Ana sayfa

 

ALİ BİN EBİ TALİB R.A. علي بن أبي طالب :

Ali (r.a.)’ın Humeydi’deki Hadisleri

 

Ali bin Ebi Talib (r.a.) İbnü’l-Esir

 

Şafii’nin Ali b. Ebı Talib'in Kıble Ehliye Savaşmasıyla İlgili Söyledikleri

 

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Peygamberimizin (s.a.v.) damadı ve dördüncü halîfesidir. Peygamberimizin (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Künyesi Eb’ül-Hüseyin’dir. Bir künyesi de Peygamberimizin (s.a.v.) iltifat buyurarak söylediği “Ebû Türâb”dır. Hiç puta tapmadan müslüman olduğu için “Kerremallahü vecheh”, kahramanlığı ve çok cesur olmasından dolayı “Kerrâr” “Esedullah-il gâlib” lâkabları verilmiştir. Ayrıca takdir-i ilâhiyyeye gösterdiği tam rızadan dolayı da “Mürteza” denilmiştir. Hz. Ali, Hicret’ten yirmiüç sene önce (m. 579) senesinde Mekke’de doğdu. 40 (m. 660)’da şehîd edildi. Hz. Ali Cennetle müjdelenen on sahâbîden dördüncüsü ve Ehl-i beytin birincisidir.

 

Hz. Ali’nin babası Ebû Tâlib’in, geliri az, ailesi kalabalıktı. O sıralarda Mekke’de bir kıtlık hüküm sürdüğünden Peygamber efendimiz (s.a.v.), amcası Abbas’a (r.a.): “Ey amca, kardeşinin çoluk çocuğu çok olmakla masrafı da çoktur. Buna mukabil geliri azdır. Ona yardımcı olmak lâzımdır. Aile geçimindeki yükünü hafifletelim. Her birimiz bir oğlunu alalım”, teklifinde bulundu. Bu teklifin, amcası Ebû Tâlib tarafından kabulü ile Hz. Ali beş yaşından itibaren Resûlullah ile yaşamış, Resûl-i Ekrem’in tâlim ve terbiyesinde yetişmiş, O yüce irfan hazinesinin feyzinden kana kana içmiştir.

 

Çocuklar arasında ilk defa Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini tasdîk edenlerdendir. Güzel ahlâkın canlı timsali idi. “Allah’ın arslanı!” diye tanınmıştı. Şecaati, metaneti, cesareti eşsizdi, hiç bir vakit haddi aşmazdı.

Hayatının sonuna kadar Hz. Resûl’ün yanından hiçbir suretle ayrılmamış, daima meclislerinde bulunmuş, Onu can kulağıyla dinlemiştir. Küçük yaşta müslüman olmuş ve Nebîyy-i zi-Şân’ın yüksek nazarlarına,

muhabbetlerine mazhar olduğundan dolayı kendisinde harikulade meziyyetler tecelli edip

durmuş, Resûl-i Ekrem’in ilmen, ahlaken vârisi olmuştur.

Müslüman olması şöyle olmuştur: Daha on yaşında iken, bir gün Resûlullah (s.a.v.) ile Hz.

Hadîce’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra, “Bu nedir?” diye sordu Resûl-i Ekrem

(s.a.v.): “Bu Allahü teâlânın dinidir. Seni bu dîne davet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur.

Lât ile Uzzâ isimli putları terk etmeni emrederim.” diye cevap verdi. Ali (r.a.): “Önce bir babama danışayım.”

dedi. Resûlullah ona “İslâma gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!” buyurdu. Hz. Ali ertesi

sabah, Resûlullahın huzuruna gelerek “Yâ Resûlallah, bana İslâmı arz eyle” diyerek müslüman oldu.

Müslüman olanların üçüncüsüdür. Hz. Ali, çok fedâkâr idi. Onun Resûl-i Ekrem (s.a.v.) uğrunda gösterdiği

fedâkârlık ve O’nu kendine tercih etmesi, her türlü takdirlerin üstündedir.

Peygamber efendimiz, Hak teâlâ’dan hicret emrini aldığı zaman, Hz. Ali’nin de Resûl-i Ekrem’in

yatağında yatacağı, Allahü teâlâ tarafından emredilmişti. Böylece Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in evlerindeki

emânetleri yerine ulaştırmak için ve Mekke’de kalan Eshâb-ı kirâm üzerine vekili oluyordu. Resûl-i Ekrem

bunların hepsini Hz. Ali’ye emânet etmişti.

Hicret gecesi kâfirler, Resûlullah’ın (s.a.v.) saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Şeytan da aralarında

idi. Hak teâlâ, şeytân dahil bütün kâfirlere bir uyku verdi. Bunlar uykuda iken Resûl-i Ekrem, Hz.

Ebû Bekir ile beraber evden çıktılar.

Hak teâlâ, Mikâil ve İsrâfil (a.s.)’a “Kafirler belki bir anda. Ali’ye bir hatada bulunurlar. Sizler

behemehal Ali’nin yanına yetişin?’ buyurdu. Bu iki büyük melek, Hz. Ali’nin yanına geldiler. Mikâil

(a.s.) Hz. Ali’nin başucunda, İsrâfil (a.s.)’da ayak ucunda oturup duâ ederlerdi. Bir zaman sonra (mel’ûn)

Şeytan uyandı. Yüksek sesle: “Vay! Muhammed kaçtı.” dedi. Şeytan, kâfirlere insan suretinde görünürdü.

Kâfirler mel’ûna: “Ne biliyorsun?” dediler. Mel’ûn Şeytan: “Binlerce senedir uyku gözüme girmemişken,

bu gece Muhammed’in yaptığı sihirle uyuyakalmışım” dedi.

Bunun üzerine bütün kâfirler Resûl-i Ekrem’in evine hücum ettiler. Hz. Ali’yi, Resûlullah’ın (s.a.v.)

yatağında gördüler. Resûl-i Ekrem’in nerede olduğunu sordular. Hz. Ali “Bilmem” dedi. Kâfirler aramak

için dışarıya çıktılar. Ertesi gün o kadar kâfirin arasında, Resûlullah’ın (s.a.v.) Kâ’be-i şerîfte devamlı

oturdukları makama Hz. Ali oturdu. “Resûl-i Ekrem’de kimin hakkı var ise, gelsin benden alsın!” diye

nida ettirdi. Herkes gelip nişanını söyleyerek emânetini aldı. Bütün emânetlerini sahiplerine teslim etti.

Mekke-i Mükerreme’de kalan Eshâb-ı Güzin, Hz. Ali’nin kanadı altına sığındılar. Hiçbir kâfir, Hz.

Ali’nin korkusundan Eshâb-ı kirâmın hiçbirine eziyyet edemedi. Resûlullah’ın saâdethâneleri Mekke’de

olduğu müddetçe Hz. Ali de orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i Ekrem evinin, Medine-i Münevvere’ye

getirilmesini emir buyurdu.

Allah’ın arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. “İnşâallahü teâlâ yarın Medine-i

Münevvere’ye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin” buyurdu. Hepsi başlarını

eğip hiçbir şey söylemediler. Hz. Ali oradan ayrılınca Ebû Cehil kalktı: “Ey Kureyş’in büyükleri! Muhammed,

evi burada olduğu müddetçe bize düşmanlık etmez, buna mâni olmalıyız”, dedi. Kâfirlerin her biri

şöyle yaparız, böyle yaparız, dediler. Sonra Hz. Abbas’a yalvardılar. “Kardeşinin oğluna söyle Muhammed’in

evini kaldırmasın, yoksa aramız açılır”, dediler. Hz. Abbas bu sözleri Hz. Ali’ye söyledi. Hz. Ali;

“Amcacığım, yarın inşâallah Resûl-i Ekrem’in evindeki eşyayı götüreceğim. Kararım kat’îdir. Yoluma

çıkan olursa cenk ederim.” buyurdu. Hz. Abbas, Hz. Ali’nin sözlerini Kureyş kâfirlerine söyleyince canları

sıkıldı. Hz. Ali’yi şehirden dışarı çıkarmayacaklarına karar aldılar. Sabah oldu. Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in

saâdethânesindeki eşyaları toplayıp yola koyuldu. Kureyş’den dört beş kişi atlı olarak Hz. Ali’nin yolunu

kestiler. “Geri dön, yoksa, seninle cenk ederiz.” dediler. Hz. Ali yükleri indirip bunların üzerine yürüdü.

Hak teâlânın izniyle onlara galip geldi. Tekrar hâne-i se’âdetin mübârek yüklerini kaldırıp yola koyuldu.

Yolda, o zaman henüz îmân etmemiş olan Mikdâd bin Esved, Hz. Ali’nin karşısına çıktı. Hz. Ali hiçbir

söz söyletmeden bir vuruşta yere yıktı. Göğsüne çıkıp imâna davet buyurdu. Derhâl cân-ı gönülden kabul

edip Müslüman oldu. Mikdâd bin Esved’in (r.a.) bir oğlu, Hz. Hüseyin uğrunda, Kerbelâ’da canını

fedâ edip şehîd olmuştur. Mikdâd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve bahadırlarındandır. Hz.

Ali, Resûlullah’a (s.a.v.) şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kuba’da yetişmişti. Gündüzleri

saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda Peygamberimizin huzuruna

gidemiyecek bir halde idi. Resûl-i Ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, Hz.

Ali’yi görünce hâline acımış, sevgili, fedâkâr amca-zâdesini kucaklamış, mübârek iki eliyle, o hak yolunda

binlerce meşakkate katlanmış olan narin, nazik ayakları okşamış, kendisine afiyeti için duâ buyurmuştu.

Hatta Hz. Ali’nin bu fedâkârlığı üzerine: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızâsı için

nefsini fedâ eder.” âyet-i celîlesinin nazil olduğu rivâyet edilir.

Hz. Ali, Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin inşaasında çok çalışmış, bizzat sırtında taş

ve toprak taşımıştır. Başta Bedir, Uhud ve Hendek harbleri olmak üzere, Resûlullahın bütün gazvelerinde

bulunarak, fevkalâde gayret ve kahramanlıklar göstermiştir. Hz. Ali Bedir savaşında birçok azılı müşriki

öldürmüştür. Daha savaşın başlarında mübârezede Velîd bin Ukbe’yi bir kılıç darbesiyle öldürdü.

Akşama doğru, iki taraf da birbirine karışmıştı. Kum tepesinin üzerinde zırhlara bürünmüş müşriklerden

birisi, Sa’d bin Hayseme’yi şehîd etmişti. Hz. Ali, O’na yaklaştı. Müşrik atından indi ve Hz. Ali ile vuruşmaya

başladı. Hz. Ali, müşrikin darbesini kalkanı ile karşıladı ve müşrikin kılıcı kalkana saplanıp kaldı.

Hamle sırası Hz. Ali’ye gelmişti. Hz. Ali kılıcı ile müşrikin göğsüne doğru çaldı. Zırhını enlemesine biçince

müşrik titredi ve sarsıldı. Hz. Ali o esnada arkasında bir kılıcın parladığını ve şakıdığını görünce başını

eğdi. Kılıcı parlatan “Al buda ben Abdülmuttalib’in oğlundan!” derken müşrikin kellesi, miğferiyle

birlikte yere yuvarlandı. Hz. Ali dönüp arkasına baktığı zaman, Hz. Hamza’yı gördü.

Yine bu savaşta Nevfel bin Huveylid ile karşılaştı. Nevfel hakkında Peygamber efendimiz (s.a.v.)

buyurdu ki: “Yâ Rabbi! Nevfel bin Huveylide karşı bana yardımcı ol! O’nun hakkından gel!” diye

duâ etmişti. Hz. Ali, onun bu savaşta kılıcıyla önce bacaklarını sonra kafasını kopardı. Sonra Peygamber

efendimize (s.a.v.) Nevfeli öldürdüğünü haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Allahü ekber”

diye tekbir getirdi ve “Allahü teâlâ O’nun hakkında duâmı kabul etti” buyurdu. Hz. Ali, Bedir’de ayrıca

Âs bin Sa’îd’i de katlederek, müslümanlara büyük hizmet etti. İbn-i Esir’in rivâyetine göre Hz. Ali, Bedir

savaşında müşriklerin başlarını ağaçlardan meyva düşürür gibi düşürüyordu. Bedir savaşına katıldığında

25 yaşında idi. Hz. Ali sadece Uhud gazvesinde onaltı kılıç darbesi almıştı. Hendek savaşında da

müşriklerin en azılıları ile savaştı. Muharebenin iyice şiddetlendiği yirmiikinci gün, Amr bin Abdûd adlı

müşriklerin en azılılarından biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan kimse

Amr’ın davetini kabul etmedi. Bir daha meydan okudu. Yine hiçbir müslüman çıkmadı. Yedi kere böyle

oldu. Yedincide Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı, huzuruna oturttu:

“Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesaretle var. Onun

heybetinden, uzun boyundan endişe etme. Ben” Hak teâlâ’dan sana yardım etmesi için, senin

elinle Müslümanların, bunun şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum” buyurdu.

Hz. Ali atına bindi. Kılıcını kuşandı. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne vardı.

“Yâ Amr! Duydum ki sen Kâ’be’nin karşısında ahd etmişsin ki, Kureyş’den bir kişi senden iki şey istese

birini yaparmışsın.” buyurdu. Amr “Evet öyle söz verdim” dedi. Hz. Ali: “Biliyorsun ben Kureyşdenim.

Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini kabul et”, buyurdu. Birinci isteğim, Allah’ın birliğine ve

Resûlünün Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğunu ikrâr ve tasdîk etmendir”, buyurdu. Amr: “Bunu kabul etmiyorum,

başka ne istiyorsun?” dedi. Hz. Ali: “İkinci isteğim bu iki kuvveti hallerine bırakıp, Mekke’i

Mükerreme’ye gitmendir” buyurdu. Amr “Bunu kabul ettim, yalnız Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.a.)ın

başlarını keserim,” dedi. Hz. Ali: “Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin?”

buyurdu. Amr: Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyânın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem.”

dedi. “Ben Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek isterim” buyurdu.

Hz. Ali’nin bu sözü üzerine Amr, atından inip Hz. Ali’ye doğru yürüdü. Hz. Ali de atından indi. Birbirlerine

hamle ettiler. Hz. Ali bir fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti, diyerek

geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını Hz. Ali’ye fırlattı. Hz. Ali hemen geri dönüp Amr’ın

başını kesti. Resûlullah (s.a.v.) tekbir getirip: “Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması, ümmetimin

kıyâmete kadar olan ibâdetinden hayırlıdır.” buyurdu.

Hz. Ali, Tebük harbinde bulunmayıp, Resûlullah (s.a.v.) tarafından Ehl-i beytin muhafazası için

Medine’de bırakılmıştır. Birçok harplerde Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, sancağı Hz. Ali’ye vermiştir. Yemen

savaşında, ordu başkomutanlığı yapmıştır. Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp,

kalkan olarak kullanmıştır. Bu savaşta Hz. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah (s.a.v.) O’nu çağırtarak

gözlerine üfledi ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti. Hz. Ali’nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı.

Bu savaşta, yahudilerin meşhûr pehlivanı Merhab: “Hayber halkı iyi bilir ki: Ben, gelip çatan harplerin

tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş

Merhab’ımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir”

diyerek müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine Hz. Ali, “Ben O’yum ki: Anam bana Haydar

(Arslan) adını takmıştır! Ben, ormanların, heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk

tepeleyici bir er kişiyimdir” diye şiir söyleyerek Merhab’ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab’a o gece

gördüğü rüyayı hatırlattı. Rüyasında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hz. Ali, Merhab’la

karşı karşıya geldiğinde, Merhab’ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab’ın siperlendiği kalkanını

ve demirden miğferini kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab’ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o kadar

fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme “Merhab’ın dişlerine kadar inen kılıcın sesini

ben de işittim” demiştir. Hz. Ali, o gün yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür.

Hz. Ali şecaat ve kahramanlığı ile tanınmasına rağmen, düşmanlarıyla döğüşürken onlara acır ve

haddi tecavüz etmezdi. Çok cesurdu, her yaptığı işi, insanlığın iyiliğini düşünerek yapardı. Savaşlarda

düşmanlarının ölümüne bile acırdı. Çok şefkatli ve merhametliydi. Bir harpte düşmanını altına almış,

kılıcı ile boğazlamak üzereydi. O anda düşmanı, var gücü ile Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. Bunun üzerine

öldürmekten vazgeçti. Altındaki düşman, niçin öldürmediğini sorunca. “Biraz önce seni, Allah için öldürecektim.

Yüzüme tükürünce, kendi nefsim için öldüreceğimden korktum. Nefsimin isteğine uymamak

için vazgeçtim.” dedi. Bu dinin emirlerindeki büyüklüğü anlayan müşrik hemen müslüman oldu. Hz. Ali,

servet sahibi değildi. Buna rağmen çok cömert, çok kerîmdi. Son derece mütevazı, alçak gönüllü idi.

Hakkında birkaç âyet-i kerîme nazil olmuş; kerem, cömertlik, adalet, merhamet ve diğer yüksek fazîletleri

öğülmüştür. Pek çok hadîs-i şerîflerde meth edilmiştir. Ehl-i sünnetin gözbebeği, kerâmetler hazinesi

ve evliyânın reisidir.

Peygamber efendimiz, Aliyyü’l-Murtazâ’yı (r.a.) pek çok severdi. Sevgili kerîmesi (kızı) Hz.

Fâtıma’yı, O’nunla evlendirmişti. Bu, Hz. Ali hakkındaki iltifât-ı Nebevînin en yüksek bir nişanesiydi. Bir

gün Eshâb-ı kirâmdan bir zümre gazâ için yola çıkmışlardı. Hz. Ali de bunların arasında bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Rabbi! Ali’yi bana tekrar göstermedikçe beni öldürme!” diye duâ bu-

yurdu. Bir hadîs-i şerîfte de Aliyyü’l-Murtazâ’ya hitaben: “Seni ancak mü’min olan sever, sana ancak

münafık olan buğz eder.” buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) veda haccından dönerken “Gadîr-Hum” denilen yerde namaz kıldıktan sonra

Eshâb-ı kirâma (r.a.) dönerek: “Ben mü’minlere nefslerinden daha sevgili, yakın değil miyim?” buyurdular.

Eshâb-ı kirâm tasdîk ederek “Evet yâ Resûlallah! Öylesin”, dediler. Sonra Hz. Ali’nin elinden

tutup: “Ben kimin efendisi isem, Ali de, onun efendisidir.” buyurdular. Mübârek sözlerine devamla:

“Yâ Rabbi! O’na düşmanlık edene düşmanlık et. Onu seveni sev. Onu aşağı tutanı zelîl et. Ona

yardım edene yardımcı ol. Nerede olursa olsun hakkı, doğruyu ona bildir!” buyurdular.

Uhud harbinde Eshâb-ı kirâmdan bir çok kişi şehîd düşmüştü. Bu şerefe nâil olamadığından dolayı

me’yûs (üzüntülü) görünen Hz. Ali’ye hitaben Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Ali, şehâdet senin arkandadır.

Bunlar, kan ile boyandığı zaman nasıl sabır edecektin?” buyurarak mübârek elleriyle onun

başını, sakalını okşamıştı. Hz. Ali de “Yâ Resûlallah, şu buyurduğun hal benim hakkımda tahakkuk edince

o, sabredilecek şeylerden delil, beşâret ve kerâmet sayılacak şeylerden almış olur.” diye cevap

vermiştir.

Hz. Ali, Irak’a giderken, Abdullah bin Selâm (r.a.) O’nun ziyâretine gelmiş: “Yâ Ali, Irak’a gitme,

korkarım ki, orada vücuduna bir kılıç ağzı isabet eder” demiş, Hz. Ali de: “Evet! Allaha yemin ederim ki,

bunu bana Resûlullah haber vermiştir” diye mukabelede bulunmuştu. Ebü’l-Esved diyor ki: “Ben, o gündeki

gibi böyle nefsine bir kötülük geleceğini haber veren bir muhârib görmedim.

Hz. Ali vahy kâtiblerindendi. Peygamberin mektûblarını da yazardı. Hudeybiye anlaşmasını da o

yazmıştı. Resûlullah (s.a.v.) Eshâb-ı kirâm arasında iki defa kardeşlik akd edilmesini buyurdukları halde,

hiç birinde Hz. Ali ile, bir başkası arasında akd buyurmayınca, Hz. Ali’nin “Beni unuttunuz mu?” suâline

Peygamberimiz “Sen, dünyâda ve ahirette benim kardeşimsin” buyurdu.

Hz. Ali, âlîcenâbtı (cömertti), doğru söylerdi. İlmin menbaı, kaynağı sayılırdı. Dindarları, müttekîleri

severdi, fakîrlere yardım ederdi. Hz. Fâtıma ile evlenmiş ve Peygamber (s.a.v.) efendimize damat olmuştur.

Hz. Fâtıma’dan, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm (r.a.) isimlerinde üç evlâdı olmuştur.

Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali ile Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i (r.a.) mübârek abaları ile örterek: “İşte,

benim Ehl-i beytim bunlardır. Yâ Rabbi, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!” buyurdukları

bildirilmiştir. İşte bu Ehl-i beyt, “Âl-i Nebî” namıyla, kıyâmete kadar her mü’min tarafından, her

namaz ve duâda yâd olunurlar. Hz. Ali, fevkalâde belîğ, fasîh konuşurdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den

sonra Aliyyü’l-Murtazâ derecesinde belîğ hutbe tertip ve irâd eden bir zât görülmemiştir. Arap lisânının

ilk kaidelerini koyan zât da Hz. Ali’dir. Bir gün Kur’ân-ı kerîm’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun üzerine

Arap gramerinin ana hatlarını ortaya koyarak buna mâni olmuştu. Zamanının en kudretli

hatîblerinden biri idi. Her nutku bir şaheserdir. İslâmiyetin yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu

vazifeyi herkesten fazla muvaffakiyetle ifâ ederdi.

Kur’ân-ı kerîm lisânına herkesten daha ziyâde âşinâ idi. Kur’ân-ı kerîm’in belâgatine, i’câzına, hakikatlerine

herkesten daha ziyâde vâkıftı. Resûl-i Ekrem’den yayılan feyizlerin nurlarına en evvel kavuşmuş

olan Hz. Ali’nin nezih ruhu idi. Onun en büyük bir müfessir olduğunda kimse şüphe etmezdi.

Hâsılı Hz. Ali’nin Kur’ân-ı kerîme büyük bir vukûfiyeti vardı. Hattâ bir gün hutbe irâd ederken cemâate

hitaben: “Sorunuz! Bana ne sorar iseniz, size cevâbını veririm. Kitâbullah’dan bana sorunuz. Vallahi bir

âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi kırda mı, dağda mı, nazil olduğunu bilmiyeyim!..” diye

buyurmuştu. Bu sebepten, hakkında birçok rivâyet olup anlaşılması güç mes’elerde, onun rivâyeti tercih

edilmiştir. Hacc-ı Ekberln, “Kurban Bayramı” olduğuna dâir olan rivâyeti, bunlardan biridir. Hz. Ali, Ehl-i

beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıf idi. Bu hususta

herkesin müracaat kapısı idi. Kendisi 586 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Bunlardan 20 tanesi, hem Sahîh-i

Buhârî’de, hem de Sahîh-i Müslimde vardır. Bundan başka 9 hadîs-i şerîf Buhârî’de, 15 hadîs-i şerîf

Müslim’de tamamı da Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitabında vardır.

Hz. Ali, Eshâb-ı kirâmın en büyük fıkıh âlimlerinden idi. Halledilemeyen konular ona havale edilirdi.

Peygamber efendimiz onu Yemen’e kadı olarak gönderdi. “Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim, Kâdılık ahkâmını

bilmem” dedi. Mübârek elini göğsüne koyup: “Yâ Rabbi! Kalbine hidâyet, diline doğruluk

ver.” diye duâ buyurdu. Hz. Ali buyuruyor ki, bundan sonra ben asla iki kimse arasında hüküm vermekten

şüpheye düşmedim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Yâ Ali! Benim deveme binip Yemen’e git. Falan dağdaki

tepeye geldiğin zaman üzerine çık. Halkın seni karşıladıklarını göreceksin. O zaman (Ey taşlar,

ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selâm ediyor, diye söyle)” buyurdu. Hz. Ali oraya gidip selâmı

tebliğ edince, yeryüzünde bir gürültü, uğultu koptu. Taşlar ve ağaçlar Resûl-i Ekrem’in selâmına: “Salât

ve selâm, Allah’ın Resûlünün üzerine olsun” diye cevap verdiler. O tepede bulunanlar, bu hali görünce,

hepsi birden îmân ettiler.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) vefât edince, O yıkayıp kefenledi. Bu son mübârek vazife, ona nasîb

oldu. Definden sonra, halife seçilen Ebû Bekir’e (r.a.) bîat edip, ona devlet işlerinde yardımcı oldu ve

kadılık (hâkimlik) görevlerinde bulundu. Hz. Ömer’in halifeliğine de bîat edip, halifenin danışmanı ve

hâkimliğini yaptı. Hatta Hz. Ömer buyurdu ki: “Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer helâk olurdu.” Hz. Osman’ın

da halifeliğine bîat edip, hilâfet işlerinde onun vezirliğini yaptı. Hz. Osman’ın şehîd olmasından

evvel, gerek kendisi ve gerekse oğulları Hz. Osman’ı korumak için gerekli tedbirleri almıştır. Hz. Osman’ın

şehâdetini duyunca da oğullarının yüzüne karşı: “Siz yaşarken onun şehîd düşmesine nasıl imkân

bıraktınız?” diye büyük bir teessürle hitap etmiştir.

Hz. Ali, mâni olmaya çalıştığı halde bir türlü önüne geçemediği elim şehâdet vak’ası üzerine Hicrî

35 yılının zilhicce ayında, Medine-i Münevvere’de, halife seçildi. Halife olmasında hiç bir itirâz olmadığından

icmâ-ı ümmet ile hilâfet makamına geldi. Hz. Osman zamanında fitne, yahudîler tarafından başlatılmış

ve halîfenin şehîd edilmesine kadar varmıştı. Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında da devam etti. Hz.

Osman’ı şehîd edenlerin cezâlandırılması hususunda Eshâb-ı kirâm arasında üç ayrı ictihâd oldu.

Sahâbîlerden bir kısmı, tarafsız kalmayı. Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Âişe ve Şam’da bulunan Hz.

Muâviye, suçluların hemen cezalandırılmasını; Hz. Ali ise, bu hususta acele edilmemesini, adaletin tatbikinde

dikkatli ve tedbirli hareket edilmesini ve başka bir fitneye sebep olmaması için, suçluların, ortalığın

durulmasından sonra cezalandırılmasını ictihâd etmişlerdi.

Hz. Ali suçluları hemen cezalandırmayınca, Talha ve Zübeyr (r.a.) ile Âişe (r.anha) Basra’ya gittiler.

Hatife, onlarla anlaşmak üzere, Basra’ya yola çıktı. Medine’den ayrılırken, Abdullah İbni Sebe’ye,

Medine’de kalmasını emretti. İslâm birliğini bozmaya çalışan ve Hz. Osman’ın şehîd olmasına sebep

olan bütün bu fitnelerin başı olan İbni Sebe, halifenin emrini dinlemedi. Kendi komiteci arkadaşlarıyla

gizli toplantı yapıp, halîfeye gözükmeden Basra’ya gitmeye, geceleyin gizlice iki taraftan birine saldırarak,

iki tarafı muharebeye tutuşturmaya karar verdiler. Hz. Ali, Basra’ya yakın bir yerde ordugâh kurdular.

Elçi gönderip, Aişe(r.anha)’nın ictihâdında olan Basralılarla anlaştılar. Her iki taraf, anlaşma oldu

diye rahatça uykuya varınca, Abdullah bin Sebe, yahudisi, gece karanlığında grubu ile birlikte Basralılar

üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Ortalık kızıştı ve savaş başladı. Üç

gün süren savaş sonunda, iki taraftan onbin kişi şehîd düştüler. “Cemel (Deve) vak’ası” olarak bilinen bu

hâdisede Âişe-i Sıddîka (r.anha) esir alınınca, Hz. Ali hürmet ve ikrâm edip, kendi askerleri arasında

bulunan kardeşi Muhammed bin Ebî Bekir ile Medine’ye gönderdi. Hz. Ali bu vak’adan sonra, Basra’ya

bir vali tayin ederek oradan ayrıldı. Bir daha Medine’ye dönmeyip, Kûfe’ye gitti. İslâm devletinin merkezini

de, Kûfe olarak tesbit etti.

Cemel vak’asından bir sene sonra Sıffîn denilen yerde Hz. Muâviye’nin ordusu ile yüz günde doksan

meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmibeşbin, karşı taraftan kırkbeşbin kişi şehîd oldu. Karşı

taraftan gelen sulh teklifini kabul edince, ordusundan yedibin kişi ayrıldı. Bunlara “Hârici” denildi. Bunların

üzerine yürüyüp, perişan etti.

Hicretin kırkıncı yılının Ramazan-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü sabah namazına giderken

İbni Mülcem adlı bir harici tarafından başına zehirli bir kılıçla vurularak yaralandı. İki gün sonra altmışüç

yaşında iken, şehîd oldu. Techîz ve tekfîni, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olunduktan

sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e defn edilmiştir.

Amr İbni zi-Mürr el-Hemadânî şöyle rivâyet ediyor: Hz. Ali, Kûfe’de kılıç darbesini aldıktan sonra

huzuruna girdim. Başını birşey ile sarmıştı. Dedim ki: “Ey mü’minlerin emiri! Yarayı bana gösterir misin?

Hemen sargıyı açtı. Baktım. Birşey yok, hafif bir yaradan ibaret, dedim. Hz. Ali: “Evet sizden ayrılmaktayım”

dedi. Kerîmesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Hz. Ali: “Kızım sükut et!

Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın” dedi. “Yâ Emir-el-Mü’mimîn, ne görüyorsun?” diye

sordum. Buyurdu ki: “İşte bunlar melelekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed aleyhisselâm! Yâ

Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hâl, şu içinde bulunduğun halden daha hayırlıdır, diye

buyuruyor.”

Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadelede bulunduğundan, beş sene süren hilafet

zamanlarında sükun ve huzur bulamamış, hükümet idaresinde Hz. Ömer’in yolunu tutmuştur. Memurları

murakabe eder, her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat gösterirdi.

Yoksulları Beyt-ül-mâldan geçindirirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücuda getirdi. Beyt-ül-mâlı muhafaza

yolunda gerekli teşkilâtı kurdu. Hz. Ali’nin İslâmiyetin yayılmasındaki hizmeti büyüktür.

Hz. Ali, buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri ve siyah gözlü, geniş göğüslü, iri

yapılı idi. Sakalı sık idi. Sakalını muharebe zamanlarında sünnet olandan fazla uzatır ve omuzlarına

kadar yayılırdı. Son zamanlarında saçı ve sakalı pamuk gibi beyaz olmuştu. Hem ilim, hem de amel bakımından

en yüksek derecede olduğu halde, Allah korkusundan hemen her gün ağlardı. Güzel ahlâkın

canlı bir timsali idi. Çok hadîs-i şerîf ile övüldü. Hz. Ali hakkında söylenmiş hadîs-i şerîflerden ba’zıları:

- 92 -

“Allahü teâlâ bana dört kişiiyi sevmemi emretti. Ben de onları seviyorum.” Bunlar kimlerdir?

denildikte, “Ali onardandır. Ali onlardandır. Ali onlardandır ve Ebû Zer, Mikdat ve Selmân’dır.”

“Ali, dünyâda da, âhirette de benim kardeşimdir.”

“Ali, Cennette sabah yıldızı gibi parlar.”

“Ben ilmin şehriyim, o şehrin kapısı Ali’dir.”

“Ali bendendir, ben de ondanım, Onu bütün mü’minler sever.”

“Ali’ye bakmak ibâdettir. Ali’yi inciten beni incitmiş gibidir.”

“Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim.”

“Kızım Fâtıma’yı Ali’ye vermeyi, Rabbim bana emr eyledi. Allahü teâlâ her peygamberin sülâlesini

kendinden, benim sülâlemi de Ali’den yaratmıştır.

“Ali, kıyâmet günü benim yanımdadır. Havuz ve kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde

benimledir. Cennette benimledir. Allahü teâlâyı görürken benimledir.”

“Münâfıkların kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali

(r.a.)”

“İmânın alâmetleri vardır: Birinci alâmeti Ali’yi sevmektir. Ali iyilerin rehberidir. Ona yardım

edene, yardım edilir. Ona sıkıntı vermeye uğraşanın kendisi perişan olur. Cennet üç kimseye âşıktır.

Ali’ye, Selmân’a ve Ammâr’a.”

“Ehl-i beytim, Nuh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Onlara tabi’ olan selâmet bulur. Olmayan

helâk olur.”

Hz. Ali’nin (r.a.) Peygamberimizden (s.a.v.) rivâyet ettiği bazı hadîs-i şerîfler şunlardır:

“Günah işleyen biri pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfâr ederse (bağışlanmasını

dilerse), Allahü teâlâ o günahı elbette affeder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 109.

âyetinde: (Biri günah işler veya kendine zulm eder, sonra, pişman olup, Allahü teâlâ’ya istiğfâr

ederse, Allahü teâlâ’yı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur) buyurmaktadır.”

“Üzerinde farz borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş

olur. Bu kimse kazasını ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.”

Eshâb-ı kirâm birbirlerini çok severlerdi.

Bir gün Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) evine geldi. İçeri gireceği sırada, Ali bin Ebî

Talib (r.a.) da geldi. Hz. Ebû Bekir:

(Geri çekilip) Yâ Ali! Sen buyur, gir dedi. O da cevap verip, aralarında, aşağıdaki uzun konuşma

oldu:

Hz. Ali: -Yâ Ebâ Bekir! Sen önce gir ki, her iyilikte önde olan, her hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen

sensin.

Hz. Ebû Bekir: -Sen, önce gir yâ Ali! Resûlullah’a daha yakın sensin.

Hz. Ali: Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resûlullah’tan işittim. “Ümmetimden Ebû Bekir’den

daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir: Ben, senin önüne nasıl geçebilirim ki, Resûlullah (s.a.v.) kızı Fâtımat-üz-Zehrâ’yı

sana verdiği gün “Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim” buyurdu.

Hz. Ali: Ben senin önüne geçemem. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) “İbrâhîm aleyhisselâmı görmek

isteyen Ebû Bekir’in yüzüne baksın”, buyurdu.

Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne geçemem. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) “Âdem aleyhisselâmın hilm

sıfatını ve Yûsuf aleyhisselâmın güzel ahlâkını, görmek isteyen Ali Mürtezâ’ya baksın” buyurdu.

Hz. Ali: -Senin önünden giremem. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Rabbi! Beni en çok seven ve

Eshâbımın en iyisi kimdir?” dedi. Cenâb-ı Hak: “Yâ Muhammed (a.s.) Ebû Bekir Sıddîktır” buyurdu,

Hz. Ebû Bekir: Ben, senin önüne geçemem! Resûl (a.s.) Hayber’de: “Yarın sancağı öyle bir

kimseye veririm ki, Allahü teâlâ Onu sever. Ben de, Onu çok severim.” buyurdu.

Hz. Ali: -Senin önünden geçemem çünkü, Resûl aleyhisselâm “Cennetin kapıları üzerinde “Ebû

Bekir Habîbullah” yazılıdır buyurdu.

Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm Hayber gazâsında,

bayrağı sana verip, “Bu bayrak Melik-i Gâlibin Ali bin Ebî Tâlib’e hediyesidir.” buyurdu.

Hz. Ali: -Senin önüne nasıl geçebilirim. Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Yâ Ebâ Bekir! Sen benim,

gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin!” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne geçemem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü,

Ali Cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: Yâ Muhammed

aleyhisselâm! Senin baban İbrâhîm Halil, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali bin Ebî Tâlib ne

güzel kardeştir.”

Hz. Ali: -Senin önüne geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü, Cennet

Meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki Melek Cennete girer. Cennetin anahtarını getirir. Bana

verir. Sonra Cebrâil (a.s.) gelip, Yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin anahtarlarını, Ebû Bekir

Sıddîk’a ver. Ebû Bekir, istediğini Cennete, dilediğini Cehenneme göndersin der.”

Hz. Ebû Bekir: -Senin önünden giremem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Ali kıyâmet

günü benim yanımdadır. Havz ve kevser yanında, benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette,

benimledir. Allahü teâlâyı görürken, benimledir.”

Hz. Ali: -Senden önce giremem. Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ebû Bekir’in imânı, bütün

mü’minlerin imânları yekûnu ile tartılsa, Ebû Bekir’in imânı ağır gelir.” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben ilmin şehriyim.

Ali bunun kapısıdır.” buyurdu.

Hz. Ali: -Senin önünden nasıl yürüyebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben sâdıklığın şehriyim.

Ebû Bekir, bunun kapısıdır.” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü,

Ali bir güzel ata bindirilir. Görenler acaba, bu hangi Peygamberdir? derler. Allahü teâlâ, bu Ali bin

Ebî Tâlib’tir buyurur.”

Hz. Ali: -Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben ve Ebû Bekir, bir topraktanız.

Tekrar bir olacağız” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir: -Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü teâlâ,

ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri, Peygamberlerin üstünü Muhammed’dir.

(a.s.). Biri, Allah’dan korkanların üstünü Ali’dir. Üçüncüsü, kadınların üstünü, Fâtımatüz-

Zehrâ’dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin’dir.”

Hz. Ali: -Senin önünden nasıl girebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Sekiz Cennetten

şöyle ses gelir: Ey Ebû Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel. Hepiniz, Cennete girin!”

Hz. Ebû Bekir -Senin önünden gidemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Ben bir ağaca benzerim.

Fâtıma bunun kökü, Ali, gövdesi, Hasan ve Hüseyin, meyvesidir.” buyurdu.

Hz. Ali: -Senin önüne geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Ebû Bekir’in

bütün kusurlarını af etsin. Çünkü O, kızı Âişe’yi bana verdi. Hicrette bana yardımcı oldu.

Bilâl-i Habeşî’yi, benim için alıp âzâd etti.”

Resûlullah’ın (s.a.v.) bu iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri içeriden dinliyordu. Hz.

Ali’nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki: “Ey kardeşlerim Ebû Bekir ve Ali! (r.a.) artık içeri girin!

Cebrâil aleyhisselâm gelip dedi ki, yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir.

Kıyâmete kadar birbirinizi övseniz, Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız” ikisi bir birine

sarılıp, birlikte Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna girdiler. Resûlullah efendimiz:

- “Allahü teâlâ, ikinize de yüzbinlerle rahmet etsin, ikinizi sevenlere de, yüzbinlerle rahmet

etsin ve düşmanlarınıza da, yüzbinlerle lanet olsun!” buyurdu, Hz. Ebû Bekir Sıddîk dedi ki:

“Yâ Resûlallah! Ben, Ali kardeşimin düşmanlarına şefâat etmem, Hz. Ali de dedi ki: “Yâ

Resûlallah! Ben de Ebû Bekir kardeşimin düşmanlarına şefâat etmem ve başını kılıç ile bedeninden

ayırırım. Ebû Bekir (r.a.): Ben, senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem, buyurdu: Hz. Ali de:

Ben senin düşmanlarını sırat üzerinden geçirmem, buyurdu.

Hz. Muâviye, Hz. Ali Hakkında: “Hz. Ali son derece âlîcenâb bir insandı. Sözün doğrusunu söyler,

her davayı hakkaniyetle hallederdi. Ali (r.a.), ilim ve hikmetin feyyaz bir kaynağı idi. Kendisi dünyâ ziynetlerinden

ve şatafatlarından nefret eder, gecenin karanlığında mescidin mihrabına gelir, düşünür, ibadet

eder ve ağlardı. Dindar ve muttaki olanlara, fukara ve muhtaç olanlara yardımı severdi. Şeytan, dünyâ,

hiçbir vakit onu aldatamadı,” demiştir.

Peygamber efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali altıyüzbin koyun mu istersin,

yahut altıyüzbin altın mı veyahut altıyüzbin nasîhat mı istersin?” Hz. Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasî-

hat isterim.” Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: “Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüzbin nasîhata

uymuş olursun.”

1. “Herkes nafilelerle meşgul olurken, sen farzları ifâ et. Yani farzlardaki rükünleri, vâcibleri,

sünnetleri, müstehabları ifâ et!

2. Herkes dünyâ ile meşgul olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yani din ile meşgul ol, dine

uygun yaşa, dine uygun kazan, dine uygun harca!

3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul

ol!

4. Herkes, dünyâyı imâr ederken, sen dinini imâr et, zînetlendir.

5. Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakkın rızâsını

gözet. Allahü teâlâya yaklaştıran sebep ve vâsıtaları ara!

6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”

Hz. Ali Sıffîn harbine giderken, yolda susayan askeri için, su bulamayınca, birçoklarının kaldıramadığı

bir taşı tek başına kaldırdı, altından leziz su çıktı. İçtiler, aldılar götürdüler. Ali (r.a.) o taşı yine

yerine koydu. Bu hâdisenin geçtiği yerin yakınında bir kilise vardı. O kilisenin rahibi bu hali oradan gördü.

Hemen aşağı inip, Hz. Ali’nin huzuruna geldi. Sen Peygamber misin? diye sordu. “Hayır ben son

Peygamber Muhammed bin Abdullah’ın (s.a.v.) halîfesiyim” buyurdu. Râhib elini ver ki müslüman olayım

dedi. Ali (r.a.) elini uzattı. Rahib, Allahtan başkasının ibâdete hakkı olmadığına, Muhammed’in (s.a.v.)

Allahın Resûlü olduğuna ve senin de Resûlün vârisi olduğuna şehâdet ederim dedi. Âli (r.a.) rahibe:

“Sen bu yaşa kadar kendi dinini yaşamışsın. Ne sebeple şimdi bizim dinimize girdin?” diye’sordu. Râhib:

“Ey Emir’ül-mü’minin, bu kiliseyi, bu taşı kaldıran için yapmışlardır. Biz kitaplarımızda okuyoruz. Âlimlerimizden

de duyduk ki, burada bir pınar vardır. Üzerinde bir taş vardır. O taşı Peygamber veya peygamber

vârisi kaldırabilir. Senin bu taşı kaldırdığını görünce, arzuma kavuştum ve yıllardır beklediğim şeyi

buldum” dedi. Emir’ül-Mü’minîn bu sözü işitince ağladı. Gözlerinin yaşından sakalı ıslandı. Sonra:

“Allahü teâlâ’ya hamd olsun ki, beni unutulmuşlardan değil, kitabında zikr edilenlerden eyledi?” buyurdu.

Hz. Ali (r.a.) namaza durunca âlem altüst olsa haberi olmazdı. Derler ki: Bir harbde mübârek ayağına

ok gelmiş, demir kısmı kemiğe işlemişti. Bu yüzden okun demirini çekemediler. Cerrâha gösterdiler.

Cerrâh: “Sana aklı gideren, bayıltan ilaç vermeli ki ancak o zaman demir çekilir. Yoksa, bunun ağrısına

tahammül edilemez” dedi. Emîr’ül-Mü’minin: “Bayıltıcı ilâca ne lüzum var, biraz sabredin, namaz vakti

gelsin, namaza durunca çıkarın” buyurdu. Namaz vakti geldi. Hz. Ali namaza başladı. Cerrâh da Emir

Hazretlerinin mübârek ayağını yarıp demiri çıkardı. Yarayı sardı. Hz. Ali, namazını bitirince cerraha:

“Demiri çıkardın mı?” buyurdu. Cerrâh: “Evet çıkardım,” dedi. Hz. Ali: “Hiç farkına varmadım,” buyurdu.

İbni Mülcem, Hz. Ali’nin bu hâlini bildiği için, namaza giderken şehîd etmeği tercih etmişti.

Allahü teâlâ, Hz. Ali için güneşi iki kere batarken geri çevirmiştir. Birisi Resûlullah’ın (s.a.v.) zaman-

ı şerîflerinde idi. Ümmü Seleme, Esma bint-i Ümeys, Câbir bin Abdullahı’l-Ensârî ve Ebû Saîdi’l-

Hudrî (r.a.) rivâyet ettiler. Peygamber efendimiz, huzurlarında Hz. Ali olduğu halde evlerinde idiler. Cebrâil

(a.s.) vahy getirdi. Resûl-i Ekrem vahyin ağırlığından mübârek başını Hz. Ali’nin dizine koydu. Güneş

batıncaya kadar kaldıramadı. Hz. Ali (r.a.) namazını oturduğu yerde imâ ile kıldı. Resûl-i Ekrem’i rahatsız

etmemek için yerinden kalkmadı. Sultan-ı Kâinat efendimiz vahyin ağırlığından kurtulunca: “Yâ Ali!

İkindi namazını kıldın mı?” diye sordular. Hz. Ali imâ ile kıldım, dedi. Habîbullah güneşe emir buyurdular.

Güneş geriye dönerek dağın üzerinde durdu. Hz. Ali namazını kıldı. Güneş tekrar yerine gitti. Esma binti

Umeys (r.a.) diyor ki: “Güneş ikinci defa batarken testere sesi gibi bir ses işitildi.”

Resûlullah’tan (s.a.v.) sonra Hz. Ali Bâbil’e giderken Fırat nehrinden geçmek icab etti. İkindi namazı

vakti idi. Beraberindekilerin, bir kısmı ile kendileri ikindi namazını kıldılar. Bir kısmı da hayvanlarını

sudan geçirmeğe uğraştı. Güneş battı. Bunlar ikindi namazını kılamadılar. Hz. Ali duâ buyurdu. Hak

teâlâ güneşi geriye getirdi. Namazını kılmayanlar selâm verinceye kadar güneş kaldı. Sonra korkunç bir

ses çıkararak battı. Hz. Ali’nin Eshâbı korktular. Tesbih, tehlîl ve istiğfâr ettiler.

Birgün Eshâb-ı kirâm Resûlullah’dan (s.a.v.) Hz. Ali’yi çok sevmelerinin sebebini sordular. Server-i

âlem: “Varın Ali’yi çağırın!” buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan birisi Hz. Ali’yi çağırmaya gitti. Habîb-i Ekrem,

Hz. Ali gelmeden Eshâbına: “Ey Eshâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o size karşılık olarak kötülük

yapsa ne yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Yine iyilik ederiz” dediler. Resûl-i Ekrem “O

kimse yine size kötülük yaparsa ne yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Tekrar iyilik yaparız,”

dediler. Resûl-i -Ekrem: “Tekrar size kötülükte bulunursa, ne yaparsınız?” buyurunca “Eshâb-ı kirâm

başlarını aşağı indirdiler, bir cevâb veremediler.

Hz. Ali geldi. Resûl-i Ekrem, Hz. Ali’ye “Yâ Ali! Sen birisine iyilik etsen, o sana kötülük yapsa,

sen ne yaparsın!” buyurdular. Hz. Ali: “İyilik yaparım” dedi.

Resûl-i Ekrem aynı soruyu yedi kere tekrarladı. Hz. Ali hepsinde: “Yine iyilik yaparım,” diye cevap

verdi. Sonra ilâve ederek “O kimseye ben iyilik yaptıkça, o bana hep kötülükte bulunsa yine ben ona

iyilik yaparım” dedi. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Hz. Ali’yi çok sevmenizin sebebini

anladık, bu sevgiye lâyık olduğunu gördük” dediler ve Hz. Ali’ye duâ ettiler.

Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte: “Fakîrlikle öğünürüm” buyurdu. Hz. Ali bu hadîs-i şerîfi

Habîb-i Ekrem’den (s.a.v.) işitince dünyâya hiç kıymet vermedi. Çok fakîr oldu. Meselâ bugün eline bin

altın geçse, bir tanesi ertesi güne kalsın demez, hepsini fakîrlere dağıtırdı. Resûl-i Ekrem, Hz. Ali’ye

cömertlerin sultanı mânâsına, “Sultân-ül-Eshıyâ” buyurdular. Bir gün Hz. Ali, Hz. Fâtıma’ya: “Evde

yiyecek bir şey var mı, çok acıktım” buyurdu. Hz. Fâtıma evde bir şey olmadığını, yalnız altı akçenin

olduğunu söyleyerek: “Bu akçeler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan, Hüseyin meyve istemişlerdi.

Biraz da meyve alırsın” dedi. Hz. Ali altı akçeyi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir

Müslümanın yakasına yapışmış, ya hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim dediğini, yakasını bırakmadığını

gördü. Borçlu adam, bana birkaç gün daha müsâade et, diyorsa da yakasına yapışan: “Hayır

ben de sıkıntıdayım, bir saat bile bekleyecek hâlde değilim” diyordu. Hz. Ali bunların çekişmelerini

görünce yanlarına vardı: “Münâkaşanız kaç para içindir?” buyurdu. “Altı akçedir” dediler. Hz. Ali: (Kendi

kendine) “Müslümanı bu sıkıntıdan kurturayım, nasılsa Hz. Fâtıma’ya bir cevâb bulurum,” diye düşündü.

Yanındaki altı akçeyi vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Bir zaman Hz. Fâtıma’ya ne

söyliyeyim diye düşünceye daldı. Sonunda nasıl olsa Hz. Fâtıma kadınların seyyidesi, Resûlullah’ın kızıdır,

bir şey demez, diyerek eli boş eve döndü. Hz. Hasan ve Hüseyin kapıya koştular. Babalarının

meyve getireceğini ümid ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamaya başladılar. Hz.

Fâtıma’ya: “Verdiğin altı akçe ile bir müslümanı hapisten kurtardım,” buyurdu. Hz. Fâtıma: “Çok iyi yaptın,

elhamdülillah, bir müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak teâlâ bize kâfidir,” dedi. Fakat, mübârek

hâtır-ı şerîfleri biraz mahzun oldu. Hz. Ali üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da ağladıklarını görünce gönlünde

bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dışarı çıktı. “Bari gidip Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek yüzünü göreyim

de, bu üzüntüden kurtulayım” diye düşündü. Zira Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek yüzüne bakan kimsenin

her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürûr ve safa hâsıl olurdu. Bunun için Hz. Ali, Resûlullah’ın

(s.a.v.) tesiri katı ve çabuk bir ilaç gibi olan mübârek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti. Yolda bir kimse

gördü. Elinde besili bir deve vardı. Hz. Ali’ye: “Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” dedi. Hz. Ali

“Şimdi param yoktur” dedi. O şahıs: “Sana veresiye veririm” dedi. Hz. Ali “Kaça veriyorsun?” buyurdu. O

şahıs “Yüz akçeye veririm”, dedi. Hz. Ali “Kabul ettim,” dedi. O şahıs da “Peki ben de kabul ettim,” dedi.

Deveyi, Hz. Ali’ye teslim etti. Hz. Ali deveyi almış, biraz gitmişti. Bir adama rastladı. Hz. Ali’ye: “Bu deveyi

bana satar mısın?” dedi. Hz. Ali “Evet satarım” buyurdu. O kimse: “Üçyüz akçeye bana verir misin?”

dedi. Hz. Ali: “Olur veririm,” dedi.

Deveyi o şahsa sattı. Üçyüz akçeyi peşin alınca doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve meyveler aldı. Evine

girince çocuklar sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeğe koyuldular. Fatimat-üz-

Zehrâ (r.anhâ) Hz. Ali’den bu yiyecekleri nereden aldığını sordu. Hz. Ali mes’eleyi anlattı. Yemeklerini

yiyip Allahü teâlâ’ya hamd ü sena ettikten sonra Hz. Ali, Hz. Fâtıma’ya: “Ben, Resûl-i Ekrem’in sohbetine

gidiyorum” diyerek evden çıktı. Yolda Resûl-i Ekrem’e, yanında Eshâb-ı kirâm oldukları hâlde, rastladı.

Meğer Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ali ve Fâtıma’yı görmeğe geliyorlarmış.

Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın?” buyurdu. Hz. Ali “Allah ve Resûlü

bilir,” dedi. Resûl-i Ekrem: “Yâ Ali! Sana deveyi satan Cebrâil aleyhisselâm, satın alan da, İsrâfil

aleyhisselâm idi. Deve de Cennet develerinden idi” O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak

teâlâ dünyâda bire elli hasene (sevab) verdi. Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka

kimse bilmez” buyurdu.

Hikmetli, ibretlerle dolu sözleri çoktur. Kalblere tesir eden kıymetli sözlerinden bazıları şunlardır:

Buyurdu ki: “Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız.”

“Dünya bir cîfedir, leştir. Ondan birşey isteyen köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı.”

“Allahü teâlâya yemin ederim ki, beni yalnız mü’min sever ve bana yalnız münafık buğz eder.”

“İnsanın yaşlanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp, hesapsız Cennete girmesinden

daha hayırlıdır.”

“Kul ümidini yalnız Rabbine bağlamalı ve yalnız günahları kendini korkutmalıdır.”

“İnsanlar arasında, Allah’ı en iyi bilen, onu çok sevendir, tam ta’zîm, edendir.”

“Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin hevasına uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi

hak yoldan alıkor. İkincisi ise âhireti unutturur.”

“Takvâ, hataya devamı bırakmak, aldanmamaktır.”

 “Kalbler kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla dolu olanıdır.”

“İlimsiz yapılan ibâdette, anlayış vermiyen ilimde, tefekküre götürmiyen Kur’ân-ı kerîm okumakta

hayır yoktur.”

“Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”

Vefâtında, son sözü “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” oldu.

“Müslümanların hayırlısı, müslümanlara yardım eden ve faydalı olandır.”

“İyilik bilmez birisi de olsa, sen iyilik yap! Zira o, mukâbilinde teşekkür edene yapılan iyilikten mîzânda

daha ağır basar.”

“Arkadaşlarımdan bir grup toplayıp kendilerine bir ziyafet vermem, benim için bir köle azad etmekten

daha sevimlidir.”

“Kendinize Allah yolunda kardeşler edininiz. Çünkü onlar dünya için de, ahiret için de lâzımdır.

Cehennem ehlinin “Artık bizim için, ne şefâatçiler, ne de candan bir dost yok.” (Şuarâ, 100-101)

sözlerini işitmiyor musunuz? Hadîs-i şerîfte de şöyle gelmiştir: “Bir kul, Allah yolunda yeni bir kardeş

edindi mi, Allahü teâlâ da Cennette onun için bir derece ihdas eder.”

“İleride öyle zamanlar gelecek ki, kıtâl ve zulümsüz hükümdarlık etmeğe yol bulunmayacak; çılgınlık

ve cimrilik etmeden zengin olmak mümkün olmayacak; kişilerin arzularına uymadıkça da insanlarla

sohbet etmek mümkün olmayacak. Bu zamana kim yetişecek olur da sohbet ve metânet gösterir ve

kendisini korursa, Allahü teâlâ ona elli sıddîk sevâbı verir.”

“Ahir zamanda bir mü’min, halk arasında adını unutturmadıkça rahat edemeyecektir.”

“Sizin hayırlılarınız, günahına gerçekten çok tövbe edenlerdir.”

“Her kim kötüyü yasaklar, fâsıka kızar ve Allah’ın yasaklarının hududu çiğnendiği zaman öfkelenirse,

Allahü teâlâ da o kulunun lehine gadablanır.”

“Öyle zamanlar gelecek ki münkeri inkâr edenlerin sayısı insanların onda birinden az olacaktır.

Sonra bunlar da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.”

“Her fenalıktan uzak kalmanın yolu, dili tutmaktır.”

“Hayra niyet edince acele et ki, nefsin seni yenip de caydırmasın.”

“Dünya hayatı kimseye bâki değildir. Şiddeti de ni’meti de geçicidir.”

“İki şey aklı ve tedbiri bozar. Biri acele etmek, biri de olmayacak şeyi istemek.”

“Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref olmaz.”

“Danışmadan (istişâre etmeden) doğruya ulaşılamaz.”

“Tembellik insanı vaktinden önce yıpratır.”

“Öksüzü ağlatmak zulümdür.”

 

KAYNAKLAR:

 

1) Üsûd-ül-gâbe, cildi-4, sh-91

2) El-Îsâbe, cild-2, sh-506

3) Târih-i Bağdâd, cild-1, sh-133

4) Tarîh-ül-hülefâ, sh-166

5) Tezkiret-ül-Huffâz, cild-1, sh-10

6) Hulâsat ü Tezhib-il-Kemâl sh-232

7) Şecerât-üz-Zeheb cild-1, sh-49

8) Tabakât-ü İbni sa’d cild-3, sh-11

9) Tabakât-ül-Kurrâ Libnü’l-Cezerî, cild-1, sh-546

10) Tabakât-üş-Şirâzî sh-41

11) Tabakât-ül-Kurrâ li’z-Zeheb, cild-1, sh-30

12) El-İber cild-1, sh-46

13) En-nüûm-üz-zâhire, cild-1, sh-119

14) Tabakât-ül-huffâz, cild-1, sh-5

15) Ravzât-üs-safa cild-2, sh-135

16) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-61

17) El-İstiâb cild-3, sh-26

18) Miftâh-un-necât sh-48

19) İzâlet-ül-hafâ cild-1, sh-254

20) Tam İlmihâl, Se’âdet-i Ebediyye sh-984

21) Eshâb-ı Kirâm sh-311

22) Savâik-ul-Muhrikâ sh-115