Ana sayfa

 

En-Nazzâm : 

 

Kelâmcılara geldiğimizde baktık ki onlar, kıyas hakkında bilgileri olduğunu, hüsnü nazar (sağlam düşünce) ve kemal-i irade sahibi olduklarını iddia etmekteler. İstedik ki onların mezheplerinden birşeyler öğrenelim ve inançlarından bazı şeyleri kabul edelim. Fakat en-Nazzâm'ın ahlaksızlardan bir ahlaksız olduğunu gördük. Yine onun gece gündüz içki içer, sonra da günahlarıyla geceler, pisliklere girer, fuhuş ve haysiyetsizlikleri işler olduğunu gördük. Nitekim:

 

Tulumun ruhunu zerafetle almaktayım Yaradan akmayan kanı mubah kılıyorum. İki büklüm oldum, tulum ruhsuz atıldı.

 

----------------------------------------------------------------------

Yaradan akmayan kan: Şarap

içe içe iki büklüm oldum, tulum boşaldı ve ruhsuz (şarapsız) olarak atıldı

----------------------------------------------------------------------

 

Tulum ruhsuz bir cesed olduğu halde, benim cesedimde iki ruh var diyen O 'dur.

 

----------------------------------------------------------------------

Tulum ruhsuz bir ceseddir, çünkü içindeki şarap boşalmıştır. Benim cesedimdeki iki ruh ise birisi kendi ruhumdur, diğer de tulumun ruhu (yani şarap) tır.

----------------------------------------------------------------------

 

Sonra taraftarları,en-Nazzâm'ın:"Allah dünyayı ve içindekileri,her an.yoketmeksizin (yeniden) yaratır [173]sözünü onun hatalarından biri olarak saydıklarını gördük.

 

----------------------------------------------------------------------

Onun iddiasına göre, cevherler araz (sıfat) lar gibi, iki zamandan mevcud olamaz. Cevherler devamlı olarak, misallerinin yenilenmesiyle,bir yenilenme içersindedir.

----------------------------------------------------------------------

 

(en-Nazzam'ın taraftarları) dediler ki:"Ona göre Allah Kur'an'da var olanı yarattığını söylemiştir. O halde var olanı yaratma caiz olursa, yok olanı yok etme de caiz olur."Bu zayıf görüşlülüğün ve kötü seçimin daniskasıdır.

 

Yine ondan. müslümanların hata üzerine icma' etmelerinin caiz olduğunu naklettiler. Güya.müslümanların Nebiimizin-diğer peygamberlerden farklı olarak-bütün insanlığa gönderilmiş olduğuna dair icma'ı bu neviden bir icma' imiş. Çünkü ona göre mesele böyle olmayıp, Allah kimi peygamber göndermişse, bütün insanlığa göndermiştir. Peygamberlerin mucizeleri-iştiharı (herkes tarafından duyulması) sebebiyle-yüryüzünün her tarafına ulaşmış ve kendisine bu ayetlerin (mucizeler) ulaştığı herkesin de onu tasdik etmesi ve ona tabi olması gerekmiştir.

 

en-Nazzam, Peygamberimizm: "Bütün insanlığa, kırmızıya ve siyaha gönderildim hadisine muhalefet etmiş; "Peygamber (s.a.v.) sadece kendi kavmine gönderilmişti" diyerek hadisi te'vil etmiştir. Hadislere muhalefet etmenin sonu kötü olursa, sadece kendi istihsanı (şahsi görüşü ve düşüncesi) sebebiyle hem hadislere hem de icma'ya muhalefet etmenin sonu nasıl olur...

 

Yine, "sen haliye'sin, beriesin, ipin boynundadır, mutlaka'sın ve buna benzer lafızlarla vukua gelen kinaye talak'ın bu kelimeleriyle talaka (boşamaya) niyet etsin, etmesin vuku bulmuş olmayacağını söylemiş ve böylece, müslümanların icma'ına ve hadislere, kendi görüşüne dayanarak muhalefet etmiştir.

 

Keza "Ferc (tenasül uzvu) veya karın ile zıhar yapanın, zıhar yapmış olmayacağını, Allahın gayrı ile İla yapanın da ila yapmış olmayacağını, çünkü îla'nın, Allahın İsminden müştakk (türemiş) olduğunu, söylemiştir.

 

Yine: "Bir adam gecenin başlangıcında taharet (abdest) üzere, yan yatarak, oturarak veya bağdaş kurarak veya herhangi bir şekilde sabaha kadar uyusa, abdesti bozulmuş olmaz. Çünkü uyku abdesti bozmaz" demiştir. (en-Nazzam şöyle) demektedir: "İnsanların, yatarak uyuyunca abdestin bozulacağı üzerinde İcma etmelerinin sebebi, kendilerinden evvelkilerin, gece uyuyup, sabah kalkınca temizlendiklerini görmeleridir. Zira sabahleyin büyük ve küçük hacetini gidermek insanların adetidir. Ayrıca bir kimse uyanınca gözünde çapak, ağzında koku, yüzünde mahmurluk olur. İnsan, abdesti bozan birşeyden, gözdeki çapaktan veya ağızdaki kokudan dolayı abdest alır, yoksa uykudan dolayı değil... İnsanların "Cum'a günü gusletmek vaciptir" demelerinin sebebi de, sabahtan bağ ve bahçelerde çalışmaları ve dinlenmek istedikleri zaman gusletmeleridir."

 

(EBU MUHAMMED): Hz. Peygamber (s.a.v.), "Ümmetim hata üzerinde birleşmez.'' buyurmuş iken bu sözleri ile en-Nazzam, icma'ya ve hadislere muhalefet etmiştir.

 

(en-Nazzam), Hz. Ömer'in (r.a.): "Eğer bu din kıyas ile olsaydı, mest'in üstüne değil altına meshedilmesi daha uygun olurdu. sözünü zikretmiş ve şöyle demiştir: "Ömer'e gereken, bütün hükümlerinde bu dediğine uygun şekilde amel etmesi idi. (Hz. Ömer'in): "Dede'nin mirası hakkında (fetva vermeye) en cür'etli olanınız, ateşe atılmaya da en cür'etli olanınızdır" deyip de sonra bizzat kendisinin bu meselede yüz değişik hüküm vermesi onun yukarıdaki sözünden daha çok şaşılacak birşey değildir.

 

Yine Hz. Ebu Bekr'in (r.a.), kendisine Kuran'dan bir ayet hakkında sorulunca: "Ben Allah'ın kitabındaki bir ayet hakkında Allah'ın kasdettiği manadan başka bir şey söylersem, beni hangi gökyüzü gölgelendirir, hangi arz beni taşır, ben nereye giderim veya ne yaparım...?" dediğini fakat "kelale"den sorulunca da: "Kendi görüşümü söylüyorum. Eğer isabet edersem Allah'tan, hata edersem bendendir: Kelale, (mirasçı olarak) babası ve çocuğu olmayan kimsedir" dediğini zikretmiş ve (en-Nazzam) şöyle demiştir: "Ebu Bekr'in bu sözü, birinci sözüne aykırıdır. Bir kimse re'yi ile söz söylemeyi bu kadar büyük bir mesuliyet olarak görürse, o kimse hükümlerin ona göre verileceği bir görüşü, bu kadar cür'etle ileri sürmez".

 

O, Hz. Ali'nin (r.a.) de, bir eşeği öldüren öküz hakkında sorulunca: "Ben kendi görüşümü söylüyorum. Eğer Rasulullahın hükmüne muvafık olursa ne ala, aksi takdirde benim görüşüm- değersiz ve adi birşeydir" dediğini ve "Kim cehenneme atılmaktan hoşlanırsa dede'nin miras durumu hakkında (re'yi ile) fetva versin!" dediğini, fakat kendisinin bu hususta değişik hükümler verdiğini de zikretmiştir.

 

Yine (en-Nazzam) İbn-i Mes'ud'un, Birva' binti Vaşık'in hadisi hakkında: "Bu hususta ben kendi görüşümü söylüyorum. Eğer hata ise benden, doğru ise Allah'tandır" dediğini zikretmiş ve: "İşte bu zann ve şüphe ile hüküm vermenin ta kendisidir. Zann ile şahadet (şahidlik) haram olursa, zann ile hüküm vermek daha büyük (bir haram)dır. Eğer İbn-i Mes'ud, aklını fetva ile meşgul edeceğine, $aki (dalalette olan) niçin şaki oluyor, said (hidayette olan) da niçin said oluyor? bunun üzerinde düşünseydi, Allah'a karşı bu kadar çirkin birşey söylemez, hatası da büyümezdi ve bu da onun için daha iyi olurdu" demiştir.

 

 (en-Nazzam, devamla): "İbn-i Mes'ud, Ay'ın yarıldığmı ve kendisinin de bunu gördüğünü iddia etmiştir. Bu apaçık bir yalandır. Çünkü Allah, ne sadece onun için, ne de onunla beraber olanlardan bir başkası için Ay'ı yarmaz. Ancak alemlere hüccet, peygamberler için bir delil, kullar için bir teşvik ve bütün beldeler için bir burhan olması için Ay'ı böler. Nasıl oluyor da Ay'ın bölündüğünü bütün insanlar bilmiyor, niçin insanlar, bu hadisenin vuku bulduğu seneyi tarih olarak kaydetmediler, niçin bir şair bunu terennüm etmedi, niçin bunu gören bir kafir, müslüman olmadı, niye bir müslüman, bir zındığa karşı bunu delil getirmedi..?  

 

Sonra İbn-i Mes'ud, Allah'ın kitabından iki sureyi de inkar etmiştir. Farzet ki o, Rasulullahın bu iki sureyi okuduğu sırada hazır değildi, lakin o, bu iki surenin te'lifinin hoşluğu, Kur'an'ın diğer kısımlarının nazmı gibi oluşu ve belağat sahiplerini, benzerini meydana getirmekten ve onun gibi güzel bir sure te'lifinden aciz bırakışı ile istidlal etmeli değil mi idi?

 

Sanki hiç peygamberimizle birlikte namaz kılmamış veya onunla bulunmamış gibi ölünceye kadar, rükuda ellerini dizlerinin arasına koymağa (tatbik'e) devam etmiştir.

 

Müslümanlar, Zeyd b. Sabit'in kıraatini -(Kur'an'm) en son arz edilen şekli olması sebebiyle kabul edince onun hakkında kötü sözler sarfetmiştir.

 

Hz. Osman'ın Mina'da (iki rekat olarak kılması gereken seferi) namazı dört rekat kılıp sonra yoluna devam ettiği haberi kendisine ulaşınca onu ayıplamıştır. Hz. Osman bu namazı dört rekat olarak kılan ilk kimse idi. Bu husus kendisine söylenildiğinde: "İhtilaf bir şer, tefrikacılık da şerdir" demiş olduğu halde Hz. Osman pekçok hususta tefrika meydana getirecek şekilde hareket etmiştir." demiştir. Zeyd'in kıraatini seçtiğinden beri, (İbn-i Mes'ud) Hz. Osman'a kötü sözler söylemeye devam etmiştir.

 

Hindlilerden bazı insanları görünce İbn-i Mes'ud: "Bunlar cin gecesi gördüğüm cinlere çok benziyor" demiştir. Bunu Süleyman et-Teymî (46-143), Ebu Osman en-Nehdî ( -100)'den nakletmiştir.

 

Davud, (- -140) eş-Şatn (17-104)'den, o da Alkame (- -62)'den: Alkame şöyle demiştir: İbn-i Mes'uda, "Sen cin gecesi Rasulullah ile beraber miydin? dedim, cevaben: O gece Hz. Peygamberin yanında bizden hiç kimse yoktu." dedi.

 

(en-Nazzam) Huzeyfe bin Yeman hakkında ise şunları söylemiştir: "Bir çok şey hakkında Osman'a Allah'a yemin ederek öyle birşey söylemediğini ifade etmiştir. Fakat onun bunları söylediğini duyanlar vardı. Ona niçin böyle söylediği sorulunca: "Dinimin tamamının gitmesinden korkarak, bir kısmını diğer kısmı ile satın alı(p kurtarı)yorum." demiştir. Bunu Mis'ar b. Kidam ( -155), Abdulmelik b. Meysera'den ( -120), o da en-Nezzal b. Sebre (?-?) den rivayet etmiştir.

 

Ebu Hureyre hakkında da: "Ömer, Osman, Ali ve Aişe (r.a.) onu yalanlamıştır." demiştir.

 

Ebu Hureyre, bir tek mest ile yürümenin aleyhinde bir hadis rivayet etmiş, Hz. Aişe bunu duyunca bir tek mestle yürümüş ve "Vallahi Ebu Hureyre'ye muhalefet edeceğim. demiştir.

 

Yine Ebu Hureyre, "köpek, kadın ve eşek (namaz kılanın önünden geçince) namazı bozar diye rivayet edince, Hz. Aişe: "Çoğu zaman olurdu ki, ben sedir üstünde, enine ve kıble ile onun arasında yattığım halde, Rasulullah sedirin ortasına doğru namaz kılardı." demiştir.

 

Hazretti Ali, Ebu Hureyre'nın, abdestte, elbise giyerken, sağdan başladığını duyunca su istemiş,sol'dan başlayarak abdest almış ve:"Vallahi Ebu Hureyre'ye muhalefet edeceğim" demiştir.

 

Ebu Hureyra:"Bana Halilim (dostum) söyledi, Halîlim dedi, Halîlimi gördüm.."derdi. Bunun üzerine Hz. Ali ona:"Ey Ebu Hureyre. Rasulullah ne zaman senin halilin oldu?" demiştir.

 

(en-Nazzam devamla) Ebu Hureyre:"Kim cünüb olarak sabahlarsa onun orucu yoktur, "hadisini rivayet edince bunu duyan (Halife) Mervan bu hususu sormak için Hz. Aişe ve Hafsa'ya adam göndermiştir. Her ikisi de:"Rasulullah ihtilamsız (yani cinsi münasebet neticesi) cünüb olarak sabahlardı, sonra da o gün oruç tutardı". deyince gelen adama: Ebu Hureyre'ye git ve bunu ona öğret "demiştir. Ebu Hureyre de bunun üzerine: "Bana bunu el-Fadl b. Abbas rivayet etti." demiştir. Bu suretle Ebu Hureyre bir ölüyü şahid kılmış ve böylece işitmediği halde kendisinin Rasulullahtan bu hadisi işittiği zannını uyandırmıştır.

 

İbnu Kuteybe.En-Nazzam'a Cevap Vermeğe Başlıyor 26

 

EBu MUHAMMED: Ashabın ileri gelenleri hakkında bu sözleri söyleyen en-Nazzam, Allah azze ve celle'nin Kitab-ı Kerimindeki: "Muhammed Allah'ın Peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar,....ila ahir" (Feth 29) ve "Hakikaten Allah, (Hudeybiye'de) ağacın altında sana biat etmekte oldukları vakit. o mu'minlerden razı oldu. Böylece kalplerinde olan sadakati bildi de, üzerlerine manevi huzuru indirdi."(Feth 18) ayetlerini sanki hiç duymamış gibidir.

 

Eğer (en-Nazzam'ın) Ashab hakkında anlattığı şeyler, özür, te'vil ve açıklama kabul etmeyecek ve ancak onun dediğinin doğru olmasını gerektirecek derecede hakikat olsaydı bile, bunları anmamak bunlardan yüz çevirmek daha doğru olurdu. Çünkü bu gibi şeyler Ashabın güzel davranışları, pekçok menkıbeleri ve Rasulullah'la olan sohbetleri ile Allah yolunda mallarını ve canlarını feda etmeleri yanında pek ehemmiyetsiz kalırdı.

 

EBu MUHAMMED: Benim nazarımda en acaib şey. en-Nazzam'ın kendisi nazar (düşünce ve istidlal) ve kıyas ehli olduğu halde, Hz. Ömer'in, dede'nin mirastaki hukukî durumu hakkında, yüz değişik hüküm verdiğini iddia etmesidir.

 

Hz.Ömer'in bir meselede yüz farklı hüküm vermesinin imkansız olduğunu hiç düşünmedi mi? O halde bu hükümler nerededir? Nerede bu hükümlerin on tanesi. hatta beş tanesi..? Hadis ravilerinden olup da bu hükümlerden beş veya altısını hiç mi ezberleyen olmadı...? Bir müctehid, dedenin mirastaki hukuki durumu hakkında, mümkün olan bütün ihtimalleri toplamaya çalışsa yine de bu hususta yirmi hüküm bile getiremez.

 

Nasıl olur da bu hadisi -muhal olması sebebiyle- red ve inkar olunan hadislerden addetmez ve sika (güvenilir) raviler tarafından rivayet edilmeyen bu hadisi (rivayeti) reddetmez? Bu iddia. Hz Ömer'e beslenilen kin ve düşmanlıktan başka birşey değildir

 

EBu MUHAMMED: Hz. Ebu Bekr, kendisine bir ayetin manası sorulunca bu ayetin manası hakkında söz söylemeyi büyük bir mesuliyet görüp kaçındı fakat sonra da "Kelale (mirasçı olarak babası ve çocuğu olmayan kimse) "hakkında kendi re'yi ile söz söyledi, "diye Hz. Ebu Bekir'i ayıplamasına gelince:

 

Ebu Bekr'e (r.a) birtakım müteşabih ayetler hakkında sual sorulmuştu. Bu ayetlerin te'vilini (açıklamasını) ise ancak Allah (c.c) ve ilimde rusuh sahibi olanlar bilebilir. Bundan dolayı Ebu Bekr Allah'ın muradından başka bir mana ile bu ayetleri tefsir etmekten korkarak müteşabih ayetler hakkında söz söylemeyi menetmiştir.

 

"Kelale" hakkında re'yi ile fetva vermesine gelince; zira bu müslümanların halletmek zorunda oldukları ve miraslarında bu meselenin halline ihtiyaç duydukları bir husustur. Bu sebeple Kur'an ve Hadiste açıklık bulunmayan bir hususta İçtihad etmesi mubah olmuştur. Üstelik Hz. Ebu Bekr, müslümanların imamı, başlarına gelen zor durumlarda (mühim meselelerde) onların sığınağı idi ve bu yüzden görüşünü ortaya koymağa mecbur idi.

 

Hz.Ömer, Osman, Ali, İbni Mes'ud ve Zeyd b. Sabit (r.a) de, kendilerine bir mesele sorulunca aynı şekilde, cevab vermişlerdir. Çünkü onlar. yeni ortaya çıkan meseleler karşısında. müslümanların sığındığı önderler idiler.

 

O halde onların ne yapmaları gerekirdi? Yeni çıkan meseleler karşısında, o (en-Nazzam) ve benzerleri gelip bu meseleleri halledinceye kadar, "kelale" hakkında görüşlerini ortaya koymayı terk mi etselerdi?!!

 

Sonra, Ay'ın yarıldığını ve kendisinin bunu gördüğünü söylemesinden dolayı İbni Mes'ud'u ayıplamasına ve ona yalan isnad etmesine gelince: Bu, İbn-i Mes'ud'u yalancı saymak değil, aslında Nebilik alametlerinden birinin değerini düşürmek ve Kur'an-ı inkar etmek demektir. Çünkü Allah" Kıyamet yaklaştı. Ay bölündü."(Kamer, 1) buyurmaktadır.Gerçekten Ay o zaman yarılmamış ve Cenab-ı Hakkın kasdı "ileride Ay varılacaktır," demek olsaydı bu ayetin arkasından: "Eğer bir mucize görseler, yüz çevirip şöyle derler: Bu devam edegelen kuvvetli bir sihirdir." Kamer, buyurmasının ne gibi bir manası olabilirdi? Bu ayet bir kısım insanlların Ay'ı yarılmış olarak gördüklerine delalet etmez mi? Onlar Ay'ı bu halde görünce: "Bu, onun (Muhammed'in) sihirlerinden devamlı bir sihirdir, bir hayaldir, "demişlerdir. Nitekim Nebimizin diğer mucizeleri hakkında da böyle şeyler söylüyorlardı.

 

Nasıl olur da Rasulullah'ın mucizelerinden bir mucizeyi peygamberlik alametlerinden bir alameti büyük bir topluluğun haricinde bir veya iki kişinin veya az sayıda insanın görmesi mümkün olmaz? Ashab'dan biri. kurdun onunla konuştuğunu bir diğeri devenin (sahibini) Rasulullaha şikayet ettiğini, bir başkası da. kabrin ölüyü dışarı fırlattığını haber vermiştir. Bunun gibi bu meseleyi de bir, iki veya daha çok sayıdaki kimselerin haber vermesi mümkün olamaz mı?

 

--------------------------

Mahir: Yakın tarih'e ait bilgi: Apollo-10, ayın her tarafını fotoğraflarla tesbit ettikten sonra, Apollo-11 ile gelecek olan ay fâtihlerinin iniş yerlerini belirledi. Apollo-11'in çektiği fotoğraflarda, ayın etrâfını çevreleyen derin ve geniş bir kanalın bulunduğu görüldü. Fransız gazeteleri bunu; "Bu kanal, Şakk-ı kameri işâret etmiş olamaz mı? şeklinde, resim altı haber olarak verdiler. Papalığın îkâzı üzerine, bu haberden bir daha söz edilmemiştir. (M. Sıddîk Gümüş)

--------------------------

 

"Muawizeteyn (el-Felak ve en-Nas)" surelerini inkar etti diye İbn-i Mes'uda hakaret etmesine gelelim: İbn-i Mes'udun böyle söylemesinin bir sebebi vardı. İnsanlar bazan zanlarında hataya düşebilir, ayakları sürçebilir. Bu ayak sürçmesi (zelle) Peygamberler hakkında caiz olursa, onların dışındakiler için evleviyetle caiz olur.

 

İbn-i Mes'ud'un bu iki sureyi mushafına dahil etmeyişinin sebebi, Rasulullahın (torunları) Hasan ve Huseyn'in kötülüklerden korunması için "Euzu bi kelimati'llahi'tammeti" duasını okuduğu gibi, "muavvizeteyn"i de Hz. Hasan, Huseyn ve başkalarının, kötülüklerden korunması için okuduğunu görmüş olması ve bu iki surenin Kur'an'dan olmadığını zannetmesidir. Bu sebeple de bu iki sureyi mushafına dahil etmemiştir.

 

Buna benzer bir sebeple Ubeyy b. Ka'b da Kunut duasının baş tarafinı Kur'an'a dahil etmiş ve bunu iki ayrı sure kabul etmiştir. Çünkü o, Rasulullah'ın bu iki dua ile namazlarda daima dua ettiğini görünce, Kunut'un da Kur'an'dan olduğunu zannetmiştir.

 

(İbn- Mes'ud'un namazda) tatbîk yapmasına gelince: Bu namazın farzlarından değildir. Farz olan "rüku' ve secde ediniz" (Hacc, 77) ayeti gereğince sadece rüku ve secde etmektir. Kim tatbîk yaparsa rüku etmiş olur, kim ellerini dizleri üzerine koyarsa o da rüku etmiş olur. Elleri dizler üzerine koymak veya tatbik yapmak ise rüku'nun sadece adabındandır. Bu durumda ihtilaf da namazın adabında olmuş olur. Ashabın kimisi (namazda, tahiyyat esnasında) kaba yeri üzerine, kimisi yayılarak kimisi de bağdaş kurarak otururdu. Bunların hiçbirisi de, birbirinden ayrı olmasına rağmen, namazı bozmaz.

 

 (en-Nazzamm); Şaki (dalalette olan) anasının karnında iken şaki, said de anasının karnında iken said (hidayette) olandır" hadisi dolayısıyla İbn-i Mes'ud'u yalancılıkla itham etmesine gelince; İbn-i Mes'ud'un, böyle meşhur ve yüce bir hadis ile Rasulullah'a yalan isnad etmesi nasıl caiz olabilir? O: Bana sadık ve masduk olan (Rasulullah) haber verdi" diyor da, pek çok sayıda Ashab mevcud olduğu halde niçin hiçbiri onun bu sözünü inkar etmiyor?

 

Hem ne için ve ne gaye ile Rasulullaha yalan isnad etsin ki? Bu ona ne bir fayda getirir, ne onu bir zarardan korur, ne sultan ve idarecilere yaklaşmasına vesile olur, ne de bununla malı artar... Onun bu rivayetini destekleyen pekçok kimsenin rivayeti varken nasıl olur da yalan söylemiş olur? Bu rivayet sahiplerinden birisi de Ebu Umame'dir ki, Rasulullahtan şu hadisi rivayet etmiştir: "Saadetin (hidayetin) iman eden ve takva sahibi olanlara, şekavetin (dalaletin) de, (dini) yalanlayan ve (dine) küfredenlere takdir olunduğuna dair. Allah'ın ilmi sebkat etmiş (ezeli ilimde takdir edilmiş), (kaderi yazan) kalemin mürekkebi kurumuş ve kader tamamlanmıştır. (Artık hiçbir şey kaderi değiştiremez.) Bu Kur'an'ın ve peygamberlerin şehadetiyle sabittir.

 

Allahu Taala da şöyle buyurmuştur: "Ey adem oğlu, sen, benim dilememle var oldun. Nefsin için dilediğini dileyen sensin. Benim irademle var oldun. Nefsin için istediğini isteyen sensin. Benim lütuf ve rahmetim ile farzlarımı yerine getirdin ve benim ni'metim ile bana karşı günah işledin."

 

İşte el-Fadl b. el-Abbas b. Abdulmuttalib, o da Rasulullahın kendisine: "Ey çocuğum, Allahı(n hakkını) gözet ki Allah da seni korusun. O'na tevekkül et ki O'nu önünde (heryerde kendine yardımcı) bulasın. Rahat anlarında kendini O'na tanıt ki, O da sana darlık ve sıkıntı anlarında yardım etsin. Şunu bilesin ki, sana isabet edecek olan şaşacak (ve başkasına isabet edecek) değildir. Sana gelmeyecek olan da asla sana dokunmaz. Çünkü kalem, kıyamete kadar olacak şeyleri yazmıştır" dediğini rivayet etmiştir. [Bu hadis Buhari ve Hanbel de geçiyor]

 

O halde İbnu Mes'ud, Kur'an'm kendisini desteklediği bir hususta nasıl yalancılıkla itham olunabilir? Allahu Taala: "İşte Allah, böyle (zalim) kimseleri sevmeyen bir kavmin kalplerine imanı yazmış ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiştir." (Mucalede, 22) buyurmuştur. "... kalplerine imanı yazmış" yani onların kalplerine imanı yerleştirmiştir. Rahmeti hakkında da Cenab-ı Hakk: "Onu (rahmetimi) küfürden sakınanlara ve zekatı verenlere yazacağım" (A'raf, 156) buyurmuştur, "...yazacağım" yani, onlara has kılacağım, demektir. Allah kimin kalbine imanı yerleştirmişse, muhakkak ki onun saadetine hükmetmiş demektir.

 

Yine Allah azze ve celle Rasulüne şöyle buyurmuştur: "Doğrusu sen istediğini hidayete eriştiremezsin. Fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir." (Kasas, 56) Bu ayetin manasının: "Sen istediğine "hadî = hidayette olan" ismini veremezsin, fakat Allah dilediğine "hadî" ismini verir." şeklinde olması caiz değildir. Yine: "Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir." (Nahl, 93) buyurduğu gibi: "Böylece Fir'avn, kavmini sapıklığa sürükledi, hidayete götürmedi" (Ta-ha, 79) buyurmuştur. Burada Fir'avn'ın kavmine ne "sapıtanlar" ismini vermesi, ne de "hidayete erenler" ismini vermesi düşünülemez. Keza "Allah kime hidayet etmeyi dilerse* İslama onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini göğe çıkıyormuşcasına daraltır, sıkıştırır." (En'am, 125) ve "Eğer dileseydik, herkese hidayetini verirdik. Fakat benden şu söz gerçekleşti: "Muhakkak ki Cehennemi, bütün (kafir olan) cinlerle insanlardan dolduracağım" (Secde, 13) buyurmuştur. Bunların benzeri, Kur'an ve Hadls'te pek çoktur.

 

Bizim burada maksadımız Kaderiyye aleyhine delil getirmek olmadığı için onları reddeden şeyleri, onların tevillerinin fasid (bozuk) ve muhal olduğunu zikretmeyeceğiz. Zira ben bunları başka bir yerde, Kur*an ile ilgili olarak yazdığım eserlerimde anlattım.

 

Gerek Cahiliyye'de, gerekse İslam'da Arapların kendisini desteklediği bir hususta İbni Mes'ud nasıl yalanlanabilir..? Nitekim bazı recez şairleri şöyle demişlerdir: "Ey içinde endişe gizleyen kimse, endişelenme... Eğer sana sıtma takdir olunmuşsa muhakkak yakalanırsın. Dağın zirvesine yükselsen bile. .. Kalem bunu yazdıysa, bundan nasıl kaçabilirsin?

 

Bir diğer şair şöyle der: Kader bu... Beni ister ayıpla, ister ayıplama... Ben hata etmiş olsam bile, kader hata etmez.

 

Lebid de şöyle demiştir: Şüphesiz Rabbimizden ittika etmek en hayırlı ganimetttir. Acelem de gecikmem de, Allanın emriyledir. Kimi doğru yola iletirse o, huzur içersinde hidayete erer ve kimi dilerse saptırır.

 

el-Farazdak şöyle demektedir: Kusa'i nedametiyle nadim oldum. "Navar" benden boşanarak gittiğinde.. O bir cennet idi, çıktım oradan, adem gibi ki, o zaman onu, şeytan çıkarmıştı oradan. Eğer onu ellerimle tutsaydım ve nefsim onu sevseydi, O takdirde kader karşısında ihtiyarım olurdu.

 

en-Nabiğa ise şöyle diyor: Bir kişi istediğine ermiş değildir. Eğer o (kaderde) yazılmamışsa...

 

Artık, Allah'ın kitapları kendisini destekleyen İbni Mes'ud, nasıl yalancılıkla suçlanabilir?

 

İşte Vehb b. Munebbih (34-114, 6) diyor kt: "Allahın (mukaddes) kitaplarından yetmişiki kitap okudum. Yirmi ikisi batın, ellisi zahir ile ilgili idi. Bütün bu kitaplarda gördüm ki, kim bir şeyi kendi gücüyle yaptığını iddia ederse, küfre girmiş olur."

 

İşte Tevrat da şöyle demektedir: "Allah Musa'ya; "Fir'avn'a git ve ona, benim Bekr'im (ilk seçtiklerim) olan Beni Israili -bana hamd etmeleri, beni temcid ve takdis etmeleri için- Kenan'dan Arz-ı mukaddese bana göndermesini söyle. Git ve ona bildir ki, (eğer dediğimi yapmazsa) Ben onun kalbini taş gibi yaparım da, hiçbir şey yapamaz (veya bir rivayette, hiçbir şey anlayamaz).

 

EBu MUHAMMED: Benim "Bekr'im" demek yani, onlar (Beni İsrail) benim için, bir adamın ilk evladı menzilesindedir demektir. "O bekrimdir" yani, ilk seçtiklerim, demektir.

 

Hammad (er-Raviye) Mukatil'den ( -150) şöyle rivayet etmiştir: (Mukatil) dedi ki: "Amr b. Faid bana: Allah, birşeyi istemediği halde onu emreder mi?" dedi. Ben: Evet emreder. Çünkü İbrahim'e (A.S.) oğlunu kurban etmesini emretti. Fakat bunu yapmasını istemiyordu" dedim. O dediki (bu) sadece bir rüya idî."  Ben: "Sen (İsmail'in), "Ey babacığım, emrolunduğun şeyi yerine getir." dediğini duymadın mı? dedim,"

 

Ve işte, Arapların dışındaki bütün milletler. Onlar da Kaderin varlığını kabul ediyorlar. (Bu milletlerden) Hindliler "Kelile ve Dimne" de -ki onların kadim kitaplarının en esaslılanndandır- diyorlar ki:" Kadere yakin (en inanmak), işinde kararlı ve azimli olan bir kimsenin, tehlikelerden korunmasına mani değildir. Hiç kimse, kendisi için gayb olan kaderini bilmekle mükellef değildir. Ona gereken temkin ve azimle çalışmaktır.

 

EBu MUHAMMED: Biz de kaderi tasdik etmekle beraber, azmedip çalışılması (gerektiği)ni kabul ederiz.

 

EBU MUHAMMED; Yine, Acemlerin kitaplarında okuduğuma göre Hürmüz'e "Firuz'u el-Heyatıle kavmi üzerine göndermesinin, sonra da (Firuzun) onlara karşı sözünde durmamasının sebebi nedir?" diye sorulunca (Hürmüz) şöyle demiştir: "Kullar, kendilerinin dahli olmayan, ne ileri ne de geri kaçamıyacaklan bir hususta, Rabbimizin kaderinden ve meşietinden (dilemesinden) kaçıyorlar. Bizim bu hususta anlattıklarımızı bilmek isteyen bir kimse, bu sorusu ile sadece, bu iş (savaş ve gadre uğrama) kendisinin başına gelen kimsenin üzerinde cereyan eden kaderin, kendisiyle cari olduğu illeti (sebebi) sormakta dır.Zahiri sebep insanların dillerinde dolaşan "fulan ne yaptı?" sözünden kasdedilen gözle görülen (zahiri) sebeptir. Aslında insanlar bu sözleriyle, "Ona ne yapıldı?" veya "Onun ellerinde ne cereyan etti?" demeyi kasdederler.

 

Fulan öldü, fulan yaşadı sözleri de böyledir. İnsanlar bu sözleriyle ancak, o kimseye, o işin (Allah tarafından) yapıldığını kasdetmektedirler. Onun (bana sormuş olduğu) sorusundan kasdettiği de budur. Artık kim bu noktadan (kader noktasından) öteye geçmek isterse bu hususta ona cahillik (bilgisizlik) yakışır. Bu vak'ada vuku bulan şeyleri, kadere yüklememiz, onu (Firuzu) ma'zur göstermek, onun yaptıklarını tasvib etmek veya mahlukat üzerine takdir edilen şeylerin onun tesiriyle olduğunu inkar etmek için değildir. Eğer sıkıntıları defetmeye, iyi şeyleri celbetmeye (kulun) gücü yetmiyorsa, bu Allahm adaletinin mahlukatı için kesinlikle takdir ettiği ve bizim meçhulümüz olan, azab ve sevab verilmesini gerektiren sebeptir."

 

İbni Mes'ud'un yalancılıkla itham olunduğu son hadisine gelince: İbnİ Mes'ud Hindliler (ez-Zutt) dan birtakım kimseler gördüğünü, onların Cin gecesi gördüğü cinlere çok benzediğini söyleyince, kendisine: "Sen Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi. idin?" denildiğinde, o: "O gece Hz. Peygamberin yanında bizden hiç kimse yoktu." demiştir. Halbuki ilk hadiste, kendisinin o gece orada bulunduğunu söylemiş, diğerinde de bunu inkar etmiştir. Bu iki, haberin İbnİ Mes'ud'dan rivayet edilmesi nasıl doğru olabilir? Halbuki o, parlak bir anlayışa, emsallerini geçen bir ilme sahip olmuş, sünnette de, ilmin kendilerinde son bulduğu ve ümmetin onlara uyduğu Ashab'ın önde gelenlerini geçmiş, Rasulullah ile hususi münasebet peyda etmiş ve onun yanında iyi bir mevki kazanmıştır.

 

Onun yalan söylemesi nasıl mümkün olur ki, bugün bulundum desin, ertesi gün bulunmadım desin... Eğer düşmanı ona bir kötülük yapmaya gayret sarfetse, onun kendi kendine ettiği bu kötülükten daha fazlasını yapamaz. Veya onda delilik, bunaklık veya akli bir dengesizlik olsaydı, yine de kendini bundan fazlası ile kötüleyemezdi.

 

Hadisçiler bu ez-Zutt (=Hlnd liler) hadisini ve cin gecesi İbnİ Mes'udun Rasulullahla beraber olduğunu kabul etmemektedirler. Hadislerin sağlamını, çürüğünü ayırmada bizim önderlerimiz onlardır. Çünkü onlar bu ilmin ehli ve bu işe itina gösteren kimselerdir. Her mesleği ve sanatı da en iyi şekilde, o mesleğin erbabı bilir.

 

Şu kadar ki biz, bu iki haberden birisinin batıl olduğundan şüphe etmiyoruz. Çünkü Abdullah b. Mes'udun (r.a.) kendisinin yalan söylediğini insanlara haber vermesi ve onların nazarındaki itibarını düşürmesi düşünülemez. Eğer böyle olsaydı o zaman ona: "Niçin dün, orada bulunduğunu söyledin?" denilirdi. Eğer mesele Hadisçilerin (Ashabu'l-Hadis) dediği gibi ise birinci haberin sakıt olması gerekir. Fakat her iki hadis de sahih ise, o zaman bana kalırsa, ikinci haberi nakleden, bu haberden bir kelime düşürmüştür. Bu kelime de "benden başkası" kelimesidir. Ona "Sen Peygamber (S.A.V.) ile Cin gecesi beraber mi idin?" denilince, "O gece benden başka, bizden hiç kimse bulunmadı?" demiş olması (ihtimali) dediğimizin doğruluğunu gösterir. Ravi, "Benden başka" kelimesinden, ya işitmediği için ya da işitip de unuttuğu veya ondan nakleden ravi iskat ettiği için gafil olmuş olabilir. Bu ve buna benzer şeyler bazen vuku bulabilir, pek güvenilmez...

 

Bizim sözümüz(ün doğruluğun)a delalet eden husulardan birisi de, ona: "Sen cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idin?" denilince: "Bizden hiç kimse yoktu" demesidir. Bu ise "Sen orada mı idin?" sualinin cevabı olamaz. Bu ancak "Siz Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idiniz?" sualini sorana bir cevab teşkil edebilir. Binaenaleyh, sual soranın suali: "Sen Cin gecesi Rasulullah ile beraber mi idin?" şeklinde olursa, cevabın: "O gece benden başka bizden hiç kimse yoktu" şeklinde olması uygun olur ve İbni Mes'ud'un evvelki *sÖzü de bizim bu dediğimizi te'yid etmektedir.

 

(en-Nazzam'm) Huzeyfe'den (r.a.) naklettiği şeye gelince: Güya Huzeyfe (r.a.) Osman (r.a.) aleyhinde söylediği pekçok şey hakkında, onları söylemediğine dair ona yemin etmiş. Halbuki onun bunları söylediğini işiten varmış ve bu durum kendisine söylenince: "Ben -dinimin tamamının gitmesinden korkarak- bir kısmını, diğer bir kısmı karşılığında satın alı(p kurtarı)yorum." demiştir.

 

Huzeyfe'nin mazereti veya haklı olduğu bir nokta olup olmadığı araştırılmadan, bir hadis nasıl bu kadar çirkin bir şekilde yorumlanabilir...? Evet Huzeyfe (r.a.) mazeretini açıklamıştır ve buda onun: "Dinimin bir kısmını diğer bir kısmı karşılığında satın alı(p kurtar)ıyorum." sözünden anlaşılmaktadır.                                                  .

 

(en-Nazzam) Huzeyfe'nin sözünü iyice anlamadı mı? Hiç düşünmedi mi, onun ne söylediğini? Bilakis (anlamasına anladı. Fakat) Rasulullahın Ashabına olan düşmanlığı ve onlara olan amansız kini, onu düşünmekten alıkoymuştur.

 

İnsanın heva(y-ı nef)si, nasıl insanı kör ve sağır ederse, buğz (nefret) ve düşmanlık da öylece insanı kör ve sağır eder.Bil ki -Allah sana rahmet etsin- yalan söylemek ve yeminini bozmak, bazı hallerde kişi için en uygun iş olur. Doğru sözlülük ve yeminine sadakattan daha çok Allah (m nzasın)a yakın olur.

 

Düşün bir kere, bir adam zalim bir sultan görse, kudretli ve kahredici bir sultani Bir müslümanın veya zımminin kanını haksız yere dökmek istiyor veya onun ailesinin ırzına göz dikmiş. Veya onun evini yakacak. Eğer o kimse kendini kurtaracak bir yalan söylerse, veya yalan yere yemin ederse, Allah katında sevab kazanır, kullar tarafından da kendisine teşekkür edilir.

 

Yine bir adam sıla-i rahim yapmamaya, zekat vermemeye yemin etse, sonra da fakihlerden fetva istese, onların hepsi de onun yeminine uymamasına fetva verirler. Allahu Teala da: "Allah'a yaptığınız yeminleri; iyilik yapmanıza, günahtan sakınmanıza ve İnsanların arasını düzeltmenize engel yapmayın." (Bakara, 224) buyurmaktadır. Yani Allaha yemin etmiş olmayı, sizi hayır işlemekten meneden bir engel haline koymayın. Böyle yemin edince onu yerine getirmeyin, fakat kefaret verip hayırlı olan şeyi yapın demektir.

 

 

Keza Rasulullah da şöyle buyurmuştur: "Kim bir şeye yemin eder de, yeminini bozmanın hayırlı olduğunu görürse, kefaret versin ve hayırlı olanı yapsın.

 

Harpte -çünkü harb bir hiledir- , insanların arsını düzeltmekte ve bir kimsenin karısını razı etmeye çalışmasında da yalan söylemek caizdir.

 

Yine, eğer zulme uğrayacaksa veya nefsinin zarar görmesinden korkarsa, o kimseye tevriye için de ruhsat tanınmıştır. Tevriye ise, kendisinden yemin etmesini isteyen kimsenin düşündüğünden, başka bir şeye niyet etmektir. Mesela, birisi eli darda olan bir kimseden -Allah borcun ertelenmesini alacaklıya emrettiği halde- hakim huzurunda, ondan alacağı olduğuna yemin etmesini ister. Mali sıkıntıda olan bu kimse de, hapse düşmekten korkarak şöyle der: "Vallahi bunun bende hiçbir alacağı yoktur." içinden de ilave eder: "bugün" Yahud "Vallahi" der, kasdettiği ise lehv (oyun, eğlence) fiilinin ismi faili olan el-Lahî (oynayan)dır. Yalnız "vallahi"nm sonundaki (y harfini söylemez ve hazfettiği (y) harfine delalet etmesi için kesreyi olduğu gibi bırakır. Nitekim Kur'an'da da (hazfe misal olarak) Allahu Taala: 'Ya ibadi'llezine amenu" "yevme yed'u'ddai" ve "yunadi'l-munadi" buyurmaktadır.

 

Yahut "malik olduğum herşey sadakadır." der, bununla "asla malik olamayacağı şeyleri" kasdeder

 

Yine bir adam, bir kimseye "şu evin kapısından çıkmayacağım'' diye yemin ettirir. Bu ise ona zulümdür. O da kapıdan çıkmış olmamak için duvara tırmanır ve çıkar. Aslında yemin ettiren, ne şekilde olursa olsun, onun evden çıkmamasını kasdetmiştir. İşte bunlar ve benzerleri hep tevriyeye birer misaldir.

 

Maarid'e (üstü kapalı söz söylemeğe) de ruhsat verilmiştir. Bunda yalandan kurtuluş vardır denilmiştir. İbrahimu'l-Halil (A.S.)'ın, karısı hakkında: "O, kardeşimdir" sözü de üstü kapalı sözlerdendir. Halbuki İbrahim (A.S.) bu sözü söylerken mü'minlerin kardeş olduğunu kasdederek söylemiştir. Yine İbrahim (A.S.): "Belki onların şu büyüğü bunu yapmıştır. Sorun bakalım onlara, eğer söylerlerse." (Enbiya, 63) sözünden de "Eğer konuşursa şu büyükleri yaptı" manasını kasdetmiştir. Yani konuşmayı, o işin yapılması için şart kılmıştır. O da konuşmadığına göre, o (put) yapmadı demektir.

 

Keza (İbrahim'in): "Ben hastayım" (Saffat, 89} sözünden kasdı, ileride hasta olacağım demektir. Çünkü ölüm ve yok olmak kime yazıldıysa, o kimse mutlaka, hasta olacaktır demektir.

 

Keza Allah Peygamberine:   "(Ey Rasulüm) elbette sen ölüsün ve elbette o kafirler de ölüdürler." (Zumer, 30) buyurmuştur. Halbuki o vakitte Resulullah ölü değildi. Allah bu ayette: "Muhakkak ki sen öleceksin, onlar da ölecekler", demek istemiştir.

 

(en-Nazzam) yukarıda zikredilen hususlardan hangisini, Huzeyfe için bir mazeret olarak aramaya çalışmıştır... Huzeyfe: "Ben dinimin bir kısmını, diğer bir kısmı ile satın alı(p kurtar)ıyorum." sözü ile kendisinin kurtuluş noktasına işaret etmiştir. Eğer onun mazeretinin nerede olduğunu bilmek istersen, sana bazı misaller vereyim.

 

Mesela: Haricilerden bir adam Rafızilerden birine rastlar ve ona, ''Ya Osman ve Ali'den teberri edersin yoksa seni -Allaha andolsun- öldürmeden bırakmam" der. Rafızi de: "Vallahi ben Aliden ve Osmandan beriyim. (Ene vallahi min Aliyyin ve min Usmane berîun)" der ve kurtulur. Burada "Ben Aliden(im) " (ene vallahi min Ali) sözü ile kendisinin Ali taraftarlarından olduğunu, "ve Osmandan beriyim(ve min Usmane berîun)" sözü ile de sadece Osmandan beri olduğunu söylemiş olmaktadır.

 

Yine sultanın adamlarından biri, sultana buğzetmek ve sövmekle itham ettiği birine, sultanın adamlarının giydiği siyah elbiseden sormuş, adam da: "Vallahi nur siyahtadır" demiş ve sultanın adamından kurtulmuştur. Halbuki, o, bu sözü ile "Gözlerin nuru (görme kuvveti) gözbebeklerinin siyah kısmındadır" demek istemiş ve böylece yemini ile ne günahkar olmuş, ne de yeminini bozmuştur.

 

Hz. Ali (r.a.) bir hutbesinde: "Cennete ancak Osmanın katili girecek olsa, ben Cennete girmem. Cehenneme de, ancak Osmanın katili girecek olsa, ben Cehenneme de girmem" deyince, kendisine: "Ey mü'minlerin emiri, ne yaptınız? İnsanları bölük pörçük ettiniz" denildi. Bunun üzerine tekrar onlara hitab ederek şöyle dedi: "Siz Osmanın öldürülmesi hususunda aleyhimde pekçok laf ettiniz. İyi biliniz ki, onu Allah öldürdü ve ben de onunla beraberim". İnsanlarda sandılar ki Ali, Allahın Osmanı öldürmesi ile beraber Osmanı öldürmüştür. Halbuki Ali (r.a.) Osmanı Allahın öldürdüğünü ve kendisini de birgün onun gibi öldüreceğini kasdediyordu.

 

Yine bir başka misal: Kadı Şurayh ( -80):

 

Ziyad (b.Ebih)'in vefatı ile neticelenen, hastalığı esnasında huzuruna girdi. Oradan çıkınca Mesruk adam gönderip, ona emiri ne vaziyette bıraktın, diye sordu. Kadı Şurayh da: "Emreder ve nehyeder bir halde bıraktım" dedi. Mesruk: "Şurayh, sözü zor anlaşılır bir adamdır, ona tekrar sorun" dedi. (Tekrar Şurayh'a sorulduğunda): "Onu, vasıyyetini emreder ve kendisine ağlanılmasmı nehyeder (meneder) bir halde bıraktım" dedi.

 

Şurayh'a oğlunu sormuşlardı. Oğlu ise (henüz) vefat etmişti. Dediler ki: "Ey Eba Umeyye... hastamız nasıl sabahladı?" O da: "Şimdi ağnsı dindi, ailesinin beklediği de buydu" dedi. Yani, ailesi onun Allah katındaki sevabını bekler, umar demek istemiştir( ve bununla oğlunun öldüğünü ifade etmiş) tir.

 

Misaller bizim bitiremiyeceğimiz kadar çoktur.

 

Huzeyfenin (r.a.) Osmana söylemiş olduğu sözü ve ettiği yemini de tevriyeden hali değildir. Onun-sözü(nün tamamı) nakledilmedi ki tevil edelim; çünkü onun nakledilen sözü mücmel (kapalı) dir.

 

Huzeyfe için sana bir misal verelim: Huzeyfe sanki şöyle söylemiş gibidir: "İnsanlar öfke anında bildikleri en kötü şeyleri, hoşnutluk anında da bildikleri en güzel şeyleri söylerler."

 

"Osman (r.a.) iki dostuna (Ebu Bekr ve Ömer) muhalefet ederek, işleri yerli yerinde yapmadı. Ashabıyla müşavere etmedi ve malları hakkı olmayanlara dağıttı" bu ve benzeri şeyler söylemiş, bir jurnalci de bunları, Hz. Osmana haber vermiştir. O da çok kötü sözler söylemiş ve ona: "Benim zalim, hain vb. olduğumu söylediğin kulağıma geldi" demiştir. Bunun üzerine Huzeyfe, böyle birşey söylemediğine dair yemin etmiş, Osman da onun bu sözleri söylemediğini tasdik etmiştir. Huzeyfe yemini ile onun öfkesini yumuşatmak, kabarmış öfkesini yatıştırmak ve onun öfkesini kendi üzerine çekmemek istemiştir.

 

İmamın (devlet reisinin) teb'asına olan öfkesi, babanın evladına, efendinin kölesine, kocanın karısına olan öfkesi gibidir. Hatta İmamı öfkelendirmek daha büyük bir günahtır. Huzeyfe de küçük bir günah karşılığında, ondan daha büyük bir günahtan kurtulmuş ve: Dinimin bir kısmını diğer bir kısmı ile satın alı(p kurtarı) yorum" demiştir.

 

Hz. Ömer, Osman, Ali ve Aişe'nin (r.a.) Hz. Ebu Hureyre'yı yalanlamalarından dolayı ona ta'n etmesine gelince: Ebu Hureyre, üç sene kadar Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ile beraber bulunmuş ondan pekçok hadis rivayet etmiştir. Rasulullahtan (s.a.v.) sonra daha elli sene yaşamış ve Hicri 59 senesinde vefat etmiştir. Aynı sene Rasulullah'ın (s.a.v.) hanımı Ummü Seleme (r.anha) ve bu ikisinden bir sene önce de Hz. Aişe (r.anha) vefat etmiştir..

 

Ebu Hureyre (r.a.) ashabın ileri gelenlerinin ve ilk müslüman olanların pekçoğunun dahi rivayet etmediği kadar çok sayıda hadis rivayet edince, ona karşı çıkmışlar ve: "Sen bu kadar hadisi tek başına nasıl işittin? Bunları seninle birlikte işiten başka kimse var mı?" diye çakışmışlardır. Hz. Aişe, ona karşı çıkanların en serti idi. Çünkü o, Ebu Hureyre ile uzun müddet beraber bulunmuş idi.

 

Ömer de aynı şekilde, çok rivayet eden veya hüküm bildiren bir hadis nakledip de bunu Rasulullah'tan işittiğine dair bir şahid getiremiyenlere sert davranırdı. Hz. Ömer, Ashab'a, az rivayette bulunmalarını emrederdi. Bunu insanların rivayeti çoğaltmaması münafıkların, facirlerin ve (cahil) bedevilerin hadislere yabancı şeyler karıştırmaması, tedlis'in ve uydurma rivayetlerin ortaya çıkmaması için yapıyordu.

 

Ebu Bekr, Zubeyr, Ebu Ubeyde, Abbas b. Abdi'l-Muttalib gibi Ashab'ın uluları, Rasullah ile olan yakınlıklarına ve onunla uzun müddet beraber bulunmalarına rağmen az hadis rivayet ediyorlardı. Hatta Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl ki Cennetlik olduğuna şehadet edilen on kişiden biridir.-gibileri hemen hemen hiç- birşey rivayet etmemişlerdir.

 

Hz. Ali de: "Ben Rasulullah'tan (s.a.v.) bir hadis işitiğim zaman, Allah beni onunla dilediği kadar faydalandırır. Birisi bana bir hadis rivayet ettiği zaman ondan (bunu Rasulullah'tan işittiğine dair) yemin etmesini isterim. Eğer yemin ederse onu tasdik ederim. Ebu Bekr de bana rivayet etti (fakat) Ebu Bekr doğru söyler", demiş, sonra hadisi zikretmiştir.

 

Ashabın hadis rivayeti konusundaki titizlik ve sıkılığına, ve hadislerde tahrif, fazlalık veya noksanlık vuku'a gelmesinden korkarak rivayetten çekinmelerine bir baksana. Çünkü onlar Peygamber'i (s.a.v.) şöyle derken işitmişlerdi: "Kim benim ağzımdan yalan söylerse, cehennemde oturacağı yeri hazırlasın.

 

ez-Zubeyr (r.a.) den de aynı hadis rivayet olunmuştur. Ve o: "insanların bu hadise "kasden" kelimesini eklediklerini görüyorum. Allaha yemin ederim ki ben, Rasulullah'ın "kasden" lafzını söylediğini işitmedim" demiştir.

 

Mutarrif b. Abdiilah'ın ( -95) [237] rivayetine göre İmran b. Husayn şöyle demiştir: 'Vallahi eğer istesem, iki gün arka arkaya hiç durmadan hadis rivayet edebilirim. Lakin beni bundan alıkoyan şudur ki, Ashabtan bazıları benim gibi hadisleri işittiler, benim gibi hadiselere şahid oldular. Birçok hadis rivayet ediyorlar, fakat hadisler onların dedikleri gibi değildir. Ben de onların karıştırdıkları gibi karıştırmaktan korkuyorum. Sana şunu söyleyeyim ki, onlar hataya düşüyorlardı, fakat bunu kasden yapmıyorlardı."

 

Ebu Hureyre Ashaba: Kendisinin -Rasulullah'a (s.a.v.) hizmet etmek ve (aynı zamanda) karnını doyurmak için -Ashabın en çok Rasulullahla beraber bulunanı olduğunu, fakir olduğu ve hiçbir şeyi olmadığını dolayısıyla kendisini Rasulullahtan alıkoyacak, çift sürmek veya çarşıda alışveriş etmek gibi bir meşgalesi bulunmadığtm, diğer ashabın ise, vakitlerinin çoğunu ticaret ve mal peşinde koşmakla geçirdiklerini kendisinin ise Rasulullahtan hiç ayrılmadığını, bu sebeple onların bilemediklerini öğrendiğini, onların ezberleyemediklerini ezberlediğini söyleyince Ashab ona tarizde bulunmayı bıraktılar. Bununla beraber o, kendisinin işitmediği, fakat kendisi nezdinde güvenilir birinden duyduğu bir hadisi rivayet ederek (Rasulullahtan işitmediği halde) "Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi..." der ve hadisi naklederdi. Bunu İbni Abbas ve diğer ashab da yapardı. Böyle yapmakta -elhamdülillah- yalancılık mevzuubahs değildir. Bu sözü söyleyene de, bunu dinleyen, onun bu hadisi Rasulullahtan işitmediğini bilmese bile -inşaallah- günah yoktur.

 

Ebu Hureyrenın "Halilim (yani Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi, Halilimi işittim.." gibi sözlerine, Hz. Ali'nin "Rasulullah ne zaman senin Halilin oldu?" demesine gelince:

 

Halillik, dostluk ve samimiyet manasına gelir ki, biri diğerinden daha değerli olmak üzere iki derecedir. Arkadaşlık (suhba) da böyle biri diğerinden daha kıymetli olan iki dereceye ayrılır.

 

Nitekim birisi "Ebu Bekr Rasulullahın sahibi (yareni)dir." dediği zaman Rasulullahın Ashabı ile olan sohbetini kasdetmez. Çünkü onların hepsi de sahabedir. Bu sözde Ebu Bekr için ne gibi bir üstünlük olabilir? Burada kasdedilen, Ebu Bekr'in, Rasulullahın en yakını olmasından başka birşey değildir.

 

Rasulullahın ashabı arasında te'sis ettiğ kardeşlik (muahat) de, Allanın "Mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurat, 10) ayetiyle, mü'minler arasında vücud bulan kardeşlikten daha değerli ve güzeldir. İşte halillik de böyledir. Cenab-ı Hakk'ın: "Allah İbraîıimi dost edinmiştir." (Nisa, 125) ayetinde ve Rasulullah'ın: "Eğer bu ümmetten bir haîil edinseydim. Ebu Bekri edinirdim. hadisinde -ki burada, onu, Allah'ın Hz. İbrahim'i dost edindiği gibi dost edinirdim demek istemiştir. kasdedilen halillik (dostluk) hususi olan dostluktur.

 

Ama umumi olan halilliğe gelince: O, Allanın mü'minler arasında tesis ettiği hainliktir ki, "Dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar, ancak takva sahipleri bundan müstesnadır." (Zuhruf, 67) ayeti bu halilliğe işaret etmektedir.

 

Hz. Ali, Ebu Hureyre'nm "Halilim.. ve Halilimi şöyle derken işittim.." sözlerini duydu. Ebu Hureyre hakkındaki düşüncesi iyi olmadığı içindir ki ona: "Rasulullah ne zaman senin Halilin oldu? demiştir.

 

Hz. Ali Rasulullah'ın (yukarıdaki hadiste ifade edilen) ittihaz etmediği halilliği anlamıştı. Çünkü Rasulullah, halil edinseydi, bu kişi Hz. Ebu Bekr olacaktı. Ebu Hureyre ise, Allahın bütün mü'minler arasında tesis ettiği halilliği (dostluğu) ve yakınlığı kasdediyordu. Çünkü Rasulullah bu cihetten, bütün mü'minlerin halili ve bütün müslümanlann velisidir.

 

Rasulullah'ın: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. [239] hadisi de yukarıdakiler gibi anlaşılmalıdır. Rasulullah ile mü'minler arasındaki velayet (dostluk), mü'minlerin kendi aralarındaki dostluktan daha üstündür. İşte Rasulullah da bu dostluğu Ali'ye (r.a.) tahsis etmiştir. Eğer Rasulullah bunu kasdetmemiş olsaydı, Ali (r.a.) için, bu söz dolayısıyla bir fazilet veya bu sözün herhangi bir şeye delalet etmesi mevzubahs olmazdi. Çünkü zaten mü'minler birbirlerinin velileridirler. Rasulullah da her müslümanın velisidir. Veli ile mevla arasında fark yoktur (manaları aynıdır.)

 

Cenabı Hakkın: Çünkü Allah İman edenlerin mevlası (yardımcısı) dır.." (Muhammed, 11) aye-tindeki ve Rasulullahın: "Hangi kadın, mevlasmm (velisinin) emri olmaksızın nikah edilirse, onun nikahı batıldır, batıldır hadisindeki mevla kelimeleri, velî manasmdadır.

 

İşte bunlar, en-Nazzamın iddialarıdır. Onları açıklayıp, cevaplandırdık.

 

Bir de onun, Kur'an ile tenakuz halinde olan hadisler bulunduğuna, yine akli delillere dayanarak çirkin olup kabul etmediği hadisler bulunduğuna, akli delillerin bazan hadisleri neshedebileceğine, birbirini nakzeden hadislerin bulunduğuna dair iddiaları var dır ki bunları inşaallah ileride ele alacağız.

 

BİR SONRAKİ İÇİN TIKLA:

 

Ebu'l-Huzeyl El-Allaf