UMDETU’L

AHKAM

KADILlK / HÜKÜM VERME

 

ZAHİRE VE HÜCCETİ (DELİLİ) GÜZEL ANLATMAYA GÖRE HÜKÜM VERME BABI

 

4450-5/3- Bana Harmele b. Yahya da tahdis etti ... Nebi (s.a.v.)'in zevcesi Ümmü Seleme'den rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) adasının kapısında davacıların gürültüsünü işitince yanlarına çıktı ve:

"Ben ancak bir beşerim. Hiç şüphesiz davacı (lar) bana gelir. Belki onların biri diğerinden daha beliğ olabilir. Ben de onun doğru söylediğini düşünerek onun lehine hüküm verebilirim. Kimin lehine bir müslümanın hakkını hükmederek verirsem şüphesiz ki o ancak ateşten bir parçadır. İster onu taşısın ister bıraksın" buyurdu.

 

Açıklama:

 

(4448) Rasulullah (s.a.v.)'in: "Siz benim huzurumda davalaşıyorsunuz ... Ona ateşten bir parça kesip veriyorum." diğer rivayette (4450) "Ben ancak bir beşerim ... Onu ister taşısın ister bıraksın" buyurulmaktadır.

el-Hanu: Daha güzel açıklayan lafzı ha harfi fethalı olup ikinci rivayette açıkça ifade ettiği gibi daha beliğ ve delilini ortaya koymayı daha iyi bilen demektir.

 

Rasulullah (s.a.v.)'in: "Ben ancak bir beşerim" buyruğunun anlamı beşeriyetin haline dikkat çekmek ve yüce Allah kendilerine bu kabilden bir şey bildirmediği sürece gaybden ve işlerin gizli iç hallerinden hiçbir şeyi bilmelerinin mümkün olmadığına dikkat çekmektir. Ayrıca Rasulullah (s.a.v.)'in hakkında sair beşer için geçerli olan hususların ahkam ile ilgili hususlarda onun için de geçerli olduğuna, kendisinin insanlar arasında zahire göre hüküm verdiğine, gizli ve iç halleri ise Allah'ın görüp ondan hesaba çekeceğine dikkat çekilmektedir. Bu sebeple o beyyine ile, yemin ile ve buna benzer zahiri hükümlere göre hüküm verir.

 

Halbuki işlerin iç yüzünün bundan farklı olması mümkündür. Ama o ancak zahire göre hüküm vermekle yükümlü tutulmuştur. Bu da Rasulullah (s.a.v.)'in: "Ben la ilahe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söylemeleri halinde kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak onun hakkıyla koruyabilirler. Hesaplarını görmek ise Allah'a aittir" buyruğuna benzemektedir. Lanetleşen karı koca ile ilgili hadiste de: "Eğer yeminler olmasaydı ben ona (lanetleşen kadına) ne yapacağımı bilirdim" buyurdu.

 

Elbetteki yüce Allah dilemiş olsaydı onun her iki hasmın iç durumunu da bilmesini sağlar ve o da herhangi bir şahitliğe ya da yemine gerek duymadan kendi içindeki kesin bilgiye göre hüküm verirdi. Ama yüce Allah ümmetine ona tabi olmayı, söz, fiil ve hükümlerinde ona uymayı emrettiği için işlerin iç yüzünü bilmemek hususunda onların hükmünü de onun için geçerli kıldı. Böylelikle bu hususta ümmetin hükmü onun hükmü ile aynı olsun. Bunun için yüce Allah kendisinin başkası ile eşit olduğu zahire göre hüküm verme halini icra etmiştir. Böylelikle ona uymak mümkün olabilsin ve batına bakmaksızın zahiren görülen hükümlere uyup, onları kabul etmek hususunda kulların gönülleri hoş olsun. Allah en iyi bilendir.

 

Bu hadis Nebi (s.a.v.)'in bazı hallerde batına uymayan bir zahir ile karşı karşıya kalabileceğini göstermektedir. Halbuki usül alimleri onun hükümler hususunda hata üzerinde bırakılmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir denilecek olursa buna cevap şudur: Hadis ile usül alimlerinin kaidesi arasında herhangi bir çatışma yoktur. Çünkü usül alimlerinin kastettikleri hakkında içtihadı ile hüküm verdiği hususlardır. Acaba bu hususta hata etmesi mümkün müdür? İşte bu konuda mümkün olup olmaması ile ilgili çoğunluğun görüş ayrılığı vardır. Aralarından bunun olmayacağını söyleyenler vardır. Caizdir diyenler ise O hatasının devamı üzerinde bırakılmaz. Aksine yüce Allah onu kendisine bildirir ve O da bunu telafi eder demişlerdir.

 

Hadisteki bu durumun anlamı da şudur: Eğer beyyine ve yemin gibi içtihadda bulunmaksızın hüküm verecek olursa işte bu gibi hallerde zahiri batını ile örtüşmeyen bir hüküm verecek olursa verdiği bu hükme hata denilmez. Aksine mükellef olduğu kesinleşen esaslara bağlı olarak verdiği hüküm doğrudur. Mesela iki şahitin şahitliği ile amel etmenin gerekliliğidir. Eğer bu iki şahit yalancı ise ya da buna yakın bir durumda ise kusur onlardandır ve onlara yardımcı olanlardandır. Hükme gelince bu hususta onun için başka bir çare yoktur. Bundan dolayı ayıplanması da söz konusu olamaz. Halbuki içtihat edip hata ederse durum böyle değildir. Çünkü böyle bir olayda verdiği böyle bir hüküm şeriatın hükmü değildir. Allah en iyi bilendir.

 

Bu hadis-i şerifte Maliki, Şafii ve Ahmed'in mezhebleri ile İslam alimlerinin ve ashab, tabiIn ve onlardan sonra gelen çeşitli bölgelerdeki fukahanın büyük çoğunluğunun şu görüşünün lehine delil bulunmaktadır: Hakimin hükmü batını değiştirmez ve haramı helal kılmaz. Buna göre iki yalancı şahit bir malın bir kişiye ait olduğuna tanıklık etse hakim de buna göre hüküm verse lehine hüküm verilen kişiye bu mal helal olmaz. Eğer kişi aleyhine başkasını öldürdüğüne dair şahitlik ederlerse velinin onların yalan söylediklerini bilmekle birlikte öldürülmesini sağlaması helal olmaz. İki şahit eğer bir kişinin hanımını boşadığına şahitlik ederse onların yalan söylediklerini bilen bir kimsenin hakimin kadının boşandığına hüküm vermesinden sonra o kadın ile evlenmesi helal değildir.

 

Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Hakimin hükmü malları değil de fercleri helal kılar. Bu sebeple o şöyle demektedir: Burada sözü geçen böyle bir kadını nikahlamak helal olur. Ancak bu kanaat hem bu sahih hadise hem de ondan önceki icmaa aykırıdır. Diğer taraftan kendisinin de başkasının da uygun bulduğu bir kaideye de aykırıdır ki o da fercler hususunda ihtiyatlı olmak mali konularda ihtiyatlı bulunmaktan önceliklidir.

 

Rasulullah (s.a.v.)'in: "Ben bununla ona ateşten bir parça kesip vermiş oluyorum. " Yani böyle birisinin lehine batına aykırı zahiren bir hüküm verecek olursam o haramdır ve sonunda cehennem ateşine götürür.

 

"Onu ister taşls ın ister bıraksın." Burada onu serbest bırakmak anlamında değildir. Aksine bu tehdit ve korkutmadır. Yüce Allah'ın: "İsteyen iman etsin isteyen de kafir olsun" (Kehf, 29) buyruğu ile: "İstediğiniz gibi amel ediniz" (Fussilet, 40) buyruğu gibidir.

 

"Ümmü Seleme'nin kapısı önünde hasımların gürültüsünü işitti." Burada "lecebe" lafzı lam, cim ve be harfleri fethalı olarak söylenir. Bundan önceki rivayette ise "celebe" şeklinde olup cim harfi lamdan öncedir. Her ikisi de doğrudur. Celebe ve lecebe seslerin birbirine karışması demektir. Buradaki (tekil olarak kullanılmış olan) "hasb" lafzı çoğul anlamındadır. Bu da hem tekil hem çoğul hakkında kullanılan lafızlardandır. Allah en iyi bilendir.

 

Rasulullah (s.a.v.)'in: "Her kimin lehine bir müslümana ait bir hakkı hükmedip verecek olursam" burada "müslüman" kayıtlaması çoğunlukla görülen hal içindir. Yoksa kafiri bu hususta hükmün dışında tutmak kastedilmemiştir. Çünkü zımminin de antlaşmalının da mürtedin de bu hususta malı tıpkı müslümanın malı gibidir. Allah en iyi bilendir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

HAKİMİN KIZGINKEN HÜKÜM VERMESİNİN MEKRUH OLDUĞU BABI