ZADU’L-MEAD |
BEŞİNCİ KİTAP TIBBU'N-NEBİ PEYGAMBER'İN (S.A.) Sağlık Konusundaki Tutum Ve Öğütleri |
ANA SAYFA
Kur’an Hadis Sözlük Biyografi
A) TABİİ İLAÇLARLA
TEDAVİ
1- Hummanın Tedavisi 2- İshalin Tedavisi 3- Taunun Tedavisi 4- İstiskalim Tedavisi 5- Yaraların Tedavisi 6- Hacamat ve Dağlama Yoluyla Tedavi 7- Saranın Tedavisi 8- Siyatiğin Tedavisi 9- Kabızlığın Tedavisi 10- Kaşıntının Tedavisi 11- Zatülcenbin Tedavisi 12- Başağnsı ve Yarım Başağnsının
Tedavisi 13- Kına 14- Hastaların Beslenmesi 15- Anjin'in Tedavisi ve Burundan
İlaç Verme 16- Kalp Rahatsızlığının Tedavisi 17- Gıda ve Meyvelerin Temizliği |
18- Perhizle Tedavi 19- Beslenme Rejimi 20- Göz Ağrısının Tedavisi 21- Uyuşmanın Tedavisi 22- Sinek Düşen Yemeğin Islahı 23- Sivilcelerin Tedavisi 24- Açma ve Yarma Yoluyla Şişlik ve
Çıbanların Tedavisi 25- Hastalara Moral Verilmesi 26- Hastalara Alışkın Oldukları İlaç
ve Gıdalar Verilmesi 27- Hastalara En İyi Gıdanın
Verilmesi 28- Zehirlenmenin Tedavisi 29- Büyü ve Tedavisi 30- Kusarak Boşaltma 31- Doktor Seçimi ve Ehliyet 32- Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma 33- Haram Nesnelerle Tedavi 34- Bitin Tedavisi |
1- Hummanın Tedavisi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) humma hastalığının tedavi edilmesi hakkındaki
tutumu şöyledir:
Sahihayn'da, Nafi' - İbn
Ömer kanalıyla Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu
sabit olmuştur: "Humma veya humma hastalığının şiddeti, ancak cehennemin
hararetinin şiddetinden bir parçadır. Dolayısıyla humma, ateşini, su ile
soğutun."
Bu hadis-i şerif cahil
tabiplerin bir çoğuna müşkil gelmiş ve hummanın tedavisi ve ilacına aykırı bir
emir olduğunu zannetmişlerdir. Biz -Allah'ın güç ve kuvvetiyle- tefsirini ve
fıkhını açıklayarak deriz ki:
Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hitabı iki nevidir: a) Tüm yeryüzünde yaşıyan
insanları içine alacak şekilde umumi hitapları, b) Bir kısmına ait hitapları.
Birincisine umumi hitapları dahildir. İkincisine ise şu hadis misal olabilir:
"Büyük veya küçük abdest yaparken önünüzü kıble tarafına dönmeyin,
sırtınızı da dönmeyin. Fakat batıya ve doğuya doğru yönelin." Bu hitap,
doğu ve batıda bulunanlar ile Iraklılara ait olmayıp, Medineliler ve o hizada
bulunan Şamlılara ve diğer yerlere mahsustur.
"Meşrık ile mağrip
arası kıbledir." hadisi de böyledir.
Burası anlaşıldığında;
Hz. Peygamber'İn (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu (humma) hadisinde kasdetmiş
olduğu kimselerin Hicazlılar ve Hicaz istikametindeki memleketlerde oturanlar
olduğu da anlaşılır. Çünkü onlara arız olan humma hastalığının ekserisi,
güneşin hararetinin şiddetinden meydana gelen geçici, günlük humma
hastalığıdır. Bu tür humma için hem içilerek, hem de serperek soğuk su
kullanılması faydalıdır. Çünkü humma; etkisi önce kalpde beliren garib bir
hararettir. Ruh ve kan yoluyla, atardamar ve diğer damarlarla bütün vücuda
yayılır, tabii hareketlerin yapılmasına engel olacak şekilde ateş meydana
getirir.
Humma iki kısımdır: ,
1- Arazi (geçici) humma:
Şişme (verem) ve hareketten veya güneş çarpmasından veya yaz mevsiminin
şiddetli olmasından ve benzerlerinden meydana gelir.
2- Marazı humma: Üç
nevidir; bu önce bir maddede oluşur, daha sonra bütün vücudu ateş sarar: a)
Şayet başlangıcı ruh İle olursa buna günlük humma denir. Çünkü çoğunlukla bir
günde geçer. En fazla üç gün sürer, b) Şayet başlangıcı ahlat ile olursa afeni
humma denir. Dört sınıftır: Safravi, sevdavi, balgami, demevi. c) Şayet
başlangıcı asli ve sert organlar olursa ince humma (humma dıkk) denir. Bu
neviler çerçevesinde daha başka bir çok nevi humma çeşidi vardır.
Bazı hummadan vücut o
kadar fazla istifade eder ki, ilaçlardan o kadar fayda görülmez. Çoğunlukla
günlük humma çeşidi yaygındır. Afeni humma büyük maddelerin birlikte
pişmelerine sebep olur, ki başka bir yolla bu hadise oluşturulamaz. Bir takım
çözücü açıcı ilaçların ulaşamadığı engelleri (sudde) açmağa sebep olur.
Eski ve yeni remed'e
gelince; onun birçok çeşidi, garip ve süratli bir şekilde birtakım
hastalıklan'tedavi eder. Felç, yüz felci (lakve), sinir bozulmasından meydana
gelen adale buruşması (teşennuc-i imtilai) ve faydası olmayan (az vitaminli)
katı gıdaların etkisiyle meydana gelen birçok hastalığa çaredir.
Bazı faziletli doktorlar
bana şunu anlattılar: Biz hastalıkların büyük bir kısmını, hasta kendi kendine
şifaya kavuştuğu gibi, humma ile yeniyoruz. Bu hususta humma birçok açıdan ilaç
içmekten daha faydalıdır. Çünkü humma, hümörleri (ahlat) ve bedene zararlı bazı
maddeleri pişirir. Piştiği takdirde de ilaç, çıkmağa hazır halde olan fasid
maddelere tesadüf eder ve onları dışarı atar. Böylece şifa hasıl olur.
Bu kavranıldığında,
hadisten kastın arazi hummaların bir kısmı olduğu anlaşılır. Çünkü bu tür
hummalar, soğuk suya o hasta yer daldırıldığında veya buz gibi soğuk su
içildiğinde sükunet bulur. Hasta bu durumda bir başka ilaç almağa gerek duymaz.
Çünkü arazi hummalardaki hararet ruha taalluk eden mücerred sıcak bir
keyfiyettir. Dolayısıyla onu gidermek için mücerred soğuk bir keyfiyeti o uzva
ulaştırmak yeterlidir. Hümörlerin pişmesine, dolayısıyla da bir hıltın dışarı
atılmasına ihtiyaç duymadan ateşi dindirmiş olur.
Hadis-i şerifte,
hummaların her türünün kastedilmiş olması da mümkünüdür. Nitekim doktorların en
büyüğü olan Calinus (Galen), her türlü hummaya soğuk suyun faydalı olduğunu
itiraf etmiştir.
Calinus, Hiletü'l-Bür'
adlı kitabın onuncu bölümünde demiştir ki: Şayet etine dolgun, vücudu ferah
genç bir kişi yazın tutulmuş olduğu hummanın sonunda ise ve iç uzuvlarında da
bir şişlik (verem) yoksa, soğuk suyla banyo yapar veya soğuk suda yüzerse
elbette bundan faydalanır.
Razi, {Kitabü'l-Havi adlı)
büyük kitabında der ki: "Şayet vücut kuvvetli, humma da ciddi bir şekilde
kızışmış, pişme zahir, karında bir şişkinlik ve fıtık yoksa soğuk su içilmesi
faydalıdır. Şayet hastanın bedeni ferah, mevsim sıcak ve dışardan soğuk su
almaya alışkınsa, ona da müsaade edilir."
Hadis-i şerifteki:
"Humma cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." cümlesi, alevinin
şiddeti ve ortaya yayılan sıcaklığı demektir. Buna benzer bir ifade:
"Güneşin şiddeti cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." hadisinde
de vardır.
Hadisteki bu ifade iki
türlü izah edilmiştir:
a) Bununla, cehennemden
kaynaklanan bir ateşe ince bir misal verilmiş oluyor ki, kullar bundan hüküm
çıkarsınlar ve ibret alsınlar. Çünkü Allah Teala'nın böyle bir ateşin insanda
zuhurunu takdir etmesi, bu neticeyi gerektirecek sebeplerin etkisiyledir. Aynı
şekilde sevinç, ferah, huzur ve lezzeti, bu dünyada cennet nimetlerine delalet
etmesi ve ibret almak için ihsan etmiştir ki, bunları elde etmek, bir takım
şartların, sebeplerin yerine getirilmesiyle olur.
b) Bu ifade ile teşbih
(benzetme) yapılmıştır. Hummanın şiddeti ve alevinin cehennemin kaynamasına
benzetilmesi, cehennem azabının şiddetine ruhların ikaz edilmesi içindir. Bu
(hissedilen) büyük ateş cehennemin kaynamasının hararetidir ki, sadece sıcaklığına
yaklaşana isabet eden zarardır.
Hadis-i şerifteki
"Soğutunuz" ifadesi iki şekilde rivayet edilmiştir:
a- Katı' hemzesiyle,
if'al babından emir olarak rivayet edilmiştir, ki, "ısınma" manasına
gelen "şahane" kelimesi if'al babına aktarıldığında ''eshane =
ısıttı" manasına geldiği gibi, "ebrede" kelimesi emir kipinde,
"soğutunuz" manasına gelir.
b- Vasıl hemzesiyle
rivayeti ki lügat ve kullanış bakımından daha yaygın şeklidir. (Su ile
serinleyiniz manasına gelmektedir.) Çünkü birinci şekildeki (rubai) kullanımı
daha azdır ve değersizdir.
Şair demiştir ki:
"Aşkın alevini ciğerlerimde hissettiğimde, Kavmin su kabına doğru
serinlemek için yöneldim.
Beni bırak, suyun
soğukluğu ile (aşkın) zahirini serinlettim, iç organlardaki tutuşan ateşi
(acaba) kim söndürür?"
Hadisteki; "su
ile'* kelimesi hakkında iki görüş vardır: Birincisi, her (yerde bulunan ve
kullanılan) sudur. Diğer görüşe göre, sudan maksad zemzem suyudur.
Bu ikinci görüşü
savunanlar, Buhari'nin Sahih'inds, Ebu Cemre Nasr b. İmran ed-Dubai'den yaptığı
şu aşağıdaki rivayeti ileri sürüyorlar. Ebu Cemre diyor ki: Mekke'de İbn
Abbas'ın (r.a.) yanında oturuyordum. O esnada birden hummaya tutuldum. Bunun
üzerine bana şöyle dedi: Zemzem suyu ile hummanı izale et, serinle! Zira
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Humma
cehennemin kaynamasın (dan bir parça)dır. Dolayısıyla o ateşi su ile
soğutunuz."(Veya şöyle buyurdu:) "Zemzem suyu ile soğutunuz."
(Görüldüğü gibi) ravi,
hadisi şüphe ifadesiyle rivayet etmiştir. Buna rağmen şüphe etmeden rivayet
etseydi, bu emir ancak Mekkeliler için geçerli olurdu. Çünkü zemzem suyunu
kolayca elde etmek onlar için mümkündür. Mekkeli olmayanlar ise bulabildikleri
sudan yararlanabilirler.
Hadis-i şerifi genel
kabul edenler, "acaba su ile serinletmekten kasıt su ile sadaka mı
vermektir, yoksa suyu bizatihi kullanmak mıdır?" şeklinde iki görüş
belirtmişlerdir. Sahih ve doğru olanı kullanılmasıdır. Zira bundan kasıd su ile
sadaka vermektir diyen kişi, zannederim ki hummayı tedavide soğuk su kullanmaktan
kaçınmaktadır. Hadis-i şerifin güzel bir izahı (başka bir açıdan) yapıldığı
halde bunu anlamamıştır. O da şudur: Bir şeyin cezası o şeyin cinsinden olan
bir başka (amel) şeyle olur. Nitekim, susuzluğu soğuk su nasıl söndürüyorsa,
Cenab-ı Hak da hummanın alevim böylece gideriyor. İşte bu şekildeki izah
hadis-i şerifin fıkhından ve işaretinden anlaşılmaktadır. Neticede anlaşılan,
suyun kullanılmasıdır.
Ebu Nuaym ve diğer
hadisçiler, Enes'ten (r.a.) merfu olarak şunu zikretmektedirler: "Sizden
biriniz hummaya tutulduğunda seher vaktinde olmak üzere, üç gece üzerine soğuk
su serpsin. "
İbn Mace'nin Sürteninde
Ebu Hureyre'den (r.a.) merfu olarak şöyle rivayet ediliyor: "Humma
cehennem körüğünden bir körüktür. Şu halde hummayı soğuk su (kullanarak)
kendinizden uzaklaştırınız. "
Müsned'de ve
diğerlerinde, Hasan el-Basri'nin (r.a.) Semüre'den (r.a.) merfu olarak yaptığı
bir rivayet de şöyledir: "Humma cehennemden bir parçadır. Onu
(üzerinizden) soğuk su ile soğutunuz." Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
hummaya tutulduğunda bir kırba su ister, daha sonra o suyu başından aşağı
dökerek guslederdi.
Sünen'de Ebu Hureyre'den
(r.a.) yapılan bir rivayet şöyledir: Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) huzurunda hummadan söz açıldı. Adamın biri hemen (hummaya) küfretti.
Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Hummaya sövmeyiniz. Çünkü humma, ateşin demirdeki pası gidermesi gibi
insanın günahlarım silip süpürür."
Humma ile birlikte,
(vitamin değeri az olup da) fazlaca yenilen gıdalardan perhiz edilip faydası
çok olan (vitaminli) gıdalar alındığında bedenin (d£~ ğer bilinmeyen
hastalıklardan) temizlenmesinde, pislik ve fazlalıklarının atılmasında,
değersiz hümörlerin tasfiye edilmesinde yardımcı bir etki oluşur. Bu şekildeki
etki aynen körükte ateşe verilmiş demirin pisliklerinin (fazlalıklarının)
giderilmesi, demir cevherinin tasfiye edilmesindeki etkiyi yapar. Zira demir
cevherini tasfiyede en etkili şey ateş körüğüdür. Bu ölçü beden tedavisinin
doktorlarınca da bilinmektedir.
Fakat hummanın
(psikolojik olarak) kalp kirini tasfiye etmesi ve pisliklerini çıkarması ise,
ancak kaip doktorlarının bilebileceği bir iştir. Bu husustaki inceliği ancak,
Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara (doktorlara) haber
verdiği gibi buluyorlar.
Fakat kalp hastalığının
tedavisinden umut kesildiğinde, bu ilacın ona hiçbir faydası olmaz. Zira humma,
hem kalbe hem de bedene faydalı bir hastalıktır. Faydası bu kadar çok olan bir
vaziyete (duçar olmuş birisinin) küfretmesi zulüm ve düşmanlıktan başka bir şey
değildir.
Bir keresinde, hummalı
bir halde iken, hummaya küfreden bir şairin şu beyitlerini hatırladım:
"Günahlara keffaret
olan (humma) geldi ve gitti;
Gelene de gidene de
lanet olsun.
Göç edip veda edeceği
zaman sordu, ne istiyorsun?
Dedim ki: Bir daha geri
dönme!"
Ben de, Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) küfretmeyi yasakladığı hummaya küfreden kişiye
lanet okuyarak, keski şöyle deseydi daha iyi olurdu dedim ve ekledim:
"Günahlara keffaret
olan (humma) geçti. Dökülmesi için, selam gelene ve veda edene.
Göçe niyetlenildiğinde
sordu:
Ne istiyorsun? Ben de:
Ziyaretini kesme! diye cevap verdim."
Elbette ben ondan
koptum, sıyrıldım. O da hemen benden sökülüp gitti.
Sahih olup olmadığını bilemeyeceğim
bir eser şöyledir: "Bir gün hummaya tutulmak; bir senelik günaha
keffarettir."
Bu hadisin iki şekilde
izahı mümkündür:
a) Humma, vücutta
bulunan tüm uzuvları ve eklemleri etkiler. İnsanda ise üç yüz altmış eklem
mevcuttur. Böylece her eklem, sayısınca bir güne tekabül ederek o gün işlenen
günahlara keffaret olmuş olur.
b) Humma, bedende öyle
bir etki meydana getirir ki, bu etki ancak bir sene sonra tamamen ortadan
kalkar. Nitekim Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir hadiste şöyle buyurmuşlardır:
"İçki içen kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz." Çünkü içkinin
etkisi, kişinin içinde, damarlarında ve uzuvlarında kırk gün devam eder.
Ebu Hureyre (r.a.) der
ki: "Bana isabet eden hiçbir hastalık yoktur ki hummadan daha hoş ve
sevimli gelsin. Çünkü vücudumun tüm uzuvlarına sirayet ediyor. Muhakkak ki
Cenab-ı Hak da her uzvun hummadan nasibi miktarmca ecrini, sevabını
veriyor."
Tirmizi, Cami'inde,
Rafi' b. Hadic'in (r.a.) merfu olarak rivayet ettiği şu hadisi naklediyor:
"Sizden birine, cehennemden bir parça olduğu halde humma isabet ederse onu
soğuk su ile söndürsün. Akan bir nehre girsin; fecirden sonra, güneşin
doğumundan önce kendini suyun akışına doğru versin ve : *Ey Allah'ım; kulunu
şifaya kavuştur. Rasulü'nün (humma hakkında bize vaadettiği sözünü) doğrula.'
desin ve üçer kere üç gün üstüste suya dalsın. Üçüncü gün humma geçmezse beş
gün, yine geçmezse yedi gün, yine geçmezse dokuz gün devam etsin. Zira Allah'ın
izniyle humma vücutta etkisini dokuz günden fazla devam ettirmez."
Ben derim ki: Bu
tavsiye, ancak yazın, sıcak memleketlerde ve daha önce zikrettiğimiz şartlara
uyulduğu takdirde fayda verir. Çünkü böyle bir zamanda (yazın) güneşin
kendisine uzaklığınca suyun soğukluk oranı artar. Böyle bir anda kuvvetlerin
gelişmesi, uyku, sükun (istirahat) ve havanın serinliğinin etkisiyle, insandaki
kuvveler ile soğuk sudan ibaret olan ilacın kuvveti arazi hummanın hararetim
veya gün aşın olarak nöbet nöbet gelen hummayı da (gibbü'l-halis), karında bir
şişlik (verem), değersiz ve fasid maddeler olmadığı takdirde Allah'ın izniyle
şifaya kavuşturur. Özellikle hadis-i şerifte belirtilen (üç, beş, yedi, dokuz)
günlerde humma mutlaka tedavi edilir. Aynı zamanda bu zaman süreleri, birçok
keskin hastalığın buhranının vuku bulduğu günlerdir. Aynı zamanda, ahalisinin
hümörleri ince (rikkat) olan sıcak beldelerde de bu faydalı ilaçtan süratle
etkilenmeleri mümkündür.
2- İshalin Tedavisi:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) ishal (istitlakü'l-batri) hastalığının tedavimi
susundaki tumumu şöyledir:
Sahihayn'da,
Ebu'l-Mütevekkil'in Ebu Said el-Hudri'den rivayeti şu şekildedir: Bir adam
Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) huzuruna geldi ve:
"Kardeşimin karnı ağrıyor", diğer bir rivayette: "Kamı ishal
oldu" dedi. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Ona bal (şerbeti) içir!" buyurdu. Adam gitti, bir zaman sonra iki
veya üç kerre döndü ve: "Ona (bal şerbeti) içirdim. Fakat hiçbir faydası
olmadı", diğer bir rivayette: "Bal şerbeti ancak kardeşimin ishalini
arttırdı" dedi.
Adamın tekerrür eden her
gidiş gelişinde Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ona bal
(şerbeti) içir!" buyurdu. Nihayet (adamın) üçüricü veya dördüncü
müracaatında Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Allah (c.c.)
doğru söyledi. Fakat kardeşinin karnı yalan söylemiştir." buyurdu.
Müslim'in Sahih'indeki
lafızda ise: "Kardeşimin midesi bozuldu." denilmiştir ki, midesi
hazımsızlık yaptı ve hastalandı manasına gelir. Nitekim, "ra"nın
fethasıyla "Arab" ve "Zereb" kelimesi aynı manada, mide
fesadı ve bozulması demektir.
Bala gelince, onda büyük
faydalar vardır. Çünkü bal (şerbeti) damarlarda, bağırsaklarda ve diğerlerinde
(mide, böbrek v.s.) mevcut olan zararlı maddeleri (evsah)temizlcT. Bal
yenilerek ve macun haline getirilerek (tila) alındığında (vücutta gereğinden
fazla) rutubetli (olan hümörleri) açıcı bir etki İhtiyarlara, balgamı ağır
basanlara ve mizacı soğuk ve rutubetli olanlara faydalıdır. Tabiata, mizaca
gayet uygun bir gıdadır. Macunlarmt kuvvetlerini ve karışımında olan maddelerin
koruyucusudur. Devaların (ilaçların) keyfiyetlerini koruyucudur. Sadrı ve
ciğeri temizler. İdrarın rahat çıkmasını sağlar. Balgamın çoğalmasından meydana
gelen öksürüğü keser. Gül yağı ile karıştırılarak sıcak bal şerbeti içildiğinde
yılan sokmalarına, afyon içimi(nden meydana gelen hastalıklara) faydalıdır.
Sadece su ile karıştırılıp bal şerbeti olarak içildiğinde kuduz bir köpeğin
ısırmasında ve mantar zehirlenmesinde faydalıdır. Şayet balın içine taze et
konulursa üç ay tazeliğini muhafaza eder. Yine bala, acur, hıyar, kabak,
patlıcan ve bir çok meyveler konulduğunda, onları altı ay muhafaza eder. Bal,
ölülerin bedenlerini (çürümekten) korur. Bala, emin muhafız da denilmiştir.
Bitlenmiş olart vücuda ve saçlara bal sürüldüğünde, başta ve vücutta olan
bitleri ve bit sirkelerim öldürür. Saçı uzatır, güzelleştirir ve besler. Şayet
bal göze sürme olarak çekilirse gözün karasını parlatır. Şayet dişler balla
fırçalanırsa, dişleri beyazlatır, parlatır, diş (mine)lerinin ve diş etlerinin
sıhhatli olmasını sağlar. Damarların ağızlarını açar. Hayız kanım {tams)
inceltir. Bal; tükürükle yalandığında balgamı giderir. Midenin iç sathında olan
lifleri yıkar, fuzuli maddeleri mideden siler ve onları mutedil bir vaziyette
ısıtır, kapalı delikleri açar. Aynı etkileri ciğer, böbrek ve mesanede de
yapar. Bal aynı zamanda ciğer ve dalaktaki kapalı delikler için her türlü tatlı
olan nesne arasından en az zararlı bir maddedir.
Bütün bunlarla birlikte
bal, her türlü tehlikeden emin olunan, zararı az, mizacında saafranın ağır
bastığı insanların hastalıklarına zararlıdır ama sirke ve benzeri şeylerle
karıştırılarak alındığında gerçekten faydalı bir ilaç haline dönüşür.
Bal, gıdalarla bir gıda,
ilaçlarla bir ilaç, içeceklerle bir içecek, tatlılarla bir tatlı, merhemlerle bir
merhem, iştah açıcı nesnelerden biridir. Bizim için baldan daha efdal olan veya
bala benzer ya da bala yakın hiçbir şey yaratılmamıştır. Eski tabipler dahi
(her türlü hastalığı tedavide) balı tercih etmişlerdir. Eski tabiplerin
kitaplarında balın sarhoşluk verdiğine dair hiçbir kayıt geçmemiştir. Onu da
bilmiyorlardı. Çünkü bal(dan yapılan şarap) bize yakın dönemlerde ortaya çıkmış
bir yeniliktir.
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) su ile karıştırarak bal ile yaptığı şerbetini tükrük (haline
getirdikten sonra) yutardı. Burada hıfzısıhha bakımından, ancak zeki ve ihtisas
sahibi bir tabibin anlayabileceği, ince bir sır vardır ki, inşaallah biz o
sırrı Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hıfzısıhha konusundaki
tutumu bölümünde açıklayacağız.
İbn Mace'de Ebu
Hureyre'den (r.a.) merfu olarak rivayet edilen hadis şöyledir: "Her ayda
üç gün sabahlan bal yalıyan kimseye belanın büyüğü isabet etmez." Diğer
bir eserde ise şöyledir: "Size iki şifa kafidir: Bal ve Kur'an."
Bu hadis-i şerifte beşeri
tıb ile ilahi tıb, bedenlerin tıbbı ile ruhların tıbbı, tabii ilaç ile semavi
ilaç bir araya getirilmiştir.
Bu anlaşıldı ise,
kendisine Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bal tavsiye ettiği
kişinin durumu da anlaşılmış olur. O sahabinin karnının bozulması (ishal
olması)nın sebebi, midesini çok doldurmaktan vücutta meydana gelen ağırlıktır.
İşte bu sebepten Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona bal şerbeti
tavsiye etti ki, mide ve bağırsaklarda toplanmış olan fuzuli maddeleri izale etsin.
Zira bal, bu hususta
ciladır ve fuzuli maddelerin izalesi için bire birdir. Çünkü midede yapışkan
kıvamda hümörler {ahlat) vardır. Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın
istikrarına mani olur. Zira midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır.
Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın istikrarına mani olur. Zira midede,
kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır. Yapışkan hümörler bu saçaklara
yapıştıklarında mideyi ve mideye gelen gıdaları bozarlar. Bu durumun izalesi
ise ancak mideyi bu yapışkan hümörlerden temizlemekle mümkündür. Bal ise
ciladır ve bu hastalığa terkib olarak yapılan ilaçların en güzeli baldır.
Özellikle bal sıcak su ile karıştırılarak şerbet halinde içildiğinde (midedeki
bu durumu izale eder).
Bal şerbetini tekrar
tekrar içirme tavsiyesinde de ince bir tıbbi mana vardır. O da şudur: İlacın
bir miktarı (ölçüsü), hastalığın haline göre kemmiyeti vardır. Şayet azalırsa
hastalığı tamamen izale edemez, çok alınırsa kuvvetleri zayıflatır ve başka
zararlar meydana getirir.
Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) bal şerbeti içmesini tavsiye ettiği zaman, adamın içtiği bal
bu hastalığını yenecek miktarda değildi. Bu sebepten netice alamadı. Gelip
Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) haber verince, anlaşıldı ki, bal
yeteri kadar alınmamış. Bu şekilde Allah Rasulü'ne müracaat tekerrür ettikçe.,
balın miktarı (ölçüsü) hastalığı yenene kadar aynı emri tekrarladılar. Bal
şerbetlerinin miktarı, hastalık maddesini izale edene kadar tekerrür edince,
Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuştu. Çünkü ilaçların miktarlarına,
keyfiyetlerine, hastalığın ve hastanın kuvvetinin miktarına dikkat edilmesi tıp
kaidelerinin en önemlilerindendir.
Hadisteki: "Allah
(c.c.) doğru söyledi. Halbuki kardeşinin karnı yalan söylemiştir."
cümlesinde bu ilacın faydasının kesin olduğuna bir işaret vardır. Çünkü tedavi
esnasında hastalığın devam etmesi, gerçekte ilaçtaki kusurdan değildir. Çünkü
midede bozuk hümörler çok fazla yemekten dolayı çoğalmıştır. Midede birçok
fasid madde olduğundan dolayı Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ilacın
tekrar alınmasını tavsiye etmiştir.
Zira Rasülullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) tıtfbı (tedavideki tutumu) tabiplerinkine
benzemez. Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tıbbı, yakini, kat'i
ve ilahidir. Vahiy yoluyla nübüvvet kandilinden ve kamil akıl (tecrübesinden)
sudur etmiştir. Tabiplerin tıbbının kaynağı ise, tahkik edilmeden söylenmiş söz
ve zanlar, tecrübelerden ibarettir.
Buna rağmen hastaların
çoğunun Tıbbu'n-Nebi'den faydalanamadıkları da inkar edilemez. Çünkü
Tıbbu'n-Nebi, ancak kabul ile telakki edenlere, kesin şifaya kavuşacağına
itikad edenlere, iman ve iz'an ile kabul ve telakki edenlere fayda sağlar.
İşte, sadırlarda
olanlara şifa olan Kur'an-ı Kerim, -şayet bu şekilde inanılmadığında- sadırlardaki
hastalıklara şifa olmuyor. Bilakis münafıkların pisliklerine pislik,
hastalıklarına hastalık katıyor. Nerede kaldı ki bedenlerin tıbbına fayda
getirsin.
Tıbbu'n-Nebi, ancak
temiz bedenlere bir şifadır. Zira Kur'an-ı Kerim ancak temiz ruhlara ve diri
kalblere şifa verir. İnsanların Tıbbu'n-Nebi'den yüz çevirmeleri, kesin faydalı
şifa olan Kur'an ile şifa bulmaktan kaçınmaları gibidir. Burada şifaya
kavuşamamanın sebebi ilacın kusuru değildir, bilakis tabiatın habis (pis)
olması, tedaviye alman mahallin bozuk olması, tedaviyi kabul etmemesidir.
Muvaffak kılan Allah'tır.
İnsanlar, bal hakkındaki
şu ayet-i celileyi anlamakta ihtilaf etmişlerdir: "Arıların karınlarından,
renkleri çeşit çeşit şuruplar çıkar ki onda insanlar için şifa
vardır."[Nahl, 69] "Onda" manasına gelen "fihV*
kelimesindeki zamir bal şurubuna mı, yoksa Kur'an'a mı aittir? Doğru olanı; bal
şerbetine gitmesidir. Bu görüş aynı zamanda İbn Mes'ud, İbn Abbas, Hasan,
Katade ve diğerlerinden rivayet edilmektedir. Çünkü konu baldır. Bu sebepten de
kasıt baldır. ayette Kur'an'dan bahis açılmamıştır. Bu mana; "Allah doğru
söyledi" sahih hadisinde de sarih bir şekilde belirlenmiştir. En doğrusunu
Allah bilir.
3- Taunun Tedavisi:
Allah Rasulü'nün (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) taun (veba) hastalığı hakkındaki tutumu, visi ve ondan
kaçınması şu şekildedir:
Sahihayn'da Amir b. Sa'd
b. Ebi Vakkas - babası senediyle şu hadis vardır: Amir, babasının Üsame b.
Zeyd'e (r.a.) veba hastalığı hakkında Allah Rasulü'nden (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) ne işittiğini sorduğunda, Üsame, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) bu hususta şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Taun (veba);
İsrailoğullarından bir guruba ve sizden evvel yaşamış olanlara gönderilmiş bir
azaptır. Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz takdirde o yere gitmeyiniz. Şayet
veba sizin de içinde bulunduğunuz bir yerde zuhur etmişse, vebadan kurtulalım
diye oradan başka bir yere gitmeyiniz."
Yine Sahihayn'da rivayet
edildiğine göre, Hafsa bt. Şirin, Enes b. Malik'in (r.a.) Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu naklettiğini söylemiştir:
"Taun (vebadan ölmek) her bir müslüman için şehid olmak (demek)tir."
Lugatçı Cevheri,
Sihah'ınaa, taunun, veba hastalığının bir türü olduğunu söylemiştir.'
Tıbba göre ise taunun
tarifi şöyledir: Öldürücü bir verem olup beraberinde şiddetli bir ateşlenme
meydana gelir. İnsanın dayanma derecesini aşacak şekilde ciddi olarak eziyet
verici bir ateş yapar . Hastalığın meydana geldiği uzvun etrafı çoğunlukla
siyah, yeşil ve soluk olur ve süratle ufak kabarcık ve sivilceler çıkmağa
başlar. Çoğunlukla da üç uzuvda; koltuk altı, kulak arkası, burun ucu gibi
yumuşak ve gevşek etlerde meydana gelir.
Hz. Aişe'den (r. anha)
rivayet edilen bir hadiste Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Ya Rasulullah ; yaralanmayı (ta'n) biliyoruz, bu taun da nedir?"
diye sorunca, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Deve vebası gibi (vücutta çıkan bir kese, gudde)dir ki burun, karın gibi
yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar. "
Hekimler derler ki:
Yumuşak ve gevşek etlerde, koltuk altı ve uyluklarda, kulak arkasında ve burun
uçlarında bozucu cinsten çıkan sivilceye taun denir. Bunun sebebi ise; kokmağa
ve çürümeğe meyilli, kendisine uygun bir cevhere dönüşmesi imkansız olan fazla
kandır. Uzvu ve meydana geldiği unsurları bozar. Çoğunlukla da kan ve irin
sızdırır. Kalbde Öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Bu durum insanda kusuntu,
uyku ve baygınlık meydana getirir. Bu taun ismi veremi de içine alacak şekilde
umumi de olsa, kalbte, kişiyi öldürene kadar, öldürücü bir keyfiyet oluşturur.
Deve vebası salgınına uğramış ette meydana gelen hastalığa taun denmesinin
sebebi; öldürücü etkisinden dolayı yapısı itibariyla ancak en zayıf olan uzuvda
ve uzuvlara yakınlığından kulak arkası ve koltuk altında başı iyice büyümüş
olan şişiklerde beVebanın çok olduğu bölgelerde taun ismi veba olarak
kullanıldığından, daima veba dendiğinde taun hastalığı kastedilmiştir. Nitekim
lügatçı İmam Halil: Veba taundur, demiştir. Yine denilmiştir ki: Veba, her
türlü hastalığı kapsamı içine alan bir hastalıktır. Doğrusu, veba ile taun
arasında umum husus ilişkisi mevcuttur. Şöyle ki, her tauna veba denilebilir,
fakat her türlü vebaya taun denilmez. Nitekim taunu da içine alan umumi
hastalıklar hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Çünkü taun da bir
hastalıktır. Taun hastalığının çeşitlerine gelince, daha önce zikri geçen
yerlerde; sivilce ve çıbanlar, yara ve uyuzlar, öldürücü şişikler şeklinde
meydana gelir.
Ben derim ki: Bu yara ve
uyuzlar, şişikler, sivilce ve çıbanlar taunun etkileridir, bizatihi kendisi
değildir. Fakat tabibler, bu şekilde ortaya çıkan emarelerinde hastalığı
keşfettiklerinden, bunları taunun kendisi olarak nitelendirmişlerdir.
Vücutta meydana gelen üç
alamete taun denilir:
Birincisi: Daha Önce
geçen yerlerdeki açık belirtiler ki, tabiplerin söylediği budur.
İkincisi: Bundan dolayı
meydana gelen ölüm ki; "Taun her bir müslüman için şehitlik
demektir." sahih hadisinde belirtilen husus budur.
Üçüncüsü: Bu hastalığın
meydana gelmesine vesile olan etkili sebep. Bu hususta rivayet edilen sahih
hadisler şöyledir: "Taun, İsrailoğullarma gönderilen azabın bir
kalıntısidır." "Taun, cinlerin azabıdır."' Yine rivayet
edildiğine göre: "Taun, bir peygamberin bedduasıdir."
Bu hadislerde bildirilen
illet ve sebepleri anlayacak ve onları tenkid edip çürütecek ilim, tabiplerde
yoktur. Halbuki peygamberler gaib olan işleri haber verebilirler. Tabiplerin
insan vücudunda gözlemledikleri bu emarelerin, ruhların aracılığıyla meydana
gelebilmesi ihtimalini reddedecek bir delilleri de yoktur. Çünkü ruhların
bedende, hastalıklarında ve bedenin helak ve yok olmasındaki etkisini ancak,
insanların içinde ruhları ve tesirlerini, cisimlere etkisini, tabiatlara
etkisini bilmeyen cahiller inkar ederler. Halbuki Allah Teala bu ruhlara
insanoğlunun cisimlerinde veba meydana geldiğinde ve hava bozulduğunda tasarruf
müsaadesi vermiştir. Nitekim bazı öldürücü maddeler (hümörler) bedenlerde
öldürücü bir vaziyet aldığında Cenab-ı Hak onlara tasarruf gücü verir.
Özellikle kanın çoğalmasında, mirretüssevda!da ve meninin çoğalmasında ruhların
tasarrufu söz konusudur. Zira şeytani ruhların bu tür arızaları olan insana
bilfiil etki etmesi mümkündür. Dolayısıyla da bu sebeplerin içerisinde zikir,
dua, yalvarıp yakarma, tazarru', sadaka ve Kur'an okumaktan daha kuvvetli bir
müdafaa aracı yoktur. Çünkü bu tür yönelişlerle, habis ruhları kahredecek,
kötülük ve tesirlerini def edecek meleki ruhların inmesi sağlanmış olur. Biz,
sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemiyeceği kadar bu tür tedaviyi kendimizde
ve başkalarında tecrübe ettiğimizde, bu temiz ruhların indirilmesini, yakına
celb ettiğinde tabiatı takviyede öldürücü maddelerin (hümörler) def edilmesinde
büyük etkilerini gördük. Sırf (ruhani olarak yapılan duanın etkisi ile) bu
öldürücü maddelerin def edilmesi, bedene yerleşip karar kılmadan ve neredeyse
yenilemeyecek raddeye gelmezden öncedir. Cenab-ı Hakk'ın kendisini bunu tesbite
muvaffak kıldığı kişi, şer sebeplerin anlaşıldığı esnada hemen onları yok
edecek manevi sebeplere sarılmalıdır. Zira başlangıç safhasında en faydalı ilaç
budur. Şayet Cenab-ı Hak, kaza ve kaderini infaz etmek dilerse, kulun kalbini,
onun bilgisinden, tasavvurundan ve idaresinden gafil kılar, şuurunu
zayıflatarak onu taleb ettirmez. Buna en büyük delil, Allah'ın (c.c.) meydana
gelmesi kesin olan bir emrinin (işinin takdir ve kazasının) tahakkuk ve vuku
bulmasıdır.
İnşaattan ileride rukye,
(dua) Peygamberi rukyeler, zikirler, dualar, amel-i salihlerle tedavi bölümüne
geldiğimizde bu hususta daha fazla izahlar verecek ve doktorların tıbbı ile
tibbu'n-nebi arasındaki farkın, müneccimlerle kocakarı tıbbının doktorlarmkine
olan nisbeti gibi olduğunu belirteceğiz. Nitekim bu gerçeği doktorların ehil ve
otorite olanları da itiraf etmiştir. Yine insan tabiatının etkilendiği en
şiddetli gücün ruhi güçler olduğunu, rukye ve dualardaki güçlerin ilaçların
gücünden daha etkili, hatta öldürücü zehirlerin gücünü iptal edici olduğunu
belirteceğiz.
Netice olarak; taun için
etkili illet ve yeterli sebeplerden bir bölümü (insanda hümör ahlat olarak
mevcut olan) hava unsurunun bozulması sebebiyle meydana gelir. Zira hava
unsurununun vebayı meydana getirecek veya ortadan kaldıracak şekilde bozulması,
senenin içinde hangi mevsimde olursa olsun, çürüme, kokuşma ve zehirleyicilik
gibi öldürücü keyfiyetlerden birinin galebe çalmasıyla hava cevheri (unsuru)
öldürücü bir hale intikal eder. Bu durum daha çok yaz aylarının sonlarında
oluşsa da, hastalık çoğunlukla sonbaharda meydana gelir. Çünkü yaz mevsiminde
keskin bozulmuş safra ve sevda fazlalıkları {fadalat el-mirariyye) ve diğerleri
çoğalarak vücutta birikir ve yaz sonunda da bu maddelerde çözülme meydana
gelmez. Sonbaharda meydana gelmesi ise havanın soğuk olması, buharların ve yazın
çözülen fazlalıkların kokuşması sebebiyle daralır, ısınır, kokuşur ve böylece
çürüme hastalıkları (emraz-ı afine) meydana gelir. Özellikle bu tür hastalıklar
bedende, uygun, karşıt, gevşek, az hareketli ve hümörleri çok olduğunda
belirir. Bu durum sebebiyle insanı kırgınlık ve bozukluğundan dolayı
öldürebilir.
Bedene en yararlı mevsim
ilkbahar mevsimidir. Hipokrat der ki: Hastalıkların en şiddetlisi ve öldürücüsü
sonbaharda meydana gelenleridir. İlkbahar ise vakitlerin en sağlıklısı ve
ölümlerin en az olduğu zamandır. Eczacıların ve ölüleri teçhiz edenlerin
adetleri, ilkbahar ve yazın borç alıp sonbaharda ödemektir. Çünkü sonbahar
onlar için ilkbahar gibidir. Onlara göre sonbahar; gelmesini en çok istedikleri
ve memnun oldukları mevsimdir. Hadis-i şerifte varid olduğuna göre: "Necm
doğduğunda her beldeden salgın hastalıklar kalkar." denilmiştir.
"Necm doğması'* kelimesi; bir Süreyya yıldızının doğması, bir de
ilkbaharda bitkilerin yeşermesi ile tefsir edilmiştir. Bu ikinci tefsiri,
"Sapsız bitkiler (otlar) ve ağaçlar da hep secde ederler."[Rahman, 6]
ayetinde de görüyoruz. Zira ağaçların ve otların tam manası ile yeşermeleri
ilkbahar mevsiminde olur ki bu mevsim aynı zamanda her türlü afatın ortadan
kalktığı bir mevsimdir.
Süreyya yıldızı olarak
tefsir edilmesine gelince: Hastalıklar Süreyya yıldızının sabah vaktinde
doğduğu ve battığı zamanlarda etkisini çoğaltır.
Temimi, Maddetü'l-Beka
adlı eserinde der ki: Senenin, vücutlara fesad ve hastalık bakımından en büyük
ve şiddetli iki vakti vardır. Biri, fecrin tuluunda Süreyya yıldızının güneşin
battığı yerde batması; diğeri ise, ayın doğma menzillerinden bir yerde, güneş
daha doğmadan önce doğu tarafından doğma vaktidir. Bu vakit de ilkbaharın
bittiği vakittir. Yalnız, Süreyya yıldızının doğuşu esnasında beden sıhhatında
görülen bozukluklar, batışında mevcut olan bozukluklardan daha az zarar meydana
gttirir.
Ebu Muhammed b. Kuteybe
şöyle anlatır: Denilir ki: Süreyya yıldızı ancak insanlara ve develere bir
hastalık, salgınla doğar. Fakat Süreyya yıldızının batışı ise doğuşundan daha
şiddetli hastalıkların meydana gelme zamanıdır.
Hadis-i şerifin izahında
üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür ki, en uygun olan izah belki de budur:
Necin kelimesinden kastedilen Süreyya yıldızı, salgın ve hastalık (el-ahet) dan
da kastedilen, ekinlere ve mahsulata kışın ve ilkbahar mevsiminin başlangıcında
arız olan afetlerdir. Zikredilen vakitte Süreyya yıldızının doğmasıyla da bir
emniyet meydana gelir. Bu sebepten dolayı Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) olgunlaşmamış mahsulün satılmasını yasaklamıştır.
Konumuz, taun salgınının
meydana gelmesi halinde Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tutumu idi.
Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), taun salgınına tutulmuş bir beldeye girmeyi, içinde iken
saigın başlamış bulunan bir beldeden çıkmayı tüm ümmetine yasaklamakla, bu
hastalıktan tüm yönleriyle korunmayı gözetmiştir. Çünkü taun salgınının mevcut
olduğu bir yere girmek; belanın içine atlamak, etki alanında o mikrobu kapmağa
hazır olmak ve kendi nefsinin aleyhinde olmak demektir. Bu hem akla, hem de
şeriata muhalif bir davranıştır. Belki de taun salgınına uğramış bir yere
girmekten kaçınmak, Cenab-ı Hakk'ın tavsiye buyurmuş olduğu korunma (himye)
konusuna riayet demektir. Bu tür korunma, fazla yemek ve içmekten perhiz değil
de, yerlerden, zararlı havalardan perhiz etmek demektir.
Taun salgını olan bir
beldeden çıkmanın yasaklanmasında iki manaya işaret vardır:
1) Ruhlan ve nefisleri
Allah'a bağlanmaya, O'na tevekküle, O'nun kümlerine sabır ve rıza ile karşılık
vermeye ikaz ve teşvik vardır.
2) Tıb otoritelerinin
tavsiyeleri şöyledir: Vebadan kaçınacak olan her insanın, vücudundan fazlalık
sıvıları çıkarması, az gıda alması, her yönden yumuşak kuru (müceffef)
tedbirlere meyletmesi, spor ve ısmma hareketlerinden kaçınması gerekir. Spor ve
ısınma hareketlerinden kaçınmak gerekir, çünkü beden, çoğunlukla yerleşmiş olan
öldürücü fazlalık maddeler ihtiva eder. Bunlar spor ve ısınma hareketleriyle
faaliyete geçer ve yeni keymus'a karışır. Bu durumda daha büyük bir hastalık
meydana gelir. Halbuki, taun meydana geldiğinde istirahat ve sükunet
gereklidir. Ahlatın (hümörlerin) artışının teskin edilmesi gerekir. Veba
salgını olan bir yerden başka bir yere sefer etmek şiddetli hareketleri
gerektirdiğinden ciddi bir şekilde zararlıdır. Bu ifadeler daha sonra gelen
tabiplerin en efdalinin (İbn Sina) sözüdür. Böylece hadis-i şerifteki tıbbi
mana ve aynı tavsiyede mevcut olan kalp, beden tedavisi ve sıhhatinin korunması
ortaya çıkmış oldu.
Şöyle bir, itiraz
yapılabilir: Hadis-i şerifin diğer rivayetlerindeki; "Taundan kaçmak için
o beldeden çıkmayınız." cümlesi, sizin zikretmiş olduğunuz manayı
kasdettiğini ortaya koymadığı gibi, geçici bir sebeple çıkmağa ve yola çıkacak
bir yolcunun yolculuğuna mani değildir.
Buna şu cevap verilir:
Hiç kimse, ne bir tabip ve ne de başkası, taun salgınları meydana geldiğinde
insanlar hareket etmesinler ve cansızlar gibi olsunlar dememiştir. Yalnız,
salgın esnasında mümkün olduğu kadar az hareket etmelidir. Taundan kaçmak,
hareketi icab ettirdiğinden değil, mücerred hastalıktan kaçmaktır. Halbuki
istirahat ve sükunet hastanın kalbine ve bedenine faydalı, Allah'a tevekküle ve
O'nun kaza ve kaderine teslim olmaya daha yakındır. Fakat hareketi gerektirecek
işleri olan sanatkarlar, işçiler, yolcular, postacılar ve diğerlerine tüm
hareketlerinizi bırakın denilmez. Yalnız lüzumsuz hareketlerden men
edilebilirler. Mesela, yolculuk yapan biri sırf taundan kaçmak için yola
çıkarsa buna mani olunur. En doğrusunu Allah bilir.
Taun salgınının yayılmış
olduğu bir beldeye girmekten men edilmesinde çeşitli hikmetler vardır:
1- Eziyet verici
sebeplerden kaçınmak ve onlardan uzaklaşmak.
2- Kokmuş ve bozulmuş
olduğundan teneffüs edenlerin hasta olduğu havayı teneffüs etmemek.
3- Dünya ve ahiretin esası
olan afiyetin elde edilmesi.
4- Tauna tutulmuş
hastalara komşu olmamak dolayısıyla da birlikte olmaktan aynı hastalığa
tutulmamak.
Ebu Davud'un Sünen'inde
merfü olarak şu hadis rivayet ediImaKtedir: "Heİak olmak (kara/) hastalara
yakın olmakladır. "
İbn Kuteybe diyor ki:
Karaf, vebaya ve hastalara yaklaşmak demektir.
5- Nefisleri, hastalığın
bulaşması ve uğursuzluk inancından korumaktır. Çünkü ruhlar bu iki
şeyden/etkilenirler. Bir şeyi uğursuz saymak, o şeyin sanıldığı şekilde,
istenilmeyen bir biçimde meydana gelmesini sağlar.
Özetle, taun salgınının
meydana geldiği bir beldeye girmenin yasaklanmasında, koruma ve perhiz, telef
olmayı hazırlayan sebeplerden uzak olmak vardır. Taunlu beldeden kaçmamakta da
tevekkül, teslim ve işin neticesini Allah'a (c.c.) bırakmak vardır.
Sahihayn''da şunlar
rivayet edilmektedir: Hz. Ömer Şam'a doğru yola çıktı. Serg denilen köye
vardığı zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve
Şam'da veba salgını olduğunu haber verdiler. Bu* nun üzerine Şam'a girip
girmeme hususunda ihtilafa düştüler. Hz. Ömer İbn Abbas'a; "Bana ilk
muhacirleri çağır." dedi. İbn Abbas der ki: Onları çağırdım. Hz. Ömer,
onlara Şam'da veba salgını olduğunu haber vererek istişare etti. Bir kısmı:
"Yola bir iş için çıkmışsın, geri dönmeni doğru bulmuyoruz." dediler.
Diğerleri ise: "Rasulullah'ın ashabı ve diğer insanlardan kalanlar seninle
birliktedirler. Onları bu veba salgınıyla karşı karşıya bırakmanı uygun
görmüyoruz*' dediler. Hz. Ömer onlara: "Artık yanımdan çekilebilirsiniz."
dedikten sonra: "Bana Ensar'ı çağır." dedi, ben de çağırdım, onlar
ile de istişare etti. Bunlar da Muhacirlerin ihtilafı gibi bir yol takip edince
onlara da: "Siz de yanımdan çekilebilirsiniz." dedi. Sonra:
"Bana şu Mekke fethiyle birlikte hicret eden yaşlı Kureyşlileri
çağır." dedi. Ben de onları çağırdım. Onlar, içlerinden iki kişi dahi
ihtilaf etmeksizin dediler ki: "İnsanları geriye döndürmeni ve onları şu
veba illetiyle boğuşmaya bırakmamam doğru buluyoruz." Bunun üzerine Hz. Ömer
insanlara şunun bildirilmesini emretti: "Ben sabahleyin bineğimin üstünde
geri döneceğim. Böylece siz de sabaha göre hazırlıklarınızı yapın!" O
zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah: "Ey mü'minlerin emiri! Allah'ın kaderinden mi
kaçıyorsun?" deyince Hz. Ömer şöyle cevapladı: "Keşke bu lafı senden
başkası söyleseydi Ey Ebu Ubeyde! Evet, Allah Teala'nın kaderinden, yine Allah
Teala'nın kaderine kaçıyoruz! Şöyle bir düşünsene. Senin birçok deven olsada,
biri münbit diğeri çorak iki yamacı olan bir vadiye onları indirsen. Sen onları
münbit yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle, çorak yerde gütsen de Allah'ın
kaderiyle gütmüş olmaz mısın?" İbn Abbas der ki: Tam bu sırada, birtakım
işleri dolayısıyla ortalıkta görünmeyen Abdurrahman b. Avf çıkageldi ve dedi
ki: Bu konuda bende bir bilgi vardır. Ben Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) şöyle buyurduğunu işittim: "Siz bir beldede bulunuyorken bu
hastalık yayılmışsa sakın ondan kaçmak için o yerden çıkmayınız. Eğer bu
hastalığın bir yerde çıktığını duyarsanız oraya gitmeyiniz!"
4- İstiskalim Tedavisi:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) istiska hastalığı ve tedavisi hakkındaki tutumu
şöyledir:
Sahihayn'da Enes b.
Malik.(r.a.) anlatıyor: Ureyne ve Ukl kabilesinden bir topluluk Allah Rasulü'ne
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldiler ve Medine'nin havasının kendilerine ağır
geldiğinden şikayette bulundular. Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem): "Zekat develerinin yanına gitseydiniz de develerin
sidiklerinden ve sütlerinden içseydiniz." buyurunca onlar da bunu
yaptılar. Sıhhatlarına kavuştuklarında çobanlan teslim alıp öldürdüler.
Develeri önlerine katıp götürdüler. Böylece Allah ve Rasulü'ne savaş açmış
oldular. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) arkalarından
bir askeri birlik gönderip onları yakalattı. Daha sonra (had olarak) onların
ellerini, ayaklarını kestirdi, gözlerine mil çektirip kendi kendilerine ölene
kadar onları güneş (in kızgın sıcaklığına) terkettirdi.
Hadiste geçen bu
hastalığın istiska olduğuna delil, Müslim'in rivayetindeki şu ziyadedir:
"Medine'nin havası bizi bozdu. Karınlarımız şişti. Uzuvlarımız
gevşedi..."
Ceva: Karın
hastalıklarındandır. (Göğüs ve ciğerde belirir).
İstiska: Hümörlerle
ilgili bir hastalık olup sebebi, soğuk ve garip bir hümörün uzuvları bozmasıdır.
Böylece ya tüm zahir uzuvlarda gelişir veya gıda ve hümörlerin içinde
değişikliğe uğradığı (ikinci hazım keymus dönemi) boş bölgelerde gelişir. Üç
kısmı vardır: a) Lahmi; bu en ağır türüdür, b) Zaki, c) Tabii.
Bu hastalığın
tedavisinde gerekli olan ilaçlar, içinde mutedil bir çözülme, ihtiyaç miktarı
çoğalma olanlardır. Bu vasıflar develerin idrar ve sütlerinde mevcut olduğundan
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) içilmesini emretmiştir. Bol süt veren
devenin sütünde parlaklık, yumuşaklık, akıcılık, letafet ve tıkalı yerleri
açıcılık özelliği vardır. Çünkü develerin genellikle otladikları şeyler istiska
hastalığına faydalı olan, yavşan otu (şih), marsama otu (kaysum), sarı papatya
(babunc), papatya (akhuvan), boya otu (izhir) ve diğer bitkilerdir.
Bu istiska hastalığı
özellikle ciğerde meydana gelen bir afetle veya ortak bir maddeyle birlikte
olur. Çoğunlukla da ciğerdeki tıkanık yerlerde bulunur. Arap develerinin sütü,
ondaki akıcılık ve zikredilen diğer faydalarından dolayı bu tıkanıklıkları
giderir.
Razi der ki: Deve sütü,
ciğer ağrılarına ve mizaç bozukluklarına şifadır. İsraili demiştir ki: Deve
sütü, sütlerin en incesi, akıcı ve keskinliği en çok, gıda olarak en az
özelliği olanıdır. Bu sebepten vücuttaki faydasız (katı) maddeleri inceltir,
karın (daki bağırsakların içindeki katı maddelerin) boşalmasını sağlar,
tıkanıklıkları açar. Bu özelliğine delil, tabii olarak hayvanı sıcaklığının çok
olmasından dolayı deve sütünde az bir tuzluluk olmasıdır. Bu sebepten dolayı,
ciğerin yumuşatılmasında, tıkanıklıklarının açılmasında, İlk safhada dalak
sertliğini gidermede, istiska hastalığına özellikle anasından henüz ayrılmış
deve yavrusunun sidiği ile devenin memesinden alındığındaki sıcaklığıyla içilen
süt faydalıdır. Çünkü bu şekildeki karışım sütün tuzluluğunu arttırır. Faydasız
maddelerin parçalanması, bağırsaklardaki katı maddelerin boşaltılmasında
kullanılan süt cinslerinin en çok tercih edileni deve sütüdür. Şayet karında
bulunan maddelerin inmesi ve boşaltılması bu şekilde mümkün olmuyorsa mutlaka
ishal yapıcı başka bir ilaç kullanılması gerekir.
Kanun sahibi (İbn Sina)
der ki: "İstiska hastalığının tedavisine sütün tabiatı zıddır denmesine
aldırış etmemek gerekir."
Der ki: "Bil ki,
dişi develerin sütü yumuşaklıkla birlikte parlaklığı ve bir hassasından dolayı
faydalıdır. Ve bu sütün faydası çok fazladır. Şayet bir insan bu sütü su ve
yemek yerine içse şifaya kavuşur. Nitekim bu husus Arap bedevilerinin yaşadığı
bölgelere gönderilen bir grup insanda denenmiştir. Onları bu duruma zaruret sevketmişti.
Afiyete kavuştular. Sidiklerin en faydalı olanı bedevi devesinin sidiğidir ki o
da en kıymetlidir."
Konunun başında
zikredilen kıssa, tedavi olmaya, tıbbi müdahale yapmaya ve eti yenilen hayvanın
sidiğinin temiz olduğuna delildir. Çünkü haram kılınan maddelerle tedavi caiz
değildir. İslam'ın intişarı zamanında olmalarına rağmen içtikleri zaman
ağızlarını yıkamakla ve namaz için üzerlerine sıçrayan sidikleri yıkamakla
emrolunmadılar. Bununla birlikte muhtemel bir yasaklamanın ihtiyaç anında başka
zamana tehir edilmesi caiz değildir.
Cinayet işliyen kişiye,
yaptığı şekilde mukabele (kısas) gerekir. Çünkü bu Ureyneliler çobanı öldürmüş
ve gözlerini de oymuşlardı. Bu husus Sahıh-i Müslim'de geçmiştir.
Bir kişiyi öldüren
cemaatın hepsine aynıyla mukabele edilerek kısas yakılması gerektiğine de
delildir.
Yine, şayet cinayet
işleyen kişide hem had hem de kısas birleşirse her ikisi de birlikte tatbik
edilir. Çünkü bu kıssada Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) önce
onların isyanları karşılığında ellerini ve ayaklarını, Allah'ın bir haddi
olarak, çaprazlama kesti. Daha sonra çobanı öldürmeleri dolayısıyla kısas
olarak onları öldürdü.
İsyancı mal çaldığı ve
adam öldürdüğünde aynı anda elleri, ayakları kesilir ve öldürülür.
Cinayetler çoğaldığında,
cezası da büyür. Çünkü bu Ureyneliler İslamdan irtidad ettiler, bir adam
öldürdüler, daha sonra da maktule işkence yaptılar ve malını elinden aldılar.
Böylece açıkça isyan etmiş oldular.
İsyancılara destek
vermek, isyana katılmak hükmündedir. Zira, şu bir gerçek ki onların her biri
öldürdükleri çobanı teker teker öldürmüş değillerdir. Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) da onlara had ve kısas uygularken, çobanı hangisinin
öldürdüğünü sormamıştır.
Birini aldatarak ansızın
öldürmekte (katl-i gayle) had olarak caninin öldürülmesi vaciptir. Caninin,
öldürülen kişinin velisi tarafından affedilmesi bu haddin uygulanmasına mani
değildir. Bu hususta kefaete de (kadın erkek, köle-hür) itibar edilmez. Bu
hüküm Medinelilerin mezhebidir. Ahmed b. Hanbel'in iki görüşünden birisi de
budur. Şeyhimiz (ibn Teymiye) bugörüşü tercih eder ve bununla fetva verirdi.
5- Yaraların Tedavisi:
Yaraların tedavisi
konusunda Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tutumu şöyledir:
Sahihayn'da. Ebu
Hazim'den rivayete göre Sehl b. Sa'd'ı, Uhud savaşında Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) yarasının nasıl tedavi edildiği sorulduğunda
şöyle anlattığını işitmiştir: "Rasulullah'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
yüzü yaralandı, küçük azı dişi kırıldı. Ve başındaki miğferi de yarıldı. Hz.
Fatıma (r. anha) kanı yıkıyor, Hz. Ali (r.a.) de kalkan ile su döküyordu. Hz.
Fatıma kanın durmadığını görünce, bir parça hasır aldı ve onu yaktı. Hasır kül
haline gelince o külü yaraya yapıştırdı ve böylece kanı durdurmuş oldu."
Bu kül berdiden imal
edilmiş hasırın külüdür. Bu bitkinin külünün kanı durdurma konusunda kuvvetli
bir etkisi vardır. Çünkü kuruluğu çok, yamalığı azdır. Kuruluğu fazla olan
ilaçlarda yamcilık özelliği de bulunduğunda, kanı kurutur ve emer. İşte bu kül
şayet burnu kanayan birinin burnuna yalnız olarak veya sirke ile birlikte
püskürtüldüğünde burun kanamasını keser.
Kanun sahibi (ibn Sina)
der ki: "Berdi, kanamalara faydalı olup kam durdurur. Yumuşak yaralara
püskürtülerek saçılır ve yara bununla (pansuman yapılarak) tedavi edilmiş olur.
Mısır kağıdı eskiden bu bitkiden imal edilirdi. Mizacı soğuk kurudur. Külü,
ekletülfem hastalığına faydalı olup kanın çıkmasına ve habis (pis) yaraların
azmasına engel olur."
6- Hacamat ve Dağlama
Yoluyla Tedavi:
a) Hacamat Yaptırma:
Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bal (şerbeti) içirerek, hacamat yaparak ve
dağlama yoluyla tedavi hususundaki tutumu şöyledir:
Buhari'nin Sahih'inde,
Said b. Cübeyr - İbn Abbas kanalıyla Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şifa üç şeydedir: Bal
(şerbeti) içmek, kan alma (hacamat) aleti vurma ve ateşle dağlama. Fakat beri
ümmetime dağlayarak tedavi olmayı yasaklıyorum."
Ebu Abdillah el-Mazeri
der ki: "İmtilai'' hastalıklar; demevi, safravi, balgami ve sevdavi
türlerinde olur. Şayet imtila, demevi türünden olursa tedavisi vücuttan kan
alınmasıyladır. Eğer diğer türlerinden olursa, her hümörü giderecek şekilde
uygun bir ishal ilacı ile tedavi edilir. Sanki Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) bal şerbeti tavsiye ederek müshil ilaçlara, hacamatı tavsiye ederek
de kan aldırmaya işaret etmiş olmaktadır. Bazı alimler demişlerdir ki: Hadis-i
şerifteki "kan alma aleti vurmakta" ifadesine kan aldırma konusu
girmektedir. Tedavi mümkün olmadığında tıbbi müdahalede en son çare
dağlamaktır. Nitekim Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ilaç olarak
dağlamayı da belirtmiştir. Çünkü dağlama, ilaçların kuvvetlerine tabiatlar
galebe çaldığı, içilen ilacın fayda vermediği zaman kullanılır. Hadisteki:
"Fakat ben ümmetime dağlama ile tedavi olmayı yasaklıyorum." ve diğer
bir hadiste yer alan: "Dağlanarak tedaviden tedaviden hoşlanmam. "
ifadelerinde, zaruret olmadıkça dağlama ile tedaviyi en son çare olarak
değerlendirdiğine işaret yardır. Acele ederek tedaviye dağlamayla başlamayı hoş
karşılamamıştır. Çünkü dağlama ile insanın duyacağı elem, hastalığından duyduğu
elemden daha fazla olacaktır."
Doktorlardan bazısı
demişlerdir ki: Mizaci hastalıklar, ya bir hümör sebebiyle veya başka bir sebeple
ölür. Hümörlere dayalı hastalıklar keyfiyet olarak, sıcak, soğuk, nemli veya
kutu veya bunların ikisinin karışımıyla olur. Bu dört keyfiyetten ikisi etkili
(fail) keyfiyettir ki onlar sıcaklık ve soğukluktur. Münfail (etkilenen)
keyfiyet de nemlilik ve kuruluktur. İki etkili keyfiyetten birinin münfail bir
keyfiyetle birlikte galebe çalması gerekir. Bu bedende mevcut hümörlerin her
biri için geçerlidir. Diğer mürekkep hümörlerin de, fail ve münfail olarak iki
keyfiyeti vardır.
Bu izahtan anlaşılan,
mizaci hastalıkların sıcaklık ve soğukluk keyfiyetinde olan ahlatın kuvvelerine
tabi olduğudur.
Nübüvvet kelamı, sıcak
ve soğuk keyfiyetlerde olan hastalıkların tedavisinin aslına temsil yoluyla
işaret ederek gelmiştir. Şayet hastalık sıcak bir keyfiyete sahipse, bu
hastalığı kan aldırarak veya hacamatla kan akıtarak tedavi ederiz. Çünkü kan
aldırmada bir hümörün dışarı atılması ve mizacın soğutulması sözkonusudur.
Şayet hastalık soğuk bir keyfiyete sahipse ısıtarak tedavi ederiz. Bu özellik
bal şerbetinde vardır. Bununla beraber soğuk maddelerin dışarı atılması
sözkonusu olduğunda, bal şerbetinde bu vasıf da vardır. Çünkü bal şerbetinde
pişirme, kesme, inceltme, parlatma ve yumuşatma özellikleri vardır. Bu şekilde
soğuk hümörün, kuvvetli müshillerin yenilgisinden emin olarak ve mülayim bir
şekilde dışarı atılması sağlanmış olur.
Dağlamaya gelince:
Hümörlere ait hastalıkların hepsi için geçerlidir. Hastalık keskin olup iki
taraftan birine süratle yayılır. O zaman dağlamaya gerek kalmaz. Bazan da
müzmin olur ki tedavisi hümör dışarı atıldıktan sonra, dağlama yapılması uygun
olan uzuvlara dağlama yaparak olur. Çünkü bu hastalık ancak uzuvda yerleşmiş
galiz ve soğuk hümörde olursa müzmin olur ki bedenin mizacını bozar. O uzva
gelen tüm maddeleri de cevherine benzer bir şekle sokar. Böylece uzuvda ateş
meydana gelir. Dağlama yapılarak oradan bu madde (hümör) çıkarılır. Dağlamada
mevcut olan ateş unsuru bu Soğuk maddeyi yok etmiş olur.
Bu hadisten, hümörlerle alakalı
tüm hastalıkların tedavisini öğreniyoruz. Nitekim, "Hummanın şiddeti
cehennemin kaynamasından bir parçadır. Dolayısıyla onu su ile soğutunuz."
hadisinden de sıcak hastalıkların tedavisini daha önce öğrenmiştik.
Hacamata gelince; İbn
Mace'in Sözen'inde zayıf bir ravi olan Cübare b. Mugallis'in Kesir b. Süleym
kanalıyla Enes b. Malik'in (r.a.) Allah Resulü'nün (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurduğunu naklettiği rivayet ediliyor: "Mirac gecesinde
yanlarından geçtiğim her topluluktan: Ya Muhammed! Ümmetine hacamat yapmayı
emret, tavsiyesiyle karşılaştım."
Bu hadis Tirmizi'nin
Cami'inde İbn Abbas'tan; "Sakın hacamattan vazgeçme, ya Muhammed!"
şeklinde rivayet edilmiştir.
Sahihayn'da. Tavus'un
ibn Abbas'tan yaptığı rivayette: "Rasulullah hacamat olmuş ve hacamatçıya
ücretini vermiştir." ifadesi vardır,
Yine Sahihayn'da, Humeyd
et-Tavil'in Enes'den rivayetine göre Ebu Taybe, Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) hacamat yaptı. Ona iki sa' yiyecek verilmesini emretti.
Efendileriyle de Ebu Taybe'nin vergisini azaltmaları hususunda konuştu,; daha
sonra: "En hayırlı tedavi şekliniz hacamattır." buyurdu.
Tirmizi'nin Cami'inde
Abbad b. Mansur'dan, tkrime'nin şöyle dediği nakledilmektedir: İbn Abbas'ın
hacamatçı üç kölesi vardı. Bunlardan ikisi kendisine ve ailesine hizmet eder,
kazanç sağlarlar, üçüncüsü ise kendisini ve ailesini hacamat yapardı. İbn
Abbas, Rasülullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu
nakletmiştir: "Hacamatçı olan köle ne iyi bir insandır. Kan alıyor, dolayısıyla
sırt omurgasını hafifletiyor ve görüşü güçlendiriyor." Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) mirac'a çıktığında, meleklerden her bir topluluğa
uğradığında, onlar: "Hacamat olmalısın." dediler. Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Hacamat olmanız için en
uygun günler on yedi, on dokuz ve yirmi birinci günlerdin" Allah Rasulü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: "Tedavide kullandığınız
ilaçların en hayırlısı, burundan alınan ilaç (sevt), ağıza konarak alman ilaç
(ledud), hacamat ve müshildir." Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
-Abbas ve arkadaşları, nzası olmaksızın- ledud içirdiler. Kendine geldiğinde:
"Bana kim ledud içirdi?" buyurdu. Hepsi sustu. Bunun üzerine Abbas
(r.a.) hariç evde bulunanların hepsine ledud içirildi." Tirmizi, bu hadis
hasen-garib demiştir. Hadisi İbn Mace de rivayet etmiştir.
Hacamatın faydalan
şunlardır: Hacamat, bedenin sathını fasddan (kan aldirma)daman yararak daha
fazla temizler. Fasd ise bedenin derinliklerindeki kanın temizlenmesinde daha uygundur.
Çünkü hacamatla deri altlarında olan kan çıkarılır.
Ben derim ki: Hacamat ve
fasdın hakikati şudur: Her ikisi de zaman, mekan, yaşlar, mizaçlar, sıcak
bölgeler ve sıcak zamanlara göre değişir. Kam son derece pişmiş olan sıcak
mizaçlı kişilere hacamat, birçok yönden fasddan daha faydalıdır. Çünkü
karTfrümörü pişer ve incelirse cesedin dahili sathına çıkar. Bu durumda olan
kan, ancak hacamat yapılarak dışarı atılır. Bu sebepten de çocuklar için
fasddan daha faydalıdır. Aynı şekilde fasda tahammülü olmayanlar için de
faydalıdır. Doktorlar diyorlar ki: Sıcak beldelerde hacamat fasddan daha
faydalıdır. Ayın ortasında, yine bu cümleden olarak ortasından sonra, dörtte
üçünden sonra hacamat yapmak sünnettir. Çünkü kan bu vakitten önce çoğalmaz ve
değişmez. Ay sonunda da sükunet bulur. Ortasında ve az sonrasında ise son
derece çoğalır.
Kanun sahibi (İbn Sina)
der ki: Ay başında hacamat yapılması tavsiye edilmez. Çünkü hömürler ayın ne
başında ne de sonunda çoğalıp harekete geçerler. Çünkü bu vakitlerde azalırlar.
Halbuki ayın ortasında, ay doluna} şeklinde olduğundan ışığının çoğalması
sebebiyle hümörlerin çoğalma seyri doruk noktasına ulaşır.
Rasülullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Tedavi
olduğunuz şeylerin en hayırlısı hacamat ve fasddır." Yine bir hadiste:
"İlacın en hayırlısı hacamat ve fasddır." buyurulmaktadır.
Hadisteki:
"Tedavilerinizin en hayırlısı hacamattır." ifadesi, Hicazlılar ve
sıcak bölgelerde yaşıyanlar içindir. Çünkü onların kanlan ince olduğundan dışardaki
hararet kanı bedenlerin zahirine çabukça çıkarmağa ve deri altlarında toplamaya
meyillidir. Yine sıcak bölge insanlarının beden gözenekleri geniş olup
kuvvetleri yerinden oynar vaziyettedir. Onlara fasd yapmak tehlikelidir.
Hacamat iradi olarak teferruk-i ittisaldir ki damarlardan külli bir boşalma onu
takip eder. Özellikle de fasd yapılamayan damarlara faydalıdır ki, her
birisinin fasd yapılmasında Özel bir fayda vardır.
Fasd-ı Baslik: Ciğer ve
dalaktaki hararet, kan hümörünün çoğalmasından ciğer ve dalakta meydana gelen
şişkinlik (verem)lere faydalıdır. Akciğer şişkinliklerine, şevsa zatülcenb ve
dizin altından kalça kemiğine kadar arızi olarak kan hümöründen gelen her
hastalığa faydalıdır.
Fasd-ı Ekhal: Demevi
mizaca sahip bir kişinin bütün bedeni arızi bir kan çoğalmasına maruz
kaldığında, bu tür kan almakta fayda vardır. Yine tüm vücutta kan bozulması
sözkonusu olduğunda da, bu yola başvurulur.
Fasd-ı Kifal: Başta ve
boyunda çok kan bulunması veya kanın bozulmasından dolayı arız olan hastalıklara
faydalıdır.
Fasd-ı Vedecayn: Dalak
ağrısına, astıma nefes darlığına, baş ağrılarına faydalıdır.
Kahil hacamatı: Omuz ve
boğaz ağrılarına faydalıdır.
Ahda'ayn hacamatı: Başta
ve yüz, dişler, kulaklar, gözler, burun, boğaz gibi başın diğer uzuvlarında kan
Enes b. Malik (r.a.) der
ki: "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), iki boyun damarından ve
omuz arasından hacamat yaptırırdı. "
Sahihayn'da. Enes b.
Maiik'ten (r.a.) rivayete göre: "Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
üç defa hacamat olmuştur. Birini omuz arasına, ikisini boyun damarlarına
yaptırmıştır. "
Sahih'te Enes'den
(r.a.), Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ihramda iken başındaki
ağrısından dolayı başından hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.
İbn Mace'nin Sünen'inde
Hz. Ali'den (r.a.) rivayete göre: "Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) boyun damarlarından ve iki omuz arasından hacamat yaptırmasını söylemek
için Cebrail (yeryüzüne) inmiştir. "
Ebu Davud'un Sünen'inde
Cabir b. Abdullah'ın rivayetine göre; "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) kaba yerinden, orada oluşmuş bir eziklik veya yaradan dolayı hacamat
yaptırmıştır. "
Doktorlar hacamatın,
kamahduve de denilen, kafada bulunan nukra'dan yapılıp yapılamayacağı hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Ebu Nuaym, "Tıbbu'n-Nebevi adlı kitabında merfu
olarak şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Sizin, kamahduvenin cevizinden
hacamat yapmanız gerekir. Çünkü (buradan yapılan hacamat) beş hastalığa
şifadır." Cüzzamı da bu hastalıkların arasında zikretmiştir.
Diğer bir hadiste ise:
"Kamahduvenin cevizinden hacamat yapınız. Çünkü (bu bölgeden yapılan
hacamat) yetmiş iki hastalığa şifadır." buyurulmuştur.
Doktorlardan bir grup da
bu bölgeden hacamat yapılmasını güzel bulmuşlar ve şöyle demişlerdir: Buradan
yapılan hacamat, gözlerin yuvasından fırlamasına, arızi olarak gözde meydana
gelen batmalara, göz hastalıklarının bir çoğuna, kaşların ve göz kapaklarının
ağırlaşma ve kaşınmasına faydalıdır.
Rivayet edildiğine göre
Ahmed b. Hanbel, bu tür bir hastalıktan dolayı kafasının her iki tarafını
hacamat yaptırmış, fakat ense çukurundan hacamat yaptırmamıştı.
Kamahduveden yapılan
hacamatı Kanun sahibi (İbn Sina) da hoş karşılamamış ve şöyle demiştir:
"Oradan hacamat yaparak kan aldırmak hakiki olarak unutkanlık getirir.
Nitekim efendimiz, velinimetimiz ve şeriatımızın sahibi Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) de aynı hakikata işaret etmiştir. Çünkü dimağın
gerisi beyinde hafıza kuvvetinin merkezi olan yerdir. Orada yapılacak olan
hacamat ise hafızayı siler süpürür."
Başkaları ise buna
itiraz etmiş ve şöyle demişlerdir: Bunun hadis olduğu tesbit edilememiştir.
Tesbit edilse bile, bu bölgede zaruret olmaksızın yapılacak hacamat ancak
dimağın gerisini zaafa uğratır. Fakat kan fazlalığından dolayı hacamat
yapılırsa hem tıbben hem de şer'an faydalıdır. Allah Resulü'nden (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), halin gerektirdiği biçimde başının çeşitli yerlerinden
hacamat yaptırdığı ve yine ihtiyaç olduğunca vücudunun diğer yerlerinden de
hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.
Çene altından yapılacak
olan hacamat; zamanında kullanıldığında diş, yüz ve yutak ağrılarına
faydalıdır. Baş ve damakları temizler. Ayağın üstünden yapılan hacamat fasd-ı
safin yerine geçer. Uyluk ve dizlerde olan yaralara, adet kanının kesilmesine
ve hayalarda meydana gelen kaşıntılara faydalıdır. Göğsün altından yapılacak
hacamat; diz çıbanlarına, uyuz ve ufak sivilcelere, ayak ağrısına, basurlara,
fil (hastalığı) ve sırt kaşıntılarına faydalıdır.
b) Hacamatın Vakti:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hacamat yapılan vakitler hakkındaki t şöyledir:
Tirmizi'nin Cami'inde
İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet ettiği hadiste Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Hacamat olduğunuz günlerin uygun olanları
(ayın) ya on yedi, ya on dokuz veya yirmi birinci günleridir.
Yine Tirmizi'nin
Cami'inde Enes b. Malik'den, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) iki
boyun damarından ve omuz arasından hacamat olduğu ve (ayın) on yedi, on dokuz
ve yirmi birinci günlerinde hacamat yaptırdığı rivayet edilmiştir.
İbn Mace'nin Sime/Tinde
Enes'ten merfu olarak rivayet edilen hadis ise şöyledir: "Kim hacamat
olmak isterse (kameri ayın) ya on yedisini, ya on dokuzunu veya yirmi birinci
gününü araştırsın. Hiç birinize kan galebe çalmasın. Zira vücutta gereğinden
fazla kan bulunduğunda beden ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalır."
Ebu Davud'un Sünen'inde
Ebu Hureyre'den merfu olarak yapılan rivayete göre Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim (ayın) on yedisi veya on dokuzu
ya da yirmi birinde hacamat olursa bu her türlü hastalığa şifadır."
"Her türlü hastalık"tan anlaşılan mana, sebebi kan (hümörünün)
çoğalması olan her türlü hastalık demektir.
Bu hadisler tabiplerin
ittifak ettiği hususlara da uygundur. Çünkü ayın ikinci yarısında ve takip eden
üçüncü çeyreğinde hacamat yapmak, başında ve sonunda hacamat yapmaktan daha
faydalıdır. Fakat, bir zarurete mebni olarak yapılmak zorunda kalındığında,
ayın başında veya sonunda olsun herhangi bir zamanda yapılmasında bir zarar
sözkonusu değildir.
Hallal diyor ki:
"Bana İsmet b. Isam'ın haber verdiğine göre Hanbel şöyle anlatmıştır:
"Ebu Abdillah Ahmed b. Hanbel, hangi zamanda ve saatta kanı çoğahrsa
hacamat yaptırırdı."
Kanun sahibi (İbn Sına)
der ki: "Hacamat, gündüzün saat iki veya üç saralarında yapılır.
Yıkandıktan sonra hacamat yapmaktan sakınmak gerekir. Kanı kalın olan kişi
müstesna olup, onun önce sıcak su ile gusletmesi, sonra istirahat etmesi, daha
sonra da hacamat olması gerekir."
Tabipler tok karnına
hacamat yapmayı hoş karşılamamışlardır. Çünkü bu vaziyette iken hacamat
yapılırsa vücutta birtakım tıkaçlar (süded) ve öldürücü hastalıklar meydana
getirir. Özellikle alınan gıda bozuk ve kaba olursa \ bu durum görülebilir.
Bir haberde
nakledildiğine göre şöyle söylenmiştir: "Hacamat (ayın başında veya aç
karnına veya hastalığın ilk nüksettiği zamanda) ilaç, tok karnı* na olursa
hastalık, ayın on yedisinde olursa şifadır."
Hacamat için bu
vakitlerin tercihinde aranan özellik, ihtiyat ve eziyetten kaçınma sözkonusu
olması ve sıhhatin muhafazasıdır. Fakat hastalıkların tedavisinde ise, ne zaman
gerekirse o zaman hacamat yapmak gerekir. Hadiste geçen: "Hiç birinize kan
(hümörü) galebe çalmasın. Zira bu, kişinin ölümüne sebep olabilir." sözü
de buna delalet etmektedir. Yani kan vücutta galebe çalmasın diye bu zamanlarda
hacamat yaptırınız demektir. "En" ile birlikte cer harfi
"beyğ" fiilinden hazfedilmiştir. Bu takdirde fiil "lien la
yeiebeyyağa" şeklinde olur. Tebeyyuğ, çoğalma demek olup, "bağy"
kelimesinden değiştirilerek elde edilmiştir ve aynı manadadır. Çünkü burada da
kanın azması ve çoğalması sözkonusudur. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in ayın ihtiyaç
hissettiği herhangi bir zamanında hacamat olduğu daha önce geçmişti.
Hacamat için haftanın
günlerinden tercih edilmesi uygun olan günlerin hangileri olduğuna gelince;
Hallal, Cami'inde der ki: Harb b. İsmail, Ahmed b. Hanbel'e şöyle sorduğunu
haber vermiştir: "Hangi gün hacamat olmayı mekruh görürsün?" Buna
karşılık Ahmed b. Hanbel: "Çarşamba ve cumartesi günleri (hacamat
yaptırmanın mekruh) olduğuna dair rivayet vardır." demiştir.
Yine (Halİal'ın
Cami'inde) Hüseyin b. Hassan'ın Ebu Abdillah'a (Ahmed b; Hanbel): "Hacamat
yapmak hangi gün mekruhtur?" diye sorduğunda: "Cumartesi ve çarşamba
günlerinde mekruhtur. Ayrıca cuma gününde de mekruh olduğunu söylüyorlar."
dediği nakledilmektedir.
Hallal, Ebu Seleme ve Ebu
Said el-Makburi kanalıyla Ebu Hureyre'den merfu olarak şöyle nakletmiştir:
"Her kim çarşamba veya cumartesi günü hacamat yaptırır da, kendisine
beyazlık veya baras (alaca) hastalığı gelirse sadece kendini kınasın. "
Hallal, Muhammed b. Ali
b. Cafer'den, Yakub b. Bahtan'ın kendisine şöyle anlattığını haber veriyor:
Ahmed b. Hanbel'e, nevre (beyaz çiçek) ile cumartesi ve çarşamba günü hacamat
yapılması sorulduğunda, her ikisini de mekruh gördü ve dedi ki: "Bana
ulaştığına göre bir adam çarşamba günü nevre ve hacamat olmuş. Bunun üzerine
baras hastalığına tutulmuş." Dedim ki: "Sanki bu adam hadisle alay
etmiş gibi tersine hareket etmiş değil mi?" Ahmed b. Hanbel:
"Evet." dedi.
Darakutni'nin,
Kitabu'l-Efrad'ındaki rivayetine göre şöyle demiştir: Abdullah b. Ömer bana
dedi ki: Kanım çoğaldı. Bana bir hacamatçı çağır. Ne çocuk ne de yaşlı bir
ihtiyar olsun. Zira Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurduğunu İşittim: "Hacamat, ezbercinin ezberlemesini, akıllının aklını
arttırır. Besmele çekerek hacamata başlayın. Perşembe, cuma, cumartesi ve pazar
günlerinde hacamat olmayınız. Pazartesi günleri hacamat olun. Cüzzam ve baras
hastalıkları sadece çarşamba günleri gelir." Darakutni der ki: Bu hadisi
sadece Ziyad b. Yahya rivayet etmiştir. Eyyub'un, Nafi'den yaptığı rivayette
ise şu ziyade vardır: "Pazartesi ve salı günleri hacamat olunuz. Çarşamba
günleri ise hacamat olmayınız."
Ebu Davud'un Sünen'inde,
Ebu Bekre'den yapılan rivayete göre, o salı günü hacamat yapmayı mekruh
görürdü. Ebu Bekre, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurduğunu nakletmiştir: "Sah günü kanın çoğaldığı bir gündür. Sah
gününde öyle bir zaman vardır ki kan kesilmek bilmez. "
Bu hususta yukarıda daha
önce geçmiş olan hadisler aynı zamanda tedavi olmanın, hacamat olmanın ve
durumun gerektirdiği yerden hacamat yaptırmama müstehablığını içermektedir. Bu
hadisler, ihramlı iken hacamat olmanın ve şayet hacamat yapılacak yerden saçlar
kesilecekse bu durumda ihramlı olunsa da bir şey gerekmeyip caiz olduğuna delalet
ediyorlar. Hacamat dolayısıyla ihramlı kişinin saçları kesildiğinde fidye
vermenin vacip olması görüşü, bu husustaki delil vücup derecesinde olmadığından
doğru değildir. Oruçlu bir kişinin hacamat olması caizdir. Zira Sahih-i
Buhari'de, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) oruçlu bulunduğu halde
hacamat olduğu rivayet edilmiştir. Yalnız bu, orucu bozar mı, yoksa bozmaz mı
konusu ihtilaflıdır. Doğrusu, hacamatla orucun bozulmasıdır. Çünkü, aykırı bir
rivayet olmaksızın Resulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sahih kanalla
(hacamat olanm orucunun bozulduğuna dair) rivayet gelmiştir. Bu hadise muarız
olan en sahih hadis; Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) oruçlu olduğu
halde hacamat yaptirmasıdır. Dört ihtimal haricinde bu durum orucun bozulmadığına
delalet etmez: a) Oruç farz oruç idi. b) Bu esnada mukim idi. c) Hacamatı
gerektirecek bir hastalığa da tutulmuş değildi, d) Rasulullah.'ın (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) oruçlu iken hacamat yaptırması rivayeti; "Hacamat yapan
da, hacamat yaptıran da orucunu bozmuştur." hadisinden daha sonraki bir
döneme aittir.
Bu dört öncül doğru
olduğunda, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) fiili tatbikat] ile
hacamat yapıldığı halde orucun bozulmadığına istidlal edilmesi mümkün olur.
Aksi takdirde, orucun hacamat ve diğer bir şeyle rahatça bozulabileceği nafile
oruç olmasına ne mani vardır? Ramazan orucu olsa da seferde olamaz mı?'
Ramazanda ve mukim, fakat arız olan bir hastalık sebebiyle oruç bozmada bir
mahzur olmadığı gibi bir durum sözkonusu olamaz mı? Veya mukim iken (hacamata
ihtiyaç olmadan) Ramazandan (kazaya kalmış) bir fan oruç olamaz mı?
"Hacamat yapan da, hacamat yaptıran da orucunu bozmuştur." hadisi
nakledilmiş olup daha sonra söylenmiştir. Böylece de bu hükümde karar kılmak
gerekir. Bu dört öncülden herhangi birini isbat etmeğt hiç yol yoktur ki hepsi
birden isbat edilebilsin.
Hadis ayrıca iş görme
akdi yapmaksızın, doktor ve diğerlerinin tutulmasının cevazına delalet
etmektedir. Emsaline göre bir fiat tesbit edilmesi vey onu memnun edecek bir
fiyat teklifi gerekmektedir.
Hadis, hacamatçılık
yaparak geçinmenin caiz olduğuna da delalet etmektedir. Hür olan bir kişi
yaptığı hacamattan aldığı ücreti (haram olmamakla birlikte) yemesi hoş
karşılanmasa dahi durum böyledir. Çünkü Rasülullah (s.a. hacamatçıya ücretini
vermiş, yemesine de mani olmamıştır. Hacamattan alınan ücreti, pis olarak
isimlendirmesi; sarımsak ve soğana pis demesi gibidi ki, bu hüküm adı geçen
şeylerin haram olmasına asla delalet etmez.
Yine bu hadis,, kişinin
kölesinden her gün için getirebileceği miktarda gelir {haraç) talep etmesinin
caiz olduğuna delalet etmektedir. Yine kölenin, günlük gelir miktarından
fazlasını istediği şekilde tasarruf edebileceğine delalet etmektedir. Şayet
köle tasarruftan menedilmiş olsaydı kazancının tamamının gelir olması
gerekirdi. O halde köleye günlük gelir takdirinin hiçbir faydası olmaz. Belki
de günlük gelirden artan kazancı, efendisinin kendisine istediği gibi tasarruf
etmesi için temlik olarak bağışlaması sözkonusu olabilir. En doğrusunu Allah
bilir.
c) Damarların Kesilmesi
ve Dağlama:
Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) damarların kesilmesi ve dağlama yapmak
hususundaki tutumu şöyledir:
Sahih'te, Cabir b.
Abdullah'tan (r.a.) Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Übey b.
Ka'b'a (r.a.) bir doktor yolladığı, doktorun Übey'in bir damarını kestiği ve
daha sonra da orayı dağladığı rivayet edilmiştir.
Sa'd b. Muaz, göğüs
damarından (ekhal) yaralanınca Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) o yeri
dağladı. Sonra yara şişince bir kere daha dağladı. Hadisin metninde geçen
"el-hasm" dağlama demektir.
Diğer bir rivayetine
göre, Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Sa'd b. Muaz'ı ekhalinden
mişkas ile dağladı. Sonra yine S a'd b. Muaz'ı ikinci defa ya kendisi veya ashabından
biri dağladı.
Diğer bir lafızla gelen
rivayette ise: "Ensardan bir sahabi ekhalinden bir mişkas ile
yaralanmıştı. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu mişkas i!e onun
dağlanmasını emretmiştir." şeklindedir.
Ebu Ubeyd der ki: Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) huzuruna, kendisine dağlama tavsiye edilen bir
adam getirildiğinde buyurdu ki: "Dağlayın ve kızgın taş koyun. " Ebu
Ubeyd der ki: Hadiste geçen "radf\ bir taşı önce ateşle kızdırıp yaranın
üzerine koymak demektir.
FazI b. Dükeyn, Süfyan -
Ebu'z-Zübeyr - Cabir kanalıyla, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
(Sa'd'ı) ekhalinden dağladığını rivayet etmiştir.
Sahih-i Buhari'deki Enes
hadisinden anlaşıldığına göre, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) daha
hayatta iken kendisi zatülcenb hastalığından dolayı dağlanmıştı.
Tirmizi'de Enes'ten
yapılan rivayete göre, "Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Es'ad
o. Zürare'yi şevket hastalığından dolayı dağlamıştır. "
Daha önce müttefekun
aleyh olarak geçen hadiste Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmuştur: "Dağlanmayı sevmiyorum." Diğer lafzında da: "Ben
ümmetimi dağlama ile tedaviden men ediyorum." diye buyurmuştur.
Tirmizi'nin Cami'inde
İmran b. Husayn'dan yaptığı rivayete göre Allah Rasuİü (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) dağlama yoluyla tedavi olmaktan nehyetmiştir. İmran demiştir ki:
"Başımıza bir hastalık geldi, biz de hemen dağladık. Fakat ne hastalıktan
kurtulduk, ne de doğru bir tedavi olmayı başardık."
Diğer lafızla olan
rivayetinde ise: "Biz dağlamayla tedavi olmaktan nehyedildik. (Buna rağmen
yapıldığında) ne hastalıktan kurtuldular, ne de başarılı bir tedavi
oldular." denilmektedir.
Hattabi der ki:
Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Sa'd'ı dağlamaktaki maksadı, yarasından
akmakta olan kam kesmekti, onun kan kaybından ölmesi ihtimalinden korkmuştu. Bu
durumda, eli veya ayağı kesilen bir kişinin dağlanması gerektiği gibi (son çare
olarak) dağlamak lazımdır.
Dağlama ile tedaviyi
yasaklamasına gelince; buna sebep, dağlamayla şifa bulmayı istemeleridir. Çünkü
Arablar, dağlanmayan hastanın öleceğine inanırlardı. İşte bu tür inançlarından
ötürü dağlama yoluyla tedaviyi yasaklamıştır.
Denildi ki: "İmran
b. Husayn'ın dağlamaktan nehyediimesi sadece ona hasdır. Çünkü o nasur
hastalığına tutulmuştur. Hastalığın bulunduğu mevkii tehlikeli olduğundan dağla
narak tedavi
edilmesinden nehyetti. Bu durumda nehy sadece dağlamaktan korkulan mahalle ait
olmuş oluyor. En doğrusunu Allah bilir. "
İbn Kuteybe der ki:
"Dağlama iki şekilde yapılır: a) Sağlam ve sağlıklı biri hastalanmamak
için kendini dağlar. Bu tür dağlama hakkında, kendini dağhyan Allah'a tevekkül
etmemiştir, denilmiştir ki, bu şekilde kendini dağlıyan kişi, üzerine gelecek
olan ilahi takdiri geri çevirmeyi hedeflemektedir, b) Azmış olan yarayı,
kesilmiş olan bir uzvu dağlamak ki, bu cinsi şifadır. Bir de, hastalıktan
kurtulması da kurtulamaması da mümkün olan (şüpheli) bir tedavi için dağlama
yapmak vardır ki; bunun caiz olsa bile mekruh olması da sözkonusudur."
Sahih'te rivayet
edildiğine göre; "Cennete hesaba çekilmeden girecek yetmiş bin kişi, efsun
yapmayan, (şifanın Allah'tan olup) dağlama(dan olmadığına inandıklarından)
yapmayan ve eşyada uğursuzluk olduğuna inanmayanlardır."
Dağlama hakkında gelen
hadislerde dört husus göze çarpmaktadır: a) Dağlama yapması, b) Dağlamakla
tedaviden hoşlanmaması, c) Dağlamakla tedaviden vazgeçeni övmesi, d) Dağlama
ile tedaviden menetmesi. Allah'a hamdolsun ki bu dört unsurun hiçbirinde bir
çelişki sözkonusu değildir. Çünkü, bizatihi kendisinin dağlayarak tedavi etmesi
bunun cevazına; sevmemesi, yasaklamadığına; dağlamaktan vazgeçeni övmesi, son
çare olmadıkça yapmamanın daha evla ve efdal olduğuna; dağlama ile tedavi
olmaktan nehy etmesi, tercih gerektiğinde, hoş karşılamadığına veya bir
hastalık çıkacak diye henüz gerekmeden dağlama yapmanın doğru olmadığına
delalet etmektedir. En doğrusunu Allah bilir.
7- Sara’nın Tedavisi:
Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sara hastalığının tedavisi konusundaki tutumu
şöyledir:
Sahihayn'da, Ata b.
Rabah'tan yapılan rivayete göre İbn Abbas, kendisine şöyle bir soru sorar: (Ey
Ata) sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?
Ben de: Evet, dedim. İbn
Abbas şöyle devam etti: Şu (gördüğün) esmer kadın Allah Rasulü'nün huzuruna
geldi ve şöyle bir talepte bulundu: "Ben saralıyım ve beni sara tuttuğunda
üstüm başım açılıyor. Benim için Allah'a dua et." Bunun üzerine Allah
Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "İstersen sabret, zira karşılığında
senin için cennet var. Dilersen Allah *a seni afiyete kavuşturması için dua
edeyim." dedi. Kadın: "Sabrederim, (yalnız) üzerimin açılması da var.
Üzerimin açılmaması için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun için dua etti.
Ben derim ki: Sara iki
çeşittir: 1) Yeryüzünde mevcut pis ruhların etkisiyle meydana gelen sara, 2)
Öldürücü hümörler sebebiyle meydana gelen sara. İkincisi tabiblerin, sebepleri
ve tedavisi hakkında görüş ileri sürdükleri kısımdır.
Habis (pis) ruhların
etkisiyle meydana gelen saranın varlığını tabiplerin imamları ve en akıllıları
itiraf ediyor ve redde kalkışmıyorlar. Bu tür saranın tedavisinin, hayırlı,
yüksek ve şerefli ruhların ancak bu şer ve habis ruhlara mukabele edebileceği,
etkilerini giderebileceği, faaliyetlerini nakzedip iptal edebileceğini itiraf
etmişlerdir. Hipokrat dahi bazı kitaplarında saranın birkaç tedavi şeklini
tarif etmiştir. Hipokrat demiştir ki: "Bu ilaç, sebebi ahlat ve diğer
hümörlerden olan saraya faydalıdır. Pis ruhlar vesilesiyle meydan gelen saraya
ise bu ilaç fayda vermez."
Fakat doktorların,
cahil, sakat ve sefihleri, zındıklığı fazilet zannedenleri (pis) ruhların
etkisiyle meydana gelen sara cinsini inkar ediyorlar ve saraya tutulan kişinin
bedeninde (pis) ruhların etkisi olabileceğini kabul etmiyorlar. Bunu
cahilliklerinden yapıyorlar. Halbuki tıp ilmi açısından bu savunulmuştur. His
(duyular) ve mevcut olan etkisi de buna şahittir. Bu tür sarayı kabul
etmemeleri bazı hümörlerin bu esnada fazlalaşmasıdır ki, gerçekten bir başka
sara çeşidinde bu görülebilir, fakat hepsi için geçerli değildir.
Eski doktorlar bu cins
saraya "ilahi hastalık" ismini vermişler ve ruhların etkisiyle
meydana geldiğini söylemişlerdir. Calinus ve diğer doktorlar, bu ismi biraz
değişik manada düşünmüş ve şöyle bir te'vil yapmışlardır: Bu cins saraya ilahi
hastalık denmesinin hikmeti, beyinde meydana gelmesi ve dimağın meskeni olan
beyinin temiz ilahi kısmına zarar vermesi sebebiyledir.
Onların bu şekilde
te'vil yapmaları, bu ruhların hükümlerine ve tesirlerine vakıf olamamaktan neş'et
etmektedir. Daha sonra da zındık doktorlar geldi ve hümörlere dayalı olarak
meydana gelen saradan başkasını kabul etmediler.
Kendisinde akıl olup, bu
ruhlara ve tesirlerine dair bilgisi olan kimse bu tür doktorların cehaletlerine
ve akılsızlıklarına güler.
Bu ikinci tür sara
hastalığının tedavisi iki açıdan mümkündür: a) Saralı kişinin durumuna göre, b)
Tedavi edecek kişinin durumuna göre.
Saralı kişinin durumuna
göre olan tedavide esas; hastanın ruhunun güçlü olması, bu ruhların
yaratıcısına sadıkane yönelmesi, dil ve kalbin tam uyum içinde olduğu halde
sahih bir şekilde Allah'a sığınmasıdır. Çünkü bu hal bir nevi savaştır.
Savaşlarda düşmana karşı silahla çıkmak için iki şeye dikkat edilmesi gerekir:
a) Silahın sağlam ve kendi yapısı içinde iyi malzemelerden yapılmış ve yeni
olması gerekir, b) Silahı taşıyacak olan kolun gayet sağlam ve güçlü olması
gerekir. Bu iki unsurdan herhangi birinin eksilmesiyle silahın çok faydası
olmaz. Şayet her ikisi de ortadan kalkarsa nasıl olur acaba? Kalb; tevhid, tevekkül,
takva ve teveccüh eksikliğinden harabeye döner ve böylece silahsız kalmış olur.
İkincisi ise, tedavi
eden kişi açısındandır. Burada da yukarıda verdiğimiz iki misal geçerlidir.
Hatta tedavi edenlerden birinin: "İçinden çık!" sözüyle veya
"Allah'ın ismiyle çık!'* sözüyle veya ... "Güç ve kuvvet yalnız
Allah'ındır." sözüyle iktifa etmesi de yeterlidir. Zira Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): ey Allah'ın düşmanı! Ben Allah Rasulü'yüm!"
demiştir.
Ben şeyhimizin (İbn
Teymiye), saralıya içinde bulunan ruha hitaben gönderdiği, "Şeyh sana der
ki, çık! Çünkü bu sana helal değildir." sözü sonunda hastanın açıldığını
görmüşümdür. Birçok defa da bizzat kendisinin hitab ettiğini gördüm. Bazan da
hastanın içine girmiş olan ruh inatçı olurdu. Şeyh bı. sefer onu döverek
çıkarırdı. Saralı hasta ayıldığında (yediği dayağın) acısını hiç hissetmezdi.
Bunu şeyhimizden biz de, başkaları da defalarca gördük.
Çoğu kere de saralanmış
kişinin kulağına; "Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarmayacağımızı
mı sandınız?"[Mü'minun, 115] ayetini okurdu.
Bana (Şeyhim İbn
Teymiye) şöyle anlattı: Bir keresinde bu ayeti saraya tutulmuş bir hastanın
kulağına okumuştum. Saralının içindeki ruh, sesini yükselterek "Evet"
diye cevap vermişti. Bunun üzerine ben bir sopa aldım. Sopayla hastanın boyun
damarlarına elim yorulana kadar vurdum. Hatta yanımdakiler hastanın bu
darbelerle ölmesi gerektiğinden hiç şüphe etmiyorlardı. Vururken, içindeki ruh:
"Ben seni seviyorum." dedi. Ben de: "O seni sevmiyor." dedim.
Ruh: "Ben onu protesto ediyorum." diye cevap verince ben:
"Halbuki o seninle münakaşa etmek istemiyor." dedim. Ruh bunun
üzerine: "Ben sırf sana ikram olsun diye onu terk ediyorum." dedi.
Ben de onun bu sözünü reddederek: "Hayır, benim için değil. Allah'a ve
Rasulü'ne itaat olarak çıkmalısın." dedim. Ruh: "Peki, o halde
çıkıyorum." dedi. Daha sonra saralı hasta kalktı oturdu, sağına soluna
bakınmağa başladı ve: "Şeyhin huzuruna ben niçin götürüldüm?" dedi.
Yanındakiler: "Bu baştan sona dayak (yediğini biliyor mu)?" diye
sorunca o da, yemiş olduğu dayağın hiç farkında olmadan: "Hiç günah
işlemediğim halde şeyh beni niçin dövecek ki?" dedi.
Şeyh bazan ayetel-kürsi
[Bakara, 255] ile de tedavi ederdi. Saraya tutulan hastaya da, tedavi yapacak
kişiye de çokça ayetel-kürsi, muavvizeteyn surelerini okumalarını emrederdi.
Özetle, sara
hastalığının bu türünü ve tedavi şeklini ancak akıl, ilim ve marifetten nasibi
az olanlar inkar eder. Zaten bu pis ruhların bu hastalığa tutulanlara etki
etmesinin sebebi, bu kimselerin dindarlıklarının az olması, kalblerinin ve
dillerinin, zikrin, Allah'a sığınmanın, peygamberi ve imam dualara sığınmanın
hakikatlanndan yoksunluktan harab olmasıdır. Bu habis (pis) ruh boş ve silahsız
olan kişiye; çoğunlukla çıplak bulunduğu bir esnada girer ve bedeninde eziyet
ederek etkide bulunur.
Eğer (senin gözlerinden)
perde kaldırılmış olsa, elbette insan ruhlarının çoğunu bu pis ruhların saralı
yaptığını görürdün. Onların esaretinde ve ellerinde olarak, istedikleri tarafa
yönelttiklerini görürdün. Onlardan ne kaçmak mümkün, ne de onlara muhalefet
etmek. Bunlar, hastasının ancak (ölüm esnasında) ruh bedenden ayrılırken ve
(perde kalkıp) gördükten sonra ayıldığı zaman anlaşılan büyük saraya sebep
olanlardır. O zaman kesin olarak anlaşılır ki, gerçek saraya tutulmuş olan
kendisidir. Ancak Allah'tan yardım dilenilir.
Bu son bahsedilen sara
çeşidinin tedavisi sağlıklı bir aklın peygamberlerin getirmiş olduğu şeylere
imana yanaşmasıyla mümkündür. Cennet ve cehennem onun gözünün önünde ve
kalbinin kıblesi olmalıdır. Dünya ehlini, azaba duçar olmalarını, başlarına
gelen afetleri, yağmur yağan yerlerin belli olması gibi beldelerin içinde vuku
bulmuş ilahi afetleri gözönünde bulundurmalı ki, (farkına varmadıklarından) bir
türlü ayılmayan sara hastaları gibidirler. Böyle bir saraya tutulmaktan daha
müthiş bir şey olamaz. Fakat bela, musibet her tarafa yayılacak şekilde çoğaldı
mı, herkes saralı olacağından bu bir hastalık ve musibet olmaktan çıkar gibi
olur ve inkar edilmez olur. Belki de saraya tutulanlar çoğaldığı için bu
hastalığın hastalık sayılmaması gibi bir tersyüz olma hadisesi meydana gelir.
Allah, bir kulunun
hayrını dilerse onu bu tür saradan kurtarır. Böylece bu kişi dünyaya
aldananlara bakar, onları çeşitli kısımlanyla sağdan soldan saraya tutulmuş
olarak görür. Bunların bir kısmı bir nevi delilikle başbaşadır. Bir kısmı da
bazan uyanır, sonra yine aynı deliliğe döner. Bir kısmı bir defa uyanır,
diğerinde delirir. Ayıldığında, akıllı ve ayık olanlar gibi (kendini
toparhyarak) salih amel işler. Sonra bu sara tuttuğunda aklını yitirir.
Hürhörlere dayalı olarak
meydana gelen sara hastalığı ise, nefsi uzuvları faaliyetten, hareketten,
ayakta durmaktan tam bir şekilde alıkoyar. Sebebi ise kalın yapışkanh bir hümör
(hılt) dür. Dimağdaki boşlukları tam olmaksızın südde ile tıkar. His ve
hareketin dimağa ve uzuvlara külli bir kesinti meydana getirmeden tam olarak
nüfuz etmesine mani olur. Bazan sara başka sebepler ile de olur: Ruh
menfezlerini tıkayan galiz rüzgar, bazı uzuvlardan yükselen öldürücü buhar,
yanmış bir keyfiyet. Dimağ eziyet veren maddeyi atmak için daralır. Bunu tüm
azaları içine alan bir büzülme takip eder. Bu durumun ardından insanda ayakta
dikilecek güç kalmaz, yere düşer ve çoğunlukla da ağzında köpük belirir.
Bu hastalık, meydana geldiği
esnada elem vermesi sebebiyle emraz-ı haddeden sayılmıştır. Uzun süreli olması
sebebiyle de emraz-i müzmineden sayılmıştır. Bu hastalıktan kurtulmak,
özellikle yaş yirmi beşi geçtikten sonra zordur. Bu hastalık kişinin dimağında,
özellikle de özündedir. Bunların saraları devamlıdır. Hipokrat der ki:
"Sara, bunlarda ölene kadar devam eder."
Saranın bu türü
bilindiğinde; hadiste geçen, saraya tutulup da üstü başı açılan kadının
sarasının bu nevi sara olduğu anlaşılabilir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem), ona bu hastalığa sabrettiğinde cenneti müjdelemiştir. Ayrıca
(saraya tutulduğu esnada) üst başının açılmaması için de dua etmiş; ve onu,
sabır dolayısıyla cennet ve dua dolayısıyla şifaya kavuşma arasında muhayyer
bırakmıştır. Kadın da sabır ve cenneti tercih etmiştir.
Bu hadis, ilaç almayı ve
tedavi olmayı terketmerün caiz olduğuna da delildir. Ruhların ilacı, tabiblerin
ilaçlarıyla ulaşılamayan başarıyı sağlayan dualar ve Allah'a teveccühtür. Bu
tür (manevi) ilacın tesiri, faaliyeti, insan tabiatının ondan etkilenip tesir
altında kalması, bedeni hastalıklara en büyük tesir" yapan tabiatın en çok
tesir altında kaldığı tedavi şeklidir.
Biz ve başkaları bunu
çok tecrübe ettik. Akıllı tabipler, nefsi kuvvetlerin faaliyeti ve
hastalıkların tedavisindeki etkisinin acaipliklerini itiraf etmişlerdir. Tıp
ilmine, içerisindeki zındıklar, aşağılıklar ve cahiller kadar hiçbir kimse
zarar vermemiştir. Açıkçası, bu kadının tutulmuş olduğu sara hümörlere dayalı
olarak meydana gelen sara cinsidir. Bununla birlikte pis ruhların etkisiyle
meydana gelen sara cinsi de olabilir. Zira Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) kadını, sabredip karşılığında cennet vaad etmek ile dua ederek şifaya
kavurmak arasında serbest bırakmış, kadın da hastalık nüksettiğinde üst başının
açılmaması şartıyla sabretmeyi tercih etmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
8- Siyatiğin Tedavisi:
Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) ırk-ı nesa (siyatik) hastalığının tedavisindeki
rürarhu şöyledir:
İbn Mace'nin Sünen'mde Muhammed
b. Sirin - Enes b. Malik kanalıyla rivayet ettiğine göre Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: *'Irk-ı nesa hastalığınm tedavisi (bedevi
arabının) eritilmiş koyun kuyruğudur. Üç kısma ayrılarak aç karnına her gün bir
kısmı içiriIir."
Irk-ı nesa (Siyatik)
Kalça kemiği ekleminden başlayıp, sırttan uyluğa ve çoğunlukla da topuğa kadar
inen bir ağrıya verilen isimdir. Ağrı devam ettikçe inmesi de çoğalır ve aynı
esnada ayak ve uyluk zayıflar.
Bu hadiste, hem lügat ,
hem de tıp açısından bir incelik vardır. Lügat bakımından, bu hastalığı ırk-ı
nesa adıyla isimlendirmenin caiz olduğuna delalet etmektedir. Buna bu ismi
vermek istemeyenler demişlerdir ki: Nesa, damarın kendisidir. Böyle olunca da
Irk-ı nesa demek, bir şeyi kendisine izafe etmek demektir ki bu doğru değildir.
Bu itiraza iki yönden
cevap verilebilir: a) Damar (ırk) nesadan (sinir) daha umumidir. Buna göre bu
kullanış, umum ifade eden bir kelimeyi husus ifade eden bir kelimeye izafe
etmektir. Mesela, dirhemlerin hepsi veya bir kısmı denmesi gibi. b) Nesa;
damarla hulul eden bir hastalıktır. Bundan dolayı damara izafesi, bir şeyi
mahalline ve yerine izafe etmek gibidir.
Deniliyor ki: Nesa
şeklinde isimlendirilmesi, elem ve acısının başka ağrıları unutturacak şekilde
olmasından dolayıdır. Bu (sinir) damarı, kalça kemiği ekleminden (başlayarak)
bacak kemiği (sak) ile veter arasında sağ taraftan topuğun arkasında ayağın
sonuna kadar uzanır.
Tıbbi manasına gelince;
daha önce de geçtiği gibi Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
sözleri iki türlü değerlendirmeye tabi tutulmuştur:
1- Zamanlar, mekanlar,
şahıslar ve hallere göre vuku bulmuş umumi hadisler.
2- Birinci maddede
zikredilenlerin hepsini veya bir kısmını esas alarak vuku bulmuş hadisler. Bu
da bu ikinci kısımda değerlendirilmektedir. Çünkü, bu hitab Araplara,
Hicazlılara, Hicaz civarında yaşayanlara, özellikle de bedevi Araplaradır.
Çünkü bu ilaç onlar için en faydalı türden bir ilaçtır. Bu hastalık kuru
mizaçlı olanlarda vuku bulur. Bazan da galiz yapışkan bir hümör sebebiyle olur.
Bunun da tedavisi ishalle olur. Koyun kuyruğunda ise
iki özellik vardır:
Pişirme ve yumuşatma. İshalde de pişirme ve çıkarma vardır. Bu hastalığın
tedavisinde bu iki duruma ihtiyaç vardır. Bedevilerin yetiş tirdiği koyunun bu
hastalığa ilaç olarak tavsiye edilmesinin sebebi, fuzuli maddelerinin az,
miktarının ufak ve cevherinin latif olmasıdır. Otladığı meranır özelliği icabı,
sıcak bölgenin şih (yavşan otu), kaysum (marsama otu) gibi otlarını yiyerek
hayatlarını sürdürmeleridir. Bu bitkilerle gıdalanan hayvanın etinde tabii
olarak gıdalandığı şeylerden oluşan bir letafet belirir ve bu bitkilerden daha
latif bir mizaç kazanmış olurlar. (Koyunda bu letafet) özellikle kuyruk
kısmında bulunur. Bu bitkilerin, koyunun sütündeki etkisi etinden daha fazla
olmakla beraber, kuyruğundaki pişirme ve yumuşatma özelliği sütünde bulunmaz.
Daha önce de geçtiği
gibi ekseriyetle ümmi (Arap) ların ve bedevilerin ilaçları müfred ilaçlardır.
Hind tabibleri de bu şekilde hareket eder.
Rum ve Yunan tabibleri
ise mürekkep ilaçlara da itina göstermişlerdir.
Tüm doktorlar tedavide
şu sırayı takip etmekte müttefiktirler: Hastayı önce (tabii) gıda ile, olmazsa
müfred ilaçlarla, şayet yine tedavi gerçekleşmezse terkibi en az olan ilaçla
tedaviye girişmek, doktorun ustalığındandır. Daha önce geçtiği üzere, Arapların
ve bedevilerin genellikle tutuldukları hastalıklar basittir. Onlara da uygun
olan basit ilaçlardır. Bunun da sebebi genellikle aldıkları gıdaların basit
olmasıdır. Fakat mürekkep hastalıklar, genellikle alman gıdaların çeşitlilik ve
karışıklığına göre meydana geldiğinden, onlar için mürekkep ilaçlar tercih
edilmiştir.
9- Kabızlığın Tedavisi:
Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) mizaç kuruluğu (kabız) hastalığı ve bu hastalığı
yumuşatılıp giderilmesi konusundaki tutumu şöyledir:
Tirmizi'nin Cami'mde ve
İbn Mace'nin Sünen'mdeki rivayete göre Esma bt. Umeys şöyle demiştir:
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Esma'ya: "Müshil olarak hangi
ilacı kullanıyorsun?" diye sordu. Esma: "Şübrüm. (boğumluca)"
deyince Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "O ateşli ishal
yapar." diye karşılık verdi. Esma: "Sonra sena kullanmağa
başladım." deyince Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
"Şayet ölüme karşı bir ilaç olsaydı, o elbette sena olurdu.
İbn Mace'nin Sünen'inde
İbrahim b. Ebi Able, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile birlikte iki
kıbleye de namaz kılan Abdullah b. Ümmü Haram'ın Rasulullah'tan (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şunları işittiğini rivayet etmektedir: "Sena ve sennut
ile tedavi olunuz. Çünkü bunlarda 'sam' hariç her türlü hastalığa şifa
vardır." Sam nedir ya Rasülallah? diye sorduklarında, Allah Rasulü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ölüm demektir." diye cevap verdi.
Hadiste geçen:
"Müshil olarak ne alıyorsun?" sorusu, "Mizacın (kabızlığını)
gidermek için yumuşatıcı olarak ne alıyorsun?" demektir. Karında kalarak
içerideki pis maddenin sıkiştırmasıyla eziyet verici bir vaziyet almaz. Bu
sebepten fail veznindeki meşy kelimesine müshil ilacı denmiştir. Çünkü alman
müshil ilacı ishali çoğaltır. İhtilaf edilen husus ihtiyaç sınırıdır. Bir başka
rivayette bu soru: "Ne ile tedavi oluyorsun?" şeklinde sorulmuş, Esma
da: "Şübrüm ile." diye cevap vermiştir. Şübrüm, yetui ilaçlardan biridir.
Ağacının kökünün kabuğudur. Dördüncü derecede, sıcak ve kurudur. En güzel cinsi
rengi kırmızıya kaçanıdır. Hafif, ince olup büzülmüş deriye benzer. Özetle,
tehlikeli ve çok ishal yaptırıcı özelliğinden dolayı (doktorların) pek tavsiye
etmedikleri ilaçlardandır.
Hadiste geçen: yerine
şekli de gelmiştir. Ebu Ubeyd der ki: "Çoğunlukla bu söz olarak
gelmiştir."
Ben derim ki: Bu konuda
iki görüş vardır: I) Cimli rivayeti ki: ( şeklindedir. "Şiddetli ishal
yapıcı" demektir. Bu ifadelere göre bu ilaç, hara ret (ateşlilik) ve şiddetli
ishale sebep olur demektir ve gerçekten de öyledir Bunu, Ebu Hanife ed-Dineveri
söylemiştir.
2) Bu ikinci kelimesi
ile önceki kelime tekid edilmiştir. Böylece de lafzı ve manevi tekid arasında
kalmıştır. Bu sebepten dolayı hadisçiler, metni kelimesi kelimesine rivayet
etmeğe gayret etmişlerdir. Örnek olarak kelimesi, "olgun güzellik"
demektir. Araplar bu tabiri, kaf harfi ile: şeklinde de kullanmışlardır.
demeleri de bunlara benzer. Bununla birlikte son kelime olan kelimesinde bir
başka mana daha vardır ki şudur: Hararetinin şiddetinden kendisine isabet eden
şeyi çeker, kendine cezbeder ki sanki onu önce çekiyor, daha sonra da bırakıyor
gibidir. kelimesi ise bir manaya göre evvelki kelimenin bir başka lugat olarak
manasıdır. Mesela, akraba manasına: ile büyük su havuzu, sarnıç manasına:
kelimesi ve çoğulları gibi. Diğer bir manaya göre; müstakil bir manada ittiba,
yani kelime uyumu demektir.
Senaya gelince, biri med
ile diğeri kasır ile olan iki lügati vardır. Hicaz'da çıkan bir bitkidir. En
iyisi Mekke'de yetişendir. Zararından emin olunan faydalı bir ilaçtır. İtidale
yakındır. Birinci derecede, sıcak ve kurudur. Safra ve sevdayı ishal yapar.
Kalbi kuvvetlendirir. İşte bu onun üstün durumudur. Hassası ise sevda hümörünün
çoğalmasıyla meydana gelen karasevda hastalığına faydasıdır. Soğuktan veya bir
hastalıktan dolayı deride meydana gelen yarıklara faydalıdır. Kasları açar,
saçların çıkmasını sağlar. Karınca kene, eski başağrısı {suda-i kadim), uyuz,
sivilce, kaşıntı ve saraya faydalıdır. Pişirilmiş suyunu içmek, öğütülmüş
suyunu içmekten daha sıhhidir. Üç dirhem miktarı içme ölçüsüdür. Suyundan
içileceği zaman beş dirheme çıkarılır. Şayet onunla birlikte menekşe, Acemler
gibi çekilmiş kırmızı kuru üzüm de kaynatılırsa daha sağlıklı olur.
Razi'der ki: Sena ve
şahtere otu yakıcı hümörleri ishal yapar. Uyuz ve kaşıntıya birebirdir. Her
birinden dört dirhemden yedi dirheme kadar çoğaltılarak alınır.
Sennut'a gelince, bu
hususta sekiz ayrı görüş vardır:
1- Bal demektir.
2- Yağ tulumunda
sıkılmış üzüm demektir ki yağın üzerine siya! giler çıkarır. Bu izahı Amr b.
Bekr es-Sekseki yapmıştır.
3- Kimyona benzer bir
tohumdur. Bunu İbn el-Arabi söylemiştir.
4- Kirman'da çıkan
kimyona bu ad verilir.
5- Raziyanc otunun bir
başka adıdır. Bu görüşü, Ebu Hanife ed-Dineveri bazı bedevilerden nakletmiştir.
6- Şebet'tir.
7- Hurmadır. Bu görüşü
Hafız Ebu Bekir İbnü's-Sünni ileri sürmüştür.
8- Yağ tulumlarında olan
baldır. Bu görüşü Abdüllatif el-Bağdadi rivayet etmiştir.
! Bazı doktorlar der ki:
Bu, manaya daha yakın ve doğruya uygun olandır. Çünkü öğütülmüş sena (sinameki)
yağa karışmış bal ile karıştırıldıktan sonra yalanırsa; bu, yağ ile balın
sinamekiyi daha iyi ıslah etmesi ve ishale yardımcı olması bakımından tek
başına sinameki kullanmaktan daha sağlıklıdır. En doğrusunu Allah bilir.
Tirmizi ve diğer
hadisçiler İbn Abbas'tan merfu olarak yapılan rivayette şu hadisi
kaydetmişlerdir: "Tedavide kullandığınız ilaçların en iyisi, burun damlası
(seut), şurup (ledud), hacamat ve müshil (mey)dir." Hadiste geçen
"el-meşy" tabiatın ve mizacın tıkanıklığını giderici, yumuşatıcı ve
çıkarılacak olan fazla maddelerin kolayca çıkmasını sağlıyan bir ilaç demektir.
10- Kaşıntının Tedavisi:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), beden kaşıntısı ve bitlerden tevellüd eden
kaşıntı konusundaki tutumu şöyledir:
Sahihayn'da Katade, Enes
b. Malik'in şöyle dediğini nakletmektedir:" Resulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem), Abdrurrahman b. Avf ile Zübeyr b. Avvam'a (r. anhüma) vüartlarında
olan bir kaşıntı sebebiyle ipek elbise giymelerine müsaade etmiştir."
Diğer bir rivayet de
şöyledir: "Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr b. Avvam (r. anhüma), Rasulullah'a
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir gazada, vücutlarını saran bitlerden
mütevellid kaşıntıdan şikayet etmişlerdi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) da onların ipek giymelerine müsaade etmişti. Ben onların ipek
giydiklerini görmüşümdür."
Bu hadis, biri fıkhi,
diğeri tıbbi iki inceliği içine almaktadır:
Fıkhı incelik şudur:
Rasülullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kesinleşen sünnetinin, ipek
(elbise) kullanmanın mutlak manada kadınlara mubah, bir zaruret ve üstün bir
yarar olmaksızın erkeklere mutlak manada haram olmasıdır.
Erkeklerin zaruret icabı
olarak ipek elbise giymelerini meşru kılacak sebep, çok şiddetli bir soğukta
giyilecek; bir başka elbise bulunamadığı veya setr-i avret için giyilecek bir
başka elbise olmadığı zamandır. Bu zaruretlerden birisi de vücutta bulunan
uyuz, hastalık, kaşıntı ve Enes hadisinde görüldüğü gibi vücudu bitlerin sarmasından
dolayı meydana gelen hastalıktır ki bu (rivayet) sahihtir.
İpek (elbise giymenin)
cevazı; Ahmed b. Hanbel'den yapılan iki rivayetten en sahih olanı, Şafii'nin
iki görüşünden en sahih olanıdır. Çünkü bir hükümde asıl olan tahsis
olmamasıdır. Ümmetin bir kısmı hakkında bir ruhsatın sabit olması; bu durumun
kendisinde mevcut olması halinde herkese şamil olmasını gerektirir. Çünkü umumi
bir hüküm, sebebi umumi olduğundan umum bir mana ifade eder.
İpek (elbise giymeyi)
caiz görmeyenler demişlerdir ki: İpek (kullanımını) haram kılan hadisler
umumidir. Cevaz ifade eden hadis ise sadece Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr'e
hastır. Bununla birlikte başkalanna da aynı tahsisin geçerli kılınması da
muhtemeldir. Fa"kat bir konuda iki ihtimal ortaya çıktığında, umumi olan
hükmü almak daha uygundur. İşte bu sebepten dolayıdır ki, hadisin bazı ravileri
bu hadis hakkında şunları söylemişlerdir: "Ben bu ruhsatın onlardan
başkalarına caiz olup olmadığını bilemiyorum."
Doğru olan görüş, ruhsat
ve cevazın umumi oluşudur. Çünkü şer'i hitap ifadelerindeki ıstılahı (manadan
anlaşılan) tahsisin kesin olarak belirtildiğinde, kendisine cevaz verilenlerden
başkalarının bu hükme dahil olmamalarıdır. Nitekim sekiz dokuz aylık keçiyi
kurban olarak kesen Ebu Bürde'ye Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Bu seferlik sana caiz olmuştur. Fakat senden sona hiç kimseye (bu yaştaki
bir hayvanı kurban olarak kesmek) caiz değildir." buyurmuştur. Yine Allah
Teala, kendisini Allah Rasulü'ne (hiç mehirsiz olarak) hibe eden biriyle
evlenmesi konusunda: "Mü'minler hariç, sadece sana ait olmak üzere (onunla
evlenebilirsin.)"[Ahzab, 50] buyurmuştur.
İpek (elbise
kullanımının erkeklere) haram kılınması, sedd-i zeria (kötülüğe giden yolu
kapamak) içindir. Bu sebepten dolayı kadınlara ve bir zaruret ve maslahat icabı
da erkeklere mubah kılınmıştır. Bu sedd-i zeria için haram kılman bir şeyin
kaidesidir. Çünkü böyle bir haram zaruret ve maslahat icabı mubah olabilir.
Nitekim (kendisine helal olmayan bir kadına) bakmak, bilfiil (zinaya) sebep
olacağından haram kılınmış, fakat bir zaruret ve maslahat icabı olarak da mubah
kılınmıştır. Yine mekruh vakitlerde nafile namaz kılmak, güneşe tapanlara
sureta benzemeye mani olmak için haram kılınmış, fakat bir maslahat İcabı olduğunda
mubah kılınmıştır. Yine riba'lfadl, ribennesieye mani olacağından haram
kılınmış; fakat arayada zaruretin gerektirdiği bir fazlalık mubah kılınmıştır.
Biz, et-Tahbir lima Yehıllu ve Yahrumu Afin Libasi'l-Harir adlı eserimizde,
ipek elbiseyle ilgili olarak haram ve helal hususları genişçe açıkladık.
Tıbbi incelik: İpek,
hayvandan elde edilmiş ilaçlardandır. Bu sebepten de hayvanı ilaçlardan
sayılmıştır. Çünkü (hammaddesinin) çıkış yeri hayvandır. Faydaları çok, değeri
fazladır. Kalbi kuvvetlendirmesi, ferahlık vermesi, kalb hastalıklarından bir
çoğuna faydalı olması, mirretussevda (adındaki zararlı hümörün) fazlalaşması ve
bu sebepten meydana gelen hastalıklara faydalı olması onun (en önemli)
özelliklerindendir. İpek (karışımıyla birlikte) göze çekilen sürme, görme
gücünü kuvvetlendirir. Ham ipek -tıpta kullanılanı- birinci derecede sıcak ve
kuru (bir mizaca sahib)dur. İpeğin, birinci derecede sıcak ve nemli olduğunu
söyleyenler bulunduğu gibi, mutedil olduğunu söyleyenler de vardır.
Giyim olarak kullanıldığında
mizacında mutedil bir hararete sahiptir ve beleni ısıtır. Çoğunlukla (yağh ve
şişman olduğunda) bedende serin bir etki meydana getirir.
Razi der ki: İbraysem
(en kaliteli ipek) ketenden daha sıcak, pamuktan daha soğuk (bir mizaca
sahip)tur. Eti ve kaba olan her elbiseyi besler. Çünkü ipek önce deriyi
zayıflatır, sonra sertleştirir. Bazan tersi de olur.,
Ben derim ki: Elbiseler
üç türlü özellik gösterir. Bir kısmı vücudu ısıtır ve hararet verir. Bir kısmı
hararet verir fakat ısıtmaz. Bir kısmı da ne ısıtır, ne de hararet verir.
Hararet vermeyip de sıcaklık veren bir kumaş yoktur. Çünkü sıcaklık veren bir
kumaşın öncelikle hararet vermesi gerekir. Deve veya tavşan tüylerinden yapılan
yünlerden (veber) ve koyun yünlerinden yapılan elbiseler, hem ısıtır hem de
hararet verir. Keten, ipek ve pamuk kumaşlar, hararet vermekle birlikte
ısıtmaz. Keten kumaşta soğuk ve kuru bir mizaç vardır. Koyun yünü sıcak ve
kurudur. Pamuk kumaşın harareti mutedildir. İpek elbise ise pamuktan daha
yumuşak ve hararet bakımından da daha az hararet vericidir.
Minhac sahibi diyor ki:
İpekten yapılan elbise pamuk elbise gibi sıcaklık vermez. Bilakis o mutedildir.
Her yumuşak olan elbise parlaktır. Vücuda en az sıcaklık veren kumaş ipektir.
Vücutta meydana gelen (hümör ve maddelerin) çözülmesine en az yardımcı olan bir
kumaştır. Daha çok yazın, sıcak bölgelerde giyilmesi uygundur.
İpek elbise, işte bu
anlatıldığı şekilde olduğundan diğer kumaşlarda olan kuruluk ve kabalık
unsurları onda yoktur. Kaşıntıya faydalıdır. Çünkü kaşıntı insan vücudunda
ancak hararetten, kurulukten ve (elbisenin) kaba ve sert olmasından
kaynaklanır. İşte bu yüzdendir ki Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem),
Zübeyr ve Abdurrahman'a, kaşıntıyı geçirmesi için ipek elbise giyme müsaadesi
vermiştir. İpek elbisede, vücutta bit türemesine engel olan bir özellik vardır.
Çünkü ipekte, bit türemesine engel olan tam muhalif bir mizaç vardır.
Elbiselerin hem hararet
vermeyen, hem de ısıtmayan türü ise; demir, kurşun, odun, toprak ve benzeri
şeylerden yapılan elbiselerdir.
Soru: Şayet ipek elbise
kumaşların en mutedili ve vücuda en muvafık olanı ise; mükemmel ve değerli
olan, temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılan şeriat, niçin ipek (elbise
kullanımını erkeklere) haram kılmıştır?
Cevap: Bu soruya müslüman
grupların hepsi kendine göre bir cevap vermiştir.
Öncelikle şer'i emir ve
nehiyleri, hikmet ve illetlere bağlamayı reddedenlere göre böyle bir soruya
cevap vermek gerekmez. Çünkü onlara göre bir asıldan illet yoluyla çıkarılacak
bir kaide yoktur.
Ahkamda illet ve hikmeti
bir asıl olarak kabul eden ekseri alimlere göre bu suale cevap verilebilir.
Onlardan bir kısmı diyor
ki: Şeriat ipek kullanımım nefisler sabretsin ve Allah için terketsinler diye
haram kılmıştır ki, öbür alemde özellikle bunun karşılığında sevap kazanmış
olsunlar.
Bu görüşte olanlardan
bazıları da şöyle diyorlar: Aslında ipek kadınlar için yaratılmıştır. Altınla
süslenmek de bunun gibidir. Bu, erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemesi
mefsedetinin olmasından dolayı haram kılınmıştır.
Bir kısmı ise şöyle
diyor: İpek elbise giyiminde övünme, kendini büyük görme ve beğenme olduğundan
dolayı haram kılınmıştır.
Şöyle diyenler de
vardır: İpek elbise bedenle temasa geçtiğinde, erkekte kadınlık ve hünsalaşma
(eşcinsellik) alametleri belirmeye başlaması sebebiyle haram kılınmıştır. Bu
aynı zamanda erkeklik, akıllılık ve zekiliğe zıd bir keyfiyettir. Çünkü ipek
elbise giyimi kalpte kadınlık vasıflarının yerleşmesini sağlar. Bu sebepten de,
çoğunlukla ipek elbise kullanan erkeklerin görünüşünde hünsalik, kadınlık
belirtileri, gözden kaçmayacak bir şekilde kadınlarda bulunan gevşeklik ve
yumuşaklık görülür. Hatta kişi şayet halkın en akıllısı, erkeklik ve seçkinlik
bakımından üstün biri ise onun ipek elbise giymekten mutlaka kaçınması gerekir.
Şayet bu isteğini izale edemiyor, yoğun bir mizaca sahip ve bunu anlamakta
zorluk çekiyorsa hakim olan sari' teala'ya teslim olsun. Bu sebepten iki
görüşün en sağlıklı olanı şudur: Velinin, çocuğunda kadınlık sıfatlarını
meydana getirecek şeyleri giydirmesi haramdır.
Nesai'nin naklettiğine
göre Ebu Musa el-Eş'ari Hz. Peygamberdin (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah, ipek ve altını ümmetimin
kadınlarına helal, erkeklerine haram kılmıştır." Diğer bir lafız da şöyledir:
"İpek elbise ve altın ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helal
kılınmıştır."
Sahih-i Buhari'de,
Huzeyfe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: Rasululİah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem), ipek ve halis ipek (dibac) elbise giyilmesini ve (sergi olarak
serilip) üzerine oturulmasını yasakladı ve şöyle buyurdu: "Bu, dünyalık
olarak müşriklere, ahirette ise sadece size helal olacaktır."
11- Zatülcenbin
Tedavisi:
Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) zatülcenb (pleurisy) hastalığının tedavisi hakkıkdaki
tutumu şöyledir:
Tirmizi, Cami'inde Zeyd
b. Erkam'dan Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu
naklediyor: "Zatülcenb hastalığını kust-ı bahri ve zeytinyağı ile tedavi
ediniz.
Doktorlara göre
zatülcenb: hakiki ve hakiki olmayan olarak ikiye ayrılır:
a) Hakiki zatülcenb:
Kaburga kemiklerinin iç zarında (gişa), vücudun yan iç taraflarında meydana
gelen sıcak vereme (iltihap, şişkinlik) bu ad verilir.
b) Hakiki olmayan
zatülcenb: (Kaburgaların bulunduğu) bedenin yan taraflarında hakikisine benzer
ağrılar meydana gelir. Bunun sebebi, bir takım kalın ve eziyet verici gaz ve
yellerin (riyah), görülen cildin altında mevcut olan iç derilerin (sıfakat)
tıkanmasıdır. Bu durum insanda hakiki zatülcenbin verdiği ağrılara yakın bir ağrı
meydana getirir. Yalnız bu ağrı devamlıdır, hakiki zatülcenbin ağrıları ise
kesik kesik gelir.
Kanun sahibi (ibn Sina)
der ki: Yan taraflarda, alt deride (sı/ak),, göğüs kaslarında, kaburga
kemiklerinde ve çevrelerinde ciddi olarak eziyet ve sancı veren iltihaplanmalar
(verem) arız olur. Bunlara; savsa, birsam ve zatülcenb ismi verilir. Bazan bu
sayılan uzuvlarda, iltihaplanmadan meydana gelmeyen ağrılar da olur. Bunların
sebebi kalın gazlar ve yellerdir, fakat zatülcenb olmadığı halde zatülcenb
olduğu zannedilir.
Devamla diyor ki: Bil
ki, vücudun yan taraflarında (cenb) meydana gelen her türlü sancıya, ağrı
bölgesinden dolayı zatülcenb denmiştir. Çünkü zatülcenb demek, yan(larında
ağrı) olan kişi demektir. Bundan kasıt, yan(larda) hissedilen sancı ve ağn
demektir. Hangi sebepten olursa olsun yan tarafa' arız olan her ağrıya bu isim
verilir. Hipokrat'ın şu sözü de bu manadadır: "Zatülcenb hastalığına
tutulanlar yıkanma (hamam)dan faydalanırlar." Bundan kasıt, yanlarda
herhangi bir sebepten oluşan sancı, mizaç bozukluğu ve! kalın hıltlar sebebiyle
akciğerde veya iltihaplanmadan ve hummadan olmayan bir incinmedir, diyenler de
vardır.
Bazı doktorlar
demişlerdir ki: Yunancada zatülcenb, sıcak yan iltihabı manasına gelmektedir.
İç uzuvların her birindeki iltihaba da bu ad verilir. Sadece sıcak bir iltihap
olduğundan bu uzvun iltihabına zatülcenb denir.
Hakiki zatülcenb
hastalığında beş belirti vardır: Humma (sancı), öksürük, kesik kesik vurucu
sancı, nefes darlığı ve nabzın minşari olarak (destere dişi gibi inişli
çıkışlı?) atışı.
Hadiste geçen ilaç
tarifi bu kısma ait değil, fakat ikinci, hakiki olmayan, kalın gaz ve yellerden
oluşan kısma aittir. Çünkü, hadisin diğer rivayetlerinde (Ahmed b. Hanbel)
"ud-i hindi" olarak da gelen kust-i bahri, topalak (kust) cinsinden
bir bitkidir. Şayet yumuşak bir şekilde döğülür, ısıtılmış zeytinyağı
karıştırılır da gaz ve yellerin bulunduğu mevki bunlarla ovulur veya macun
halinde yalanırsa bu hastalığa muvafık, faydalı; zararlı hümörünü açıcı ve
giderici, iç uzuvları kuvvetlendirici, süddeleri açıcı bir ilaç elde edilmiş
olur. Yukarıda zikredilen ud-i hindi de aynı etkiye sahiptir.
Müsebbihi der ki: Ud
ağacı, sıcak ve kurudur. Karnı tutarak kabız yapar. İç uzuvlara kuvvet verir.
Gaz ve yelleri çıkarır, süddeleri açar ve zatülcenbe faydalıdır. Vücuttaki
rutubet fazlalığım giderir. Bu bitki ayrıca dimağ için de iyidir. Devamla der
ki: Kust-ı bahri aynı zamanda, sebebi balgam hümörü ise özellikle de hastalığın
geçmeğe başladığı vakitte hakiki zatülcenbe faydalıdır. En doğrusunu Allah
bilir.
Zatülcenb, tehlikeli
hastalıklardandır. Sahih bir hadiste Ümmü Seleme (r. anha) şöyle anlatıyor:
Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastalığı, önce Meymune'nin (r.
anha) evinde başlamıştı. Hastalığı hafiflediği zamanlarda çıkar sahabilere
namaz kıldınrdı. Ağırlaştiğı zamanlarda ise: "Ebu Bekr'e emredin de halka
nunaz kıldırsın." buyururdu. Rahatsızlığı, ağrı dolayısıyla şiddetlendiği
bir sırada hanımları, amcası Abbas, Ümmü'l-Fadl bint. Haris ve Esma bt. Umeys
(r. anhum) Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında
toplanmışlardı. (Tedavi için) bir ilaç verme hususunda İstişare yaptılar ve
baygın bir halde iken ilacı verdiler. Ayıldığında Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Bunu bana kim yaptı? Bu şuradan gelen
kadınların işidir!" Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) eli ile
Habeşistan'a doğru işaret ediyordu. Rasülullah'a Ümmü Seleme ile Esma ilaç
içirmişlerdi. Bundan dolayı dediler ki: "Ey Allah'ın Rasulü! Zatülcenb
hastalığına yakalanmış olmandan endişelendik." Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Bana ne ilacı verdiniz?" diye sorunca; "Ud-i
hindi, biraz vers ve birkaç damla, zeytinyağı.'"cevabını verdiler. Bunun
üzerine Allah Rasulü: "Allah beni bu hastalığa bulaştırmamıştır!"
buyurdu ve sonra şöyle ilave etti: "Amcam Abbas hariç, evde bulunanlardan
aynı ilacı (ceza olarak) içmeyecek kimse kalmamasına azmettim."
Sahihayn'da, Hz.
Aişe'nin (r. anha) şöyle anlattığı naklediliyor: "Rasulullah'a (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) ağzından ilaç vermiştik. Bana ilaç vermeyin diye işarette
bulundu. Biz bunu, hastanın ilaçtan hoşlanmadığında yaptığı bir hareket gibi
olduğunu düşündük. Ayıldığında (ilaç verdiğimizi anladı ve) şöyle buyurdu:
"Sizi bana ilaç vermekten menetmedim mi? (Bana ilaç verdiğinizde) aranızda
bulunmadığından dolayı amcam Abbas hariç hepiniz (bu) ilaçtan içeceksiniz.
Ebu Ubeyd (Kasım b.
Sellam), Asmai'den şunları nakletmiştir: (Hadiste geçen) "ledud"
kelimesi, ağzının her iki tarafının birinden bir insana bir şey içirme manasına
gelir. demek, vadinin her iki tarafını tuttu demektir. "Kecör'Mse ağzın
ortasından su içirmek demektir.
Ben derim ki: Fetha ile
"ledud", ağıza konan ilaç, "se'ut" ise burundan verilen
ilaç demektir.
Fıkhı bakımdan bu hadis,
şu hükümleri içermektedir: Bir cinayet işleyen kişi eşit şartlarda aynı ile
cezalandırılır. Bu, işlenen cürüm Allah hakkını da içine alan bir haram
olmadığı takdirdedir. Bu hükmün, on küsur delil ile kesin doğru bir hüküm
olduğunu bir başka yerde açıklamıştık. Aynı zamanda Ahmed b. Hanbel'in görüşü
olup raşid halifelerden de nakli sabittir. Bu kısas konusunun başlığı
"Tokat ve yumruk vurmanın karşılığı" şeklindedir. Bu bahiste, kesin
hiçbir muarızı olmayan birçok hadis nakledilmiştir. Böylece, bu görüşü savunmak
kesinleşmiş oluyor.
12- Başağnsı ve Yarım
Başağnsının Tedavisi:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) suda ve şakika hastalığının tedavisi konusundaki
tutumu şöyledir:
İbn Mace, Sünen'inde,
şahinliğinde şüphe olan şu hadisi rivayet etmiştir: Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) başağrısına tutulduğunda başım kına otu ile kaplardı ve şöyle
buyururdu: "Kına otu Allah'ın izniyle suda'a faydalıdır."
Suda: Başın bir kısmı
veya her tarafında hissedilen bir ağrıdır. Başın sadece birtarafında bir ağrı
hissedilirse buna "şaktka" denir. Şayet ağrı başın her tarafında
olursa, başın her tarafını kaplayan miğfere benzetilerek "beyda" ve
lihude" denilir. Bazan da ağrı başın arkasında veya önünde olur.
Çeşitleri çok, sebepleri
ise başka başkadır. Başağnsının hakiki sebebi; baştan dışarı çıkmak isteyen
Buharın dolaşıp gidecek bir menfez bulamaması sebebiyle başın ısınması ve
ateşlenmesidir. Ateşlendiğinde başağnsı yapan cerahat ve irin gibi başta ağrı
oluşturur. Çünkü cerahatta da dışarı çıkma isteği ve irin vardır. Sıvı ve nemli
olan herşey ateşlendiğinde içinde bulunduğu yerden daha geniş bir yer bulmak
ister. Tüm beyine nüfuz etmek isteyen bu buhar dağılamıyor ve çözülemiyor da
beyinde dolaşmağa başlarsa buna seder (tansiyon düşüklüğü) denilir.
Suda birçok sebeplerle
oluşur. Bu sebeplerin dördü, dört tabiattan birinin çoğalmasıyla oluşmasıdır.
5. Midede olan cerahatlardan meydana gelir. Bu iltihaplanma sonucu başağnsı
oluşmasının sebebi, beyinden mideye inen sinirlerin birleşmesidir. 6. Midede
olan kalın gaz sebebiyle olur ki, beyine yükselir ve başağnsı yapar. 7. Mide
damarlarında olabilecek bir iltihaplanma, yaptığı mide ağrısıyla birlikte
başağnsı da oluşturur. Çünkü aralarında bir alaka vardır. 8. Mideye çok yemek
doldurmaktan hasıl olan başağrısıdır. Zamanla azalır, daha sonra çiğ
(hazmedilemeyen) şeyler kalır, başı ağırtır ve ağırlık verir. 9. Cinsi
münasebette beden sarsıldığından dolayı başağnsı arız olur. Bu sebepten bedende
sıcak hava normalden fazla oluşur. 10. Kusma ve istifradan sonra başağnsı
oluşur. Bu bazan kuruluğun galebesi, bazan da mideden beyine buharların
yükselmesiyle olur. 11. Şiddetli sıcak ve havanın ısınmasından dolayı başağnsı
olur. 12. Şiddetli soğuktan, beyinde buharların yoğunlaşması ve çözülmemesi sebebiyle
başağnsı meydana gelir. 13. Uykusuzluk ve az uyku uyumaktan meydana gelir. 14.
Kafanın sıkışması ve ağır bir şey taşıma sebebiyle meydana gelir. 15. Çok
konuştuğunda dimağın kuvvetinin bu yüzden zayıflaması neticesinde meydana
gelir. 16. Çok hareketlilik ve aşırı spor sebebiyle meydana gelir. 17. Gam,
tasa, hüzün, vesvese, bozuk fikir ve düşünceler gibi psikolojik (nefsant)
sebeplerden meydana gelir. 18. Aşırı derecede aç kalma sebebiyle buharlar
yapacak bir şey bulamazlar, böylece çoğalır ve dimağa yükselirler ve ağrı
meydana getirirler. 19. Dimağdaki deride meydana gelen bir iltihaplanmadan
dolayı kişi başına çekiçlerle vurulduğunu zanneder. 20. Harareti, başı da
kapladığından humma hastalığının başağnsı yapması mümkündür. Allah, en
doğrusunu bilendir.
Yarım başağnsının sebebi
ise şudur: Başta bulunan atardamarlarda tek başına meydana gelen veya buluşarak
(kanda) gezen bir hümör başın iki tarafından zayıf olan tarafında bulunur. Bu
hümör bazan buhar bazan da, sıcak veya soğuk hırtlardan biri olabilir. Hususi
alameti, atardamarların atışı, özellikle de kanlarda olanıdır. Şayet
sinirlerden korunur ve kan içinde çalkalanmasına engel olunursa ağrı
dindirilebilir.
Ebu Nuaym,
Tıbbu'n-Nebevi adlı kitabında; bu tür bir ağrı {şakika) Resulullah'a (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) arız olmuş ve geçmeyip bir iki gün devam etmiştir, diye
nakletmiştir.
Yine aynı kitapta İbn
Abbas'ın (r.a.) şöyle dediği naklediliyor: "Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) başını bir sargı ile sarmış olduğu halde bize hutbe
okumuştu."
Buhari'nin Sahih'inde
Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vefatından önceki hastalığında:
"Vay, başim!" dediği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), hastalığında başını sarardı. Başı sarmak, şakika ve diğer
başağnlarına faydalıdır.
Tedavisi, çeşitleri ve
sebeplerine göre değişmektedir. Bir çeşidi istifra ile, diğeri yemek yeme ile,
bir başkası İstirahat ve dinlenme ile, daha başkası sargı sararak, diğeri başı
soğutarak, bir çeşidi ısıtarak, bir başkası gürültüden ve aşın hareketten
kaçınarak tedavi edilir.
Bu anlaşıldığı takdirde,
hadiste yer alan başağrısı tedavisinin kına otu ile yapılması, bu başağrısının
cüzi (kısmi) olduğunu ve külli olmadığını gösterir. Bu kına otu ile tedavi,
başağrısı çeşitlerinden birinin tedavisidir. Çünkü, başağrısı alevli bir
ateşlenmeden dolayı olup (zararlı) bir hümör sebebiyle değilse istifra
gereklidir. Buna da kına otu belirgin bir fayda sağlar. Kına otu öğütülür,
sirke ile karıştırılarak alna sargı yapılırsa başağnsım geçirir. Sargı
yapılarak sarıldığında, ayrıca sinirlere uygun bir kuvvet de oluşur. Tüm
ağrılar sakinleşir. Bu tür tedavi sadece baş ağrısına ait olmayıp tüm uzuvlar
için geçerlidir. Uzuvların bağlandığı peklikte oluşur. Şayet ateşli iltihap bu
ilaçla sarıhrsa ateşi diner.
Buhari, Tarihlinde, Ebu
Davud Sünen* inde rivayet ettiklerine göre, Allah Rasulü'ne her kim
başağrısından dolayı müracaat etti ise ona: "Hacamat yap!"; her kim
ayaklarında bir ağrıdan dolayı müracaat etti ise ona da: ''Kına otu ile sargı
yap!" emrini vermiştir.
Tirmizi, Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hizmetçilerinden Ümmü Rafı' Selma'dan şunları
rivayet etmiştir: "Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) herhangi bir
yara, çıban veya diken yarası isabet ettiğinde mutlaka yaranın üzerine kına otu
koyardı."
13- Kına:
Kına otu, birinci
derecede soğuk, ikinci derecede kuru mizaca sahip bir bitkidir. Kına ağacı ve
dallarında açıcı bir kuvvetle karışık sıvı bir öz mevcuttur. Mutedil bir
sıcaklıktadır. Topraktan soğuk bir öz ihtiva ettiği için, tutucu bir kuvvete
sahiptir. Faydalarından bazısı şunlardır: Kına, ateş yanıklarına faydalı bir
açıcıdır. Sarıldığında sinirlere uygun bir kuvvet ihtiva eder. Ağıza alınıp
çiğnendiğinde ağız yaralarına dilde ve diş etlerinde çıkan sivilcelere (sülak)
faydalıdır. Çocukların ağızlarında çıkan küla'ı geçirir. Kına ile sargı sarmak
ateşli şişkinliklere faydalıdır. Cerahatlarda dem-i ehaveyn'int etki ve
tesirini yapar. Bu kınanın yaprağı süzülmüş mum ve gülyağı ile
karıştırıldığında, yanlarda hissedilen ağrılara faydalıdır.
Özelliklerinden
bazıları: Çocukta çiçek hastalığı başladığında, çocuğun ayak tabanları kına otu
ile sarıhrsa, çiçekten dolayı gözlerinde bir şey çıkmasından emin olunur. Bu
tecrübe de edilmiş doğru bir hükümdür. Kınanın çiçeği yün elbisenin içine
konulursa güzel koku yayar ve elbiseye güvenin girmesine mani olur. Kına
yaprağı tatlı bir suda bekletilirse suyu çokça emer. Daha sonra sıkılarak
özünden elde edilen su, her gün on dirhem şeker ile birlikte yirmi dirhem
olarak, kırk gün içilir, gıda olarak da, kuzu eti verilirse, kendisinde mevcut
ilginç özellikten dolayı çüzzamin başlamasına engel olur.
Rivayet edildiğine göre,
bir adamın el tırnaklarında çatlama başlamıştı. Bunun üzerine, hastalığını
geçirecek olana ödül vaad etmişti. Fakat kimseyi bulamadı. Ona bir kadın, on
gün kına (suyu) içmesini tavsiye etti, fakat adam netice elde edemedi. Bunun
üzerine kına (yaprağım) bir suda bekleterek (özünü, sıktıktan sonra) içti.
İyileşmeğe başladı ve tırnakları eski güzelliğine kavuştu.
Kına, macun hale
getirilerek tırnaklara yakılırsa, tırnakları güzelleştirir ve sağlıklı olmasını
sağlar. Şayet, eritilmiş sade yağ (simn) ile macun haline getirilir ve sarı su
çıkaran iltihap ve cerahatların kalıntıları, bununla sargı yapılıp sarıldığında
yaraların geçmesine ve müzmin yaraya dönüşmüş uyuza da açıkça faydalı olur.
Kına, saçların bitmesi, kuvvetlenmesi ve güzelleşmesini sağlar. (Saça yakılan
kına) başı kuvvetlendirir. Ayakta, baldırda ve tüm bedende çıkan sivilcelere ve
içi cerahatli sivilcelere faydalıdır.
14- Hastaların
Beslenmesi:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastalara, istemedikleri yiyecek ve içecekleri
vermemekle ve onları yemeğe zorlamamakla tedavi konusundaki tutumu şöyledir:
Tirmizi Cami'inde ve İbn
Mace (Sünen'inde), Ukbe b. Amir el-Cüheni'nin Allah Rasulü'nden şöyle buyurduğu
rivayetini nakletmişlerdir: "Hastalarınızı yemeğe ve içmeğe zorlamayanız.
Çünkü onlara Allah azze ve celle yediriyor ve içiriyor. "
Bazı faziletli doktorlar
demişlerdir ki: Bu Peygamberi sözde, ilahi hikmetler, özellikle de doktorlar
için ne kadar çok faydalar gizlidir. Çünkü, hastanın, yemek ve içmekten
kesilmesi, tabiatın (vücudun) hastalıkla mücadele ile meşgul olması veya iştahı
kesilmesi veya vücudun tabii hararetinin azalması veya sönmesi sebebiyledir.
Nasıl olursa olsun, bu durumda hastaya gıda vermek doğru değildir.
Bil ki, açlık; uzuvların
gıda istemesi demektir. Kaybedilen gücün uzuvlara gelmesi içindir. Uzak olan
uzuvlar, yakın olan uzuvları ta mideye varıncaya kadar etki altında bırakırlar.
Bunun sonucunda insan açlığını hisseder ve gıda ister. Fakat hastalandığında;
tabiat, hastalık meydana getiren madde (hümör) ile meşgul olup onu pişirip
dışarı atmakla uğraştığından yemek ve içmekten uzaklaşır. Bu halde iken yemeğe
zorlanırsa, tabiat yapmakta olduğu faaliyeti durdurmak zorunda kalır ve alman
yemeğin hazmı ve özümsenmesiyle uğraştığından, hastalık veren maddeyi (hümörü)
pişirme ve dışarı atmaktan geri kalır. Bu hastanın özellikle buhran
vakitlerinde veya tabii sıcaklığın zayıfladığı veya söndüğü vakitlerde zararına
sebep olur. Musibetin çoğalması ve düşülen durumun daha fena etkisine yol açar.
Bu sırada hastanın | tabiatını rahatsız etmeden, sadece kuvvetini muhafaza
edecek şeyler verilir.( Bunlar da içileceklerden ve gıdaların kıvamı hoş
olanlarından , leynufer, elma, taze gülden imal edilen şurup gibi mutedil
mizaçlı içeceklerdir. Gıdalardan da sadece, mutedil temiz tavuk çorbası
verilir. Uygun kokularla, mutluluk veren haberlerle kuvvetlerinin canlanması
sağlanır. Çünkü doktor, hastanın tabiatının hizmetçisi ve yardimcısıdır,
alıkoyucusu ve geciktiricisi değildir,
Şunu bil ki, bedenin
gıdası taze kandır. Balgam olgunlaşmamış kan olupı kısmen pişmiştir. Bazı
hastaların bedeninde balgam çoğalır, gıda da alınmazsa, | tabiat balgama
meyleder, balgamı pişirir ve kıvama getirir ve onu kana çevirir. Böylece
uzuvlar da gıdalanmış olur. Başka bir şeye gerek kalmaz. Tabiat, Cenab-ı
Hakk'ın, bedeni yönetmesi, muhafazası ve sağlığını yaşadığı müddetçe koruması
için görevlendirdiği bir kuvvettir.
Bil ki, nadiren de olsa
bazan hastayı yemeğe ve içmeğe zorlamak gerekir. Bu genellikle beraberinde
şuursuzluk ve hafıza zayıflığı da getiren hastalıklarda zaruridir. Bu son
görüşe göre, hadis-i şerifi, ya husus ifade eden am olarak veya bir delil ile
kayıtlanabilen mutlak manada anlamak gerekir. Hadis, bir hastanın, sağlam bir
insanın tahammül edemeyeceği kadar, günlerce! gıda almadan yaşayabilmesi
nüktesini içermektedir.
"Allah onu yedirir
ve içirir." denilmesinde doktorların dediklerinden daha başka latif bir
incelik vardır ki, bunu ancak kalblere ve ruhlara aşina olanlar, ve onların
bedenin tabiatına olan tesiri, tabiatın onlardan etkilenmesi, çoğunlukla da
tabiattan ruhların etkilenmesini bilenler anlayabilirler. Biz onlara da| işaret'ederek
deriz ki: Nefsin (ruh) sevdiği ya da sevmediği veya korktuğu biri şeyle meşgul
olacak bir hadise meydana geldiğinde, kişi yeme ve içmeden kesilir ve bu esnada
ne açlık ne de susuzluk, hatta ne sıcaklık ne de soğukluk hisseder. Hatta
şiddetli eziyet veren ağrıları da hissedemez hale gelir. Bu dut rumu veya bunun
bir kısmını içinden hisseden herhangi bir kimse, şayet etki altında kaldıysa
açlığın verdiği rahatsızlığı hissetmez. Eğer kişinin içine düşf tüğü durum,
kuvvetli bir şekilde sevinç verecek bir şey ise, bu güç onun için gıda yerine
geçer ve onunla doyar. Kuvvetler toparlanır, daha sonra da zaryıflar. Cesedde
kan hümörü çoğalır. Hatta yüzünde belli olur. Yüzü (nde kan) parlar. Kan
fazlalığı tüm vücutta zahir olur. Çünkü sevinç, kalpdeki kanın çoğalmasını,
böylece damarlara (hızlıca) gönderilmesini ve damarların da kanla dolmasını
sağlar. Uzuvlar ise ihtiyacı olan kam elde ettiğinden mutad olan gıdadan
istifadeyi istemez. Tabiat da böyledir. İnsan tabiatı sevdiği bir şeyi elde
ettiğinde başka şeylere ihtiyacı olsa da iltifat etmez.
Fakat içine düştüğü bu
durum elem, hüzün ve korku veren bir hadise ise, kendisim onunla savaşmaya, onu
mukavemet etmeye, ona karşı müdafaaya verdiğinden, gıda almaktan kesilir. Bu
savaş halinde iken yeme ve içmeden uzaktır. Şayet bu savaşı kazanırsa
kuvvetleri toparlanır, yeme ve içmeden uzaklaştığı için kaybetmiş olduğu
enerjiyi elde edebilir. Fakat, bu savaşını kaybeder ve mağlub düşerse, tüm
toparlamış olduğu gücünü yitirir. Eğer aralarındaki bu savaş nöbet nöbet birinin
kazanması, diğerinin kaybetmesi şeklinde birinden ötekine değişip duruyorsa,
kişinin gücü bir geliyordur, bir gidiyordur. Özetle; aralarındaki bu savaş, iki
düşman savaşçının dışanda yaptıkları savaş gibidir ki, galip olan kazanmış,
mağlub olan ya ölmüş, ya yaralanmış veya esir düşmüştür.
Hastanın, Allah
Teala'dan umduğu bir yardım vardır ki bu, yukarıda doktorların izah etmiş
olduğu kan ile gıdalanmadan çok başkadır. Bu yardımın ulaşması hastanın,
Allah'ın huzurunda zafiyetini, aczini, kınk gönüllülüğünü ve uzaklığını
hissetmesine bağlıdır. Bu duygu onu Allah'a yaklaştıracaktır. Çünkü bir kul, en
çok kalbi kırık olduğu zamanlarda kendini Allah'a yakın hisseder. Bu esnada
Rabbinin rahmeti ona daha yakındır. Şayet Allah'ın veli bir kulu ise, bu kalbi gıdalarla
tabiatının ihtiyacı olan gıdaları elde etmiş, tabiatın kuvvetleri de daha güçlü
bir şekilde toparlanmış olur. Her ne zaman Rabbine olan imanı, sevgisi,
ünsiyeti ve sevinci kuvvetlenirse, Rabbine olan yakini kuvvetlenmiş, O'na
kavuşma şevki, O'ndan gelen her şeye razılığı artmış olursa; (bu hasta)nın
nefsinde bulacağı gücün ne tarifi yapılabilir, ne bir doktor bunu
açıklayabilir, ne de bir bilgi buna ulaşabilir!
Bu manayı anlamakta ve
tasdik etmekte kimin tabiatı katılaşıyor ve ruhu incelmiyorsa, maddi suretlere
aşık olup da aşık olduğu resme, şöhrete, mala veya ilme olan sevgiyle kalpleri
dolan birçok insanın haline baksın. Halk, bu kişilerdeki gariplikleri hem
kendilerinde, hem de başkalarında çokça müşahade etmiştir.
Sahih'de rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), günleri
bilinmeyecek sayıda hiç iftar etmeden oruç tuttuğu, fakat ashabını bu şekilde
oruçtan sakındırdığı sabittir. Şöyle buyurmuştur: "Ben sizin gibi değilim.
Muhakkak ki ben; Rabbimin katında gecelerim ve, O beni yedirir ve içirir."
Şu bir gerçek ki bu yeme
ve içme, insanın ağzıyla yediği yemek değildir. Aksi halde devamlı olamaz.
İkisi arasındaki fark tahakkuk etmez, üstelik oruçlu da olmamış olur. Çünkü
"Rabbim beni yedirir ve içirir olduğu halde gecelerim." buyurmuştur.
Yine O'nun ile ashabın,
yemek yemeden oruca devam etmeleri arasında fark vardır. Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), onların güçlerinin yetmeyeceği (sürede orucu
uzatmaya) gücü yeter. Şayet Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ağzıyla
yiyip içse idi; "Ben sizin gibi değilim." demezdi. Hadisteki bu
inceliği; ruhların ve kalplerin gıdasından, tabiatın kuvvetlerine olan tesiri
ve toparlanmasından, cismani gıdanın tesirinden daha fazla gıdalanmasından nasibi
az olan kişi de anlamıştır. Doğruyu bulmaya muvaffak kılan Allah'tır.
15- Anjin'in Tedavisi ve
Burundan İlaç Verme:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) uzra (anjin) hastalığının tedavisi ve seut (bur
dan ilaç verme) hakkındaki tutumu şöyledir:
Sahihayn'da.,
Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "En sağlıklı tedavi yöntemi hacamat (kan aldırma) ve kust-i
bahridir. Anjin'den dolayı, (bademciklerini) sıkarak çocuklarınıza azab
etmeyiniz. "
Sünen ve Müsned'de,
Cabir b. Abdullah'ın şöyle anlattığı rivayet edilir: Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), Hz. Aişe'nin (odasına) girdiğinde, Aişe'nin yanında, burun
deliklerinden kan boşalmakta olan bir çocuk gördü. Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Bu nedir?" diye sorunca, onlar: "Anjin'i var
veya başında bir ağrısı var." diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah
Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Çok yazık! Çocuklarınızı (böyle
bekleyerek) ölüme (terketmeyiniz!) Herhangi bir kadın, şayet çocuğu anjin olur
veya başında bir ağrı olursa, hemen kust-i hindi alsın ve onu su ile çitilesin,
sonra da ilacı çocuğa burnundan (damlatarak) zerketsin." Bunun üzerine Hz.
Aişe'nin isteğiyle, çocuk için ilaç hazırlandı. Tarif edildiği şekilde çocuğa
ilaç verilince, hasta çocuk iyileşti.
Ebu Ubeyd (Kasım b.
Sellam), Ebu Ubeyde'den şunları nakletmiştir: Uzra, boğazda, kandan dolayı
meydana gelen bir hareketlenmedir. Devamlı olduğu takdirde bu böyledir.
Deniliyor ki: Uzra, anjine tutulmuş kişi demektir. Uzra; boğaz ile kulak
arasında çıkan bir cerahat, yaradır; çoğunlukla çocuklarda olur, diyenler de
vardır.
Uzra (anjin) tedavisinde
burundan verilecek olan ilaç ufalanmış kust-i bahri ile faydalıdır. Çünkü
uzranın maddesi, kendisine balgam galebe çalmış olan kan ihtiva etmektedir.
Fakat ekseriyetle çocukların vücutlarında bu durum meydana gelir. Kust-i
bahride, küçük dili kuvvetlendirip yerine yerleşmesini sağlayacak şekilde
kurutma özelliği vardır. Kust-i bahrinin bu hastalığa olan faydası onun bir
özelliğidir. Sıcak hastalıklara da faydalıdır. Sıcak hastalıklar ise bazan
bizzat sıcak, bazan da anzi olarak sıcaktır. Kanun sahibi (İbn Sina), küçük dil
düşmesi hastalığının tedavisinde; şebb-i yemani ve Merv(de yetişen bir kuru ot)
tohumu ile karıştırılan kust-i bahri kullanılması gerektiğini belirtmiştir.
Hadiste zikredilen
kust-i bahri, ud-i hindi ile aynı şeydir. (Yalnız) kust-i bahri, ud-i hindiden
daha beyazdır ve tatlıdır. Çok çeşitli faydaları vardır. Araplar, çocuklarının
küçük dillerini elleriyle ovarak ve ilacı yapıştırarak tedavi ederlerdi. Ud-i
hindi de çocukların (küçük dillerine) yapıştırdıkları bir şeydir. Bu şekilde
tedavi etmeden Allah Rasulü, Arapları nehyetti ve onlara, çocuklar için en
faydalı ve en kolay olan (burundan ilaç verme şeklinde) bir tedaviyi tavsiye
etti.
Seüt, burundan ilaç
vermek demektir. Bu yolla verilen ilaçlar, müfred ve mürekkep olarak öğütülen,
elenen, macun yapılan ve kurutulan ilaçlardan yapılıp, kullanılmak gerektiğinde
su ile açılır ve sırt üstü yatarak başını omuzları arasından geriye doğru
bıraktığı halde kişinin burnundan verilir. Böylece burundan verilen ilaç dimağa
ulaşır ve aksırma ile hastalığın dışan çıkması sağlanır. Gerektiğinde burundan
tedavi olmayı Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tavsiye etmiştir. Ebu
Davud'un Sünen'inde zikredildiğine göre Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve
Sellem), burnundan ilaç almıştır.
16- Kalp Rahatsızlığının
Tedavisi:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) kalp rahatsızlığının (mef'ud) tedavisi
hususundaki tutumu şöyledir:
Ebu Davud, Sünen'inde,
Mücahid kanalıyla Sa'd'ın şöyle dediğini nakletmiştir: Hastalanmıştım.
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) (hastalığım için) benim ziyaretime
geldi ve serinliğini kalbimin üstünde hissedene kadar mübarek elini göğsüme
koydu. Daha sonra bana şöyle bir tavsiyede bulundu: "Sen kalbinden
rahatsız olan birisin. Sakif kabilesinden olan Haris b. Kelede'ye (muayene
olmak için) bir git. Çünkü o doktordur. Bununla birlikte iyi Medine hurmasından
(acve) yedi adet al ve onları çekirdekleriyle birlikte öğüterek bulamaç yap.
Daha sonra da onları ağızından alırsın."
Mef'ud: Kalbi rahatsız
olan kişi demektir. Karnından rahatsız olankişiye mabtun dendiği gibi kalbinden
şikayetçi olana da mef'ud denir. Ledud: Ağzın bir yanından kişiye içirilen şeye
denir.
Hurmada bu hastalığa
karşı ilginç bir özellik vardır. Özellikle de Medine hurmasında. Medine
hurmasının da acve cinsinde. Yedi adet olmasında ise ancak vahiyle
bilinebilecek başka bir özellik vardır.
Sahihayn'da, Amir b.
Sa'd b. Ebi Vakkas'ın babasından yaptığı bir rivayette Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim her gün sabahları (aç karnına)
aliye'de yetişen hurmadan yedi tane yerse, o gün içinde o kimseye zehir ve
sihir zarar vermez."
Hadisin diğer bir lafzı
ise şöyledir: "Her kim sabahladığında Medine'r nin iki taşlığı arasında
yetişen hurmalardan yedi tane yerse, akşama kaddr o kişiye zehir zafar
vermez."
Hurma, ikinci derecede
sıcak, birinci derecede kuru bir maddedir. Birinci derecede nemli bir madde olduğu
da, mutedil olduğu da söylenmiştir. Kıymetli bir gıdadır. Özellikle devamlı
yemeyi adet haline getirenlerin sağlığını koruma özelliği vardır. Medine'de ve
diğer bölgelerde yaşayanlarda böyledir. Hurma; sıcaklığı ikinci derecede olan
sıcak ve soğuk bölgelerde yaşayanlar için gıdaların en kıymetlisidir. Soğuk
bölgelerde oturanların iç yapıları (batın) sıcak ve sıcak bölgelerde
oturanların iç yapıları soğuk olması sebebiyle hurma, sıcak bölge insanına daha
faydalı ve etkilidir. Bu sebepten dolayı, Hicaz, Yemen, Taif ve bunların
iklimine benzer iklimlerde yaşayanlar, hurma ve bala diğerlerinden daha fazla
alışıktırlar. Nitekim biz onların yemeklerine, başkalarınınkinden on kat veya
daha fazla karabiber (fülfüf) ve zencefil kökü kattıklarını görüyoruz. Başkaları
tatlı yedikleri gibi onlar zencefil kökünü yerler. Bu adetin onların arasında
bir rivayetin yayılmağa devam etmesi gibi yaşadığını gördüm. İç uzuvları soğuk
tabiatta olması ve hararetin bedenlerinin dışına vurması sebebiyle, alışmış
oldukları bu gıdalar onlara uygun ve zararsızdır. Bu aynen, yazın kuyu
sularının soğuması kışın da ısınması gibidir. Aynı şekilde kışın alınan katı
gıdalar sebebiyle midede, yazın oluşturulamayan hararet ve pişme meydana gelir.
Medine halkı için hurma,
neredeyse başkalarının buğdayı kadar önemlidir. Hurma Medinelilerin azığı ve
gıda maddesidir. alİye'de yetişen hurma ise hurma cinslerinin en iyisidir.
Çünkü bu hurmanın yapısı güçlü, tadı lezzetli ve gerçekten tatlıdır. Hurma; hem
gıdalar, hem ilaçlar, hem de meyveler cinsine dahildir. Tüm bedenlere muvafık
bir özelliğe sahiptir. Vücut sıcaklığını güçlendirir. Zararlı ve fuzuli
maddeleri ihtiva eden diğer gıdalar ve meyveler gibi lüzumsuz fazlalıklar
meydana getirmez. Aksine, alışkanlık haline getirdiğinden dolayı, vücutta mevcut
hümörleri (ahlat) çürüme ve bozulma ile karşılaşan kimseye hurma yasaklanır.
Bu hadisteki hitab,
kendisiyle husus kastedilen bir umum mana ifade eder. Bu da Medine ve civannda
yerleşmiş olanlar içindir. Şüphesiz, bölgelerin birçok değişik faydalan ihtiva
eden ilaçları vardır ki bunlar, bir başka yerde kullanıldığında aynı faydayı
temin etmez. Böylece bu bölgede yetişen ilaç bu bölgede (meydana gelen)
hastalığa faydalıdır. Şayet ilaç başka bir bölgede yetişmişse, bu ilaca o
bölgenin toprağı veya havası veya her ikisinin birlikte olan etkisi sözkonusu
olduğundan, başka bölgedeki hastalığa şifa olamaz. Çünkü yeryüzünde insan
tabiatının farklı olması gibi, çeşitli özellikler ve tabiatlar vardır. Bir
kısım bölgelerde gıda ve yiyecek olan birçok bitki, bir başka yerde öldürücü
zehir etkisi gösterir. Çünkü nice ilaçlar vardır ki diğer insanlar için
gıdadır. Yine nice ilaçlar vardır ki birtakım insanların bir tür hastalığına,
diğerlerinin ise bir başka hastalığına şifadır. Şehirlilerin ilaçları
başkalarının ilaçlarına uyum sağlamadığı gibi, fayda da sağlamaz.
Hadiste yedi adet
denmesindeki özellik hem sayı açısından hem de şer'i açıdan şöyledir: Allah
Teala gökleri yedi, yerleri yedi, günleri yedi olarak yaratmıştır. İnsanın
yaradılışını yedi dönemde tamamlamıştır. Allah kullarına (Kabe'yi) yedi defa
tavaf etmelerini, Safa ile Merve arasında yedi defa sa'y yapmalarını, şeytan
taşlamayı yedişer yedişer yapmayı, bayram namazlarının birinci rekatlarında
yedi tekbir getirilmesini meşru kılmıştır. Rasuİullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) buyurmuştur ki: "(Çocuklara) yedi yaşına bastıklarında namaz
kılmalarını emredin!" Yine şöyle buyurmuştur: "Annesi ile babası
boşanan bir çocuk yedi yaşında ise, ikisi arasında muhayyer bırakılır."
Diğer bir rivayette: "Babası, annesinden daha uygundur." Üçüncü bir
rivayette ise; "Annesinde kalması daha uygundur." denilmiştir.
Rasuİullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), vefat ettiği hastalığında, üzerine
yedi kırba su dökülmesini emretmiştir. Allah Teala ad kavmine yedi gece rüzgar
musallat etmiştir.[Hakka, 7] Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem), müşrik
Araplara karşı Allah'ın müslümanlara yardım etmesi için, Hz. Yusuf'un (a.s.)
kavmine yedi sene (kıtlık vermesi gibi) kıtlık vermesi için beddua etmiştir.
Allah Teala, sadaka veren kişinin verdiği bir sadakayı, her bir tohumundan yedi
başak, her başağından da yüz tane veren bir bitkinin artışı gibi kat kat
mükafatlandıracağını belirtmiştir. Hz. Yusuf'un (a.s.) hükümdarı olan melikin
rüyasında gördüğü başakların adedi yedidir.[Yusuf, 43] Hz. Yusuf'un (a.s.)
kavminin ard arda ekin ekecekleri senelerin adedi de yedidir.[Yusuf, 47]
Sadakanın (sevabı kişinin ihlasına göre) yedi yüz katından daha fazla katlarına
kadar, kat kat çoğalır. Bu ümmetten cennete sorgu sual olmaksızın girecek olan
mü'minlerin adedi de yetmiş bindir.
Hiç şüphesiz bu (yedi
sayısında) diğerlerinde bulunmayan bir Özellik vardır. Çünkü yedi sayısı,
sayıdaki tüm manaları ve özellikleri ihtiva etmektedir. Şöyle ki, sayı ya
çifttir veya tekdir. Çift, bir ve ikidir, tek de böyledir. Bu; bir çift iki
çift, bir tek iki tek dört mertebedir. Bu cfört mertebe yedi sayısından daha az
bir rakamda birleşmez. Böylece yedi rakamı bu dört mertebeyi de içine
alabilecek şekilde kamil ve toplayıcıdır. Yani, çift ve tek, birler ve ikiler,
birinci tekten kasdımız, üç; ikincisinden kastımız, beştir. Birinci çiftten,
ikiyi, ikincisinden de dördü kastediyoruz.
Doktorlar da bu yedi
rakamına çok itina göstermişlerdir. Özellikle de buhranların meydana geldiği
hallerde.
Hipokrat der ki:
"Bu alemde mevcut olan her şey, yedi kısımda takdir edilmiştir. Yıldızlar
yedidir. Günler yedidir. İnsanların yaş mertebeleri yedidir: Birincisi, yedi
yaşına kadar olan çocukluk (tıfi) dönemi. Sonra, on dört yaşına kadar olan
(sabi) dönem. Sonra erginlik çağı, (mürahik). Sonra gençlik (şab). Sonra otuz
ile elli yaşı arası olan olgunluk çağı (küht). Sonra elli yaşı çağı, yaşlılık
{şeyh). En son ölene kadar olan kocama çağı (herem)." Bu şekilde yediyle
tahdidlenmesindeki hikmet ve hükümdeki sebebi ancak Allah bilir. Acaba
hadisteki yedi tabiri de bu manada mı, yoksa değil mi?
Bu sayının, aynı
bölgenin, aynı toprağın aynı hurmasının zehirlenme ve sihire faydalı olması
konusunda, doğru olmadığı iddia edildiği noktada şayet bu tarifi, Hipokrat,
Calinus ve diğer doktorlar söylemiş olsa, zamanın doktorları hemen bu söze
kabul, iz'an ve inkıyad ile bakarlar. Halbuki bu gerçeği ileri süren doktor, bu
hakikata ilhamla tahmin ile ve zan ile ulaşmıştır. O halde, sözlerinin hepsi
yakin ile, kesinlikle, delille ve vahiy ile olan bir Peygamber'in ileri sürdüğü
şeylerin daha öncelikle kabul ve teslim ile telakki edilmesi ve itiraz
edilmemesi gerekir. Zehirlenmelere karşı önerilen ilaçlar bazan keyfiyet ile
bazan da birçok taş, cevher ve yakutlarda olan havas gibi bir özellikle elde edilir.
Hadiste zikredilen
hurma, bir kısım zehirlenmelere karşı bir ilaç durumundadır. Bu görüşe göre
hadisin, husus gösteren am (genel) bir hüküm ifade ettiği ortaya çıkar.
Hurmadaki bu etki bu bölgenin bir özelliği olabilir. Bu özel toprak her türlü
zehire etki edebilir. Fakat burada açıklanması zaruri bir konu vardır; bir
hastanın ilaçtan faydalanmasının (ilk) şartı onu kabul etmesi ve faydasına
inanmasıdır. Şayet böyle olursa tabiatı o ilacı kabul eder ve hastalığın
giderilmesine yardım etmiş olur. Şu bir gerçek ki, birçok tedavi türü
(kuvvetli) inançla ilacı kabullenme ile ve tedaviyi olgun ve uygun karşılamakla
gerçekleştiriliyor. Bu hususta halk çok garip şeyleri müşahede etmiştir. Zira
tabiat, ilacı kabullenmekle güçlenir, ruh (nefis) onunla ferahlarsa, kuvvet
gelir ve tabiatın gücü artar. Vücut sıcaklığı ortaya çıkar ve hastalığın yok
edilmesine yardımcı olur. Aksi halde, bu hastalık için faydalı olabilecek
birçok ilacın etkisi, hastanın inancı olmadığından kesilir. Tabiatın bu
ilaçları kabullenmemesi halinde hiçbir şey fayda vermez. Bu konuda; ilaçların,
şifaların en büyüğünü, kalblere ve bedenlere, dünyaya ve ahirete en faydalı
olanını düşün! O da, her türlü hastalığa şifa olan Kur'an'dır. Kur'an'da şifa
ve fayda görmeyen kalplere Kur'an nasıl fayda verir; aksine onların
hastalıklarına hastalık katar. Kalplerin şifası için asla Kur'an'dan daha
faydalı bir ilaç yoktur. Zira Kur'an, tam ve kamil bir şifa verme gücüne sahip
olmasından Ötürü hangi hastalığa uygulandı ise, mutlaka hastayı şifaya kavuşturmuş
ve hastanın mutlaka sağlığını korumuştur. Her türlü zararlı, eziyet verici
şeyden tam bir koruma ile himaye etmiştir. Bununla beraber kalplerin çoğunun
Kur'an'dan yüz çevirmeleri, şüphesiz ve kesin olan Kur'an'a inançlarının
olmaması, Kur'an'a başvurmamaları, Kur'an'la şifaya kavuşma ile insanlar
arasında perde olacak bir takım ilaçlara yönelmeleri, iyi (buluşların)
çoğalmasıyla (Kur'an'dan) yüz çevirmelerinin şiddetlenmesi, böylece illet ve
müzmin hastalıkların kalplerinde yerleşmesi, hastaların çoğalması ile doktorlar
aynı türde ve sadece hocalarının büyüttüklerinin ve haklarında hüsn-i zan
beslediklerinin geliştirmiş olduğu tedavi şekillerini takib etmeleri, musibeti
büyütmüş, hastalığın daha fazla yerleşmesini ve hatta tedavisinden aciz
kalacakları başka hastalık ve illetlerin de eklenmesini sağlamışlardır. Bu
(gafil) doktorlar, bu yeni tedavi (usulleriyle) tedaviye her giriştikleri zaman
hastalık çok daha ciddi boyutlara ulaşıyor ve kuvvetleniyor; (onlar bu şekilde
uğraşırlarken) hal dili onlara şöyle nida ediyor:
"Garipliklerdendir.
Gariplikler çoktur. Şifanın yakınlığı var fakat ona yol bulunamaz.
Bu aynen çölde olan
develer gibidir. Su, onların sırtlarına yüklenilmiş olmasına rağmen,
susuzluktan çölde ölürler."
17- Gıda ve Meyvelerin
Temizliği:
Allah Rasulünün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) gıdaların ve meyvelerin zararlarını defetmede,
zararlarını giderip faydalarını kuvvetlendirecek şekilde ıslah edilmeleri
hususundaki tutumu şöyledir:
Sahihayn'da sabit
olduğuna göre Abdullah b. Cafer şöyle anlatıyor: "Ben Allah Rasulü'nü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), olgunlaşmış taze hurmayı hıyarla yerken
gördük."
Rutab (taze hurma):
Mizaç olarak sıcak olup, ikinci derecede nemli bir maddedir. Soğuk mideyi kuvvetlendirir
ve ona uyum sağlar. Şehveti (bah) kuvvetlendirir. Fakat süratle bozulur.
Susuzluk yapar ve kanda tortu oluşturur. Baş ağrısı yapar. Südde (tıkanıklık)
meydana getirir. Sidik torbasında ağrı yapar. Dişlere zararı vardır.
Kıssa (hıyar): Mizaç
olarak soğuk olup ikinci derecede nemli bir maddedir. Susuzluğu teskin eder.
Kendisinde itriyet özeliği (kokusu) olduğundan koklanmasıyla kuvvetlerde bir
canlılık meydana gelir. İçinde yanıklık olan midenin hararetini söndürür. Şayet
hıyarın çekirdekleri kurutulur, öğütülür ve su ile muhallebi yapılır ve
içilirse susuzluğu sakinleştirir, (harareti giderir). Sidikte bir incelme
meydana getirir. Mesane ağrısına mani olur. Öğütülüp elendiğinde, dişler bu un
ile ovulursa dişleri parlatır. Hıyar yaprağı öğütülür ve meybahtec ile ilaç
yapıldığı takdirde, kuduz köpeğin ısırmasına faydalıdır.,
Özetle; hurma sıcak,
hıyar soğuktur. Her birisi diğerinin salahıdır. (Yani birinin yan etkilerini
diğeri gidermektedir.) Zararı çok olanı izale etmektedir. Her keyfiyette zıddı
ile mukavemet edilmektedir. Birinin sert etkisi, diğeri ile ortadan
kaldırılabilmektedir. Bu tüm tedavinin aslıdır. Aynı zamanda da hıfzıssıhhanın
da aslıdır. Belki de tıp ilmi hep bu asıldan hareketle meydana gelmiştir. Bu ve
benzeri gıda ve ilaçların kullanılmasında ıslah etme ve dengeleme vardır.
Mukabilinde bulunan zararlı keyfiyetlere karşı müdafaa imkanı meydana
gelmektedir. Bu tür (zıddı ile) tedavi şeklinde, bedenin sıhhatine, kuvvetine
ve refahına yardım sözkonusudur. Aişe (r. anha) diyor ki: "Beni herşeyle
şişmanlatmayı (denediler), fakat bir türlü şişmanlayamadım. Fakat bana, hıyar
ve taze hurma verdiklerinde şişmanladım."
Özetle; soğuk mizaçlı
bir gıdanın yan etkisini, sıcak mizaçlı bir gıda ile; sıcak mizaçlı bir gıdanın
yan etkisini soğuk mizaçlı bir gıda ile; mizacı nemli olan gıdanın yan
etkisini, mizacı kuru olan gıda ile; mizacı kuru olan bir gıdanın yan etkisini,
mizacı nemli olan bir gıda ile gidermek gerekir. Birinin etkisini vasat bir
hale bir başka gıda ile getirmek en uygun tedavi şekillerinden ve hıfzıssıhha
açısından en uygun yoldur. Bunun bir benzeri Allah Resulü'nün (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), bir hadiste sena ile sennutu birlikte emretmesidir ki, daha
önce geçmişti. Sennut, senanın (yan etkilerini giderici) ıslah görevi ve vasat
bir etki yaptırıcısı olan, içinde biraz yağ bulunan bal demektir. Yüce Allah'ın
salat ve selamları, kalblerin ve bedenlerin imarı, dünya ve ahiretin maslahat
icabı olan şeyler için gönderilen Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
olsun.
18- Perhizle Tedavi:
Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) perhiz konusundaki tutumu şöyledir
İlaçların tamamı İki
noktada toplanır: Perhiz {himye) ve hıfzıssıhha. Bedende bozulma meydana
geldiğinde gereken, bunun dışarı atılmasıdır. Böylece tıbbın hepsi bu üç kaide
altında toplanmaktadır. Perhiz iki türlüdür: a) Hastalığı ceİbedecek şeyden
perhiz, b) Hastalığı artıracak şeyden perhiz, ki haline bırakmak gerekir.
Birincisi; sağlıklı olanların riayet edeceği perhiz türüdür. İkincisi;
hastaların yapması gereken perhiz türüdür. Çünkü hasta perhiz yaptığında,
hastalığı artmaz ve bedeni, hastalığın giderilmesi için kuvvet kazanır. Perhiz
hususunda asıl dayanak Allah Teala'nın şu ayetidir: "Şayet siz hasta olur
veya yolculuğa çıkarsanız, biriniz ayak yolundan gelmiş veya kadınlarınızla
cinsi münasebet yapmışsanız da (gusül yapmak için) su bulamamışsanız temiz bir
toprağa teyemmüm ediniz."[Nisa, 43; Maide, 6] Böylece Allah Teala, hastaya
su zararlı olacağı için kullandırmamış ve onu korumuştur.
İbn Mace'nin Sünen'ınde
ve diğer kitaplarda, Ümmü Münzir bt. Kays el-Ensariye şöyle anlatmaktadır:
Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında Hz. Ali de bulunduğu halde
benim yanıma geldi. Hz. Ali, bir hastalıktan henüz iyileşmeğe başlamıştı. Bizim
de asılı hurma salkımlarımız vardı. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
kalktı, yemeğe başladı. Ali (r.a.) de kalktı yemeğe başladı. Hemen Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) Hz. Ali'ye dedi ki: "Sen hastalığını yeni
atlattın (O halde bunlardan yememelisin)!" Bu sebepten Hz. Ali yemeyi
bıraktı. Ravi diyor ki: Sonra onlara pancar ve arpadan bir yemek pişirdim ve
önlerine getirdim. Bunun üzerine
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) Ali'ye buyurdu ki: t((Ya Ali!) Bundan çekinmeden ye! Çünkü
sana en faydalı olan bu yiyecektir." Hadisin diğer bir metninde ise:
"Bundan ye! Çünkü senin için en uygun yiyecek budur." buyurdu.
Yine İbn Mace'nin
Sünen'inde Suheyb anlatıyor: Allah Rasulü'nün huzuruna, önünde ekmek ve hurma
olduğu bir sırada girdim. Buyurdu ki: "Yaklaş ve hemen ye!" Bir hurma
aldım ve yedim. Buyurdu ki: "Gözünde hastalık bulunduğu halde (remed)
hurma mı yiyorsun?" Dedim ki: "Ya Rasulallah! Bir başka taraftan
çiğnerim." Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
tebessüm etti.
Yine Allah Rasulü'nden
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) rivayeti sabit olan bir hadise göre şöyle
buyurmuştur: "Allah bir kulu sevdi mi, onu dünya(nın şerrinden), sizden
birinin hastasını yeme ve içmeden muhafaza ettiği gibi korur." Diğer bir
metinde ise: "Allah, mü'min kulunu dünya (nın şerrinden) muhafaza
eder." buyurmuştur.
Yalnız, insanların
ağızında dolaşıp duran hadis (olarak rivayet edilen): "Perhiz, ilacın en
başta geleni, mide ise hastalığın ocağıdır. Her vücuda (varlığa) alıştığı
şeyleri verin." sözü, meşhur Arap tabibi Haris b. Kelede'ye aittir.
Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) dayandırılması sahih değildir. Bunu
birçok hadis imamı söylemiştir. Bu hususta Rasulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) rivayet edilen hadis şudur: "Mide, bedenin havuzudur. Damarların
mide ile irtibatı vardır. Şayet mide sağlıklı olursa damarlar (daki kan da
sağlıklı) olur. Mide hasta olursa damarlar (daki kanda da) hastalık meydana
gelir."
Harıs (b. Kelede) der
ki: Tıbbın başı perhizdir. Zararlı olması bakımından, sağlıklı bir insanın
doktorlara göre perhiz yapması, hastanın ve hastalığın nekahet dönemim yaşayan
kişinin bozulması gibi bir şeydir. Perhiz, hastalıktan çok hastalığın nekahet
döneminde faydalıdır. Çünkü nekahet döneminden sonra vücut eski kuvvetine
ulaşamaz. Hazım kuvveti zayıflamıştır, tabiat kabule hazır, uzuvlar ise gelişme
istidadındadır. Bu dönemde hastanın
bozulması, hastalığın
ters bir dönüş yapmasını gerektirir ki, bu durum hastalığın ilk başlamasından
daha ağırdır.
Bil ki, Allah Rasulü'nün
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) Hz. Ali'yi nekahet döneminde hurma salkımlarını
yemekten engellemesi, en uygun bir tedbirdir. Çünkü "devali", üzüm
salkımları gibi, yenilmesi için evde asılı olarak muhafaza edilen taze hurma
salkımları demektir. Meyve, hastalıktan yeni kurtulan kişi için, süratle
istihale olduğundan zararlıdır. Tabiat ona mukavemet edemez. Çünkü tabiat,
hastalığın bedendeki kalıntılarını defetmek ve bedenden atmakla meşgul iken
kendi kuvvetini artık toparlayamaz.
Rutab'da (taze hurma)
bir nevi, mideye ağırlık özelliği vardır. Mide, hastalığın kalıntı ve izlerini
izale, ıslah ve tedavi ile meşgul olduğundan, ya bu kalıntı bedende kalır veya
çoğalır. Fakat pancar ve arpadan yapılmış yemek önüne konulunca Allah Rasulü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), Hz. Ali'ye yemesini emretmiştir. Çünkü bu yemek
nekahet dönemini yeni atlatan bir hasta için gıdaların en faydalısıdır. Çünkü
arpa suyunda soğutuculuk, gıda, inceltme ve yumuşatma özelliği vardır. Tabiatın
güçlendirilmesi nekahet dönemini yeni atlatan için en uygun olan yoldur.
Özellikle de arpa pancar kökleriyle pişirildiğinde. Midesinde zaaf olan için en
uygun gıda budur. Ahlatta (hömürlerde) korkulacak nitelikte maddeler meydana
gelmez.
Zeyd b. Eşlem anlatıyor:
Hz. Ömer (r.a.), bir hastalığından dolayı perhiz yapmıştı. Hatta sıkı perhizi
dolayısıyla (hurma) çekirdeklerini dahi yalıyordu.
Özetle; perhiz,
hastalıktan önce ilaçların en faydalısıdır ve hastalığın meydana gelmesine
engel olur. Hastalık meydana gelince de perhiz, hastalığın çoğalması ve yayılmasına
mani olur.
19- Beslenme Rejimi:
Bilinmesi gerekir ki,
arzusu şiddetlenir ve tabiatı isterse, hastanın, iyileşmekte olanın ve sağlıklı
kişinin menedildiği pek çok şeyin, tabiatın sindirebileceği ölçüde yemesi zarar
vermez, hatta bazan faydalı da olabilir. Çünkü tabiat ve mide onu kabul ve
sevgiyle karşılayıp endişe edilen zararı düzeltirler. Bazan böyle bir şeyin
yenmesi, tabiatın arzulamadığını yemesinden ve ilacın iyileştirmesinden daha
yararlıdır. Bu yüzden Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), gözünden
rahatsızken Suhayb'a birkaç hurma yeme izni verdi, ona bir zarar vermeyeceğini
tahmin etti. Benzer bir olay da Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
huzuruna giren gözünden rahatsız Hz. Ali'nin durumudur. Bu sırada Rasulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında yemekte olduğu hurmalar vardı. Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem). Hz. Ali'ye: "Ey Ali! Canın çekiyor
mu?" deyip, bir hurma attı. Hurma atmaya devam ederek, tam yedi tane hurma
attı. Sonra da: "Bu kadarı yeter, ey Ali!" dedi.
Yine, İbn Mace'nin
Sünen'inde İkrime - İbn Abbas senediyle rivayet ettiği şu olay da bunun
örneğidir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir hastayı ziyaret
etmişti. Rasulullah ona: "Ne arzuluyorsun?" diye sorunca,
"Buğday ekmeği -bir rivayette "kek"- arzuluyorum!" cevabını
verdi. Bundan sonra Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Yanında buğday ekmeği olan, kardeşine göndersin." Sonra şöyle dedi:
"Hasta olanınız bir şey isteyince, onu yedirin."
Bu hadiste, ince bir
tıbbi sır vardır. Çünkü hastanın, bir zararı olmakla birlikte, gerçek ve tabii
bir açlık dolayısıyla canının çektiğini yemesi, yararlı ve -gerçekte yararhysa
da- canının çekmediğinden daha az zararlı olur. Çünkü bu gerçek arzusu ve
tabiatının hoşlanması, zararını kaldırır. Tabiatın yararlı şeyi sevmemesi,
bazan zararlı olanı kendine çeker. Kısacası, tabiat lezzetli ve arzulanan şeye
doğru, özellikle yönelir, onu en güzel şekilde sindirir, özellikle de nefis ona
gerçek bir istekle yönelmişse. Allah en iyisini bilir.
20- Göz Ağrısının
Tedavisi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) göz ağrısını dinlenme, hareketsizlik ve
azdıranlardan perhizle tedavisi şöyledir:
Daha önce de geçtiği
gibi, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), gözü ağrıyan Suhayb'ın hurma
yemesini engeller üş ve hoşgörmemiştir. Yine gözü ağrıyan Hz. Ali'nin yaş hurma
yemesinide engellemiştir.
Ebu Nu'aym
et-Tıbbu'n-Nebevi adlı kitabında, "Eşlerinden birinin gözü ağrıyınca,
iyileşir ceye kadar onunla birleşmezdi." demektedir.
Göz ağrısı (r 'tned),
gözün iç kısmında, beyaz tarafta ortaya çıkıp şişme yapan bir hastalı! tır.
Sebebi, dört maddeden biri gaz veya başta ve bedende çok miktarda ort; ya çıkan
sıcaktır. Bunlardan bir kısmı gözün içine girer veya göze bir darbe isabet eder.
Tabiat buraya kan ve canından çok miktarda gönderir. Ortaya çıkan durum
dolayısıyla iyileşmesini arzular. Bu yüzden darbe yiyen kısım şişer. Kıyas
yolu, bunun aksini gerektirir.
Yerden göğe doğru biri
sıcak kuru, öteki sicak rutubetli iki buhar yükselip, bulut kümesini
oluşturarak gökyüzünü görmemizi engellemeleri gibi, midenin de dibinden ağzına
doğru buhar yükselir, görmeyi engeller ve bunlardan çeşitli hastalıklar doğar.
Şayet tabiat buna galip gelir ve genize iterse, nezle olur. Küçük dil ve burun deliklerine
iterse boğmaca olur. Yana iterse, diş ağrısı olur. Göğse iterse, inme olur.
Kalbe indirirse, çarpma olur. Göze iterse, göz ağrısı olur. Karın boşluğuna
iterse, ishal (seyelan) olur. Dimağa iterse, unutma olur. Baş sinirleri
rutubetlenir ve mecralarına taşarsa felç olur. Şayet dimağın kapakları
rutubetlenir ve damarları bununla dolarsa, derin bir uyku olur. Bu yüzden uyku
rutubetli, uykusuzluk kurudur. Şayet buhar başa girmek ister de başaramazsa,
baş dönmesi ve uykusuzluk olur. Şayet buhar, başın herhangi bir yanına
eğilirse, yarım başağnsı olur. Şayet başın tepesine ve boynun ortasına hakim
olursa, başağnsı ortaya çıkar. Dimağın perdesi üşür, ısınır, rutubetlenir veya
buradan hava çıkarsa, aksırma meydana gelir. Oradaki balgam rutubetini hareketlendirir
de bol sıcaklığa galip gelirse, bayılma ve durgunluk doğar. Siyah mizacı
(maddeyi) hareketlendirir, dimağın havası karanlık olursa, vesvese ortaya
çıkar. Sinir mecralarına taşarsa, tabii sar'a olur. Şayet buhar iltihap ve
dimağı engelleyen san maddeden doğuyorsa, zatülcenb olur. Buna göğüs de
katılırsa, humma (sirsam) olur. Bu konuyu iyi anlamak gerekir.
Kısacası, bedenin ve
başın maddeleri göz ağnsı durumunda hareket halinde olur. Cinsel birleşme hareketini
daha da arttıran bir durumdur. Çünkü bu, beden, ruh ve tabiat için külli bir
harekettir. Beden, şüphesiz ki hareketle ısınır. Nefsin hareketi bir lezzeti
istemek ve tamamlamak için şiddetlenir. Ruh, beden ve nefsin hareketine bağlı
olarak hareketlenir. Çünkü ruh, bedenin öncelikle kalb kısmıyla ilgilidir. Ruh
bundan doğar ve organlara dağılır. Tabiatın hareketi ise, gönderilmesi gereken
meniyi göndermesinden dolayıdır.
Özetle, cinsel birleşme,
bedenin ve kuvvetlerinin, tabiatının ve maddelerinin, rurhın ve nefsin
hareketlendiği külli bir harekettir. Maddeleri harekete geçiren ve incelten her
hareket, onu zayıf organlara iter ve akıtır. Ağrısı olduğu zaman göz, en zayıf
durumdadır, ona en zararlı şey cinsel birleşmedir.
Hipokrat, el-Fusul adlı
kitabında şöyle der: "Gemilerin hareketi, hareketin bedeni de
hareketlendirdiğini gösterir." Göz ağrısında her ne kadar bir takım
faydalar varsa da, bazı durumlarda perhiz ve boşaltmayı, bedenin ve başın
fazlalıklarını ve bozulan kısımlarını temizlemeyi, öfke, üzüntü ve keder, sert
hareketler ve ağır işlerden nefis ve bedene acı vereni engellemeyi gerektirir.
Eskilere ait bir söz şöyle der: "Göz ağrısını sevmemezlik etmeyin. Çünkü
o, körlük damarlarını keser."
Göz ağrısının tedavi
yollarından birisi, sakin durma ve istirahat, göze dokunmamak ve onunla
oynamamaktır. Çünkü bunların zıtları, maddelerin gözün üstüne dökülmesini
gerektirir. Seleften biri şöyle der: "Muhammed'in ashabı göz
gibidir." Gözün ilacı dokunmayı bırakmaktır. Merfu bir hadiste -Allah onu
daha iyi bilir- şöyle denir: "Göz ağrısının ilacı, soğuk suyu göze
çarpmaktır." Bu sıcak göz ağrısının en yararlı ilaçlarındandır. Çünkü su,
göz ağrısı sıcak olduğunda, bu sıcaklığı söndürmek için yardım alman soğuk bir
ilaçtır. Bu yüzden Abdullah b. Mes'ud, gözünden şikayeti olan karısı Zeyneb'e
şöyle demiştir: "Şayet Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gibi
yaparsan, bu senin için daha iyi ve şifa umman için daha faydalı olur. Gözüne
su serpersin, sonra da şöyle dersin: "Ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider,
şifa ver, Sen şifa vericisin, Senin verdiğinden başka şifa yoktur, o
hastalıktan iz bırakmayan bir şifadır. " Daha önce defalarca geçtiği gibi
bu, bazı bölgeler ve bazı göz ağrıları için geçerlidir. Hz. Peygamber'in cüz'i
ve özel bir sözü genel ve külli kılınamaz, genel ve külli sözü, özel ve cüz'i
kılınamaz. Aksi halde olanlar, hatalı ve doğruya aykırı olur. Allah en iyisini
bilir.
21- Uyuşmanın Tedavisi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bedeni kaskatı yapan vücuttaki uyuşmanın ti~
davisi konusundaki tutumu şöyledir:
Ebu Ubeyd,
Garibu'l-Hadis adlı kitabında, Ebu Osman en-Nehdi'den şunu rivayet eder: Bir
topluluk, bir ağacın yanından geçerken meyvasından yediler. Sanki bir rüzgar
esip, onları dondurmuş gibi dondular. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurdu: "Suyu, kaplarda soğutun ve iki ezan arasında
üstlerine serpin." Ebu Ubeyd şu açıklamayryapıyor: "Suyu
soğutun" ifadesi, serinletin demektir. Nitekim Araplar "soğuk
arttı" anlamında bu kelimeyi kullanırlar. "Kaplar", su kaplan
demektir. "Şinan" denilen bu kaplar, suyu daha çok serinletir.
"İki ezan arasında", sabah ezamyla kameti arasında demektir. Çünkü
kamete de ezan denir.
Bazı tabipler şöyle der:
"Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu tedavi şekli, Hicaz'da
vuku bulan hastalığın en iyi tedavi yollarındandır. Hicaz, sıcak ve kuru bir
bölgedir. Vücut sıcaklığı, Hicaz sakinlerinin karınlarında pek fazla değildir.
Sözü edilen vakitte -ki bu günün en serin vakitleridir- üstlerine soğuk su
serpmek, vücutta yayılan sıcaklığın bütün kuvvetlere toplanmasını gerektirir.
İtici kuvvet güçlenir ve vücudun çeşitli yerlerinden ağrının bulunduğu iç
bölgede toplanır, kalan kuvvetle bu hastalığın defedilmesi için onu dış tarafa
çıkarır, Allah'ın izniyle de defeder. Şayet Hipokrat, Calinus veya başkası bu
hastalık için bu ilacı tavsiye etseydi, doktorlar onu kabul eder ve tam olarak
bilemezlerdi.
22- Sinek Düşen Yemeğin
Islahı:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sinek düşen yemeği düzeltme Ve zehirli hayvanların
zararlarını panzehirle defetme konusundaki tutumu şöyledir
Sahihayn'da Ebu
Hureyre'den rivayete göre Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurmuştur: "Birinizin kabına sinek düştüğünde, onu yemeğe iyice daldırAf
Çünkü bir kanadında zehir, öbüründe ise panzehir vardır."
İbn Mace'nin Sünen'inde
Ebu Said el-Hudri'den rivayete göre, Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur: "Sineğin bir kanadı zehir, öteki ise panzehirdir.
Yemeğe düşünce onu iyice daldırın. Çünkü o önce zehirini, sonra panzehirini
bırakır.
Bu hadiste iki durum
sözkomısudur: a) Fıkhi durum, b) Tıbbi durum.
a) Fıkhı durum şudur: Bu
hadis çok açık bir biçimde gösteriyor ki, sinek suda veya sulu bir nesnede öldüğünde,
onu necis yapmaz. Bu, bilginlerin çoğunun görüşüdür, selef arasında buna aykırı
görüşü olan bir kimse bilinmemektedir. Hükmün çıkarılış gerekçesi şöyledir:
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sineğin daldırılmasını emretmiştir.
Bu, onu batırmakla olur. Bilindiği üzere sinek bundan dolayı ölür; özellikle de
yemek sıcak olursa. Şayet suyu necis yapsaydı, yemeğin bozulduğunu söylerdi,
halbuki yemeğin düzeltilmesini emretmiştir. Sonradan bu hüküm, karınca, eşek
arısı, örümcek vb. sıvı nefsi olmayan canlılara da taşınmıştır. Çünkü hüküm,
illetinin genel oluşu dolayısıyla genel, sebebinin bulunmayışı dolayısıyla ise
kaldırılmış olur. Necis yapmanın gerekçesi ölümüyle hayvandaki birikmiş kan
dolayısıyla olduğuna ve akıcı kanı bulunmayanlarda böyle bir durum
bulunmadığına göre, illeti bulunmaması dolayısıyla necis yapma hükmü de
bulunmaz.
Ölü kemiğinin necasetini
benimsemeyen şöyle der: Madem ki bu, kendisinde rutubet, fazlalık ve yumuşaklık
bulunmakla birlikte, tam bir hayvanda sabittir; öyleyse rutubetten,
fazlalıklardan ve kan birikiminden uzak olan kemikte haydi haydi sabittir. Bu
son derece kuvvetlidir, buna dönmek evladır.
İslam'da bu şekilde
"akıcı nefsi bulunmayan" sözünü söyleyen ilk kişi İbrahim
en-Nehai'dir, diğer fukaha ondan almıştır. Nefis, lügatte "kan" ile
ifade edilir. "Kadın adet gördü ve doğurdu" ifadesinin Arapça'sında
da "nefis" kelimesi zikredilir.
b) Tıbbi duruma gelince,
Ebu Ubeyd şöyle diyor: "Daldırın" sözünün anlamı; zehir gibi
"panzehirin de çıkması için batırın'* demektir. Suya batan iki adama
"suya daldılar" denir.
Bil ki, Araplara göre
sinekte, ısırmadan doğan ağrı ve şişmenin gösterdiği zehirli bir güç vardır, bu
silah yerindedir. Kendisine acı veren bir şeye düşünce, kendisini silahıyla
korur. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Allah'ın, sineğin öteki
kanadına verdiği panzehirle karşılık vermeyi emretmiştir. Hepsi suya ve yemeğe
batırılır. Zararlı ve yararlı madde karşılaşır, zararı ortadan kalkar. Bu,
büyük tabiplerin ulaşamadığı bir tiptir. Hatta bu aslında nübüvvet nurunun
dışındadır. Bununla birlikte bilgili, arif ve başarılı tabip bu ilacı kabul
eder ve bunu getirenin, yaratıkların en mükemmeli olduğunu ve beşeri kuvvetin
dışında ilahi vahiyle desteklendiğini ikrar eder.
Bir çok tıp adamı, eşek
arısı ve akrebin soktuğu yere sinek sürülmesinin açık bir fayda verdiğini ve
teskin ettiğini zikreder. Bu, kendisindeki panzehir bulunan madde
dolayısıyladır. Kesilen sinek başlan göz kirpiğinde çıkan şişliğe sürülünce onu
iyileştirir.
23- Sivilcelerin
Tedavisi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sivilcenin tedavisi konusuntaki tutumu şöyledir:
İbnü's-Sünni kitabında,
Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) eşlerinden birinin şöyle
dediğini zikreder: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) benim yanıma geldi,
parmağında bir sivilce vardı. "Yanında zerire (tutya) var mı?" diye
sordu. "Evet" dedim. "Onu sivilcenin üstüne koy ve: 'Allah'ım!
Sen büyüğü küçültür, küçüğü büyültürsün. Bende bulunanı küçült.' de." buyurdu.
Zerire (tutya); zerire
kamışından elde edilen Hind ilacıdır. Sıcak ve kurudur. Mide, ciğer ve istiska
şişliklerine fayda verir. Güzel kokusu dolayısıyla kalbe kuvvet verir.
Sahihayn'da. Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Veda haccında
ihrama girmeden önce ihramdan çıkması için Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) kendi ellerimle tutya sürdüm."
Sivilce, tabiatın attığı
sıcak bir maddeden oluşan dişardaki küçük bir kısımdır. Vücudun dış kısmında
çıkacağı bir yer edinir. Kendisini pişirecek ve çıkaracak şeye muhtaçtır. Zerire,
bunu sağlayan şeylerden biridir. Çünkü onda güzel kokusu yanında, bu maddedeki
ateşi soğutacak özellik de vardır. Kanun sahibi ibn Sina şöyle der: "Gül
yağı ve sirkeyle ateşi yakmak için zerireden üstünü yoktur."
24- Açma ve Yarma
Yoluyla Şişlik ve Çıbanların Tedavisi:
Hz. Peygamber'in açma ve
yarma sonucunda iyileşen şişlik ve çıbanları tedavi konusundaki tutumu
şöyledir:
Hz. Ali'den şöyle dediği
rivayet edilir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile birlikte sırtında
bir şişkinlik olan bir hastayı ziyaret ettik. Şöyle dediler: "Ey Allah'ın
elçisi! Bunda irin var." Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Onu yarınız." dedi. Çok geçmedi ki Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) gözü önünde açildı.
Ebu Hureyre'den zikredildiğine
göre, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir tabibe, karnında ağrı
olan bir adamın karnını yarmasını emretti. "Ey Allah'ın elçisi! Tıb fayda
verir mi?" dediklerinde, "Derdi indiren, dilediğine çaresini de
indirir." buyurdu.
Şişkinlik {verem);
üzerine yığılan tabii olmayan maddenin fazlalığı dolayısıyla organın dışında
oluşan bir durumdur. Bütün hastalık çeşitlerinde bulunur. Oluştuğu maddeler,
vücuttaki dört madde ile sıvı ve havadır. Şişkinlik toplanınca
"çıban" adım alır. Her sıcak şişkinliğin durumu üç şeye doğru
gelişir: Çözülme, irin toplanması veya sertliğe dönüşme. Şayet kuvvet güçlü
ise, şişkinlik maddesini kaplar ve çözer. Bu, şişkinliğin vardığı en iyi
durumdur. Bunun altında ise, madde pişer, onu beyaz irine dönüştürür, akacağf
bir yer açar. Bundan da kötü ise, maddeyi pişmesi sağlam olmayan bir irine
dönüştürür ve organda dışarı atacak bir yeri açamaz. Uzun süre kalırsa organın
bozulmasından korkulur. Bu takdirde tabibin, yarma veya başka bir yolla organı
bozan bu pis maddeyi dışarı atmasına ihtiyaç duyulur.
Yarmanın iki faydası
vardır: 1) Bozucu pis maddenin dışarı çıkarılması, 2) Onu güçlendirecek başka
bir maddenin toplanmasını engelleme.
İkinci hadisteki,
"Bir tabibe, kamında ağrı olan bir adamın karnını yarmasını emretti"
ifadesinde "ağrı = cevd'' sözünün çeşitli anlamlan vardır. Bunlardan biri,
istiska hastalığının doğduğu karında oluşan bozulmuş sudur.
Bu maddenin çıkışı için
yarılmasında tabipler görüş ayrılığına düşmüştür. Tehlikesi ve kurtulma
şansının azlığı dolayısıyla bir grup buna izin vermemiştir. Bir grup ise izin
verir ve şöyle der: Bundan başka tedavi yolu yoktur. Onlara göre bu, yalnızca
tulum istiskasında sözkonusudur. Daha önce de geçtiği gibi istiska hastalığının
üç çeşidi vardır: Davulumsu istiskada, karın havalı maddesiyle hava yapar,
üstüne vurulunca davul sesi gibi bir ses duyulur. Etli istiska ise, kanla
birlikte yayılan balgam maddesiyle bütün vücudun eti büyüyen istiskadır, bu
birinciden daha zorludur. Tulum istiskası ise, karının alt kısmında hareket
halinde tulumdaki su gibi ses duyulan pis maddenin toplandığı istiskadır.
Doktorların çoğuna göre bu, istiskanın en kötüsüdür. Bir gruba göre, afetinin
genelliği dolayısıyla etli istiska en kötüsüdür.
Tulum istiskasının
tedavi yollarından biri. yarma sonunda bunun çıkarılmasıdır. Bu, bozuk kanın
çıkarılması için damarların yarılıp kan alınması yerindedir. Ancak daha önce de
geçtiği gibi tehlikelidir. Şayet bu hadis sabitse, yarılmasının caiz olduğuna
delildir. Allah en iyi bilendir.
25- Hastalara Moral
Verilmesi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) gcnüllerini genişletmek ve kalblerini
güçlendirmek suretiyle hastaları tedavi konusundaki tutumu şöyledir:
İbn Mace, Siinen'inde
Ebu Said el-Hudri'den Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Hastanın yanına girdiğinizde, ecel konusunda
onu ferahlandırın. Çünkü bu hiçbir şeyi etkilemez. Hastanın gönlünü
ferahlatır."
Bu hadiste, en üstün
tedavi çeşitlerinden önemli bir tür vardır. Bu da, tabiatı güçlendiren,
kuvvetin arttığı ve bol sıcaklığın doğduğu o sözün hastayı ferahlatacağını
göstermektedir. Hasta böylelikle, hastalığı defetmeye veya doktorun etkileme
gayesi olan hafifletmeye yardım alır.
Hastanın gönlünü
ferahlatmanın, kalbini iyiliklerle ve içini sevinçle doldurmanın, hastalığının
iyileşmesinde ve zayıflamasında şaşılacak bir etkisi vardır. Çünkü ruhlar ve
kuvvetler, bununla güçlenir. Tabiat sıkıntı vereni defetmeye yardım alır.
İnsanlar, sevdiklerinin ve değer verdiklerinin ziyaret etmesinden, görmesinden,
onlarla konuşmasından dolayı pek çok hastanın iyileştiğini görmüştür. Bu,
kendilerini ilgilendiren hasta ziyaretlerinin faydalarından biridir. Çünkü
bunda dört fayda vardır: Birincisi hastayla ilgili, ikincisi ziyaretçiyle
ilgili, üçüncüsü hastanın ailesiyle ilgili, dördüncüsü ise toplumla ilgilidir.
Daha önce de geçtiği
gibi, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastaya şikayetini, kendini
nasıl gördüğü ve canının istediğini sorardı. Elini alnına, bazan da göğsüne
koyar, ona dua eder ve hastalığına fayda veren şeyi söylerdi. Bazan abdest alır
ve suyundan hastanın üzerine serperdi. Kimi zaman da hastaya: "Ziyanı yok,
inşaallah temizdir." derdi. Bu iyi davranma, tedavi ve davranış
yollarındandır.
26- Hastalara Alışkın
Oldukları İlaç ve Gıdalar Verilmesi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bedenleri alışkın olduktan ilaç ve g davisi
konusundaki tutumu şöyledir:
Bu, tedavi yollarından
önemli bir esas ve bu konuda yararlı şeylerdendir. Doktor bunda hata ederse, fayda
verdiğini sanarak hastaya zarar verir. Bu yoldan, tıp kitaplarında gördüğü
ilaca yalnızca cahil doktor döner. Çünkü ilaç ve gıdaların bedene
elverişliliği, istidat ve kabulüne göredir. Bozkır halkı ve çiftçiler ve
başkalarına nilüfer, taze veya kaynatılmış gül içmek fayda vermez, tabiatlarını
etkilemez. Hatta şehirlilerin ve müreffeh halkın ilaçlarının çoğu bozkır
halkına uygun gelmez. Tecrübe bunu göstermektedir. Zikrettiğimiz peygamberi
ilacı inceleyen, hepsinin hastanın alışkanlığına, toprağına ve büyüdüğü yere
uygun olduğunu görür. Bu, özenle uyulması gereken tedavi yollannın önemli bir
esasıdır. Bunu büyük tipçılar da açıklamıştır. Arapların tabibi, hatta en üstün
doktoru, kavmi içinde Hipokrat yerindeki Haris b. Kelede şöyle demiştir:
"Perhiz, ilacın başıdır. Mide, hastalığın yuvasıdır. Her bedeni, alışkın
olduğuna bakarak tedavi edin." Ondan nakledilen başka bir söz şöyledir:
"Perhiz ilaçtır." Perhiz, vücudu yemekten alıkoymaktır, bununla
açlığı kastediyor. Bütün toklukla ilgili hastalıkların tedavisinde en önemli
ilaçlardandır. Tokluğun çokluğundan, maddelerin harekete geçmesinde hiddet ve
şiddetinden endişe edilmezse, bu hastalıkların tedavisi konusunda boşaltıcı
nesnelerden daha üstündür.
"Mide, hastalığın
yuvasıdır." diyor. Mide, kabak şeklinde içi boş sinirle kaplı bir
organdır, üç tabakadan oluşmuştur, etrafı etle lif diye isimlendirilen ince
sinir uçlarından meydana gelmiştir. Tabakalardan birinin lifi boyuna, diğeri
enine, üçüncüsü ise boşluktur. Midenin ağzı çoğunlukla sinir, dibi çoğunlukla
etle kaplıdır, iç kısmı sünger gibidir. Karnın ortasında yer alır. Azıcık sağa
meyillidir. Allah'ın ince bir hikmeti dolayısıyla bu şekilde yaratılmıştır.
Mide, hastalığın yuvasıdır. Birinci sindirimin yeridir. Gıda burada pişer, daha
sonra ciğere ve bağırsaklara iner, gıdanın çokluğu, kötülüğü, alınışındaki
düzensizlik veya hepsinin birden bulunması dolayısıyla midede hazmedici
kuvvetin tam sindiremediği fazlalıklar kalır. Bunların bir kısmından insan
çoğunlukla kurtulamaz. Mide, işte bu yüzden hastalığın yuvasıdır. Haris b.
Kelede, bu sözüyle, adeta az yemeye, arzularına uymaktan nefsi alıkoymaya ve
fazlalıklardan korunmaya teşvik eder gibidir.
Alışkanlığa gelince;
alışkanlık, insanın tabiatı gibidir. Bunun için şöyle denir: adet, ikinci
tabiattır. O, bedendeki önemli bir kuvvettir. Bir durum, başka başka
alışkanlıkları olan bedenlere kıyas edilince, her birine göre durumu -diğer
yönlerde birlikleri olsa bile- farklıdır. Bunun örneği, gençlik çağında sıcak
mizaçlı üç bedendir. Birincisi sıcak şeylere alıştırılmış, ikincisi soğuk
şeylere alıştırılmış, üçüncüsü ise orta seviyede şeylere alıştırılmıştır.
Birincisi bal kullandığında ona zarar vermez. İkincisi ne zaman kullanırsa
kullansın, ona zarar verir. Üçüncüsü ise pek az zarar görür. adet, sağlığın korunmasında
ve hastalıkların tedavisinde önemli bir esastır. Bu yüzden, Peygamberi tedavi,
gıda ve ilaçların vb. nin kullanımında her bedene adetine göre davranmak
şeklinde gelmiştir.
27- Hastalara En İyi
Gıdanın Verilmesi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hastayı alışkın olduğu gıdaların en iyisiyle
besleme konusundaki tutumu şöyledir:
Sahihayn'da Urve - Hz.
Aişe senediyle şu rivayet vardır: Hz. Aişe, ailesinden biri Ölür ve kadınlar
başsağlığı için toplanırlar, sonra ailelerine dağılınca, bir çömlek içinde
telbine bulamacı getirilmesini emrederdi. Bu pişirilirdi. Sonra tirid yapılır,
üstüne bu bulamaç dökülürdü. Bundan sonra Hz. Aişe şöyle söylerdi: Ondan yeyin.
Çünkü Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle dediğini işittim: "Telbine
(un kepeği ile süt veya balın karıştırılması), hastanın kalbine ferahlık verir,
bir kısım hüzün ve kederi giderir.
Sünen kitaplarında yine
Hz. Aişe'den Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Size bu sevimsiz, ama yararlı telbineyi tavsiye
ederim." Hz. Aişe şöyle demiştir: "Ailesinden birinin şikayeti
olunca, ateşte telbine çömleği hasta kurtuluncaya veya ölünceye kadar
kaynardı."
Yine Hz. Aişe'den şu
rivayet edilir: Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Filanın
ağrısı var, yemek yiyemiyor" denilince, "Size telbineyi tavsiye
ederim. Ona bundan yedirin." derdi. Ayrıca "Nefsim yed-i kudretinde
olan Allah'a and olsun ki, telbine, birinizin yüzündeki kiri yıkaması gibi
karnınızı yıkar." buyururdu.
Telbine, süt kıvamında
bir bulamaçtır. Adı da buradan gelir. Herevi şöyle der: "Beyazlığı ve
inceliği dolayısıyla süte benzediğinden telbine (sütümsü) adını almıştır."
Bu gıda, hastaya yarar sağlar. İnce ve pişkindir, kalın ve çiğ değildir.
Telbinenin üstünlüğünü bilmek istersen, arpa suyuna benzetebilirsin, hatta
telbine onlar için arpa suyudur. Çünkü telbine, kepekli arpa unundan edinilmiş
bir bulamaçtır. Telbine ile arpa suyu arasındaki fark, arpa suyunun
öğütülmeden, telbinenin öğütülerek pişirilmesidir. Telbine öğütmekle arpa
özelliğinin çıkması dolayısıyla ondan daha üstündür. Daha Önce de geçtiği gibi,
adetlerin ilaç ve gıdalardan yararlanmada etkisi vardır. Kavmin adeti, arpa
suyunu öğütülmeden değil, öğütülerek edinmeleriydi. Bu daha besleyici,
etkileyici ve yarayışlıdır. Çeşitli şehirlerin doktorları bunu, ince ve yumuşak
olması, hastanın tabiatına ağır gelmemesi için öğütülmeden elde etmişlerdir.
Bu, şehir halklarının
tabiatlarına, bolluklarına, öğütülmüş arpa suyunun onlara ağır gelişine
göredir. Kısacası, öğütülmeden pişirilmiş arpa suyu çabucak nüfuz eder, ince
bir gıda verir. Sıcak olarak içilince daha yarayışlı ve nüfuzlu olur, vücut
sıcaklığını artırması daha fazladır, midenin etrafına yayılması daha uygun
olur.
Hadisin Arapçasındaki
"mecemme" ifadesi, "micemme" şeklinde de okunmuştur.
Birincisi daha meşhurdur. Anlamı; ferahlatıcı, sakinleştirici demektir.
"Bir kısım hüznü giderir." ifadesi, -Allah bilir- gam ve kederin
mizacı soğutması, taşıyan ruhun menşei olan kalbe doğru meyletmesi dolayısıyla
vücut sıcaklığım zayıflatması yüzünden söylenmiş olmalıdır. Bu bulamaç,
maddesindeki artış dolayısıyla vücut sıcaklığını güçlendirir, ortaya çıkan pek
çok gam ve kederi giderir.
Şöyle denir -ki doğruya
yakını budur-: Ferahlık verici gıdalar cinsinden bir özelliği dolayısıyla bir
kısım hüzünleri giderir. Çünkü gıdaların özelliği dolayısıyla ferahlatanı
vardır. Allah en iyisini bilendir.
Şöyle de denir: Üzüntü
duyanın kuvvetleri, organlarını saran kuruluk dolayısıyla zayıflar. Midesinin
üstünde gıdayı azaltmak için bir özellik vardır. Bu bulamaç, onu
rutubetlendirir, güçlendirir ve gıdalandınr. Aynısını hastanın gönlüne de
yapar. Ancak hastanın midesinde çoğu kez acılı, balgamlı veya irinli bir madde
vardır. Bu bulamaç, bu maddeyi mideden temizler, onu sürer, eritir ve şeklini
değiştirir, onu ferahlatır, özellikle de arpa ekmeği yeme alışkanlığı olanları.
Bu, o zamanki Medine halkının adetidir. En çok kullandıkları azık odur. Buğdayı
çok severlerdi. En iyisini bilen Allah'tır.
28- Zehirlenmenin
Tedavisi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), Hayber'de yahudilerden isabet eden zehiri tedavi
konusundaki tumumu şöyledir:
Abdürrezzak, Ma'mer -
Zühri - Abdurrahman b. Ka'b b. Malik senediyle şu rivayeti verir: Yahudi bir
kadın Hayber'de kızartılmış bir koyunu Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) hediye etti. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bu
nedir?" diye sorunca, "Hediyedir." cevabım verdi Zekat koyunu
olduğunu söylemekten çekindi, bu takdirde yemezdi. Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) ve sahabe bu koyundan yedi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) "Durun." dedi; kadına dönerek: "Bu koyuna zehir mi
koydun?" deyince kadın, "Bunu kim söyledi?" cevabım verdi.
Rasulullah eline alarak "Bu kemik, uyluk kemiği mi?" diye sorunca,
"Evet" cevabını verdi. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Niçin yaptın?" diye sordu. Kadın: "Yalancıysan insanların
senden kurtulmasını istedim, Peygambersen bu sana zarar vermez." diye
cevap verdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) omuzundan üç kez kan
aldırdı. Ashabına da kan aldırmalarını emretti. Kan aldırdılar. Bir kısmı vefat
etti.
Başka bir yoldan
rivayete göre koyundan yemesi dolayısıyla hacamat yaptırdı. Ensar'dan,
Beyadaoğullarının mevlası Ebu Hind, Rasulullah'a boynuz ve bıçakla hacamat
yaptı. Bundan sonra üç yıl yaşadı, vefat ettiğindeki ağrısı da bu oldu. Şöyle
buyurdu: "Son nefesimi verinceye kadar Hayber'de yediğim koyunun bu
acısını hep hissettim." Musa b. Ukbe'nin belirttiğine göre, Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şehid olarak vefat etmiştir.
Zehirin tedavisi, ya
boşaltma veya nitelikleri ya da özellikleri dolayısıyla zehiri kaldıran ve
iptal eden ilaçlarla olur. İlaç bulamayan, hemen külli bir boşaltma yapsın. En
yararlısı da, hacamattır. Özellikle de bölge ve mevsim sıcak olursa, çünkü
zehirli kuvvet kana karışır, damarlara ve kılcal damarlara girerek kalbe
ulaşır. Bunun sonunda kişi yok olUr. Kan, zehiri kalbe ve organlara ulaştıran
nesnedir. Zehirlenen acele eder ve kanı çıkarırsa, karışan bu zehirli nesne de
onunla birlikte dışarı çıkar. Tam bir boşaltma olursa, gitmesi veya zayıflaması
dolayısıyla zehir zarar vermez, tabiat ona karşı güçlenir, yaptığını iptal eder
veya zayıflatır.
Rasulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) hacamat yaptırdığında, bunu omuzundan yaptırdı. Çünkü kalbe
en yakın hacamat yeri orasıdır. Zehirli madde kanla birlikte tam olarak
dışarıya çıkmaz, bilakis Allah'ın bütün üstünlük mertebelerini tamamlamasını
murad etmesi dolayısıyla kanın zayıflığına rağmen zehirin eseri kalır. Allah
şehidliği ona ikram etmek isteyince, Allah'ın yapılmasını kararlaştırdığı işin
gerçekleşmesi için zehirin gizli tesiri açığa çıkar. Yüce Allah'ın yahudi
düşmanlarıyla ilgili sözlerinin sırrı da ortaya çıkar: "Size bir peygamber
nefsinizin hoşlanmadığı bir. şey getirdikçe, büyüklük taslayarak, bir kısmını
yalancı sayıp, bir kısmını öldürür müsünüz? "[Bakara 87] "Yalancı
sayıp" şeklinde, olmuş ve gerçekleşmiş durumu anlatan geçmiş zaman sözüyle
ifade edilmiştir. "Öldürür müsünüz?" ise, olması beklenen gelecek
zaman sözüyledir. Allah en iyisini bilir.
29- Büyü ve Tedavisi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) yahudilerin yaptığı büyülerin tedavisi
konusundaki tutumu şöyledir:
Bir grup, bunu kabul
etmemiş ve "O'na karşı böyle bir şey caiz değildir." demişlerdir.
Bunu eksiklik ve kusur saymışlardır. Durum onların sandığı gibi değildir.
Bilakis bu, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) karşılaştığı ağrı ve
hastalıklardan biridir. Bununla, Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
zehirlenmesi arasında bir fark yoktur. Sahihayn'da. Hz. Aişe'nin şöyle dediği
rivayet edilir: "Rasulullah'a öyle bir sihir yapıldı ki, yapmadığı halde
kendisine kadınlarla birleştiği hayali gelirdi. Bu, sihrin en kötü
şeklidir."
Kadı Iyaz der ki:
"Sihir, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de tutulduğu bir
hastalık ve arızadır. Tıpkı reddedilemeyen diğer hastalıklar gibi. Bu, onun
Peygamberliğine bir zarar vermez. Yapmadığı halde bir şeyi yapar gösterilmesine
gelince, korunduğuna dair delil ve icma bulunduğundan dolayı doğruluğunu
zedeleyecek bir şey yoktur. Bu, kendisi sebebiyle gönderilmediği ve bu yüzden
üstün kümmadığı dünya işiyle ilgili olarak caizdir. Peygamber, diğer insanlar
gibi afete uğrayabilir. Peygamberlikle ilgili bir işte gerçeği olmayan bir durumun
hayali gelmesi, sonra düzelmesi imkansızdır."
Maksat, bu hastalığın
tedavisi konusundaki tutumunu göstermemizdir. Bu konuda O'nun iki çeşit
tedavisi vardır:
1) Çıkarması ve iptali.
Bu daha üstünüdür. Nitekim Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu konuda
Rabbına dilekte bulunmuş, Allah da ona yolu göstermiştir. Bunun üzerine
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bu sihri kuyudan çıkarmıştır. Sihir,
bir tarak, saç veya sakal kılı, erkek hurma çiçeği örtüsü idi. Sihiri
çıkarınca, büyüsü gitti, sanki bağından kurtulmuş gibi oldu. Bu, hastanın en
iyi tedavi yollarından biridir. Tıpkı, pis maddenin vücuttan giderilmesi ve
atılması gibidir.
2) Sihir eziyetinin
ulaştığı yeri boşaltma. Çünkü sinirin tabiatta, maddelerinin hareketinde ve
mizacının bozulmasında etkisi vardır. Bir organda etkisi görülür ve pis
maddenin bu organdan boşaltılması mümkünse, gerçekten fayda verir.
Ebu Ubeyd,
Garibu'l-Hadis'ts Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan şu rivayeti verir: ''Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) büyü yapılınca başından boynuzla hacamat
yaptırdı."
Bilgisi az olanlara bu
biraz karışık gelmiş ve şöyle demişlerdir: "Hacamat nerede, sihir nerede;
bu hastalıkla, bu ilaç arasında ne gibi bir alaka var?" Şayet bu ilacı Hipokrat,
ibn Sina veya başkaları söyleseydi, kabul ve teslimiyetle benimserdiler.
Halbuki bu ilacı, bilgisi ve faziletinden şüphe bulunmayan söylemiştir.
Bil ki, Rasulullah'a
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) yapılan sihir, kafasının bir kuvvetine, bir şeyi yapmadığı
halde yaptığı hayali gelecek şekilde ulaştı. Bu, büyü yapanın tabiatta ve kan
maddesindeki bir tasarrufudur ki bu madde kanına galip gelip, mizacının asli
tabiatını değiştirir.
Büyü, pis ruhların
etkileri ile tabii kuvvetlerin tepkisinden oluşur. Bu, en şiddetli
büyülerdendir, özellikle de büyünün ulaştığı yerde. Büyünün fiillerinden zarar
gören bu yere hacamat yapılması, uygun şekilde olursa en yararlı tedavi
çeşitlerindendir.
Hipokrat der ki:
''Boşaltılması gereken şeyler, meyili olduğu yerlerden, boşaltılmasına uygun
şeylerle çıkartılmalıdır."
Bir grup insan şöyle
der: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hastalığa tutulunca -ki bir
şeyi yapmadığı halde yaptığı hayali gelirdi-, bunu dimağ tarafına meyletmiş,
karnına galip gelip mizacının tabii durumunu kaldırmış kan meddesinden veya
başkasından sanırdı. Bu sırada hacamat yapılması, en iyi ilaçlardan ve tedavi
yollarındandır. O da hacamat yaptırdı. Bu, hastalığının sihir olduğunun
vahyedilmesinden öncedir. Yüce Allah'tan O'na vahiy gelince ve büyü yapıldığı
haber verilince, gerçek ilaca başvurdu, ki bu da sihirin çıkartılması ve
iptalidir. Allah'tan dilekte bulundu, Allah O'na yerini gösterdi, büyüyü
çıkardı, sanki bağından kurtulmuş gibi oldu. Bu büyü, vücudunda ve dış
organlanndaydı, aklında ve kalbinde değildi. Bu yüzden, kadınlarla birleşme
yaptığı hayalinin doğruluğuna inanmazdı. Bilakis, bunun gerçeği olmayan bir
hayal olduğunu bilirdi. Böylesi, bazı hastalıklardan da ortaya çıkabilir! Allah
en iyisini bilir.
Büyünün en etkili tedavi
yollarından biri, ilahi ilaçlardır. Hatta bizzat yararlı ilaçları bunlardır.
Çünkü büyü, pis ve süfli ruhların etkilerindendir. Etkisinin defedilmesi,
kendisine zıt ve aykırı zikir, ayet, fiil ve etkisini iptal eden dualarla olur,
çok güçlü ve şiddetli olursa, etkili bir okuma (nuşre) omr. Bu, malzemesi ve
silahı bulunan iki ordunun karşılaşması gibidir. Galip gelen, ötekini kahreder
ve hakimiyeti alır. Kalb, Allah'ın zikriyle doluysa, yakarış, dua, zikir ve
sığınmaları vird edinip özü sözüne uygunsa, bu, sihirin etkisini engelleyen en
önemli sebeplerden ve başa geldikten sonra da en iyi tedavi yollarındandır.
Büyücülere göre,
büyülerinin etkisi, ancak zayıf tepkili kalblerde ve süfliyata bağlı şehvani
nefislerde tam olur. Bu yüzden çoğunlukla kadınlarda, çocuklarda, cahillerde,
göçebelerde ve dinden, tevekkülden, tevhidden nasibi zayıf olanlar ile ilahi
virdler, dualar ve nebevi sığınmalardan nasibi olmayanlarda etkisini gösterir.
Kısacası büyünün etkisi,
süfliyata meyilli zayıf tepkili kalblerde daha fazladır. Şöyle denilir: Büyülü,
kendisine nazar değdirendir. Çünkü kalbinin kendisine çok fazla yönelmiş bir
şeye bağlı olduğunu görürüz. Kalbine meyil ve yönelişi olan tasallut eder.
Habis ruhlar, ancak bu habis ruhlara meyli olması, ve ilahi kuvveti bulunmaması
ve ona karşı savaşacak hazırlığı olmaması dolayısıyla tasallut için hazır
bulduğu ruhlara tasallut eder. Onları hazırlıksız ve uygun düşene meyli
bulunmuş olarak yakalar, tasallut eder, sihir ve başkasıyla etkisine imkan
bulur. Allah en iyisini bilir.
30- Kusarak Boşaltma:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) kusarak boşaltma konusundaki tutumu şöyledir:
Tirmizi, Cami'inde
Mi'dan b. Ebi Talha - Ebu'd-Derda senediyle, şunu rivayet eder: Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) kustu ve hemen sonra abdest aldı. Sevban'i Dımaşk
camiinde gördüm. Bunu ona anlattım. Dedi ki: "Doğru söyledin. Abdest
suyunu ben dökmüştüm." Tirmizi şöyle der: "Bu, konuyla ilgili en
sahih rivayettir."
Kusma, boşaltmanın
temeli olan beş boşaltmadan biridir. Bunlar; ishal, kusma, kan çıkarma, buhar
ve terin çıkması. Hepsi de sünnette geçmiştir.
ishal, "Tedavi
olduğunuz en iyi şey müshildir." hadisinde yer alır. Başka, bir hadiste
"sinamekidir" ifadesi bulunmaktadır.
Kanın çıkarılması,
hacamat hadislerinde geçti. Buharların boşaltılmasını, inşaallah bu fasıldan
sonra zikredeceğim.
Terin boşaltılması,
çoğunlukla kasden olur, hatta tabiatın onu vücudun dış kısmına itmesi, deri
deliklerini açık bularak oradan çıkmasıyla olur.
Kusma, midenin üst kısmından,
hukne (lavman) ise alt kısmından boşaltmadır. İlaç, midenin üst ve ait
kısmındandır. Kusma iki çeşittir: 1) Zoraki olan, 2) İsteyerek olan.
Birincisinin tutulması ve defedilmesi ancak az olduğunda ve teleften
korkulduğunda mümkündür; önleyen şeylerle kesilebilir, ikincisi, zamanı ve
zikredilen şartlan gözetildiğinde ihtiyaç durumunda en yararhsıdır.
Kusmanın on sebebi
vardır:
1) Sarı acılı suyun
üstün gelmesi ve midenin tepesine çakıp yükselmeyi gerektirmesi.
2) Midede hareket eden
ve dışarı çıkma ihtiyacı duyan yapışkan balgamın galip gelmesi.
3) Bizzat midenin
zaafından olması; yemeği hazmedemez, onu üst tarafa atar.
4) Hazmını kötüleştiren
ve yaptığını zayıflatan kötü bir maddenin karışması.
5) Midenin tahammül
edebileceği yiyecek ve içeceğin aşılması, bunu tutamayıp, defetme ve atmayı
gerektirmesi.
6) Yenilen ve içilenin
mideye uygun olmayışı, ondan hoşlanmayışı, defetme ve atmayı gerektirmesi.
7) Yemeğin şeklini ve
tabiatını etkileyen bir şeyin meydana gelmesi ve onu atması.
8) Bulantı; iç bulantısı
ve kusmayı doğurur.
9) Şiddetli üzüntü, gam,
keder, tabiatın ve tabii güçlerin çoğunlukla bunlarla meşgul olması gibi
psikolojik arızalar. Bunlar sonucunda tabiat bedeni idareye, gıdayı düzeltmeye,
olgunlaştırmaya ve hazmetmeye çalışır, mide onu dışan atar. Bazan da iç
sıkıntısı durumunda maddelerin hareketinden dolayı olur. Çünkü beden ve nefis,
sahibine tepki gösterir ve şekline etki eder.
10) Tabiatın kusan
birini görerek kusacağı gelmesi. İstemeksizin kusma durumu galip gelir. Çünkü tabiat
dışarıdaki durumu hemen kendine taşıyıcı bir özelliğe sahiptir.
Uzman tabiplerden biri
bana şunu anlattı: Sürme çekmekte uzmanlaşmış bir yeğenim (kızkardeşimin oğlu)
vardı. Sürme için oturduğunda, adamın gözünü açıp, göz ağrısını gördüğünde ve
sürme yaptığında, onun da gözü ağrıdı; bu defalarca tekrar etti. Bunun üzerine
sürmeciliği bıraktı. "Bunun sebebi nedir?" diye sorduğumda,
"Tabiatın taşıyıcılığı, çünkü o taşıcıdır." cevabını verdi. Başka bir
tanıdığım ise, bir adamın herhangi bir yerindeki sivilceyi kaşıdığını görünce,
o da aynı yeri kaşır ve içinden bir şeyler çıkardı. Ben derim ki: Bütün bunlar
için tabiatın böyle bir durumu kabule hazır olması gerekir. Bu durumda madde
hareketsiz ve sakin olur, belirttiğimiz bu sebeplerden biri dolayısıyla harekete
geçer. Ama bunlar, arızanın gerektiricisi değil, maddenin haraketine
sebeptirler, i
Maddeler sıcak
bölgelerde ve sıcak zamanlarda inceldiğine ve yukarıya çekildiğine göre,
bunlarda kusma daha yalrarlıdır.
Soğuk bölgelerde ve soğuk
zamanlarda kalınlaşır ve yukarıya ç zorlaştığına göre, ishal yoluyla
boşaltılması daha yararlıdır.
Maddelerin giderilmesi
ve defedilmesi çekme ve boşaltma yoluyla olur. Çekme en uzak, boşaltma en yakın
yoldur. İkisi arasındaki fark şudur: Madde, dökülme veya yükselmeye henüz
istikrar bulmamış biçimde bir etken olduğunda, çekilmeye muhtaçtır. Şayet
yükselmekteyse aşağıdan, dökülmüşse yukarıdan çekilir. Ama yerinde istikrar
bulursa, en yakın yoldan boşaltılır. Madde üst organlara zarar verince aşağıdan,
alt organlara zarar verince yukarıdan çekilir, istikrar bulursa, en yakın
yerden boşaltılır. Bu yüzden Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bazan
omuzundan, bazan başından, bazan da ayağının dışından hacamat yaptırdı. Sıkıntı
veren kan maddesini en yakın yerden boşaltırdı. Allah en iyisini bilir.
Kusma, mideyi temizler
ve güçlendirir, görmeyi keskinleştirir, baş ağırlığını giderir, böbrek
yaralarına, mesaneye, cüzzam ve istiskaya, felç ve titreme gibi müzmin
hastalıklara faydalı olur, hayvanların dışkı bozukluğuna fayda verir.
Sağlıklıların bunu,
birincinin eksik yaptığım, ikincinin telafi etmesi ve bu sebeple toplanan
fazlalıkları temizlemek için, sıra gözetmeksizin ayda peşpeşe iki kere yapması
gerekir. Çok kusma, mideye zarar verir ve fazlalıkları kabul etmesini sağlar,
dişlere, göze ve kulağa zararlı olur, bazan damar çatlamasına sebep olur.
Boğazında şişliği, göğsünde zaafı, boynu ince, kanamaya hazır olanın veya hemen
kusamayanm bundan kaçınması gerekir.
Birçokları kusmayı, kötü
bir şekilde yapar. Bu şekilde, yani mideyi yemekle doldurup sonra dışan atmakta
birçok afet vardır. İhtiyarlığı çabuklaştırır, kötü hastalıklara sebep olur,
kusma alışkanlığı yaratır. Rutubetli iç organlar ve karın zayıflığı veya
kusanın zayıf oluşunda kusmak tehlikelidir.
En iyi vakti kış ve
sonbahar değil, yaz ve ilkbahardır. Kusma durumunda, gözleri yummak, karnı
bağlamak ve boşalınca yüzü soğuk suyla yıkamak, hemen ardından biraz mustaka
(çam sakızı) suyuyla birlikte elma suyu içmek gerekir. Gül suyu çok fayda
verir.
Kusma, midenin üst
tarafından boşaltır, alt tarafından çeker. İshal ise tam tersidir.
Hipokrat der ki:
"Boşaltma, ilaçla olmaktan çok, yazın üst taraftan, kışın alt taraftan
olmalıdır."
31- Doktor Seçimi ve
Ehliyet:
a) İyi Doktora Tedavi
Olmak:
Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) daha iyi doktorun tedavisini tavsiye ederdi.
Malik, Muvatta'mda Zeyd
b. Eslem'den şunu rivayet eder: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
zamanında bir adamın yarası çıkmıştı. Yara kan toplamıştı. Adam Enmaroğullarından
iki kişiyi çağırdı. Yaraya baktılar. Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) kendilerine şöyle buyurduğu ileri sürülmüştür: "Hanginiz daha iyi
doktor?" Adamın biri dedi ki: "Tıpta hayır var mı, ey Allah'ın
elçisi?" Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu cevabı verdi:
"Derdi indiren, devasını da indirmiştir."
Bu hadise göre, her ilim
ve sanatta o konudaki en iyiden yardım istemek gerekir. Çünkü isabetli
davranışa bu daha yakındır.
Fetva isteyenler de daha
bilgililerden yardım almalıdır. Çünkü böyleleri daha ait mertebede olanlara
göre isabet etmeye daha yakındır.
Kıbleyi belirleyemeyen
de, kendisinden daha iyi bileni taklit eder. Allah kullarını bu şekilde
yaratmıştır. Kara veya denizde yolculuk yapan da, delillerin en iyi ve
doğrusuna göre sükun ve emniyet bulur, ona yönelir ve dayanır. Şeriat, fıtrat
ve akıl bu konularda ittifak etmiştir.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Derdi indiren, devasını da
indirmiştir." sözü gibi pek çok hadisi vardır. Amr b. Dinar - Hilal b.
Yesaf senediyle rivayet edilen hadis böyledir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) bir hasta ziyaretine gitti. "Bir doktoru çağırın." buyurdu.
İçlerinden biri: "Bunu sen mi söylüyorsun, ey Allah'ın elçisi?" dedi.
Bunun üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Evet, Allah
indirdiği her derde, deva da indirmiştir." buyurdu.
Buhari ve Müslim'in
Su/i/Tı'lerinde Ebu Hureyre'den merfu olarak şu hadis vardır: "Allah her
indirdiği derde, deva da vermiştir." Bu ve başka hadisler daha önce geçti.
"Derdi ve devayı
indirdi" sözünün anlamında ihtilaf edilmiştir. Bir grup şöyle der:
İndirilmesi, kullara haber verilmesidir. Bu da bir şey değildir. Çünkü
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "indirdi" diyerek, umumi
biçimde derdi ve devayı haber vermiştir. İnsanların çoğu bunu bilmez. Bunun
için şöyle denmiştir: "Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez."
Bir grup şöyle diyor:
Dert ve devanın indirilmesi, yaratılması ve yeryüzüne konulmasıdır. Nitekim
başka bir hadis şöyledir: "Hiçbir dert yoktur ki Allah onun devasını
koymasın." Bu her ne kadar birinciden daha yakınsa da, "indirme"
sözü, "yaratma" ve "koyma"dan daha özeldir. Gerektiren bir
durum olmaksızın sözün özel oluşunu gözardı etmemek gerekir.
Bir grup şöyle der: Dert
ve devanın indirilmesi, derdi, devayı vs. yi yaratma işinde görevli melekler
vasıtasıyladır. Çünkü melekler bu dünyanın işiyle, ana rahmine düşüşünden
ölümüne kadar insan türünün işiyle görevlidir. Dert ve deva, meleklerle
indirilir. Bu, diğer iki yaklaşımdan daha iyidir.
Bir grup şöyle der: Dert
ve devaların çoğu, gıdaların, azıkların, İlaçların ve hastalıkların (bütün
bunların araçları, sebepleri ve tamamlayıcılannın) doğduğu gökyüzünden inen
yağmur vasıtasıyla elde edilir. Üstün madenlerden olanlar, dağlardan iner.
Vadilerden, nehirlerden ve meyvalardan inenler de tağlib (üstün olana göre
hüküm verme) ve iki fiil yerine, ikisini de içeren bir fiille yetinme
kaidesince £u söze dahildir. Bu Arapça'da, hatta diğer milletlerde bilinen bir
husustur. Nitekim şair şöyle der:
''Onu saman ve soğuk
suyla besledim, gözleri çökük oldu."
Başka biri şöyle der:
"Kocanın kılıcım ve
okunu kuşandığını gördüm." Bir diğeri şöyle der: "Şarkıcılar bir gün
görüldüklerinde ve kaşlarını ve gözlerini hilal gibi yapınca..."
Bu, diğer açıklama
biçimlerinden daha iyidir. Allah en iyisini bilir.
Bu, Yüce Allah'ın
hikmeti ve rablığının tamamındandır. Çünkü O, kullarını dertlerle sınadığı
gibi, sevindirdiği devalarıyla da onlara yardım eder. Günahlarla, onları
sınadığı gibi tevbe, yokedici iyilikler ve keffaret olan musibetler ile onlara
yardım eder. Şeytanların habis ruhlarıyla sınadığı gibi, iyi ruhlardan bin
orduyla, meleklerle onlara yardım eder. Arzu ve şehvetlerle sınadığı gibi,
faydalı ve leziz nesnelerden şer'an ve miktar olarak sevindirecek olanlarla
giderilmesine de yardım eder. Hiçbir sınama yoktur ki Allah bu belaya karşı
yardım alacakları bir şeyi vermesin. Bunu bilme konusundaki farklılık devam
eder. Bilgi, meydana gelmesi ve ona ulaşmakla olur. Allah en iyisini bilir.
b) Doktorların
Sorumluluğu:
Ebu Davud, Nesai ve İbn
Mace, Amr b. Şu'ayb - babası - dedesi senediyle şunu rivayet ederler:
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: "Daha önce tıbbı
bilmediği halde doktorluk yapan, tazminatını öder."
Bu hadiste üç durum
bulunmaktadır: I) Sözlükle ilgili durum, 2) Fikhi durum, 3) Tıbbi durum.
Sözlükle ilgili durum
şudur: Arap dilinde "üb" çeşitli manalara gelir. Düzeltme anlamı
vardır: Bir şeyi düzelttim anlamına: "Tabbebtuhu", iyi ve siyasi
davrandı anlamına: "Lehu tıbbun bi'l-umur" denir. Şair şöyle diyor:
'Temim'in durumu
değişince, isabetli görüşünle onların iyi idarecisi olursun.
"Tıb"bın bir
başka anlamı, "uzmanlık"tır. Cevheri şöyle diyor: "Araplara göre
her uzman kişi, tabiptir.'* Ebu Ubeyd ise şöyle diyor: "Tıbbın aslı,
eşyayı iy bilmek ve maharettir. Böyle olan kişiye 'tıbb' ve 'tabib' denir;
hastanın tedavisi dışında da olsa bu böyledir." Başkası deriki:
"Tabib adam", yani mahir kişi demektir. Mahareti ve bilgisi dolayısıyla
"tabib" diye isimlendirilmiştir. Alkame şöyle diyor:
"Bana kadınları
sorarlarsa, ben kadınların dertlerini en iyi bilenim.
Kişinin saçları ağarınca
veya malı azahnca, kadın sevgisinden nasibi kalmaz. "
Antere şöyle diyor:
"Zırhlı atlıları
avlamaktan aciz değilken, senin gibi yüzünü kapatmışı avlamaktan nasıl aciz
olurum?"
"Tıb"bın bir
başka anlamı "adet"tir. "Bu benim tıbbim (adetim)
değildir." denir. Ferve b. Museyk şöyle diyor:
"Adetimiz korkaklık
değildir. Bilakis, hülyalarımız ve başkalarını felaketidir.
Ahmed b. Huseyn
el-Mütenebbi şöyle diyor: "Büyüklük adetim değil, ama cahili ve akıllılık
taslayanı sevmem."
"Tıb"bm bir
anlamı da "büyü"dür. "Matbub (büyülü) adam" denir. Sahih'te
Aişe (r. anha) hadisinde şu yer alır: Yahudiler Rasulullah'a (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) büyü yapınca ve biri, başına, diğeri ayaklarına iki melek oturunca
biri diğerine şöyle dedi: "Adamın durumu nedir?" Diğeri: "Büyülü
(matbub)" dedi. "Kim büyülemiş?" diye sorunca, "Filan
yahudi" cevabını verdi.
Ebu Ubeyd şöyle diyor:
Büyülü kişiye "matbub" demeleri, "tıb"bı sihirden kinaye
yapmalarıdır; tıpkı sokulmadan kinaye yapmaları gibi. İyiliğini umarak
"selim = sağlam" derler. Aynı şekilde su bulunmayan helak edici çölle
de kinaye yaparlar. Bizzat dert için de "tıb" denir. ibn Ebi'l-Eslet der
ki:
"Hassan'a benim
durumumu kim haber verecek, Derdin büyü müdür, akıl hastalığı mıdır?"
Hamaset şiiri ise
şöyledir: "Şayet büyülüysen, böylece kalırsın. Hastaysan iyileşen yoktur.
"
Kullandığı
"matbub" kelimesiyle büyülü kişiyi, "meshur" kelimesiyle de
"hastalığa yakalanmış" kişiyi kasteder.
Cevheri şöyle diyor:
Hastaya "meşhur" denir. Sonra beyti verir. Manası şudur: Şayet senden
ve sevginden başıma bir şey gelirse, Allah'tan devamını isterim, zevalini
istemem, bu ister büyü, isterse hastalık olsun.
"Tıb" kelimesi
üç şekilde okunur. Üstünlü (tab) olursa, işleri iyi bilen demektir, tabib için
"tabb" da denir. "Tıb", tabibin işidir. "Tub",
bir yer ismidir. İbnü's-Seyyid böyle demiştir. Şu beyti verir:
"Dedim ki:
Kervanınızla suyu güzel Tub'ta mı konakladınız?*'
Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Kim doktorluk taslarsa" sözünü
kullanmış, "doktorluk yaparsa" dememiştir. Çünkü "tefa'ul"
babında bir şeyi zorlamak ve onu güçlük ve ve zorlukla yapmak, ehli olmamak
anlamı vardır. Zorlanmayı bu vezinle kurmuşlardır. Şair şöyle der:
"Kays Aylan'a ve
Kays'hlık taslayana."
Şer'i durum, cahil
doktorun tazminat ödemesi gerektiğidir. Tıb ilmine ve uygulamasına önceden bir
bilgisi olmadan girişirse, bilgisizlİğiyle canları telef etmeye girişmiş,
ihmalkarlığıyİa bilmediğine atılmıştır. Böylelikle hastayı aldatmış olur. Bu
yüzden de tazminat ödemesi gerekir. Bu hüküm, ilim ehlinin bir icmaıdır.
Hattabi şöyle diyor:
Tedavi eden kimse kusurlu davranır da hasta telef olursa, tazminat ödeyeceğinde
ihtilaf bilmiyorum. Bilinmeyen her hangi bir ilim veya uygulamayı yapan,
kusurlu davranmıştır. Fiilinden dolayı telef durumu ortaya çıkarsa, diyeti
öder, kısas yapılmaz. Çünkü, hastanın izni olmaksızın tek başına bu işi
yapmamaktadır. Doktor taslağının diyeti, fukahanın çoğunluğuna göre akilesine
(akrabasına) aittir.
Ben derim ki: Bu durum
beş kısımdır:
1) Sanatının hakkını
veren ve eliyle suç işlemeyen uzman doktor: Sari' veya tedavi ettiği kişi
tarafından izinli fiilinden dolayı bir organın veya canın telef olması, yahut
sıfatının kaybolması durumunda, ittifakla tazminat ödemesi gerekmez. Çünkü bu
bir kusurlu davranıştır, ama bu konuda izinlidir. Bu tıpkı, yaşı sünnete uygun
bir çocuğu zamanında sünnet edip, hakkını verdikten sonra, organ veya çocuk yok
olunca tazminat ödememesi gibidir. Tıpkı, insana veya bir başkasına
gerektiğinde uygun şekilde ve vaktinde operasyon yapınca, bundan dolayı yok
olursa tazminat ödememesi gibi. Sebebinde failin kusurlu davranmadığı her
izinli kusurlu davranış (sirayet) böyledir. Haddin ittifakla sirayeti, tazminat
gerekmesinde Ebu Hanife'nin aksine cumhura göre kısasın sirayeti, Ebu Hanife ve
Şafii'nin aksine ta'zirin, kocanın karısını, öğretmenin öğrenciyi, kiracının
hayvanı dövmesinin sirayeti gibidir. Şafii, hayvanı dövmeyi istisna etmiştir.
Bu konudaki ittifaklı ve
ihtilaflı kaide şudur: Suçun sirayeti, ittifakla tazminat konusudur. Vacibin
sirayeti, ittifakla düşürülmüştür. İkisi arasındakiler ihtilaflıdır. Ebu
Hanife, mutlak olarak tazminatı vacip kılmış; Ahmed ve Malik tazminatı
düşürmüş, Şafii mukadder olandan tazminatı düşürmüş, gayru'l-mukadderde vacip'
kılmıştır. Ebu Hanife, fiilde iznin, selametle şartlı olduğuna, Ahmed ve Malik,
iznin tazminatı düşürdüğüne, Şafii ise mukadderde noksanın olmayacağına, bunun
nas yerinde olduğuna, ta'zir, te'dib gibi gayru'l-mukadder'in ictihadi
olduğuna, bunun sonucu telef olursa tazminat ödeyeceğine, çünkü bunun kusurlu
olduğu zanm verdiğine bakmıştır.
2) Tedavi ettiğini
doğrudan tedavi eden ve bunun sonucu telefe sebep olan bilgisiz doktor taslağı:
Bu durumda, ölen, doktor taslağının bilgisiz bir cahil olduğunu bilip de
tedavisine izin vermişse tazminat ödemez. Bu şekil, hadisin zahirine aykırı
değildir. Çünkü siyak ve sözün gücü, doktor taslağının hastayı aldattığını ve
öyle olmadığı halde ona tabip olduğu vtehmini verdiğini gösterir. Hasta onun
doktor olduğunu sanır ve bu bilgisi dolayısıyla tedavisine izin verifse, tabip
elinin işlediği cinayeti tazmin eder. Kullanacağı bir ilacı öğütleyince de
durum böyledir. Hasta onun bu ilacı bilerek öğütlediğini sanır ve telef olursa,
tazminatını öder. Hadis bu konuda zahir veya sarihtir.
3) İzin verilmiş ve
sanatın hakkını veren, ama eli hata yapan ve sağlam bir organın telef olması
kusurunu işleyen uzman doktor: Sünnetçinin eli kertiğe kadar giderse, tazminat
öder. Çünkü hataen işlenmiş bir cinayettir. Şayet üçte bir veya daha fazla ise,
akilesine aittir. akile yoksa, diyet kendi malından mı, beytülmaiden mi ödenir
konusunda iki görüş vardır. Bunların her ikisi de Ahmed b. HanbePden rivayet
edilir. Şöyle denir: Tabip zimmi ise malından ödenir. Müslüman ise, bu konuda
iki rivayet vardır. Şayet beytülmal yoksa veya yüklenmesi imkansızsa, diyet
düşer mi, yoksa cinayeti işleyenin malına mı gerekir konusunda iki açıklama
şekli vardır. Daha meşhuru, düşeceğidir.
4) Sanatını iyi bilen
uzman doktor: Konuyu inceler, hastaya bir ilaç öğütler ve yanlış bir karar
vererek, hasta ölürse, bu konuda iki görüş çıkarılabilir: a) Hastanın diyeti
beytülmal tarafından ödenir, b) Diyet doktorun akilesine attir. İmam Ahmed b.
Hanbel, imamın ve hakimin hatası konusunda her ikisini de belirtmiştir.
5) Sanatının hakkını
veren uzman doktor: Bir adam veya çocuğun izni olmaksızın veya velisinin
izniyle delinin vücudundan fazlalık bir parçayı keser ya da velisinin izni
olmaksızın bir çocuğu sünnet eder, bunun sonucunda telef olursa, Hanbeli
mezhebimize mensup olanlar tazminatını ödeyeceği görüşünü benimser. Çünkü
izinsiz bir fiilden ortaya çıkmıştır. Buluğa ermiş biri veya çocuk ve delinin
velisi izin vermişse, tazminat ödemez. Mutlak olarak tazminat ödememesi
ihtimali vardır, çünkü iyilik yapmıştır, iyilik yapmanın da bir tek yolu
yoktur. Aynı şekilde, eğer, kusurluysa, tazminatı düşürme konusunda velinin
izninin bir etkisi yoktur. Kusurlu değilse, tazminatının açıklaması yoktur.
Şöyle bir itiraz yapılabilir: İznin olmadığında kusurlu, izin olduğunda
kusursuzdur. Buna şu cevap verilir: Kusur veya kusursuzluk, fiilinin bizzat
kendisiyle ilgilidir. iznin varlığının veya yokluğunun bu konuda bir etkisi
yoktur. Bu düşünmeye değer bir konudur.
c) Tabib Terimi:
Bu hadiste geçen
"tabib" terimi -tedavi ettiği ister hayvan, ister insan olsun-;
doktoru (tabai), sürmeciyi (kahhal), operatörü (cerra'ihi), sünnetçiyi (hatin),
kan alıcıyı (fasıd), hacamatçıyı (haccam), sargıcıyı (mucebbir), dağlayıcıyı
(kevvat), lavmancıyı (hakin) içerir. "Tabib" terimi, daha önce
geçtiği gibi, sözlük açısından tümü için kullanılır. İnsanların, bazılarına
özel isim' vermesi sonraki bir adettir. Sözgelimi, "hayvan" (dabbe)
terimini her kavmin belli bir tür için kullanması gibi.
d) Doktorun Ehliyeti:
Uzman doktor (tabib-i
hazık), tedavisinde yirmi durumu göze tordur:
1- Hastalığın türüne
bakıp, hangi sınıfa girdiğini incelemek.
2- Sebebine bakıp, neden
ortaya çıktığını, etkili sebebini belirlemek.
3- Hastanın gücünü
incelemek, hastalığa dirençli olup olmadığını belirlemek. Şayet dirençli ve
yenebilecek durumda ise, hastalığıyla mücadele etmek üzere ikisini başbaşa
bırakır. Sakin durumda olanı ilaçla tahrik etmez.
4- Vücudun tabii
mizacını belirlemek.
5- Tabii olmayan bir
şekilde ortaya çıkan mizacını belirlemek.
6- Hastanın yaşı.
7- Hastanın alışkanlığı.
8- Mevsimin şu andaki
durumu ve uyulması gerekli özellikleri.
9- Hastanın memleketi ve
yaşadığı toprak parçası.
10- Hastalık sırasında
havanın durumu.
11- Sözkonusu hastalığa
panzehir ilacı belirlemek.
12- İlacın kuvveti ve
derecesini incelemek, bu durumla hastanın gücünü mukayese etmek.
13- Bütün hedefinin sadece
bu illeti gidermek olmayıp, daha zorlusundan emin olunacak biçimde gidermeye
çalışmak. Daha zorlu başka bir illetin doğmasından emin olunmazsa, olduğu gibi
bırakır. İlleti uygun bir şekilde gidermek vaciptir. Tıpkı damar ağzı
hastalıklarında olduğu gibi. Çünkü kesmek veya menetmekle daha zorlusunun
doğmasından korkulur.
14- En kolayıyla tedavi
etmek. Beslenme yoluyla tedaviden ilaç yoluyla tedaviye ancak imkansızlık
durumunda geçebilir. Karmaşık ilacı ancak basit ilacın yetersizliğinden sonra
kullanabilir. İlaç yerine beslenme, karmaşık ilaçlar yerine sade ilaçlar
yoluyla tedavi etmek doktorun ehliyetindendir.
15- Hastalığın
tedavisinin mümkün olup olmadığına bakmak. Şayet tedavisi mümkün değilse,
sanatını ve saygınlığını korur, tamahkarlığı onu hiçbir faydası olmayan ilaçla
tedaviye itmez. Şayet tedavisi mümkünse, giderilip giderilemeyeceğine bakar.
Giderilmesi mümkün değilse, hafifletilmesi ve azaltılmasının mümkün olup
olmadığına bakar. Azaltılması mümkün değilse ve en iyi imkanı durdurulması ve ilerleyişini
engellemesi olarak görürse, tedavide bunu hedef alır, hastanın kuvvetlenmesine
yardım eder, hastalığın zayıflatilmasına bakar.
16- Boşaltma yoluyla
olgunlaştırmazdan önce karıştırmaya girişmeyip, bilakis olgunlaştırmak,
olgunlaşması tamamlandıktan sonra hemen boşaltmaya girişmek.
17- Kalblerin ve
ruhların hastalanması ve ilaçları konusunda tecrübe ve uzmanlığı olmak. Bu,
bedenlerin tedavisinde önemli bir esastır. Çünkü bedenin ve tabiatının nefse ve
kalbe tepki gösterdiği, gözlemlenen bir durumdur. Doktor, kalb ve ruh
hastalıklarını ve tedavisini bildiğinde, gerçek bir doktor demektir. Bu konuda
tecrübesi olmayan -tabiatın ve beden durumlarının tedavisinde ehil olsa bile-
yarım doktordur. Doğruluk, iyilik, güzel davranış, Allah'a ve ahiret yurduna
yönelişle hastanın kalbini ve iyileşmesini, ruhunun ve kuvvetlerinin
güçlenmesini gözeterek tedavisini yapamayan her doktor, doktor değil, kusurlu
bir doktor taslağı (mutetabbib)u\v. Hastalığın en önemli tedavi yollarından
birisi de, iyilik yapmak, iyi davranmak, zikir ve dua, Allah'a yakarış, niyaz
ve tevbedir. Bu durumların, hastalıkların def edilmesinde etkisi vardır.
Şifanın sağlanması, tabii ilaçlardan daha Önemlidir, Ancak bu, vücudun yapısı,
kabulü ve bu konuda ve yararıyla ilgili olarak taşıdığı inanca göre etkilidir.
18- Hastaya, çocuğa
davranır gibi, iyilikle ve yumuşaklıkla davranmak.
19- Tabii, ilahi ve
moral ilaçlarını kullanmak. Çünkü ehii doktorların moral verme (tahyil)
konusunda ilacın sağlamadığı müthiş durumları vardır. Ehil doktor, hastalığa
karşı yardımcı olan herşeyden yardım alır.
20- Tedavi ve tedbirini
altı esası gözeterek yürütmek. -Bu doktorluk mesleğinin temelidir-: Mevcut
sağlığı korumak, imkanlar ölçüsünde kaybedilen sağlığı geri getirmek, imkanlar
ölçüsünde hastalığı gidermek veya azaltmak, daha büyüklerini gidermek için iki
kötülükten daha az zararlısına katlanmak, daha büyüklerini sağlamak için iki
yarardan daha küçüğünü göz ardı etmek. Tedavi, işte bu altı esas çerçevesinde
olur. Bağlandığı esaslar bunlar olmayan her doktor, doktor değildir. Allah en
iyisini bilir.
Hastalığın başlangıç,
ilerleme, bitme ve sona erme dönemleri olduğuna göre, doktorun, hastalığın bir
durumuna uygun ve layık olanı gözetmesi gerekir. Her durumda kullanılması
gerekeni kullanır. Hastalığın başlangıç safhasında tabiatın fazlalıkları
hareket ettirmeye ve olgunlaşması için boşaltmaya muhtaç olduğunu görürse,
hemen buna girişir. Şayet, önleyen her engel, boşaltmak için kuvvetin
zayıflaması ve tahammülsüzlük, mevsimin soğukluğu veya ortaya çıkan bir
eksiklik dolayısıyla, hastalığın başlangıç safhasında tabiatın hareket
ettirilme fırsatı kacırılırsa, hastalığın ilerleme safhasında bunu yapmaktan
mutlak bir şekilde sakımlmalıdır. Çünkü, eğer bunu yaparsa, ilaçla ilgilenmesi
dolayısıyla tabiat şaşırır ve hastalığı düzeltmek ve tam olarak direnmekten
vazgeçer. Bu, tıpkı düşmanıyla savaşmakta olan süvariye gelinip, başka bir işle
oyalanması gibidir. Bu durumda gerekli olan, mümkün olduğunca tabiata kuvvetini
korumakta yardım etmektir.
Hastalık biter, durur ve
sakinleşirse, boşaltmaya ve sebeplerinin kökünü kazımaya başlar. Hastalık sona
ermeye başlayınca, bu haydi haydi uygulanır. Bu, tıpkı şuna benzer: Düşmanın
kuvveti biter ve silahı tükenirse, yakalanması kolay olur. Döner ve kaçmaya
yönelirse, çok daha kolay teslim alınır. Hiddeti ve gücü, İşin başlangıcında,
boşaltılması ve kuvvetinin artması sırasındadır. Böylece hastalık ve ilaç
eşittir.
Doktorun ehliyetinden
birisi de, daha kolay yolla tedavi imkanı varken, daha zoruna başvurmaması,
zayıftan kuvvetliye doğru gitmesidir. Ancak, kuvvetin gitmesinden endişe
edilmesi durumunda, daha kuvvetliyle işe başlanmalıdır. Tedavide bir tek yolda
ısrar etmez, böylelikle tabiatın alışması ve tepkisinin azalması sonucunu
doğurmaz. Kuvvetli mevsimlerde, kuvvetli ilaçlara cesaret etmez. Daha önce de
geçtiği gibi, beslenme yoluyla tedavi imkanı varken, ilaç yoluyla tedavi yoluna
başvurmaz. Hastalığın sıcak mı, soğuk mu olduğunu kestiremezse, durum iyice
belirinceye kadar bir işe girişmez ve sonucundan endişe edileni denemeye
girişmez. Sonucu zararlı olmayanın denenmesinde bir sakınca yoktur.
Birkaç hastalık birden
varsa, şu üç durumdan birini taşıyandan başlar:
1) Birinin iyileşmesi
ötekine bağlı olmak: Çıban ve yara gibi. Bu durumda çıbandan başlanır.
2) Birinin, diğerinin
sebebi olması: Bakteri kütlesi ve sıtma (humma afine) gibi. Bu durumda sebebi
gidermeye başlar.
3) Birinin diğerinden
daha önemli olması. Geçici ve müzmin hastalık gibi. Geçici olandan başlar.
Bununla birlikte ötekinden de geri durmaz. Hastalık ve belirti birlikte
göründüğünde hastalıktan başlar. Ancak belirti -kulançta olduğu gibi- daha
kuvvetli olursa, önce acı teskin edilir, sonra bakteri tedavi edilir, tlaç yolu
yerine, açlık, oruç ve uyku gibi boşaltma yolları mümkünse, ilaçla boşaltma
yapmaz. Korumayı hedeflediği her sağlığı, benzer ve aymsıyla korur. Şayet daha
iyisine geçebiliyorsa, panzehirle ona geçer.
32- Bulaşıcı
Hastalıklardan Korunma:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bulaşıcı hastalıklardan korunma ve sağlıklıların
bulaşıcı hastalığa yakalananlardan uzaklaşmasını tavsiye konusundaki tutumu
şöyledir:
Müslim'in Sahih'inde yer
alan Cabir b. Abdillah'ın rivayet ettiği hadiste sabit olduğuna göre, Sakif
kabilesi heyetinde cüzzamlı biri vardı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) ona haber gönderip şöyle dedi: "Dön, sana biat ettik."
Buhari, Sahih'inde Ebu
Hureyre'den rivayet edilen hadis üzerine açıklama yaparken, Hz. Peygamber'den
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu hadisi rivayet eder: "Cüzzamlıdan,
arslandan kaçar gibi uzak dur."
İbn Mace'nin Sünen'inde
İbn Abbas'tan Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Cüzzamlıya
çok bakmayın." buyurduğu rivayet edilir.
Buhari ve Müslim'de yer
alan Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadise göre Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Hasta devesi olan onu sağlıklı devesi plana
getirmesin." buyurmuştur.
Hz, Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Cüzzamlıyla, aranızdaki bir veya iki mızrak boyu mesafeden konuş."
Cüzzam, bütün vücuda
yayılan siyah salgıdan ortaya çıkan kötü bir hastalıktır. Bütün organların
yapısını, şeklini ve görüntüsünü bozar. Hastalığın ileri derecesinde organlar
dökülüp düşecek şekilde bozulabilir. Cüzzama "arslan hastalığı" da
denir.
Bu isimlendirmede
doktorların üç görüşü vardır: 1) Bu hastalık arslanın çok yakalandığı bir
hastalıktır. 2) Bu hastalık, hastayı asık yüzlü yapar, arslan görüntüsünü
kazandırır. 3) Cüzzamlıya yaklaşanı arslan gibi yakalar.
Doktorlara göre bu
hastalık, bulaşıcı ve nesilden nesile geçen bir hastalıktır. Cüzzamlıya
yaklaşan ve veremli hastası bulunan, mikrobu hava yoluyla kapar. Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), ümmetine olan büyük sevgisi ve içtenliği
dolayısıyla, bedenlerine ve gönüllerine bir kusur ve bozukluk getiren
sebeplerden uzaklaşmalarını istemiştir. Hiç şüphesiz, bu hastalığa yakalanmak
için vücutta gizli bir kabiliyet ve potansiyel olabilir, vücut çok çabuk cevap
verici ve yakınında ve ilişki içinde bulunduğu taşıyıcı kişilerden hastalığı
kapan bir yapıda olabilir. Bu hastalıktan korkmak ve vehim içinde olmak,
bulaşmasının en önemli sebeplerindendir. Çünkü evham çok aktiftir ve bütün
organlara ve fonksiyonlara hakim olur. Hastanın nefesi, sağlıklıya ulaşıp,
mikrobu ona aşılavabilir. Bu durum, bir takım hastalıklarda görülmektedir.
Hava, hastalığın bulaşma sebeplerinden birisidir. Bütün bunlara rağmen,
hastalanmak için vücudun bu hastalığı kapabilecek yapıda olması zorunludur. Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir kadınla evlenmişti. Gerdeğe girmek
istediğinde, kalçasında bir beyazlık gördü ve kadına: "Ailene dön."
dedi.
Bazıları, bu hadisler
ile onları iptal eden ve aykırılığı bulunan başka bazı hadislerin çatıştığını
zannetmiştir. Bu hadislerden birisi, Tirmizi'nin Cabir b. Abdillah'tan rivayet
ettiği şu hadistir: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cüzzamlı bir
adamın elini tuttu. Sahanın içine sokarak "Allah'a güvenerek ve O'na
dayanarak bismillah deyip ye!" buyurdu.
Yine Sahih'tç Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) şöyle buyurmuştur: "Hastalığın kendiliğinden sirayeti ve eşyada
uğursuzluk yoktur."
Hadislerin çatıştığı
iddiasına karşı biz şunları belirtiriz: Allah'a hamd olsun ki Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) sahih hadisleri arasında çatışma yoktur. Çatışma
olduğu samlıyorsa bunun sebebi, ya iki hadisten birisi O'na ait olmayıp
güvenilir raviler de yanılab ileceğinden güvenilirliğine rağmen bazı raviler
hata etmiştir, ya da nesih sözkonusu olabilen türden ise iki hadisten birini
neshetmiştir, veyahut da çatışma bizzat Hz. Peygamber'in sözünde değil de bu
sözü duyanın anlayışındadır. Çatışma iddiası işte bu üç durumdan birisidir.
Her ikisi de her yönden sahih,
açık ve çelişkili görünüp de biri diğerini neshetmeyen hadis asla yoktur.
Dudaklanndan yalnızca gerçekler çıkan, doğru sözlü olan ve böyle kabul edilen
birinin sözünde çelişme bulunmasından Allah korusun. Yanlışlık, nakledilenin
bilinmemesi ve sahih olan ile olmayanın ayırd edilememesindeki eksiklikten veya
Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) muradını anlamak ve kasdetmediği
bir şekilde yorumlamaktaki kusurdan, yahut da ikisinin birden bulunmasından
ortaya çıkar. işte görüş ayrılıkları ve fesat da bunIardan doğmuştur. Başarıya
Allah'ın yardımıyla ulaşılır.
İbn Kuteybe,
İhtilafu'l-Hadis adlı eserinde, hadis düşmanları ile hadis ehlinin bu konudaki
görüşlerini şöyle anlatır: Derler ki: Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) birbiriyle çelişen iki hadis rivayet ediyorsunuz. Birinde:
"Hastalığın kendiliğinden bulaşması ve eşyada uğursuzluk yoktur.";
Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem): Uyuz, devenin dudağında yer eder
ve bulaşır denilince, "Birincisi ne kadar bulaştırıcıymış!" buyurdu.
Yine, "Hasta devesi olan, onu sağlıklı devesi olana getirmesin.
Cüzzamlıdan arslandan kaçar gibi uzaklaş." hadisini rivayet edersiniz. Bir
de şunu rivayet edersiniz: Müslüman olduğuna dair biat etmek üzere Hz.
Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cüzzamlı biri geldi. Hz. Peygamber
ona biat ettiğini bildirdi ve ayrılmasını emretti. Ona izin vermedi ve şöyle
buyurdu: "Uğursuzluk kadında, evde ve hayvanda olur. İşte bütün bunlar
birbiriyle çelişkilidir, tutarlı değildir.
Ebu Muhammed der ki: Bizce
bunlarda bir çelişki yoktur. Her birinin ayrı yeri ve zamanı vardır. Şayet bu
yer ve zaman iyi ayarlanırsa, çelişki de ortadan kalkar.
Bulaşıcı hastalık iki
çeşittir:
1) Cüzzamın
bulaşıcılığı: Cüzzamlının nefesi çok etkili olur, yanında uzun süre oturan ve
konuşana mikrobu bulaştırır. Cüzzamlının karısı da bunlar arasındadır, onunla
evde birlikte yatar, hasta ona mikrobu verir, hatta kadın da cüzzama
yakalanabilir. Böylece çocukları da büyüyünce babalarına benzer. Verem, sıtma
ve uyuz da böyledir. Doktorlar veremli ve cüzzamlıyla birlikte olmamayı
öğütler. Bununla uğursuzluğu değil, havanın değişmesini ve uzun süre onu
teneffüs edene mikrobun geçeceğini belirtmek isterler. Doktorlar, uğura ve
uğursuzluğa en az inanan kişilerdir. Develerde sulu uyuz da böyledir. Develer
birlikte olur, karışır veya aynı yerde barınırsa, içtiği sudan veya yaradan
mikrobu kapar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hasta devesi
olan, onu sağlıklı devesi olana getirmesin." buyururken işte bunu
kasdetmektedir. Böylelikle O, yaradan bir şey kapmaması için hastanın,
sağlıklıyla karıştırılmasını iyi görmemiştir.
2) Diğer bulaşıcı
hastalık ise, herhangi bir bölgedeki taun hastalığıdır. Bulaşmaması için
insanlar taunlu bölgeden kaçar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurur: "Bulunduğunuz bölgede taun olursa, oradan çıkmayın. Taun
olan bölgeye de girmeyin." "Çıkmayın" sözüyle şunu demek
istiyor: Taunlu bölgeden çıkmayın. Siz Allah'ın takdirinden kaçmayı, sizi
Allah'ın takdirinden kurtarır sanırsınız. "Girmeyin" sözüyle ise
taunsuz bölgede kalmanız gönüllerinizi daha yatıştırıcı, hayatınızı daha
sevdiricidir. Kadın veya evin uğursuzluğu işte bundan bilinir. Erkeğin başına
bir sıkıntı gelince veya açlık olunca, "Uğursuzluğu sen getirdin." der.
Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Uğursuzluk yoktur."
dediği şey işte budur.
Başka bir grup şöyle
der: Cüzzamlıdan uzaklaşma ve kaçma emri, tavsiye ve yönlendirme
niteliğindedir. Onunla birlikte yemesi ise, beraberce yemenin caiz olup haram
olmadığını göstermek içindir.
Başka bir grup ise şöyle
diyor: Bu iki açıklama, genel değil, özeldir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) her bir açıklamayı durumuna uygun düşecek şekilde yapmıştır. Bazı
insanlar kuvvetli iman ve tevekkül sahibidir ve bu tevekkül kuvveti tıpkı güçlü
tabiatın hastalığı defedip yok etmesi gibi uğursuzluk kuvvetini defeder.
Bazıları ise buna güç yetiremez. Böylesine de ihtiyatı ve korunmayı
söylemiştir. Yine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), ümmetinin her
ikisine de uyması için, iki durumu birlikte uygulamıştır ki gücü yeten, Allah'a
tevekkül ve O'na güvenme yolunu, güç yetiremeyen de korunma ve ihtiyat yolunu
seçebilsin. Bunların her ikisi de doğru yoldur. Biri kuvvetli mü'min için,
diğeri ise zayıf mü'min için. Böylece her bir grubun durumlarına uygun bir
dayanak ve model vardır. Bu olaylara benzer şekilde, Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) dağlama yapmış ve fakat dağlama yapmayam övmüş, yapmamayı
tevekküle benzetmiş, uğursuzluğu terketmiştir. Bunun benzerleri çoktur. İşte bu
gerçekten güzel ve ince bir yoldur. Hakkını veren ve özünü kavrayan için birçok
çatışma durumu ortadan kalkar.
Bir başka grup ise,
cüzzamlıdan kaçma ve uzaklaşma emrinin tabii bir durum dolayısıyla olduğunu
benimsemiştir. Bu tabii durum, hastadaki mikrobun dokunma, birlikte olma ve
teneffüs yoluyla sağlıklı kişiye geçmesidir; bu, beraberlik ve dokunmanın
yenilenmesiyle olur. Cüzzamlıyla üstün bir yarar dolayısıyla birlikte yemesinin
bir sakıncası yoktur. Bir defada ve kısa bir sürede hastalık bulaşmaz.
Birincisinde kötülüğü önlemek ve sağlığı korumak maksadıyla beraberliği
yasaklamış, ikincisinde ihtiyaç ve yarar ölçüsünde beraber olmuştur. Aralarında
bir çelişki yoktur.
Başka bir grup da şöyle
diyor: Birlikte yediği cüzzamlı henüz ilerlememiş bulaşıcı olmayan bir cüzzama
tutulmuş olabilir. Bütün cüzzamlılar aynı değildir, hepsinden de hastalık
bulaşmaz. Bilakis bazı cüzzamlılarla birlikte olmak zarar vermez ve hastalık
bulaştırmaz. Bu hastalar, hastalık biraz bulaşıp durumu ilerlemeyip bu şekilde
devam eden ve vücudunun diğer kısımlarına bulaşmayan hastalardır ki, onların
hastalığının başkasına bulaşmaması daha çok beklenir.
Başka bir grup şöyle
diyor: Cahiliye insanı bulaşıcı hastalıkların, Allah'a nisbeti sözkonusu
olmaksızın doğrudan hastalığın kendi özelliğinden bulaşıcı olduğuna inanırdı.
Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onların bu inançlarını iptal etti.
Hastalık ve şifa verenin yüce Allah olduğunu belirtmek için cüzzamlıyla
birlikte yedi. Bunun Allah'ın sebepleri ve sonuçlarına götürücü şekilde
yarattığından olduğunu anlamaları için cüzzamlıya yaklaşmalarını yasakladı.
Yasaklamasında bu sebepleri ortaya koyması sözkonusu iken fiilinde bu
sebeplerin kendiliğinden doğmadığını, bilakis, dilediği takdirde yüce Allah'ın
onların kuvvetini alıp tesirini önlediğini, dilerse de olduğu gibi bırakıp
tesir ettiğini açıklaması sözkonusudur.
Bir başka grup ise şöyle
diyor: Bu hadisler içinde nasih vardır, mensuh vardır. Tarihlerine bakılır.
Daha sonra olanı bilinirse, nasih olduğuna hükmedilir, aksi takdirde bir
değerlendirmeye girişmekten kaçınılır.
Başka bir grup da şöyle
diyor: Bunların bir kısmı tam olarak tesbit edilmiş, bir kısmı ise tesbit
edilememiştir. Bir grup, "uğursuzluk yoktur" hadisi hakkında şunu
söylemektedir: Ebu Hureyre, önce bu hadisi rivayet ederdi, sonra şüphelendi ve
bıraktı. Kendisine başvurup, "Bunu rivayet ettiğini duyduk"
dediklerinde, rivayet etmedi.
Ebu Seleme şöyle diyor:
"Ebu Hureyre bu hadisi unuttu mu, yoksa hadislerden biri diğerini nesh mi
etti, bilemiyorum?"
Cabir b. Abdullah'ın
rivayet ettiği: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bir
cüzzamlının elini tutup sahana soktu." şeklindeki hadis, sabit ve sahih
bir hadis değildir. Tirmizi'nin bu hadisle ilgili değerlendirmesi, garib bir hadis
olduğu şeklindedir, bu hadisi sahih veya hasen olarak da görmemiştir. Şu'be ve
başkaları; "Bu çeşit garib hadislerden sakının" derler. Tirmizi de
diyor ki: "Bu, Hz. Ömer'in bir fiili olarak da rivayet edilir ki bu
gerçektir." Yasaklama hadisleriyle çatıştırılan iki hadisin durumu işte
budur: Birincisini Ebu Hureyre rivayet etmekten vazgeçmiş ve inkar etmiş,
ikincisi ise Rasulullah'a ait değildir. Allah en iyisini bilir.
Bu konuyu Miftahu
Dari's-Sa'ade adlı eserimizde buradakinden daha geniş bir şekilde ele aldık.
Başarıyı Allah'tan isteriz.
33- Haram Nesnelerle
Tedavi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) haram nesnelerle tedaviyi yasaklama konusundaki
tutumu şöyledir:
Ebu Davud, Sünen'inde
Ebu'd-Derda'dan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah
hastalığı ve ilacını yaratmıştır. Her hastalığın ilacını yaratmıştır. Tedavi
olunuz. Haram nesnelerle tedavi olmayınız."
Buhari, Sahih'inde İbn
Mes'ud'dan şunu nakleder: "Allah şifanızı size haram kıldığına
vermemiştir."
Sünen'de Ebu Hureyre'den
rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) haram
ilaçları yasaklamıştır.'
Müslim'in Sahihinde
Tarik b. Suveyd el-Cu'fi'den rivayet edildiğine göre, Tarik, Hz. Peygamber'e
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şarabı sormuş, Hz. Peygamber de onu yasaklamış
veya yapılmasını hoş görmemiştir. Bunun üzerine Tarik: "İlaç için
yapacağım" deyince Hz. Peygamber de: "O ilaç değil, fakat
hastalıktır." buyurmuştur.
Sünen'de ilaç olarak
yapılan şarap sorulunca, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
" O, hastalıktır, ilaç değil. "
Müslim'in Sahih*inde
Tarik b. Suveyd el-Hadrami'den rivayete göre, Hz. Peygamber'e şunu anlatmıştır:
"Ey Allah'ın elçisi! Bizim bölgemizde üzümler var, onları sıkıp içecek
yapar ve içeriz." Hz. Peygamber: "Hayır, olmaz." cevabını verdi.
Bunun üzerine yeniden şunu söyledim: "Hastalar için şifa arıyoruz."
Hz. Peygamber: "Bu şifa değil, hastalıktır." cevabını verdi.
Nesai'nin Sünen'indG yer
aldığına göre, doktorun biri, bir hastalığın ilacı konusunda kurbağadan söz
açınca, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), onun kurbağayı öldürmesini
yasaklamıştır.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Şarapla
tedavi olana Allah şifa vermez. "
Haram nesnelerle tedavi
olmak, aklen ve şer'an kötüdür. Şer'an kötü oluşunun dayanağı, zikrettiğimiz bu
hadisler ve diğerleridir. Aklen kötü oluşunun gerekçesine gelince; Yüce Allah
onları pis oluşları yüzünden haram kılmıştır. Çünkü, güzel nesneleri Allah bu
ümmete ceza olsun diye haram kılmamıştır. Halbuki İsrailoğullarına bunları da
haram kılmıştır: "Yahudilerin yaptıkları zulüm dolayısıyla, helal kılınan
güzel nesneleri onlara haram kıldık."[Nisa, 160] Yüce Allah bu ümmete
haram kıldığını, pis oluşu dolayısıyla haram kılmıştır, böylesinin haram
kılınması onları korumak ve kullanımından sakındırmak içindir. Mikrop ve
hastalık sebeplerinden şifa aranması uygun düşmez. Çünkü, her ne kadar
hastalığın gitmesinde etkisi varsa da, kendisindeki pislik dolayısıyla kalbe
daha büyük bir mikrop bırakır. Bunun sonunda da tedavi gören, beden hastalığını
giderme uğrunda kalb hastalığını kapmış olur.
Ayrıca, haram kılınması,
her yolla ondan kaçınmayı ve uzak durmayı gerektirir. İlaç olarak kullanımında,
arzu ve isteği kamçılama sözkonusudur. Bu ise şeriatın maksadına aykırıdır.
Bunun yamsıra, şeriat sahibinin ortaya koyduğu gibi, o bir hastalıktır, ilaç
olarak kullanılması caiz değildir.
Haramın kullanılması»
bedene ve ruha pislik niteliğini nakşeder. Çünkü beden, ilaçtan açık bir şekilde
etkilenir. Şayet ilaçta pislik varsa, beden bu ilaçtan pislik alır, hele hele
bizzat kendisi pis olan ilaçlarda durum daha da kötüdür. Bu yüzden yüce Allah,
nefse pislik şekil ve niteliğini vermesi dolayısıyla, kullarına pis gıda,
içecek ve giyecekleri haram kılmıştır.
Ayrıca, haram nesneyle
tedavinin mubah kılınması -özellikle şehvet ve lezzet için kullanmaya yol
arayan, onun yararlı olduğunu, mikropları öldürüp şifa sağladığını sanan-
nefisler için bulunmaz bir nimet olur. Şari\ mümkün olan her şekilde
kullanımına yol vermemiştir. Hiç şüphesiz haramın kullanılmasına yolu
kapatmakla açmak arasında çatışma ve çelişme vardır.
Bunun yanısıra, haram
ilaçlarda varolduğu sanılan şifadan daha fazlası vardır. Sözümüzü Allah'ın bize
asla şifa vermediği kötülüklerin anasına getirelim. O, doktorlar, hukukçular ve
kelamcılara göre akim merkezi olan dimağa şiddetli bir şekilde zarar verir.
Hipokrat, ondan şöyle söz eder: "Şarabın başa zararı çoktur. Çünkü şarap
hızla oraya yükselir. Onun yükselişiyle bedene hakim maddeler de yükselir.
Böylece zihne zarar verir."
Kamil'in yazarı şöyle
diyor: 'Şarabın ayırdedici Özelliği, dimağa ve sinirlere zarar
vermesidir."
Şarap dışındaki haram
ilaçlar iki çeşittir:
1- Nefsin hoşlanmadığı
ve tabiatın hastalığı onunla tedavisine yönelmediği nesneler: Zehirler, zehirli
yılan etleri vb. pis nesneler. Her biri tabiatın hoşlanmadığı şeylerdir. Bu
yüzden ilaç değil, hastalığa dönüşür.
2- Nefsin hoşlandığı
nesneler: Bunun zararı, yararından çoktur. Akıl haram kılınmasını gerektirir.
Akıl ve fıtrat bu konuda şeriatle uygunluk gösterir.
Burada, haram nesnelerin
ilaç olarak kullanılmaması konusunda ince bir sır vardır. İlaçla şifa bulmanın
şartı, onu benimseyerek ve yararına inanarak kullanmaktır. Allah haram nesneye
şifa bereketi vermemiştir. Çünkü, yararlı olan bereketlidir. Nesnelerin en
yararlısı, en bereketli olanıdır. İnsanların mübarek olanı, nerede olursa olsun
helalden yararlananıdır. Bilindiği gibi müslümanın bu nesnenin haram olduğuna
inanması, bereketine ve yararına inanmasına, onun hakkında iyi niyet
beslemesine ve tabiatının onu kabul etmesine engeldir. Hatta kulun imanı
arttıkça, ondan daha hoşlanmaz, ona inanmaz ve tabiatı onu arzulamaz. Bu
durumda onu kullandığında, haramlığına inancı, iyi niyet beslemeyişi ve hoşlanmayışı
ortadan kalkmadığı surece, kendisi için ilaç değil, hastalık olur. İnancı, iyi
niyet beslemeyişi ve hoşlanmayışının ortadan kalkması ise imana aykırıdır.
Mü'min ise onu sadece vaS dece hastalık olarak kullanır. Allah en iyi bilendir.
34- Bitin Tedavisi:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) baştaki biti tedavisi ve gidermesindeki tutumu
şöyledir:
Buhari ve Müslim'in
Sahih 'lerinde Ka'b b. Ucre'den şu olay rivayet edilir: Başımda bir ağrı vardı.
Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanına getirildim. Bitler yüzümde
sıçrayıp duruyordu. Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
"Meşakkatin sende bu dereceye vardığını zannetmezdim." Bir rivayete
göre Hz. Peygamber, başını tıraş etmesini ve altı fakiri doyurmasını ya da bir
koyun kesmesini veyahut üç gün oruç tutmasını emretti.
Bit, başta ve vücutta
iki şeyden ortaya çıkar: Bedenin dışından ve içinden. Dışından olan, vücutta
biriken kir ve pisliktir. İkincisi ise, kokuşmuş vücut pisliğidir ki vücut onu
deri ile et arasına atar, deriden çıktıktan sonra terle kokuşur, bit de işte
bundan olur. Bu çoğu kez, mikroptan, hastalıklardan ve kirler sebebiyle olur.
Çocukların başlarında, çoğu kez terli oluşları ve bitin doğmasını sağlayan
sebeplerin taşıyıcılığını yapmalan dolayısıyla daha çok olur. Bu yüzden Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Cafer'in oğullarım tıraş etmiştir.
Bitin en önemli ilacı,
deri gözeneklerinin açılması için başın tıraş edilmesidir. Bunun sonucunda pis
salgılar dışarı atılır ve karışım maddesi zayıflar. Tıraş olduktan sonra başa
biti öldüren ve üremesini engelleyen ilaç bağlanması gerekir.
Başın tıraş edilmesi üç
çeşittir: 1) İbadet ve Allah'a yaklaştırıcı olan, 2) Bid'at ve şirk olan, 3)
İhtiyaçtan ve ilaç olarak yapılan. Birincisi, hac veya umrede yapılan tıraştır.
İkincisi; başın Allah'tan başkası için tıraş edilmesidir. Nitekim bazı
müridler, şeyhleri için tıraş olurlar. "Başımı filan için tıraş
ettim", "Sen başını filan için tıraş ettin" derler ki, bu
"filana secde ettim" demek gibidir. Çünkü başın tıraş edilmesi itaat,
ibadet ve bağlılık sembolüdür. Bu yüzden de hac ibadetinin bir unsuru olmuştur;
hatta İmam Şafii'ye göre, haccın onsuz tamam olmayacağı bir rüknüdür. Çünkü,
başın tıraş edilmesi, azametine boyun eğmek ve izzetine saygı göstermek için
alınların Rab huzuruna konmasıdır. Bu da ibadet şekillerinin en ileri
derecesidir. Bunun için Araplar, esiri aşağılamak veya salıvermek
istediklerinde, başını tıraş edip salıverirlerdi. Sapık şeyhler ve şeyhlikleri
şirk ve bid'ate dayalı olup Rablığa özenenler ortaya çıkınca, müridlerinden
kendilerine ibadet etmelerini istediler, başlarını da kendileri için tıraş
etmelerini telkin ettiler, kendilerine secde edilmesini de telkin ettiler, ama
buna başka bir isim vererek, "Bu, başın şeyh huzuruna konmasıdır."
dediler. Allah'a yemin olsun ki, Allah için secde, başın O'nun huzuruna
konmasıdır. Yine bu şeyhler, müridlerinin onlar adına adak yapmalarını, onlara
tevbe etmelerini ve onların adıyla yemin etmelerini telkin ettiler. Bu ise,
Allah'tan başka Rablar ve tanrılar edinmeleri demektir. Yüce Allah şöyle
buyurur: "Allah'ın, kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdiği
insanoğluna, 'Allah'ı bırakıp bana kulluk edin' demek yaraşmaz. Fakat 'Kitab'ı
öğrettiğinize, okuduğunuza göre Rabbe kul olun' demek yaraşır. Size melekleri,
peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz müslüman
olduktan sonra size inkar etmeyi mi emredecek? "[Al-i İmran, 79-80]
İbadetlerin en üstünü,
namaz ibadetidir. Şeyhler ile bilginler ve ceberut taslakları namazın unsurlarını
aralarında bölüşmüşlerdir. Şeyhler namazın en üstün unsurunu, secdeyi
almışlardır. Bilginlere benzemek isteyenler ise rüku'u almışlardır.
Birbirleriyle karşılaşınca, namaz kılanın Rabbma rüku için eğilmesi gibi
eğilirler. Ceberutlar ise kıyamı almışlardır; hürler ve köleler, onlar
otururken huzurlarında ayakta dururlar. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) bu üç durumun her birini tek tek yasaklamıştır. Bu şekilde hareket
etmek bu yasağa açıktan muhalefet demektir. Hz. Peygamber, Allah'tan başkasına
secde edilmesini yasaklamış, şöyle buyurmuştur: "Hiç kimsenin bir
başkasına secde etmesi yaraşmaz." Muaz b. Cebel'in secde etmesi teklifini
reddederek: "Sakın duymayayım!" demiştir. Bunun haram oluşu,
zarurat-ı diniyyedendir. Buna Allah'tan başkası için izin verenin bu tutumu,
Allah'a ve Peygamberine karşı çıkmak demektir.
Secde ibadet
çeşitlerinin en ileri derecesinde olanıdır. Bu müşrik, bu türe beşer için izin
verince, Allah'tan başkasına kulluk etmeye izin vermiş olur. Hz. Peygamber'den
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu olay sabittir: Rasulullah'a: "insan başka
biriyle karşılaşınca ona eğilebilir mi?" diye sorulunca, "Hayır"
cevabını vermiş, "Kucaklayabilir ve öpebilir mi?" denilince, yine
"Hayır." demiş, "Musafaha yapabilir mi?" denilince: "Evet"
cevabını vermiştir.
Ayrıca saygı sırasında
eğilmek secdedir. Nitekim yüce Allah: "Secde ederek kapısından
girin."[Bakara, 58] buyurur ki, buradaki "secde ederek",
"eğilerek" anlamındadır. Yoksa, alınların girişi mümkün değildir. Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), acemlerin birbirine yaptığı gibi,
kendisi otururken ayakta durmayı yasakladığı sabittir, hatta namazda bu şekilde
durmayı bile yasaklamış, ayakta durmaları Allah için olmasına rağmen kendisi
otururken başı ucunda ayakta durmamaları için özürleri bulunmayıp sağlam
oldukları halde etrafındakilerin de oturarak namaz kılmalarım emretmiştir. Bu
böyle olunca, ayakta durmanın ve ibadetin Allah'tan başkası için olmasını bir
düşünün!
Kısacası, cahil ve sapık
nefisler, yüce Allah'a ibadeti ortadan kaldırmış, yaratıklardan yüce bildiğini
O'na ortak etmiş, böylelikle Allah'tan başkasına secde etmiş, ona rüku yapmış,
tıpkı namazda durur gibi huzurunda durmuş, başkasıyla yemin etmiş, başkasına
adak yapmış, başkası için tıraş olmuş, başkası için kurban kesmiş, başkasının
evini dolaşmış, sevgi, korku, ümit ve itaatle onu ululamıştır. Tıpkı
yaratıcı'yi ulular gibi, hatta ondan daha ileri derecede, taptığı yaratık ile
alemlerin Rabb'mı eşit tutmuştur. İşte böyleleri, 'peygamberlerin davetine karşı
çıkanlar, Allah'a ortak koşanlar, -cehennem ateşinde tannlanyla çekişirken-
"Sizi alemlerin Rabb'ına denk tuttuğumuzda apaçık bir sapıklık
içindeymişiz."[Şuara, 98] diyenlerdir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle
buyurur: "İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp, O'na koştukları eşleri tanrı
olarak benimseyenler ve onları Allah'ı severcesine sevenler vardır. Mü'minlerin
sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir. "[Bakara, 165] Bütün bunlar şirk
unsurlarıdır. Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bu açıklama başın
tıraş edilmesi konusu içinde yapılan önemli bir açıklamadır. Başarıya ulaştıran
Allah'tır.
Sonraki sayfa için
aşağıdaki link’i kullan:
B) RUHANİ VE TABİİ
İLAÇLARLA TEDAVİ