ALİ BİN EBİ TALİB R.A. علي
بن أبي طالب :
Ali (r.a.)’ın Humeydi’deki Hadisleri
Ali bin Ebi Talib (r.a.) İbnü’l-Esir
Şafii’nin Ali b. Ebı Talib'in Kıble
Ehliye Savaşmasıyla İlgili Söyledikleri
Eshâb-ı kirâmın
büyüklerinden. Peygamberimizin (s.a.v.) damadı ve dördüncü halîfesidir.
Peygamberimizin (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Künyesi
Eb’ül-Hüseyin’dir. Bir künyesi de Peygamberimizin (s.a.v.) iltifat buyurarak
söylediği “Ebû Türâb”dır. Hiç puta tapmadan müslüman olduğu için “Kerremallahü
vecheh”, kahramanlığı ve çok cesur olmasından dolayı “Kerrâr” “Esedullah-il
gâlib” lâkabları verilmiştir. Ayrıca takdir-i ilâhiyyeye gösterdiği tam rızadan
dolayı da “Mürteza” denilmiştir. Hz. Ali, Hicret’ten yirmiüç sene önce (m. 579)
senesinde Mekke’de doğdu. 40 (m. 660)’da şehîd edildi. Hz. Ali Cennetle
müjdelenen on sahâbîden dördüncüsü ve Ehl-i beytin birincisidir.
Hz. Ali’nin babası Ebû
Tâlib’in, geliri az, ailesi kalabalıktı. O sıralarda Mekke’de bir kıtlık hüküm
sürdüğünden Peygamber efendimiz (s.a.v.), amcası Abbas’a (r.a.): “Ey amca,
kardeşinin çoluk çocuğu çok olmakla masrafı da çoktur. Buna mukabil geliri
azdır. Ona yardımcı olmak lâzımdır. Aile geçimindeki yükünü hafifletelim. Her
birimiz bir oğlunu alalım”, teklifinde bulundu. Bu teklifin, amcası Ebû Tâlib
tarafından kabulü ile Hz. Ali beş yaşından itibaren Resûlullah ile yaşamış,
Resûl-i Ekrem’in tâlim ve terbiyesinde yetişmiş, O yüce irfan hazinesinin
feyzinden kana kana içmiştir.
Çocuklar arasında ilk defa
Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini tasdîk edenlerdendir. Güzel ahlâkın
canlı timsali idi. “Allah’ın arslanı!” diye tanınmıştı. Şecaati, metaneti,
cesareti eşsizdi, hiç bir vakit haddi aşmazdı.
Hayatının sonuna kadar Hz.
Resûl’ün yanından hiçbir suretle ayrılmamış, daima meclislerinde bulunmuş, Onu
can kulağıyla dinlemiştir. Küçük yaşta müslüman olmuş ve Nebîyy-i zi-Şân’ın
yüksek nazarlarına,
muhabbetlerine mazhar
olduğundan dolayı kendisinde harikulade meziyyetler tecelli edip
durmuş, Resûl-i Ekrem’in
ilmen, ahlaken vârisi olmuştur.
Müslüman olması şöyle
olmuştur: Daha on yaşında iken, bir gün Resûlullah (s.a.v.) ile Hz.
Hadîce’nin beraber namaz
kıldığını gördü. Namazdan sonra, “Bu nedir?” diye sordu Resûl-i Ekrem
(s.a.v.): “Bu Allahü
teâlânın dinidir. Seni bu dîne davet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı
yoktur.
Lât ile Uzzâ isimli putları
terk etmeni emrederim.” diye cevap verdi. Ali (r.a.): “Önce bir babama
danışayım.”
dedi. Resûlullah ona
“İslâma gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!” buyurdu. Hz. Ali ertesi
sabah, Resûlullahın
huzuruna gelerek “Yâ Resûlallah, bana İslâmı arz eyle” diyerek müslüman oldu.
Müslüman olanların
üçüncüsüdür. Hz. Ali, çok fedâkâr idi. Onun Resûl-i Ekrem (s.a.v.) uğrunda
gösterdiği
fedâkârlık ve O’nu kendine
tercih etmesi, her türlü takdirlerin üstündedir.
Peygamber efendimiz, Hak
teâlâ’dan hicret emrini aldığı zaman, Hz. Ali’nin de Resûl-i Ekrem’in
yatağında yatacağı, Allahü
teâlâ tarafından emredilmişti. Böylece Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in evlerindeki
emânetleri yerine
ulaştırmak için ve Mekke’de kalan Eshâb-ı kirâm üzerine vekili oluyordu.
Resûl-i Ekrem
bunların hepsini Hz. Ali’ye
emânet etmişti.
Hicret gecesi kâfirler,
Resûlullah’ın (s.a.v.) saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Şeytan da
aralarında
idi. Hak teâlâ, şeytân
dahil bütün kâfirlere bir uyku verdi. Bunlar uykuda iken Resûl-i Ekrem, Hz.
Ebû Bekir ile beraber evden
çıktılar.
Hak teâlâ, Mikâil ve
İsrâfil (a.s.)’a “Kafirler belki bir anda. Ali’ye bir hatada bulunurlar. Sizler
behemehal Ali’nin yanına
yetişin?’ buyurdu. Bu iki büyük melek, Hz. Ali’nin yanına geldiler. Mikâil
(a.s.) Hz. Ali’nin
başucunda, İsrâfil (a.s.)’da ayak ucunda oturup duâ ederlerdi. Bir zaman sonra
(mel’ûn)
Şeytan uyandı. Yüksek
sesle: “Vay! Muhammed kaçtı.” dedi. Şeytan, kâfirlere insan suretinde görünürdü.
Kâfirler mel’ûna: “Ne
biliyorsun?” dediler. Mel’ûn Şeytan: “Binlerce senedir uyku gözüme girmemişken,
bu gece Muhammed’in yaptığı
sihirle uyuyakalmışım” dedi.
Bunun üzerine bütün
kâfirler Resûl-i Ekrem’in evine hücum ettiler. Hz. Ali’yi, Resûlullah’ın
(s.a.v.)
yatağında gördüler. Resûl-i
Ekrem’in nerede olduğunu sordular. Hz. Ali “Bilmem” dedi. Kâfirler aramak
için dışarıya çıktılar.
Ertesi gün o kadar kâfirin arasında, Resûlullah’ın (s.a.v.) Kâ’be-i şerîfte
devamlı
oturdukları makama Hz. Ali
oturdu. “Resûl-i Ekrem’de kimin hakkı var ise, gelsin benden alsın!” diye
nida ettirdi. Herkes gelip
nişanını söyleyerek emânetini aldı. Bütün emânetlerini sahiplerine teslim etti.
Mekke-i Mükerreme’de kalan
Eshâb-ı Güzin, Hz. Ali’nin kanadı altına sığındılar. Hiçbir kâfir, Hz.
Ali’nin korkusundan Eshâb-ı
kirâmın hiçbirine eziyyet edemedi. Resûlullah’ın saâdethâneleri Mekke’de
olduğu müddetçe Hz. Ali de
orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i Ekrem evinin, Medine-i Münevvere’ye
getirilmesini emir buyurdu.
Allah’ın arslanı Hz. Ali,
Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. “İnşâallahü teâlâ yarın Medine-i
Münevvere’ye gidiyorum. Bir
diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin” buyurdu. Hepsi başlarını
eğip hiçbir şey
söylemediler. Hz. Ali oradan ayrılınca Ebû Cehil kalktı: “Ey Kureyş’in
büyükleri! Muhammed,
evi burada olduğu müddetçe
bize düşmanlık etmez, buna mâni olmalıyız”, dedi. Kâfirlerin her biri
şöyle yaparız, böyle
yaparız, dediler. Sonra Hz. Abbas’a yalvardılar. “Kardeşinin oğluna söyle
Muhammed’in
evini kaldırmasın, yoksa
aramız açılır”, dediler. Hz. Abbas bu sözleri Hz. Ali’ye söyledi. Hz. Ali;
“Amcacığım, yarın inşâallah
Resûl-i Ekrem’in evindeki eşyayı götüreceğim. Kararım kat’îdir. Yoluma
çıkan olursa cenk ederim.”
buyurdu. Hz. Abbas, Hz. Ali’nin sözlerini Kureyş kâfirlerine söyleyince canları
sıkıldı. Hz. Ali’yi
şehirden dışarı çıkarmayacaklarına karar aldılar. Sabah oldu. Hz. Ali, Resûl-i
Ekrem’in
saâdethânesindeki eşyaları
toplayıp yola koyuldu. Kureyş’den dört beş kişi atlı olarak Hz. Ali’nin yolunu
kestiler. “Geri dön, yoksa,
seninle cenk ederiz.” dediler. Hz. Ali yükleri indirip bunların üzerine yürüdü.
Hak teâlânın izniyle onlara
galip geldi. Tekrar hâne-i se’âdetin mübârek yüklerini kaldırıp yola koyuldu.
Yolda, o zaman henüz îmân
etmemiş olan Mikdâd bin Esved, Hz. Ali’nin karşısına çıktı. Hz. Ali hiçbir
söz söyletmeden bir vuruşta
yere yıktı. Göğsüne çıkıp imâna davet buyurdu. Derhâl cân-ı gönülden kabul
edip Müslüman oldu. Mikdâd
bin Esved’in (r.a.) bir oğlu, Hz. Hüseyin uğrunda, Kerbelâ’da canını
fedâ edip şehîd olmuştur.
Mikdâd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve bahadırlarındandır. Hz.
Ali, Resûlullah’a (s.a.v.)
şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kuba’da yetişmişti. Gündüzleri
saklanıp, geceleri yaya
olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda Peygamberimizin huzuruna
gidemiyecek bir halde idi.
Resûl-i Ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, Hz.
Ali’yi görünce hâline
acımış, sevgili, fedâkâr amca-zâdesini kucaklamış, mübârek iki eliyle, o hak
yolunda
binlerce meşakkate
katlanmış olan narin, nazik ayakları okşamış, kendisine afiyeti için duâ
buyurmuştu.
Hatta Hz. Ali’nin bu
fedâkârlığı üzerine: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızâsı için
nefsini fedâ eder.” âyet-i
celîlesinin nazil olduğu rivâyet edilir.
Hz. Ali, Medine-i
Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin inşaasında çok çalışmış, bizzat sırtında taş
ve toprak taşımıştır. Başta
Bedir, Uhud ve Hendek harbleri olmak üzere, Resûlullahın bütün gazvelerinde
bulunarak, fevkalâde gayret
ve kahramanlıklar göstermiştir. Hz. Ali Bedir savaşında birçok azılı müşriki
öldürmüştür. Daha savaşın
başlarında mübârezede Velîd bin Ukbe’yi bir kılıç darbesiyle öldürdü.
Akşama doğru, iki taraf da
birbirine karışmıştı. Kum tepesinin üzerinde zırhlara bürünmüş müşriklerden
birisi, Sa’d bin Hayseme’yi
şehîd etmişti. Hz. Ali, O’na yaklaştı. Müşrik atından indi ve Hz. Ali ile
vuruşmaya
başladı. Hz. Ali, müşrikin
darbesini kalkanı ile karşıladı ve müşrikin kılıcı kalkana saplanıp kaldı.
Hamle sırası Hz. Ali’ye
gelmişti. Hz. Ali kılıcı ile müşrikin göğsüne doğru çaldı. Zırhını enlemesine
biçince
müşrik titredi ve sarsıldı.
Hz. Ali o esnada arkasında bir kılıcın parladığını ve şakıdığını görünce başını
eğdi. Kılıcı parlatan “Al
buda ben Abdülmuttalib’in oğlundan!” derken müşrikin kellesi, miğferiyle
birlikte yere yuvarlandı.
Hz. Ali dönüp arkasına baktığı zaman, Hz. Hamza’yı gördü.
Yine bu savaşta Nevfel bin
Huveylid ile karşılaştı. Nevfel hakkında Peygamber efendimiz (s.a.v.)
buyurdu ki: “Yâ Rabbi!
Nevfel bin Huveylide karşı bana yardımcı ol! O’nun hakkından gel!” diye
duâ etmişti. Hz. Ali, onun
bu savaşta kılıcıyla önce bacaklarını sonra kafasını kopardı. Sonra Peygamber
efendimize (s.a.v.) Nevfeli
öldürdüğünü haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Allahü ekber”
diye tekbir getirdi ve
“Allahü teâlâ O’nun hakkında duâmı kabul etti” buyurdu. Hz. Ali, Bedir’de
ayrıca
Âs bin Sa’îd’i de
katlederek, müslümanlara büyük hizmet etti. İbn-i Esir’in rivâyetine göre Hz.
Ali, Bedir
savaşında müşriklerin
başlarını ağaçlardan meyva düşürür gibi düşürüyordu. Bedir savaşına
katıldığında
25 yaşında idi. Hz. Ali
sadece Uhud gazvesinde onaltı kılıç darbesi almıştı. Hendek savaşında da
müşriklerin en azılıları
ile savaştı. Muharebenin iyice şiddetlendiği yirmiikinci gün, Amr bin Abdûd
adlı
müşriklerin en
azılılarından biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan
kimse
Amr’ın davetini kabul
etmedi. Bir daha meydan okudu. Yine hiçbir müslüman çıkmadı. Yedi kere böyle
oldu. Yedincide Resûlullah
(s.a.v.) efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı, huzuruna oturttu:
“Yâ Ali! Benim atıma bin,
kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesaretle var. Onun
heybetinden, uzun boyundan
endişe etme. Ben” Hak teâlâ’dan sana yardım etmesi için, senin
elinle Müslümanların, bunun
şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum” buyurdu.
Hz. Ali atına bindi.
Kılıcını kuşandı. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne vardı.
“Yâ Amr! Duydum ki sen
Kâ’be’nin karşısında ahd etmişsin ki, Kureyş’den bir kişi senden iki şey istese
birini yaparmışsın.”
buyurdu. Amr “Evet öyle söz verdim” dedi. Hz. Ali: “Biliyorsun ben Kureyşdenim.
Senden iki şey isteyeceğim.
Hiç olmazsa birini kabul et”, buyurdu. Birinci isteğim, Allah’ın birliğine ve
Resûlünün Hz. Muhammed
(s.a.v.) olduğunu ikrâr ve tasdîk etmendir”, buyurdu. Amr: “Bunu kabul
etmiyorum,
başka ne istiyorsun?” dedi.
Hz. Ali: “İkinci isteğim bu iki kuvveti hallerine bırakıp, Mekke’i
Mükerreme’ye gitmendir”
buyurdu. Amr “Bunu kabul ettim, yalnız Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.a.)ın
başlarını keserim,” dedi.
Hz. Ali: “Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin?”
buyurdu. Amr: Yâ Ali! Sen
henüz gençsin, dünyânın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem.”
dedi. “Ben Allahü teâlânın
yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek isterim” buyurdu.
Hz. Ali’nin bu sözü üzerine
Amr, atından inip Hz. Ali’ye doğru yürüdü. Hz. Ali de atından indi.
Birbirlerine
hamle ettiler. Hz. Ali bir
fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti,
diyerek
geriye dönmüş gelirken,
Amr, kendi kopmuş bacağını Hz. Ali’ye fırlattı. Hz. Ali hemen geri dönüp Amr’ın
başını kesti. Resûlullah
(s.a.v.) tekbir getirip: “Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması,
ümmetimin
kıyâmete kadar olan
ibâdetinden hayırlıdır.” buyurdu.
Hz. Ali, Tebük harbinde
bulunmayıp, Resûlullah (s.a.v.) tarafından Ehl-i beytin muhafazası için
Medine’de bırakılmıştır.
Birçok harplerde Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, sancağı Hz. Ali’ye vermiştir.
Yemen
savaşında, ordu
başkomutanlığı yapmıştır. Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp,
kalkan olarak kullanmıştır.
Bu savaşta Hz. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah (s.a.v.) O’nu çağırtarak
gözlerine üfledi ve şifa bulması
için Allahü teâlâya duâ etti. Hz. Ali’nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı.
Bu savaşta, yahudilerin
meşhûr pehlivanı Merhab: “Hayber halkı iyi bilir ki: Ben, gelip çatan harplerin
tutuştuğu, kızıştığı
zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş
Merhab’ımdır. Ben,
kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere
sermişimdir”
diyerek müslümanlardan er
diledi. Bunun üzerine Hz. Ali, “Ben O’yum ki: Anam bana Haydar
(Arslan) adını takmıştır!
Ben, ormanların, heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve
çarçabuk
tepeleyici bir er
kişiyimdir” diye şiir söyleyerek Merhab’ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab’a
o gece
gördüğü rüyayı hatırlattı.
Rüyasında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hz. Ali, Merhab’la
karşı karşıya geldiğinde,
Merhab’ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab’ın siperlendiği
kalkanını
ve demirden miğferini
kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab’ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o
kadar
fazla idi ki, Hayber
karargâhında bulunan Ümm-i Seleme “Merhab’ın dişlerine kadar inen kılıcın
sesini
ben de işittim” demiştir.
Hz. Ali, o gün yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür.
Hz. Ali şecaat ve
kahramanlığı ile tanınmasına rağmen, düşmanlarıyla döğüşürken onlara acır ve
haddi tecavüz etmezdi. Çok
cesurdu, her yaptığı işi, insanlığın iyiliğini düşünerek yapardı. Savaşlarda
düşmanlarının ölümüne bile
acırdı. Çok şefkatli ve merhametliydi. Bir harpte düşmanını altına almış,
kılıcı ile boğazlamak
üzereydi. O anda düşmanı, var gücü ile Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. Bunun
üzerine
öldürmekten vazgeçti.
Altındaki düşman, niçin öldürmediğini sorunca. “Biraz önce seni, Allah için
öldürecektim.
Yüzüme tükürünce, kendi
nefsim için öldüreceğimden korktum. Nefsimin isteğine uymamak
için vazgeçtim.” dedi. Bu
dinin emirlerindeki büyüklüğü anlayan müşrik hemen müslüman oldu. Hz. Ali,
servet sahibi değildi. Buna
rağmen çok cömert, çok kerîmdi. Son derece mütevazı, alçak gönüllü idi.
Hakkında birkaç âyet-i
kerîme nazil olmuş; kerem, cömertlik, adalet, merhamet ve diğer yüksek
fazîletleri
öğülmüştür. Pek çok hadîs-i
şerîflerde meth edilmiştir. Ehl-i sünnetin gözbebeği, kerâmetler hazinesi
ve evliyânın reisidir.
Peygamber efendimiz,
Aliyyü’l-Murtazâ’yı (r.a.) pek çok severdi. Sevgili kerîmesi (kızı) Hz.
Fâtıma’yı, O’nunla
evlendirmişti. Bu, Hz. Ali hakkındaki iltifât-ı Nebevînin en yüksek bir
nişanesiydi. Bir
gün Eshâb-ı kirâmdan bir
zümre gazâ için yola çıkmışlardı. Hz. Ali de bunların arasında bulunuyordu.
Resûl-i Ekrem efendimiz:
“Yâ Rabbi! Ali’yi bana tekrar göstermedikçe beni öldürme!” diye duâ bu-
yurdu. Bir hadîs-i şerîfte
de Aliyyü’l-Murtazâ’ya hitaben: “Seni ancak mü’min olan sever, sana ancak
münafık olan buğz eder.”
buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.v.) veda
haccından dönerken “Gadîr-Hum” denilen yerde namaz kıldıktan sonra
Eshâb-ı kirâma (r.a.)
dönerek: “Ben mü’minlere nefslerinden daha sevgili, yakın değil miyim?”
buyurdular.
Eshâb-ı kirâm tasdîk ederek
“Evet yâ Resûlallah! Öylesin”, dediler. Sonra Hz. Ali’nin elinden
tutup: “Ben kimin efendisi
isem, Ali de, onun efendisidir.” buyurdular. Mübârek sözlerine devamla:
“Yâ Rabbi! O’na düşmanlık
edene düşmanlık et. Onu seveni sev. Onu aşağı tutanı zelîl et. Ona
yardım edene yardımcı ol.
Nerede olursa olsun hakkı, doğruyu ona bildir!” buyurdular.
Uhud harbinde Eshâb-ı
kirâmdan bir çok kişi şehîd düşmüştü. Bu şerefe nâil olamadığından dolayı
me’yûs (üzüntülü) görünen
Hz. Ali’ye hitaben Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Ali, şehâdet senin arkandadır.
Bunlar, kan ile boyandığı
zaman nasıl sabır edecektin?” buyurarak mübârek elleriyle onun
başını, sakalını okşamıştı.
Hz. Ali de “Yâ Resûlallah, şu buyurduğun hal benim hakkımda tahakkuk edince
o, sabredilecek şeylerden
delil, beşâret ve kerâmet sayılacak şeylerden almış olur.” diye cevap
vermiştir.
Hz. Ali, Irak’a giderken,
Abdullah bin Selâm (r.a.) O’nun ziyâretine gelmiş: “Yâ Ali, Irak’a gitme,
korkarım ki, orada vücuduna
bir kılıç ağzı isabet eder” demiş, Hz. Ali de: “Evet! Allaha yemin ederim ki,
bunu bana Resûlullah haber
vermiştir” diye mukabelede bulunmuştu. Ebü’l-Esved diyor ki: “Ben, o gündeki
gibi böyle nefsine bir
kötülük geleceğini haber veren bir muhârib görmedim.
Hz. Ali vahy
kâtiblerindendi. Peygamberin mektûblarını da yazardı. Hudeybiye anlaşmasını da
o
yazmıştı. Resûlullah
(s.a.v.) Eshâb-ı kirâm arasında iki defa kardeşlik akd edilmesini buyurdukları
halde,
hiç birinde Hz. Ali ile,
bir başkası arasında akd buyurmayınca, Hz. Ali’nin “Beni unuttunuz mu?” suâline
Peygamberimiz “Sen, dünyâda
ve ahirette benim kardeşimsin” buyurdu.
Hz. Ali, âlîcenâbtı
(cömertti), doğru söylerdi. İlmin menbaı, kaynağı sayılırdı. Dindarları,
müttekîleri
severdi, fakîrlere yardım
ederdi. Hz. Fâtıma ile evlenmiş ve Peygamber (s.a.v.) efendimize damat
olmuştur.
Hz. Fâtıma’dan, Hasan,
Hüseyin ve Ümmü Gülsüm (r.a.) isimlerinde üç evlâdı olmuştur.
Resûlullah (s.a.v.), Hz.
Ali ile Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i (r.a.) mübârek abaları ile örterek: “İşte,
benim Ehl-i beytim
bunlardır. Yâ Rabbi, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!”
buyurdukları
bildirilmiştir. İşte bu
Ehl-i beyt, “Âl-i Nebî” namıyla, kıyâmete kadar her mü’min tarafından, her
namaz ve duâda yâd
olunurlar. Hz. Ali, fevkalâde belîğ, fasîh konuşurdu. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.)’den
sonra Aliyyü’l-Murtazâ derecesinde
belîğ hutbe tertip ve irâd eden bir zât görülmemiştir. Arap lisânının
ilk kaidelerini koyan zât
da Hz. Ali’dir. Bir gün Kur’ân-ı kerîm’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun
üzerine
Arap gramerinin ana
hatlarını ortaya koyarak buna mâni olmuştu. Zamanının en kudretli
hatîblerinden biri idi. Her
nutku bir şaheserdir. İslâmiyetin yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu
vazifeyi herkesten fazla
muvaffakiyetle ifâ ederdi.
Kur’ân-ı kerîm lisânına
herkesten daha ziyâde âşinâ idi. Kur’ân-ı kerîm’in belâgatine, i’câzına,
hakikatlerine
herkesten daha ziyâde
vâkıftı. Resûl-i Ekrem’den yayılan feyizlerin nurlarına en evvel kavuşmuş
olan Hz. Ali’nin nezih ruhu
idi. Onun en büyük bir müfessir olduğunda kimse şüphe etmezdi.
Hâsılı Hz. Ali’nin Kur’ân-ı
kerîme büyük bir vukûfiyeti vardı. Hattâ bir gün hutbe irâd ederken cemâate
hitaben: “Sorunuz! Bana ne
sorar iseniz, size cevâbını veririm. Kitâbullah’dan bana sorunuz. Vallahi bir
âyet yoktur ki, ben onun
gecede mi, gündüzde mi kırda mı, dağda mı, nazil olduğunu bilmiyeyim!..” diye
buyurmuştu. Bu sebepten,
hakkında birçok rivâyet olup anlaşılması güç mes’elerde, onun rivâyeti tercih
edilmiştir. Hacc-ı Ekberln,
“Kurban Bayramı” olduğuna dâir olan rivâyeti, bunlardan biridir. Hz. Ali, Ehl-i
beytten olması sebebiyle, Peygamber
efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıf idi. Bu hususta
herkesin müracaat kapısı
idi. Kendisi 586 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Bunlardan 20 tanesi, hem Sahîh-i
Buhârî’de, hem de Sahîh-i
Müslimde vardır. Bundan başka 9 hadîs-i şerîf Buhârî’de, 15 hadîs-i şerîf
Müslim’de tamamı da Ahmed
bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitabında vardır.
Hz. Ali, Eshâb-ı kirâmın en
büyük fıkıh âlimlerinden idi. Halledilemeyen konular ona havale edilirdi.
Peygamber efendimiz onu
Yemen’e kadı olarak gönderdi. “Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim, Kâdılık
ahkâmını
bilmem” dedi. Mübârek elini
göğsüne koyup: “Yâ Rabbi! Kalbine hidâyet, diline doğruluk
ver.” diye duâ buyurdu. Hz.
Ali buyuruyor ki, bundan sonra ben asla iki kimse arasında hüküm vermekten
şüpheye düşmedim. Resûl-i
Ekrem (s.a.v.) “Yâ Ali! Benim deveme binip Yemen’e git. Falan dağdaki
tepeye geldiğin zaman
üzerine çık. Halkın seni karşıladıklarını göreceksin. O zaman (Ey taşlar,
ey ağaçlar! Allahın Resûlü
size selâm ediyor, diye söyle)” buyurdu. Hz. Ali oraya gidip selâmı
tebliğ edince, yeryüzünde
bir gürültü, uğultu koptu. Taşlar ve ağaçlar Resûl-i Ekrem’in selâmına: “Salât
ve selâm, Allah’ın
Resûlünün üzerine olsun” diye cevap verdiler. O tepede bulunanlar, bu hali
görünce,
hepsi birden îmân ettiler.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) vefât edince, O yıkayıp kefenledi. Bu son mübârek vazife, ona nasîb
oldu. Definden sonra,
halife seçilen Ebû Bekir’e (r.a.) bîat edip, ona devlet işlerinde yardımcı oldu
ve
kadılık (hâkimlik) görevlerinde
bulundu. Hz. Ömer’in halifeliğine de bîat edip, halifenin danışmanı ve
hâkimliğini yaptı. Hatta
Hz. Ömer buyurdu ki: “Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer helâk olurdu.” Hz. Osman’ın
da halifeliğine bîat edip,
hilâfet işlerinde onun vezirliğini yaptı. Hz. Osman’ın şehîd olmasından
evvel, gerek kendisi ve
gerekse oğulları Hz. Osman’ı korumak için gerekli tedbirleri almıştır. Hz.
Osman’ın
şehâdetini duyunca da
oğullarının yüzüne karşı: “Siz yaşarken onun şehîd düşmesine nasıl imkân
bıraktınız?” diye büyük bir
teessürle hitap etmiştir.
Hz. Ali, mâni olmaya
çalıştığı halde bir türlü önüne geçemediği elim şehâdet vak’ası üzerine Hicrî
35 yılının zilhicce ayında,
Medine-i Münevvere’de, halife seçildi. Halife olmasında hiç bir itirâz
olmadığından
icmâ-ı ümmet ile hilâfet
makamına geldi. Hz. Osman zamanında fitne, yahudîler tarafından başlatılmış
ve halîfenin şehîd
edilmesine kadar varmıştı. Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında da devam etti. Hz.
Osman’ı şehîd edenlerin
cezâlandırılması hususunda Eshâb-ı kirâm arasında üç ayrı ictihâd oldu.
Sahâbîlerden bir kısmı,
tarafsız kalmayı. Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Âişe ve Şam’da bulunan Hz.
Muâviye, suçluların hemen
cezalandırılmasını; Hz. Ali ise, bu hususta acele edilmemesini, adaletin
tatbikinde
dikkatli ve tedbirli hareket
edilmesini ve başka bir fitneye sebep olmaması için, suçluların, ortalığın
durulmasından sonra
cezalandırılmasını ictihâd etmişlerdi.
Hz. Ali suçluları hemen
cezalandırmayınca, Talha ve Zübeyr (r.a.) ile Âişe (r.anha) Basra’ya gittiler.
Hatife, onlarla anlaşmak
üzere, Basra’ya yola çıktı. Medine’den ayrılırken, Abdullah İbni Sebe’ye,
Medine’de kalmasını
emretti. İslâm birliğini bozmaya çalışan ve Hz. Osman’ın şehîd olmasına sebep
olan bütün bu fitnelerin
başı olan İbni Sebe, halifenin emrini dinlemedi. Kendi komiteci arkadaşlarıyla
gizli toplantı yapıp,
halîfeye gözükmeden Basra’ya gitmeye, geceleyin gizlice iki taraftan birine
saldırarak,
iki tarafı muharebeye
tutuşturmaya karar verdiler. Hz. Ali, Basra’ya yakın bir yerde ordugâh
kurdular.
Elçi gönderip,
Aişe(r.anha)’nın ictihâdında olan Basralılarla anlaştılar. Her iki taraf,
anlaşma oldu
diye rahatça uykuya
varınca, Abdullah bin Sebe, yahudisi, gece karanlığında grubu ile birlikte
Basralılar
üzerine saldırdı. Gece
karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Ortalık kızıştı ve savaş başladı. Üç
gün süren savaş sonunda,
iki taraftan onbin kişi şehîd düştüler. “Cemel (Deve) vak’ası” olarak bilinen
bu
hâdisede Âişe-i Sıddîka
(r.anha) esir alınınca, Hz. Ali hürmet ve ikrâm edip, kendi askerleri arasında
bulunan kardeşi Muhammed
bin Ebî Bekir ile Medine’ye gönderdi. Hz. Ali bu vak’adan sonra, Basra’ya
bir vali tayin ederek
oradan ayrıldı. Bir daha Medine’ye dönmeyip, Kûfe’ye gitti. İslâm devletinin
merkezini
de, Kûfe olarak tesbit
etti.
Cemel vak’asından bir sene
sonra Sıffîn denilen yerde Hz. Muâviye’nin ordusu ile yüz günde doksan
meydan muharebesi yaptı.
Askerlerinden yirmibeşbin, karşı taraftan kırkbeşbin kişi şehîd oldu. Karşı
taraftan gelen sulh
teklifini kabul edince, ordusundan yedibin kişi ayrıldı. Bunlara “Hârici”
denildi. Bunların
üzerine yürüyüp, perişan
etti.
Hicretin kırkıncı yılının
Ramazan-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü sabah namazına giderken
İbni Mülcem adlı bir harici
tarafından başına zehirli bir kılıçla vurularak yaralandı. İki gün sonra
altmışüç
yaşında iken, şehîd oldu.
Techîz ve tekfîni, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olunduktan
sonra Kûfe’nin kabristanı
sayılan Necef’e defn edilmiştir.
Amr İbni zi-Mürr
el-Hemadânî şöyle rivâyet ediyor: Hz. Ali, Kûfe’de kılıç darbesini aldıktan
sonra
huzuruna girdim. Başını
birşey ile sarmıştı. Dedim ki: “Ey mü’minlerin emiri! Yarayı bana gösterir
misin?
Hemen sargıyı açtı. Baktım.
Birşey yok, hafif bir yaradan ibaret, dedim. Hz. Ali: “Evet sizden
ayrılmaktayım”
dedi. Kerîmesi Ümmü Gülsüm
perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Hz. Ali: “Kızım sükut et!
Eğer benim gördüklerimi
görecek olsan ağlamazsın” dedi. “Yâ Emir-el-Mü’mimîn, ne görüyorsun?” diye
sordum. Buyurdu ki: “İşte
bunlar melelekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed aleyhisselâm! Yâ
Ali, müjde sana, teveccüh
etmekte bulunduğun hâl, şu içinde bulunduğun halden daha hayırlıdır, diye
buyuruyor.”
Halifeliği devrinde zuhur
eden fesatçılarla mücadelede bulunduğundan, beş sene süren hilafet
zamanlarında sükun ve huzur
bulamamış, hükümet idaresinde Hz. Ömer’in yolunu tutmuştur. Memurları
murakabe eder, her işin
emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat
gösterirdi.
Yoksulları Beyt-ül-mâldan
geçindirirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücuda getirdi. Beyt-ül-mâlı
muhafaza
yolunda gerekli teşkilâtı
kurdu. Hz. Ali’nin İslâmiyetin yayılmasındaki hizmeti büyüktür.
Hz. Ali, buğday benizli,
orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri ve siyah gözlü, geniş göğüslü, iri
yapılı idi. Sakalı sık idi.
Sakalını muharebe zamanlarında sünnet olandan fazla uzatır ve omuzlarına
kadar yayılırdı. Son
zamanlarında saçı ve sakalı pamuk gibi beyaz olmuştu. Hem ilim, hem de amel
bakımından
en yüksek derecede olduğu
halde, Allah korkusundan hemen her gün ağlardı. Güzel ahlâkın
canlı bir timsali idi. Çok
hadîs-i şerîf ile övüldü. Hz. Ali hakkında söylenmiş hadîs-i şerîflerden
ba’zıları:
- 92 -
“Allahü teâlâ bana dört
kişiiyi sevmemi emretti. Ben de onları seviyorum.” Bunlar kimlerdir?
denildikte, “Ali onardandır.
Ali onlardandır. Ali onlardandır ve Ebû Zer, Mikdat ve Selmân’dır.”
“Ali, dünyâda da, âhirette
de benim kardeşimdir.”
“Ali, Cennette sabah
yıldızı gibi parlar.”
“Ben ilmin şehriyim, o
şehrin kapısı Ali’dir.”
“Ali bendendir, ben de ondanım,
Onu bütün mü’minler sever.”
“Ali’ye bakmak ibâdettir.
Ali’yi inciten beni incitmiş gibidir.”
“Kadınların en iyisini,
erkeklerin en iyisine verdim.”
“Kızım Fâtıma’yı Ali’ye
vermeyi, Rabbim bana emr eyledi. Allahü teâlâ her peygamberin sülâlesini
kendinden, benim sülâlemi
de Ali’den yaratmıştır.
“Ali, kıyâmet günü benim
yanımdadır. Havuz ve kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde
benimledir. Cennette
benimledir. Allahü teâlâyı görürken benimledir.”
“Münâfıkların kalbinde dört
kimsenin muhabbeti toplanmaz: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali
(r.a.)”
“İmânın alâmetleri vardır:
Birinci alâmeti Ali’yi sevmektir. Ali iyilerin rehberidir. Ona yardım
edene, yardım edilir. Ona
sıkıntı vermeye uğraşanın kendisi perişan olur. Cennet üç kimseye âşıktır.
Ali’ye, Selmân’a ve
Ammâr’a.”
“Ehl-i beytim, Nuh
aleyhisselâmın gemisi gibidir. Onlara tabi’ olan selâmet bulur. Olmayan
helâk olur.”
Hz. Ali’nin (r.a.)
Peygamberimizden (s.a.v.) rivâyet ettiği bazı hadîs-i şerîfler şunlardır:
“Günah işleyen biri pişman
olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfâr ederse (bağışlanmasını
dilerse), Allahü teâlâ o
günahı elbette affeder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 109.
âyetinde: (Biri günah işler
veya kendine zulm eder, sonra, pişman olup, Allahü teâlâ’ya istiğfâr
ederse, Allahü teâlâ’yı çok
merhametli ve af ve mağfiret edici bulur) buyurmaktadır.”
“Üzerinde farz borcu olan
kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş
olur. Bu kimse kazasını
ödemedikçe, Allahü teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.”
Eshâb-ı kirâm birbirlerini
çok severlerdi.
Bir gün Ebû Bekir Sıddîk
(r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) evine geldi. İçeri gireceği sırada, Ali bin Ebî
Talib (r.a.) da geldi. Hz.
Ebû Bekir:
(Geri çekilip) Yâ Ali! Sen
buyur, gir dedi. O da cevap verip, aralarında, aşağıdaki uzun konuşma
oldu:
Hz. Ali: -Yâ Ebâ Bekir! Sen
önce gir ki, her iyilikte önde olan, her hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen
sensin.
Hz. Ebû Bekir: -Sen, önce
gir yâ Ali! Resûlullah’a daha yakın sensin.
Hz. Ali: Ben senin önüne nasıl
geçerim. Çünkü Resûlullah’tan işittim. “Ümmetimden Ebû Bekir’den
daha üstün bir kimsenin
üzerine güneş doğmadı” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: Ben, senin
önüne nasıl geçebilirim ki, Resûlullah (s.a.v.) kızı Fâtımat-üz-Zehrâ’yı
sana verdiği gün
“Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim” buyurdu.
Hz. Ali: Ben senin önüne
geçemem. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) “İbrâhîm aleyhisselâmı görmek
isteyen Ebû Bekir’in yüzüne
baksın”, buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne
geçemem. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) “Âdem aleyhisselâmın hilm
sıfatını ve Yûsuf
aleyhisselâmın güzel ahlâkını, görmek isteyen Ali Mürtezâ’ya baksın” buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önünden
giremem. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Rabbi! Beni en çok seven ve
Eshâbımın en iyisi kimdir?”
dedi. Cenâb-ı Hak: “Yâ Muhammed (a.s.) Ebû Bekir Sıddîktır” buyurdu,
Hz. Ebû Bekir: Ben, senin
önüne geçemem! Resûl (a.s.) Hayber’de: “Yarın sancağı öyle bir
kimseye veririm ki, Allahü
teâlâ Onu sever. Ben de, Onu çok severim.” buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önünden
geçemem çünkü, Resûl aleyhisselâm “Cennetin kapıları üzerinde “Ebû
Bekir Habîbullah” yazılıdır
buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne
nasıl geçebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm Hayber gazâsında,
bayrağı sana verip, “Bu
bayrak Melik-i Gâlibin Ali bin Ebî Tâlib’e hediyesidir.” buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önüne nasıl
geçebilirim. Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Yâ Ebâ Bekir! Sen benim,
gören gözüm ve bilen gönlüm
yerindesin!” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne
geçemem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü,
Ali Cennet hayvanlarından
birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: Yâ Muhammed
aleyhisselâm! Senin baban
İbrâhîm Halil, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali bin Ebî Tâlib ne
güzel kardeştir.”
Hz. Ali: -Senin önüne
geçemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü, Cennet
Meleklerinin reisi olan
Rıdvan adındaki Melek Cennete girer. Cennetin anahtarını getirir. Bana
verir. Sonra Cebrâil (a.s.)
gelip, Yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin anahtarlarını, Ebû Bekir
Sıddîk’a ver. Ebû Bekir,
istediğini Cennete, dilediğini Cehenneme göndersin der.”
Hz. Ebû Bekir: -Senin
önünden giremem. Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Ali kıyâmet
günü benim yanımdadır. Havz
ve kevser yanında, benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette,
benimledir. Allahü teâlâyı
görürken, benimledir.”
Hz. Ali: -Senden önce
giremem. Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ebû Bekir’in imânı, bütün
mü’minlerin imânları yekûnu
ile tartılsa, Ebû Bekir’in imânı ağır gelir.” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne
nasıl geçebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben ilmin şehriyim.
Ali bunun kapısıdır.”
buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önünden
nasıl yürüyebilirim? Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben sâdıklığın şehriyim.
Ebû Bekir, bunun
kapısıdır.” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin önüne
geçemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Kıyâmet günü,
Ali bir güzel ata
bindirilir. Görenler acaba, bu hangi Peygamberdir? derler. Allahü teâlâ, bu Ali
bin
Ebî Tâlib’tir buyurur.”
Hz. Ali: -Senin önünden
gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm “Ben ve Ebû Bekir, bir topraktanız.
Tekrar bir olacağız”
buyurdu.
Hz. Ebû Bekir: -Senin
önünden gidemem! Çünkü Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü teâlâ,
ey Cennet! Senin dört
köşeni, dört kimse ile bezerim. Biri, Peygamberlerin üstünü Muhammed’dir.
(a.s.). Biri, Allah’dan korkanların
üstünü Ali’dir. Üçüncüsü, kadınların üstünü, Fâtımatüz-
Zehrâ’dır. Dördüncü
köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin’dir.”
Hz. Ali: -Senin önünden
nasıl girebilirim? Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Sekiz Cennetten
şöyle ses gelir: Ey Ebû
Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel. Hepiniz, Cennete girin!”
Hz. Ebû Bekir -Senin
önünden gidemem! Çünkü, Resûl aleyhisselâm: “Ben bir ağaca benzerim.
Fâtıma bunun kökü, Ali,
gövdesi, Hasan ve Hüseyin, meyvesidir.” buyurdu.
Hz. Ali: -Senin önüne geçemem!
Çünkü, Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Ebû Bekir’in
bütün kusurlarını af etsin.
Çünkü O, kızı Âişe’yi bana verdi. Hicrette bana yardımcı oldu.
Bilâl-i Habeşî’yi, benim
için alıp âzâd etti.”
Resûlullah’ın (s.a.v.) bu
iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri içeriden dinliyordu. Hz.
Ali’nin sözünü kesip
içeriden buyurdu ki: “Ey kardeşlerim Ebû Bekir ve Ali! (r.a.) artık içeri
girin!
Cebrâil aleyhisselâm gelip
dedi ki, yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir.
Kıyâmete kadar birbirinizi
övseniz, Allahü teâlâ yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız” ikisi bir birine
sarılıp, birlikte
Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna girdiler. Resûlullah efendimiz:
- “Allahü teâlâ, ikinize de
yüzbinlerle rahmet etsin, ikinizi sevenlere de, yüzbinlerle rahmet
etsin ve düşmanlarınıza da,
yüzbinlerle lanet olsun!” buyurdu, Hz. Ebû Bekir Sıddîk dedi ki:
“Yâ Resûlallah! Ben, Ali
kardeşimin düşmanlarına şefâat etmem, Hz. Ali de dedi ki: “Yâ
Resûlallah! Ben de Ebû
Bekir kardeşimin düşmanlarına şefâat etmem ve başını kılıç ile bedeninden
ayırırım. Ebû Bekir (r.a.):
Ben, senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem, buyurdu: Hz. Ali de:
Ben senin düşmanlarını
sırat üzerinden geçirmem, buyurdu.
Hz. Muâviye, Hz. Ali
Hakkında: “Hz. Ali son derece âlîcenâb bir insandı. Sözün doğrusunu söyler,
her davayı hakkaniyetle
hallederdi. Ali (r.a.), ilim ve hikmetin feyyaz bir kaynağı idi. Kendisi dünyâ
ziynetlerinden
ve şatafatlarından nefret
eder, gecenin karanlığında mescidin mihrabına gelir, düşünür, ibadet
eder ve ağlardı. Dindar ve
muttaki olanlara, fukara ve muhtaç olanlara yardımı severdi. Şeytan, dünyâ,
hiçbir vakit onu
aldatamadı,” demiştir.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.), Hz. Ali’ye buyurdular ki: “Yâ Ali altıyüzbin koyun mu istersin,
yahut altıyüzbin altın mı
veyahut altıyüzbin nasîhat mı istersin?” Hz. Ali dedi ki: “Altıyüzbin nasî-
hat isterim.” Peygamber
aleyhisselâm buyurdu ki: “Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüzbin nasîhata
uymuş olursun.”
1. “Herkes nafilelerle
meşgul olurken, sen farzları ifâ et. Yani farzlardaki rükünleri, vâcibleri,
sünnetleri, müstehabları
ifâ et!
2. Herkes dünyâ ile meşgul
olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yani din ile meşgul ol, dine
uygun yaşa, dine uygun
kazan, dine uygun harca!
3. Herkes birbirinin
ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul
ol!
4. Herkes, dünyâyı imâr
ederken, sen dinini imâr et, zînetlendir.
5. Herkes halka yaklaşmak
için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakkın rızâsını
gözet. Allahü teâlâya
yaklaştıran sebep ve vâsıtaları ara!
6. Herkes çok amel
işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!”
Hz. Ali Sıffîn harbine
giderken, yolda susayan askeri için, su bulamayınca, birçoklarının kaldıramadığı
bir taşı tek başına
kaldırdı, altından leziz su çıktı. İçtiler, aldılar götürdüler. Ali (r.a.) o
taşı yine
yerine koydu. Bu hâdisenin
geçtiği yerin yakınında bir kilise vardı. O kilisenin rahibi bu hali oradan
gördü.
Hemen aşağı inip, Hz. Ali’nin
huzuruna geldi. Sen Peygamber misin? diye sordu. “Hayır ben son
Peygamber Muhammed bin
Abdullah’ın (s.a.v.) halîfesiyim” buyurdu. Râhib elini ver ki müslüman olayım
dedi. Ali (r.a.) elini
uzattı. Rahib, Allahtan başkasının ibâdete hakkı olmadığına, Muhammed’in
(s.a.v.)
Allahın Resûlü olduğuna ve
senin de Resûlün vârisi olduğuna şehâdet ederim dedi. Âli (r.a.) rahibe:
“Sen bu yaşa kadar kendi
dinini yaşamışsın. Ne sebeple şimdi bizim dinimize girdin?” diye’sordu. Râhib:
“Ey Emir’ül-mü’minin, bu
kiliseyi, bu taşı kaldıran için yapmışlardır. Biz kitaplarımızda okuyoruz.
Âlimlerimizden
de duyduk ki, burada bir
pınar vardır. Üzerinde bir taş vardır. O taşı Peygamber veya peygamber
vârisi kaldırabilir. Senin
bu taşı kaldırdığını görünce, arzuma kavuştum ve yıllardır beklediğim şeyi
buldum” dedi.
Emir’ül-Mü’minîn bu sözü işitince ağladı. Gözlerinin yaşından sakalı ıslandı.
Sonra:
“Allahü teâlâ’ya hamd olsun
ki, beni unutulmuşlardan değil, kitabında zikr edilenlerden eyledi?” buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) namaza durunca
âlem altüst olsa haberi olmazdı. Derler ki: Bir harbde mübârek ayağına
ok gelmiş, demir kısmı
kemiğe işlemişti. Bu yüzden okun demirini çekemediler. Cerrâha gösterdiler.
Cerrâh: “Sana aklı gideren,
bayıltan ilaç vermeli ki ancak o zaman demir çekilir. Yoksa, bunun ağrısına
tahammül edilemez” dedi.
Emîr’ül-Mü’minin: “Bayıltıcı ilâca ne lüzum var, biraz sabredin, namaz vakti
gelsin, namaza durunca
çıkarın” buyurdu. Namaz vakti geldi. Hz. Ali namaza başladı. Cerrâh da Emir
Hazretlerinin mübârek
ayağını yarıp demiri çıkardı. Yarayı sardı. Hz. Ali, namazını bitirince
cerraha:
“Demiri çıkardın mı?”
buyurdu. Cerrâh: “Evet çıkardım,” dedi. Hz. Ali: “Hiç farkına varmadım,”
buyurdu.
İbni Mülcem, Hz. Ali’nin bu
hâlini bildiği için, namaza giderken şehîd etmeği tercih etmişti.
Allahü teâlâ, Hz. Ali için
güneşi iki kere batarken geri çevirmiştir. Birisi Resûlullah’ın (s.a.v.) zaman-
ı şerîflerinde idi. Ümmü
Seleme, Esma bint-i Ümeys, Câbir bin Abdullahı’l-Ensârî ve Ebû Saîdi’l-
Hudrî (r.a.) rivâyet
ettiler. Peygamber efendimiz, huzurlarında Hz. Ali olduğu halde evlerinde
idiler. Cebrâil
(a.s.) vahy getirdi.
Resûl-i Ekrem vahyin ağırlığından mübârek başını Hz. Ali’nin dizine koydu.
Güneş
batıncaya kadar
kaldıramadı. Hz. Ali (r.a.) namazını oturduğu yerde imâ ile kıldı. Resûl-i
Ekrem’i rahatsız
etmemek için yerinden
kalkmadı. Sultan-ı Kâinat efendimiz vahyin ağırlığından kurtulunca: “Yâ Ali!
İkindi namazını kıldın mı?”
diye sordular. Hz. Ali imâ ile kıldım, dedi. Habîbullah güneşe emir buyurdular.
Güneş geriye dönerek dağın
üzerinde durdu. Hz. Ali namazını kıldı. Güneş tekrar yerine gitti. Esma binti
Umeys (r.a.) diyor ki:
“Güneş ikinci defa batarken testere sesi gibi bir ses işitildi.”
Resûlullah’tan (s.a.v.)
sonra Hz. Ali Bâbil’e giderken Fırat nehrinden geçmek icab etti. İkindi namazı
vakti idi.
Beraberindekilerin, bir kısmı ile kendileri ikindi namazını kıldılar. Bir kısmı
da hayvanlarını
sudan geçirmeğe uğraştı.
Güneş battı. Bunlar ikindi namazını kılamadılar. Hz. Ali duâ buyurdu. Hak
teâlâ güneşi geriye getirdi.
Namazını kılmayanlar selâm verinceye kadar güneş kaldı. Sonra korkunç bir
ses çıkararak battı. Hz.
Ali’nin Eshâbı korktular. Tesbih, tehlîl ve istiğfâr ettiler.
Birgün Eshâb-ı kirâm
Resûlullah’dan (s.a.v.) Hz. Ali’yi çok sevmelerinin sebebini sordular. Server-i
âlem: “Varın Ali’yi
çağırın!” buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan birisi Hz. Ali’yi çağırmaya gitti.
Habîb-i Ekrem,
Hz. Ali gelmeden Eshâbına:
“Ey Eshâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o size karşılık olarak kötülük
yapsa ne yaparsınız?”
buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Yine iyilik ederiz” dediler. Resûl-i Ekrem “O
kimse yine size kötülük
yaparsa ne yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Tekrar iyilik yaparız,”
dediler. Resûl-i -Ekrem:
“Tekrar size kötülükte bulunursa, ne yaparsınız?” buyurunca “Eshâb-ı kirâm
başlarını aşağı indirdiler,
bir cevâb veremediler.
Hz. Ali geldi. Resûl-i
Ekrem, Hz. Ali’ye “Yâ Ali! Sen birisine iyilik etsen, o sana kötülük yapsa,
sen ne yaparsın!”
buyurdular. Hz. Ali: “İyilik yaparım” dedi.
Resûl-i Ekrem aynı soruyu
yedi kere tekrarladı. Hz. Ali hepsinde: “Yine iyilik yaparım,” diye cevap
verdi. Sonra ilâve ederek
“O kimseye ben iyilik yaptıkça, o bana hep kötülükte bulunsa yine ben ona
iyilik yaparım” dedi. Bunun
üzerine Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Hz. Ali’yi çok sevmenizin sebebini
anladık, bu sevgiye lâyık
olduğunu gördük” dediler ve Hz. Ali’ye duâ ettiler.
Resûlullah (s.a.v.) bir
hadîs-i şerîfte: “Fakîrlikle öğünürüm” buyurdu. Hz. Ali bu hadîs-i şerîfi
Habîb-i Ekrem’den (s.a.v.)
işitince dünyâya hiç kıymet vermedi. Çok fakîr oldu. Meselâ bugün eline bin
altın geçse, bir tanesi
ertesi güne kalsın demez, hepsini fakîrlere dağıtırdı. Resûl-i Ekrem, Hz.
Ali’ye
cömertlerin sultanı
mânâsına, “Sultân-ül-Eshıyâ” buyurdular. Bir gün Hz. Ali, Hz. Fâtıma’ya: “Evde
yiyecek bir şey var mı, çok
acıktım” buyurdu. Hz. Fâtıma evde bir şey olmadığını, yalnız altı akçenin
olduğunu söyleyerek: “Bu
akçeler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan, Hüseyin meyve istemişlerdi.
Biraz da meyve alırsın”
dedi. Hz. Ali altı akçeyi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir
Müslümanın yakasına
yapışmış, ya hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim dediğini, yakasını
bırakmadığını
gördü. Borçlu adam, bana
birkaç gün daha müsâade et, diyorsa da yakasına yapışan: “Hayır
ben de sıkıntıdayım, bir
saat bile bekleyecek hâlde değilim” diyordu. Hz. Ali bunların çekişmelerini
görünce yanlarına vardı:
“Münâkaşanız kaç para içindir?” buyurdu. “Altı akçedir” dediler. Hz. Ali:
(Kendi
kendine) “Müslümanı bu
sıkıntıdan kurturayım, nasılsa Hz. Fâtıma’ya bir cevâb bulurum,” diye düşündü.
Yanındaki altı akçeyi
vererek, borçlu müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Bir zaman Hz. Fâtıma’ya ne
söyliyeyim diye düşünceye
daldı. Sonunda nasıl olsa Hz. Fâtıma kadınların seyyidesi, Resûlullah’ın
kızıdır,
bir şey demez, diyerek eli boş
eve döndü. Hz. Hasan ve Hüseyin kapıya koştular. Babalarının
meyve getireceğini ümid
ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamaya başladılar. Hz.
Fâtıma’ya: “Verdiğin altı
akçe ile bir müslümanı hapisten kurtardım,” buyurdu. Hz. Fâtıma: “Çok iyi
yaptın,
elhamdülillah, bir
müslümanı hapisten kurtarmışsın. Hak teâlâ bize kâfidir,” dedi. Fakat, mübârek
hâtır-ı şerîfleri biraz
mahzun oldu. Hz. Ali üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da ağladıklarını görünce
gönlünde
bir kırıklık hissetti. Bu
elem ile dışarı çıktı. “Bari gidip Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek yüzünü
göreyim
de, bu üzüntüden
kurtulayım” diye düşündü. Zira Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek yüzüne bakan
kimsenin
her üzüntüsü gittiği gibi,
kalbinde sürûr ve safa hâsıl olurdu. Bunun için Hz. Ali, Resûlullah’ın
(s.a.v.) tesiri katı ve
çabuk bir ilaç gibi olan mübârek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti. Yolda
bir kimse
gördü. Elinde besili bir
deve vardı. Hz. Ali’ye: “Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” dedi. Hz.
Ali
“Şimdi param yoktur” dedi.
O şahıs: “Sana veresiye veririm” dedi. Hz. Ali “Kaça veriyorsun?” buyurdu. O
şahıs “Yüz akçeye veririm”,
dedi. Hz. Ali “Kabul ettim,” dedi. O şahıs da “Peki ben de kabul ettim,” dedi.
Deveyi, Hz. Ali’ye teslim
etti. Hz. Ali deveyi almış, biraz gitmişti. Bir adama rastladı. Hz. Ali’ye: “Bu
deveyi
bana satar mısın?” dedi.
Hz. Ali “Evet satarım” buyurdu. O kimse: “Üçyüz akçeye bana verir misin?”
dedi. Hz. Ali: “Olur
veririm,” dedi.
Deveyi o şahsa sattı. Üçyüz
akçeyi peşin alınca doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve meyveler aldı. Evine
girince çocuklar
sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeğe koyuldular.
Fatimat-üz-
Zehrâ (r.anhâ) Hz. Ali’den
bu yiyecekleri nereden aldığını sordu. Hz. Ali mes’eleyi anlattı. Yemeklerini
yiyip Allahü teâlâ’ya hamd
ü sena ettikten sonra Hz. Ali, Hz. Fâtıma’ya: “Ben, Resûl-i Ekrem’in sohbetine
gidiyorum” diyerek evden
çıktı. Yolda Resûl-i Ekrem’e, yanında Eshâb-ı kirâm oldukları hâlde, rastladı.
Meğer Resûl-i Ekrem
(s.a.v.), Hz. Ali ve Fâtıma’yı görmeğe geliyorlarmış.
Resûlullah (s.a.v.) “Yâ
Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın?” buyurdu. Hz. Ali “Allah ve Resûlü
bilir,” dedi. Resûl-i
Ekrem: “Yâ Ali! Sana deveyi satan Cebrâil aleyhisselâm, satın alan da, İsrâfil
aleyhisselâm idi. Deve de
Cennet develerinden idi” O müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak
teâlâ dünyâda bire elli
hasene (sevab) verdi. Âhirette vereceğinin hesabını ise kendisinden başka
kimse bilmez” buyurdu.
Hikmetli, ibretlerle dolu
sözleri çoktur. Kalblere tesir eden kıymetli sözlerinden bazıları şunlardır:
Buyurdu ki: “Kişi dili
altında saklıdır. Konuşturunuz kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız.”
“Dünya bir cîfedir, leştir.
Ondan birşey isteyen köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı.”
“Allahü teâlâya yemin ederim
ki, beni yalnız mü’min sever ve bana yalnız münafık buğz eder.”
“İnsanın yaşlanıp Rabbini
bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp, hesapsız Cennete girmesinden
daha hayırlıdır.”
“Kul ümidini yalnız Rabbine
bağlamalı ve yalnız günahları kendini korkutmalıdır.”
“İnsanlar arasında, Allah’ı
en iyi bilen, onu çok sevendir, tam ta’zîm, edendir.”
“Sizin için korktuğum
şeylerin en başında, nefsinin hevasına uymak ve uzun emelli olmak gelir.
Birincisi
hak yoldan alıkor. İkincisi
ise âhireti unutturur.”
“Takvâ, hataya devamı
bırakmak, aldanmamaktır.”
“Kalbler kablara benzer. Hayırlı olan, hayırla
dolu olanıdır.”
“İlimsiz yapılan ibâdette,
anlayış vermiyen ilimde, tefekküre götürmiyen Kur’ân-ı kerîm okumakta
hayır yoktur.”
“Bana bir harf öğretenin
kölesi olurum.”
Vefâtında, son sözü “Lâ
ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” oldu.
“Müslümanların hayırlısı,
müslümanlara yardım eden ve faydalı olandır.”
“İyilik bilmez birisi de
olsa, sen iyilik yap! Zira o, mukâbilinde teşekkür edene yapılan iyilikten
mîzânda
daha ağır basar.”
“Arkadaşlarımdan bir grup
toplayıp kendilerine bir ziyafet vermem, benim için bir köle azad etmekten
daha sevimlidir.”
“Kendinize Allah yolunda
kardeşler edininiz. Çünkü onlar dünya için de, ahiret için de lâzımdır.
Cehennem ehlinin “Artık
bizim için, ne şefâatçiler, ne de candan bir dost yok.” (Şuarâ, 100-101)
sözlerini işitmiyor
musunuz? Hadîs-i şerîfte de şöyle gelmiştir: “Bir kul, Allah yolunda yeni bir
kardeş
edindi mi, Allahü teâlâ da
Cennette onun için bir derece ihdas eder.”
“İleride öyle zamanlar
gelecek ki, kıtâl ve zulümsüz hükümdarlık etmeğe yol bulunmayacak; çılgınlık
ve cimrilik etmeden zengin
olmak mümkün olmayacak; kişilerin arzularına uymadıkça da insanlarla
sohbet etmek mümkün
olmayacak. Bu zamana kim yetişecek olur da sohbet ve metânet gösterir ve
kendisini korursa, Allahü
teâlâ ona elli sıddîk sevâbı verir.”
“Ahir zamanda bir mü’min,
halk arasında adını unutturmadıkça rahat edemeyecektir.”
“Sizin hayırlılarınız,
günahına gerçekten çok tövbe edenlerdir.”
“Her kim kötüyü yasaklar,
fâsıka kızar ve Allah’ın yasaklarının hududu çiğnendiği zaman öfkelenirse,
Allahü teâlâ da o kulunun
lehine gadablanır.”
“Öyle zamanlar gelecek ki
münkeri inkâr edenlerin sayısı insanların onda birinden az olacaktır.
Sonra bunlar da gider ve
artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.”
“Her fenalıktan uzak
kalmanın yolu, dili tutmaktır.”
“Hayra niyet edince acele
et ki, nefsin seni yenip de caydırmasın.”
“Dünya hayatı kimseye bâki
değildir. Şiddeti de ni’meti de geçicidir.”
“İki şey aklı ve tedbiri
bozar. Biri acele etmek, biri de olmayacak şeyi istemek.”
“Akıl gibi mal, iyi huy
gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref olmaz.”
“Danışmadan (istişâre
etmeden) doğruya ulaşılamaz.”
“Tembellik insanı vaktinden
önce yıpratır.”
“Öksüzü ağlatmak zulümdür.”
KAYNAKLAR:
1) Üsûd-ül-gâbe, cildi-4,
sh-91
2) El-Îsâbe, cild-2, sh-506
3) Târih-i Bağdâd, cild-1,
sh-133
4) Tarîh-ül-hülefâ, sh-166
5) Tezkiret-ül-Huffâz,
cild-1, sh-10
6) Hulâsat ü
Tezhib-il-Kemâl sh-232
7) Şecerât-üz-Zeheb cild-1,
sh-49
8) Tabakât-ü İbni sa’d
cild-3, sh-11
9) Tabakât-ül-Kurrâ
Libnü’l-Cezerî, cild-1, sh-546
10) Tabakât-üş-Şirâzî sh-41
11) Tabakât-ül-Kurrâ
li’z-Zeheb, cild-1, sh-30
12) El-İber cild-1, sh-46
13) En-nüûm-üz-zâhire,
cild-1, sh-119
14) Tabakât-ül-huffâz,
cild-1, sh-5
15) Ravzât-üs-safa cild-2,
sh-135
16) Hilyet-ül-evliyâ
cild-1, sh-61
17) El-İstiâb cild-3, sh-26
18) Miftâh-un-necât sh-48
19) İzâlet-ül-hafâ cild-1,
sh-254
20) Tam İlmihâl, Se’âdet-i
Ebediyye sh-984
21) Eshâb-ı Kirâm sh-311
22) Savâik-ul-Muhrikâ
sh-115