ZADU’L-MEAD

İKİNCİ BÖLÜM

ÖRNEK İNSAN PEYGAMBER (S.A.)

 

ANA SAYFA      Kur’an      Hadis      Sözlük      Biyografi

 

A) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) NESEBİ

 

Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kayıtsız - şartsız yeryüzü halkının neseb yönünden en hayırhsıdır. Nesebinin şerefi en yüksek doruk noktasındadır. Buna düşmanları bile şahitlik ederlerdi. Bu yüzden o zamanlar düşmanı olan Ebu Süfyan, Bizans hükümdarınının huzurunda bu şekilde tanıklıkta bulunmuştu. En şerefli kavim onun kavmi, en şerefli kabile onun kabilesi ve en şerefli aile onun ailesidir

 

Soy kütüğü şöyledir: Muhammed - Abdullah - Abdülmuttalib - Haşim - Abdümenaf - Kusay, Kilab - Mürra - Ka'b - Lüey - Galib - Fihr - Malik - en-Nadr, Kinane - Huzeyme - Müdrike - İlyas - Mudar, Nizar - Mead - Adnan. Buraya kadar olan kısmı doğru olarak bilinmekte ve bu konuda neseb uzmanları arasında görüşbirliği sağlanmışolup asla ihtilaf bulunmamaktadır. Adnan'dan yukarısında ihtilaf edilmiştir. Ama Adnan'ın İsmail (a.s.) soyundan geldiğinde neseb uzmanları arasında ihtilaf yoktur. Sahabe, tabiun ve onlardan sonraki neslin alimlerince doğru kabul edilen görüşe göre (babası Hz. İbrahim tarafından Allah yolunda) kurban edilmek istenen Hz. İsmail'dir.

 

Kurban edilmek istenen Hz. İshak'tı görüşü ise yirmiyi aşkın sebepten ötürü asılsızdır. Şeyhülislam İbn Teymiye'nin -Allah ruhunu mukaddeseylesin- şöyle dediğini işittim: Bu görüş Ehl-i Kitap'tan devşirilmiştir. Oysa onların kendi kitaplarının açık ifadesine göre de asılsızdır. Zira orada; "Allah, İbrahim'e bekar -bir metine göre biricik- oğlunu kurban etmesini emretti." deniyor. Müslümanlarla birlikte Ehl-i Kitap da İsmail'in onun bekar evladı olduğunda şüphe etmezler. Bu görüş sahiplerini aldatan, ellerindeki Tevrat'ta geçen "Oğlun İshak'ı kurban et." ifadesidir. Bu ilave onların tahrif ve yalanlanndandir. Çünkü: "Bekar ve biricik oğlunu kurban et" sözüyle çelişmektedir. Ancak yahudiler ismailoğullarının bu şerefini çekemedikleri için ve bu şerefin araplara değil kendilerine ait olmasını istediklerinden kendilerine çekmeyi ve üzerine konmayı arzu ettiler. Oysa Allah ihsanını ancak layık olana verir. Allah Teala annesine Hz.İshak'ı ve onun oğlu Yakub'u müjdelediği halde "Kurban edilen İshak'tır." demek nasıl mümkün olabilir? Allah Teala müjdeyi getirmek için Hz. İbrahim'e gelen meleklerin ona: "Korkma. Biz Lut kavmine gönderildik." dediklerini aktarır ve hemen ardından şöyle buyurur: "Bu sırada onun (ibrahim'in) hanımı ayakta idi, güldü. Biz, ona ishak'ı ve İshak'ın arkasından (torunu) Yakub'u müjdeledik. Şu halde Allah'ın ona bir çocuğu olacağını müjdeleyip sonra arkasından kurban edilmesini emretmesi olmayacak bir şeydir. Şüphe yok" ki, Yakub (a.s.) müjdeye dahildir. Söz içinde müjdenin İshak ve Yakub'u içerisi birdir. Sözün dış görünüşü ve akışı budur.

 

Soru: Sizin dediğiniz gibi olsaydı ayette geçen "Yakub" kelimesi "İshak" üzerine atfedildiğinden mecrur olurdu. Bu durumda kıraat, Yakub kelimesinin (gayri munsarıf olduğu için) fethah okunması suretiyle gerçekleşirdi ki, anlam "...ve Yakub'u İshak'in arkasından müjdeledik." şeklinde olurdu.

 

Cevap: Merfu olması Yakub'un müjdelenmiş olmasına engel değildir. Zira müjdeleme, mahsus bir sözdür ve aynı zamanda doğru ve sevindirici bir haberin evvelidir, "...ve ishak'ın arkasından Yakub'u" kısmı ise bu kayıtlan taşıyan bir cümle olduğundan müjde demektir. Hatta gerçek müjde haber cümlesidir. Müjdeleme bir söz olup bu cümlenin irabdan mahalli, mekul-i kavi olmak üzere nasb olunca anlam sanki şöyle oldu: "O kadına İshak'ın arkasından Yakub'u vereceğimizi söyledik." Bir kimse: "Filanca şahsa kardeşinin ve onun peşinden de misafirinin geleceğini müjdeledim." sözünü söylediği zaman bu sözden ancak her iki şeyle de müjdelediği anlaşılır. Anlayış sahibi hiç kimse bunda asla şüphe etmez. Sonra hem kelimenin mecrur olmasını bir başka şey daha zayıflatır: sözünün zayıflığı. Çünkü atıf edatı (bağlaç) cer harfi yerine geçer. Bu yüzden cer harfi ile mecruru arasını ayırmak olmayacağı gibi atıf edatı ile mecruru arasını ayırmak da olmaz. Bunu gösteren bir başka delil de şudur: Allah Teala, Saffat suresinde Hz. İbrahim ile kurban edilen oğlunun kıssasını: "İbrahim ve oğlu Allah'a teslim olup, (İbrahim) onu alnı üzere yere yıkınca Biz ona: Ey İbrahim! Rü'yana sadakat gösterdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız, diye seslendik. Gerçekten bu, apaçık (samimiyeti ortaya koyan) bir imtihandı. Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik. Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık. Selam İbrahim'e! İyileri işte böyle mükafatlandırırız. O gerçekten inanmış kullarımızdandı." şeklinde anlattıktan sonra hemen arkasından: "Ona salihlerden bir peygamber olarak İshak'ı müjdeledik." buyuruyor.'' [Saffat, 103-112] Görüldüğü üzere bu, emre karşı sabrettiği için Allah Teala'nın ona yaptığı işin karşılığını verme müjdesidir. Müjdelenenin birinciden başka olduğu konusunda gerçekten açık (zahir) bir ifadedir; hatta bu konuda nas gibidir.

 

Denilirse ki: İkinci müjde onun peygamberliğinin müjdesidir. Bin diğer ifade ile baba emre karşı sabredip evlat da Allah'ın emrine teslim olunca buna karşılık Allah, peygamberlik vererek onu mükafatlandırdı.

 

Cevap: Müjde hepsinin zatının, varlığının ve peygamber olmasının müjdesidir. Bu yüzden"Peygamber olarak" kelimesi mukadder bir hal olmak üzere nasb olmuştur. O zaman anlam "Peygamberliği mukadder olarak İshak'ı müjdeledik." şeklinde olur. Müjdelemenin esas olan için yapılmasını bir yana bırakıp fazlalık gibi olan ilinti bir hale bağlanması imkanı yoktur. Böyle bir söz olamaz. Aksine peygamber olacağı müjdesi veriliyorsa onun var olacağı müjdesinin verilmesi daha uygun ve daha layıktır.

 

Hem şüphe yok ki, kurban edilen çocuk Mekke'de idi. Bu sebeple İsmail ve annesinin başlarından geçenleri hatırlatması ve Allah'ın zikrini gerçekleştirmesi için nasıl ki Safa ve Merve tepeleri arasında koşma (sa'y), şeytan taşlama Mekke'de icra edilecek ibadetlerden kilınmışsa, aynen bu şekilde kurban bayramında kurban kesimi de orada yapılacak ibadetlerden kılınmıştır. Malumdur ki, Mekke'de bulunanlar İshak ile annesi değil, İsmail ile annesi idi. Bu nedenle kurban kesim yeri ve zamanı, yapımına İbrahim ile İsmail'in iştirak ettikleri Beytullah'a bitişiktir. Mekke'deki kurban kesimi, zaman ve mekan itibariyle yapımı İbrahim ve oğlu İsmail'in elinde gerçekleşen Beytullah'ın ziyaretini tamamlayıcı niteliktedir. Şayet çocuğun kurban edilmesi teşebbüsü Ehl-i Kitab'ın ve onlardan tahsil görenlerin iddia ettikleri gibi Şam'da olsaydı, kurban ve kurban kesimi Mekke'de değil Şam'da olurdu.

 

Bir diğer husus, Allah Teala kurban edilen çocuğu halım (yumuşak huylu) diye adlandırdı. Çünkü, Rabbine itaat için teslimiyetle kendisinin kurban edilmesine rıza gösterenden daha yumuşak huylu bulunmaz. Oysa İshak'ı andığında onu alim ( = çok bilgi sahibi) diye adlandırdı. Allah Teala buyuruyor ki: "İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onun yanına girdikleri vakit: Selam, demişlerdi de o da: Selam, (içinden de bunlar) tanınmamış bir grup (kim olabilir?) demişti... (Misafirler): Korkma dediler ve onu çok bilgin bir oğulla müjdelediler.[Zariyât, 24-25,28] İşte bu oğul şüphesiz İshak'tır. Çünkü hanımından olmadır ve kendisine evlat müjdelenen de hanımıdır. İsmail ise cariyeden olmadır. Hem İbrahim ve hanımı yaşlanmışlar ve artık çocuk sahibi olmalarından ümit kesilmiş olmalarına rağmen çocukla müjdelenmişlerdi. İsmail'de durum bunun aksinedir. Çünkü o, anne ve babası bu duruma gelmeden önce doğmuştu.

 

Bir başka husus, Allah Teala'nın insanlığa koyduğu bir adet vardır. Çocukların bekar olanlarının sevgileri anne ve babalan katında, bekar olmayanlardan daha fazladır. İbrahim (a.s.) Rabbinden çocuk isteyip Allah da ona çocuk bağışlayınca İbrahim'in (a.s.) kalbinden bir parça o çocuğun sevgisine takılı kaldı. Oysa Allah Teala onu dost edinmişti. Dostluk ise mahbubun sevgide birlenmesini ve o konuda onunla başkası arasında ortaklık kurulmamasını icabettiren bir makamdır. Çocuk babanın kalbinin bir bölümünü tutup işgal edince, dostun kalbinden onu söküp atması kıskançlığı geldi; mahbubun kurban edilmesini emretti. Bu emir üzerine onu kurban etmeye kalkışınca da Allah sevgisi onun katında çocuk sevgisinden daha büyük oldu. Bu durumda dostluk, ortaklık şaibelerinden kurtuldu ve artık kurban etmede bir fayda kalmadı. Çünkü fayda ancak ona azmetmekte ve bu işte nefsin karar kılmasındadır. İstenen hasıl olunca, emir yürürlükten kaldırıldı ve kurban edilecek çocuğa bedel fidye verildi. Dost rüyaya sadakat gösterdi, Rabbin muradı hasıl oldu.

 

Malumdur ki, bu imtihan ve denetleme sırf ilk çocukta oldu. Zaten birincide olmayıp sonraki çocukta olacak değil ya! Hem sonraki çocukta, kurban edilmesini emretmeyi gerektirecek bir dostluk rekabeti de sözkonusu değildi. Bu apaçıktır.

 

Hem dost İbrahim'in (a.s.) hanımı Sare, Hacer'i ve oğlunu en katı bir tavırla kıskandı. Çünkü o bir cariye idi. İsmail'i doğurup da babası onu sevince Sare'nin kıskançlığı arttı. Bunun üzerine Allah Teala, Sare'nin kıskançlık harareti yatışsın diye, Hacer ile oğlunu uzaklara götürüp Mekke arazisinde yerleştirmesini Hz. İbrahim'e emretti. Bu, Allah Teala'nın şefkat ve merhametindendir. Durum böyleyken Allah Teala nasıl onun oğlunun kurban edilip de cariyenin oğlunun olduğu hal üzere bırakılmasını emretmiş olabilir? Allah'ın ona merhameti, ondan zararı uzaklaştırması ve ona iyilikte bulunması yanında artık bundan sonra cariyenin oğlunu bırakıp nasıl onun oğlunu kurban etmeyi emreder? Aksine O'nun yerinde hikmeti, cariyenin çocuğunun kurban edilmesini buyurmayı icabettirmiştir. İşte o zaman o cariye ve çocuğuna karşı hanımefendinin yüreği sızlar ve kıskançlıktan doğan katılık merhamete dönüşür; bu cariye ile çocuğunun bereketi ona görünür ve Allah'ın cariye ile çocuğunu azıksız bırakmadığını görür. Hem böylece Allah kullarına, daraltmanın ardından yaptığı iyiliği, zorluğun ardından verdiği lütfü ve Hacer ile oğlunun uzaklık, yalnızlık, gurbet, çocuğunu kurban edecek kadar teslimiyet konularındaki sabırlarının neticesinin; onların bıraktığı izlerin ve ayaklarının çiğnediği yerlerin inanan kullar için kıyamet gününe kadar nasıl hac ve ibadet yerleri haline getirildiğim göstermiş olur. İşte bu Allah Teala'nın; ezildikten, zillete uğratıldıktan ve kırıldıktan sonra, kendisine iyilikte bulunmak suretiyle yaratıklarından dilediği kişiyi yükseltme konusundaki kanunudur. Allah Teala buyuruyor ki: "Biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilenlere iyilikte bulunalım, onları liderler ve varisler yapalım.[ [Kasas, 5] Bu Allah'ın bir lütfudur, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.

 

 

1- Doğumu ve Yetişmesi:

 

Maksada dönüp Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) siretini, sünnetini ve ahlakını anlatmaya devam edelim. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Mekke'nin merkezinde Fil hadisesinin cereyan ettiği sene doğduğunda hiç ihtilaf yoktur. Fil hadisesi, Allah'ın Peygamberine ve evine sunduğu bir armağandır. Yoksa fil sahipleri ehl-i kitap ( = kitaplı) hristiyanlardı ve onların dini o zamanki Mekke halkının dininden daha hayırlı idi. Çünkü Mekkeliler putperest idiler. Allah, ehl-i kitaba karşı onlara, Mekke'den çıkan Peygambere (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir armağan, bir irhas ve Beytullah'a saygı olsun diye insan katkısı bulunmayan bir yardımda bulundu.

 

Babası Abdullah, Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ana rahminde iken mi vefat etti, yoksa doğumundan sonra mı vefat etti? Bu konuda iki ayrı görüş ortaya! atılmıştır. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ana rahminde iken babasının vefat etmiş olması, bu iki görüşün en doğru olanıdır. İkinci görüşe göre doğumundan yedi ay sonra vefat etmiştir. İhtilafsız, annesi oğlunun dayılarını ziyaret edip Medine'den dönerken Mekke ile Medine arasındaki Ebva denilen yerde vefat etmiştir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) o vakit daha yedi yaşına basmamıştı.

 

Bakımını dedesi Abdülmuttalib üstlendi. Dedesi vefat ettiğinde Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sekiz yaşlarında idi. O vakit Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) altı yahut on yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. Sonra bakımım amcası Ebu Talib üstlendi. Onun bakımı sürekli oldu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) on iki yaşına bastığında amcası onu Şam yolculuğuna çıkardı. O zaman dokuz yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. İşte bu gidişte Rahip Bahira onu gördü ve yahudilerden ona bir zarar gelir korkusuyla amcasına onu Şam'a götürmemesini emretti. Bunun üzerine amcası onu kölelerinden biriyle Mekke'ye gönderdi. Tirmizi'nin kitabında ve daha başka kitaplarda amcasının, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yanında Bilal'i gönderdiği kaydedilmişse de bu açık bir yanlıştır. Çünkü o zamanlar Bilal belki mevcut değildi. Olsabile ne amcası ile, ne de Ebu Bekir ile birlikte idi. Bezzar bu hadisi Müsnedinde kaydetmiş, ama amcası onunla birlikte Bilal'ı gönderdi dememiş aksine "Bir adam gönderdi" ifadesini kullanmıştır.

 

Yirmi beş yaşına varınca bir ticaret kervanı ile Şam yolculuğuna çıktı. Busra denilen yere kadar varıp geri döndü. Döndükten sonra Huveylid'in kızı Hatice ile evlendi. Evlendiğinde Hz. Peygamber'in {s.a.) otuz yahut yirmi bir yaşında olduğunu söyleyenler de vardır. Hatice kırk yaşında idi. O ilk evlendiği kadın ve ilk ölen hanımıdır. Onun üzerine başka birini nikahlamamıştır. Cebrail, Rabbinden ona selam getirdiğini söylemesini Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) emretti.

 

Sonra Allah, ona halveti ve Rabbine ibadet etmeyi sevdirdi. Hira Mağarasında halvete çekilir, orada pekçok geceler ibadet ederdi. Putlardan ve toplumunun dininden nefret ettirildi. Onun nazarında bunlardan daha iğrenç bir şey yoktur.

 

Tam kırk yaşına ulaşınca üzerinde peygamberlik nuru panldadı. Allah Teala ona, elçiliği görevini lütfetti. Yarattığı insanlara peygamber olarak gönderdi, ona seçkin bir şeref ve saygınlık kazandırdı ve kendisi ile kulları arasında onu kendi emini kıldı. Peygamberlik ile görevlendirildiği günün pazartesi olduğunda ihtilaf yoksa da, hangi ayda peygamber olduğu konusunda görüş ayrılıkları çıkmış; kimisi: "Fil hadisesinin cereyan ettiği sene başlangıç itibar edilen takvime göre 41 senesinin Rebiulevvel ayının sekizinci gününde" demiştir ki, bu çoğunluğun görüşüdür. Kimisi de: "Hayır bu olay Ramazan'da idi" demiştir. Bunlar bir ayette geçen: "Kur'an'ın indirildiği Ramazan ayı''[Bakara, 185] ifadesini delil gösterekek: "Allah Teala ona ilk olarak peygamberük görevini lütfettiğinde Kur'an'ı indirdi." diyorlar. Yahya es-Sarsari'nin de içinde bulunduğu bir grup bu görüşü savunmaktadır. Yahya es-Sarsari nun kafiyeli şiirinin bir beytinde diyor ki:

 

"Kırk yaşına geldiğinde Ramazan'da ondan peygamberlik güneşi doğdu."

 

Birinci grup diyor ki: Kur'an'ın Ramazan'da indirilmesi, Kadir gecesinde Beytü'l-İzzet'e bir kerede toptan indirilmesidir. Sonra buradan olaylara göre 23 senede parça parça indirilmiştir.

 

Bir grup da diyor ki: Kur'an o ayda indirildi, yani onun şanının yüceltilmesi, onda orucun farz kılınması için indirildi.

 

Kimileri de: İlk olarak peygamberlik görevi Recep ayında başlamıştı, diyorlar.

 

Vahyin Geliş Şekilleri:

 

Allah Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vahiy mertebelerinden pek çoğunu tamamladı:

 

1. Sadık rüya: Vahyin başlangıcı bu şekilde idi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ne rüya görse sabah aydınlığı gibi gerçekleşirdi.

 

2. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) görmeksizin, melek onun zihnine ve kalbine yerleştirirdi. Nitekim kendisi buyuruyor ki: "Ruhu'I Kudüs (= Cebrail) hiç kimsenin rızkım tamamlamadan kesinlikle ölmeyeceğini zihnime üfledi. Allah'tan sakının ve rızık talebi konusunda iyi davranın. Rızkın yavaşlığı ve gecikmesi sizi, Allah 'a isyan ederek onu talep etmeye sevketmesin. Çünkü Allah katındakiler ancak O'na itaatla elde edilir.

 

3. Melek, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir erkek suretinde görünür; onunla konuşur ve Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de onun söylediklerini bellerdi. Bu mertebede zaman zaman sahabiler de meleği görürlerdi.

 

4. Zil sesi şeklinde gelirdi ki, bu şekli Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) en ağır geleniydi. Melek ona iyice sokulur, öyle ki, soğuğu şiddetli bir günde bile| alnından ter boşanırdı. Hatta eğer deve üzerinde ise devesi yere çökerdi. Bir keresinde uyluğu, Zeyd b. Sabit'in uyluğu üzerinde iken ona( vahiy bu şekilde gelmişti, o kadar ağırlık çökmüştü ki, neredeyse Zeyd'in; bacağı ezilecekti.

 

5. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) meleği yaratıldığı asıl suretinde görür, melek; Allah'ın vahyedilmesini istediği ayetleri ona vahyederdi. Allah'ın Necm suresinde (ayet: 7,13) belirttiği gibi bu şekil iki kere meydana gelmişti.

 

6. Göklerin üstünde iken Allah'ın, Mi'rac gecesi ona namazın farz kılınması ve benzeri hususları vahyettiği şekil.

 

7. Hiçbir melek aracılığı olmaksızın Allah'ın ona bildirmek istediği şeyleri tıpkı İmran oğlu Hz. Musa'ya söylediği gibi doğrudan doğruya söylemesi. Bu mertebe Hz. Musa için Kur'an'ın kesin nassı ile sabitken, bizim Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve Sellem) için gerçekleştiği ise İsra olayının anlatıldığı hadiste geçmektedir.

 

Bazıları sekizinci bir mertebe olarak Allah'ın ona hiçbir perde, hiçbir engel bulunmadan karşı karşıya konuşmasını ilave etmektedirler. Bu, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Rabbi Tebareke ve Teala'yı gördü, diyenlere göredir. Bu konu ise -her ne kadar sahabenin çoğunluğu hatta hepsi (Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Rabbini gördüğünü söyleyen yanılmıştır diyen ) Hz. Aişe ile aynı görüşü paylaşmış olsalar da- selef ve halef arasında tartışmalı bir konudur. Osman b. Said ed-Darimi sahabenin (Hz. Aişe'nin görüşünde) icma ettiklerini aktarmaktadır.

 

 

2- Sünnet Olması:

 

Bu konuda üç görüş ortaya çıkmıştır:

 

Birinci görüş: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnetli ve göbeği kesik doğmuştur. Bu konuda Ebu'İ-Ferec İbnu'l-Cevzi'nin el-Mevduat'ta kaydettiği ancak sahih olmayan bir hadis vardır. Bu konuda hiçbir sağlam hadis yoktur. Bu şekil doğma Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) has bir özellik değildir. Çünkü pek çok insan sünnetli doğmaktadır.

 

el-Meymuni anlatıyor: Ebu Abdillah (Ahmed) b. Hanbel'e, bana sorulan "Bir sünnetçi bir çocuğu sünnet etse, işi tam beceremese ne yapmalı?" sorusunu yönelttim, şöyle cevapladı: "Sünnet edilen kısım haşefenin yarısından daha yukarıya taşmışsa yeniden sünnet etmez. Çünkü haşefe kalınlaşır. Her kahnlaştığında sünnet edilen kısım yukarı çıkar. Şayet sünnet edilen kısım yarıdan az ise yeniden sünnet etmesi gerektiği görüşündeyim."

 

"Peki yinelenmesi çok zor olur, yinelenmesinde bir zarar gelmesinden korkulursa?" dedim, "Bilmiyorum." cevabını verdikten sonra bana dedi ki: "burada bir adam var. Sünnetli bir oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı çok üzüldü. Ona: Allah senin rızkını karşılamışsa buna neden üzülüyorsun? dedim." Beytü'l-Makdis'te muhaddis olan arkadaşımız Ebu Abdillah Muhammed b. Osman el-Halili kendisinin bu şekilde doğduğunu, ailesinin onu sünnet etmediğini bana söyledi. Halk, bu şekilde doğan çocuk için:

 

"Onu ay sünnet etti" der ki, bu onların hurafelerindendir.

 

İkinci görüş: Süt annesi Halime'nin yanında iken melekler kardığı gün sünnet edilmiştir.

 

Üçüncü görüş: Dedesi Abdülmuttalib, doğumunun yedinci günü onu sünnet etti, bir yemek ziyafeti verdi ve ona "Muhammed" adını koydu.

 

Ebu Ömer İbn Abdilber diyor ki: Bu konuda müsned-garib bir hadis vardır. Senedi ve metni şöyledir: Ahmed b. Muhammed b. Ahmed - Muhammed b. İsa - Yahya b. Eyyub el-Allaf-Muhammed b. Ebu's-Seri el-Askalani - Velid b. Müslim - Şuayb - Ata el-Horasani - İkrime - ibn Abbas: "Abdülmuttalib, doğumunun yedinci günü Hz. Peygamber'i (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnet etti, bir yemek ziyafeti verdi ve ona Muhammed adını koydu." Yahya b. Eyyub diyor ki: "Bu hadisi araştırdım, ibn Ebi's-Seri dışında karşılaştığım hadisçilerden hiçbirinde bulamadım." Bu konu iki büyük adam arasında tartışma konusu haline geldi. Bunlardan birisi olan Kemaleddin b. Talha, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sünnetli doğduğu konusunda bir eser yazdı ve bu eserde ne gemi, ne yuları olan hadisleri topladı. Kemaleddin İbnü'l-Adim ise ona reddiye yazmış ve bu reddiyesinde Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Arap adeti üzere sünnet edildiğini ve bu adetin bütün Araplar arasında yaygın olmasının bu konuda belli bir nakil bulunmasına ihtiyaç göstermediğini açıklamıştır. En iyi bilen Allah'tır.

 

 

3- Süt Anneleri:

 

1- Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, Hz. Peygamber'i (Sallallahu aleyhi ve Sellem) günlerce emzirdi. Oğlu Mesruh'un sütü ile hem Hz. Peygamber'i (Sallallahu aleyhi ve Sellem) emzirdi, hem Abdullah b. Abdülesed el-Mahzumi'yi ve hem de Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) amcası Hamza b. Abdülmuttalib'i emzirdi. Bu süt annenin müslüman olup olmadığı tartışmalıdır. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

 

2- Sonra onu Halime es-Sa'diyye, oğlu Abdullah'ın sütünden emzirdi. Abdullah, Haris b. Abdüluzza b. Rifaa es-Sa'di'nin çocukları olan Üneyse ve Cüdame'nin kardeşidir. Cüdame'nin diğer adı ise Şeyma'dır. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) süt annesi ve babasının müslümanlıkİarı tartışmalıdır. Şu halde doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Halime, onunla birlikte önceleri Allah Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) azılı düşmanı olup da sonra Fetih senesi Islamiyeti seçen ve iyi bir müslüman olan amca oğlu Ebu Süfyan b. Haris b. Abdülmuttalib'i de emzirdi. Amcası Hz. Hamza, Sa'd b. Bekir oğulları arasında süt çocuğu idi. Onun annesi, Allah Rasulünü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) süt annesi Halime'nin yanında bir gün emzirdi. O halde Hz. Hamza, iki yönden, hem Süveybe ve hem de Halime es-Sa'diyye cihetinden Allah Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) süt kardeşidir.

 

 

4- Dadıları:

 

1- Annesi amine: Vehb b. Abdimenaf b. Zühre b. Kilab'ın kızıdır.

 

2- Süveybe.

 

3, 4- Halime ve kızı Şeyma: Şeyma Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) süt kardeşidir, annesi ile birlikte Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) dadılık yapardı. Hevazin heyeti içinde Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) huzuruna çıkarıldı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onun hakkına riayet için ridasını yere serdi ve üzerine oturttu.

 

5- Habeşli, saygın ve faziletli hanım Ümmü Eymen Bereke. Bu hanım (cariye olduğundan) babasından, miras kalmıştı ve onun dadısı idi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onu, peygamber aşığı Zeyd b. Harise ile evlendirdi. Bu evlilikten Üsame dünyaya geldi. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vefatından sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, Ümmü Eymen'in huzuruna girdiler. Ağlıyordu. Dediler ki: "Ey Ümmü Eymen! Neden ağlıyorsun? Allah katında var olanlar O'nun Peygamber'i için daha hayırlıdır.*' Cevap verdi: "Elbet biliyorum ki, Allah katında var olanlar, O'nun Peygamber'i için daha hayırlıdır. Ben ağlıyorsam göğün haberi (yani vahiy) kesildiği için ağlıyorum." Bu sözleriyle onları ağlamaya tahrik etti; onlar da ağladılar.

 

 

5- Peygamber Oluşu ve İlk Vahiy:

 

Allah, onu kırk yaşının başında peygamber olarak gönderdi. Bu yaş kemal ( = olgunluk) yaşıdır. Peygamberlerin bu yaşta görevlendirildikleri söylenmektedir. "Hz. İsa, otuz üç yaşında iken göğe yükseltildi" sözüne gelince, bu sözün muttasıl senedle aktarılan bir rivayeti bilinmediğinden böyle bir şeyi kabullenmek zorunlu değildir.

 

Allah Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) peygamberliği ilk olarak rüya şeklinde başladı. Gördüğü her rüya mutlaka sabah aydınlığı gibi gün yüzüne çıkardı. Deniliyor ki: Bu rüya dönemi altı aydır. Peygamberlik müddeti yirmi üç senedir. Şu halde bu rüya peygamberliğin kırk altıda biridir. En iyi bilen Allah'tır,

 

Sonra Allah Teala ona peygamberlik lütfetti. Hira mağarasında bulunduğu bir sırada melek geldi. Kendisi halvete çekilmeyi severdi. İlk gelen ayetler: "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." diye başlayan Alak suresinin ilk ayetleridir. Bu, Hz. Aişe ile çoğunluğun görüşüdür.

 

Cabir ise: "İlk inen ayetler: 'Ey bürünen! Kalk da uyar..."diye başlayan Müddessir suresinin ilk ayetleridir." diyor. Şu sebeplerden ötürü doğrusu Hz. Aişe'nin görüşüdür:

 

1- Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), meleğin ilk gelişinde "Ben okuma bilmem" sözü daha önce hiçbir şey okumadığını gösterir açık bir ifadedir.

 

2- Sıra itibariyle okumayı emir, uyarmayı emirden öncedir. Çünkü içinden okuduğunda, okuduğu şey ile uyardı. O halde Allah ona önce okumayı emretti, sonra ikinci defa okuduğu ile uyarmayı emretti.

 

3- Cabir hadisinde geçen "İlk inen ayetler: 'Ey bürünen! kalk da uyar... diye başlayan Müddessir suresinin ilk ayetleridir" sözü, Cabir'in sözüdür. Hz. Aişe ise, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) başından geçen olayı doğrudan doğruya kendisinden aktararak haber vermektedir.

 

4- Delil olarak ileri sürülen Cabir hadisinde, daha Müddesir suresi inmeden önce Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) meleğin geldiği açıkça ifade edilmektedir. Çünkü bu hadiste Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) diyor ki: "...Başımı kaldırdım, ne göreyim! Bana Hira'da gelen melek orada değil mi? Derhal ailemin yanına döndüm. Beni örtünüz! Üzerimi kapatınız! dedim. Bunun üzerine Allah: 'Ey bürünen! Kalk da uyar..' ayetini indirdi." Oysa Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Hira'da kendisine gelen meleğin: "Yaratan Rabbinin adıyla oku..." ayetini getirdiğini haber vermiştir. Şu halde Cabir hadisi Müddessir suresinin daha sonra geldiğini göstermektedir. Onun görüşü değil, rivayeti hüccettir. En iyi bilen Allah'tır.

 

Davetin Aşamaları:

 

1- Peygamberlik,

2- Yakın akrabalarını uyarması,

3- Kavmini uyarması,

4- Kendisinden önce hiç bir uyarıcının gelmediği bir kavmi, yani bütün Arap milletini uyarması,

5- Zamanın sonu (olan kıymete) kadar davetinin ulaştığı bütün cinleri ve insanları uyarması.

 

Bundan sonra Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) üç sene insanları Allah Teala'ya gizlice davet ederek bekledi. Sonra "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve müşriklerden yüz çevir" ayeti [Hicr, 94] inince davetini herkese ilan etti. Kavmi açıktan açığa ona düşmanlık gösterdi. Ona ve müslümanlara karşı yapılan eza şiddetini artırdı ve nihayet Allah onlara iki kez (Habeşistan'a) hicret etme izni verdi.

 

 

6- İsimleri:

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) isimlerinin hepsi övgü isimleridir; sırf şahsı belirleyici olsun diye konmuş özel isimler değildir. Onda var olan, medhedilmesi ve olgunluğunu icap ettiren birtakım sıfatlardan türetilmiş isimlerdir. Bunlardan bazıları:

 

1- Muhammed: En meşhur ismidir. Tevrat'ta bu ismiyle açık bir şekilde anılmıştır. Nitekim bu hususu: Cilau'l-Efham fiFazli's-Salat ve's-Selam ala Hayri'l-Enam adlı eserimizde açık ve kesin delille açıkladık. Bu kitabımız, anlattığı konu itibariyle eşsiz, faydalarının çokluğu ve bolluğu bakımından da benzeri daha önce yazılmamış bir eserdir. Bu kitapta Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) salat ü selam getirme konusunda gelen hadisleri aktardık ve sahih, hasen ya da malul olanlarını açıkladık. Malul olanlarındaki illetleri yeteri kadar açıkladıktan sonra sırasıyla; bu duanın esrarengiz yönlerini, şerefini ve içerdiği hüküm ve faydalarını, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) salavat getirilecek yer ve mahalleri de açıkladık. Daha sonra bunlardan ne kadarının gerekli olduğu, ilim adamlarının bu konudaki görüş ayrılıkları, ağırlıklı olanların tercihi, çürük olanların çürüklüklerinin gösterimi konularırıdan söz ettik. Kitabın okunup incelenerek öylece karar verilmesi anlatımından üstündür.

 

Sözün özü, onun ismi, ehl-i kitabın inanan kesiminden her alimin bül görüşe katılacağı bir tarzda, Tevrat'ta Muhammed olarak açıkça geçmektedir.!

 

2- Ahmed: Sözünü ettiğimiz kitapta anlattığımız bir sırdan dolayı Hz.| İsa, onu işte bu isimle anmıştır.

 

3- Mütevekkil, 4- Mahi, 5- Haşir, 6- akıb, 7- Mukaffi, 8- Nebiyyü't-Tevbe, 9- Nebiyyü'r-Rahme, 10- Nebiyyü'l-Melhame, 11- Fatih, 12- Emin.)

 

Bu isimlere şunlar da ilave edilebilir: Şahid, Mübeşşir, Beşir, Nezir, Kasım, Dahuk, Kattal, Abdullah, es-Siracü'l-Münir, Seyyidu Veledi Adem, Sahibu Livau'l-Hamd, Sahibu'l-Makami'l-Mahmud... vs. Çünkü onun isimleri övgü sıfatları olursa her sıfatından bir ismi olur. Ancak ona has, yahut onda çoğunlukla bulunup da kendisinden onun için bir isim türetilen vasıfla; müşterek olup da bu yüzden ona mahsus bir isim olmayacak vasfın arasını ayırmak gerekir.

 

Cübeyr b. Mut'im diyor ki: Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bize, kendisinin isimlerini şöyle sıraladı: "Ben Muhammed'i m. Ben Ahmed'im. Ben Mahi'yim: Allah küfrü benimle mahvedecektir. Ben Haşir'im: İnsanlar benim önümde haşrolunacaklardır. Ben akıb'im: Benden sonra peygamber gelmeyecektir.

 

Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) isimleri iki türlüdür:

 

1) Ona has olup başka peygamberlerin kendisine ortak olmadıkları. Muhammed, Ahmed, akıb, Haşir, Mukaffi ve Nebiyyü'l-Melhame... gibi.

 

2) Anlamında başka peygamberlerin ortak olup da ancak onda kemali bulunan isimler. Ona has olan kısmı aslı değil, kemal derecesidir. Rasulullah, Nebiyullah, Abdullah, Şahid, Mübeşşir, Nezir, Nebiyyu'r-Rahme, Nebiyyu't-Tevbe... gibi.

 

Şayet ona; Sadık, Masduk, Rauf-Rahim... vb. gibi vasıflarından herbiri alınarak bir ad konacak olsa isimleri iki yüzü aşar. İşte "Allah'ın bin ismi, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de bin ismi vardır." sözünü söyleyenler bu anlamı kasdetmislerdir. Bunu söyleyen Ebu'l-Hattab b. Dıhye olup isimlerden maksadı vasıflardır.

 

 

7- İsimlerinin Açıklanması:

 

Muhammed: "Hamide" kökünden gelen "Hammede" fiilinden türetilmiş ism-i mef'ul ( = edilgen çatı)dür. Övgüyle karşılanacak huyları çok olana "Muhammed" denir. Bu yüzden "Mahmud" kelimesinden daha mübalağalıdır. Zira "Mahmud" kelimesi asıl kökü üç harfli olan (-sülasi mücerred) fiilden türetilmiş; "Muhammed" kelimesinin ise mübalağa ifade etmesi için harfleri artırılmıştır. O halde "Muhammed" övülen diğer insanlara göre daha çok övülen, yüceltilen demektir. Hem onun, hem dinin ve hem de ümmetinin Tevrat'ta ifade edilen övülmüş üstün niteliklerinin çokluğundan dolayı olacak ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu yüzden Tevrat'ta bu adla anılmıştır. Hatta övülen niteliklerinin çokluğundan dolayı Hz. Musa (a.s.) bu ümmetten olmayı temenni etmiştir. Bu anlama şahid olacak hususları orada (yukarıda adı geçen eserde) anlattık. Ayrıca işi tersine çeviren, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Tevrat'taki adının Ahmed olduğunu söyleyen Ebu'l-Kasım es-Süheyli'nin yanılgısını da açıkladık.

 

Ahmed: "Ef'ale" vezninde ism-i tafdildir (yani ismin daha üstünlük, en üstünlük bildiren halidir). Bu da yine "hamd" kökünden türetilmiştir. Fail ( = etken çatı) mi, mef'ul (edilgen çatı) mü anlamında olduğunda insanlar görüş ayrılığına düşmüş; kimisi, fail anlamında olduğunu yani onun Allah'a hamdedişi, diğerlerinin hamdedişinden daha fazladır, anlamına geldiğini söylemiştir. Bu durumda anlamı: "Rabbine hamdedenlerin en çok hamdedenidir." olur. Bu görüşü şundan tercih ediyorlar: İsm-İ tafdil, gramer kaidelerine uygun ( = kıyası) olarak mef'ul (= nesne) üzerinde gerçekleşen fiilden değil, fail ( = özne)in yaptığı fiilden türetilir.

 

Diyorlar ki: Üzerinde gerçekleşen darb = vurma işi gözönüne alınarak; ne "Zeyd ne dövülmüştür!", ne "Zeyd,| Amr'dan daha dövülmüştür" denir; ne de"Suyu ne de içirilmiştir!" ve "Ekmeği ne de yedirilmiştir!" vs. denir. Çünkü ism-i tafdil ile fiil-i taaccüb ( = şaşkınlık ve hayret ifade eden fiil) yalnızca lazım ( = geçişsiz) fiilden türetilir. Bundan dolayı "feale" ve "feile" vezinlerinden "feule" veznine aktarıldığı takdir edilir. Bu sebeple hemze ile mef'ule geçişli yapılır. Şu halde hemzesi geçişlilik içindir. Mesela: "Zeyd ne zarif!" ve"Amr ne cömert!" örneklerinde olduğu gibi. Bu iki kelimenin (ezrafe ve ekrame) aslı vedir. Hem şu da var ki, taaccub edilen şey aslında faildir. Dolayısiyla fiilinin müteaddi (= geçişli) olmaması gerekir. "Zeyd, Amr'ı ne dövdü!" vb. örneklere gelince buradaki edrabe taaccubl fiili, "feale" vezninden "feule" veznine aktarılmıştır. Sonra iş bu halde! iken hemze ile geçişli kılınmıştır. Bunun delili Arapların lam ile getirerek demeleridir. Şayet geçişli olarak kalsa idi denirdi. Çünkü bu fiil, bir mef'ule doğrudan doğruya, bir başkasına ise geçişlilik hemzesi ile geçişlidir. Araplar mef'ule geçişlilik sağlayan hemze ile geçişli kıldıklarında diğerine ise lam ile geçişli kıldılar. İşte bu durum; ism-i tafdil ile fiil-i taaccüb, mef'ul üzerinde gerçekleşen fiilden değil, failin yaptığı fiilden türetilirler, demelerini icap ettirmiştir.

 

Ötekiler bu konuda onlara karşı gelerek diyorlar ki: İsm-i tafdil ile fiil-i taaccübün hem failin yaptığı fiilden, hem de mef'ul üzerinde gerçekleşen fiilden türetilmeleri caizdir. Bunun Arapçada çok kullanımı caizliğinin en açık delillerindendir. Arap:"Şu şeyle ne kadar da meşgul oldu!" der ki, buradaki "eşgale" "şugile = meşgul oldu" kelimesinden gelmekte olup "meşgul" anlamındadır. Aynı şekilde Araplar: "Şu şeye ne kadar meftun oldu!" derler ki buradaki "Şu şeye meftun oldu, gönlünü kaptırdı" cümlesinde olduğu gibidir ve "Gönlü kaptırılmış" anlamındadır ki, bu yalnız ve yalnız mef'ul için kurulmuştur."O bana ne kadar sevimli!" derler ki, bu da mefulün fiilinden ve sana mahbub olmasından bir taaccübdür."O bana ne kadar menfur!" ve "O bana göre ne kadar kızılan biri!" cümleleri de böyledir.

 

Burada Sibeveyh'in (vefat h.180 /m 796) sözünü ettiği meşhur bir mesele vardır: Hoşlanmayıp nefret eden sen isen: "Ona ne kadar buğzettim!"; seven sen isen: "Onu ne kadar sevdim!" ve kızan sen isen: "Ona ne kadar kızdım!" dersin. Ama nefret edilen sen isen: "Ona göre ben ne kadar menfur biriyim!"; kızılan sen isen: "Ona göre ben ne kadar kızılacak biriyim!" ve sevilen sen isen: "onun tarafından ne kadar sevilen biriyim!" dersin. Böylece mef'ul üzerinde gerçekleşen fiilden taaccüb eden sen olursun. O halde "lam" ile olan fail içindir; "ila" ile olan mef'ul içindir. Nahivcilerin (gramercilerin) çoğunluğu bu şekilde sebep gösterip değerlendirmiyorlar. Sebep olarak söylenen —Allah daha iyi blir ya— şudur: "Lam", anlam itibariyle fail içindir. Mesela: "bu kimin?" sorusuna"Zeydin" cevabı verilir, lam ile getirilir. "İla" ise anlam itibariyle mef'ul içindir. "Bu kitap (yahut mektup) kime ulaşacak?" sorusuna cevaben: "Abdullah'a"dersin. Bunun sırrı şudur: Aslında "lam" mülkiyet ve bir şeye aidiyet (= ihtisas) bildirmek içindir. İstihkak ise ancak malik ve hak sahibi olan faile aittir. "İla" ise gayeye (sona) eriş ifade eder. Gaye, fiilin icap ettirdiği şeyin sonudur ve mef'ule daha layıktır. Çünkü fiilin icap ettirdiği şeyin tamamındandır. Şair Ka'b b. Züheyr'in Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hakkında söylediği şu beyitler mef'ulün fiiline taaccüb örneklerindendir:

 

"Artık o, kendisiyle konuştuğum vakit benim gözümde daha önce bana: 'Sen yakalanıp öldürüleceksin' denildiğinden- peşpeşe inlerin sıralandığı Asser vadisindeki korulukta mesken edinmiş yatıp duran arslanların kralından daha korkulacak halde idi.

 

Buradaki ... kelimesi "korktu" kelimesinden değil "korkuldu" kelimesinden gelmektedir ki "korkunç ve tehlikeli yer" anlamındadır. Aynı şekilde: "Zeyd ne kadar çılgın!" cümlesindeki ... kelimesi de "delirdi, çıldırtıldı" kelimesinden gelmektedir ki "deli, çarpılmış, çıldırtılmış" anlamındadır. Bu Kufelilerin ve onlara katılanların görüşüdür.

 

Basralılar diyorlar ki: Bunların hepsi kaide dışıdır, itimad edilemez. Bunlarla kideleri altüst edemeyiz. Araplar arasında kullanıldığı kadarıyla kalmaları gerekir.

 

Kufeliler diyorlar ki: Bunun gerek nesir, gerekse nazım şeklinde arapların konuşmalarında çokça rastlanması, kaide dışı olduğunu söylemekten bizi alıkoyar. Zira kaide dışı olan, onların kullanımlarına ve konuşmalarında sık sık geçene aykırı düşen demektir. Bu ise onlara aykırı düşmemektedir. Sizin, fiilin "feule" vezninde olması gerektiği ve bu vezne aktarıldığı, şeklindeki düşünce ve yorumunuza gelince, bu delilsiz bir söz söylemedir ve keyfiliktir. Tutunduğunuz hemze ile geçişlilik sağlama deliline gelince,, bu konuda iş sizin savunduğunuz gibi değildir. Bu yapıda hemze geçişlilik için değil, yalnızca taaccüb ve tafdil ( = üstün tutma) anlamını göstermek içindir. Mesela "fail" kelimesindeki elif, "mef'ul" kelimesindeki mim ve vav harfleri; iftial veznindeki ve mutavaat için olan vezinlerdeki ta harfi ve bunlara benzer asıl kökü üç harfli olan fiile, yalın halindeki anlamından fazla bir anlam taşıdığım göstermek için getirilen ilave harfler gibidir. İşte bu hemzeyi çeken, fiilin geçişli kılınması değil bu sebeptir.

 

Diyorlar ki: Bunun delili şudur: Hemze ile geçişli kılınan fiilin harf-i cer ve şedde ile de geçişli yapılması caizdir. Mesela:"Onu oturttum" ve "Onu ayağa kaldırdım" vb. örneklerde olduğu gibi. Burada hemze yerine başkası geçemez. Böylece hemzenin yine sırf geçişlilik için olmadığı anlaşılmıştır. Çünkü geçişlilik sağlayan "ba" harfi ile bir arada getirilir. Mesela "ne kadar cömert!" ve.. "Ne kadar güzel!" örneklerinde böyle olmuştur. Bir fiil üzerinde iki geçişlilik birleştirilemez.

 

Hem Araplar şu cümleleri kullanırlar: "Ona ne dirhemler verdi!" ve "Ona ne elbiseler giydirdi!" Buradaki taaccub fiilleri "verdi" geçiş "giydirdi" fiillerindendir. Anlam bozulacağından dolayı "el uzatıp almak" anlamındaki ... kelimesine aktarılıp sonra ona geçişlilik hemzesi getirildiğini düşünmek doğru olmaz. Çünkü taaccüb atv'dan yani el uzatıp almaktan değil, i'ta'dan ( = vermekten) kaynaklanmaktadır. Ondaki hemze, taaccüb ve tafdil hemzesidir ve fiilindeki hemzesi hazfedilmiştir. Şu halde bu hemzenin geçişlilik için olduğunu söylemek doğru olmaz.

 

Diyorlar ki: vb. örneklerde olduğu gibi lam ile geçişli yapılmıştır, sözünüze gelince; burada lam'ın getirilmesi, söylediğiniz gibi fiilin lazım (-geçişsiz) olmasından kaynaklanmıyor. Fiil, tasarruftan ( = çekimden) men olunmakla zayıfladığı ve fiillerin yollarından dışarı bir yola sevkedilip görev ve amelini ifadan zayıf kaldığı için destek olarak lam getirilmiştir. Nasıl ki ma'mulü (yani i'rabında etkili olduğu kelime) kendisinden önce geldiğinde ve yan cümle olduğunda fiil lam ile takviye edilir, tıpkı aynı şekilde burada da lam ile takviye edilmiştir... Gördüğünüz gibi tercih edilecek görüş budur.

 

Artık maksada dönelim. Diyoruz ki: "Ahmed" kelimesinin takdiri, birincilerin görüşüne göre: "İnsanların Rabbini en çok hamdedeni" şeklinde; bunların görüşüne göre ise "Övülmeye insanların en layık ve en münasibi" şeklindedir. Bu durumda anlam itibariyle "Muhammed" gibi olur. Ancak aralarındaki fark şudur: "Muhammed" kelimesi, "övülen nitelikleri çok olan"; "Ahmed" kelimesi ise "O övülen, başka övülenlerden daha üstündür." anlamındadır. Şu halde çokluk ve nicelik bakımından "Muhammed", özellik ve nitelik bakımından da "Ahmed"dir. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), layık olan öteki insanlardan daha çok övülmeye layık ve diğerlerinin layık olduğundan daha üstün övgüye layıktır. İnsanların yaptığı en çok ve en üstün övgüler ona yapılır. Böylece her iki ismi de meful üzerinde gerçekleşmektedir. Bu, hem onu övgüde daha edebi ve daha yerinde ve hem de anlam itibariyle daha mükemmeldir. Şayet fail anlamı kastedilmiş olsa, "Hammad" yani çok hamdeden adı verilirdi. Çünkü Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Rabbine en çok hamdeden insandır. Eğer Rabbine hamdetmesi gözönüne alınarak "Ahmed" ismi verilmiş olsa "Hammad" adının konması şüphesiz daha münasip olurdu. Nitekim ümmeti bu adla anılmıştır.

 

Hem bu iki isim onun Muhammed ve Ahmed adlarını almasına sebep olan övülmüş ahlakından ve niteliklerinden türetilmişlerdir. Sayanların, hesap edenlerin sayamayacakları kadar çok olan övülen niteliklerinden dolayı göktekiler, yerdekiler, dünyadakiler, ahirettekiler hep O'nu öveceklerdir. Bu konuyu es-Salatu ve's-Selamu Aleyhi adlı yukarıda anılan kitapta doyurucu genişlikte anlattık. Burada yalnızca yolcunun halinin, kaib ve zihninin dağınıklığının müsaade ettiği ölçüde birkaç söz söyledik. Yardım Allah'tan beklenir ve O'na güvenilir.

 

Mütevekkil: Sahih-i Buhari'deki bir rivayette Abdullah b. Amr diyor ki: Tevrat'ta Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu şekilde anlatıldığını okudum: "Muhammed, Allah'ın rasulüdür. Kurumdur, rasülümdür. O'na Mütevekkil adını koydum. Ne kabadır, ne katı kalblidir ve ne de çarşıda, pazarda bağırıp çağırır. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez. Aksine affeder, bağışlar. Çarpıtılmış dini onunla düzeltip insanlar: "La ilahe illallah" deyinceye kadar asla onun canını almayacağım." Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu isme en layık insandır. Çünkü dini düzeltmek, yerleştirmek yolunda Allah'a gösterdiği tevekkülde hiç kimse ona ortak olamaz.

 

Mahi, Haşir, Mukaffi ve akıb isimlerine gelince; bunlar Cübeyr Mut'im'in aktardığı hadiste açıklanmıştır.

 

Mahi: Allah'ın kendisiyle küfrü mahvedeceği kişi demektir. Küfür, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile mahvedildiği kadar hiçbir kimse ile mahvedilmemiştir. O, peygamber olarak görevlendirildiğinde -Ehl-i Kitab'dan arta kalanlar dışında- yeryüzünde yaşayanların hepsi kafir idiler. İnsanlar ya putperestlerden, gazaba uğramış yahudilerden, sapık hristiyanlardan, ne Rab ne ahiret tanıyan materyalist sabiilerden; ya da yıldızlara tapanlardan, ateşperestlerden, peygamberlerin getirdikleri şeriatları tanımayan ve kabullenmeyen filozoflardan oluşmaktaydı. Allah Teala bunları Rasulü ile mahvetti ve Allah'ın dini her dine galip geldi. O'nun dini gece ve gündüzün ulaştığı yere (yani dünyanın her yerine) ulaştı. O'nun daveti, güneş ışınlarının yayılışı gibi bütün bölgelere yayıldı.

 

Haşir: Bu kelimenin kökü olan "haşr", katlamak ve bir araya getirmek anlamındadır. İnsanlar onun önünde haşrolunacaklardır. Sanki o, insanları hasretmek için peygamber olarak görevlendirilmiştir.

 

Akıb: Peygamberlerin en sonuncusu olarak gelen. O'ndan sonra peygamber gelmeyecektir. Çünkü akıb kelimesi "ahirden sonuncu anlamındadır. O, mühür gibidir. Bundan dolayı kayıtsız şartsız akıb diye adlandırılmıştır. Yani peygamberlerin ardından en son olarak gelen.

 

Mukaffi: Yine aynı anlamdadır. Kendisinden Öncekilerin izlerini kapatan anlamına gelmektedir. Allah, onunla daha önceki peygamberlerin izlerini kapatmıştır. Bu kelime "izlemek, geride kalmak" kökünden türetilmiştir. Bir kimse birinden geri kaldığı zaman ( ta ) "Ondan geri kaldı "Ondan geri kalır" denir. (-Başın ense kısmı" ve"Beytin kafiyesi" sözleri de buradan gelmektedir. O halde Mukaffi: Kendisinden önceki peygamberleri takip edip onların mühürleyicisi ve sonuncusu olan demektir.

 

Nebiyyü't-Tevbe (Tevbe Peygamberi): Allah'ın kendisi ile yeryüzü halkına tevbe kapısını açtığı kimse demektir. Allah onların tevbelerini, ondan önceki yeryüzü halkına benzeri nasip olmayan bir tarzda kabul etti. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) en çok af dileyen ve tevbe eden insandı. Hatta bir tek oturumda yüz kere şöyle dediğini saymışlardı: "Rabbim! Beni bağışla, tevbemizi kabul et. Doğrusu tevbeleri kabul eden ve günahları bağışlayan ancak Sen'sin."

 

Derdi ki: "Ey insanlar! Rabbiniz Allah'a tevbe edin. Zira ben, günde yüz kere Allah'a tevbe ederim.". Aynı şekilde onun ümmetinin tevbesi diğer ümmetlerin tevbelerinden daha mükemmel, kabulü daha çabuk ve yapılması daha kolaydır. Onlardan öncekilerin tevbeleri ı güç işlerdendi. Hatta İsrailoğullarının buzağıya tapmalarının tevbesi, kendilerini öldürmekti. Bu ümmete gelince, Allah Teala katında bir üstünlüğe sahip olduklarından dolayı Allah, onların tevbelerini pişmanlık ve günahı terketmek saymıştır.

 

Nebiyyü'l-Melhame (Savaş Peygamberi): Allah'ın düşmanları ile cihad etmek görevi verilen demektir. Hiçbir peygamber ile ümmeti, Allah Rasülü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile ümmetinin yaptığı cihad kadar asla cihad yapmamışlardır. O'nun ümmeti ile kafirler arasında meydana gelen ve meydana gelecek olan büyük savaşların benzerleri ondan önce hiç görülmemiştir. Zira O'nun ümmeti, birbirini kovalayan asırlar boyunca yeryüzünün her tarafında kafirleri öldürmüşler ve onlara öyle savaşlar açmışlardır ki, kendilerinden başka hiçbir ümmet bunu yapmamıştır.

 

Nebiyyu'r-Rahme (Merhamet Peygamberi): Allah'ın alemlere rahmet olarak gönderdiği peygamber demektir. Allah, O'nun sayesinde mü'min, kafir demeden bütün yeryüzü halkına merhamet etmiştir. Mü'minler, merhametten en çok nasib alanlardır. Kafirlere gelince, onların ehl-i kitap olanları onun gölgesinde, onun eman ve güvencesinde yaşamışlar; O'nun ve ümmetinin öldürdüğü kafirler ise O'ndan dolayı derhal cehenneme atılmışlar ve böylece, sırf ahiretteki azaplarının şiddetini artıran uzun hayattan kurtulmuş oldular.

 

Fatih: Allah'ın kendisiyle, kilitlenmiş hidayet kapısını açtığı kimse demektir. Allah, O'nunla kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri açtığı ve O'na kafirlerin ülkelerini fetih nasib etti. O'nunla cennetin kapılarını açtı. Faydalı ilmin ve salih amelin yollarını O'nunla gösterdi. O halde O'nunla dünya ve ahireti, kalbleri, kulakları, gözleri ve ülkeleri açtı.

 

Emin: Varlıklar dünyasında bu isme en layık olan O'dur. Vahiy ve din konularında Allah'ın kendisine güvendiği kimse O'dur. O, hem göktekilerin ve hem de yerdekilerin güvendiği şahıstır. Bundan dolayı peygamberlikten önce O'na "el-Emin" derlerdi.

 

Dahuk - Kattal (Çok gülen - çok öldüren): Bu iki isim birbiriyle iç içedir; biri diğerinden ayrılmaz. Zira Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) mü'minlerin yüzlerine karşı çok tebessüm eder ve onlara yüzünü ekşitmez, kaşlarını çatmaz, öfkelenmez ve sert davranmazdı. Allah düşmanlarını ise perişan eder,. bu konuda hiç kimsenin kınamasından çekinmezdi.

 

Beşir: İtaat edene sevap müjdesi veren, Nezir: İsyan edeni a2apla korkutan. Allah, kitabının pekçok yerinde O'nu, kendisinin Kulu olarak adlandırmıştır:

 

"Allah'ın kulu, O'na dua etmek için namaza durduğunda neredey üzerine örtülüyorlardı. "[Cin, 19]

 

"Hakkı batıldan ayırdeden Kur'an'ı kuluna indiren Allah yücelercesidir.[Furkan, 1]

 

"O anda Allah artık kuluna vahyedeceğini vahyetti. [Necm, 10] "Kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız...[Bakara, 23]

 

Sahih bir hadiste Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğu aktarılmaktadır: "Ben, kıyamet günü, Ademoğullarının efendisiyim ( = Seyyidu veled-i Adem). Bunda övünç yok. "

 

Allah, O'nu, aydınlatan bir kandil, es-Siracu'l-Münir [Ahzab, 46] ve ziyası yanıp ışık veren bir kandil, es-Siracu'l-Vehhac [Nebe, 13] olarak adlandırmıştır. Münir; Vehhac'ın aksine yakmaksızın aydınlatan, ışık veren demektir. Vehhac'da ise bir tür yakma ve yanma anlamı vardır.

 

 

8- Birinci ve İkinci Hicret:

 

Müslümanlar çoğalıp kafirler onlardan korkmaya başlayınca Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) yaptıkları eza ve müslümanlara verdikleri işkence şiddetini artırdı. Bunun üzerine Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi ve: "Orada bir hükümdar vardır. Onun yanında insanlara zulüm yapılmaz," buyurdu. Müslümanlardan 12 erkek, 4 kadın oraya hicret etti. Aralarında Hz. Osman b. Affan da vardı. Yola ilk çıkan Hz. Osman idi, Allah Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kızı olan hanımı Rukiyye de beraberinde idi. Müslümanlar Habeşistan'da en iyi şartları içeren bir yerde yerleştiler. Kureyş'in müslüman olduğu haberi kendilerine gelince -ki bu haber yalandı- Mekke'ye geri döndüler. (Yolda) durumun olduğundan daha şiddetli bir hal aldığı haberi kendilerine ulaşınca bir kısmı geri döndü. Bir grup ise Mekke'ye girdi; Kureyş'in pek şiddetli bir eziyeti ile karşılaştılar. Şehre girenler arasında Abdullah b. Mes'ud da vardı..

 

Sonra Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ikinci kez müslümanlara Habeşistan'a hicret izni verdi. Bunun üzerine -şayet, şüpheli olmakla birlikte aralarında Ammar var ise- 83 erkek ve 18 kadın oraya hicret ettiler ve Necaşi'nin yanında iyi bir şekilde yerleştiler. Bu durum Kureyş'e ulaşınca derhal harekete geçip Necaşi'nin yanında onları tuzağa düşürmek amacıyla Amr İbnü'l-As ve Abdullah b. Rabia başkanlığında bir heyet gönderdiler. Allah, onlar tuzaklarını kursaklarında bıraktı. Bunun üzerine Allah Rasulü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) verdikleri eziyet şiddetlendi; onu ve ailesini Ebu Talib'in vadisinde (yahut mi hailesinde) üç sene -bir görüşe göre iki sene- kuşatma altına aldıla'". Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kuşatmadan çıktığında 49 -bir görüşe göre de 48-- yaşında idi. Bundan birkaç ay sonra Amcası Ebu Talib 87 yaşında öld Vadide iken Abdullah b. Abbas dünyaya geldi. (Ebu Talib'in ölümü üzefl ne) kafirler ona şiddetli eziyet verdiler. Bundan kısa bir süre sonra da hanımı Hz. Hatice vefat etti. Kafirlerin ona verdikleri eziyet şiddetini artırdı. Bunun üzerine Allah Teala yoluna davet için Taife gitti. Günlerce (on gün) orada kaldı. Hiç kimse davetini kabullenmedi. O'na eziyet ettiler, memleketlerinden kovdular ve yol kenarlarına iki sıra olup onu taşladılar. Öyle ki topukları kana bulandı. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlardan ayrılıp Mekke'ye döndü. Yolda hristiyan Addas ile karşılaştı. Addas ona inanıp tasdik etti. Yine yolda iken, Nahle denilen yerde kendisine Nasibin halkından yedi kişilik bir cin grubu gönderildi ve bu cinler Kur'an'i dinleyip müslüman oldular''. İşte bu yolculuğu esnasında Allah, "dağların meleğini" gönderip ona uymasını ve şayet isterse Mekke'nin iki büyük dağını (Ebu Kubeys ve Ahmer dağlarını) kavminin üzerine geçirmesini emretmiş, o ise: "Hayır. Onlara yumuşak davranılmasını, mühlet tanınmasını istiyorum. Belki Allah, onların sulblerinden kendisine ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak tutmayacak kimseler çıkaracaktır. demişti. Yolda iken şu Sonra Mut'im b. Adiy'in emanında Mekke'ye girdi. Daha sonra da ruhu ve bedeniyle Mescid-i Aksa'ya gece götürüldü (İsra hadisesi). Oradan göklerin ötesine bedeni ve ruhu ile Allah Teala'ya çıkarıldı (Mi'rac hadisesi). Allah, onunla konuştu ve ona namazları (beş vakit namazı) farz kıldı. Bu yalnız bir kere oldu. Görüşlerin en doğrusu budur. Kimisi: "Bu hadise uykuda olmuştu.", kimisi: "Hz Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) gece götürüldü, denir; uykuda yahut uyanıkken oldu, denilmez." kimisi: "İsra hadisesi Beyt-i Makdis'e kadar uyanıkken, oradan göğe ise uykada gerçekleşti.", kimisi: "İsra hadisesi biri uyanıkken, biri uykuda olmak üzere iki kere oldu." ve kimisi de: "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) İsra hadisesini üç kere yaşadı." diyor. Bu hadisenin peygamberlikten sonra olduğunda görüşbirliği vardır.

 

Şerik'in rivayetinde bu olayın Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vahiy gelmeden önce gerçekleştiği yer almaktadır ki, bu, Şerik'in İsra olayım aktarırken yaptığı sekiz hatadan biri ve onun yanlış anlaması olarak değerlendirilmiştir. Bu rivayeti kimileri: "Uykuda olan İsra vahiy gelmeden önce, uyanıkken olan İsra ise peygamberlikten sonra idi." diye yorumlamaya kalkışırken, kimileri de: "Buradaki vahiy, mukayyeddir, (yani belli özel ve sınırlı anlamı vardır) yoksa peygamberliğin başlangıcı olan mutlak vahiy değildir. Maksat, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) İsra olayı hakkınaa vahiy gelmeden, daha önceden haber vermeksizin, ansızın Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) isra buyurulduğudur." demektedirler. En doğrusunu Allah bilir.

 

Mekke'de kaldığı sürece kabileleri Allah Teala'ya davet ediyor ve kendisini her hac mevsiminde onlara arzediyor, Rabbinin elçiliğini yapabilmesi için kendisini barındırmalarını istiyor, dileğini yerine getirirlerse cennete gideceklerini söylüyordu. Hiçbir kabile çağrısını kabul etmedi. Bu işi Allah, Ensar'a bir şeref olarak sakladı. Allah Teala dinini açığa çıkarmak, va'dini yerine getirmek, Peygamberine yardım etmek, Allah sözünü yüceltmek ve düşmanlarından intikam almak isteyince -kendilerine bir şeref bahşetmek dileğiyle- Ensar'ı, O'na gönderdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hac mevsiminde onlardan altı -bir görüşe göre sekiz- kişilik bir grubun yanına yaklaştı. Mİna'da Akabe denilen yerde başlarını tıraş ediyorlardı. Yanlarına oturdu. Onları Allah'a davet etti ve onlara Kur'an okudu. Onlar da Allah ve Rasulünün davetini kabul edip Medine'ye döndüler. Kavimlerini İslam'a davet ettiler. Aralarında İslam yayıldı. Allah Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) adı geçmeyen hiçbir Ensar evi kalmadı. Medine'de ilk defa içinde Kur'an okunan mescid Züraykoğulları Mescidi'dir.

 

Sonra ertesi sene aralarında ilk altıdan beş kişinin de bulunduğu 112 erkekten oluşan bir Ensar grubu geldi. Allah Rasulüne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Akabe'de' gelecek sene buluşmak üzere biat ettiler; sonra Medine'ye döndüler. Ertesi yıl 73 erkek, 2 kadın Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) geldiler. -bunlar son Akabe grubu oluyorlar- Allah Rasülü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kadınlarını, çocuklarını ve kendilerini korudukları şeylerden O'nu da korumak üzere biat ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile arkadaşları onların yanlarına göçtüler. Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu son Akabe grubu arasından 12 nakib ( = temsilci) seçti.

 

Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem) arkadaşlarının Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. Bunun üzerine birbirini takiben, bölük bölük yola çıktılar. Bir görüşe göre ilk çıkan Ebu Seleme b. Abdülesed el-Mahzumi, bir görüşe göre de Mus'ab b. Umeyr'dir. Gelenler Ensar evlerinde konuk oldular. (Ensar adını alan! bu Medineli müslümanlar) hicret edenleri yanlarında barındırdılar, onlara yardım ettiler. Böylece İslam Medine'de yayıldı.

 

Sonra Allah, Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hicret etmesine izin verdi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Rebiülevvel -bir görüşe göre Safer- ayında pazartesi günü Mekke'den yola çıkti. O zaman 53 yaşında idi. Beraberinde Ebu Bekir es-Sıddik ve Ebu Bekir'in kölesi Amir b. Füheyre vardı. Kılavuzları Abdullah b. Uraykıt el-Leysi idi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) İle Hz. Ebu Bekir, Sevr mağarasına girip orada üç gün kaldılar. Sonra sahil yolunu tuttular. Rabiülevvel ayının 12. gecesi pazartesi günü -bu konuda farklı görüşler ileri sürenler de vardır- Medine'ye ulaşınca, Medine'nin üst taraflarında Kuba denilen yerde Amr b. Avf oğullarının konuğu oldu. -bir görüşe göre Gülsüm b. el-Hidm'in, diğer bir görüşe göre de Sa'd b. Hayseme'nin konuğu olduğu ileri sürülmüşse de birincisi daha meşhurdur-. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onların yanında 14 gün kaldı ve Kuba Mescidini tesis etti. Sonra cuma günü yola koyuldu. Salim oğullarına vardığında cuma vakti girdi. Yanındaki yüz müslümanla birlikte onlara cuma namazını kıldırdı. Sonra da devesine binip yola koyuldu. İnsanlar, kendilerinin yanında konuk olması için onunla konuşmaya ve devesinin yularını tutmaya başladılar. Bunun üzerine: "Yolunu açın. Zira o, nerede duracağı hakkında gerekli emri almıştır." buyurdu. Deve bugünkü Mescid-i Nebevi'nin bulunduğu yerin yakınına çöktü. Burası Neccar oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki çocuğun hurma kuruttukları bir yerdi. Devesinden inip Ebu Eyyub el-Ensari'nin evine konuk oldu. Sonra hurma kurutulan bu yerde arkadaşlarıyla beraber kendi eliyle hurma dalları ve kerpiçten kendi mescidini yaptı. Sonra da mescidin yanına kendisinin ve hanımlarının odalarını yaptı. O'nun odasına en yakın olanı Hz.Aişe'nin odasıydı. Yedi ay kaldıktan sonra Ebu Eyyub'un evinden kendi evine taşındı.

 

Habeşistan'daki arkadaşlarına Medme'ye hicret ettiği haberi ulaşınca onlardan otuz üçü geri döndü. Bunlardan yedisi Mekke'de hapsedildi. Geri kalanlar Medine'ye varıp Allah Rasuİü'ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) katıldılar. Sonra (Habeşistan'daki müslümanlardan) orada kalanlar Hayber savaşının olduğu hicretin yedinci senesi bir gemi ile hicret ettiler.

 

 

9- Çocukları:

 

İlki, Kasım'dır. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onunla künyelenmiştir. (Ebu'l-Kasım diye). Daha küçük çocuk iken öldü. Hayvana binecek, uslu deve üzerinde gezinecek çağa gelinceye kadar yaşadığı da söylenmektedir.

 

Sonra Zeyneb dünyaya gelmiştir. Kasım'dan daha büyük olduğu da söylenmektedir. Sonra Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma dünyaya gelmiştir. Herbiri hakkında "Diğer iki kızkardeşinden daha büyüktü" diyenler vardır. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, Rukiyye üç kızın en büyüğü ve Ümmü Gülsüm onların en küçüğüdür.

 

Sonra oğlu Abdullah dünyaya geldi. Abdullah, peygamberlikten sonra mı, önce mi dünyaya geldi? Bu konuda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları peygamberlikten sonra dünyaya geldiği görüşünün doğru olduğunu söylemişlerdir. Tayyib ve Tahir, o mudur, yoksa ondan ayrı iki çocuk mudur? Bu konuda da iki görüş ortaya atılmıştır. Doğrusu bu iki isim onun lakablarıdir. En doğrusunu bilen Allah'tır.

 

Bu çocukların hepsi Hz. Hatice'dendir. Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ondan başka bir hanımından çocuğu dünyaya gelmemiştir.

 

Sonra Medine'de, hicretin sekizinci senesinde Mısır yerlisi bir hamım olan cariyesi Mariye'den oğlu İbrahim dünyaya geldi. Oğlunun dünyaya geldiğini azadlı kölesi Ebu Rafi' müjdeledi; Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de ona bir köle bağışladı. İbrahim daha sütten kesilmeden bebek iken öldü. Cenaze namazının kılınıp kılınmadığı konusunda iki ayrı görüş ileri sürülmüştür.

 

Hz. Fatıma dışında bütün çocukları kendisinden önce vefat etti. Hz. Fatıma ise kendisinden altı ay sonra vefat etti. Sabrına, tahammülüne ve mükafatım Allah'tan beklemesine karşılık Allah diğer bütün kadınlardan üstün gelecek şekilde onun derecelerini yükseltti. Hz. Fatıma kayıtsız şartsız, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kızlarının en faziletlisidir. Kimileri Hz. Fatıma'nın, kimileri annesi Hz. Hatice'nin, kimileri de Hz. Aişe'nin bütün kadınların en faziletlisi olduğunu söylerken; kimileri de bu konuda görüş belirtmemeyi savunmaktadır.

 

 

10- Amcaları:

 

1- Allah'ın ve Rasulünün aslanı, şehidlerin efendisi Abdülmuttaiib oğlu Hz. Hamza, 2- Abbas, 3- Ebu Talib: Adı Abdümenaf'tır, 4- Ebu Leheb: Adı Abdüluzza'dir, 5- Zübeyr, 6- Abdülkabe, 7- Mukavvim, 8- Dırar, 9- Kuşem, 10- Muğire: Lakabı Hacel'dir, 11- Gaydak: Adı Mus'ab'dır; Nevfel olduğu da söylenmiştir. Bazıları bu listeye Avvam'ı da ilave etmektedir. Bunlardan yalnızca Hz. Hamza ve Hz. Abbas müslüman olmuşlardır.

 

 

11- Halaları:

 

1- Safiyye: Zübeyr b. Avvam'ın annesidir, 2- atike, 3- Berra, 4- Erva, 5- Ümeyme, 6- Ümmü Hakim el-Beyza. Bunlardan Safiyye müslüman olmuştur. atike ve Erva'nın müslüman olup olmadıklarında ihtilaf edilmiş, bazıları Erva'nın müslüman olduğunu doğrulamışlardır.

 

Amcalarının en yaşlısı Haris, en küçüğü ise Hz. Abbas'tır. Hz.Abbas'ın nesli devam etti ve yeryüzünü çocukları doldurdu. "Me'mun zamanında onun soyunun nüfus sayımı yapıldı. Altı yüz bine ulaştıkları görüldü." denmişse de bunda -açıkça görüldüğü üzere- bir abartma sözkonusudur. Aynı şekilde Ebu Talib'in de soyu devam edip çoğaldı. Haris ile Ebu Leheb'in de soyları devam etti. Bazıları Haris ile Mukavvim'in, bazıları da Gaydak ile Hacel'in aynı şahıs olduklarım söylemişlerdir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

B) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) HUSUSİ VE RESMİ ÇEVRESİ