlar gibi olsunlar dememiştir. Yalnız, salgın esnasında mümkün olduğu kadar az hareket etmelidir. Taundan kaçmak, hareketi icab ettirdiğinden değil, mücerred hastalıktan kaçmaktır. Halbuki istirahat ve sükunet hastanın kalbine ve bedenine faydalı, Allah'a tevekküle ve O'nun kaza ve kaderine teslim olmaya daha yakındır. Fakat hareketi gerektirecek işleri olan sanatkarlar, işçiler, yolcular, postacılar ve diğerlerine tüm hareketlerinizi bırakın denilmez. Yalnız lüzumsuz hareketlerden men edilebilirler. Mesela, yolculuk yapan biri sırf taundan kaçmak için yola çıkarsa buna mani olunur. En doğrusunu Allah bilir.

 

Taun salgınının yayılmış olduğu bir beldeye girmekten men edilmesinde çeşitli hikmetler vardır:

 

1- Eziyet verici sebeplerden kaçınmak ve onlardan uzaklaşmak.

 

2- Kokmuş ve bozulmuş olduğundan teneffüs edenlerin hasta olduğu havayı teneffüs etmemek.

 

3- Dünya ve ahiretin esası olan afiyetin elde edilmesi.

 

4- Tauna tutulmuş hastalara komşu olmamak dolayısıyla da birlikte olmaktan aynı hastalığa tutulmamak.

 

Ebu Davud'un Sünen'inde merfü olarak şu hadis rivayet ediImaKtedir: "Heİak olmak (kara/) hastalara yakın olmakladır. "

 

İbn Kuteybe diyor ki: Karaf, vebaya ve hastalara yaklaşmak demektir.

 

5- Nefisleri, hastalığın bulaşması ve uğursuzluk inancından korumaktır. Çünkü ruhlar bu iki şeyden/etkilenirler. Bir şeyi uğursuz saymak, o şeyin sanıldığı şekilde, istenilmeyen bir biçimde meydana gelmesini sağlar.

 

Özetle, taun salgınının meydana geldiği bir beldeye girmenin yasaklanmasında, koruma ve perhiz, telef olmayı hazırlayan sebeplerden uzak olmak vardır. Taunlu beldeden kaçmamakta da tevekkül, teslim ve işin neticesini Allah'a (c.c.) bırakmak vardır.

 

Sahihayn''da şunlar rivayet edilmektedir: Hz. Ömer Şam'a doğru yola çıktı. Serg denilen köye vardığı zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şam'da veba salgını olduğunu haber verdiler. Bu* nun üzerine Şam'a girip girmeme hususunda ihtilafa düştüler. Hz. Ömer İbn Abbas'a; "Bana ilk muhacirleri çağır." dedi. İbn Abbas der ki: Onları çağırdım. Hz. Ömer, onlara Şam'da veba salgını olduğunu haber vererek istişare etti. Bir kısmı: "Yola bir iş için çıkmışsın, geri dönmeni doğru bulmuyoruz." dediler. Diğerleri ise: "Rasulullah'ın ashabı ve diğer insanlardan kalanlar seninle birliktedirler. Onları bu veba salgınıyla karşı karşıya bırakmanı uygun görmüyoruz*' dediler. Hz. Ömer onlara: "Artık yanımdan çekilebilirsiniz." dedikten sonra: "Bana Ensar'ı çağır." dedi, ben de çağırdım, onlar ile de istişare etti. Bunlar da Muhacirlerin ihtilafı gibi bir yol takip edince onlara da: "Siz de yanımdan çekilebilirsiniz." dedi. Sonra: "Bana şu Mekke fethiyle birlikte hicret eden yaşlı Kureyşlileri çağır." dedi. Ben de onları çağırdım. Onlar, içlerinden iki kişi dahi ihtilaf etmeksizin dediler ki: "İnsanları geriye döndürmeni ve onları şu veba illetiyle boğuşmaya bırakmamam doğru buluyoruz." Bunun üzerine Hz. Ömer insanlara şunun bildirilmesini emretti: "Ben sabahleyin bineğimin üstünde geri döneceğim. Böylece siz de sabaha göre hazırlıklarınızı yapın!" O zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah: "Ey mü'minlerin emiri! Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyince Hz. Ömer şöyle cevapladı: "Keşke bu lafı senden başkası söyleseydi Ey Ebu Ubeyde! Evet, Allah Teala'nın kaderinden, yine Allah Teala'nın kaderine kaçıyoruz! Şöyle bir düşünsene. Senin birçok deven olsada, biri münbit diğeri çorak iki yamacı olan bir vadiye onları indirsen. Sen onları münbit yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle, çorak yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle gütmüş olmaz mısın?" İbn Abbas der ki: Tam bu sırada, birtakım işleri dolayısıyla ortalıkta görünmeyen Abdurrahman b. Avf çıkageldi ve dedi ki: Bu konuda bende bir bilgi vardır. Ben Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu işittim: "Siz bir beldede bulunuyorken bu hastalık yayılmışsa sakın ondan kaçmak için o yerden çıkmayınız. Eğer bu hastalığın bir yerde çıktığını duyarsanız oraya gitmeyiniz!"

 

 

4- İstiskalim Tedavisi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) istiska hastalığı ve tedavisi hakkındaki tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da Enes b. Malik.(r.a.) anlatıyor: Ureyne ve Ukl kabilesinden bir topluluk Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldiler ve Medine'nin havasının kendilerine ağır geldiğinden şikayette bulundular. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Zekat develerinin yanına gitseydiniz de develerin sidiklerinden ve sütlerinden içseydiniz." buyurunca onlar da bunu yaptılar. Sıhhatlarına kavuştuklarında çobanlan teslim alıp öldürdüler. Develeri önlerine katıp götürdüler. Böylece Allah ve Rasulü'ne savaş açmış oldular. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) arkalarından bir askeri birlik gönderip onları yakalattı. Daha sonra (had olarak) onların ellerini, ayaklarını kestirdi, gözlerine mil çektirip kendi kendilerine ölene kadar onları güneş (in kızgın sıcaklığına) terkettirdi.

 

Hadiste geçen bu hastalığın istiska olduğuna delil, Müslim'in rivayetindeki şu ziyadedir: "Medine'nin havası bizi bozdu. Karınlarımız şişti. Uzuvlarımız gevşedi..."

 

Ceva: Karın hastalıklarındandır. (Göğüs ve ciğerde belirir).

 

İstiska: Hümörlerle ilgili bir hastalık olup sebebi, soğuk ve garip bir hümörün uzuvları bozmasıdır. Böylece ya tüm zahir uzuvlarda gelişir veya gıda ve hümörlerin içinde değişikliğe uğradığı (ikinci hazım keymus dönemi) boş bölgelerde gelişir. Üç kısmı vardır: a) Lahmi; bu en ağır türüdür, b) Zaki, c) Tabii.

 

Bu hastalığın tedavisinde gerekli olan ilaçlar, içinde mutedil bir çözülme, ihtiyaç miktarı çoğalma olanlardır. Bu vasıflar develerin idrar ve sütlerinde mevcut olduğundan Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) içilmesini emretmiştir. Bol süt veren devenin sütünde parlaklık, yumuşaklık, akıcılık, letafet ve tıkalı yerleri açıcılık özelliği vardır. Çünkü develerin genellikle otladikları şeyler istiska hastalığına faydalı olan, yavşan otu (şih), marsama otu (kaysum), sarı papatya (babunc), papatya (akhuvan), boya otu (izhir) ve diğer bitkilerdir.

 

Bu istiska hastalığı özellikle ciğerde meydana gelen bir afetle veya ortak bir maddeyle birlikte olur. Çoğunlukla da ciğerdeki tıkanık yerlerde bulunur. Arap develerinin sütü, ondaki akıcılık ve zikredilen diğer faydalarından dolayı bu tıkanıklıkları giderir.

 

Razi der ki: Deve sütü, ciğer ağrılarına ve mizaç bozukluklarına şifadır. İsraili demiştir ki: Deve sütü, sütlerin en incesi, akıcı ve keskinliği en çok, gıda olarak en az özelliği olanıdır. Bu sebepten vücuttaki faydasız (katı) maddeleri inceltir, karın (daki bağırsakların içindeki katı maddelerin) boşalmasını sağlar, tıkanıklıkları açar. Bu özelliğine delil, tabii olarak hayvanı sıcaklığının çok olmasından dolayı deve sütünde az bir tuzluluk olmasıdır. Bu sebepten dolayı, ciğerin yumuşatılmasında, tıkanıklıklarının açılmasında, İlk safhada dalak sertliğini gidermede, istiska hastalığına özellikle anasından henüz ayrılmış deve yavrusunun sidiği ile devenin memesinden alındığındaki sıcaklığıyla içilen süt faydalıdır. Çünkü bu şekildeki karışım sütün tuzluluğunu arttırır. Faydasız maddelerin parçalanması, bağırsaklardaki katı maddelerin boşaltılmasında kullanılan süt cinslerinin en çok tercih edileni deve sütüdür. Şayet karında bulunan maddelerin inmesi ve boşaltılması bu şekilde mümkün olmuyorsa mutlaka ishal yapıcı başka bir ilaç kullanılması gerekir.

 

Kanun sahibi (İbn Sina) der ki: "İstiska hastalığının tedavisine sütün tabiatı zıddır denmesine aldırış etmemek gerekir."

 

Der ki: "Bil ki, dişi develerin sütü yumuşaklıkla birlikte parlaklığı ve bir hassasından dolayı faydalıdır. Ve bu sütün faydası çok fazladır. Şayet bir insan bu sütü su ve yemek yerine içse şifaya kavuşur. Nitekim bu husus Arap bedevilerinin yaşadığı bölgelere gönderilen bir grup insanda denenmiştir. Onları bu duruma zaruret sevketmişti. Afiyete kavuştular. Sidiklerin en faydalı olanı bedevi devesinin sidiğidir ki o da en kıymetlidir."

 

Konunun başında zikredilen kıssa, tedavi olmaya, tıbbi müdahale yapmaya ve eti yenilen hayvanın sidiğinin temiz olduğuna delildir. Çünkü haram kılınan maddelerle tedavi caiz değildir. İslam'ın intişarı zamanında olmalarına rağmen içtikleri zaman ağızlarını yıkamakla ve namaz için üzerlerine sıçrayan sidikleri yıkamakla emrolunmadılar. Bununla birlikte muhtemel bir yasaklamanın ihtiyaç anında başka zamana tehir edilmesi caiz değildir.

 

Cinayet işliyen kişiye, yaptığı şekilde mukabele (kısas) gerekir. Çünkü bu Ureyneliler çobanı öldürmüş ve gözlerini de oymuşlardı. Bu husus Sahıh-i Müslim'de geçmiştir.

 

Bir kişiyi öldüren cemaatın hepsine aynıyla mukabele edilerek kısas yakılması gerektiğine de delildir.

 

Yine, şayet cinayet işleyen kişide hem had hem de kısas birleşirse her ikisi de birlikte tatbik edilir. Çünkü bu kıssada Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) önce onların isyanları karşılığında ellerini ve ayaklarını, Allah'ın bir haddi olarak, çaprazlama kesti. Daha sonra çobanı öldürmeleri dolayısıyla kısas olarak onları öldürdü.

 

İsyancı mal çaldığı ve adam öldürdüğünde aynı anda elleri, ayakları kesilir ve öldürülür.

 

Cinayetler çoğaldığında, cezası da büyür. Çünkü bu Ureyneliler İslamdan irtidad ettiler, bir adam öldürdüler, daha sonra da maktule işkence yaptılar ve malını elinden aldılar. Böylece açıkça isyan etmiş oldular.

 

İsyancılara destek vermek, isyana katılmak hükmündedir. Zira, şu bir gerçek ki onların her biri öldürdükleri çobanı teker teker öldürmüş değillerdir. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) da onlara had ve kısas uygularken, çobanı hangisinin öldürdüğünü sormamıştır.

 

Birini aldatarak ansızın öldürmekte (katl-i gayle) had olarak caninin öldürülmesi vaciptir. Caninin, öldürülen kişinin velisi tarafından affedilmesi bu haddin uygulanmasına mani değildir. Bu hususta kefaete de (kadın erkek, köle-hür) itibar edilmez. Bu hüküm Medinelilerin mezhebidir. Ahmed b. Hanbel'in iki görüşünden birisi de budur. Şeyhimiz (ibn Teymiye) bugörüşü tercih eder ve bununla fetva verirdi.

 

 

5- Yaraların Tedavisi:

 

Yaraların tedavisi konusunda Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da. Ebu Hazim'den rivayete göre Sehl b. Sa'd'ı, Uhud savaşında Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yarasının nasıl tedavi edildiği sorulduğunda şöyle anlattığını işitmiştir: "Rasulullah'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yüzü yaralandı, küçük azı dişi kırıldı. Ve başındaki miğferi de yarıldı. Hz. Fatıma (r. anha) kanı yıkıyor, Hz. Ali (r.a.) de kalkan ile su döküyordu. Hz. Fatıma kanın durmadığını görünce, bir parça hasır aldı ve onu yaktı. Hasır kül haline gelince o külü yaraya yapıştırdı ve böylece kanı durdurmuş oldu."

 

Bu kül berdiden imal edilmiş hasırın külüdür. Bu bitkinin külünün kanı durdurma konusunda kuvvetli bir etkisi vardır. Çünkü kuruluğu çok, yamalığı azdır. Kuruluğu fazla olan ilaçlarda yamcilık özelliği de bulunduğunda, kanı kurutur ve emer. İşte bu kül şayet burnu kanayan birinin burnuna yalnız olarak veya sirke ile birlikte püskürtüldüğünde burun kanamasını keser.

 

Kanun sahibi (ibn Sina) der ki: "Berdi, kanamalara faydalı olup kam durdurur. Yumuşak yaralara püskürtülerek saçılır ve yara bununla (pansuman yapılarak) tedavi edilmiş olur. Mısır kağıdı eskiden bu bitkiden imal edilirdi. Mizacı soğuk kurudur. Külü, ekletülfem hastalığına faydalı olup kanın çıkmasına ve habis (pis) yaraların azmasına engel olur."

 

 

6- Hacamat ve Dağlama Yoluyla Tedavi:

 

a) Hacamat Yaptırma:

 

Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bal (şerbeti) içirerek, hacamat yaparak ve dağlama yoluyla tedavi hususundaki tutumu şöyledir:

 

Buhari'nin Sahih'inde, Said b. Cübeyr - İbn Abbas kanalıyla Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şifa üç şeydedir: Bal (şerbeti) içmek, kan alma (hacamat) aleti vurma ve ateşle dağlama. Fakat beri ümmetime dağlayarak tedavi olmayı yasaklıyorum."

 

Ebu Abdillah el-Mazeri der ki: "İmtilai'' hastalıklar; demevi, safravi, balgami ve sevdavi türlerinde olur. Şayet imtila, demevi türünden olursa tedavisi vücuttan kan alınmasıyladır. Eğer diğer türlerinden olursa, her hümörü giderecek şekilde uygun bir ishal ilacı ile tedavi edilir. Sanki Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bal şerbeti tavsiye ederek müshil ilaçlara, hacamatı tavsiye ederek de kan aldırmaya işaret etmiş olmaktadır. Bazı alimler demişlerdir ki: Hadis-i şerifteki "kan alma aleti vurmakta" ifadesine kan aldırma konusu girmektedir. Tedavi mümkün olmadığında tıbbi müdahalede en son çare dağlamaktır. Nitekim Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ilaç olarak dağlamayı da belirtmiştir. Çünkü dağlama, ilaçların kuvvetlerine tabiatlar galebe çaldığı, içilen ilacın fayda vermediği zaman kullanılır. Hadisteki: "Fakat ben ümmetime dağlama ile tedavi olmayı yasaklıyorum." ve diğer bir hadiste yer alan: "Dağlanarak tedaviden tedaviden hoşlanmam. " ifadelerinde, zaruret olmadıkça dağlama ile tedaviyi en son çare olarak değerlendirdiğine işaret yardır. Acele ederek tedaviye dağlamayla başlamayı hoş karşılamamıştır. Çünkü dağlama ile insanın duyacağı elem, hastalığından duyduğu elemden daha fazla olacaktır."

 

Doktorlardan bazısı demişlerdir ki: Mizaci hastalıklar, ya bir hümör sebebiyle veya başka bir sebeple ölür. Hümörlere dayalı hastalıklar keyfiyet olarak, sıcak, soğuk, nemli veya kutu veya bunların ikisinin karışımıyla olur. Bu dört keyfiyetten ikisi etkili (fail) keyfiyettir ki onlar sıcaklık ve soğukluktur. Münfail (etkilenen) keyfiyet de nemlilik ve kuruluktur. İki etkili keyfiyetten birinin münfail bir keyfiyetle birlikte galebe çalması gerekir. Bu bedende mevcut hümörlerin her biri için geçerlidir. Diğer mürekkep hümörlerin de, fail ve münfail olarak iki keyfiyeti vardır.

 

Bu izahtan anlaşılan, mizaci hastalıkların sıcaklık ve soğukluk keyfiyetinde olan ahlatın kuvvelerine tabi olduğudur.

 

Nübüvvet kelamı, sıcak ve soğuk keyfiyetlerde olan hastalıkların tedavisinin aslına temsil yoluyla işaret ederek gelmiştir. Şayet hastalık sıcak bir keyfiyete sahipse, bu hastalığı kan aldırarak veya hacamatla kan akıtarak tedavi ederiz. Çünkü kan aldırmada bir hümörün dışarı atılması ve mizacın soğutulması sözkonusudur. Şayet hastalık soğuk bir keyfiyete sahipse ısıtarak tedavi ederiz. Bu özellik bal şerbetinde vardır. Bununla beraber soğuk maddelerin dışarı atılması sözkonusu olduğunda, bal şerbetinde bu vasıf da vardır. Çünkü bal şerbetinde pişirme, kesme, inceltme, parlatma ve yumuşatma özellikleri vardır. Bu şekilde soğuk hümörün, kuvvetli müshillerin yenilgisinden emin olarak ve mülayim bir şekilde dışarı atılması sağlanmış olur.

 

Dağlamaya gelince: Hümörlere ait hastalıkların hepsi için geçerlidir. Hastalık keskin olup iki taraftan birine süratle yayılır. O zaman dağlamaya gerek kalmaz. Bazan da müzmin olur ki tedavisi hümör dışarı atıldıktan sonra, dağlama yapılması uygun olan uzuvlara dağlama yaparak olur. Çünkü bu hastalık ancak uzuvda yerleşmiş galiz ve soğuk hümörde olursa müzmin olur ki bedenin mizacını bozar. O uzva gelen tüm maddeleri de cevherine benzer bir şekle sokar. Böylece uzuvda ateş meydana gelir. Dağlama yapılarak oradan bu madde (hümör) çıkarılır. Dağlamada mevcut olan ateş unsuru bu Soğuk maddeyi yok etmiş olur.

 

Bu hadisten, hümörlerle alakalı tüm hastalıkların tedavisini öğreniyoruz. Nitekim, "Hummanın şiddeti cehennemin kaynamasından bir parçadır. Dolayısıyla onu su ile soğutunuz." hadisinden de sıcak hastalıkların tedavisini daha önce öğrenmiştik.

 

Hacamata gelince; İbn Mace'in Sözen'inde zayıf bir ravi olan Cübare b. Mugallis'in Kesir b. Süleym kanalıyla Enes b. Malik'in (r.a.) Allah Resulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu naklettiği rivayet ediliyor: "Mirac gecesinde yanlarından geçtiğim her topluluktan: Ya Muhammed! Ümmetine hacamat yapmayı emret, tavsiyesiyle karşılaştım."

 

Bu hadis Tirmizi'nin Cami'inde İbn Abbas'tan; "Sakın hacamattan vazgeçme, ya Muhammed!" şeklinde rivayet edilmiştir.

 

Sahihayn'da. Tavus'un ibn Abbas'tan yaptığı rivayette: "Rasulullah hacamat olmuş ve hacamatçıya ücretini vermiştir." ifadesi vardır,

 

Yine Sahihayn'da, Humeyd et-Tavil'in Enes'den rivayetine göre Ebu Taybe, Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hacamat yaptı. Ona iki sa' yiyecek verilmesini emretti. Efendileriyle de Ebu Taybe'nin vergisini azaltmaları hususunda konuştu,; daha sonra: "En hayırlı tedavi şekliniz hacamattır." buyurdu.

 

Tirmizi'nin Cami'inde Abbad b. Mansur'dan, tkrime'nin şöyle dediği nakledilmektedir: İbn Abbas'ın hacamatçı üç kölesi vardı. Bunlardan ikisi kendisine ve ailesine hizmet eder, kazanç sağlarlar, üçüncüsü ise kendisini ve ailesini hacamat yapardı. İbn Abbas, Rasülullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Hacamatçı olan köle ne iyi bir insandır. Kan alıyor, dolayısıyla sırt omurgasını hafifletiyor ve görüşü güçlendiriyor." Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) mirac'a çıktığında, meleklerden her bir topluluğa uğradığında, onlar: "Hacamat olmalısın." dediler. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Hacamat olmanız için en uygun günler on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerdin" Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Tedavide kullandığınız ilaçların en hayırlısı, burundan alınan ilaç (sevt), ağıza konarak alman ilaç (ledud), hacamat ve müshildir." Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) -Abbas ve arkadaşları, nzası olmaksızın- ledud içirdiler. Kendine geldiğinde: "Bana kim ledud içirdi?" buyurdu. Hepsi sustu. Bunun üzerine Abbas (r.a.) hariç evde bulunanların hepsine ledud içirildi." Tirmizi, bu hadis hasen-garib demiştir. Hadisi İbn Mace de rivayet etmiştir.

 

Hacamatın faydalan şunlardır: Hacamat, bedenin sathını fasddan (kan aldirma)daman yararak daha fazla temizler. Fasd ise bedenin derinliklerindeki kanın temizlenmesinde daha uygundur. Çünkü hacamatla deri altlarında olan kan çıkarılır.

 

Ben derim ki: Hacamat ve fasdın hakikati şudur: Her ikisi de zaman, mekan, yaşlar, mizaçlar, sıcak bölgeler ve sıcak zamanlara göre değişir. Kam son derece pişmiş olan sıcak mizaçlı kişilere hacamat, birçok yönden fasddan daha faydalıdır. Çünkü karTfrümörü pişer ve incelirse cesedin dahili sathına çıkar. Bu durumda olan kan, ancak hacamat yapılarak dışarı atılır. Bu sebepten de çocuklar için fasddan daha faydalıdır. Aynı şekilde fasda tahammülü olmayanlar için de faydalıdır. Doktorlar diyorlar ki: Sıcak beldelerde hacamat fasddan daha faydalıdır. Ayın ortasında, yine bu cümleden olarak ortasından sonra, dörtte üçünden sonra hacamat yapmak sünnettir. Çünkü kan bu vakitten önce çoğalmaz ve değişmez. Ay sonunda da sükunet bulur. Ortasında ve az sonrasında ise son derece çoğalır.

 

Kanun sahibi (İbn Sina) der ki: Ay başında hacamat yapılması tavsiye edilmez. Çünkü hömürler ayın ne başında ne de sonunda çoğalıp harekete geçerler. Çünkü bu vakitlerde azalırlar. Halbuki ayın ortasında, ay doluna} şeklinde olduğundan ışığının çoğalması sebebiyle hümörlerin çoğalma seyri doruk noktasına ulaşır.

 

Rasülullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı hacamat ve fasddır." Yine bir hadiste: "İlacın en hayırlısı hacamat ve fasddır." buyurulmaktadır.

 

Hadisteki: "Tedavilerinizin en hayırlısı hacamattır." ifadesi, Hicazlılar ve sıcak bölgelerde yaşıyanlar içindir. Çünkü onların kanlan ince olduğundan dışardaki hararet kanı bedenlerin zahirine çabukça çıkarmağa ve deri altlarında toplamaya meyillidir. Yine sıcak bölge insanlarının beden gözenekleri geniş olup kuvvetleri yerinden oynar vaziyettedir. Onlara fasd yapmak tehlikelidir. Hacamat iradi olarak teferruk-i ittisaldir ki damarlardan külli bir boşalma onu takip eder. Özellikle de fasd yapılamayan damarlara faydalıdır ki, her birisinin fasd yapılmasında Özel bir fayda vardır.

 

Fasd-ı Baslik: Ciğer ve dalaktaki hararet, kan hümörünün çoğalmasından ciğer ve dalakta meydana gelen şişkinlik (verem)lere faydalıdır. Akciğer şişkinliklerine, şevsa zatülcenb ve dizin altından kalça kemiğine kadar arızi olarak kan hümöründen gelen her hastalığa faydalıdır.

 

Fasd-ı Ekhal: Demevi mizaca sahip bir kişinin bütün bedeni arızi bir kan çoğalmasına maruz kaldığında, bu tür kan almakta fayda vardır. Yine tüm vücutta kan bozulması sözkonusu olduğunda da, bu yola başvurulur.

 

Fasd-ı Kifal: Başta ve boyunda çok kan bulunması veya kanın bozulmasından dolayı arız olan hastalıklara faydalıdır.

 

Fasd-ı Vedecayn: Dalak ağrısına, astıma nefes darlığına, baş ağrılarına faydalıdır.

 

Kahil hacamatı: Omuz ve boğaz ağrılarına faydalıdır.

 

Ahda'ayn hacamatı: Başta ve yüz, dişler, kulaklar, gözler, burun, boğaz gibi başın diğer uzuvlarında kan

 

Enes b. Malik (r.a.) der ki: "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), iki boyun damarından ve omuz arasından hacamat yaptırırdı. "

 

Sahihayn'da. Enes b. Maiik'ten (r.a.) rivayete göre: "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) üç defa hacamat olmuştur. Birini omuz arasına, ikisini boyun damarlarına yaptırmıştır. "

 

Sahih'te Enes'den (r.a.), Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ihramda iken başındaki ağrısından dolayı başından hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.

 

İbn Mace'nin Sünen'inde Hz. Ali'den (r.a.) rivayete göre: "Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) boyun damarlarından ve iki omuz arasından hacamat yaptırmasını söylemek için Cebrail (yeryüzüne) inmiştir. "

 

Ebu Davud'un Sünen'inde Cabir b. Abdullah'ın rivayetine göre; "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kaba yerinden, orada oluşmuş bir eziklik veya yaradan dolayı hacamat yaptırmıştır. "

 

Doktorlar hacamatın, kamahduve de denilen, kafada bulunan nukra'dan yapılıp yapılamayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebu Nuaym, "Tıbbu'n-Nebevi adlı kitabında merfu olarak şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Sizin, kamahduvenin cevizinden hacamat yapmanız gerekir. Çünkü (buradan yapılan hacamat) beş hastalığa şifadır." Cüzzamı da bu hastalıkların arasında zikretmiştir.

 

Diğer bir hadiste ise: "Kamahduvenin cevizinden hacamat yapınız. Çünkü (bu bölgeden yapılan hacamat) yetmiş iki hastalığa şifadır." buyurulmuştur.

 

Doktorlardan bir grup da bu bölgeden hacamat yapılmasını güzel bulmuşlar ve şöyle demişlerdir: Buradan yapılan hacamat, gözlerin yuvasından fırlamasına, arızi olarak gözde meydana gelen batmalara, göz hastalıklarının bir çoğuna, kaşların ve göz kapaklarının ağırlaşma ve kaşınmasına faydalıdır.

 

Rivayet edildiğine göre Ahmed b. Hanbel, bu tür bir hastalıktan dolayı kafasının her iki tarafını hacamat yaptırmış, fakat ense çukurundan hacamat yaptırmamıştı.

 

Kamahduveden yapılan hacamatı Kanun sahibi (İbn Sina) da hoş karşılamamış ve şöyle demiştir: "Oradan hacamat yaparak kan aldırmak hakiki olarak unutkanlık getirir. Nitekim efendimiz, velinimetimiz ve şeriatımızın sahibi Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de aynı hakikata işaret etmiştir. Çünkü dimağın gerisi beyinde hafıza kuvvetinin merkezi olan yerdir. Orada yapılacak olan hacamat ise hafızayı siler süpürür."

 

Başkaları ise buna itiraz etmiş ve şöyle demişlerdir: Bunun hadis olduğu tesbit edilememiştir. Tesbit edilse bile, bu bölgede zaruret olmaksızın yapılacak hacamat ancak dimağın gerisini zaafa uğratır. Fakat kan fazlalığından dolayı hacamat yapılırsa hem tıbben hem de şer'an faydalıdır. Allah Resulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem), halin gerektirdiği biçimde başının çeşitli yerlerinden hacamat yaptırdığı ve yine ihtiyaç olduğunca vücudunun diğer yerlerinden de hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.

 

Çene altından yapılacak olan hacamat; zamanında kullanıldığında diş, yüz ve yutak ağrılarına faydalıdır. Baş ve damakları temizler. Ayağın üstünden yapılan hacamat fasd-ı safin yerine geçer. Uyluk ve dizlerde olan yaralara, adet kanının kesilmesine ve hayalarda meydana gelen kaşıntılara faydalıdır. Göğsün altından yapılacak hacamat; diz çıbanlarına, uyuz ve ufak sivilcelere, ayak ağrısına, basurlara, fil (hastalığı) ve sırt kaşıntılarına faydalıdır.

 

 

b) Hacamatın Vakti:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hacamat yapılan vakitler hakkındaki t şöyledir:

 

Tirmizi'nin Cami'inde İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet ettiği hadiste Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Hacamat olduğunuz günlerin uygun olanları (ayın) ya on yedi, ya on dokuz veya yirmi birinci günleridir.

 

Yine Tirmizi'nin Cami'inde Enes b. Malik'den, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) iki boyun damarından ve omuz arasından hacamat olduğu ve (ayın) on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerinde hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.

 

İbn Mace'nin Sime/Tinde Enes'ten merfu olarak rivayet edilen hadis ise şöyledir: "Kim hacamat olmak isterse (kameri ayın) ya on yedisini, ya on dokuzunu veya yirmi birinci gününü araştırsın. Hiç birinize kan galebe çalmasın. Zira vücutta gereğinden fazla kan bulunduğunda beden ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır."

 

Ebu Davud'un Sünen'inde Ebu Hureyre'den merfu olarak yapılan rivayete göre Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim (ayın) on yedisi veya on dokuzu ya da yirmi birinde hacamat olursa bu her türlü hastalığa şifadır." "Her türlü hastalık"tan anlaşılan mana, sebebi kan (hümörünün) çoğalması olan her türlü hastalık demektir.

 

Bu hadisler tabiplerin ittifak ettiği hususlara da uygundur. Çünkü ayın ikinci yarısında ve takip eden üçüncü çeyreğinde hacamat yapmak, başında ve sonunda hacamat yapmaktan daha faydalıdır. Fakat, bir zarurete mebni olarak yapılmak zorunda kalındığında, ayın başında veya sonunda olsun herhangi bir zamanda yapılmasında bir zarar sözkonusu değildir.

 

Hallal diyor ki: "Bana İsmet b. Isam'ın haber verdiğine göre Hanbel şöyle anlatmıştır: "Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel, hangi zamanda ve saatta kanı çoğahrsa hacamat yaptırırdı."

 

Kanun sahibi (İbn Sına) der ki: "Hacamat, gündüzün saat iki veya üç saralarında yapılır. Yıkandıktan sonra hacamat yapmaktan sakınmak gerekir. Kanı kalın olan kişi müstesna olup, onun önce sıcak su ile gusletmesi, sonra istirahat etmesi, daha sonra da hacamat olması gerekir."

 

Tabipler tok karnına hacamat yapmayı hoş karşılamamışlardır. Çünkü bu vaziyette iken hacamat yapılırsa vücutta birtakım tıkaçlar (süded) ve öldürücü hastalıklar meydana getirir. Özellikle alınan gıda bozuk ve kaba olursa \ bu durum görülebilir.

 

Bir haberde nakledildiğine göre şöyle söylenmiştir: "Hacamat (ayın başında veya aç karnına veya hastalığın ilk nüksettiği zamanda) ilaç, tok karnı* na olursa hastalık, ayın on yedisinde olursa şifadır."

 

Hacamat için bu vakitlerin tercihinde aranan özellik, ihtiyat ve eziyetten kaçınma sözkonusu olması ve sıhhatin muhafazasıdır. Fakat hastalıkların tedavisinde ise, ne zaman gerekirse o zaman hacamat yapmak gerekir. Hadiste geçen: "Hiç birinize kan (hümörü) galebe çalmasın. Zira bu, kişinin ölümüne sebep olabilir." sözü de buna delalet etmektedir. Yani kan vücutta galebe çalmasın diye bu zamanlarda hacamat yaptırınız demektir. "En" ile birlikte cer harfi "beyğ" fiilinden hazfedilmiştir. Bu takdirde fiil "lien la yeiebeyyağa" şeklinde olur. Tebeyyuğ, çoğalma demek olup, "bağy" kelimesinden değiştirilerek elde edilmiştir ve aynı manadadır. Çünkü burada da kanın azması ve çoğalması sözkonusudur. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in ayın ihtiyaç hissettiği herhangi bir zamanında hacamat olduğu daha önce geçmişti.

 

Hacamat için haftanın günlerinden tercih edilmesi uygun olan günlerin hangileri olduğuna gelince; Hallal, Cami'inde der ki: Harb b. İsmail, Ahmed b. Hanbel'e şöyle sorduğunu haber vermiştir: "Hangi gün hacamat olmayı mekruh görürsün?" Buna karşılık Ahmed b. Hanbel: "Çarşamba ve cumartesi günleri (hacamat yaptırmanın mekruh) olduğuna dair rivayet vardır." demiştir.

 

Yine (Halİal'ın Cami'inde) Hüseyin b. Hassan'ın Ebu Abdillah'a (Ahmed b; Hanbel): "Hacamat yapmak hangi gün mekruhtur?" diye sorduğunda: "Cumartesi ve çarşamba günlerinde mekruhtur. Ayrıca cuma gününde de mekruh olduğunu söylüyorlar." dediği nakledilmektedir.

 

Hallal, Ebu Seleme ve Ebu Said el-Makburi kanalıyla Ebu Hureyre'den merfu olarak şöyle nakletmiştir: "Her kim çarşamba veya cumartesi günü hacamat yaptırır da, kendisine beyazlık veya baras (alaca) hastalığı gelirse sadece kendini kınasın. "

 

Hallal, Muhammed b. Ali b. Cafer'den, Yakub b. Bahtan'ın kendisine şöyle anlattığını haber veriyor: Ahmed b. Hanbel'e, nevre (beyaz çiçek) ile cumartesi ve çarşamba günü hacamat yapılması sorulduğunda, her ikisini de mekruh gördü ve dedi ki: "Bana ulaştığına göre bir adam çarşamba günü nevre ve hacamat olmuş. Bunun üzerine baras hastalığına tutulmuş." Dedim ki: "Sanki bu adam hadisle alay etmiş gibi tersine hareket etmiş değil mi?" Ahmed b. Hanbel: "Evet." dedi.

 

Darakutni'nin, Kitabu'l-Efrad'ındaki rivayetine göre şöyle demiştir: Abdullah b. Ömer bana dedi ki: Kanım çoğaldı. Bana bir hacamatçı çağır. Ne çocuk ne de yaşlı bir ihtiyar olsun. Zira Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu İşittim: "Hacamat, ezbercinin ezberlemesini, akıllının aklını arttırır. Besmele çekerek hacamata başlayın. Perşembe, cuma, cumartesi ve pazar günlerinde hacamat olmayınız. Pazartesi günleri hacamat olun. Cüzzam ve baras hastalıkları sadece çarşamba günleri gelir." Darakutni der ki: Bu hadisi sadece Ziyad b. Yahya rivayet etmiştir. Eyyub'un, Nafi'den yaptığı rivayette ise şu ziyade vardır: "Pazartesi ve salı günleri hacamat olunuz. Çarşamba günleri ise hacamat olmayınız."

 

Ebu Davud'un Sünen'inde, Ebu Bekre'den yapılan rivayete göre, o salı günü hacamat yapmayı mekruh görürdü. Ebu Bekre, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Sah günü kanın çoğaldığı bir gündür. Sah gününde öyle bir zaman vardır ki kan kesilmek bilmez. "

 

Bu hususta yukarıda daha önce geçmiş olan hadisler aynı zamanda tedavi olmanın, hacamat olmanın ve durumun gerektirdiği yerden hacamat yaptırmama müstehablığını içermektedir. Bu hadisler, ihramlı iken hacamat olmanın ve şayet hacamat yapılacak yerden saçlar kesilecekse bu durumda ihramlı olunsa da bir şey gerekmeyip caiz olduğuna delalet ediyorlar. Hacamat dolayısıyla ihramlı kişinin saçları kesildiğinde fidye vermenin vacip olması görüşü, bu husustaki delil vücup derecesinde olmadığından doğru değildir. Oruçlu bir kişinin hacamat olması caizdir. Zira Sahih-i Buhari'de, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) oruçlu bulunduğu halde hacamat olduğu rivayet edilmiştir. Yalnız bu, orucu bozar mı, yoksa bozmaz mı konusu ihtilaflıdır. Doğrusu, hacamatla orucun bozulmasıdır. Çünkü, aykırı bir rivayet olmaksızın Resulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sahih kanalla (hacamat olanm orucunun bozulduğuna dair) rivayet gelmiştir. Bu hadise muarız olan en sahih hadis; Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) oruçlu olduğu halde hacamat yaptirmasıdır. Dört ihtimal haricinde bu durum orucun bozulmadığına delalet etmez: a) Oruç farz oruç idi. b) Bu esnada mukim idi. c) Hacamatı gerektirecek bir hastalığa da tutulmuş değildi, d) Rasulullah.'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) oruçlu iken hacamat yaptırması rivayeti; "Hacamat yapan da, hacamat yaptıran da orucunu bozmuştur." hadisinden daha sonraki bir döneme aittir.

 

Bu dört öncül doğru olduğunda, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) fiili tatbikat] ile hacamat yapıldığı halde orucun bozulmadığına istidlal edilmesi mümkün olur. Aksi takdirde, orucun hacamat ve diğer bir şeyle rahatça bozulabileceği nafile oruç olmasına ne mani vardır? Ramazan orucu olsa da seferde olamaz mı?' Ramazanda ve mukim, fakat arız olan bir hastalık sebebiyle oruç bozmada bir mahzur olmadığı gibi bir durum sözkonusu olamaz mı? Veya mukim iken (hacamata ihtiyaç olmadan) Ramazandan (kazaya kalmış) bir fan oruç olamaz mı? "Hacamat yapan da, hacamat yaptıran da orucunu bozmuştur." hadisi nakledilmiş olup daha sonra söylenmiştir. Böylece de bu hükümde karar kılmak gerekir. Bu dört öncülden herhangi birini isbat etmeğt hiç yol yoktur ki hepsi birden isbat edilebilsin.

 

Hadis ayrıca iş görme akdi yapmaksızın, doktor ve diğerlerinin tutulmasının cevazına delalet etmektedir. Emsaline göre bir fiat tesbit edilmesi vey onu memnun edecek bir fiyat teklifi gerekmektedir.

 

Hadis, hacamatçılık yaparak geçinmenin caiz olduğuna da delalet etmektedir. Hür olan bir kişi yaptığı hacamattan aldığı ücreti (haram olmamakla birlikte) yemesi hoş karşılanmasa dahi durum böyledir. Çünkü Rasülullah (s.a. hacamatçıya ücretini vermiş, yemesine de mani olmamıştır. Hacamattan alınan ücreti, pis olarak isimlendirmesi; sarımsak ve soğana pis demesi gibidi ki, bu hüküm adı geçen şeylerin haram olmasına asla delalet etmez.

 

Yine bu hadis,, kişinin kölesinden her gün için getirebileceği miktarda gelir {haraç) talep etmesinin caiz olduğuna delalet etmektedir. Yine kölenin, günlük gelir miktarından fazlasını istediği şekilde tasarruf edebileceğine delalet etmektedir. Şayet köle tasarruftan menedilmiş olsaydı kazancının tamamının gelir olması gerekirdi. O halde köleye günlük gelir takdirinin hiçbir faydası olmaz. Belki de günlük gelirden artan kazancı, efendisinin kendisine istediği gibi tasarruf etmesi için temlik olarak bağışlaması sözkonusu olabilir. En doğrusunu Allah bilir.

 

 

c) Damarların Kesilmesi ve Dağlama:

 

Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) damarların kesilmesi ve dağlama yapmak hususundaki tutumu şöyledir:

 

Sahih'te, Cabir b. Abdullah'tan (r.a.) Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Übey b. Ka'b'a (r.a.) bir doktor yolladığı, doktorun Übey'in bir damarını kestiği ve daha sonra da orayı dağladığı rivayet edilmiştir.

 

Sa'd b. Muaz, göğüs damarından (ekhal) yaralanınca Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) o yeri dağladı. Sonra yara şişince bir kere daha dağladı. Hadisin metninde geçen "el-hasm" dağlama demektir.

 

Diğer bir rivayetine göre, Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Sa'd b. Muaz'ı ekhalinden mişkas ile dağladı. Sonra yine S a'd b. Muaz'ı ikinci defa ya kendisi veya ashabından biri dağladı.

 

Diğer bir lafızla gelen rivayette ise: "Ensardan bir sahabi ekhalinden bir mişkas ile yaralanmıştı. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu mişkas i!e onun dağlanmasını emretmiştir." şeklindedir.

 

Ebu Ubeyd der ki: Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) huzuruna, kendisine dağlama tavsiye edilen bir adam getirildiğinde buyurdu ki: "Dağlayın ve kızgın taş koyun. " Ebu Ubeyd der ki: Hadiste geçen "radf\ bir taşı önce ateşle kızdırıp yaranın üzerine koymak demektir.

 

FazI b. Dükeyn, Süfyan - Ebu'z-Zübeyr - Cabir kanalıyla, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) (Sa'd'ı) ekhalinden dağladığını rivayet etmiştir.

 

Sahih-i Buhari'deki Enes hadisinden anlaşıldığına göre, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) daha hayatta iken kendisi zatülcenb hastalığından dolayı dağlanmıştı.

 

Tirmizi'de Enes'ten yapılan rivayete göre, "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Es'ad o. Zürare'yi şevket hastalığından dolayı dağlamıştır. "

 

Daha önce müttefekun aleyh olarak geçen hadiste Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Dağlanmayı sevmiyorum." Diğer lafzında da: "Ben ümmetimi dağlama ile tedaviden men ediyorum." diye buyurmuştur.

 

Tirmizi'nin Cami'inde İmran b. Husayn'dan yaptığı rivayete göre Allah Rasuİü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) dağlama yoluyla tedavi olmaktan nehyetmiştir. İmran demiştir ki: "Başımıza bir hastalık geldi, biz de hemen dağladık. Fakat ne hastalıktan kurtulduk, ne de doğru bir tedavi olmayı başardık."

 

Diğer lafızla olan rivayetinde ise: "Biz dağlamayla tedavi olmaktan nehyedildik. (Buna rağmen yapıldığında) ne hastalıktan kurtuldular, ne de başarılı bir tedavi oldular." denilmektedir.

 

Hattabi der ki: Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Sa'd'ı dağlamaktaki maksadı, yarasından akmakta olan kam kesmekti, onun kan kaybından ölmesi ihtimalinden korkmuştu. Bu durumda, eli veya ayağı kesilen bir kişinin dağlanması gerektiği gibi (son çare olarak) dağlamak lazımdır.

 

Dağlama ile tedaviyi yasaklamasına gelince; buna sebep, dağlamayla şifa bulmayı istemeleridir. Çünkü Arablar, dağlanmayan hastanın öleceğine inanırlardı. İşte bu tür inançlarından ötürü dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamıştır.

 

Denildi ki: "İmran b. Husayn'ın dağlamaktan nehyediimesi sadece ona hasdır. Çünkü o nasur hastalığına tutulmuştur. Hastalığın bulunduğu mevkii tehlikeli olduğundan dağla

 

narak tedavi edilmesinden nehyetti. Bu durumda nehy sadece dağlamaktan korkulan mahalle ait olmuş oluyor. En doğrusunu Allah bilir. "

 

İbn Kuteybe der ki: "Dağlama iki şekilde yapılır: a) Sağlam ve sağlıklı biri hastalanmamak için kendini dağlar. Bu tür dağlama hakkında, kendini dağhyan Allah'a tevekkül etmemiştir, denilmiştir ki, bu şekilde kendini dağlıyan kişi, üzerine gelecek olan ilahi takdiri geri çevirmeyi hedeflemektedir, b) Azmış olan yarayı, kesilmiş olan bir uzvu dağlamak ki, bu cinsi şifadır. Bir de, hastalıktan kurtulması da kurtulamaması da mümkün olan (şüpheli) bir tedavi için dağlama yapmak vardır ki; bunun caiz olsa bile mekruh olması da sözkonusudur."

 

Sahih'te rivayet edildiğine göre; "Cennete hesaba çekilmeden girecek yetmiş bin kişi, efsun yapmayan, (şifanın Allah'tan olup) dağlama(dan olmadığına inandıklarından) yapmayan ve eşyada uğursuzluk olduğuna inanmayanlardır."

 

Dağlama hakkında gelen hadislerde dört husus göze çarpmaktadır: a) Dağlama yapması, b) Dağlamakla tedaviden hoşlanmaması, c) Dağlamakla tedaviden vazgeçeni övmesi, d) Dağlama ile tedaviden menetmesi. Allah'a hamdolsun ki bu dört unsurun hiçbirinde bir çelişki sözkonusu değildir. Çünkü, bizatihi kendisinin dağlayarak tedavi etmesi bunun cevazına; sevmemesi, yasaklamadığına; dağlamaktan vazgeçeni övmesi, son çare olmadıkça yapmamanın daha evla ve efdal olduğuna; dağlama ile tedavi olmaktan nehy etmesi, tercih gerektiğinde, hoş karşılamadığına veya bir hastalık çıkacak diye henüz gerekmeden dağlama yapmanın doğru olmadığına delalet etmektedir. En doğrusunu Allah bilir.

 

 

7- Sara’nın Tedavisi:

 

Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sara hastalığının tedavisi konusundaki tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da, Ata b. Rabah'tan yapılan rivayete göre İbn Abbas, kendisine şöyle bir soru sorar: (Ey Ata) sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?

 

Ben de: Evet, dedim. İbn Abbas şöyle devam etti: Şu (gördüğün) esmer kadın Allah Rasulü'nün huzuruna geldi ve şöyle bir talepte bulundu: "Ben saralıyım ve beni sara tuttuğunda üstüm başım açılıyor. Benim için Allah'a dua et." Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "İstersen sabret, zira karşılığında senin için cennet var. Dilersen Allah *a seni afiyete kavuşturması için dua edeyim." dedi. Kadın: "Sabrederim, (yalnız) üzerimin açılması da var. Üzerimin açılmaması için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun için dua etti.

 

Ben derim ki: Sara iki çeşittir: 1) Yeryüzünde mevcut pis ruhların etkisiyle meydana gelen sara, 2) Öldürücü hümörler sebebiyle meydana gelen sara. İkincisi tabiblerin, sebepleri ve tedavisi hakkında görüş ileri sürdükleri kısımdır.

 

Habis (pis) ruhların etkisiyle meydana gelen saranın varlığını tabiplerin imamları ve en akıllıları itiraf ediyor ve redde kalkışmıyorlar. Bu tür saranın tedavisinin, hayırlı, yüksek ve şerefli ruhların ancak bu şer ve habis ruhlara mukabele edebileceği, etkilerini giderebileceği, faaliyetlerini nakzedip iptal edebileceğini itiraf etmişlerdir. Hipokrat dahi bazı kitaplarında saranın birkaç tedavi şeklini tarif etmiştir. Hipokrat demiştir ki: "Bu ilaç, sebebi ahlat ve diğer hümörlerden olan saraya faydalıdır. Pis ruhlar vesilesiyle meydan gelen saraya ise bu ilaç fayda vermez."

 

Fakat doktorların, cahil, sakat ve sefihleri, zındıklığı fazilet zannedenleri (pis) ruhların etkisiyle meydana gelen sara cinsini inkar ediyorlar ve saraya tutulan kişinin bedeninde (pis) ruhların etkisi olabileceğini kabul etmiyorlar. Bunu cahilliklerinden yapıyorlar. Halbuki tıp ilmi açısından bu savunulmuştur. His (duyular) ve mevcut olan etkisi de buna şahittir. Bu tür sarayı kabul etmemeleri bazı hümörlerin bu esnada fazlalaşmasıdır ki, gerçekten bir başka sara çeşidinde bu görülebilir, fakat hepsi için geçerli değildir.

 

Eski doktorlar bu cins saraya "ilahi hastalık" ismini vermişler ve ruhların etkisiyle meydana geldiğini söylemişlerdir. Calinus ve diğer doktorlar, bu ismi biraz değişik manada düşünmüş ve şöyle bir te'vil yapmışlardır: Bu cins saraya ilahi hastalık denmesinin hikmeti, beyinde meydana gelmesi ve dimağın meskeni olan beyinin temiz ilahi kısmına zarar vermesi sebebiyledir.

 

Onların bu şekilde te'vil yapmaları, bu ruhların hükümlerine ve tesirlerine vakıf olamamaktan neş'et etmektedir. Daha sonra da zındık doktorlar geldi ve hümörlere dayalı olarak meydana gelen saradan başkasını kabul etmediler.

 

Kendisinde akıl olup, bu ruhlara ve tesirlerine dair bilgisi olan kimse bu tür doktorların cehaletlerine ve akılsızlıklarına güler.

 

Bu ikinci tür sara hastalığının tedavisi iki açıdan mümkündür: a) Saralı kişinin durumuna göre, b) Tedavi edecek kişinin durumuna göre.

 

Saralı kişinin durumuna göre olan tedavide esas; hastanın ruhunun güçlü olması, bu ruhların yaratıcısına sadıkane yönelmesi, dil ve kalbin tam uyum içinde olduğu halde sahih bir şekilde Allah'a sığınmasıdır. Çünkü bu hal bir nevi savaştır. Savaşlarda düşmana karşı silahla çıkmak için iki şeye dikkat edilmesi gerekir: a) Silahın sağlam ve kendi yapısı içinde iyi malzemelerden yapılmış ve yeni olması gerekir, b) Silahı taşıyacak olan kolun gayet sağlam ve güçlü olması gerekir. Bu iki unsurdan herhangi birinin eksilmesiyle silahın çok faydası olmaz. Şayet her ikisi de ortadan kalkarsa nasıl olur acaba? Kalb; tevhid, tevekkül, takva ve teveccüh eksikliğinden harabeye döner ve böylece silahsız kalmış olur.

 

İkincisi ise, tedavi eden kişi açısındandır. Burada da yukarıda verdiğimiz iki misal geçerlidir. Hatta tedavi edenlerden birinin: "İçinden çık!" sözüyle veya "Allah'ın ismiyle çık!'* sözüyle veya ... "Güç ve kuvvet yalnız Allah'ındır." sözüyle iktifa etmesi de yeterlidir. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): ey Allah'ın düşmanı! Ben Allah Rasulü'yüm!" demiştir.

 

Ben şeyhimizin (İbn Teymiye), saralıya içinde bulunan ruha hitaben gönderdiği, "Şeyh sana der ki, çık! Çünkü bu sana helal değildir." sözü sonunda hastanın açıldığını görmüşümdür. Birçok defa da bizzat kendisinin hitab ettiğini gördüm. Bazan da hastanın içine girmiş olan ruh inatçı olurdu. Şeyh bı. sefer onu döverek çıkarırdı. Saralı hasta ayıldığında (yediği dayağın) acısını hiç hissetmezdi. Bunu şeyhimizden biz de, başkaları da defalarca gördük.

 

Çoğu kere de saralanmış kişinin kulağına; "Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarmayacağımızı mı sandınız?"[Mü'minun, 115] ayetini okurdu.

 

Bana (Şeyhim İbn Teymiye) şöyle anlattı: Bir keresinde bu ayeti saraya tutulmuş bir hastanın kulağına okumuştum. Saralının içindeki ruh, sesini yükselterek "Evet" diye cevap vermişti. Bunun üzerine ben bir sopa aldım. Sopayla hastanın boyun damarlarına elim yorulana kadar vurdum. Hatta yanımdakiler hastanın bu darbelerle ölmesi gerektiğinden hiç şüphe etmiyorlardı. Vururken, içindeki ruh: "Ben seni seviyorum." dedi. Ben de: "O seni sevmiyor." dedim. Ruh: "Ben onu protesto ediyorum." diye cevap verince ben: "Halbuki o seninle münakaşa etmek istemiyor." dedim. Ruh bunun üzerine: "Ben sırf sana ikram olsun diye onu terk ediyorum." dedi. Ben de onun bu sözünü reddederek: "Hayır, benim için değil. Allah'a ve Rasulü'ne itaat olarak çıkmalısın." dedim. Ruh: "Peki, o halde çıkıyorum." dedi. Daha sonra saralı hasta kalktı oturdu, sağına soluna bakınmağa başladı ve: "Şeyhin huzuruna ben niçin götürüldüm?" dedi. Yanındakiler: "Bu baştan sona dayak (yediğini biliyor mu)?" diye sorunca o da, yemiş olduğu dayağın hiç farkında olmadan: "Hiç günah işlemediğim halde şeyh beni niçin dövecek ki?" dedi.

 

Şeyh bazan ayetel-kürsi [Bakara, 255] ile de tedavi ederdi. Saraya tutulan hastaya da, tedavi yapacak kişiye de çokça ayetel-kürsi, muavvizeteyn surelerini okumalarını emrederdi.

 

Özetle, sara hastalığının bu türünü ve tedavi şeklini ancak akıl, ilim ve marifetten nasibi az olanlar inkar eder. Zaten bu pis ruhların bu hastalığa tutulanlara etki etmesinin sebebi, bu kimselerin dindarlıklarının az olması, kalblerinin ve dillerinin, zikrin, Allah'a sığınmanın, peygamberi ve imam dualara sığınmanın hakikatlanndan yoksunluktan harab olmasıdır. Bu habis (pis) ruh boş ve silahsız olan kişiye; çoğunlukla çıplak bulunduğu bir esnada girer ve bedeninde eziyet ederek etkide bulunur.

 

Eğer (senin gözlerinden) perde kaldırılmış olsa, elbette insan ruhlarının çoğunu bu pis ruhların saralı yaptığını görürdün. Onların esaretinde ve ellerinde olarak, istedikleri tarafa yönelttiklerini görürdün. Onlardan ne kaçmak mümkün, ne de onlara muhalefet etmek. Bunlar, hastasının ancak (ölüm esnasında) ruh bedenden ayrılırken ve (perde kalkıp) gördükten sonra ayıldığı zaman anlaşılan büyük saraya sebep olanlardır. O zaman kesin olarak anlaşılır ki, gerçek saraya tutulmuş olan kendisidir. Ancak Allah'tan yardım dilenilir.

 

Bu son bahsedilen sara çeşidinin tedavisi sağlıklı bir aklın peygamberlerin getirmiş olduğu şeylere imana yanaşmasıyla mümkündür. Cennet ve cehennem onun gözünün önünde ve kalbinin kıblesi olmalıdır. Dünya ehlini, azaba duçar olmalarını, başlarına gelen afetleri, yağmur yağan yerlerin belli olması gibi beldelerin içinde vuku bulmuş ilahi afetleri gözönünde bulundurmalı ki, (farkına varmadıklarından) bir türlü ayılmayan sara hastaları gibidirler. Böyle bir saraya tutulmaktan daha müthiş bir şey olamaz. Fakat bela, musibet her tarafa yayılacak şekilde çoğaldı mı, herkes saralı olacağından bu bir hastalık ve musibet olmaktan çıkar gibi olur ve inkar edilmez olur. Belki de saraya tutulanlar çoğaldığı için bu hastalığın hastalık sayılmaması gibi bir tersyüz olma hadisesi meydana gelir.

 

Allah, bir kulunun hayrını dilerse onu bu tür saradan kurtarır. Böylece bu kişi dünyaya aldananlara bakar, onları çeşitli kısımlanyla sağdan soldan saraya tutulmuş olarak görür. Bunların bir kısmı bir nevi delilikle başbaşadır. Bir kısmı da bazan uyanır, sonra yine aynı deliliğe döner. Bir kısmı bir defa uyanır, diğerinde delirir. Ayıldığında, akıllı ve ayık olanlar gibi (kendini toparhyarak) salih amel işler. Sonra bu sara tuttuğunda aklını yitirir.

 

Hürhörlere dayalı olarak meydana gelen sara hastalığı ise, nefsi uzuvları faaliyetten, hareketten, ayakta durmaktan tam bir şekilde alıkoyar. Sebebi ise kalın yapışkanh bir hümör (hılt) dür. Dimağdaki boşlukları tam olmaksızın südde ile tıkar. His ve hareketin dimağa ve uzuvlara külli bir kesinti meydana getirmeden tam olarak nüfuz etmesine mani olur. Bazan sara başka sebepler ile de olur: Ruh menfezlerini tıkayan galiz rüzgar, bazı uzuvlardan yükselen öldürücü buhar, yanmış bir keyfiyet. Dimağ eziyet veren maddeyi atmak için daralır. Bunu tüm azaları içine alan bir büzülme takip eder. Bu durumun ardından insanda ayakta dikilecek güç kalmaz, yere düşer ve çoğunlukla da ağzında köpük belirir.

 

Bu hastalık, meydana geldiği esnada elem vermesi sebebiyle emraz-ı haddeden sayılmıştır. Uzun süreli olması sebebiyle de emraz-i müzmineden sayılmıştır. Bu hastalıktan kurtulmak, özellikle yaş yirmi beşi geçtikten sonra zordur. Bu hastalık kişinin dimağında, özellikle de özündedir. Bunların saraları devamlıdır. Hipokrat der ki: "Sara, bunlarda ölene kadar devam eder."

 

Saranın bu türü bilindiğinde; hadiste geçen, saraya tutulup da üstü başı açılan kadının sarasının bu nevi sara olduğu anlaşılabilir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ona bu hastalığa sabrettiğinde cenneti müjdelemiştir. Ayrıca (saraya tutulduğu esnada) üst başının açılmaması için de dua etmiş; ve onu, sabır dolayısıyla cennet ve dua dolayısıyla şifaya kavuşma arasında muhayyer bırakmıştır. Kadın da sabır ve cenneti tercih etmiştir.

 

Bu hadis, ilaç almayı ve tedavi olmayı terketmerün caiz olduğuna da delildir. Ruhların ilacı, tabiblerin ilaçlarıyla ulaşılamayan başarıyı sağlayan dualar ve Allah'a teveccühtür. Bu tür (manevi) ilacın tesiri, faaliyeti, insan tabiatının ondan etkilenip tesir altında kalması, bedeni hastalıklara en büyük tesir" yapan tabiatın en çok tesir altında kaldığı tedavi şeklidir.

 

Biz ve başkaları bunu çok tecrübe ettik. Akıllı tabipler, nefsi kuvvetlerin faaliyeti ve hastalıkların tedavisindeki etkisinin acaipliklerini itiraf etmişlerdir. Tıp ilmine, içerisindeki zındıklar, aşağılıklar ve cahiller kadar hiçbir kimse zarar vermemiştir. Açıkçası, bu kadının tutulmuş olduğu sara hümörlere dayalı olarak meydana gelen sara cinsidir. Bununla birlikte pis ruhların etkisiyle meydana gelen sara cinsi de olabilir. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadını, sabredip karşılığında cennet vaad etmek ile dua ederek şifaya kavurmak arasında serbest bırakmış, kadın da hastalık nüksettiğinde üst başının açılmaması şartıyla sabretmeyi tercih etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.

 

 

8- Siyatiğin Tedavisi:

 

Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ırk-ı nesa (siyatik) hastalığının tedavisindeki rürarhu şöyledir:

 

İbn Mace'nin Sünen'mde Muhammed b. Sirin - Enes b. Malik kanalıyla rivayet ettiğine göre Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: *'Irk-ı nesa hastalığınm tedavisi (bedevi arabının) eritilmiş koyun kuyruğudur. Üç kısma ayrılarak aç karnına her gün bir kısmı içiriIir."

 

Irk-ı nesa (Siyatik) Kalça kemiği ekleminden başlayıp, sırttan uyluğa ve çoğunlukla da topuğa kadar inen bir ağrıya verilen isimdir. Ağrı devam ettikçe inmesi de çoğalır ve aynı esnada ayak ve uyluk zayıflar.

 

Bu hadiste, hem lügat , hem de tıp açısından bir incelik vardır. Lügat bakımından, bu hastalığı ırk-ı nesa adıyla isimlendirmenin caiz olduğuna delalet etmektedir. Buna bu ismi vermek istemeyenler demişlerdir ki: Nesa, damarın kendisidir. Böyle olunca da Irk-ı nesa demek, bir şeyi kendisine izafe etmek demektir ki bu doğru değildir.

 

Bu itiraza iki yönden cevap verilebilir: a) Damar (ırk) nesadan (sinir) daha umumidir. Buna göre bu kullanış, umum ifade eden bir kelimeyi husus ifade eden bir kelimeye izafe etmektir. Mesela, dirhemlerin hepsi veya bir kısmı denmesi gibi. b) Nesa; damarla hulul eden bir hastalıktır. Bundan dolayı damara izafesi, bir şeyi mahalline ve yerine izafe etmek gibidir.

 

Deniliyor ki: Nesa şeklinde isimlendirilmesi, elem ve acısının başka ağrıları unutturacak şekilde olmasından dolayıdır. Bu (sinir) damarı, kalça kemiği ekleminden (başlayarak) bacak kemiği (sak) ile veter arasında sağ taraftan topuğun arkasında ayağın sonuna kadar uzanır.

 

Tıbbi manasına gelince; daha önce de geçtiği gibi Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözleri iki türlü değerlendirmeye tabi tutulmuştur:

 

1- Zamanlar, mekanlar, şahıslar ve hallere göre vuku bulmuş umumi hadisler.

 

2- Birinci maddede zikredilenlerin hepsini veya bir kısmını esas alarak vuku bulmuş hadisler. Bu da bu ikinci kısımda değerlendirilmektedir. Çünkü, bu hitab Araplara, Hicazlılara, Hicaz civarında yaşayanlara, özellikle de bedevi Araplaradır. Çünkü bu ilaç onlar için en faydalı türden bir ilaçtır. Bu hastalık kuru mizaçlı olanlarda vuku bulur. Bazan da galiz yapışkan bir hümör sebebiyle olur. Bunun da tedavisi ishalle olur. Koyun kuyruğunda ise

 

iki özellik vardır: Pişirme ve yumuşatma. İshalde de pişirme ve çıkarma vardır. Bu hastalığın tedavisinde bu iki duruma ihtiyaç vardır. Bedevilerin yetiş tirdiği koyunun bu hastalığa ilaç olarak tavsiye edilmesinin sebebi, fuzuli maddelerinin az, miktarının ufak ve cevherinin latif olmasıdır. Otladığı meranır özelliği icabı, sıcak bölgenin şih (yavşan otu), kaysum (marsama otu) gibi otlarını yiyerek hayatlarını sürdürmeleridir. Bu bitkilerle gıdalanan hayvanın etinde tabii olarak gıdalandığı şeylerden oluşan bir letafet belirir ve bu bitkilerden daha latif bir mizaç kazanmış olurlar. (Koyunda bu letafet) özellikle kuyruk kısmında bulunur. Bu bitkilerin, koyunun sütündeki etkisi etinden daha fazla olmakla beraber, kuyruğundaki pişirme ve yumuşatma özelliği sütünde bulunmaz.

 

Daha önce de geçtiği gibi ekseriyetle ümmi (Arap) ların ve bedevilerin ilaçları müfred ilaçlardır. Hind tabibleri de bu şekilde hareket eder.

 

Rum ve Yunan tabibleri ise mürekkep ilaçlara da itina göstermişlerdir.

 

Tüm doktorlar tedavide şu sırayı takip etmekte müttefiktirler: Hastayı önce (tabii) gıda ile, olmazsa müfred ilaçlarla, şayet yine tedavi gerçekleşmezse terkibi en az olan ilaçla tedaviye girişmek, doktorun ustalığındandır. Daha önce geçtiği üzere, Arapların ve bedevilerin genellikle tutuldukları hastalıklar basittir. Onlara da uygun olan basit ilaçlardır. Bunun da sebebi genellikle aldıkları gıdaların basit olmasıdır. Fakat mürekkep hastalıklar, genellikle alman gıdaların çeşitlilik ve karışıklığına göre meydana geldiğinden, onlar için mürekkep ilaçlar tercih edilmiştir.

 

 

9- Kabızlığın Tedavisi:

 

Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) mizaç kuruluğu (kabız) hastalığı ve bu hastalığı yumuşatılıp giderilmesi konusundaki tutumu şöyledir:

 

Tirmizi'nin Cami'mde ve İbn Mace'nin Sünen'mdeki rivayete göre Esma bt. Umeys şöyle demiştir: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Esma'ya: "Müshil olarak hangi ilacı kullanıyorsun?" diye sordu. Esma: "Şübrüm. (boğumluca)" deyince Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "O ateşli ishal yapar." diye karşılık verdi. Esma: "Sonra sena kullanmağa başladım." deyince Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Şayet ölüme karşı bir ilaç olsaydı, o elbette sena olurdu.

 

İbn Mace'nin Sünen'inde İbrahim b. Ebi Able, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile birlikte iki kıbleye de namaz kılan Abdullah b. Ümmü Haram'ın Rasulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şunları işittiğini rivayet etmektedir: "Sena ve sennut ile tedavi olunuz. Çünkü bunlarda 'sam' hariç her türlü hastalığa şifa vardır." Sam nedir ya Rasülallah? diye sorduklarında, Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ölüm demektir." diye cevap verdi.

 

Hadiste geçen: "Müshil olarak ne alıyorsun?" sorusu, "Mizacın (kabızlığını) gidermek için yumuşatıcı olarak ne alıyorsun?" demektir. Karında kalarak içerideki pis maddenin sıkiştırmasıyla eziyet verici bir vaziyet almaz. Bu sebepten fail veznindeki meşy kelimesine müshil ilacı denmiştir. Çünkü alman müshil ilacı ishali çoğaltır. İhtilaf edilen husus ihtiyaç sınırıdır. Bir başka rivayette bu soru: "Ne ile tedavi oluyorsun?" şeklinde sorulmuş, Esma da: "Şübrüm ile." diye cevap vermiştir. Şübrüm, yetui ilaçlardan biridir. Ağacının kökünün kabuğudur. Dördüncü derecede, sıcak ve kurudur. En güzel cinsi rengi kırmızıya kaçanıdır. Hafif, ince olup büzülmüş deriye benzer. Özetle, tehlikeli ve çok ishal yaptırıcı özelliğinden dolayı (doktorların) pek tavsiye etmedikleri ilaçlardandır.

 

Hadiste geçen: yerine şekli de gelmiştir. Ebu Ubeyd der ki: "Çoğunlukla bu söz olarak gelmiştir."

 

Ben derim ki: Bu konuda iki görüş vardır: I) Cimli rivayeti ki: ( şeklindedir. "Şiddetli ishal yapıcı" demektir. Bu ifadelere göre bu ilaç, hara ret (ateşlilik) ve şiddetli ishale sebep olur demektir ve gerçekten de öyledir Bunu, Ebu Hanife ed-Dineveri söylemiştir.

 

2) Bu ikinci kelimesi ile önceki kelime tekid edilmiştir. Böylece de lafzı ve manevi tekid arasında kalmıştır. Bu sebepten dolayı hadisçiler, metni kelimesi kelimesine rivayet etmeğe gayret etmişlerdir. Örnek olarak kelimesi, "olgun güzellik" demektir. Araplar bu tabiri, kaf harfi ile: şeklinde de kullanmışlardır. demeleri de bunlara benzer. Bununla birlikte son kelime olan kelimesinde bir başka mana daha vardır ki şudur: Hararetinin şiddetinden kendisine isabet eden şeyi çeker, kendine cezbeder ki sanki onu önce çekiyor, daha sonra da bırakıyor gibidir. kelimesi ise bir manaya göre evvelki kelimenin bir başka lugat olarak manasıdır. Mesela, akraba manasına: ile büyük su havuzu, sarnıç manasına: kelimesi ve çoğulları gibi. Diğer bir manaya göre; müstakil bir manada ittiba, yani kelime uyumu demektir.

 

Senaya gelince, biri med ile diğeri kasır ile olan iki lügati vardır. Hicaz'da çıkan bir bitkidir. En iyisi Mekke'de yetişendir. Zararından emin olunan faydalı bir ilaçtır. İtidale yakındır. Birinci derecede, sıcak ve kurudur. Safra ve sevdayı ishal yapar. Kalbi kuvvetlendirir. İşte bu onun üstün durumudur. Hassası ise sevda hümörünün çoğalmasıyla meydana gelen karasevda hastalığına faydasıdır. Soğuktan veya bir hastalıktan dolayı deride meydana gelen yarıklara faydalıdır. Kasları açar, saçların çıkmasını sağlar. Karınca kene, eski başağrısı {suda-i kadim), uyuz, sivilce, kaşıntı ve saraya faydalıdır. Pişirilmiş suyunu içmek, öğütülmüş suyunu içmekten daha sıhhidir. Üç dirhem miktarı içme ölçüsüdür. Suyundan içileceği zaman beş dirheme çıkarılır. Şayet onunla birlikte menekşe, Acemler gibi çekilmiş kırmızı kuru üzüm de kaynatılırsa daha sağlıklı olur.

 

Razi'der ki: Sena ve şahtere otu yakıcı hümörleri ishal yapar. Uyuz ve kaşıntıya birebirdir. Her birinden dört dirhemden yedi dirheme kadar çoğaltılarak alınır.

 

Sennut'a gelince, bu hususta sekiz ayrı görüş vardır:

 

1- Bal demektir.

 

2- Yağ tulumunda sıkılmış üzüm demektir ki yağın üzerine siya! giler çıkarır. Bu izahı Amr b. Bekr es-Sekseki yapmıştır.

 

3- Kimyona benzer bir tohumdur. Bunu İbn el-Arabi söylemiştir.

 

4- Kirman'da çıkan kimyona bu ad verilir.

 

5- Raziyanc otunun bir başka adıdır. Bu görüşü, Ebu Hanife ed-Dineveri bazı bedevilerden nakletmiştir.

 

6- Şebet'tir.

 

7- Hurmadır. Bu görüşü Hafız Ebu Bekir İbnü's-Sünni ileri sürmüştür.

 

8- Yağ tulumlarında olan baldır. Bu görüşü Abdüllatif el-Bağdadi rivayet etmiştir.

 

! Bazı doktorlar der ki: Bu, manaya daha yakın ve doğruya uygun olandır. Çünkü öğütülmüş sena (sinameki) yağa karışmış bal ile karıştırıldıktan sonra yalanırsa; bu, yağ ile balın sinamekiyi daha iyi ıslah etmesi ve ishale yardımcı olması bakımından tek başına sinameki kullanmaktan daha sağlıklıdır. En doğrusunu Allah bilir.

 

Tirmizi ve diğer hadisçiler İbn Abbas'tan merfu olarak yapılan rivayette şu hadisi kaydetmişlerdir: "Tedavide kullandığınız ilaçların en iyisi, burun damlası (seut), şurup (ledud), hacamat ve müshil (mey)dir." Hadiste geçen "el-meşy" tabiatın ve mizacın tıkanıklığını giderici, yumuşatıcı ve çıkarılacak olan fazla maddelerin kolayca çıkmasını sağlıyan bir ilaç demektir.

 

 

10- Kaşıntının Tedavisi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem), beden kaşıntısı ve bitlerden tevellüd eden kaşıntı konusundaki tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da Katade, Enes b. Malik'in şöyle dediğini nakletmektedir:" Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Abdrurrahman b. Avf ile Zübeyr b. Avvam'a (r. anhüma) vüartlarında olan bir kaşıntı sebebiyle ipek elbise giymelerine müsaade etmiştir."

 

Diğer bir rivayet de şöyledir: "Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr b. Avvam (r. anhüma), Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir gazada, vücutlarını saran bitlerden mütevellid kaşıntıdan şikayet etmişlerdi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) da onların ipek giymelerine müsaade etmişti. Ben onların ipek giydiklerini görmüşümdür."

 

Bu hadis, biri fıkhi, diğeri tıbbi iki inceliği içine almaktadır:

 

Fıkhı incelik şudur: Rasülullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kesinleşen sünnetinin, ipek (elbise) kullanmanın mutlak manada kadınlara mubah, bir zaruret ve üstün bir yarar olmaksızın erkeklere mutlak manada haram olmasıdır.

 

Erkeklerin zaruret icabı olarak ipek elbise giymelerini meşru kılacak sebep, çok şiddetli bir soğukta giyilecek; bir başka elbise bulunamadığı veya setr-i avret için giyilecek bir başka elbise olmadığı zamandır. Bu zaruretlerden birisi de vücutta bulunan uyuz, hastalık, kaşıntı ve Enes hadisinde görüldüğü gibi vücudu bitlerin sarmasından dolayı meydana gelen hastalıktır ki bu (rivayet) sahihtir.

 

İpek (elbise giymenin) cevazı; Ahmed b. Hanbel'den yapılan iki rivayetten en sahih olanı, Şafii'nin iki görüşünden en sahih olanıdır. Çünkü bir hükümde asıl olan tahsis olmamasıdır. Ümmetin bir kısmı hakkında bir ruhsatın sabit olması; bu durumun kendisinde mevcut olması halinde herkese şamil olmasını gerektirir. Çünkü umumi bir hüküm, sebebi umumi olduğundan umum bir mana ifade eder.

 

İpek (elbise giymeyi) caiz görmeyenler demişlerdir ki: İpek (kullanımını) haram kılan hadisler umumidir. Cevaz ifade eden hadis ise sadece Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr'e hastır. Bununla birlikte başkalanna da aynı tahsisin geçerli kılınması da muhtemeldir. Fa"kat bir konuda iki ihtimal ortaya çıktığında, umumi olan hükmü almak daha uygundur. İşte bu sebepten dolayıdır ki, hadisin bazı ravileri bu hadis hakkında şunları söylemişlerdir: "Ben bu ruhsatın onlardan başkalarına caiz olup olmadığını bilemiyorum."

 

Doğru olan görüş, ruhsat ve cevazın umumi oluşudur. Çünkü şer'i hitap ifadelerindeki ıstılahı (manadan anlaşılan) tahsisin kesin olarak belirtildiğinde, kendisine cevaz verilenlerden başkalarının bu hükme dahil olmamalarıdır. Nitekim sekiz dokuz aylık keçiyi kurban olarak kesen Ebu Bürde'ye Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bu seferlik sana caiz olmuştur. Fakat senden sona hiç kimseye (bu yaştaki bir hayvanı kurban olarak kesmek) caiz değildir." buyurmuştur. Yine Allah Teala, kendisini Allah Rasulü'ne (hiç mehirsiz olarak) hibe eden biriyle evlenmesi konusunda: "Mü'minler hariç, sadece sana ait olmak üzere (onunla evlenebilirsin.)"[Ahzab, 50] buyurmuştur.

 

İpek (elbise kullanımının erkeklere) haram kılınması, sedd-i zeria (kötülüğe giden yolu kapamak) içindir. Bu sebepten dolayı kadınlara ve bir zaruret ve maslahat icabı da erkeklere mubah kılınmıştır. Bu sedd-i zeria için haram kılman bir şeyin kaidesidir. Çünkü böyle bir haram zaruret ve maslahat icabı mubah olabilir. Nitekim (kendisine helal olmayan bir kadına) bakmak, bilfiil (zinaya) sebep olacağından haram kılınmış, fakat bir zaruret ve maslahat icabı olarak da mubah kılınmıştır. Yine mekruh vakitlerde nafile namaz kılmak, güneşe tapanlara sureta benzemeye mani olmak için haram kılınmış, fakat bir maslahat İcabı olduğunda mubah kılınmıştır. Yine riba'lfadl, ribennesieye mani olacağından haram kılınmış; fakat arayada zaruretin gerektirdiği bir fazlalık mubah kılınmıştır. Biz, et-Tahbir lima Yehıllu ve Yahrumu Afin Libasi'l-Harir adlı eserimizde, ipek elbiseyle ilgili olarak haram ve helal hususları genişçe açıkladık.

 

Tıbbi incelik: İpek, hayvandan elde edilmiş ilaçlardandır. Bu sebepten de hayvanı ilaçlardan sayılmıştır. Çünkü (hammaddesinin) çıkış yeri hayvandır. Faydaları çok, değeri fazladır. Kalbi kuvvetlendirmesi, ferahlık vermesi, kalb hastalıklarından bir çoğuna faydalı olması, mirretussevda (adındaki zararlı hümörün) fazlalaşması ve bu sebepten meydana gelen hastalıklara faydalı olması onun (en önemli) özelliklerindendir. İpek (karışımıyla birlikte) göze çekilen sürme, görme gücünü kuvvetlendirir. Ham ipek -tıpta kullanılanı- birinci derecede sıcak ve kuru (bir mizaca sahib)dur. İpeğin, birinci derecede sıcak ve nemli olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, mutedil olduğunu söyleyenler de vardır.

 

Giyim olarak kullanıldığında mizacında mutedil bir hararete sahiptir ve beleni ısıtır. Çoğunlukla (yağh ve şişman olduğunda) bedende serin bir etki meydana getirir.

 

Razi der ki: İbraysem (en kaliteli ipek) ketenden daha sıcak, pamuktan daha soğuk (bir mizaca sahip)tur. Eti ve kaba olan her elbiseyi besler. Çünkü ipek önce deriyi zayıflatır, sonra sertleştirir. Bazan tersi de olur.,

 

Ben derim ki: Elbiseler üç türlü özellik gösterir. Bir kısmı vücudu ısıtır ve hararet verir. Bir kısmı hararet verir fakat ısıtmaz. Bir kısmı da ne ısıtır, ne de hararet verir. Hararet vermeyip de sıcaklık veren bir kumaş yoktur. Çünkü sıcaklık veren bir kumaşın öncelikle hararet vermesi gerekir. Deve veya tavşan tüylerinden yapılan yünlerden (veber) ve koyun yünlerinden yapılan elbiseler, hem ısıtır hem de hararet verir. Keten, ipek ve pamuk kumaşlar, hararet vermekle birlikte ısıtmaz. Keten kumaşta soğuk ve kuru bir mizaç vardır. Koyun yünü sıcak ve kurudur. Pamuk kumaşın harareti mutedildir. İpek elbise ise pamuktan daha yumuşak ve hararet bakımından da daha az hararet vericidir.

 

Minhac sahibi diyor ki: İpekten yapılan elbise pamuk elbise gibi sıcaklık vermez. Bilakis o mutedildir. Her yumuşak olan elbise parlaktır. Vücuda en az sıcaklık veren kumaş ipektir. Vücutta meydana gelen (hümör ve maddelerin) çözülmesine en az yardımcı olan bir kumaştır. Daha çok yazın, sıcak bölgelerde giyilmesi uygundur.

 

İpek elbise, işte bu anlatıldığı şekilde olduğundan diğer kumaşlarda olan kuruluk ve kabalık unsurları onda yoktur. Kaşıntıya faydalıdır. Çünkü kaşıntı insan vücudunda ancak hararetten, kurulukten ve (elbisenin) kaba ve sert olmasından kaynaklanır. İşte bu yüzdendir ki Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Zübeyr ve Abdurrahman'a, kaşıntıyı geçirmesi için ipek elbise giyme müsaadesi vermiştir. İpek elbisede, vücutta bit türemesine engel olan bir özellik vardır. Çünkü ipekte, bit türemesine engel olan tam muhalif bir mizaç vardır.

 

Elbiselerin hem hararet vermeyen, hem de ısıtmayan türü ise; demir, kurşun, odun, toprak ve benzeri şeylerden yapılan elbiselerdir.

 

Soru: Şayet ipek elbise kumaşların en mutedili ve vücuda en muvafık olanı ise; mükemmel ve değerli olan, temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılan şeriat, niçin ipek (elbise kullanımını erkeklere) haram kılmıştır?

 

Cevap: Bu soruya müslüman grupların hepsi kendine göre bir cevap vermiştir.

 

Öncelikle şer'i emir ve nehiyleri, hikmet ve illetlere bağlamayı reddedenlere göre böyle bir soruya cevap vermek gerekmez. Çünkü onlara göre bir asıldan illet yoluyla çıkarılacak bir kaide yoktur.

 

Ahkamda illet ve hikmeti bir asıl olarak kabul eden ekseri alimlere göre bu suale cevap verilebilir.

 

Onlardan bir kısmı diyor ki: Şeriat ipek kullanımım nefisler sabretsin ve Allah için terketsinler diye haram kılmıştır ki, öbür alemde özellikle bunun karşılığında sevap kazanmış olsunlar.

 

Bu görüşte olanlardan bazıları da şöyle diyorlar: Aslında ipek kadınlar için yaratılmıştır. Altınla süslenmek de bunun gibidir. Bu, erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemesi mefsedetinin olmasından dolayı haram kılınmıştır.

 

Bir kısmı ise şöyle diyor: İpek elbise giyiminde övünme, kendini büyük görme ve beğenme olduğundan dolayı haram kılınmıştır.

 

Şöyle diyenler de vardır: İpek elbise bedenle temasa geçtiğinde, erkekte kadınlık ve hünsalaşma (eşcinsellik) alametleri belirmeye başlaması sebebiyle haram kılınmıştır. Bu aynı zamanda erkeklik, akıllılık ve zekiliğe zıd bir keyfiyettir. Çünkü ipek elbise giyimi kalpte kadınlık vasıflarının yerleşmesini sağlar. Bu sebepten de, çoğunlukla ipek elbise kullanan erkeklerin görünüşünde hünsalik, kadınlık belirtileri, gözden kaçmayacak bir şekilde kadınlarda bulunan gevşeklik ve yumuşaklık görülür. Hatta kişi şayet halkın en akıllısı, erkeklik ve seçkinlik bakımından üstün biri ise onun ipek elbise giymekten mutlaka kaçınması gerekir. Şayet bu isteğini izale edemiyor, yoğun bir mizaca sahip ve bunu anlamakta zorluk çekiyorsa hakim olan sari' teala'ya teslim olsun. Bu sebepten iki görüşün en sağlıklı olanı şudur: Velinin, çocuğunda kadınlık sıfatlarını meydana getirecek şeyleri giydirmesi haramdır.

 

Nesai'nin naklettiğine göre Ebu Musa el-Eş'ari Hz. Peygamberdin (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah, ipek ve altını ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haram kılmıştır." Diğer bir lafız da şöyledir: "İpek elbise ve altın ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helal kılınmıştır."

 

Sahih-i Buhari'de, Huzeyfe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: Rasululİah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ipek ve halis ipek (dibac) elbise giyilmesini ve (sergi olarak serilip) üzerine oturulmasını yasakladı ve şöyle buyurdu: "Bu, dünyalık olarak müşriklere, ahirette ise sadece size helal olacaktır."

 

 

11- Zatülcenbin Tedavisi:

 

Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zatülcenb (pleurisy) hastalığının tedavisi hakkıkdaki tutumu şöyledir:

 

Tirmizi, Cami'inde Zeyd b. Erkam'dan Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu naklediyor: "Zatülcenb hastalığını kust-ı bahri ve zeytinyağı ile tedavi ediniz.

 

Doktorlara göre zatülcenb: hakiki ve hakiki olmayan olarak ikiye ayrılır:

 

a) Hakiki zatülcenb: Kaburga kemiklerinin iç zarında (gişa), vücudun yan iç taraflarında meydana gelen sıcak vereme (iltihap, şişkinlik) bu ad verilir.

 

b) Hakiki olmayan zatülcenb: (Kaburgaların bulunduğu) bedenin yan taraflarında hakikisine benzer ağrılar meydana gelir. Bunun sebebi, bir takım kalın ve eziyet verici gaz ve yellerin (riyah), görülen cildin altında mevcut olan iç derilerin (sıfakat) tıkanmasıdır. Bu durum insanda hakiki zatülcenbin verdiği ağrılara yakın bir ağrı meydana getirir. Yalnız bu ağrı devamlıdır, hakiki zatülcenbin ağrıları ise kesik kesik gelir.

 

Kanun sahibi (ibn Sina) der ki: Yan taraflarda, alt deride (sı/ak),, göğüs kaslarında, kaburga kemiklerinde ve çevrelerinde ciddi olarak eziyet ve sancı veren iltihaplanmalar (verem) arız olur. Bunlara; savsa, birsam ve zatülcenb ismi verilir. Bazan bu sayılan uzuvlarda, iltihaplanmadan meydana gelmeyen ağrılar da olur. Bunların sebebi kalın gazlar ve yellerdir, fakat zatülcenb olmadığı halde zatülcenb olduğu zannedilir.

 

Devamla diyor ki: Bil ki, vücudun yan taraflarında (cenb) meydana gelen her türlü sancıya, ağrı bölgesinden dolayı zatülcenb denmiştir. Çünkü zatülcenb demek, yan(larında ağrı) olan kişi demektir. Bundan kasıt, yan(larda) hissedilen sancı ve ağn demektir. Hangi sebepten olursa olsun yan tarafa' arız olan her ağrıya bu isim verilir. Hipokrat'ın şu sözü de bu manadadır: "Zatülcenb hastalığına tutulanlar yıkanma (hamam)dan faydalanırlar." Bundan kasıt, yanlarda herhangi bir sebepten oluşan sancı, mizaç bozukluğu ve! kalın hıltlar sebebiyle akciğerde veya iltihaplanmadan ve hummadan olmayan bir incinmedir, diyenler de vardır.

 

Bazı doktorlar demişlerdir ki: Yunancada zatülcenb, sıcak yan iltihabı manasına gelmektedir. İç uzuvların her birindeki iltihaba da bu ad verilir. Sadece sıcak bir iltihap olduğundan bu uzvun iltihabına zatülcenb denir.

 

Hakiki zatülcenb hastalığında beş belirti vardır: Humma (sancı), öksürük, kesik kesik vurucu sancı, nefes darlığı ve nabzın minşari olarak (destere dişi gibi inişli çıkışlı?) atışı.

 

Hadiste geçen ilaç tarifi bu kısma ait değil, fakat ikinci, hakiki olmayan, kalın gaz ve yellerden oluşan kısma aittir. Çünkü, hadisin diğer rivayetlerinde (Ahmed b. Hanbel) "ud-i hindi" olarak da gelen kust-i bahri, topalak (kust) cinsinden bir bitkidir. Şayet yumuşak bir şekilde döğülür, ısıtılmış zeytinyağı karıştırılır da gaz ve yellerin bulunduğu mevki bunlarla ovulur veya macun halinde yalanırsa bu hastalığa muvafık, faydalı; zararlı hümörünü açıcı ve giderici, iç uzuvları kuvvetlendirici, süddeleri açıcı bir ilaç elde edilmiş olur. Yukarıda zikredilen ud-i hindi de aynı etkiye sahiptir.

 

Müsebbihi der ki: Ud ağacı, sıcak ve kurudur. Karnı tutarak kabız yapar. İç uzuvlara kuvvet verir. Gaz ve yelleri çıkarır, süddeleri açar ve zatülcenbe faydalıdır. Vücuttaki rutubet fazlalığım giderir. Bu bitki ayrıca dimağ için de iyidir. Devamla der ki: Kust-ı bahri aynı zamanda, sebebi balgam hümörü ise özellikle de hastalığın geçmeğe başladığı vakitte hakiki zatülcenbe faydalıdır. En doğrusunu Allah bilir.

 

Zatülcenb, tehlikeli hastalıklardandır. Sahih bir hadiste Ümmü Seleme (r. anha) şöyle anlatıyor: Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastalığı, önce Meymune'nin (r. anha) evinde başlamıştı. Hastalığı hafiflediği zamanlarda çıkar sahabilere namaz kıldınrdı. Ağırlaştiğı zamanlarda ise: "Ebu Bekr'e emredin de halka nunaz kıldırsın." buyururdu. Rahatsızlığı, ağrı dolayısıyla şiddetlendiği bir sırada hanımları, amcası Abbas, Ümmü'l-Fadl bint. Haris ve Esma bt. Umeys (r. anhum) Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında toplanmışlardı. (Tedavi için) bir ilaç verme hususunda İstişare yaptılar ve baygın bir halde iken ilacı verdiler. Ayıldığında Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Bunu bana kim yaptı? Bu şuradan gelen kadınların işidir!" Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) eli ile Habeşistan'a doğru işaret ediyordu. Rasülullah'a Ümmü Seleme ile Esma ilaç içirmişlerdi. Bundan dolayı dediler ki: "Ey Allah'ın Rasulü! Zatülcenb hastalığına yakalanmış olmandan endişelendik." Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bana ne ilacı verdiniz?" diye sorunca; "Ud-i hindi, biraz vers ve birkaç damla, zeytinyağı.'"cevabını verdiler. Bunun üzerine Allah Rasulü: "Allah beni bu hastalığa bulaştırmamıştır!" buyurdu ve sonra şöyle ilave etti: "Amcam Abbas hariç, evde bulunanlardan aynı ilacı (ceza olarak) içmeyecek kimse kalmamasına azmettim."

 

Sahihayn'da, Hz. Aişe'nin (r. anha) şöyle anlattığı naklediliyor: "Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ağzından ilaç vermiştik. Bana ilaç vermeyin diye işarette bulundu. Biz bunu, hastanın ilaçtan hoşlanmadığında yaptığı bir hareket gibi olduğunu düşündük. Ayıldığında (ilaç verdiğimizi anladı ve) şöyle buyurdu: "Sizi bana ilaç vermekten menetmedim mi? (Bana ilaç verdiğinizde) aranızda bulunmadığından dolayı amcam Abbas hariç hepiniz (bu) ilaçtan içeceksiniz.

 

Ebu Ubeyd (Kasım b. Sellam), Asmai'den şunları nakletmiştir: (Hadiste geçen) "ledud" kelimesi, ağzının her iki tarafının birinden bir insana bir şey içirme manasına gelir. demek, vadinin her iki tarafını tuttu demektir. "Kecör'Mse ağzın ortasından su içirmek demektir.

 

Ben derim ki: Fetha ile "ledud", ağıza konan ilaç, "se'ut" ise burundan verilen ilaç demektir.

 

Fıkhı bakımdan bu hadis, şu hükümleri içermektedir: Bir cinayet işleyen kişi eşit şartlarda aynı ile cezalandırılır. Bu, işlenen cürüm Allah hakkını da içine alan bir haram olmadığı takdirdedir. Bu hükmün, on küsur delil ile kesin doğru bir hüküm olduğunu bir başka yerde açıklamıştık. Aynı zamanda Ahmed b. Hanbel'in görüşü olup raşid halifelerden de nakli sabittir. Bu kısas konusunun başlığı "Tokat ve yumruk vurmanın karşılığı" şeklindedir. Bu bahiste, kesin hiçbir muarızı olmayan birçok hadis nakledilmiştir. Böylece, bu görüşü savunmak kesinleşmiş oluyor.

 

 

12- Başağnsı ve Yarım Başağnsının Tedavisi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) suda ve şakika hastalığının tedavisi konusundaki tutumu şöyledir:

 

İbn Mace, Sünen'inde, şahinliğinde şüphe olan şu hadisi rivayet etmiştir: Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) başağrısına tutulduğunda başım kına otu ile kaplardı ve şöyle buyururdu: "Kına otu Allah'ın izniyle suda'a faydalıdır."

 

Suda: Başın bir kısmı veya her tarafında hissedilen bir ağrıdır. Başın sadece birtarafında bir ağrı hissedilirse buna "şaktka" denir. Şayet ağrı başın her tarafında olursa, başın her tarafını kaplayan miğfere benzetilerek "beyda" ve lihude" denilir. Bazan da ağrı başın arkasında veya önünde olur.

 

Çeşitleri çok, sebepleri ise başka başkadır. Başağnsının hakiki sebebi; baştan dışarı çıkmak isteyen Buharın dolaşıp gidecek bir menfez bulamaması sebebiyle başın ısınması ve ateşlenmesidir. Ateşlendiğinde başağnsı yapan cerahat ve irin gibi başta ağrı oluşturur. Çünkü cerahatta da dışarı çıkma isteği ve irin vardır. Sıvı ve nemli olan herşey ateşlendiğinde içinde bulunduğu yerden daha geniş bir yer bulmak ister. Tüm beyine nüfuz etmek isteyen bu buhar dağılamıyor ve çözülemiyor da beyinde dolaşmağa başlarsa buna seder (tansiyon düşüklüğü) denilir.

 

Suda birçok sebeplerle oluşur. Bu sebeplerin dördü, dört tabiattan birinin çoğalmasıyla oluşmasıdır. 5. Midede olan cerahatlardan meydana gelir. Bu iltihaplanma sonucu başağnsı oluşmasının sebebi, beyinden mideye inen sinirlerin birleşmesidir. 6. Midede olan kalın gaz sebebiyle olur ki, beyine yükselir ve başağnsı yapar. 7. Mide damarlarında olabilecek bir iltihaplanma, yaptığı mide ağrısıyla birlikte başağnsı da oluşturur. Çünkü aralarında bir alaka vardır. 8. Mideye çok yemek doldurmaktan hasıl olan başağrısıdır. Zamanla azalır, daha sonra çiğ (hazmedilemeyen) şeyler kalır, başı ağırtır ve ağırlık verir. 9. Cinsi münasebette beden sarsıldığından dolayı başağnsı arız olur. Bu sebepten bedende sıcak hava normalden fazla oluşur. 10. Kusma ve istifradan sonra başağnsı oluşur. Bu bazan kuruluğun galebesi, bazan da mideden beyine buharların yükselmesiyle olur. 11. Şiddetli sıcak ve havanın ısınmasından dolayı başağnsı olur. 12. Şiddetli soğuktan, beyinde buharların yoğunlaşması ve çözülmemesi sebebiyle başağnsı meydana gelir. 13. Uykusuzluk ve az uyku uyumaktan meydana gelir. 14. Kafanın sıkışması ve ağır bir şey taşıma sebebiyle meydana gelir. 15. Çok konuştuğunda dimağın kuvvetinin bu yüzden zayıflaması neticesinde meydana gelir. 16. Çok hareketlilik ve aşırı spor sebebiyle meydana gelir. 17. Gam, tasa, hüzün, vesvese, bozuk fikir ve düşünceler gibi psikolojik (nefsant) sebeplerden meydana gelir. 18. Aşırı derecede aç kalma sebebiyle buharlar yapacak bir şey bulamazlar, böylece çoğalır ve dimağa yükselirler ve ağrı meydana getirirler. 19. Dimağdaki deride meydana gelen bir iltihaplanmadan dolayı kişi başına çekiçlerle vurulduğunu zanneder. 20. Harareti, başı da kapladığından humma hastalığının başağnsı yapması mümkündür. Allah, en doğrusunu bilendir.

 

Yarım başağnsının sebebi ise şudur: Başta bulunan atardamarlarda tek başına meydana gelen veya buluşarak (kanda) gezen bir hümör başın iki tarafından zayıf olan tarafında bulunur. Bu hümör bazan buhar bazan da, sıcak veya soğuk hırtlardan biri olabilir. Hususi alameti, atardamarların atışı, özellikle de kanlarda olanıdır. Şayet sinirlerden korunur ve kan içinde çalkalanmasına engel olunursa ağrı dindirilebilir.

 

Ebu Nuaym, Tıbbu'n-Nebevi adlı kitabında; bu tür bir ağrı {şakika) Resulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) arız olmuş ve geçmeyip bir iki gün devam etmiştir, diye nakletmiştir.

 

Yine aynı kitapta İbn Abbas'ın (r.a.) şöyle dediği naklediliyor: "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) başını bir sargı ile sarmış olduğu halde bize hutbe okumuştu."

 

Buhari'nin Sahih'inde Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vefatından önceki hastalığında: "Vay, başim!" dediği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), hastalığında başını sarardı. Başı sarmak, şakika ve diğer başağnlarına faydalıdır.

 

Tedavisi, çeşitleri ve sebeplerine göre değişmektedir. Bir çeşidi istifra ile, diğeri yemek yeme ile, bir başkası İstirahat ve dinlenme ile, daha başkası sargı sararak, diğeri başı soğutarak, bir çeşidi ısıtarak, bir başkası gürültüden ve aşın hareketten kaçınarak tedavi edilir.

 

Bu anlaşıldığı takdirde, hadiste yer alan başağrısı tedavisinin kına otu ile yapılması, bu başağrısının cüzi (kısmi) olduğunu ve külli olmadığını gösterir. Bu kına otu ile tedavi, başağrısı çeşitlerinden birinin tedavisidir. Çünkü, başağrısı alevli bir ateşlenmeden dolayı olup (zararlı) bir hümör sebebiyle değilse istifra gereklidir. Buna da kına otu belirgin bir fayda sağlar. Kına otu öğütülür, sirke ile karıştırılarak alna sargı yapılırsa başağnsım geçirir. Sargı yapılarak sarıldığında, ayrıca sinirlere uygun bir kuvvet de oluşur. Tüm ağrılar sakinleşir. Bu tür tedavi sadece baş ağrısına ait olmayıp tüm uzuvlar için geçerlidir. Uzuvların bağlandığı peklikte oluşur. Şayet ateşli iltihap bu ilaçla sarıhrsa ateşi diner.

 

Buhari, Tarihlinde, Ebu Davud Sünen* inde rivayet ettiklerine göre, Allah Rasulü'ne her kim başağrısından dolayı müracaat etti ise ona: "Hacamat yap!"; her kim ayaklarında bir ağrıdan dolayı müracaat etti ise ona da: ''Kına otu ile sargı yap!" emrini vermiştir.

 

Tirmizi, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hizmetçilerinden Ümmü Rafı' Selma'dan şunları rivayet etmiştir: "Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) herhangi bir yara, çıban veya diken yarası isabet ettiğinde mutlaka yaranın üzerine kına otu koyardı."

 

 

13- Kına:

 

Kına otu, birinci derecede soğuk, ikinci derecede kuru mizaca sahip bir bitkidir. Kına ağacı ve dallarında açıcı bir kuvvetle karışık sıvı bir öz mevcuttur. Mutedil bir sıcaklıktadır. Topraktan soğuk bir öz ihtiva ettiği için, tutucu bir kuvvete sahiptir. Faydalarından bazısı şunlardır: Kına, ateş yanıklarına faydalı bir açıcıdır. Sarıldığında sinirlere uygun bir kuvvet ihtiva eder. Ağıza alınıp çiğnendiğinde ağız yaralarına dilde ve diş etlerinde çıkan sivilcelere (sülak) faydalıdır. Çocukların ağızlarında çıkan küla'ı geçirir. Kına ile sargı sarmak ateşli şişkinliklere faydalıdır. Cerahatlarda dem-i ehaveyn'int etki ve tesirini yapar. Bu kınanın yaprağı süzülmüş mum ve gülyağı ile karıştırıldığında, yanlarda hissedilen ağrılara faydalıdır.

 

Özelliklerinden bazıları: Çocukta çiçek hastalığı başladığında, çocuğun ayak tabanları kına otu ile sarıhrsa, çiçekten dolayı gözlerinde bir şey çıkmasından emin olunur. Bu tecrübe de edilmiş doğru bir hükümdür. Kınanın çiçeği yün elbisenin içine konulursa güzel koku yayar ve elbiseye güvenin girmesine mani olur. Kına yaprağı tatlı bir suda bekletilirse suyu çokça emer. Daha sonra sıkılarak özünden elde edilen su, her gün on dirhem şeker ile birlikte yirmi dirhem olarak, kırk gün içilir, gıda olarak da, kuzu eti verilirse, kendisinde mevcut ilginç özellikten dolayı çüzzamin başlamasına engel olur.

 

Rivayet edildiğine göre, bir adamın el tırnaklarında çatlama başlamıştı. Bunun üzerine, hastalığını geçirecek olana ödül vaad etmişti. Fakat kimseyi bulamadı. Ona bir kadın, on gün kına (suyu) içmesini tavsiye etti, fakat adam netice elde edemedi. Bunun üzerine kına (yaprağım) bir suda bekleterek (özünü, sıktıktan sonra) içti. İyileşmeğe başladı ve tırnakları eski güzelliğine kavuştu.

 

Kına, macun hale getirilerek tırnaklara yakılırsa, tırnakları güzelleştirir ve sağlıklı olmasını sağlar. Şayet, eritilmiş sade yağ (simn) ile macun haline getirilir ve sarı su çıkaran iltihap ve cerahatların kalıntıları, bununla sargı yapılıp sarıldığında yaraların geçmesine ve müzmin yaraya dönüşmüş uyuza da açıkça faydalı olur. Kına, saçların bitmesi, kuvvetlenmesi ve güzelleşmesini sağlar. (Saça yakılan kına) başı kuvvetlendirir. Ayakta, baldırda ve tüm bedende çıkan sivilcelere ve içi cerahatli sivilcelere faydalıdır.

 

 

14- Hastaların Beslenmesi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastalara, istemedikleri yiyecek ve içecekleri vermemekle ve onları yemeğe zorlamamakla tedavi konusundaki tutumu şöyledir:

 

Tirmizi Cami'inde ve İbn Mace (Sünen'inde), Ukbe b. Amir el-Cüheni'nin Allah Rasulü'nden şöyle buyurduğu rivayetini nakletmişlerdir: "Hastalarınızı yemeğe ve içmeğe zorlamayanız. Çünkü onlara Allah azze ve celle yediriyor ve içiriyor. "

 

Bazı faziletli doktorlar demişlerdir ki: Bu Peygamberi sözde, ilahi hikmetler, özellikle de doktorlar için ne kadar çok faydalar gizlidir. Çünkü, hastanın, yemek ve içmekten kesilmesi, tabiatın (vücudun) hastalıkla mücadele ile meşgul olması veya iştahı kesilmesi veya vücudun tabii hararetinin azalması veya sönmesi sebebiyledir. Nasıl olursa olsun, bu durumda hastaya gıda vermek doğru değildir.

 

Bil ki, açlık; uzuvların gıda istemesi demektir. Kaybedilen gücün uzuvlara gelmesi içindir. Uzak olan uzuvlar, yakın olan uzuvları ta mideye varıncaya kadar etki altında bırakırlar. Bunun sonucunda insan açlığını hisseder ve gıda ister. Fakat hastalandığında; tabiat, hastalık meydana getiren madde (hümör) ile meşgul olup onu pişirip dışarı atmakla uğraştığından yemek ve içmekten uzaklaşır. Bu halde iken yemeğe zorlanırsa, tabiat yapmakta olduğu faaliyeti durdurmak zorunda kalır ve alman yemeğin hazmı ve özümsenmesiyle uğraştığından, hastalık veren maddeyi (hümörü) pişirme ve dışarı atmaktan geri kalır. Bu hastanın özellikle buhran vakitlerinde veya tabii sıcaklığın zayıfladığı veya söndüğü vakitlerde zararına sebep olur. Musibetin çoğalması ve düşülen durumun daha fena etkisine yol açar. Bu sırada hastanın | tabiatını rahatsız etmeden, sadece kuvvetini muhafaza edecek şeyler verilir.( Bunlar da içileceklerden ve gıdaların kıvamı hoş olanlarından , leynufer, elma, taze gülden imal edilen şurup gibi mutedil mizaçlı içeceklerdir. Gıdalardan da sadece, mutedil temiz tavuk çorbası verilir. Uygun kokularla, mutluluk veren haberlerle kuvvetlerinin canlanması sağlanır. Çünkü doktor, hastanın tabiatının hizmetçisi ve yardimcısıdır, alıkoyucusu ve geciktiricisi değildir,

 

Şunu bil ki, bedenin gıdası taze kandır. Balgam olgunlaşmamış kan olupı kısmen pişmiştir. Bazı hastaların bedeninde balgam çoğalır, gıda da alınmazsa, | tabiat balgama meyleder, balgamı pişirir ve kıvama getirir ve onu kana çevirir. Böylece uzuvlar da gıdalanmış olur. Başka bir şeye gerek kalmaz. Tabiat, Cenab-ı Hakk'ın, bedeni yönetmesi, muhafazası ve sağlığını yaşadığı müddetçe koruması için görevlendirdiği bir kuvvettir.

 

Bil ki, nadiren de olsa bazan hastayı yemeğe ve içmeğe zorlamak gerekir. Bu genellikle beraberinde şuursuzluk ve hafıza zayıflığı da getiren hastalıklarda zaruridir. Bu son görüşe göre, hadis-i şerifi, ya husus ifade eden am olarak veya bir delil ile kayıtlanabilen mutlak manada anlamak gerekir. Hadis, bir hastanın, sağlam bir insanın tahammül edemeyeceği kadar, günlerce! gıda almadan yaşayabilmesi nüktesini içermektedir.

 

"Allah onu yedirir ve içirir." denilmesinde doktorların dediklerinden daha başka latif bir incelik vardır ki, bunu ancak kalblere ve ruhlara aşina olanlar, ve onların bedenin tabiatına olan tesiri, tabiatın onlardan etkilenmesi, çoğunlukla da tabiattan ruhların etkilenmesini bilenler anlayabilirler. Biz onlara da| işaret'ederek deriz ki: Nefsin (ruh) sevdiği ya da sevmediği veya korktuğu biri şeyle meşgul olacak bir hadise meydana geldiğinde, kişi yeme ve içmeden kesilir ve bu esnada ne açlık ne de susuzluk, hatta ne sıcaklık ne de soğukluk hisseder. Hatta şiddetli eziyet veren ağrıları da hissedemez hale gelir. Bu dut rumu veya bunun bir kısmını içinden hisseden herhangi bir kimse, şayet etki altında kaldıysa açlığın verdiği rahatsızlığı hissetmez. Eğer kişinin içine düşf tüğü durum, kuvvetli bir şekilde sevinç verecek bir şey ise, bu güç onun için gıda yerine geçer ve onunla doyar. Kuvvetler toparlanır, daha sonra da zaryıflar. Cesedde kan hümörü çoğalır. Hatta yüzünde belli olur. Yüzü (nde kan) parlar. Kan fazlalığı tüm vücutta zahir olur. Çünkü sevinç, kalpdeki kanın çoğalmasını, böylece damarlara (hızlıca) gönderilmesini ve damarların da kanla dolmasını sağlar. Uzuvlar ise ihtiyacı olan kam elde ettiğinden mutad olan gıdadan istifadeyi istemez. Tabiat da böyledir. İnsan tabiatı sevdiği bir şeyi elde ettiğinde başka şeylere ihtiyacı olsa da iltifat etmez.

 

Fakat içine düştüğü bu durum elem, hüzün ve korku veren bir hadise ise, kendisim onunla savaşmaya, onu mukavemet etmeye, ona karşı müdafaaya verdiğinden, gıda almaktan kesilir. Bu savaş halinde iken yeme ve içmeden uzaktır. Şayet bu savaşı kazanırsa kuvvetleri toparlanır, yeme ve içmeden uzaklaştığı için kaybetmiş olduğu enerjiyi elde edebilir. Fakat, bu savaşını kaybeder ve mağlub düşerse, tüm toparlamış olduğu gücünü yitirir. Eğer aralarındaki bu savaş nöbet nöbet birinin kazanması, diğerinin kaybetmesi şeklinde birinden ötekine değişip duruyorsa, kişinin gücü bir geliyordur, bir gidiyordur. Özetle; aralarındaki bu savaş, iki düşman savaşçının dışanda yaptıkları savaş gibidir ki, galip olan kazanmış, mağlub olan ya ölmüş, ya yaralanmış veya esir düşmüştür.

 

Hastanın, Allah Teala'dan umduğu bir yardım vardır ki bu, yukarıda doktorların izah etmiş olduğu kan ile gıdalanmadan çok başkadır. Bu yardımın ulaşması hastanın, Allah'ın huzurunda zafiyetini, aczini, kınk gönüllülüğünü ve uzaklığını hissetmesine bağlıdır. Bu duygu onu Allah'a yaklaştıracaktır. Çünkü bir kul, en çok kalbi kırık olduğu zamanlarda kendini Allah'a yakın hisseder. Bu esnada Rabbinin rahmeti ona daha yakındır. Şayet Allah'ın veli bir kulu ise, bu kalbi gıdalarla tabiatının ihtiyacı olan gıdaları elde etmiş, tabiatın kuvvetleri de daha güçlü bir şekilde toparlanmış olur. Her ne zaman Rabbine olan imanı, sevgisi, ünsiyeti ve sevinci kuvvetlenirse, Rabbine olan yakini kuvvetlenmiş, O'na kavuşma şevki, O'ndan gelen her şeye razılığı artmış olursa; (bu hasta)nın nefsinde bulacağı gücün ne tarifi yapılabilir, ne bir doktor bunu açıklayabilir, ne de bir bilgi buna ulaşabilir!

 

Bu manayı anlamakta ve tasdik etmekte kimin tabiatı katılaşıyor ve ruhu incelmiyorsa, maddi suretlere aşık olup da aşık olduğu resme, şöhrete, mala veya ilme olan sevgiyle kalpleri dolan birçok insanın haline baksın. Halk, bu kişilerdeki gariplikleri hem kendilerinde, hem de başkalarında çokça müşahade etmiştir.

 

Sahih'de rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), günleri bilinmeyecek sayıda hiç iftar etmeden oruç tuttuğu, fakat ashabını bu şekilde oruçtan sakındırdığı sabittir. Şöyle buyurmuştur: "Ben sizin gibi değilim. Muhakkak ki ben; Rabbimin katında gecelerim ve, O beni yedirir ve içirir."

 

Şu bir gerçek ki bu yeme ve içme, insanın ağzıyla yediği yemek değildir. Aksi halde devamlı olamaz. İkisi arasındaki fark tahakkuk etmez, üstelik oruçlu da olmamış olur. Çünkü "Rabbim beni yedirir ve içirir olduğu halde gecelerim." buyurmuştur.

 

Yine O'nun ile ashabın, yemek yemeden oruca devam etmeleri arasında fark vardır. Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem), onların güçlerinin yetmeyeceği (sürede orucu uzatmaya) gücü yeter. Şayet Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ağzıyla yiyip içse idi; "Ben sizin gibi değilim." demezdi. Hadisteki bu inceliği; ruhların ve kalplerin gıdasından, tabiatın kuvvetlerine olan tesiri ve toparlanmasından, cismani gıdanın tesirinden daha fazla gıdalanmasından nasibi az olan kişi de anlamıştır. Doğruyu bulmaya muvaffak kılan Allah'tır.

 

 

15- Anjin'in Tedavisi ve Burundan İlaç Verme:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) uzra (anjin) hastalığının tedavisi ve seut (bur dan ilaç verme) hakkındaki tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da., Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "En sağlıklı tedavi yöntemi hacamat (kan aldırma) ve kust-i bahridir. Anjin'den dolayı, (bademciklerini) sıkarak çocuklarınıza azab etmeyiniz. "

 

Sünen ve Müsned'de, Cabir b. Abdullah'ın şöyle anlattığı rivayet edilir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Hz. Aişe'nin (odasına) girdiğinde, Aişe'nin yanında, burun deliklerinden kan boşalmakta olan bir çocuk gördü. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bu nedir?" diye sorunca, onlar: "Anjin'i var veya başında bir ağrısı var." diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Çok yazık! Çocuklarınızı (böyle bekleyerek) ölüme (terketmeyiniz!) Herhangi bir kadın, şayet çocuğu anjin olur veya başında bir ağrı olursa, hemen kust-i hindi alsın ve onu su ile çitilesin, sonra da ilacı çocuğa burnundan (damlatarak) zerketsin." Bunun üzerine Hz. Aişe'nin isteğiyle, çocuk için ilaç hazırlandı. Tarif edildiği şekilde çocuğa ilaç verilince, hasta çocuk iyileşti.

 

Ebu Ubeyd (Kasım b. Sellam), Ebu Ubeyde'den şunları nakletmiştir: Uzra, boğazda, kandan dolayı meydana gelen bir hareketlenmedir. Devamlı olduğu takdirde bu böyledir. Deniliyor ki: Uzra, anjine tutulmuş kişi demektir. Uzra; boğaz ile kulak arasında çıkan bir cerahat, yaradır; çoğunlukla çocuklarda olur, diyenler de vardır.

 

Uzra (anjin) tedavisinde burundan verilecek olan ilaç ufalanmış kust-i bahri ile faydalıdır. Çünkü uzranın maddesi, kendisine balgam galebe çalmış olan kan ihtiva etmektedir. Fakat ekseriyetle çocukların vücutlarında bu durum meydana gelir. Kust-i bahride, küçük dili kuvvetlendirip yerine yerleşmesini sağlayacak şekilde kurutma özelliği vardır. Kust-i bahrinin bu hastalığa olan faydası onun bir özelliğidir. Sıcak hastalıklara da faydalıdır. Sıcak hastalıklar ise bazan bizzat sıcak, bazan da anzi olarak sıcaktır. Kanun sahibi (İbn Sina), küçük dil düşmesi hastalığının tedavisinde; şebb-i yemani ve Merv(de yetişen bir kuru ot) tohumu ile karıştırılan kust-i bahri kullanılması gerektiğini belirtmiştir.

 

Hadiste zikredilen kust-i bahri, ud-i hindi ile aynı şeydir. (Yalnız) kust-i bahri, ud-i hindiden daha beyazdır ve tatlıdır. Çok çeşitli faydaları vardır. Araplar, çocuklarının küçük dillerini elleriyle ovarak ve ilacı yapıştırarak tedavi ederlerdi. Ud-i hindi de çocukların (küçük dillerine) yapıştırdıkları bir şeydir. Bu şekilde tedavi etmeden Allah Rasulü, Arapları nehyetti ve onlara, çocuklar için en faydalı ve en kolay olan (burundan ilaç verme şeklinde) bir tedaviyi tavsiye etti.

 

Seüt, burundan ilaç vermek demektir. Bu yolla verilen ilaçlar, müfred ve mürekkep olarak öğütülen, elenen, macun yapılan ve kurutulan ilaçlardan yapılıp, kullanılmak gerektiğinde su ile açılır ve sırt üstü yatarak başını omuzları arasından geriye doğru bıraktığı halde kişinin burnundan verilir. Böylece burundan verilen ilaç dimağa ulaşır ve aksırma ile hastalığın dışan çıkması sağlanır. Gerektiğinde burundan tedavi olmayı Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tavsiye etmiştir. Ebu Davud'un Sünen'inde zikredildiğine göre Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), burnundan ilaç almıştır.

 

 

16- Kalp Rahatsızlığının Tedavisi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kalp rahatsızlığının (mef'ud) tedavisi hususundaki tutumu şöyledir:

 

Ebu Davud, Sünen'inde, Mücahid kanalıyla Sa'd'ın şöyle dediğini nakletmiştir: Hastalanmıştım. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) (hastalığım için) benim ziyaretime geldi ve serinliğini kalbimin üstünde hissedene kadar mübarek elini göğsüme koydu. Daha sonra bana şöyle bir tavsiyede bulundu: "Sen kalbinden rahatsız olan birisin. Sakif kabilesinden olan Haris b. Kelede'ye (muayene olmak için) bir git. Çünkü o doktordur. Bununla birlikte iyi Medine hurmasından (acve) yedi adet al ve onları çekirdekleriyle birlikte öğüterek bulamaç yap. Daha sonra da onları ağızından alırsın."

 

Mef'ud: Kalbi rahatsız olan kişi demektir. Karnından rahatsız olankişiye mabtun dendiği gibi kalbinden şikayetçi olana da mef'ud denir. Ledud: Ağzın bir yanından kişiye içirilen şeye denir.

 

Hurmada bu hastalığa karşı ilginç bir özellik vardır. Özellikle de Medine hurmasında. Medine hurmasının da acve cinsinde. Yedi adet olmasında ise ancak vahiyle bilinebilecek başka bir özellik vardır.

 

Sahihayn'da, Amir b. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın babasından yaptığı bir rivayette Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim her gün sabahları (aç karnına) aliye'de yetişen hurmadan yedi tane yerse, o gün içinde o kimseye zehir ve sihir zarar vermez."

 

Hadisin diğer bir lafzı ise şöyledir: "Her kim sabahladığında Medine'r nin iki taşlığı arasında yetişen hurmalardan yedi tane yerse, akşama kaddr o kişiye zehir zafar vermez."

 

Hurma, ikinci derecede sıcak, birinci derecede kuru bir maddedir. Birinci derecede nemli bir madde olduğu da, mutedil olduğu da söylenmiştir. Kıymetli bir gıdadır. Özellikle devamlı yemeyi adet haline getirenlerin sağlığını koruma özelliği vardır. Medine'de ve diğer bölgelerde yaşayanlarda böyledir. Hurma; sıcaklığı ikinci derecede olan sıcak ve soğuk bölgelerde yaşayanlar için gıdaların en kıymetlisidir. Soğuk bölgelerde oturanların iç yapıları (batın) sıcak ve sıcak bölgelerde oturanların iç yapıları soğuk olması sebebiyle hurma, sıcak bölge insanına daha faydalı ve etkilidir. Bu sebepten dolayı, Hicaz, Yemen, Taif ve bunların iklimine benzer iklimlerde yaşayanlar, hurma ve bala diğerlerinden daha fazla alışıktırlar. Nitekim biz onların yemeklerine, başkalarınınkinden on kat veya daha fazla karabiber (fülfüf) ve zencefil kökü kattıklarını görüyoruz. Başkaları tatlı yedikleri gibi onlar zencefil kökünü yerler. Bu adetin onların arasında bir rivayetin yayılmağa devam etmesi gibi yaşadığını gördüm. İç uzuvları soğuk tabiatta olması ve hararetin bedenlerinin dışına vurması sebebiyle, alışmış oldukları bu gıdalar onlara uygun ve zararsızdır. Bu aynen, yazın kuyu sularının soğuması kışın da ısınması gibidir. Aynı şekilde kışın alınan katı gıdalar sebebiyle midede, yazın oluşturulamayan hararet ve pişme meydana gelir.

 

Medine halkı için hurma, neredeyse başkalarının buğdayı kadar önemlidir. Hurma Medinelilerin azığı ve gıda maddesidir. alİye'de yetişen hurma ise hurma cinslerinin en iyisidir. Çünkü bu hurmanın yapısı güçlü, tadı lezzetli ve gerçekten tatlıdır. Hurma; hem gıdalar, hem ilaçlar, hem de meyveler cinsine dahildir. Tüm bedenlere muvafık bir özelliğe sahiptir. Vücut sıcaklığını güçlendirir. Zararlı ve fuzuli maddeleri ihtiva eden diğer gıdalar ve meyveler gibi lüzumsuz fazlalıklar meydana getirmez. Aksine, alışkanlık haline getirdiğinden dolayı, vücutta mevcut hümörleri (ahlat) çürüme ve bozulma ile karşılaşan kimseye hurma yasaklanır.

 

Bu hadisteki hitab, kendisiyle husus kastedilen bir umum mana ifade eder. Bu da Medine ve civannda yerleşmiş olanlar içindir. Şüphesiz, bölgelerin birçok değişik faydalan ihtiva eden ilaçları vardır ki bunlar, bir başka yerde kullanıldığında aynı faydayı temin etmez. Böylece bu bölgede yetişen ilaç bu bölgede (meydana gelen) hastalığa faydalıdır. Şayet ilaç başka bir bölgede yetişmişse, bu ilaca o bölgenin toprağı veya havası veya her ikisinin birlikte olan etkisi sözkonusu olduğundan, başka bölgedeki hastalığa şifa olamaz. Çünkü yeryüzünde insan tabiatının farklı olması gibi, çeşitli özellikler ve tabiatlar vardır. Bir kısım bölgelerde gıda ve yiyecek olan birçok bitki, bir başka yerde öldürücü zehir etkisi gösterir. Çünkü nice ilaçlar vardır ki diğer insanlar için gıdadır. Yine nice ilaçlar vardır ki birtakım insanların bir tür hastalığına, diğerlerinin ise bir başka hastalığına şifadır. Şehirlilerin ilaçları başkalarının ilaçlarına uyum sağlamadığı gibi, fayda da sağlamaz.

 

Hadiste yedi adet denmesindeki özellik hem sayı açısından hem de şer'i açıdan şöyledir: Allah Teala gökleri yedi, yerleri yedi, günleri yedi olarak yaratmıştır. İnsanın yaradılışını yedi dönemde tamamlamıştır. Allah kullarına (Kabe'yi) yedi defa tavaf etmelerini, Safa ile Merve arasında yedi defa sa'y yapmalarını, şeytan taşlamayı yedişer yedişer yapmayı, bayram namazlarının birinci rekatlarında yedi tekbir getirilmesini meşru kılmıştır. Rasuİullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurmuştur ki: "(Çocuklara) yedi yaşına bastıklarında namaz kılmalarını emredin!" Yine şöyle buyurmuştur: "Annesi ile babası boşanan bir çocuk yedi yaşında ise, ikisi arasında muhayyer bırakılır." Diğer bir rivayette: "Babası, annesinden daha uygundur." Üçüncü bir rivayette ise; "Annesinde kalması daha uygundur." denilmiştir. Rasuİullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), vefat ettiği hastalığında, üzerine yedi kırba su dökülmesini emretmiştir. Allah Teala ad kavmine yedi gece rüzgar musallat etmiştir.[Hakka, 7] Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), müşrik Araplara karşı Allah'ın müslümanlara yardım etmesi için, Hz. Yusuf'un (a.s.) kavmine yedi sene (kıtlık vermesi gibi) kıtlık vermesi için beddua etmiştir. Allah Teala, sadaka veren kişinin verdiği bir sadakayı, her bir tohumundan yedi başak, her başağından da yüz tane veren bir bitkinin artışı gibi kat kat mükafatlandıracağını belirtmiştir. Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümdarı olan melikin rüyasında gördüğü başakların adedi yedidir.[Yusuf, 43] Hz. Yusuf'un (a.s.) kavminin ard arda ekin ekecekleri senelerin adedi de yedidir.[Yusuf, 47] Sadakanın (sevabı kişinin ihlasına göre) yedi yüz katından daha fazla katlarına kadar, kat kat çoğalır. Bu ümmetten cennete sorgu sual olmaksızın girecek olan mü'minlerin adedi de yetmiş bindir.

 

Hiç şüphesiz bu (yedi sayısında) diğerlerinde bulunmayan bir Özellik vardır. Çünkü yedi sayısı, sayıdaki tüm manaları ve özellikleri ihtiva etmektedir. Şöyle ki, sayı ya çifttir veya tekdir. Çift, bir ve ikidir, tek de böyledir. Bu; bir çift iki çift, bir tek iki tek dört mertebedir. Bu cfört mertebe yedi sayısından daha az bir rakamda birleşmez. Böylece yedi rakamı bu dört mertebeyi de içine alabilecek şekilde kamil ve toplayıcıdır. Yani, çift ve tek, birler ve ikiler, birinci tekten kasdımız, üç; ikincisinden kastımız, beştir. Birinci çiftten, ikiyi, ikincisinden de dördü kastediyoruz.

 

Doktorlar da bu yedi rakamına çok itina göstermişlerdir. Özellikle de buhranların meydana geldiği hallerde.

 

Hipokrat der ki: "Bu alemde mevcut olan her şey, yedi kısımda takdir edilmiştir. Yıldızlar yedidir. Günler yedidir. İnsanların yaş mertebeleri yedidir: Birincisi, yedi yaşına kadar olan çocukluk (tıfi) dönemi. Sonra, on dört yaşına kadar olan (sabi) dönem. Sonra erginlik çağı, (mürahik). Sonra gençlik (şab). Sonra otuz ile elli yaşı arası olan olgunluk çağı (küht). Sonra elli yaşı çağı, yaşlılık {şeyh). En son ölene kadar olan kocama çağı (herem)." Bu şekilde yediyle tahdidlenmesindeki hikmet ve hükümdeki sebebi ancak Allah bilir. Acaba hadisteki yedi tabiri de bu manada mı, yoksa değil mi?

 

Bu sayının, aynı bölgenin, aynı toprağın aynı hurmasının zehirlenme ve sihire faydalı olması konusunda, doğru olmadığı iddia edildiği noktada şayet bu tarifi, Hipokrat, Calinus ve diğer doktorlar söylemiş olsa, zamanın doktorları hemen bu söze kabul, iz'an ve inkıyad ile bakarlar. Halbuki bu gerçeği ileri süren doktor, bu hakikata ilhamla tahmin ile ve zan ile ulaşmıştır. O halde, sözlerinin hepsi yakin ile, kesinlikle, delille ve vahiy ile olan bir Peygamber'in ileri sürdüğü şeylerin daha öncelikle kabul ve teslim ile telakki edilmesi ve itiraz edilmemesi gerekir. Zehirlenmelere karşı önerilen ilaçlar bazan keyfiyet ile bazan da birçok taş, cevher ve yakutlarda olan havas gibi bir özellikle elde edilir.

 

Hadiste zikredilen hurma, bir kısım zehirlenmelere karşı bir ilaç durumundadır. Bu görüşe göre hadisin, husus gösteren am (genel) bir hüküm ifade ettiği ortaya çıkar. Hurmadaki bu etki bu bölgenin bir özelliği olabilir. Bu özel toprak her türlü zehire etki edebilir. Fakat burada açıklanması zaruri bir konu vardır; bir hastanın ilaçtan faydalanmasının (ilk) şartı onu kabul etmesi ve faydasına inanmasıdır. Şayet böyle olursa tabiatı o ilacı kabul eder ve hastalığın giderilmesine yardım etmiş olur. Şu bir gerçek ki, birçok tedavi türü (kuvvetli) inançla ilacı kabullenme ile ve tedaviyi olgun ve uygun karşılamakla gerçekleştiriliyor. Bu hususta halk çok garip şeyleri müşahede etmiştir. Zira tabiat, ilacı kabullenmekle güçlenir, ruh (nefis) onunla ferahlarsa, kuvvet gelir ve tabiatın gücü artar. Vücut sıcaklığı ortaya çıkar ve hastalığın yok edilmesine yardımcı olur. Aksi halde, bu hastalık için faydalı olabilecek birçok ilacın etkisi, hastanın inancı olmadığından kesilir. Tabiatın bu ilaçları kabullenmemesi halinde hiçbir şey fayda vermez. Bu konuda; ilaçların, şifaların en büyüğünü, kalblere ve bedenlere, dünyaya ve ahirete en faydalı olanını düşün! O da, her türlü hastalığa şifa olan Kur'an'dır. Kur'an'da şifa ve fayda görmeyen kalplere Kur'an nasıl fayda verir; aksine onların hastalıklarına hastalık katar. Kalplerin şifası için asla Kur'an'dan daha faydalı bir ilaç yoktur. Zira Kur'an, tam ve kamil bir şifa verme gücüne sahip olmasından Ötürü hangi hastalığa uygulandı ise, mutlaka hastayı şifaya kavuşturmuş ve hastanın mutlaka sağlığını korumuştur. Her türlü zararlı, eziyet verici şeyden tam bir koruma ile himaye etmiştir. Bununla beraber kalplerin çoğunun Kur'an'dan yüz çevirmeleri, şüphesiz ve kesin olan Kur'an'a inançlarının olmaması, Kur'an'a başvurmamaları, Kur'an'la şifaya kavuşma ile insanlar arasında perde olacak bir takım ilaçlara yönelmeleri, iyi (buluşların) çoğalmasıyla (Kur'an'dan) yüz çevirmelerinin şiddetlenmesi, böylece illet ve müzmin hastalıkların kalplerinde yerleşmesi, hastaların çoğalması ile doktorlar aynı türde ve sadece hocalarının büyüttüklerinin ve haklarında hüsn-i zan beslediklerinin geliştirmiş olduğu tedavi şekillerini takib etmeleri, musibeti büyütmüş, hastalığın daha fazla yerleşmesini ve hatta tedavisinden aciz kalacakları başka hastalık ve illetlerin de eklenmesini sağlamışlardır. Bu (gafil) doktorlar, bu yeni tedavi (usulleriyle) tedaviye her giriştikleri zaman hastalık çok daha ciddi boyutlara ulaşıyor ve kuvvetleniyor; (onlar bu şekilde uğraşırlarken) hal dili onlara şöyle nida ediyor:

 

"Garipliklerdendir. Gariplikler çoktur. Şifanın yakınlığı var fakat ona yol bulunamaz.

 

Bu aynen çölde olan develer gibidir. Su, onların sırtlarına yüklenilmiş olmasına rağmen, susuzluktan çölde ölürler."

 

 

17- Gıda ve Meyvelerin Temizliği:

 

Allah Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gıdaların ve meyvelerin zararlarını defetmede, zararlarını giderip faydalarını kuvvetlendirecek şekilde ıslah edilmeleri hususundaki tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da sabit olduğuna göre Abdullah b. Cafer şöyle anlatıyor: "Ben Allah Rasulü'nü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), olgunlaşmış taze hurmayı hıyarla yerken gördük."

 

Rutab (taze hurma): Mizaç olarak sıcak olup, ikinci derecede nemli bir maddedir. Soğuk mideyi kuvvetlendirir ve ona uyum sağlar. Şehveti (bah) kuvvetlendirir. Fakat süratle bozulur. Susuzluk yapar ve kanda tortu oluşturur. Baş ağrısı yapar. Südde (tıkanıklık) meydana getirir. Sidik torbasında ağrı yapar. Dişlere zararı vardır.

 

Kıssa (hıyar): Mizaç olarak soğuk olup ikinci derecede nemli bir maddedir. Susuzluğu teskin eder. Kendisinde itriyet özeliği (kokusu) olduğundan koklanmasıyla kuvvetlerde bir canlılık meydana gelir. İçinde yanıklık olan midenin hararetini söndürür. Şayet hıyarın çekirdekleri kurutulur, öğütülür ve su ile muhallebi yapılır ve içilirse susuzluğu sakinleştirir, (harareti giderir). Sidikte bir incelme meydana getirir. Mesane ağrısına mani olur. Öğütülüp elendiğinde, dişler bu un ile ovulursa dişleri parlatır. Hıyar yaprağı öğütülür ve meybahtec ile ilaç yapıldığı takdirde, kuduz köpeğin ısırmasına faydalıdır.,

 

Özetle; hurma sıcak, hıyar soğuktur. Her birisi diğerinin salahıdır. (Yani birinin yan etkilerini diğeri gidermektedir.) Zararı çok olanı izale etmektedir. Her keyfiyette zıddı ile mukavemet edilmektedir. Birinin sert etkisi, diğeri ile ortadan kaldırılabilmektedir. Bu tüm tedavinin aslıdır. Aynı zamanda da hıfzıssıhhanın da aslıdır. Belki de tıp ilmi hep bu asıldan hareketle meydana gelmiştir. Bu ve benzeri gıda ve ilaçların kullanılmasında ıslah etme ve dengeleme vardır. Mukabilinde bulunan zararlı keyfiyetlere karşı müdafaa imkanı meydana gelmektedir. Bu tür (zıddı ile) tedavi şeklinde, bedenin sıhhatine, kuvvetine ve refahına yardım sözkonusudur. Aişe (r. anha) diyor ki: "Beni herşeyle şişmanlatmayı (denediler), fakat bir türlü şişmanlayamadım. Fakat bana, hıyar ve taze hurma verdiklerinde şişmanladım."

 

Özetle; soğuk mizaçlı bir gıdanın yan etkisini, sıcak mizaçlı bir gıda ile; sıcak mizaçlı bir gıdanın yan etkisini soğuk mizaçlı bir gıda ile; mizacı nemli olan gıdanın yan etkisini, mizacı kuru olan gıda ile; mizacı kuru olan bir gıdanın yan etkisini, mizacı nemli olan bir gıda ile gidermek gerekir. Birinin etkisini vasat bir hale bir başka gıda ile getirmek en uygun tedavi şekillerinden ve hıfzıssıhha açısından en uygun yoldur. Bunun bir benzeri Allah Resulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bir hadiste sena ile sennutu birlikte emretmesidir ki, daha önce geçmişti. Sennut, senanın (yan etkilerini giderici) ıslah görevi ve vasat bir etki yaptırıcısı olan, içinde biraz yağ bulunan bal demektir. Yüce Allah'ın salat ve selamları, kalblerin ve bedenlerin imarı, dünya ve ahiretin maslahat icabı olan şeyler için gönderilen Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) olsun.

 

 

18- Perhizle Tedavi:

 

Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) perhiz konusundaki tutumu şöyledir

 

İlaçların tamamı İki noktada toplanır: Perhiz {himye) ve hıfzıssıhha. Bedende bozulma meydana geldiğinde gereken, bunun dışarı atılmasıdır. Böylece tıbbın hepsi bu üç kaide altında toplanmaktadır. Perhiz iki türlüdür: a) Hastalığı ceİbedecek şeyden perhiz, b) Hastalığı artıracak şeyden perhiz, ki haline bırakmak gerekir. Birincisi; sağlıklı olanların riayet edeceği perhiz türüdür. İkincisi; hastaların yapması gereken perhiz türüdür. Çünkü hasta perhiz yaptığında, hastalığı artmaz ve bedeni, hastalığın giderilmesi için kuvvet kazanır. Perhiz hususunda asıl dayanak Allah Teala'nın şu ayetidir: "Şayet siz hasta olur veya yolculuğa çıkarsanız, biriniz ayak yolundan gelmiş veya kadınlarınızla cinsi münasebet yapmışsanız da (gusül yapmak için) su bulamamışsanız temiz bir toprağa teyemmüm ediniz."[Nisa, 43; Maide, 6] Böylece Allah Teala, hastaya su zararlı olacağı için kullandırmamış ve onu korumuştur.

 

İbn Mace'nin Sünen'ınde ve diğer kitaplarda, Ümmü Münzir bt. Kays el-Ensariye şöyle anlatmaktadır: Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında Hz. Ali de bulunduğu halde benim yanıma geldi. Hz. Ali, bir hastalıktan henüz iyileşmeğe başlamıştı. Bizim de asılı hurma salkımlarımız vardı. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kalktı, yemeğe başladı. Ali (r.a.) de kalktı yemeğe başladı. Hemen Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Hz. Ali'ye dedi ki: "Sen hastalığını yeni atlattın (O halde bunlardan yememelisin)!" Bu sebepten Hz. Ali yemeyi bıraktı. Ravi diyor ki: Sonra onlara pancar ve arpadan bir yemek pişirdim ve önlerine getirdim. Bunun üzerine

 

Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Ali'ye buyurdu ki: t((Ya Ali!) Bundan çekinmeden ye! Çünkü sana en faydalı olan bu yiyecektir." Hadisin diğer bir metninde ise: "Bundan ye! Çünkü senin için en uygun yiyecek budur." buyurdu.

 

Yine İbn Mace'nin Sünen'inde Suheyb anlatıyor: Allah Rasulü'nün huzuruna, önünde ekmek ve hurma olduğu bir sırada girdim. Buyurdu ki: "Yaklaş ve hemen ye!" Bir hurma aldım ve yedim. Buyurdu ki: "Gözünde hastalık bulunduğu halde (remed) hurma mı yiyorsun?" Dedim ki: "Ya Rasulallah! Bir başka taraftan çiğnerim." Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tebessüm etti.

 

Yine Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve Sellem) rivayeti sabit olan bir hadise göre şöyle buyurmuştur: "Allah bir kulu sevdi mi, onu dünya(nın şerrinden), sizden birinin hastasını yeme ve içmeden muhafaza ettiği gibi korur." Diğer bir metinde ise: "Allah, mü'min kulunu dünya (nın şerrinden) muhafaza eder." buyurmuştur.

 

Yalnız, insanların ağızında dolaşıp duran hadis (olarak rivayet edilen): "Perhiz, ilacın en başta geleni, mide ise hastalığın ocağıdır. Her vücuda (varlığa) alıştığı şeyleri verin." sözü, meşhur Arap tabibi Haris b. Kelede'ye aittir. Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) dayandırılması sahih değildir. Bunu birçok hadis imamı söylemiştir. Bu hususta Rasulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) rivayet edilen hadis şudur: "Mide, bedenin havuzudur. Damarların mide ile irtibatı vardır. Şayet mide sağlıklı olursa damarlar (daki kan da sağlıklı) olur. Mide hasta olursa damarlar (daki kanda da) hastalık meydana gelir."

 

Harıs (b. Kelede) der ki: Tıbbın başı perhizdir. Zararlı olması bakımından, sağlıklı bir insanın doktorlara göre perhiz yapması, hastanın ve hastalığın nekahet dönemim yaşayan kişinin bozulması gibi bir şeydir. Perhiz, hastalıktan çok hastalığın nekahet döneminde faydalıdır. Çünkü nekahet döneminden sonra vücut eski kuvvetine ulaşamaz. Hazım kuvveti zayıflamıştır, tabiat kabule hazır, uzuvlar ise gelişme istidadındadır. Bu dönemde hastanın

 

bozulması, hastalığın ters bir dönüş yapmasını gerektirir ki, bu durum hastalığın ilk başlamasından daha ağırdır.

 

Bil ki, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Hz. Ali'yi nekahet döneminde hurma salkımlarını yemekten engellemesi, en uygun bir tedbirdir. Çünkü "devali", üzüm salkımları gibi, yenilmesi için evde asılı olarak muhafaza edilen taze hurma salkımları demektir. Meyve, hastalıktan yeni kurtulan kişi için, süratle istihale olduğundan zararlıdır. Tabiat ona mukavemet edemez. Çünkü tabiat, hastalığın bedendeki kalıntılarını defetmek ve bedenden atmakla meşgul iken kendi kuvvetini artık toparlayamaz.

 

Rutab'da (taze hurma) bir nevi, mideye ağırlık özelliği vardır. Mide, hastalığın kalıntı ve izlerini izale, ıslah ve tedavi ile meşgul olduğundan, ya bu kalıntı bedende kalır veya çoğalır. Fakat pancar ve arpadan yapılmış yemek önüne konulunca Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Hz. Ali'ye yemesini emretmiştir. Çünkü bu yemek nekahet dönemini yeni atlatan bir hasta için gıdaların en faydalısıdır. Çünkü arpa suyunda soğutuculuk, gıda, inceltme ve yumuşatma özelliği vardır. Tabiatın güçlendirilmesi nekahet dönemini yeni atlatan için en uygun olan yoldur. Özellikle de arpa pancar kökleriyle pişirildiğinde. Midesinde zaaf olan için en uygun gıda budur. Ahlatta (hömürlerde) korkulacak nitelikte maddeler meydana gelmez.

 

Zeyd b. Eşlem anlatıyor: Hz. Ömer (r.a.), bir hastalığından dolayı perhiz yapmıştı. Hatta sıkı perhizi dolayısıyla (hurma) çekirdeklerini dahi yalıyordu.

 

Özetle; perhiz, hastalıktan önce ilaçların en faydalısıdır ve hastalığın meydana gelmesine engel olur. Hastalık meydana gelince de perhiz, hastalığın çoğalması ve yayılmasına mani olur.

 

 

19- Beslenme Rejimi:

 

Bilinmesi gerekir ki, arzusu şiddetlenir ve tabiatı isterse, hastanın, iyileşmekte olanın ve sağlıklı kişinin menedildiği pek çok şeyin, tabiatın sindirebileceği ölçüde yemesi zarar vermez, hatta bazan faydalı da olabilir. Çünkü tabiat ve mide onu kabul ve sevgiyle karşılayıp endişe edilen zararı düzeltirler. Bazan böyle bir şeyin yenmesi, tabiatın arzulamadığını yemesinden ve ilacın iyileştirmesinden daha yararlıdır. Bu yüzden Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), gözünden rahatsızken Suhayb'a birkaç hurma yeme izni verdi, ona bir zarar vermeyeceğini tahmin etti. Benzer bir olay da Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) huzuruna giren gözünden rahatsız Hz. Ali'nin durumudur. Bu sırada Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında yemekte olduğu hurmalar vardı. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem). Hz. Ali'ye: "Ey Ali! Canın çekiyor mu?" deyip, bir hurma attı. Hurma atmaya devam ederek, tam yedi tane hurma attı. Sonra da: "Bu kadarı yeter, ey Ali!" dedi.

 

Yine, İbn Mace'nin Sünen'inde İkrime - İbn Abbas senediyle rivayet ettiği şu olay da bunun örneğidir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir hastayı ziyaret etmişti. Rasulullah ona: "Ne arzuluyorsun?" diye sorunca, "Buğday ekmeği -bir rivayette "kek"- arzuluyorum!" cevabını verdi. Bundan sonra Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Yanında buğday ekmeği olan, kardeşine göndersin." Sonra şöyle dedi: "Hasta olanınız bir şey isteyince, onu yedirin."

 

Bu hadiste, ince bir tıbbi sır vardır. Çünkü hastanın, bir zararı olmakla birlikte, gerçek ve tabii bir açlık dolayısıyla canının çektiğini yemesi, yararlı ve -gerçekte yararhysa da- canının çekmediğinden daha az zararlı olur. Çünkü bu gerçek arzusu ve tabiatının hoşlanması, zararını kaldırır. Tabiatın yararlı şeyi sevmemesi, bazan zararlı olanı kendine çeker. Kısacası, tabiat lezzetli ve arzulanan şeye doğru, özellikle yönelir, onu en güzel şekilde sindirir, özellikle de nefis ona gerçek bir istekle yönelmişse. Allah en iyisini bilir.

 

 

20- Göz Ağrısının Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) göz ağrısını dinlenme, hareketsizlik ve azdıranlardan perhizle tedavisi şöyledir:

 

Daha önce de geçtiği gibi, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), gözü ağrıyan Suhayb'ın hurma yemesini engeller üş ve hoşgörmemiştir. Yine gözü ağrıyan Hz. Ali'nin yaş hurma yemesinide engellemiştir.

 

Ebu Nu'aym et-Tıbbu'n-Nebevi adlı kitabında, "Eşlerinden birinin gözü ağrıyınca, iyileşir ceye kadar onunla birleşmezdi." demektedir.

 

Göz ağrısı (r 'tned), gözün iç kısmında, beyaz tarafta ortaya çıkıp şişme yapan bir hastalı! tır. Sebebi, dört maddeden biri gaz veya başta ve bedende çok miktarda ort; ya çıkan sıcaktır. Bunlardan bir kısmı gözün içine girer veya göze bir darbe isabet eder. Tabiat buraya kan ve canından çok miktarda gönderir. Ortaya çıkan durum dolayısıyla iyileşmesini arzular. Bu yüzden darbe yiyen kısım şişer. Kıyas yolu, bunun aksini gerektirir.

 

Yerden göğe doğru biri sıcak kuru, öteki sicak rutubetli iki buhar yükselip, bulut kümesini oluşturarak gökyüzünü görmemizi engellemeleri gibi, midenin de dibinden ağzına doğru buhar yükselir, görmeyi engeller ve bunlardan çeşitli hastalıklar doğar. Şayet tabiat buna galip gelir ve genize iterse, nezle olur. Küçük dil ve burun deliklerine iterse boğmaca olur. Yana iterse, diş ağrısı olur. Göğse iterse, inme olur. Kalbe indirirse, çarpma olur. Göze iterse, göz ağrısı olur. Karın boşluğuna iterse, ishal (seyelan) olur. Dimağa iterse, unutma olur. Baş sinirleri rutubetlenir ve mecralarına taşarsa felç olur. Şayet dimağın kapakları rutubetlenir ve damarları bununla dolarsa, derin bir uyku olur. Bu yüzden uyku rutubetli, uykusuzluk kurudur. Şayet buhar başa girmek ister de başaramazsa, baş dönmesi ve uykusuzluk olur. Şayet buhar, başın herhangi bir yanına eğilirse, yarım başağnsı olur. Şayet başın tepesine ve boynun ortasına hakim olursa, başağnsı ortaya çıkar. Dimağın perdesi üşür, ısınır, rutubetlenir veya buradan hava çıkarsa, aksırma meydana gelir. Oradaki balgam rutubetini hareketlendirir de bol sıcaklığa galip gelirse, bayılma ve durgunluk doğar. Siyah mizacı (maddeyi) hareketlendirir, dimağın havası karanlık olursa, vesvese ortaya çıkar. Sinir mecralarına taşarsa, tabii sar'a olur. Şayet buhar iltihap ve dimağı engelleyen san maddeden doğuyorsa, zatülcenb olur. Buna göğüs de katılırsa, humma (sirsam) olur. Bu konuyu iyi anlamak gerekir.

 

Kısacası, bedenin ve başın maddeleri göz ağnsı durumunda hareket halinde olur. Cinsel birleşme hareketini daha da arttıran bir durumdur. Çünkü bu, beden, ruh ve tabiat için külli bir harekettir. Beden, şüphesiz ki hareketle ısınır. Nefsin hareketi bir lezzeti istemek ve tamamlamak için şiddetlenir. Ruh, beden ve nefsin hareketine bağlı olarak hareketlenir. Çünkü ruh, bedenin öncelikle kalb kısmıyla ilgilidir. Ruh bundan doğar ve organlara dağılır. Tabiatın hareketi ise, gönderilmesi gereken meniyi göndermesinden dolayıdır.

 

Özetle, cinsel birleşme, bedenin ve kuvvetlerinin, tabiatının ve maddelerinin, rurhın ve nefsin hareketlendiği külli bir harekettir. Maddeleri harekete geçiren ve incelten her hareket, onu zayıf organlara iter ve akıtır. Ağrısı olduğu zaman göz, en zayıf durumdadır, ona en zararlı şey cinsel birleşmedir.

 

Hipokrat, el-Fusul adlı kitabında şöyle der: "Gemilerin hareketi, hareketin bedeni de hareketlendirdiğini gösterir." Göz ağrısında her ne kadar bir takım faydalar varsa da, bazı durumlarda perhiz ve boşaltmayı, bedenin ve başın fazlalıklarını ve bozulan kısımlarını temizlemeyi, öfke, üzüntü ve keder, sert hareketler ve ağır işlerden nefis ve bedene acı vereni engellemeyi gerektirir. Eskilere ait bir söz şöyle der: "Göz ağrısını sevmemezlik etmeyin. Çünkü o, körlük damarlarını keser."

 

Göz ağrısının tedavi yollarından birisi, sakin durma ve istirahat, göze dokunmamak ve onunla oynamamaktır. Çünkü bunların zıtları, maddelerin gözün üstüne dökülmesini gerektirir. Seleften biri şöyle der: "Muhammed'in ashabı göz gibidir." Gözün ilacı dokunmayı bırakmaktır. Merfu bir hadiste -Allah onu daha iyi bilir- şöyle denir: "Göz ağrısının ilacı, soğuk suyu göze çarpmaktır." Bu sıcak göz ağrısının en yararlı ilaçlarındandır. Çünkü su, göz ağrısı sıcak olduğunda, bu sıcaklığı söndürmek için yardım alman soğuk bir ilaçtır. Bu yüzden Abdullah b. Mes'ud, gözünden şikayeti olan karısı Zeyneb'e şöyle demiştir: "Şayet Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gibi yaparsan, bu senin için daha iyi ve şifa umman için daha faydalı olur. Gözüne su serpersin, sonra da şöyle dersin: "Ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider, şifa ver, Sen şifa vericisin, Senin verdiğinden başka şifa yoktur, o hastalıktan iz bırakmayan bir şifadır. " Daha önce defalarca geçtiği gibi bu, bazı bölgeler ve bazı göz ağrıları için geçerlidir. Hz. Peygamber'in cüz'i ve özel bir sözü genel ve külli kılınamaz, genel ve külli sözü, özel ve cüz'i kılınamaz. Aksi halde olanlar, hatalı ve doğruya aykırı olur. Allah en iyisini bilir.

 

 

21- Uyuşmanın Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bedeni kaskatı yapan vücuttaki uyuşmanın ti~ davisi konusundaki tutumu şöyledir:

 

Ebu Ubeyd, Garibu'l-Hadis adlı kitabında, Ebu Osman en-Nehdi'den şunu rivayet eder: Bir topluluk, bir ağacın yanından geçerken meyvasından yediler. Sanki bir rüzgar esip, onları dondurmuş gibi dondular. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Suyu, kaplarda soğutun ve iki ezan arasında üstlerine serpin." Ebu Ubeyd şu açıklamayryapıyor: "Suyu soğutun" ifadesi, serinletin demektir. Nitekim Araplar "soğuk arttı" anlamında bu kelimeyi kullanırlar. "Kaplar", su kaplan demektir. "Şinan" denilen bu kaplar, suyu daha çok serinletir. "İki ezan arasında", sabah ezamyla kameti arasında demektir. Çünkü kamete de ezan denir.

 

Bazı tabipler şöyle der: "Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu tedavi şekli, Hicaz'da vuku bulan hastalığın en iyi tedavi yollarındandır. Hicaz, sıcak ve kuru bir bölgedir. Vücut sıcaklığı, Hicaz sakinlerinin karınlarında pek fazla değildir. Sözü edilen vakitte -ki bu günün en serin vakitleridir- üstlerine soğuk su serpmek, vücutta yayılan sıcaklığın bütün kuvvetlere toplanmasını gerektirir. İtici kuvvet güçlenir ve vücudun çeşitli yerlerinden ağrının bulunduğu iç bölgede toplanır, kalan kuvvetle bu hastalığın defedilmesi için onu dış tarafa çıkarır, Allah'ın izniyle de defeder. Şayet Hipokrat, Calinus veya başkası bu hastalık için bu ilacı tavsiye etseydi, doktorlar onu kabul eder ve tam olarak bilemezlerdi.

 

 

22- Sinek Düşen Yemeğin Islahı:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sinek düşen yemeği düzeltme Ve zehirli hayvanların zararlarını panzehirle defetme konusundaki tutumu şöyledir

 

Sahihayn'da Ebu Hureyre'den rivayete göre Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Birinizin kabına sinek düştüğünde, onu yemeğe iyice daldırAf Çünkü bir kanadında zehir, öbüründe ise panzehir vardır."

 

İbn Mace'nin Sünen'inde Ebu Said el-Hudri'den rivayete göre, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Sineğin bir kanadı zehir, öteki ise panzehirdir. Yemeğe düşünce onu iyice daldırın. Çünkü o önce zehirini, sonra panzehirini bırakır.

 

Bu hadiste iki durum sözkomısudur: a) Fıkhi durum, b) Tıbbi durum.

 

a) Fıkhı durum şudur: Bu hadis çok açık bir biçimde gösteriyor ki, sinek suda veya sulu bir nesnede öldüğünde, onu necis yapmaz. Bu, bilginlerin çoğunun görüşüdür, selef arasında buna aykırı görüşü olan bir kimse bilinmemektedir. Hükmün çıkarılış gerekçesi şöyledir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sineğin daldırılmasını emretmiştir. Bu, onu batırmakla olur. Bilindiği üzere sinek bundan dolayı ölür; özellikle de yemek sıcak olursa. Şayet suyu necis yapsaydı, yemeğin bozulduğunu söylerdi, halbuki yemeğin düzeltilmesini emretmiştir. Sonradan bu hüküm, karınca, eşek arısı, örümcek vb. sıvı nefsi olmayan canlılara da taşınmıştır. Çünkü hüküm, illetinin genel oluşu dolayısıyla genel, sebebinin bulunmayışı dolayısıyla ise kaldırılmış olur. Necis yapmanın gerekçesi ölümüyle hayvandaki birikmiş kan dolayısıyla olduğuna ve akıcı kanı bulunmayanlarda böyle bir durum bulunmadığına göre, illeti bulunmaması dolayısıyla necis yapma hükmü de bulunmaz.

 

Ölü kemiğinin necasetini benimsemeyen şöyle der: Madem ki bu, kendisinde rutubet, fazlalık ve yumuşaklık bulunmakla birlikte, tam bir hayvanda sabittir; öyleyse rutubetten, fazlalıklardan ve kan birikiminden uzak olan kemikte haydi haydi sabittir. Bu son derece kuvvetlidir, buna dönmek evladır.

 

İslam'da bu şekilde "akıcı nefsi bulunmayan" sözünü söyleyen ilk kişi İbrahim en-Nehai'dir, diğer fukaha ondan almıştır. Nefis, lügatte "kan" ile ifade edilir. "Kadın adet gördü ve doğurdu" ifadesinin Arapça'sında da "nefis" kelimesi zikredilir.

 

b) Tıbbi duruma gelince, Ebu Ubeyd şöyle diyor: "Daldırın" sözünün anlamı; zehir gibi "panzehirin de çıkması için batırın'* demektir. Suya batan iki adama "suya daldılar" denir.

 

Bil ki, Araplara göre sinekte, ısırmadan doğan ağrı ve şişmenin gösterdiği zehirli bir güç vardır, bu silah yerindedir. Kendisine acı veren bir şeye düşünce, kendisini silahıyla korur. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Allah'ın, sineğin öteki kanadına verdiği panzehirle karşılık vermeyi emretmiştir. Hepsi suya ve yemeğe batırılır. Zararlı ve yararlı madde karşılaşır, zararı ortadan kalkar. Bu, büyük tabiplerin ulaşamadığı bir tiptir. Hatta bu aslında nübüvvet nurunun dışındadır. Bununla birlikte bilgili, arif ve başarılı tabip bu ilacı kabul eder ve bunu getirenin, yaratıkların en mükemmeli olduğunu ve beşeri kuvvetin dışında ilahi vahiyle desteklendiğini ikrar eder.

 

Bir çok tıp adamı, eşek arısı ve akrebin soktuğu yere sinek sürülmesinin açık bir fayda verdiğini ve teskin ettiğini zikreder. Bu, kendisindeki panzehir bulunan madde dolayısıyladır. Kesilen sinek başlan göz kirpiğinde çıkan şişliğe sürülünce onu iyileştirir.

 

 

23- Sivilcelerin Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sivilcenin tedavisi konusuntaki tutumu şöyledir:

 

İbnü's-Sünni kitabında, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) eşlerinden birinin şöyle dediğini zikreder: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) benim yanıma geldi, parmağında bir sivilce vardı. "Yanında zerire (tutya) var mı?" diye sordu. "Evet" dedim. "Onu sivilcenin üstüne koy ve: 'Allah'ım! Sen büyüğü küçültür, küçüğü büyültürsün. Bende bulunanı küçült.' de." buyurdu.

 

Zerire (tutya); zerire kamışından elde edilen Hind ilacıdır. Sıcak ve kurudur. Mide, ciğer ve istiska şişliklerine fayda verir. Güzel kokusu dolayısıyla kalbe kuvvet verir. Sahihayn'da. Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Veda haccında ihrama girmeden önce ihramdan çıkması için Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendi ellerimle tutya sürdüm."

 

Sivilce, tabiatın attığı sıcak bir maddeden oluşan dişardaki küçük bir kısımdır. Vücudun dış kısmında çıkacağı bir yer edinir. Kendisini pişirecek ve çıkaracak şeye muhtaçtır. Zerire, bunu sağlayan şeylerden biridir. Çünkü onda güzel kokusu yanında, bu maddedeki ateşi soğutacak özellik de vardır. Kanun sahibi ibn Sina şöyle der: "Gül yağı ve sirkeyle ateşi yakmak için zerireden üstünü yoktur."

 

 

24- Açma ve Yarma Yoluyla Şişlik ve Çıbanların Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in açma ve yarma sonucunda iyileşen şişlik ve çıbanları tedavi konusundaki tutumu şöyledir:

 

Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet edilir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile birlikte sırtında bir şişkinlik olan bir hastayı ziyaret ettik. Şöyle dediler: "Ey Allah'ın elçisi! Bunda irin var." Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Onu yarınız." dedi. Çok geçmedi ki Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gözü önünde açildı.

 

Ebu Hureyre'den zikredildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir tabibe, karnında ağrı olan bir adamın karnını yarmasını emretti. "Ey Allah'ın elçisi! Tıb fayda verir mi?" dediklerinde, "Derdi indiren, dilediğine çaresini de indirir." buyurdu.

 

Şişkinlik {verem); üzerine yığılan tabii olmayan maddenin fazlalığı dolayısıyla organın dışında oluşan bir durumdur. Bütün hastalık çeşitlerinde bulunur. Oluştuğu maddeler, vücuttaki dört madde ile sıvı ve havadır. Şişkinlik toplanınca "çıban" adım alır. Her sıcak şişkinliğin durumu üç şeye doğru gelişir: Çözülme, irin toplanması veya sertliğe dönüşme. Şayet kuvvet güçlü ise, şişkinlik maddesini kaplar ve çözer. Bu, şişkinliğin vardığı en iyi durumdur. Bunun altında ise, madde pişer, onu beyaz irine dönüştürür, akacağf bir yer açar. Bundan da kötü ise, maddeyi pişmesi sağlam olmayan bir irine dönüştürür ve organda dışarı atacak bir yeri açamaz. Uzun süre kalırsa organın bozulmasından korkulur. Bu takdirde tabibin, yarma veya başka bir yolla organı bozan bu pis maddeyi dışarı atmasına ihtiyaç duyulur.

 

Yarmanın iki faydası vardır: 1) Bozucu pis maddenin dışarı çıkarılması, 2) Onu güçlendirecek başka bir maddenin toplanmasını engelleme.

 

İkinci hadisteki, "Bir tabibe, kamında ağrı olan bir adamın karnını yarmasını emretti" ifadesinde "ağrı = cevd'' sözünün çeşitli anlamlan vardır. Bunlardan biri, istiska hastalığının doğduğu karında oluşan bozulmuş sudur.

 

Bu maddenin çıkışı için yarılmasında tabipler görüş ayrılığına düşmüştür. Tehlikesi ve kurtulma şansının azlığı dolayısıyla bir grup buna izin vermemiştir. Bir grup ise izin verir ve şöyle der: Bundan başka tedavi yolu yoktur. Onlara göre bu, yalnızca tulum istiskasında sözkonusudur. Daha önce de geçtiği gibi istiska hastalığının üç çeşidi vardır: Davulumsu istiskada, karın havalı maddesiyle hava yapar, üstüne vurulunca davul sesi gibi bir ses duyulur. Etli istiska ise, kanla birlikte yayılan balgam maddesiyle bütün vücudun eti büyüyen istiskadır, bu birinciden daha zorludur. Tulum istiskası ise, karının alt kısmında hareket halinde tulumdaki su gibi ses duyulan pis maddenin toplandığı istiskadır. Doktorların çoğuna göre bu, istiskanın en kötüsüdür. Bir gruba göre, afetinin genelliği dolayısıyla etli istiska en kötüsüdür.

 

Tulum istiskasının tedavi yollarından biri. yarma sonunda bunun çıkarılmasıdır. Bu, bozuk kanın çıkarılması için damarların yarılıp kan alınması yerindedir. Ancak daha önce de geçtiği gibi tehlikelidir. Şayet bu hadis sabitse, yarılmasının caiz olduğuna delildir. Allah en iyi bilendir.

 

 

25- Hastalara Moral Verilmesi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gcnüllerini genişletmek ve kalblerini güçlendirmek suretiyle hastaları tedavi konusundaki tutumu şöyledir:

 

İbn Mace, Siinen'inde Ebu Said el-Hudri'den Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hastanın yanına girdiğinizde, ecel konusunda onu ferahlandırın. Çünkü bu hiçbir şeyi etkilemez. Hastanın gönlünü ferahlatır."

 

Bu hadiste, en üstün tedavi çeşitlerinden önemli bir tür vardır. Bu da, tabiatı güçlendiren, kuvvetin arttığı ve bol sıcaklığın doğduğu o sözün hastayı ferahlatacağını göstermektedir. Hasta böylelikle, hastalığı defetmeye veya doktorun etkileme gayesi olan hafifletmeye yardım alır.

 

Hastanın gönlünü ferahlatmanın, kalbini iyiliklerle ve içini sevinçle doldurmanın, hastalığının iyileşmesinde ve zayıflamasında şaşılacak bir etkisi vardır. Çünkü ruhlar ve kuvvetler, bununla güçlenir. Tabiat sıkıntı vereni defetmeye yardım alır. İnsanlar, sevdiklerinin ve değer verdiklerinin ziyaret etmesinden, görmesinden, onlarla konuşmasından dolayı pek çok hastanın iyileştiğini görmüştür. Bu, kendilerini ilgilendiren hasta ziyaretlerinin faydalarından biridir. Çünkü bunda dört fayda vardır: Birincisi hastayla ilgili, ikincisi ziyaretçiyle ilgili, üçüncüsü hastanın ailesiyle ilgili, dördüncüsü ise toplumla ilgilidir.

 

Daha önce de geçtiği gibi, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastaya şikayetini, kendini nasıl gördüğü ve canının istediğini sorardı. Elini alnına, bazan da göğsüne koyar, ona dua eder ve hastalığına fayda veren şeyi söylerdi. Bazan abdest alır ve suyundan hastanın üzerine serperdi. Kimi zaman da hastaya: "Ziyanı yok, inşaallah temizdir." derdi. Bu iyi davranma, tedavi ve davranış yollarındandır.

 

 

26- Hastalara Alışkın Oldukları İlaç ve Gıdalar Verilmesi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bedenleri alışkın olduktan ilaç ve g davisi konusundaki tutumu şöyledir:

 

Bu, tedavi yollarından önemli bir esas ve bu konuda yararlı şeylerdendir. Doktor bunda hata ederse, fayda verdiğini sanarak hastaya zarar verir. Bu yoldan, tıp kitaplarında gördüğü ilaca yalnızca cahil doktor döner. Çünkü ilaç ve gıdaların bedene elverişliliği, istidat ve kabulüne göredir. Bozkır halkı ve çiftçiler ve başkalarına nilüfer, taze veya kaynatılmış gül içmek fayda vermez, tabiatlarını etkilemez. Hatta şehirlilerin ve müreffeh halkın ilaçlarının çoğu bozkır halkına uygun gelmez. Tecrübe bunu göstermektedir. Zikrettiğimiz peygamberi ilacı inceleyen, hepsinin hastanın alışkanlığına, toprağına ve büyüdüğü yere uygun olduğunu görür. Bu, özenle uyulması gereken tedavi yollannın önemli bir esasıdır. Bunu büyük tipçılar da açıklamıştır. Arapların tabibi, hatta en üstün doktoru, kavmi içinde Hipokrat yerindeki Haris b. Kelede şöyle demiştir: "Perhiz, ilacın başıdır. Mide, hastalığın yuvasıdır. Her bedeni, alışkın olduğuna bakarak tedavi edin." Ondan nakledilen başka bir söz şöyledir: "Perhiz ilaçtır." Perhiz, vücudu yemekten alıkoymaktır, bununla açlığı kastediyor. Bütün toklukla ilgili hastalıkların tedavisinde en önemli ilaçlardandır. Tokluğun çokluğundan, maddelerin harekete geçmesinde hiddet ve şiddetinden endişe edilmezse, bu hastalıkların tedavisi konusunda boşaltıcı nesnelerden daha üstündür.

 

"Mide, hastalığın yuvasıdır." diyor. Mide, kabak şeklinde içi boş sinirle kaplı bir organdır, üç tabakadan oluşmuştur, etrafı etle lif diye isimlendirilen ince sinir uçlarından meydana gelmiştir. Tabakalardan birinin lifi boyuna, diğeri enine, üçüncüsü ise boşluktur. Midenin ağzı çoğunlukla sinir, dibi çoğunlukla etle kaplıdır, iç kısmı sünger gibidir. Karnın ortasında yer alır. Azıcık sağa meyillidir. Allah'ın ince bir hikmeti dolayısıyla bu şekilde yaratılmıştır. Mide, hastalığın yuvasıdır. Birinci sindirimin yeridir. Gıda burada pişer, daha sonra ciğere ve bağırsaklara iner, gıdanın çokluğu, kötülüğü, alınışındaki düzensizlik veya hepsinin birden bulunması dolayısıyla midede hazmedici kuvvetin tam sindiremediği fazlalıklar kalır. Bunların bir kısmından insan çoğunlukla kurtulamaz. Mide, işte bu yüzden hastalığın yuvasıdır. Haris b. Kelede, bu sözüyle, adeta az yemeye, arzularına uymaktan nefsi alıkoymaya ve fazlalıklardan korunmaya teşvik eder gibidir.

 

Alışkanlığa gelince; alışkanlık, insanın tabiatı gibidir. Bunun için şöyle denir: adet, ikinci tabiattır. O, bedendeki önemli bir kuvvettir. Bir durum, başka başka alışkanlıkları olan bedenlere kıyas edilince, her birine göre durumu -diğer yönlerde birlikleri olsa bile- farklıdır. Bunun örneği, gençlik çağında sıcak mizaçlı üç bedendir. Birincisi sıcak şeylere alıştırılmış, ikincisi soğuk şeylere alıştırılmış, üçüncüsü ise orta seviyede şeylere alıştırılmıştır. Birincisi bal kullandığında ona zarar vermez. İkincisi ne zaman kullanırsa kullansın, ona zarar verir. Üçüncüsü ise pek az zarar görür. adet, sağlığın korunmasında ve hastalıkların tedavisinde önemli bir esastır. Bu yüzden, Peygamberi tedavi, gıda ve ilaçların vb. nin kullanımında her bedene adetine göre davranmak şeklinde gelmiştir.

 

 

27- Hastalara En İyi Gıdanın Verilmesi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastayı alışkın olduğu gıdaların en iyisiyle besleme konusundaki tutumu şöyledir:

 

Sahihayn'da Urve - Hz. Aişe senediyle şu rivayet vardır: Hz. Aişe, ailesinden biri Ölür ve kadınlar başsağlığı için toplanırlar, sonra ailelerine dağılınca, bir çömlek içinde telbine bulamacı getirilmesini emrederdi. Bu pişirilirdi. Sonra tirid yapılır, üstüne bu bulamaç dökülürdü. Bundan sonra Hz. Aişe şöyle söylerdi: Ondan yeyin. Çünkü Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle dediğini işittim: "Telbine (un kepeği ile süt veya balın karıştırılması), hastanın kalbine ferahlık verir, bir kısım hüzün ve kederi giderir.

 

Sünen kitaplarında yine Hz. Aişe'den Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Size bu sevimsiz, ama yararlı telbineyi tavsiye ederim." Hz. Aişe şöyle demiştir: "Ailesinden birinin şikayeti olunca, ateşte telbine çömleği hasta kurtuluncaya veya ölünceye kadar kaynardı."

 

Yine Hz. Aişe'den şu rivayet edilir: Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Filanın ağrısı var, yemek yiyemiyor" denilince, "Size telbineyi tavsiye ederim. Ona bundan yedirin." derdi. Ayrıca "Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a and olsun ki, telbine, birinizin yüzündeki kiri yıkaması gibi karnınızı yıkar." buyururdu.

 

Telbine, süt kıvamında bir bulamaçtır. Adı da buradan gelir. Herevi şöyle der: "Beyazlığı ve inceliği dolayısıyla süte benzediğinden telbine (sütümsü) adını almıştır." Bu gıda, hastaya yarar sağlar. İnce ve pişkindir, kalın ve çiğ değildir. Telbinenin üstünlüğünü bilmek istersen, arpa suyuna benzetebilirsin, hatta telbine onlar için arpa suyudur. Çünkü telbine, kepekli arpa unundan edinilmiş bir bulamaçtır. Telbine ile arpa suyu arasındaki fark, arpa suyunun öğütülmeden, telbinenin öğütülerek pişirilmesidir. Telbine öğütmekle arpa özelliğinin çıkması dolayısıyla ondan daha üstündür. Daha Önce de geçtiği gibi, adetlerin ilaç ve gıdalardan yararlanmada etkisi vardır. Kavmin adeti, arpa suyunu öğütülmeden değil, öğütülerek edinmeleriydi. Bu daha besleyici, etkileyici ve yarayışlıdır. Çeşitli şehirlerin doktorları bunu, ince ve yumuşak olması, hastanın tabiatına ağır gelmemesi için öğütülmeden elde etmişlerdir.

 

Bu, şehir halklarının tabiatlarına, bolluklarına, öğütülmüş arpa suyunun onlara ağır gelişine göredir. Kısacası, öğütülmeden pişirilmiş arpa suyu çabucak nüfuz eder, ince bir gıda verir. Sıcak olarak içilince daha yarayışlı ve nüfuzlu olur, vücut sıcaklığını artırması daha fazladır, midenin etrafına yayılması daha uygun olur.

 

Hadisin Arapçasındaki "mecemme" ifadesi, "micemme" şeklinde de okunmuştur. Birincisi daha meşhurdur. Anlamı; ferahlatıcı, sakinleştirici demektir. "Bir kısım hüznü giderir." ifadesi, -Allah bilir- gam ve kederin mizacı soğutması, taşıyan ruhun menşei olan kalbe doğru meyletmesi dolayısıyla vücut sıcaklığım zayıflatması yüzünden söylenmiş olmalıdır. Bu bulamaç, maddesindeki artış dolayısıyla vücut sıcaklığını güçlendirir, ortaya çıkan pek çok gam ve kederi giderir.

 

Şöyle denir -ki doğruya yakını budur-: Ferahlık verici gıdalar cinsinden bir özelliği dolayısıyla bir kısım hüzünleri giderir. Çünkü gıdaların özelliği dolayısıyla ferahlatanı vardır. Allah en iyisini bilendir.

 

Şöyle de denir: Üzüntü duyanın kuvvetleri, organlarını saran kuruluk dolayısıyla zayıflar. Midesinin üstünde gıdayı azaltmak için bir özellik vardır. Bu bulamaç, onu rutubetlendirir, güçlendirir ve gıdalandınr. Aynısını hastanın gönlüne de yapar. Ancak hastanın midesinde çoğu kez acılı, balgamlı veya irinli bir madde vardır. Bu bulamaç, bu maddeyi mideden temizler, onu sürer, eritir ve şeklini değiştirir, onu ferahlatır, özellikle de arpa ekmeği yeme alışkanlığı olanları. Bu, o zamanki Medine halkının adetidir. En çok kullandıkları azık odur. Buğdayı çok severlerdi. En iyisini bilen Allah'tır.

 

 

28- Zehirlenmenin Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Hayber'de yahudilerden isabet eden zehiri tedavi konusundaki tumumu şöyledir:

 

Abdürrezzak, Ma'mer - Zühri - Abdurrahman b. Ka'b b. Malik senediyle şu rivayeti verir: Yahudi bir kadın Hayber'de kızartılmış bir koyunu Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hediye etti. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bu nedir?" diye sorunca, "Hediyedir." cevabım verdi Zekat koyunu olduğunu söylemekten çekindi, bu takdirde yemezdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ve sahabe bu koyundan yedi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Durun." dedi; kadına dönerek: "Bu koyuna zehir mi koydun?" deyince kadın, "Bunu kim söyledi?" cevabım verdi. Rasulullah eline alarak "Bu kemik, uyluk kemiği mi?" diye sorunca, "Evet" cevabını verdi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Niçin yaptın?" diye sordu. Kadın: "Yalancıysan insanların senden kurtulmasını istedim, Peygambersen bu sana zarar vermez." diye cevap verdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) omuzundan üç kez kan aldırdı. Ashabına da kan aldırmalarını emretti. Kan aldırdılar. Bir kısmı vefat etti.

 

Başka bir yoldan rivayete göre koyundan yemesi dolayısıyla hacamat yaptırdı. Ensar'dan, Beyadaoğullarının mevlası Ebu Hind, Rasulullah'a boynuz ve bıçakla hacamat yaptı. Bundan sonra üç yıl yaşadı, vefat ettiğindeki ağrısı da bu oldu. Şöyle buyurdu: "Son nefesimi verinceye kadar Hayber'de yediğim koyunun bu acısını hep hissettim." Musa b. Ukbe'nin belirttiğine göre, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şehid olarak vefat etmiştir.

 

Zehirin tedavisi, ya boşaltma veya nitelikleri ya da özellikleri dolayısıyla zehiri kaldıran ve iptal eden ilaçlarla olur. İlaç bulamayan, hemen külli bir boşaltma yapsın. En yararlısı da, hacamattır. Özellikle de bölge ve mevsim sıcak olursa, çünkü zehirli kuvvet kana karışır, damarlara ve kılcal damarlara girerek kalbe ulaşır. Bunun sonunda kişi yok olUr. Kan, zehiri kalbe ve organlara ulaştıran nesnedir. Zehirlenen acele eder ve kanı çıkarırsa, karışan bu zehirli nesne de onunla birlikte dışarı çıkar. Tam bir boşaltma olursa, gitmesi veya zayıflaması dolayısıyla zehir zarar vermez, tabiat ona karşı güçlenir, yaptığını iptal eder veya zayıflatır.

 

Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hacamat yaptırdığında, bunu omuzundan yaptırdı. Çünkü kalbe en yakın hacamat yeri orasıdır. Zehirli madde kanla birlikte tam olarak dışarıya çıkmaz, bilakis Allah'ın bütün üstünlük mertebelerini tamamlamasını murad etmesi dolayısıyla kanın zayıflığına rağmen zehirin eseri kalır. Allah şehidliği ona ikram etmek isteyince, Allah'ın yapılmasını kararlaştırdığı işin gerçekleşmesi için zehirin gizli tesiri açığa çıkar. Yüce Allah'ın yahudi düşmanlarıyla ilgili sözlerinin sırrı da ortaya çıkar: "Size bir peygamber nefsinizin hoşlanmadığı bir. şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmını yalancı sayıp, bir kısmını öldürür müsünüz? "[Bakara 87] "Yalancı sayıp" şeklinde, olmuş ve gerçekleşmiş durumu anlatan geçmiş zaman sözüyle ifade edilmiştir. "Öldürür müsünüz?" ise, olması beklenen gelecek zaman sözüyledir. Allah en iyisini bilir.

 

 

29- Büyü ve Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yahudilerin yaptığı büyülerin tedavisi konusundaki tutumu şöyledir:

 

Bir grup, bunu kabul etmemiş ve "O'na karşı böyle bir şey caiz değildir." demişlerdir. Bunu eksiklik ve kusur saymışlardır. Durum onların sandığı gibi değildir. Bilakis bu, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) karşılaştığı ağrı ve hastalıklardan biridir. Bununla, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zehirlenmesi arasında bir fark yoktur. Sahihayn'da. Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Rasulullah'a öyle bir sihir yapıldı ki, yapmadığı halde kendisine kadınlarla birleştiği hayali gelirdi. Bu, sihrin en kötü şeklidir."

 

Kadı Iyaz der ki: "Sihir, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de tutulduğu bir hastalık ve arızadır. Tıpkı reddedilemeyen diğer hastalıklar gibi. Bu, onun Peygamberliğine bir zarar vermez. Yapmadığı halde bir şeyi yapar gösterilmesine gelince, korunduğuna dair delil ve icma bulunduğundan dolayı doğruluğunu zedeleyecek bir şey yoktur. Bu, kendisi sebebiyle gönderilmediği ve bu yüzden üstün kümmadığı dünya işiyle ilgili olarak caizdir. Peygamber, diğer insanlar gibi afete uğrayabilir. Peygamberlikle ilgili bir işte gerçeği olmayan bir durumun hayali gelmesi, sonra düzelmesi imkansızdır."

 

Maksat, bu hastalığın tedavisi konusundaki tutumunu göstermemizdir. Bu konuda O'nun iki çeşit tedavisi vardır:

 

1) Çıkarması ve iptali. Bu daha üstünüdür. Nitekim Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu konuda Rabbına dilekte bulunmuş, Allah da ona yolu göstermiştir. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bu sihri kuyudan çıkarmıştır. Sihir, bir tarak, saç veya sakal kılı, erkek hurma çiçeği örtüsü idi. Sihiri çıkarınca, büyüsü gitti, sanki bağından kurtulmuş gibi oldu. Bu, hastanın en iyi tedavi yollarından biridir. Tıpkı, pis maddenin vücuttan giderilmesi ve atılması gibidir.

 

2) Sihir eziyetinin ulaştığı yeri boşaltma. Çünkü sinirin tabiatta, maddelerinin hareketinde ve mizacının bozulmasında etkisi vardır. Bir organda etkisi görülür ve pis maddenin bu organdan boşaltılması mümkünse, gerçekten fayda verir.

 

Ebu Ubeyd, Garibu'l-Hadis'ts Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan şu rivayeti verir: ''Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) büyü yapılınca başından boynuzla hacamat yaptırdı."

 

Bilgisi az olanlara bu biraz karışık gelmiş ve şöyle demişlerdir: "Hacamat nerede, sihir nerede; bu hastalıkla, bu ilaç arasında ne gibi bir alaka var?" Şayet bu ilacı Hipokrat, ibn Sina veya başkaları söyleseydi, kabul ve teslimiyetle benimserdiler. Halbuki bu ilacı, bilgisi ve faziletinden şüphe bulunmayan söylemiştir.

 

Bil ki, Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yapılan sihir, kafasının bir kuvvetine, bir şeyi yapmadığı halde yaptığı hayali gelecek şekilde ulaştı. Bu, büyü yapanın tabiatta ve kan maddesindeki bir tasarrufudur ki bu madde kanına galip gelip, mizacının asli tabiatını değiştirir.

 

Büyü, pis ruhların etkileri ile tabii kuvvetlerin tepkisinden oluşur. Bu, en şiddetli büyülerdendir, özellikle de büyünün ulaştığı yerde. Büyünün fiillerinden zarar gören bu yere hacamat yapılması, uygun şekilde olursa en yararlı tedavi çeşitlerindendir.

 

Hipokrat der ki: ''Boşaltılması gereken şeyler, meyili olduğu yerlerden, boşaltılmasına uygun şeylerle çıkartılmalıdır."

 

Bir grup insan şöyle der: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hastalığa tutulunca -ki bir şeyi yapmadığı halde yaptığı hayali gelirdi-, bunu dimağ tarafına meyletmiş, karnına galip gelip mizacının tabii durumunu kaldırmış kan meddesinden veya başkasından sanırdı. Bu sırada hacamat yapılması, en iyi ilaçlardan ve tedavi yollarındandır. O da hacamat yaptırdı. Bu, hastalığının sihir olduğunun vahyedilmesinden öncedir. Yüce Allah'tan O'na vahiy gelince ve büyü yapıldığı haber verilince, gerçek ilaca başvurdu, ki bu da sihirin çıkartılması ve iptalidir. Allah'tan dilekte bulundu, Allah O'na yerini gösterdi, büyüyü çıkardı, sanki bağından kurtulmuş gibi oldu. Bu büyü, vücudunda ve dış organlanndaydı, aklında ve kalbinde değildi. Bu yüzden, kadınlarla birleşme yaptığı hayalinin doğruluğuna inanmazdı. Bilakis, bunun gerçeği olmayan bir hayal olduğunu bilirdi. Böylesi, bazı hastalıklardan da ortaya çıkabilir! Allah en iyisini bilir.

 

Büyünün en etkili tedavi yollarından biri, ilahi ilaçlardır. Hatta bizzat yararlı ilaçları bunlardır. Çünkü büyü, pis ve süfli ruhların etkilerindendir. Etkisinin defedilmesi, kendisine zıt ve aykırı zikir, ayet, fiil ve etkisini iptal eden dualarla olur, çok güçlü ve şiddetli olursa, etkili bir okuma (nuşre) omr. Bu, malzemesi ve silahı bulunan iki ordunun karşılaşması gibidir. Galip gelen, ötekini kahreder ve hakimiyeti alır. Kalb, Allah'ın zikriyle doluysa, yakarış, dua, zikir ve sığınmaları vird edinip özü sözüne uygunsa, bu, sihirin etkisini engelleyen en önemli sebeplerden ve başa geldikten sonra da en iyi tedavi yollarındandır.

 

Büyücülere göre, büyülerinin etkisi, ancak zayıf tepkili kalblerde ve süfliyata bağlı şehvani nefislerde tam olur. Bu yüzden çoğunlukla kadınlarda, çocuklarda, cahillerde, göçebelerde ve dinden, tevekkülden, tevhidden nasibi zayıf olanlar ile ilahi virdler, dualar ve nebevi sığınmalardan nasibi olmayanlarda etkisini gösterir.

 

Kısacası büyünün etkisi, süfliyata meyilli zayıf tepkili kalblerde daha fazladır. Şöyle denilir: Büyülü, kendisine nazar değdirendir. Çünkü kalbinin kendisine çok fazla yönelmiş bir şeye bağlı olduğunu görürüz. Kalbine meyil ve yönelişi olan tasallut eder. Habis ruhlar, ancak bu habis ruhlara meyli olması, ve ilahi kuvveti bulunmaması ve ona karşı savaşacak hazırlığı olmaması dolayısıyla tasallut için hazır bulduğu ruhlara tasallut eder. Onları hazırlıksız ve uygun düşene meyli bulunmuş olarak yakalar, tasallut eder, sihir ve başkasıyla etkisine imkan bulur. Allah en iyisini bilir.

 

 

30- Kusarak Boşaltma:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kusarak boşaltma konusundaki tutumu şöyledir:

 

Tirmizi, Cami'inde Mi'dan b. Ebi Talha - Ebu'd-Derda senediyle, şunu rivayet eder: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kustu ve hemen sonra abdest aldı. Sevban'i Dımaşk camiinde gördüm. Bunu ona anlattım. Dedi ki: "Doğru söyledin. Abdest suyunu ben dökmüştüm." Tirmizi şöyle der: "Bu, konuyla ilgili en sahih rivayettir."

 

Kusma, boşaltmanın temeli olan beş boşaltmadan biridir. Bunlar; ishal, kusma, kan çıkarma, buhar ve terin çıkması. Hepsi de sünnette geçmiştir.

 

ishal, "Tedavi olduğunuz en iyi şey müshildir." hadisinde yer alır. Başka, bir hadiste "sinamekidir" ifadesi bulunmaktadır.

 

Kanın çıkarılması, hacamat hadislerinde geçti. Buharların boşaltılmasını, inşaallah bu fasıldan sonra zikredeceğim.

 

Terin boşaltılması, çoğunlukla kasden olur, hatta tabiatın onu vücudun dış kısmına itmesi, deri deliklerini açık bularak oradan çıkmasıyla olur.

 

Kusma, midenin üst kısmından, hukne (lavman) ise alt kısmından boşaltmadır. İlaç, midenin üst ve ait kısmındandır. Kusma iki çeşittir: 1) Zoraki olan, 2) İsteyerek olan. Birincisinin tutulması ve defedilmesi ancak az olduğunda ve teleften korkulduğunda mümkündür; önleyen şeylerle kesilebilir, ikincisi, zamanı ve zikredilen şartlan gözetildiğinde ihtiyaç durumunda en yararhsıdır.

 

Kusmanın on sebebi vardır:

 

1) Sarı acılı suyun üstün gelmesi ve midenin tepesine çakıp yükselmeyi gerektirmesi.

 

2) Midede hareket eden ve dışarı çıkma ihtiyacı duyan yapışkan balgamın galip gelmesi.

 

3) Bizzat midenin zaafından olması; yemeği hazmedemez, onu üst tarafa atar.

 

4) Hazmını kötüleştiren ve yaptığını zayıflatan kötü bir maddenin karışması.

 

5) Midenin tahammül edebileceği yiyecek ve içeceğin aşılması, bunu tutamayıp, defetme ve atmayı gerektirmesi.

 

6) Yenilen ve içilenin mideye uygun olmayışı, ondan hoşlanmayışı, defetme ve atmayı gerektirmesi.

 

7) Yemeğin şeklini ve tabiatını etkileyen bir şeyin meydana gelmesi ve onu atması.

 

8) Bulantı; iç bulantısı ve kusmayı doğurur.

 

9) Şiddetli üzüntü, gam, keder, tabiatın ve tabii güçlerin çoğunlukla bunlarla meşgul olması gibi psikolojik arızalar. Bunlar sonucunda tabiat bedeni idareye, gıdayı düzeltmeye, olgunlaştırmaya ve hazmetmeye çalışır, mide onu dışan atar. Bazan da iç sıkıntısı durumunda maddelerin hareketinden dolayı olur. Çünkü beden ve nefis, sahibine tepki gösterir ve şekline etki eder.

 

10) Tabiatın kusan birini görerek kusacağı gelmesi. İstemeksizin kusma durumu galip gelir. Çünkü tabiat dışarıdaki durumu hemen kendine taşıyıcı bir özelliğe sahiptir.

 

Uzman tabiplerden biri bana şunu anlattı: Sürme çekmekte uzmanlaşmış bir yeğenim (kızkardeşimin oğlu) vardı. Sürme için oturduğunda, adamın gözünü açıp, göz ağrısını gördüğünde ve sürme yaptığında, onun da gözü ağrıdı; bu defalarca tekrar etti. Bunun üzerine sürmeciliği bıraktı. "Bunun sebebi nedir?" diye sorduğumda, "Tabiatın taşıyıcılığı, çünkü o taşıcıdır." cevabını verdi. Başka bir tanıdığım ise, bir adamın herhangi bir yerindeki sivilceyi kaşıdığını görünce, o da aynı yeri kaşır ve içinden bir şeyler çıkardı. Ben derim ki: Bütün bunlar için tabiatın böyle bir durumu kabule hazır olması gerekir. Bu durumda madde hareketsiz ve sakin olur, belirttiğimiz bu sebeplerden biri dolayısıyla harekete geçer. Ama bunlar, arızanın gerektiricisi değil, maddenin haraketine sebeptirler, i

 

Maddeler sıcak bölgelerde ve sıcak zamanlarda inceldiğine ve yukarıya çekildiğine göre, bunlarda kusma daha yalrarlıdır.

 

Soğuk bölgelerde ve soğuk zamanlarda kalınlaşır ve yukarıya ç zorlaştığına göre, ishal yoluyla boşaltılması daha yararlıdır.

 

Maddelerin giderilmesi ve defedilmesi çekme ve boşaltma yoluyla olur. Çekme en uzak, boşaltma en yakın yoldur. İkisi arasındaki fark şudur: Madde, dökülme veya yükselmeye henüz istikrar bulmamış biçimde bir etken olduğunda, çekilmeye muhtaçtır. Şayet yükselmekteyse aşağıdan, dökülmüşse yukarıdan çekilir. Ama yerinde istikrar bulursa, en yakın yoldan boşaltılır. Madde üst organlara zarar verince aşağıdan, alt organlara zarar verince yukarıdan çekilir, istikrar bulursa, en yakın yerden boşaltılır. Bu yüzden Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bazan omuzundan, bazan başından, bazan da ayağının dışından hacamat yaptırdı. Sıkıntı veren kan maddesini en yakın yerden boşaltırdı. Allah en iyisini bilir.

 

Kusma, mideyi temizler ve güçlendirir, görmeyi keskinleştirir, baş ağırlığını giderir, böbrek yaralarına, mesaneye, cüzzam ve istiskaya, felç ve titreme gibi müzmin hastalıklara faydalı olur, hayvanların dışkı bozukluğuna fayda verir.

 

Sağlıklıların bunu, birincinin eksik yaptığım, ikincinin telafi etmesi ve bu sebeple toplanan fazlalıkları temizlemek için, sıra gözetmeksizin ayda peşpeşe iki kere yapması gerekir. Çok kusma, mideye zarar verir ve fazlalıkları kabul etmesini sağlar, dişlere, göze ve kulağa zararlı olur, bazan damar çatlamasına sebep olur. Boğazında şişliği, göğsünde zaafı, boynu ince, kanamaya hazır olanın veya hemen kusamayanm bundan kaçınması gerekir.

 

Birçokları kusmayı, kötü bir şekilde yapar. Bu şekilde, yani mideyi yemekle doldurup sonra dışan atmakta birçok afet vardır. İhtiyarlığı çabuklaştırır, kötü hastalıklara sebep olur, kusma alışkanlığı yaratır. Rutubetli iç organlar ve karın zayıflığı veya kusanın zayıf oluşunda kusmak tehlikelidir.

 

En iyi vakti kış ve sonbahar değil, yaz ve ilkbahardır. Kusma durumunda, gözleri yummak, karnı bağlamak ve boşalınca yüzü soğuk suyla yıkamak, hemen ardından biraz mustaka (çam sakızı) suyuyla birlikte elma suyu içmek gerekir. Gül suyu çok fayda verir.

 

Kusma, midenin üst tarafından boşaltır, alt tarafından çeker. İshal ise tam tersidir.

 

Hipokrat der ki: "Boşaltma, ilaçla olmaktan çok, yazın üst taraftan, kışın alt taraftan olmalıdır."

 

 

31- Doktor Seçimi ve Ehliyet:

 

a) İyi Doktora Tedavi Olmak:

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) daha iyi doktorun tedavisini tavsiye ederdi.

 

Malik, Muvatta'mda Zeyd b. Eslem'den şunu rivayet eder: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zamanında bir adamın yarası çıkmıştı. Yara kan toplamıştı. Adam Enmaroğullarından iki kişiyi çağırdı. Yaraya baktılar. Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendilerine şöyle buyurduğu ileri sürülmüştür: "Hanginiz daha iyi doktor?" Adamın biri dedi ki: "Tıpta hayır var mı, ey Allah'ın elçisi?" Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu cevabı verdi: "Derdi indiren, devasını da indirmiştir."

 

Bu hadise göre, her ilim ve sanatta o konudaki en iyiden yardım istemek gerekir. Çünkü isabetli davranışa bu daha yakındır.

 

Fetva isteyenler de daha bilgililerden yardım almalıdır. Çünkü böyleleri daha ait mertebede olanlara göre isabet etmeye daha yakındır.

 

Kıbleyi belirleyemeyen de, kendisinden daha iyi bileni taklit eder. Allah kullarını bu şekilde yaratmıştır. Kara veya denizde yolculuk yapan da, delillerin en iyi ve doğrusuna göre sükun ve emniyet bulur, ona yönelir ve dayanır. Şeriat, fıtrat ve akıl bu konularda ittifak etmiştir.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Derdi indiren, devasını da indirmiştir." sözü gibi pek çok hadisi vardır. Amr b. Dinar - Hilal b. Yesaf senediyle rivayet edilen hadis böyledir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir hasta ziyaretine gitti. "Bir doktoru çağırın." buyurdu. İçlerinden biri: "Bunu sen mi söylüyorsun, ey Allah'ın elçisi?" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Evet, Allah indirdiği her derde, deva da indirmiştir." buyurdu.

 

Buhari ve Müslim'in Su/i/Tı'lerinde Ebu Hureyre'den merfu olarak şu hadis vardır: "Allah her indirdiği derde, deva da vermiştir." Bu ve başka hadisler daha önce geçti.

 

"Derdi ve devayı indirdi" sözünün anlamında ihtilaf edilmiştir. Bir grup şöyle der: İndirilmesi, kullara haber verilmesidir. Bu da bir şey değildir. Çünkü Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "indirdi" diyerek, umumi biçimde derdi ve devayı haber vermiştir. İnsanların çoğu bunu bilmez. Bunun için şöyle denmiştir: "Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez."

 

Bir grup şöyle diyor: Dert ve devanın indirilmesi, yaratılması ve yeryüzüne konulmasıdır. Nitekim başka bir hadis şöyledir: "Hiçbir dert yoktur ki Allah onun devasını koymasın." Bu her ne kadar birinciden daha yakınsa da, "indirme" sözü, "yaratma" ve "koyma"dan daha özeldir. Gerektiren bir durum olmaksızın sözün özel oluşunu gözardı etmemek gerekir.

 

Bir grup şöyle der: Dert ve devanın indirilmesi, derdi, devayı vs. yi yaratma işinde görevli melekler vasıtasıyladır. Çünkü melekler bu dünyanın işiyle, ana rahmine düşüşünden ölümüne kadar insan türünün işiyle görevlidir. Dert ve deva, meleklerle indirilir. Bu, diğer iki yaklaşımdan daha iyidir.

 

Bir grup şöyle der: Dert ve devaların çoğu, gıdaların, azıkların, İlaçların ve hastalıkların (bütün bunların araçları, sebepleri ve tamamlayıcılannın) doğduğu gökyüzünden inen yağmur vasıtasıyla elde edilir. Üstün madenlerden olanlar, dağlardan iner. Vadilerden, nehirlerden ve meyvalardan inenler de tağlib (üstün olana göre hüküm verme) ve iki fiil yerine, ikisini de içeren bir fiille yetinme kaidesince £u söze dahildir. Bu Arapça'da, hatta diğer milletlerde bilinen bir husustur. Nitekim şair şöyle der:

 

''Onu saman ve soğuk suyla besledim, gözleri çökük oldu."

 

Başka biri şöyle der:

 

"Kocanın kılıcım ve okunu kuşandığını gördüm." Bir diğeri şöyle der: "Şarkıcılar bir gün görüldüklerinde ve kaşlarını ve gözlerini hilal gibi yapınca..."

 

Bu, diğer açıklama biçimlerinden daha iyidir. Allah en iyisini bilir.

 

Bu, Yüce Allah'ın hikmeti ve rablığının tamamındandır. Çünkü O, kullarını dertlerle sınadığı gibi, sevindirdiği devalarıyla da onlara yardım eder. Günahlarla, onları sınadığı gibi tevbe, yokedici iyilikler ve keffaret olan musibetler ile onlara yardım eder. Şeytanların habis ruhlarıyla sınadığı gibi, iyi ruhlardan bin orduyla, meleklerle onlara yardım eder. Arzu ve şehvetlerle sınadığı gibi, faydalı ve leziz nesnelerden şer'an ve miktar olarak sevindirecek olanlarla giderilmesine de yardım eder. Hiçbir sınama yoktur ki Allah bu belaya karşı yardım alacakları bir şeyi vermesin. Bunu bilme konusundaki farklılık devam eder. Bilgi, meydana gelmesi ve ona ulaşmakla olur. Allah en iyisini bilir.

 

 

b) Doktorların Sorumluluğu:

 

Ebu Davud, Nesai ve İbn Mace, Amr b. Şu'ayb - babası - dedesi senediyle şunu rivayet ederler: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Daha önce tıbbı bilmediği halde doktorluk yapan, tazminatını öder."

 

Bu hadiste üç durum bulunmaktadır: I) Sözlükle ilgili durum, 2) Fikhi durum, 3) Tıbbi durum.

 

Sözlükle ilgili durum şudur: Arap dilinde "üb" çeşitli manalara gelir. Düzeltme anlamı vardır: Bir şeyi düzelttim anlamına: "Tabbebtuhu", iyi ve siyasi davrandı anlamına: "Lehu tıbbun bi'l-umur" denir. Şair şöyle diyor:

 

'Temim'in durumu değişince, isabetli görüşünle onların iyi idarecisi olursun.

 

"Tıb"bın bir başka anlamı, "uzmanlık"tır. Cevheri şöyle diyor: "Araplara göre her uzman kişi, tabiptir.'* Ebu Ubeyd ise şöyle diyor: "Tıbbın aslı, eşyayı iy bilmek ve maharettir. Böyle olan kişiye 'tıbb' ve 'tabib' denir; hastanın tedavisi dışında da olsa bu böyledir." Başkası deriki: "Tabib adam", yani mahir kişi demektir. Mahareti ve bilgisi dolayısıyla "tabib" diye isimlendirilmiştir. Alkame şöyle diyor:

 

"Bana kadınları sorarlarsa, ben kadınların dertlerini en iyi bilenim.

 

Kişinin saçları ağarınca veya malı azahnca, kadın sevgisinden nasibi kalmaz. "

 

Antere şöyle diyor:

 

"Zırhlı atlıları avlamaktan aciz değilken, senin gibi yüzünü kapatmışı avlamaktan nasıl aciz olurum?"

 

"Tıb"bın bir başka anlamı "adet"tir. "Bu benim tıbbim (adetim) değildir." denir. Ferve b. Museyk şöyle diyor:

 

"Adetimiz korkaklık değildir. Bilakis, hülyalarımız ve başkalarını felaketidir.

 

Ahmed b. Huseyn el-Mütenebbi şöyle diyor: "Büyüklük adetim değil, ama cahili ve akıllılık taslayanı sevmem."

 

"Tıb"bm bir anlamı da "büyü"dür. "Matbub (büyülü) adam" denir. Sahih'te Aişe (r. anha) hadisinde şu yer alır: Yahudiler Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) büyü yapınca ve biri, başına, diğeri ayaklarına iki melek oturunca biri diğerine şöyle dedi: "Adamın durumu nedir?" Diğeri: "Büyülü (matbub)" dedi. "Kim büyülemiş?" diye sorunca, "Filan yahudi" cevabını verdi.

 

Ebu Ubeyd şöyle diyor: Büyülü kişiye "matbub" demeleri, "tıb"bı sihirden kinaye yapmalarıdır; tıpkı sokulmadan kinaye yapmaları gibi. İyiliğini umarak "selim = sağlam" derler. Aynı şekilde su bulunmayan helak edici çölle de kinaye yaparlar. Bizzat dert için de "tıb" denir. ibn Ebi'l-Eslet der ki:

 

"Hassan'a benim durumumu kim haber verecek, Derdin büyü müdür, akıl hastalığı mıdır?"

 

Hamaset şiiri ise şöyledir: "Şayet büyülüysen, böylece kalırsın. Hastaysan iyileşen yoktur. "

 

Kullandığı "matbub" kelimesiyle büyülü kişiyi, "meshur" kelimesiyle de "hastalığa yakalanmış" kişiyi kasteder.

 

Cevheri şöyle diyor: Hastaya "meşhur" denir. Sonra beyti verir. Manası şudur: Şayet senden ve sevginden başıma bir şey gelirse, Allah'tan devamını isterim, zevalini istemem, bu ister büyü, isterse hastalık olsun.

 

"Tıb" kelimesi üç şekilde okunur. Üstünlü (tab) olursa, işleri iyi bilen demektir, tabib için "tabb" da denir. "Tıb", tabibin işidir. "Tub", bir yer ismidir. İbnü's-Seyyid böyle demiştir. Şu beyti verir:

 

"Dedim ki: Kervanınızla suyu güzel Tub'ta mı konakladınız?*'

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Kim doktorluk taslarsa" sözünü kullanmış, "doktorluk yaparsa" dememiştir. Çünkü "tefa'ul" babında bir şeyi zorlamak ve onu güçlük ve ve zorlukla yapmak, ehli olmamak anlamı vardır. Zorlanmayı bu vezinle kurmuşlardır. Şair şöyle der:

 

"Kays Aylan'a ve Kays'hlık taslayana."

 

Şer'i durum, cahil doktorun tazminat ödemesi gerektiğidir. Tıb ilmine ve uygulamasına önceden bir bilgisi olmadan girişirse, bilgisizlİğiyle canları telef etmeye girişmiş, ihmalkarlığıyİa bilmediğine atılmıştır. Böylelikle hastayı aldatmış olur. Bu yüzden de tazminat ödemesi gerekir. Bu hüküm, ilim ehlinin bir icmaıdır.

 

Hattabi şöyle diyor: Tedavi eden kimse kusurlu davranır da hasta telef olursa, tazminat ödeyeceğinde ihtilaf bilmiyorum. Bilinmeyen her hangi bir ilim veya uygulamayı yapan, kusurlu davranmıştır. Fiilinden dolayı telef durumu ortaya çıkarsa, diyeti öder, kısas yapılmaz. Çünkü, hastanın izni olmaksızın tek başına bu işi yapmamaktadır. Doktor taslağının diyeti, fukahanın çoğunluğuna göre akilesine (akrabasına) aittir.

 

Ben derim ki: Bu durum beş kısımdır:

 

1) Sanatının hakkını veren ve eliyle suç işlemeyen uzman doktor: Sari' veya tedavi ettiği kişi tarafından izinli fiilinden dolayı bir organın veya canın telef olması, yahut sıfatının kaybolması durumunda, ittifakla tazminat ödemesi gerekmez. Çünkü bu bir kusurlu davranıştır, ama bu konuda izinlidir. Bu tıpkı, yaşı sünnete uygun bir çocuğu zamanında sünnet edip, hakkını verdikten sonra, organ veya çocuk yok olunca tazminat ödememesi gibidir. Tıpkı, insana veya bir başkasına gerektiğinde uygun şekilde ve vaktinde operasyon yapınca, bundan dolayı yok olursa tazminat ödememesi gibi. Sebebinde failin kusurlu davranmadığı her izinli kusurlu davranış (sirayet) böyledir. Haddin ittifakla sirayeti, tazminat gerekmesinde Ebu Hanife'nin aksine cumhura göre kısasın sirayeti, Ebu Hanife ve Şafii'nin aksine ta'zirin, kocanın karısını, öğretmenin öğrenciyi, kiracının hayvanı dövmesinin sirayeti gibidir. Şafii, hayvanı dövmeyi istisna etmiştir.

 

Bu konudaki ittifaklı ve ihtilaflı kaide şudur: Suçun sirayeti, ittifakla tazminat konusudur. Vacibin sirayeti, ittifakla düşürülmüştür. İkisi arasındakiler ihtilaflıdır. Ebu Hanife, mutlak olarak tazminatı vacip kılmış; Ahmed ve Malik tazminatı düşürmüş, Şafii mukadder olandan tazminatı düşürmüş, gayru'l-mukadderde vacip' kılmıştır. Ebu Hanife, fiilde iznin, selametle şartlı olduğuna, Ahmed ve Malik, iznin tazminatı düşürdüğüne, Şafii ise mukadderde noksanın olmayacağına, bunun nas yerinde olduğuna, ta'zir, te'dib gibi gayru'l-mukadder'in ictihadi olduğuna, bunun sonucu telef olursa tazminat ödeyeceğine, çünkü bunun kusurlu olduğu zanm verdiğine bakmıştır.

 

2) Tedavi ettiğini doğrudan tedavi eden ve bunun sonucu telefe sebep olan bilgisiz doktor taslağı: Bu durumda, ölen, doktor taslağının bilgisiz bir cahil olduğunu bilip de tedavisine izin vermişse tazminat ödemez. Bu şekil, hadisin zahirine aykırı değildir. Çünkü siyak ve sözün gücü, doktor taslağının hastayı aldattığını ve öyle olmadığı halde ona tabip olduğu vtehmini verdiğini gösterir. Hasta onun doktor olduğunu sanır ve bu bilgisi dolayısıyla tedavisine izin verifse, tabip elinin işlediği cinayeti tazmin eder. Kullanacağı bir ilacı öğütleyince de durum böyledir. Hasta onun bu ilacı bilerek öğütlediğini sanır ve telef olursa, tazminatını öder. Hadis bu konuda zahir veya sarihtir.

 

3) İzin verilmiş ve sanatın hakkını veren, ama eli hata yapan ve sağlam bir organın telef olması kusurunu işleyen uzman doktor: Sünnetçinin eli kertiğe kadar giderse, tazminat öder. Çünkü hataen işlenmiş bir cinayettir. Şayet üçte bir veya daha fazla ise, akilesine aittir. akile yoksa, diyet kendi malından mı, beytülmaiden mi ödenir konusunda iki görüş vardır. Bunların her ikisi de Ahmed b. HanbePden rivayet edilir. Şöyle denir: Tabip zimmi ise malından ödenir. Müslüman ise, bu konuda iki rivayet vardır. Şayet beytülmal yoksa veya yüklenmesi imkansızsa, diyet düşer mi, yoksa cinayeti işleyenin malına mı gerekir konusunda iki açıklama şekli vardır. Daha meşhuru, düşeceğidir.

 

4) Sanatını iyi bilen uzman doktor: Konuyu inceler, hastaya bir ilaç öğütler ve yanlış bir karar vererek, hasta ölürse, bu konuda iki görüş çıkarılabilir: a) Hastanın diyeti beytülmal tarafından ödenir, b) Diyet doktorun akilesine attir. İmam Ahmed b. Hanbel, imamın ve hakimin hatası konusunda her ikisini de belirtmiştir.

 

5) Sanatının hakkını veren uzman doktor: Bir adam veya çocuğun izni olmaksızın veya velisinin izniyle delinin vücudundan fazlalık bir parçayı keser ya da velisinin izni olmaksızın bir çocuğu sünnet eder, bunun sonucunda telef olursa, Hanbeli mezhebimize mensup olanlar tazminatını ödeyeceği görüşünü benimser. Çünkü izinsiz bir fiilden ortaya çıkmıştır. Buluğa ermiş biri veya çocuk ve delinin velisi izin vermişse, tazminat ödemez. Mutlak olarak tazminat ödememesi ihtimali vardır, çünkü iyilik yapmıştır, iyilik yapmanın da bir tek yolu yoktur. Aynı şekilde, eğer, kusurluysa, tazminatı düşürme konusunda velinin izninin bir etkisi yoktur. Kusurlu değilse, tazminatının açıklaması yoktur. Şöyle bir itiraz yapılabilir: İznin olmadığında kusurlu, izin olduğunda kusursuzdur. Buna şu cevap verilir: Kusur veya kusursuzluk, fiilinin bizzat kendisiyle ilgilidir. iznin varlığının veya yokluğunun bu konuda bir etkisi yoktur. Bu düşünmeye değer bir konudur.

 

 

c) Tabib Terimi:

 

Bu hadiste geçen "tabib" terimi -tedavi ettiği ister hayvan, ister insan olsun-; doktoru (tabai), sürmeciyi (kahhal), operatörü (cerra'ihi), sünnetçiyi (hatin), kan alıcıyı (fasıd), hacamatçıyı (haccam), sargıcıyı (mucebbir), dağlayıcıyı (kevvat), lavmancıyı (hakin) içerir. "Tabib" terimi, daha önce geçtiği gibi, sözlük açısından tümü için kullanılır. İnsanların, bazılarına özel isim' vermesi sonraki bir adettir. Sözgelimi, "hayvan" (dabbe) terimini her kavmin belli bir tür için kullanması gibi.

 

 

d) Doktorun Ehliyeti:

 

Uzman doktor (tabib-i hazık), tedavisinde yirmi durumu göze tordur:

 

1- Hastalığın türüne bakıp, hangi sınıfa girdiğini incelemek.

 

2- Sebebine bakıp, neden ortaya çıktığını, etkili sebebini belirlemek.

 

3- Hastanın gücünü incelemek, hastalığa dirençli olup olmadığını belirlemek. Şayet dirençli ve yenebilecek durumda ise, hastalığıyla mücadele etmek üzere ikisini başbaşa bırakır. Sakin durumda olanı ilaçla tahrik etmez.

 

4- Vücudun tabii mizacını belirlemek.

5- Tabii olmayan bir şekilde ortaya çıkan mizacını belirlemek.

6- Hastanın yaşı.

7- Hastanın alışkanlığı.

8- Mevsimin şu andaki durumu ve uyulması gerekli özellikleri.

9- Hastanın memleketi ve yaşadığı toprak parçası.

10- Hastalık sırasında havanın durumu.

11- Sözkonusu hastalığa panzehir ilacı belirlemek.

 

12- İlacın kuvveti ve derecesini incelemek, bu durumla hastanın gücünü mukayese etmek.

 

13- Bütün hedefinin sadece bu illeti gidermek olmayıp, daha zorlusundan emin olunacak biçimde gidermeye çalışmak. Daha zorlu başka bir illetin doğmasından emin olunmazsa, olduğu gibi bırakır. İlleti uygun bir şekilde gidermek vaciptir. Tıpkı damar ağzı hastalıklarında olduğu gibi. Çünkü kesmek veya menetmekle daha zorlusunun doğmasından korkulur.

 

14- En kolayıyla tedavi etmek. Beslenme yoluyla tedaviden ilaç yoluyla tedaviye ancak imkansızlık durumunda geçebilir. Karmaşık ilacı ancak basit ilacın yetersizliğinden sonra kullanabilir. İlaç yerine beslenme, karmaşık ilaçlar yerine sade ilaçlar yoluyla tedavi etmek doktorun ehliyetindendir.

 

15- Hastalığın tedavisinin mümkün olup olmadığına bakmak. Şayet tedavisi mümkün değilse, sanatını ve saygınlığını korur, tamahkarlığı onu hiçbir faydası olmayan ilaçla tedaviye itmez. Şayet tedavisi mümkünse, giderilip giderilemeyeceğine bakar. Giderilmesi mümkün değilse, hafifletilmesi ve azaltılmasının mümkün olup olmadığına bakar. Azaltılması mümkün değilse ve en iyi imkanı durdurulması ve ilerleyişini engellemesi olarak görürse, tedavide bunu hedef alır, hastanın kuvvetlenmesine yardım eder, hastalığın zayıflatilmasına bakar.

 

16- Boşaltma yoluyla olgunlaştırmazdan önce karıştırmaya girişmeyip, bilakis olgunlaştırmak, olgunlaşması tamamlandıktan sonra hemen boşaltmaya girişmek.

 

17- Kalblerin ve ruhların hastalanması ve ilaçları konusunda tecrübe ve uzmanlığı olmak. Bu, bedenlerin tedavisinde önemli bir esastır. Çünkü bedenin ve tabiatının nefse ve kalbe tepki gösterdiği, gözlemlenen bir durumdur. Doktor, kalb ve ruh hastalıklarını ve tedavisini bildiğinde, gerçek bir doktor demektir. Bu konuda tecrübesi olmayan -tabiatın ve beden durumlarının tedavisinde ehil olsa bile- yarım doktordur. Doğruluk, iyilik, güzel davranış, Allah'a ve ahiret yurduna yönelişle hastanın kalbini ve iyileşmesini, ruhunun ve kuvvetlerinin güçlenmesini gözeterek tedavisini yapamayan her doktor, doktor değil, kusurlu bir doktor taslağı (mutetabbib)u\v. Hastalığın en önemli tedavi yollarından birisi de, iyilik yapmak, iyi davranmak, zikir ve dua, Allah'a yakarış, niyaz ve tevbedir. Bu durumların, hastalıkların def edilmesinde etkisi vardır. Şifanın sağlanması, tabii ilaçlardan daha Önemlidir, Ancak bu, vücudun yapısı, kabulü ve bu konuda ve yararıyla ilgili olarak taşıdığı inanca göre etkilidir.

 

18- Hastaya, çocuğa davranır gibi, iyilikle ve yumuşaklıkla davranmak.

 

19- Tabii, ilahi ve moral ilaçlarını kullanmak. Çünkü ehii doktorların moral verme (tahyil) konusunda ilacın sağlamadığı müthiş durumları vardır. Ehil doktor, hastalığa karşı yardımcı olan herşeyden yardım alır.

 

20- Tedavi ve tedbirini altı esası gözeterek yürütmek. -Bu doktorluk mesleğinin temelidir-: Mevcut sağlığı korumak, imkanlar ölçüsünde kaybedilen sağlığı geri getirmek, imkanlar ölçüsünde hastalığı gidermek veya azaltmak, daha büyüklerini gidermek için iki kötülükten daha az zararlısına katlanmak, daha büyüklerini sağlamak için iki yarardan daha küçüğünü göz ardı etmek. Tedavi, işte bu altı esas çerçevesinde olur. Bağlandığı esaslar bunlar olmayan her doktor, doktor değildir. Allah en iyisini bilir.

 

Hastalığın başlangıç, ilerleme, bitme ve sona erme dönemleri olduğuna göre, doktorun, hastalığın bir durumuna uygun ve layık olanı gözetmesi gerekir. Her durumda kullanılması gerekeni kullanır. Hastalığın başlangıç safhasında tabiatın fazlalıkları hareket ettirmeye ve olgunlaşması için boşaltmaya muhtaç olduğunu görürse, hemen buna girişir. Şayet, önleyen her engel, boşaltmak için kuvvetin zayıflaması ve tahammülsüzlük, mevsimin soğukluğu veya ortaya çıkan bir eksiklik dolayısıyla, hastalığın başlangıç safhasında tabiatın hareket ettirilme fırsatı kacırılırsa, hastalığın ilerleme safhasında bunu yapmaktan mutlak bir şekilde sakımlmalıdır. Çünkü, eğer bunu yaparsa, ilaçla ilgilenmesi dolayısıyla tabiat şaşırır ve hastalığı düzeltmek ve tam olarak direnmekten vazgeçer. Bu, tıpkı düşmanıyla savaşmakta olan süvariye gelinip, başka bir işle oyalanması gibidir. Bu durumda gerekli olan, mümkün olduğunca tabiata kuvvetini korumakta yardım etmektir.

 

Hastalık biter, durur ve sakinleşirse, boşaltmaya ve sebeplerinin kökünü kazımaya başlar. Hastalık sona ermeye başlayınca, bu haydi haydi uygulanır. Bu, tıpkı şuna benzer: Düşmanın kuvveti biter ve silahı tükenirse, yakalanması kolay olur. Döner ve kaçmaya yönelirse, çok daha kolay teslim alınır. Hiddeti ve gücü, İşin başlangıcında, boşaltılması ve kuvvetinin artması sırasındadır. Böylece hastalık ve ilaç eşittir.

 

Doktorun ehliyetinden birisi de, daha kolay yolla tedavi imkanı varken, daha zoruna başvurmaması, zayıftan kuvvetliye doğru gitmesidir. Ancak, kuvvetin gitmesinden endişe edilmesi durumunda, daha kuvvetliyle işe başlanmalıdır. Tedavide bir tek yolda ısrar etmez, böylelikle tabiatın alışması ve tepkisinin azalması sonucunu doğurmaz. Kuvvetli mevsimlerde, kuvvetli ilaçlara cesaret etmez. Daha önce de geçtiği gibi, beslenme yoluyla tedavi imkanı varken, ilaç yoluyla tedavi yoluna başvurmaz. Hastalığın sıcak mı, soğuk mu olduğunu kestiremezse, durum iyice belirinceye kadar bir işe girişmez ve sonucundan endişe edileni denemeye girişmez. Sonucu zararlı olmayanın denenmesinde bir sakınca yoktur.

 

Birkaç hastalık birden varsa, şu üç durumdan birini taşıyandan başlar:

 

1) Birinin iyileşmesi ötekine bağlı olmak: Çıban ve yara gibi. Bu durumda çıbandan başlanır.

 

2) Birinin, diğerinin sebebi olması: Bakteri kütlesi ve sıtma (humma afine) gibi. Bu durumda sebebi gidermeye başlar.

 

3) Birinin diğerinden daha önemli olması. Geçici ve müzmin hastalık gibi. Geçici olandan başlar. Bununla birlikte ötekinden de geri durmaz. Hastalık ve belirti birlikte göründüğünde hastalıktan başlar. Ancak belirti -kulançta olduğu gibi- daha kuvvetli olursa, önce acı teskin edilir, sonra bakteri tedavi edilir, tlaç yolu yerine, açlık, oruç ve uyku gibi boşaltma yolları mümkünse, ilaçla boşaltma yapmaz. Korumayı hedeflediği her sağlığı, benzer ve aymsıyla korur. Şayet daha iyisine geçebiliyorsa, panzehirle ona geçer.

 

 

32- Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bulaşıcı hastalıklardan korunma ve sağlıklıların bulaşıcı hastalığa yakalananlardan uzaklaşmasını tavsiye konusundaki tutumu şöyledir:

 

Müslim'in Sahih'inde yer alan Cabir b. Abdillah'ın rivayet ettiği hadiste sabit olduğuna göre, Sakif kabilesi heyetinde cüzzamlı biri vardı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona haber gönderip şöyle dedi: "Dön, sana biat ettik."

 

Buhari, Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis üzerine açıklama yaparken, Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu hadisi rivayet eder: "Cüzzamlıdan, arslandan kaçar gibi uzak dur."

 

İbn Mace'nin Sünen'inde İbn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Cüzzamlıya çok bakmayın." buyurduğu rivayet edilir.

 

Buhari ve Müslim'de yer alan Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hasta devesi olan onu sağlıklı devesi plana getirmesin." buyurmuştur.

 

Hz, Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Cüzzamlıyla, aranızdaki bir veya iki mızrak boyu mesafeden konuş."

 

Cüzzam, bütün vücuda yayılan siyah salgıdan ortaya çıkan kötü bir hastalıktır. Bütün organların yapısını, şeklini ve görüntüsünü bozar. Hastalığın ileri derecesinde organlar dökülüp düşecek şekilde bozulabilir. Cüzzama "arslan hastalığı" da denir.

 

Bu isimlendirmede doktorların üç görüşü vardır: 1) Bu hastalık arslanın çok yakalandığı bir hastalıktır. 2) Bu hastalık, hastayı asık yüzlü yapar, arslan görüntüsünü kazandırır. 3) Cüzzamlıya yaklaşanı arslan gibi yakalar.

 

Doktorlara göre bu hastalık, bulaşıcı ve nesilden nesile geçen bir hastalıktır. Cüzzamlıya yaklaşan ve veremli hastası bulunan, mikrobu hava yoluyla kapar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ümmetine olan büyük sevgisi ve içtenliği dolayısıyla, bedenlerine ve gönüllerine bir kusur ve bozukluk getiren sebeplerden uzaklaşmalarını istemiştir. Hiç şüphesiz, bu hastalığa yakalanmak için vücutta gizli bir kabiliyet ve potansiyel olabilir, vücut çok çabuk cevap verici ve yakınında ve ilişki içinde bulunduğu taşıyıcı kişilerden hastalığı kapan bir yapıda olabilir. Bu hastalıktan korkmak ve vehim içinde olmak, bulaşmasının en önemli sebeplerindendir. Çünkü evham çok aktiftir ve bütün organlara ve fonksiyonlara hakim olur. Hastanın nefesi, sağlıklıya ulaşıp, mikrobu ona aşılavabilir. Bu durum, bir takım hastalıklarda görülmektedir. Hava, hastalığın bulaşma sebeplerinden birisidir. Bütün bunlara rağmen, hastalanmak için vücudun bu hastalığı kapabilecek yapıda olması zorunludur. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir kadınla evlenmişti. Gerdeğe girmek istediğinde, kalçasında bir beyazlık gördü ve kadına: "Ailene dön." dedi.

 

Bazıları, bu hadisler ile onları iptal eden ve aykırılığı bulunan başka bazı hadislerin çatıştığını zannetmiştir. Bu hadislerden birisi, Tirmizi'nin Cabir b. Abdillah'tan rivayet ettiği şu hadistir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cüzzamlı bir adamın elini tuttu. Sahanın içine sokarak "Allah'a güvenerek ve O'na dayanarak bismillah deyip ye!" buyurdu.

 

Yine Sahih'tç Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Hastalığın kendiliğinden sirayeti ve eşyada uğursuzluk yoktur."

 

Hadislerin çatıştığı iddiasına karşı biz şunları belirtiriz: Allah'a hamd olsun ki Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sahih hadisleri arasında çatışma yoktur. Çatışma olduğu samlıyorsa bunun sebebi, ya iki hadisten birisi O'na ait olmayıp güvenilir raviler de yanılab ileceğinden güvenilirliğine rağmen bazı raviler hata etmiştir, ya da nesih sözkonusu olabilen türden ise iki hadisten birini neshetmiştir, veyahut da çatışma bizzat Hz. Peygamber'in sözünde değil de bu sözü duyanın anlayışındadır. Çatışma iddiası işte bu üç durumdan birisidir.

 

Her ikisi de her yönden sahih, açık ve çelişkili görünüp de biri diğerini neshetmeyen hadis asla yoktur. Dudaklanndan yalnızca gerçekler çıkan, doğru sözlü olan ve böyle kabul edilen birinin sözünde çelişme bulunmasından Allah korusun. Yanlışlık, nakledilenin bilinmemesi ve sahih olan ile olmayanın ayırd edilememesindeki eksiklikten veya Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) muradını anlamak ve kasdetmediği bir şekilde yorumlamaktaki kusurdan, yahut da ikisinin birden bulunmasından ortaya çıkar. işte görüş ayrılıkları ve fesat da bunIardan doğmuştur. Başarıya Allah'ın yardımıyla ulaşılır.

 

İbn Kuteybe, İhtilafu'l-Hadis adlı eserinde, hadis düşmanları ile hadis ehlinin bu konudaki görüşlerini şöyle anlatır: Derler ki: Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) birbiriyle çelişen iki hadis rivayet ediyorsunuz. Birinde: "Hastalığın kendiliğinden bulaşması ve eşyada uğursuzluk yoktur."; Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem): Uyuz, devenin dudağında yer eder ve bulaşır denilince, "Birincisi ne kadar bulaştırıcıymış!" buyurdu. Yine, "Hasta devesi olan, onu sağlıklı devesi olana getirmesin. Cüzzamlıdan arslandan kaçar gibi uzaklaş." hadisini rivayet edersiniz. Bir de şunu rivayet edersiniz: Müslüman olduğuna dair biat etmek üzere Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cüzzamlı biri geldi. Hz. Peygamber ona biat ettiğini bildirdi ve ayrılmasını emretti. Ona izin vermedi ve şöyle buyurdu: "Uğursuzluk kadında, evde ve hayvanda olur. İşte bütün bunlar birbiriyle çelişkilidir, tutarlı değildir.

 

Ebu Muhammed der ki: Bizce bunlarda bir çelişki yoktur. Her birinin ayrı yeri ve zamanı vardır. Şayet bu yer ve zaman iyi ayarlanırsa, çelişki de ortadan kalkar.

 

Bulaşıcı hastalık iki çeşittir:

 

1) Cüzzamın bulaşıcılığı: Cüzzamlının nefesi çok etkili olur, yanında uzun süre oturan ve konuşana mikrobu bulaştırır. Cüzzamlının karısı da bunlar arasındadır, onunla evde birlikte yatar, hasta ona mikrobu verir, hatta kadın da cüzzama yakalanabilir. Böylece çocukları da büyüyünce babalarına benzer. Verem, sıtma ve uyuz da böyledir. Doktorlar veremli ve cüzzamlıyla birlikte olmamayı öğütler. Bununla uğursuzluğu değil, havanın değişmesini ve uzun süre onu teneffüs edene mikrobun geçeceğini belirtmek isterler. Doktorlar, uğura ve uğursuzluğa en az inanan kişilerdir. Develerde sulu uyuz da böyledir. Develer birlikte olur, karışır veya aynı yerde barınırsa, içtiği sudan veya yaradan mikrobu kapar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hasta devesi olan, onu sağlıklı devesi olana getirmesin." buyururken işte bunu kasdetmektedir. Böylelikle O, yaradan bir şey kapmaması için hastanın, sağlıklıyla karıştırılmasını iyi görmemiştir.

 

2) Diğer bulaşıcı hastalık ise, herhangi bir bölgedeki taun hastalığıdır. Bulaşmaması için insanlar taunlu bölgeden kaçar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur: "Bulunduğunuz bölgede taun olursa, oradan çıkmayın. Taun olan bölgeye de girmeyin." "Çıkmayın" sözüyle şunu demek istiyor: Taunlu bölgeden çıkmayın. Siz Allah'ın takdirinden kaçmayı, sizi Allah'ın takdirinden kurtarır sanırsınız. "Girmeyin" sözüyle ise taunsuz bölgede kalmanız gönüllerinizi daha yatıştırıcı, hayatınızı daha sevdiricidir. Kadın veya evin uğursuzluğu işte bundan bilinir. Erkeğin başına bir sıkıntı gelince veya açlık olunca, "Uğursuzluğu sen getirdin." der. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Uğursuzluk yoktur." dediği şey işte budur.

 

Başka bir grup şöyle der: Cüzzamlıdan uzaklaşma ve kaçma emri, tavsiye ve yönlendirme niteliğindedir. Onunla birlikte yemesi ise, beraberce yemenin caiz olup haram olmadığını göstermek içindir.

 

Başka bir grup ise şöyle diyor: Bu iki açıklama, genel değil, özeldir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) her bir açıklamayı durumuna uygun düşecek şekilde yapmıştır. Bazı insanlar kuvvetli iman ve tevekkül sahibidir ve bu tevekkül kuvveti tıpkı güçlü tabiatın hastalığı defedip yok etmesi gibi uğursuzluk kuvvetini defeder. Bazıları ise buna güç yetiremez. Böylesine de ihtiyatı ve korunmayı söylemiştir. Yine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ümmetinin her ikisine de uyması için, iki durumu birlikte uygulamıştır ki gücü yeten, Allah'a tevekkül ve O'na güvenme yolunu, güç yetiremeyen de korunma ve ihtiyat yolunu seçebilsin. Bunların her ikisi de doğru yoldur. Biri kuvvetli mü'min için, diğeri ise zayıf mü'min için. Böylece her bir grubun durumlarına uygun bir dayanak ve model vardır. Bu olaylara benzer şekilde, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) dağlama yapmış ve fakat dağlama yapmayam övmüş, yapmamayı tevekküle benzetmiş, uğursuzluğu terketmiştir. Bunun benzerleri çoktur. İşte bu gerçekten güzel ve ince bir yoldur. Hakkını veren ve özünü kavrayan için birçok çatışma durumu ortadan kalkar.

 

Bir başka grup ise, cüzzamlıdan kaçma ve uzaklaşma emrinin tabii bir durum dolayısıyla olduğunu benimsemiştir. Bu tabii durum, hastadaki mikrobun dokunma, birlikte olma ve teneffüs yoluyla sağlıklı kişiye geçmesidir; bu, beraberlik ve dokunmanın yenilenmesiyle olur. Cüzzamlıyla üstün bir yarar dolayısıyla birlikte yemesinin bir sakıncası yoktur. Bir defada ve kısa bir sürede hastalık bulaşmaz. Birincisinde kötülüğü önlemek ve sağlığı korumak maksadıyla beraberliği yasaklamış, ikincisinde ihtiyaç ve yarar ölçüsünde beraber olmuştur. Aralarında bir çelişki yoktur.

 

Başka bir grup da şöyle diyor: Birlikte yediği cüzzamlı henüz ilerlememiş bulaşıcı olmayan bir cüzzama tutulmuş olabilir. Bütün cüzzamlılar aynı değildir, hepsinden de hastalık bulaşmaz. Bilakis bazı cüzzamlılarla birlikte olmak zarar vermez ve hastalık bulaştırmaz. Bu hastalar, hastalık biraz bulaşıp durumu ilerlemeyip bu şekilde devam eden ve vücudunun diğer kısımlarına bulaşmayan hastalardır ki, onların hastalığının başkasına bulaşmaması daha çok beklenir.

 

Başka bir grup şöyle diyor: Cahiliye insanı bulaşıcı hastalıkların, Allah'a nisbeti sözkonusu olmaksızın doğrudan hastalığın kendi özelliğinden bulaşıcı olduğuna inanırdı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onların bu inançlarını iptal etti. Hastalık ve şifa verenin yüce Allah olduğunu belirtmek için cüzzamlıyla birlikte yedi. Bunun Allah'ın sebepleri ve sonuçlarına götürücü şekilde yarattığından olduğunu anlamaları için cüzzamlıya yaklaşmalarını yasakladı. Yasaklamasında bu sebepleri ortaya koyması sözkonusu iken fiilinde bu sebeplerin kendiliğinden doğmadığını, bilakis, dilediği takdirde yüce Allah'ın onların kuvvetini alıp tesirini önlediğini, dilerse de olduğu gibi bırakıp tesir ettiğini açıklaması sözkonusudur.

 

Bir başka grup ise şöyle diyor: Bu hadisler içinde nasih vardır, mensuh vardır. Tarihlerine bakılır. Daha sonra olanı bilinirse, nasih olduğuna hükmedilir, aksi takdirde bir değerlendirmeye girişmekten kaçınılır.

 

Başka bir grup da şöyle diyor: Bunların bir kısmı tam olarak tesbit edilmiş, bir kısmı ise tesbit edilememiştir. Bir grup, "uğursuzluk yoktur" hadisi hakkında şunu söylemektedir: Ebu Hureyre, önce bu hadisi rivayet ederdi, sonra şüphelendi ve bıraktı. Kendisine başvurup, "Bunu rivayet ettiğini duyduk" dediklerinde, rivayet etmedi.

 

Ebu Seleme şöyle diyor: "Ebu Hureyre bu hadisi unuttu mu, yoksa hadislerden biri diğerini nesh mi etti, bilemiyorum?"

 

Cabir b. Abdullah'ın rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bir cüzzamlının elini tutup sahana soktu." şeklindeki hadis, sabit ve sahih bir hadis değildir. Tirmizi'nin bu hadisle ilgili değerlendirmesi, garib bir hadis olduğu şeklindedir, bu hadisi sahih veya hasen olarak da görmemiştir. Şu'be ve başkaları; "Bu çeşit garib hadislerden sakının" derler. Tirmizi de diyor ki: "Bu, Hz. Ömer'in bir fiili olarak da rivayet edilir ki bu gerçektir." Yasaklama hadisleriyle çatıştırılan iki hadisin durumu işte budur: Birincisini Ebu Hureyre rivayet etmekten vazgeçmiş ve inkar etmiş, ikincisi ise Rasulullah'a ait değildir. Allah en iyisini bilir.

 

Bu konuyu Miftahu Dari's-Sa'ade adlı eserimizde buradakinden daha geniş bir şekilde ele aldık. Başarıyı Allah'tan isteriz.

 

 

33- Haram Nesnelerle Tedavi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) haram nesnelerle tedaviyi yasaklama konusundaki tutumu şöyledir:

 

Ebu Davud, Sünen'inde Ebu'd-Derda'dan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah hastalığı ve ilacını yaratmıştır. Her hastalığın ilacını yaratmıştır. Tedavi olunuz. Haram nesnelerle tedavi olmayınız."

 

Buhari, Sahih'inde İbn Mes'ud'dan şunu nakleder: "Allah şifanızı size haram kıldığına vermemiştir."

 

Sünen'de Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) haram ilaçları yasaklamıştır.'

 

Müslim'in Sahihinde Tarik b. Suveyd el-Cu'fi'den rivayet edildiğine göre, Tarik, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şarabı sormuş, Hz. Peygamber de onu yasaklamış veya yapılmasını hoş görmemiştir. Bunun üzerine Tarik: "İlaç için yapacağım" deyince Hz. Peygamber de: "O ilaç değil, fakat hastalıktır." buyurmuştur.

 

Sünen'de ilaç olarak yapılan şarap sorulunca, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: " O, hastalıktır, ilaç değil. "

 

Müslim'in Sahih*inde Tarik b. Suveyd el-Hadrami'den rivayete göre, Hz. Peygamber'e şunu anlatmıştır: "Ey Allah'ın elçisi! Bizim bölgemizde üzümler var, onları sıkıp içecek yapar ve içeriz." Hz. Peygamber: "Hayır, olmaz." cevabını verdi. Bunun üzerine yeniden şunu söyledim: "Hastalar için şifa arıyoruz." Hz. Peygamber: "Bu şifa değil, hastalıktır." cevabını verdi.

 

Nesai'nin Sünen'indG yer aldığına göre, doktorun biri, bir hastalığın ilacı konusunda kurbağadan söz açınca, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), onun kurbağayı öldürmesini yasaklamıştır.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Şarapla tedavi olana Allah şifa vermez. "

 

Haram nesnelerle tedavi olmak, aklen ve şer'an kötüdür. Şer'an kötü oluşunun dayanağı, zikrettiğimiz bu hadisler ve diğerleridir. Aklen kötü oluşunun gerekçesine gelince; Yüce Allah onları pis oluşları yüzünden haram kılmıştır. Çünkü, güzel nesneleri Allah bu ümmete ceza olsun diye haram kılmamıştır. Halbuki İsrailoğullarına bunları da haram kılmıştır: "Yahudilerin yaptıkları zulüm dolayısıyla, helal kılınan güzel nesneleri onlara haram kıldık."[Nisa, 160] Yüce Allah bu ümmete haram kıldığını, pis oluşu dolayısıyla haram kılmıştır, böylesinin haram kılınması onları korumak ve kullanımından sakındırmak içindir. Mikrop ve hastalık sebeplerinden şifa aranması uygun düşmez. Çünkü, her ne kadar hastalığın gitmesinde etkisi varsa da, kendisindeki pislik dolayısıyla kalbe daha büyük bir mikrop bırakır. Bunun sonunda da tedavi gören, beden hastalığını giderme uğrunda kalb hastalığını kapmış olur.

 

Ayrıca, haram kılınması, her yolla ondan kaçınmayı ve uzak durmayı gerektirir. İlaç olarak kullanımında, arzu ve isteği kamçılama sözkonusudur. Bu ise şeriatın maksadına aykırıdır. Bunun yamsıra, şeriat sahibinin ortaya koyduğu gibi, o bir hastalıktır, ilaç olarak kullanılması caiz değildir.

 

Haramın kullanılması» bedene ve ruha pislik niteliğini nakşeder. Çünkü beden, ilaçtan açık bir şekilde etkilenir. Şayet ilaçta pislik varsa, beden bu ilaçtan pislik alır, hele hele bizzat kendisi pis olan ilaçlarda durum daha da kötüdür. Bu yüzden yüce Allah, nefse pislik şekil ve niteliğini vermesi dolayısıyla, kullarına pis gıda, içecek ve giyecekleri haram kılmıştır.

 

Ayrıca, haram nesneyle tedavinin mubah kılınması -özellikle şehvet ve lezzet için kullanmaya yol arayan, onun yararlı olduğunu, mikropları öldürüp şifa sağladığını sanan- nefisler için bulunmaz bir nimet olur. Şari\ mümkün olan her şekilde kullanımına yol vermemiştir. Hiç şüphesiz haramın kullanılmasına yolu kapatmakla açmak arasında çatışma ve çelişme vardır.

 

Bunun yanısıra, haram ilaçlarda varolduğu sanılan şifadan daha fazlası vardır. Sözümüzü Allah'ın bize asla şifa vermediği kötülüklerin anasına getirelim. O, doktorlar, hukukçular ve kelamcılara göre akim merkezi olan dimağa şiddetli bir şekilde zarar verir. Hipokrat, ondan şöyle söz eder: "Şarabın başa zararı çoktur. Çünkü şarap hızla oraya yükselir. Onun yükselişiyle bedene hakim maddeler de yükselir. Böylece zihne zarar verir."

 

Kamil'in yazarı şöyle diyor: 'Şarabın ayırdedici Özelliği, dimağa ve sinirlere zarar vermesidir."

 

Şarap dışındaki haram ilaçlar iki çeşittir:

 

1- Nefsin hoşlanmadığı ve tabiatın hastalığı onunla tedavisine yönelmediği nesneler: Zehirler, zehirli yılan etleri vb. pis nesneler. Her biri tabiatın hoşlanmadığı şeylerdir. Bu yüzden ilaç değil, hastalığa dönüşür.

 

2- Nefsin hoşlandığı nesneler: Bunun zararı, yararından çoktur. Akıl haram kılınmasını gerektirir. Akıl ve fıtrat bu konuda şeriatle uygunluk gösterir.

 

Burada, haram nesnelerin ilaç olarak kullanılmaması konusunda ince bir sır vardır. İlaçla şifa bulmanın şartı, onu benimseyerek ve yararına inanarak kullanmaktır. Allah haram nesneye şifa bereketi vermemiştir. Çünkü, yararlı olan bereketlidir. Nesnelerin en yararlısı, en bereketli olanıdır. İnsanların mübarek olanı, nerede olursa olsun helalden yararlananıdır. Bilindiği gibi müslümanın bu nesnenin haram olduğuna inanması, bereketine ve yararına inanmasına, onun hakkında iyi niyet beslemesine ve tabiatının onu kabul etmesine engeldir. Hatta kulun imanı arttıkça, ondan daha hoşlanmaz, ona inanmaz ve tabiatı onu arzulamaz. Bu durumda onu kullandığında, haramlığına inancı, iyi niyet beslemeyişi ve hoşlanmayışı ortadan kalkmadığı surece, kendisi için ilaç değil, hastalık olur. İnancı, iyi niyet beslemeyişi ve hoşlanmayışının ortadan kalkması ise imana aykırıdır. Mü'min ise onu sadece vaS dece hastalık olarak kullanır. Allah en iyi bilendir.

 

 

34- Bitin Tedavisi:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) baştaki biti tedavisi ve gidermesindeki tutumu şöyledir:

 

Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde Ka'b b. Ucre'den şu olay rivayet edilir: Başımda bir ağrı vardı. Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanına getirildim. Bitler yüzümde sıçrayıp duruyordu. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Meşakkatin sende bu dereceye vardığını zannetmezdim." Bir rivayete göre Hz. Peygamber, başını tıraş etmesini ve altı fakiri doyurmasını ya da bir koyun kesmesini veyahut üç gün oruç tutmasını emretti.

 

Bit, başta ve vücutta iki şeyden ortaya çıkar: Bedenin dışından ve içinden. Dışından olan, vücutta biriken kir ve pisliktir. İkincisi ise, kokuşmuş vücut pisliğidir ki vücut onu deri ile et arasına atar, deriden çıktıktan sonra terle kokuşur, bit de işte bundan olur. Bu çoğu kez, mikroptan, hastalıklardan ve kirler sebebiyle olur. Çocukların başlarında, çoğu kez terli oluşları ve bitin doğmasını sağlayan sebeplerin taşıyıcılığını yapmalan dolayısıyla daha çok olur. Bu yüzden Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Cafer'in oğullarım tıraş etmiştir.

 

Bitin en önemli ilacı, deri gözeneklerinin açılması için başın tıraş edilmesidir. Bunun sonucunda pis salgılar dışarı atılır ve karışım maddesi zayıflar. Tıraş olduktan sonra başa biti öldüren ve üremesini engelleyen ilaç bağlanması gerekir.

 

Başın tıraş edilmesi üç çeşittir: 1) İbadet ve Allah'a yaklaştırıcı olan, 2) Bid'at ve şirk olan, 3) İhtiyaçtan ve ilaç olarak yapılan. Birincisi, hac veya umrede yapılan tıraştır. İkincisi; başın Allah'tan başkası için tıraş edilmesidir. Nitekim bazı müridler, şeyhleri için tıraş olurlar. "Başımı filan için tıraş ettim", "Sen başını filan için tıraş ettin" derler ki, bu "filana secde ettim" demek gibidir. Çünkü başın tıraş edilmesi itaat, ibadet ve bağlılık sembolüdür. Bu yüzden de hac ibadetinin bir unsuru olmuştur; hatta İmam Şafii'ye göre, haccın onsuz tamam olmayacağı bir rüknüdür. Çünkü, başın tıraş edilmesi, azametine boyun eğmek ve izzetine saygı göstermek için alınların Rab huzuruna konmasıdır. Bu da ibadet şekillerinin en ileri derecesidir. Bunun için Araplar, esiri aşağılamak veya salıvermek istediklerinde, başını tıraş edip salıverirlerdi. Sapık şeyhler ve şeyhlikleri şirk ve bid'ate dayalı olup Rablığa özenenler ortaya çıkınca, müridlerinden kendilerine ibadet etmelerini istediler, başlarını da kendileri için tıraş etmelerini telkin ettiler, kendilerine secde edilmesini de telkin ettiler, ama buna başka bir isim vererek, "Bu, başın şeyh huzuruna konmasıdır." dediler. Allah'a yemin olsun ki, Allah için secde, başın O'nun huzuruna konmasıdır. Yine bu şeyhler, müridlerinin onlar adına adak yapmalarını, onlara tevbe etmelerini ve onların adıyla yemin etmelerini telkin ettiler. Bu ise, Allah'tan başka Rablar ve tanrılar edinmeleri demektir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah'ın, kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdiği insanoğluna, 'Allah'ı bırakıp bana kulluk edin' demek yaraşmaz. Fakat 'Kitab'ı öğrettiğinize, okuduğunuza göre Rabbe kul olun' demek yaraşır. Size melekleri, peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz müslüman olduktan sonra size inkar etmeyi mi emredecek? "[Al-i İmran, 79-80]

 

İbadetlerin en üstünü, namaz ibadetidir. Şeyhler ile bilginler ve ceberut taslakları namazın unsurlarını aralarında bölüşmüşlerdir. Şeyhler namazın en üstün unsurunu, secdeyi almışlardır. Bilginlere benzemek isteyenler ise rüku'u almışlardır. Birbirleriyle karşılaşınca, namaz kılanın Rabbma rüku için eğilmesi gibi eğilirler. Ceberutlar ise kıyamı almışlardır; hürler ve köleler, onlar otururken huzurlarında ayakta dururlar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu üç durumun her birini tek tek yasaklamıştır. Bu şekilde hareket etmek bu yasağa açıktan muhalefet demektir. Hz. Peygamber, Allah'tan başkasına secde edilmesini yasaklamış, şöyle buyurmuştur: "Hiç kimsenin bir başkasına secde etmesi yaraşmaz." Muaz b. Cebel'in secde etmesi teklifini reddederek: "Sakın duymayayım!" demiştir. Bunun haram oluşu, zarurat-ı diniyyedendir. Buna Allah'tan başkası için izin verenin bu tutumu, Allah'a ve Peygamberine karşı çıkmak demektir.

 

Secde ibadet çeşitlerinin en ileri derecesinde olanıdır. Bu müşrik, bu türe beşer için izin verince, Allah'tan başkasına kulluk etmeye izin vermiş olur. Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu olay sabittir: Rasulullah'a: "insan başka biriyle karşılaşınca ona eğilebilir mi?" diye sorulunca, "Hayır" cevabını vermiş, "Kucaklayabilir ve öpebilir mi?" denilince, yine "Hayır." demiş, "Musafaha yapabilir mi?" denilince: "Evet" cevabını vermiştir.

 

Ayrıca saygı sırasında eğilmek secdedir. Nitekim yüce Allah: "Secde ederek kapısından girin."[Bakara, 58] buyurur ki, buradaki "secde ederek", "eğilerek" anlamındadır. Yoksa, alınların girişi mümkün değildir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), acemlerin birbirine yaptığı gibi, kendisi otururken ayakta durmayı yasakladığı sabittir, hatta namazda bu şekilde durmayı bile yasaklamış, ayakta durmaları Allah için olmasına rağmen kendisi otururken başı ucunda ayakta durmamaları için özürleri bulunmayıp sağlam oldukları halde etrafındakilerin de oturarak namaz kılmalarım emretmiştir. Bu böyle olunca, ayakta durmanın ve ibadetin Allah'tan başkası için olmasını bir düşünün!

 

Kısacası, cahil ve sapık nefisler, yüce Allah'a ibadeti ortadan kaldırmış, yaratıklardan yüce bildiğini O'na ortak etmiş, böylelikle Allah'tan başkasına secde etmiş, ona rüku yapmış, tıpkı namazda durur gibi huzurunda durmuş, başkasıyla yemin etmiş, başkasına adak yapmış, başkası için tıraş olmuş, başkası için kurban kesmiş, başkasının evini dolaşmış, sevgi, korku, ümit ve itaatle onu ululamıştır. Tıpkı yaratıcı'yi ulular gibi, hatta ondan daha ileri derecede, taptığı yaratık ile alemlerin Rabb'mı eşit tutmuştur. İşte böyleleri, 'peygamberlerin davetine karşı çıkanlar, Allah'a ortak koşanlar, -cehennem ateşinde tannlanyla çekişirken- "Sizi alemlerin Rabb'ına denk tuttuğumuzda apaçık bir sapıklık içindeymişiz."[Şuara, 98] diyenlerdir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurur: "İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp, O'na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah'ı severcesine sevenler vardır. Mü'minlerin sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir. "[Bakara, 165] Bütün bunlar şirk unsurlarıdır. Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bu açıklama başın tıraş edilmesi konusu içinde yapılan önemli bir açıklamadır. Başarıya ulaştıran Allah'tır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

B) RUHANİ VE TABİİ İLAÇLARLA TEDAVİ