SAYFA-7 81 – 94 NOLU
BAŞLIKLAR
81- Dediklerine Göre Kur'an'ın Yaratılmış Olduğuna Delalet Eden
Bîr Hadis...
İDDİA: Siz, "Kur'an'ın kalbi Ya-Sîn (suresi) dir.
"Kur'an'ın hörgücü Bakara'dır."
"Rahman ve Al-i İmran sureleri kıyamet günü sanki iki bulut veya
iki karaltı veya (gökyüzünde karaltı halindeki) iki kuş sürüsü gibi gelir ve
"Kur'an kişiye kabrinde iken gelir ve ona şöyle, der. diye rivayet
ettiniz. Bütün bunların hepsi Kur'an'ın mahluk (yaratılmış) olduğunu gösterir.
Kalbi, hörgücü olan veya bulut veya karaltı olan birşeyin
yaratılmamış olması mümkün değildir.
CEVAB Biz deriz ki: Gerçekten bu adamlara (=Kelamcılar) yakişan
-çünkü onlar Kelam ve kıyas ehlidirler- Kur'an'ın ne cisim, ne de sınırlı ve
şekilli bir şey olmadığını bilmeleri idi.
"Kur'an'ın hörgücü el-Bakara'dır."sözü ile Resulullah
(s.a.v.) sadece Kur'an'ın en yüksek kısmını kasdetmiştir. Nasıl ki hörgüç de
devenin en yüksek kısmıdır.
"Kur'an'ın kalbi Ya-Sîn'dir." sözü ile onun Kur'an daki
yerinin bedende kalbin yeri gibi olduğunu kasdetmiştir.
''el-Bakara ve Al-i İmran sanki iki bulut gibi gelir." sözü
ile de, bu surelerin sevapîarı, onları okuyanlara gelir ve kıyamet günü onu
gölgelendirir. Yine bu surelerin sevabı adama kabrinde gelir ve kıyamet günü de
gelir onu müdafaa eder." demek istemiştir.
Allahu Tealanın. Kur'an'ı -adamı müdafaa eden ve onu kurtaran- bir
varlık haline getirmesi de mümkündür.
EBU MUHAMMED: Bize Ebu'l-Hattab Ziyad b. Yahya tahdis etti (ve)
dedi: Bize Abdula'la tahdis etti (ve) dedi: Bize Muhammed b. İshak, Amr b.
Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesinden tahdis etti. (Dedesi) dedi ki:
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Kur'an kıyamet günü adam şekline girer
ve (Kur'an'ın) farzlarını zayi eden (tatbik etmeyen) yasaklarını çiğneyen,
itaat in (i emrettiği şeyler) e aykırı davranan, günahlarını işleyen adama
getirilir,. Kur'an, hasım olarak iddiaya hazırlanır ve: "Ey Rabbim beni
taşıyıcıların en kötüsüne yükledin. Yasaklarımı çiğnedi, farzlarımı yerine
getirmedi. Bana İtaati terketti, (menedilen) günahlarımı işledi." der, ve
durmadan onun aleyhine delilleri sıralar. Nihayet kendisine: "Ona
dilediğini yap! denilir.
(Kur'an) da adamın elinden tutar ve onu yüzüstü cehenneme
düşürünceye kadar ondan ayrılmaz.
(Sonra), (Kur'an'ın) sınırlarını tecavüz etmeyen, farzları ile
amel eden, emirlerini tutan, günahlarından kaçınan adama getirilir. Kur'an,
adamı müdafaaya hazırlanır ve: "Ey Rabbim, beni taşıyıcıların en
hayırlısına yükledîn. Benim yasaklarımdan sakındı, farzlarımla amel etti,
emirlerimi tuttu, günahlarımı terketti" der ve durmadan delillerini
sıralar. Nihayet kendisine: "Ona dilediğini yap!" denilir. (Kur'an)
da adamın elinden tutar ve ona atlas elbise giydiresiye, başına kral tacını oturtasıya
ve ona Cennet kasesinden içiresiye kadar onu bırakmaz.
"Kur'an (adam) şekline girer." sözünde, Allah'ın onu
okuyan ve onunla amel eden sahlbine, kendisini kurtaranın Kur'an'ın ta kendisi
olduğunu bildirmek için Kur'an'ı bir (adam) şekline sokacağına dair bir delil
yok mudur?
Kur'an bizzat ne adam olabilir ne cisim, ne de söz söyleyebilir,
çünkü o (kendisi) kelamdır.
Eğer bunlar (kelamcılar) daha derin düşünseler, kendilerine bir nebze
de (Allahın) yardım (ı) nasib olsaydı Kur'an'ın mahluk olmasının mümkün
olamayacağını mutlaka bilirlerdi. Çünkü o, Allah'ın kelamı ve Allah'tan bir
sözdür. Allah'tan olan yaratılmış olamaz.
Meseleyi onların anladıkları şu "konuşmamız"a havale
ederek bir mukayese yapabiliriz . Çünkü bizim konuşmamız bizim fiilimiz
değildir. Konuşma sadece ses ve ayrı ayrı harflerden ibarettir. Sesin de
harflerin de bizim için bir fiil olması mümkün değildir. Çünkü ikisi de
Allah'ın yarattığı şeylerdir. Bu ikisinde amel (fîil) olarak bize aid olan
sadece bu fiillerin edasıdır ve Allah'ın sevabı da bunun üzerine terettüb
eder...
Bunun misali bir adama benzer ki, sen ona emanet olarak bir mal
verirsin, sonra ondan, onu geri istersin. O da eliyle onu sana geri verir. (Burada)
ne "mal" dan, ne de "el" den dolayı onun için sevap yoktur.
Sevab sadece malın geri verilmesindedir.
Kur'an'ı sesinle, tek tek harflerle okumadaki sevab da böyledir.
Kur'an bu nazmı (tertibi) ve bu te'lifi (terkîb) ile Allah'ın kelamıdır. Ondan
sadır olmuştur. Onu okuyan herkes, Allah'ın kelamını okumuş olur. Bu husus o
kimsenin üzerinden Kur'an'ı okuyan biri olma keyfiyetini kaldırmaz.
Eğer bir adam bir hutbe yazsa, bir kaside düzse sonra bunlar ondan
naklolunsa; ne hutbe ne de şiir, nakledenin bir ameli sayılmaz. Şiir sadece
müellife aiddir. Nakledenin rolü ise, sadece onu tekrar etmektir, (eda).
82- Îcma'ya Aykırı Olduğunu Söyledikleri Hadisler...
İDDİA: Eyyub (es-Sahtıyanî) den, o da ibni Sirin'den, o da Amr b.
Vehb es-Sakafi'den, o da Muğire b. Şu'be'den rivayet ettiniz ki (Muğire) şöyle
demiştir: "ResuluIlah (s.a.v.) haceti için dışarı çıktı. Ben de su ile
onun peşinden gittim. Abdest aldı ve sarığına meshetti, sonra sabah namazını
kıI(dır)dı.
Keza, Ebu Muaviye (Muhammed b. Hazim) den, o da el-A'meş'den, o da
el-Hakem (b. Uteybe) den, o da Abdurrahman b. Ebî Leyla'dan, o da Ka'b b.
Ucre'den, o da Bilal'den (r.a.): "Resulullah'ın (s.a.v.), başörtüsüne
meshettiğini" rivayet ettiniz.
Yine, el-Velid b. Müslim'den, o da el-Evzaî'den, o da Yahya b. Ebî
Kesir'den, o da Ebu Seleme b. Abdirrahman'dan o da Amr b. Umeyye ed-Damri'den,
onun "ResululIah (s.a.v.)'i gördüm, abdest aldı ve sarığına meshetti.
dediğini rivayet ettiniz. Bunlar sizin nazarınızda sağlam isnadlardır. Halbuki
siz bunlarla amel etmeyi; Resulullah (s.a.v.)'den bunları nesheden birşey
rivayet etmeksizin terkettiniz...
CEVAB: Biz deriz ki: Hak ve hakikat bizim nazarımızda. rivayetle
sabit olmaktan daha kuvvetli olarak icma ile sabit olur. Çünkü hadislere bazan
sehiv (dalgınlık) ve iğfal (gaflet ve ihmal) gibi noksanlıklar arız olur ve
hadisler şüphe, (çeşitli) tevil ve izahlar ve nesh ile karşı karşıyadır. Ve
bazen hadisi sika olan ravi sika olmayan raviden alır (ve rivayet eder.)
Bazan da ikisi de caiz olan iki farklı hüküm getirir. Namazdan
sonra bir kere (sağa) ve iki kere (sağa ve sola) selam verilmesi rivayetleri
gibi..
Bazan bir adam. Resulullah (s.a.v.) bir şeyi emrederken hazır
bulunur. Sonra Resulullah (s.a.v.), o adam yok iken, bunun aksini emreder. Adam
ise birincisini nakleder. Haberi olmadığı için ikinciyi nakletmez.
İcma ise bütün bu arızalardan salimdir, uzaktır. Bu sebepten İmam
Malik (95-179) Resulullah'tan (s.a.v.) bir hadisi rivayet eder. Sonra da
(beldesindeki) bu hadise aykırı bir tatbikattan dolayı: "Beldemizde ise şu
şekilde amel edilmektedir. "derdi. Çünkü onun beldesi (Medine)
Resulullah'ın (s.a.v.) beldesidir.
Resulullah'ın (s.a.v.) devrinde herhangi bir şeyle amel edildiği
zaman ikinci asırda da onunla amel edilir. Keza üçüncü dördüncü ve daha sonraki
asırlarda da böyle olur.
İnsanların hepsinin birden beldelerinde kendi zamanlarında cari
olan bir adeti terkedip başkasını kabul etmeleri mümkün değildir.
Hele (bu değişme) ferd ferd değil de asırdan asıra olacak olursa
(daha da imkansızdır.)
Gerçek şu ki insanlar (senedi) muttasıl pekçok hadis rivayet
etmişler fakat, onunla amel etmeyi terk etmişlerdir. Bu hadislere misal olarak,
şunları zikredebiliriz:
Sufyan ve Hammad b. Zeyd'in, Amr b. Dinar'dan, onun da Cabir'den,
onun da İbn Abbas'tan (rivayet ettiği) hadistir ki, İbn Abbas:
"Resulullah'ın (s.a.v.) Medine'de öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı
namazlarını emniyette olup, korkulu bir hal olmadığı halde bir arada kıldığını
(cem)" naletmiştir.
Fakihlerin hepsi, bu hadisin ya neshedildiğini yahud Resulullah'ın
(s.a.v.) iki namazı yağmur veya herhangi bir meşguliyet dolayısıyla zaruret
halinde birarada kılmış olduğunu düşünerek amel etmeyi terketmişlerdir.
(Keza) Sufyan (b. Uyeyne) nin Amr b. Dînar'dan onun Avsece'den
onun da İbn Abbas'dan rivayet ettiği hadis de böyledir: "Resulullah
(s.a.v.) zamanında adamın biri azad ettiği kölesinden başka varis bırakmadan
ölmüş'' Resulullah (s.a.v.) de adamın mirasını köleye vermiş.
Fakihler ise ya bu hadisin ravisi Avsece'yi (hadisi uydurmakla)
itham edip ona istinaden herhangi bir farz veya sünnetin sabit olamıyacağını
söylemelerinden veyahut da hadisin manasındaki bir bozukluktan dolayı -sanki
hadisin manası: "Ölen (köle), azad eden efendisinden başka varis
bırakmadı." şeklindedir- bu hadise karşı çıkmışlardır. Bu tevile göre,
onun varis olması mümkündür. Çünkü o. kölenin sahibidir.
Yahut da neshedilmiş olması sebebiyle bu hadisle amel
etmemişlerdir.
(Diğer bir misal): Şu'be'nin, Amr b. Murra'dan, onun Abdurrahman
b. Ebî Leyla'dan onun da Bera (b. Ma'rur) (r.a.) dan rivayet ettiği hadisür.
el-Bera: "Resulullah (s.a.v.), sabah ve akşam namazlarında kunut (duasını)
okurdu. demiştir.
Alimler sabah namazında kunut'un okunup okunmayacağı hususunda
farklı görüştedirler. Fakat akşam namazında kunut'un okunmayacağı hususunda
müttefiktirler.
Buna benzer şeyler çoktur. İşte sarığa ve baş Örtüsüne
meshedilmesi de böyledir. Fakihler bu hadisin terkedilmesi üzerinde İcma
etmişlerdir. Onların da kabul ettikleri bir isnadla rivayet edilmiş olmasına
rağmen sadece neshedilmiş olduğu için bu hadisi terketmişlerdir.
(Diğer bir sebep de şudur): Ravi, Resulullah'ı (s.a.v.) sanğa ve
sarığın altına, başına meshettiğini görmüş ve hadisi nakleden de bu iki fiilden
enteresan olanını nakletmiştir. Çünkü başa meshetmek normaldir, yadırganmaz:
Zira bütün insanlar böyle yapmaktadır. Ancak örtü üzerine meshetmek
garipsenebilir.
(Fakihler) kendilerinin bu görüşlerini destekleyen, el-Muğîra'nın
başka bir hadisini delil olarak zikretmektedirler. Bu hadisi el-Velid b.
Müslim. Sevr (b. Yezîd el-Kalaî)den, o da Raca b. Hayve'den, o da Verrad
(es-Sakafî) den o da el-Muğira'dan rivayet etmiştir ki (el-Mugire)
Resulullah'in (s.a.v.) başının ön kısmına ve sarığına meshettiğini
söylemiştir...
Başın ön kısmına meshetmek Kur'an'da farz kılınmıştır. Bu farz,
lafzı ihtilaflı bir hadis ile ortadan kalkmaz.
Buna benzer bir rivayet de onların bazısının Resulullah'ın
(s.a.v.) çarıkları (veya sandaletleri) üzerine meshettiğine -başka bir rivayette
de- çoraplarma meshettiğine dair rivayettir. Resulullah (s.a.v.) çarıkları
içersindeki çoraplara meshetmiştir. Fakat her ravi bu ikisinden, birisini
nakletmiştir.
83- Müşriklerın Çocukları Hakkında İki Farklı Hadis..
İDDİA:es-Sa'b b. Cessame'nin (r.a.): ''Ya Resulallah, gece
karanlığında düşmana hücum ederken atlarımız müşriklerin çocuklarını
çiğniyor." dediğini, Resulullah (s.a.v.)'in da: "Onlar
babalarındandır!" cevabını verdiğini rivayet ettiniz.
Sonra yine,"Resulullah (s.a.v.)'in bir askeri birlik
gönderdiğini, onların da kadınları ve çocukları öldürdüğünü, Resulullah'ın
(s.a.v.) buna şiddetle karşı çıktığını, bunun üzerine Ashabın: " Ya
Resulullah, onlar müşriklerin çocuklarıdır." dediğini, Resulullah'ın da
(s.a.v.): "Sizin seçkinleriniz de müşriklerin çocukları değiller
midir?" dediğini rivayet ettiniz.
CEVAB Biz deriz ki: İki hadis arasında aykırılık mevcud değildir.
Çünkü es-Sa'b b. Cessame, Resulullah'a (s.a.v.); müslümanların atlarının
düşmana hücum ederken gece karanlığında onları çiğnediğini haber vermiş,
Resulullah da (s.a.v.): "Onlar babalarındandır" buyurmuştur."
"Onlar babalarındandır." sözü ile Resuluîlah (s.a.v.),
"onların (çocukların) dünyada hükmü babalarının hükmü gibidir, gece olup
da hücuma geçildiğinde müşriklere saldırma fırsatı ortaya çıkınca, çocuklar
yüzünden (hücumdan) vazgeçmeyin . Çünkü çocuklarının hükmü -onları öldürmeyi
kasdetmeksizin- babalarının hükmü gibidir" demek istemiştir...
Sonra İkinci hadiste, askerî birliğin kadınları ve çocukları
öldürmelerini hoş karşılamamıştır. Çünkü bu birlikteki askerler, babaları
müşrik olduğu için çocukları kasten öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.): "Sizin seçkinleriniz de müşriklerin çocukları değiller
midir?" buyurmuştur. Bu sözüyle de "Belki müşrik çocukları içersinde
buluğa erince iman edecek ve iyi bir müslüman olacak olanlar vardır."
demek istemiştir.
84- Dediklerine Göre Bir Kısmı Dıgerıni Nakzeden Bir Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.) Sa'd b. Muaz (r.a.) hakkında:
"Onun Ölümünden dolayı Arş titremiştir. ve onu gasletmeğe yetmiş bin melek
koşmuştur. Ben de (meleklerden dolayı) neredeyse onun cenazesine
ulaşamıyacaktım. " dediğini rivayet ettiniz.
Sonra Resulullah'ın (s.a.v.): "Eğer kabir azabından bir kimse
kurtulacak olsaydı, muhakkak ki Sa'd b. Muaz kurtulurdu. (Buna rağmen kabir)
onu öyle bir sıkıştırdı ki göğüs kemikleri parçalandı.'' dediğini de rivayet
ettiniz.
Allan'ın Arşı bir kimsenin ölümünden dolayı nasıl sallanır? Eğer
bu caiz ise, peygamberler buna daha layıktır.
Siz. Resulullarîtan (s.a.v.) "Güneş ve Ay'ın, bir kimsenin
ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmayacağını, rivayet ettiniz. Güneş ve ay ikisi
de rivayet ettiğinize göre ateşte birbirine sarılmış iki öküz olursa şerefli ve
yüce Arş'ın durumu nasıl olur? Üstelik Arş kımıldayınca, onun haraketi ile
gökler ve yer sallanacağına göre Arş nasıl olur da, Allah'ın kendisine azab
edeceği, göğüs kemikleri parçalanacak derecede üzerine kabri sıkıştıracağı bir
adamın ölümünden dolayı hareket eder?
Yetmiş bin meleğin yıkadığı ve meleklerin izdihamından Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in onun cenazesine neredeyse, yetişemediği
birisine Allah nasıl azab eder?...
CEVAB: Biz deriz ki: Bu hadisi birtakım kimseler tevil
etmişlerdir. Bunlar hadisteki "Arş'ın titremesi" nin; mızrağın ve rüzgarın
hareketi ile ağacın titremesi gibi sadece haraketten ibaret olduğunu
söylediler.
(Hadisin) bu şekilde tevil edilmesi çirkin bir şeydir ve bu hadisi
delil olarak kullanan (muhaliflerin) eline koz verilmiş olur.
Bazıları da: Arş burada Sa'd b. Muaz'ın üstünde taşındığı tabut
{=serir) dir ve o tabut sarsılmıştır, dediler.
Bu şekildeki bir tevil yapıldığı zaman, bu hadiste Sa'd için bir
fazilet ve söylenilen bu sözde de bir fayda olmaz. Çünkü ölülerin taşındığı her
tabut (=serîr) insanların onu (taşırken) çekiştirmesinden dolayı mutlaka
haraket edecektir.
Üstelik başka bir hadiste: "Onun ölümünden dolayı Rahman'ın
Arşı titredi. şeklinde rivayet edilmişken Arş'ın, Sa'd b. Muaz'ın üzerinde
taşındığı tabut olması nasıl mümkün olabilir?!
Buradaki el-ihtizaz (=titreme, sarsılma) ne onların dedikleri gibi
bir "hareket" tir ne de Arş, diğerlerinin dediği gibi, (bir
"tabut") tur. Bilakis ihtizaz (titreme sarsılma) -burada- sevinç ve
sürur, demektir.
"İnne fulanen le yehtezzu lil-ma'ruf (=fulan iyilik
yapılmasından dolayı titrer)" denilir. Yani, sevinir. sürur duyar
demektir. Keza, "kendisini övüp medhettiklerinde fulanı bir titreme
alır." denilir. Yani, neşelenir ve yüzü güler, demektir.
Bundan dolayı şöyle bir darb-ı mesel söylenmiştir: "İnne
fulanen iza duıye ıhtezze; ve iza suile irtezze."
Bu söz Ebu'l-Esved ed-Duelî'ye (- 69) aiddir. Yani şunu demek
istiyonYemeğe çağrılınca onu yer ve sevinir neşelenir. Kendisinden birşey
istenildiği zaman ise olduğu yerde kalır ve neşesi kaçar. İşte hadisteki
ihtizaz'ın da manası budur.
Arş'a gelince: O da hadiste zikredildiği gibi, Rahman'ın arşıdır.
Resulullah (s.a.v.) Arş'ın titremesinden sadece; Arş'ı taşıyan ve onun
etrafında Sa'd b. Muaz'ın ruhunu dolaştıran meleklerin sevinmesini
kasdetmiştir. Allah'ın (C.C.) "Nihayet (Firavn ve kavminin) üzerlerine ne
gök ağladı ne yer.."(Duhan 29) buyurduğu gibi; Resuluİlah da (s.a.v.)
Arş'ı onu taşıyan ve onu kuşatan meleklerin yerine koymuştur. Allah (C.C.)
ayette: "onların üzerine ne göktekiler ağladı ne de yerdekiler."
demek istemiştir. Allah (C.C.) göğü ve yeri, orada bulunanların yerine ikame
etmiştir.
Yine Allah (C.C.) "Hem şehre sorun.,"(Yusuf 82)
buyurmuştur. Yani: Şehrin ahalisine sorun, demektir.
Resulullah da (s.a.v.) Uhud dağı hakkında: "Bu bir dağdır
(kî) bizi sever, biz de onu severiz. buyurmuştur. Bu sözüyle: "Oranın
ahalisi -yani Ensar- bizi sever biz de onları severiz." demek istemiştir.
İşte bu (misallerdeki) gibi. Resulullah (s.a.v.) Arş'ı, onun
taşıyıcıları ve etrafında dönen melekler yerine koymuştur.
Hadiste "MeIeklerin, mü'minin ruhundan dolayı sevindikleri ve
her mü'min için gökte bir kapının mevcud olduğu; oradan amelinin yükseldiği
rızkının indiği ve ölünce ruhunun oradan yükseleceği, sonra tekrar iade
edileceği varid olmuştur.
Resulullah'ın (s.a.v.), "Onu yıkamağa yetmiş bin melek
koşuştu." sözü de keza, bu tevilin doğruluğunu göstermektedir. Bu tevil
Allah'ın lütfuyla kolay ve akla yakın bir tevildir.
(Mevzuumuz olan hadiste) Resulullah (s.a.v.) sanki şöyle demiştir:
"Arşı taşıyan ve Arş'ın etrafını kuşatan melekler Sad'in ruhundan dolayı
sevindiler."
'Yıkanmasına yetmiş bin meleğin koşuştuğu birsine nasıl azab
olunur?" demelerine gelince: Ölüm'ün. Diriliş'in ve Kıyamet'in şiddetli
zelzeleleri, korkuları vardır ki, bunlardan ne bir peygamber, ne de bir velî
kurtulabilir... Nitekim Resulullah'ın (s.a.v.) kabir azabından Allah'a
sığınması da bunu ispat eder. Eğer bu (kabir azabı) muhal olmuş olsa idi Resulullah
(s.a.v.) bundan Allah'a sığınmazdı. Lakin o, Allah'ın bütün kulları üzerine
takdir ettiği, onları ondan korkuttuğu, hiçbir kimseye, buna karşı emniyet ve
huzur garantisi vermediği kabir azabından korkmuştur.
Kıyamet günü peygamberlerîn: "Ya Rabbi nefsî nefsi (Ben ne
olacağnn, ben ne olacağım)" peygamberimizin ise: "Ya Rabbi, ümmeti,
üminetî (ümmetim ne olacak, ümmetim ne olacak)!" demesi de sana
dediklerimizin doğruluğunu gösterir.
Allah Teala'nın: "İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere
herkes mutlaka Cehenneme varacaktır. Bu Rabbinin katında kesinleşmiş bir
hükümdür."(Meryem 71) buyurması da keza bunu gösterir.
Allah (C.C.) herkesin mutlaka Cehenneme varacağını, sonra
kendisinin takva sahiplerini kurtaracağını, zalimleri ise diz üstü Cehennemde
bırakacağını bize bildirmiştir.
Ömer b. el-Hattab (r.a.) da: "Eğer benim yeryüzü dolusu
altınım olsaydı, Kıyamet gününün korkusundan kurtulmak için onları verirdim.''
demiştir.
İbnu Abbas (r.a.) da: Allah'ın (C.C.): "Allah kıyamet gününde
peygamberleri toplayıp, şöyle buyurur: Ümmetinizi (dine) davet ettiğinizde size
ne cevab verildi? Onlar da: "Bizde hiçbir bilgi yok. Sen bütün gayblan
kemal üzre bilensin." derler."(Maide 109) ayeti hakkında,
"Kıyamet gününde peygamberleri toplar" yani: Onları kıyamet gününün
korkularından dolayı şaşkınlığa uğratır." demiştir..
85- Dedıklerıne Göre Düşüncenin Yalanladığı Bir Hadis...
İDDİA: Abdullah b. Numeyr'den, o da Ubeydullah (b. Ömer b. Hafs)
dan, o da Nafi'den o da İbn Ömer'den, o da Resulullah'tan (s.a.v.) rivayet
ettiniz ki Resulullah (s.a.v.) keler hakkında: "Onu ne yerim ne de onun
yenmesini yasaklarım. O'nu ne helal kiianın, ne de haram! demiştir.
Resulullah da (s.a.v.) birşeyi yemez ve yasaklamaz, haram kılmaz,
helal da kılmazsa, helal ve haram hususunda kime sığınılır? Halbuki bedeviler
kelerleri yer ve ondan hoşlanırlar.
Nitekim Ebu Vail (-82): "Karnında yumurta dolu bir keleri,
etli ve yağlı bir tavuğa tercih ederim." demiştir.
Halid b. Velid onunla keler yemiş. Hz. Ömer de yemiştir. Bu
zatların şüpheli bir şeyi yemeleri mümkün değildir.
CEVAB: Biz deriz ki: Bu hadiste; onu nakledenlerin birisinden
sudur etmiş olan bir sehv (hata) mevcuddur. Hadis, "Onu ne yerim, ne de
onu yasaklarım." şeklinde sadece bu kadar idi. Ravi de Resulullah'ın
(s.a.v.) yemediği ve yasaklamadığı gibi; haram veya helal da kılmadığını
zannetmiştir. Halbuki ikisi arasında fark vardır. Çünkü Resulullah (s.a.v.) onu
yemeyi haram olduğundan değil, sadece hoşlanmadığı, içi almadığı için
terketmiştir.
Hz. Ömer (r.a.) de kendisine bir keler getirildiği zaman, elini
kelerin iç yağına götürmüş ve Resulullah (s.a.v.) onu haram kılmadı. Lakin onu
pis kabul etmiş ve tiksinmiştir." demiştir...
Şu hadis de bu hususu sana açıklar: Vehb b. Cerîr Şu'be'den, o da Tevbetu'l-Anberî'den,
o da Şabî'den, o da İbn Ömer'den rivayet etti ki (İbn Ömer) şöyle demiştir:
"Resulullah'ın (s.a.v.) Ashabından bazıları birşey yiyorlardı. Aralarında
Sa'd b. Malik de vardı. Resulullah'ın (s.a.v.) hanımlarından birisi: "O (yediğiniz)
kelerdir." diye seslendi. Onlar da yemediler. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) Yeyiniz. Şüphesiz o helaldir, onda bir mahzur yoktur. Lakin o benim
kavmimin yiyeceği değildir." dedi.
İşte bu hadis, İbn Ömer'den nakleden ravinin hatasını
göstermektedir. Çünkü İbn Ömer'in birbirine zıd iki hadisi birlikte rivayet
etmesi mümkün değildir.
Resulullah'ın (s.a.v.); kendi nazarında helal olduğu halde onu
yemeyişine gelince: Nefisler helal olan şeylerin hepsinden hoşlanır ve helal
olan şeylerin hepsinin işlenmesi gerekir diye birşey yoktur.
Allah (C.C.) bize (koyun, keçi, sığır gibi) hayvanları helal
kılmıştır. Onların sadece akan kanlarını haram kılmıştır. Böyle olduğu halde,
Resulullah (s.a.v.) koyunun idrar kesesini, bezelerini, barsaklarını,
husyelerini ve dalağını yemeyi sevmezdi.
"Anasının boğazlanması cenîn'in boğazlanması (demek) dir.
diye bir hadis rivayet edildiği halde, nefisler, (anası boğazlandığı zaman
karnından çıkan) cenini (yavruyu) yemekten hoşlanmaz.
İnsan ve maymun eti yılanların ve abraşların kertenkelelerin,
farelerin etleri ve bunların benzerleri gibi; haram kılındığına dair ayet ve
hadis mevcud olmayan şeyler hususunda insanlar, fıtratlarına ve yaratılışlarına
bırakılmışlardır. Bu sayılanlardan da hiçbirisi yoktur ki nefisler onlardan tiksinmemiş
olsun.
Allah (C.C.) Kur'an'da: Resulullah'ın (s.a.v.) murdar ve pis
şeyleri bize haram kılacağını bize bildirmiştir. Bunlar ise, hepsi de (insan)
fıtratınca pistirler..
İnsanın yapması uygun olmayan helallere gelince: Onlar şunlardır
Olgun bir kimsenin hiçbir mecburiyet yok iken yolda koşması, annenin mihri.
hakkında münakaşa etmek, elbiseyi omuzlardan düşürmek, yol üstünde iplik
eğirmek (bükmek), kadınların süslendiği zinetlerle erkeklerin süslenmesi, çarşı
ve pazarda birşey yemek gibi.
EBU MUHAMMED: Bana Ebu'l-Hattab tahdis etti (ve) dedi: Bize Ebu
Attab. Muhammed b. el-Furat'dan, o da Saîd b. Lukman'dan, o da Abdurrahman
el-Ensarî'den, o da Ebu Hureyre'dan (r.a.) haber verdi ki (Ebu Hureyre)
Resulullah'ı (s.a.v.): "Çarşıda bir şey yemek düşüklüktür." derken
işittim." demiştir.
Bir hadiste de: "Şüphesiz Allahu Teala işlerin yüksek
(şerefli) olanlarını sever. Alçak ve düşüklüklerinden hoşlanmaz."
buyurulmuştur.
86- İddialarına Göre Teşbih'e Dair, İcma'ın Ve Kur'an'ın
Yalanladığı Bir Hadis...
İDDİA: Allah'ın (C.C.) gecenin son üçte birinde, aşağı (dünyaya
yakın) semaya İndiğini, ve: 'Yok mu bir dua eden, onun duasını kabul edeyim
veya istiğfar eden, günahını affedeyim." buyurduğunu. "Arefe günü
akşam ile yatsı arasında Arafattakilere indiğini" "Şaban ayının
ortasında, geceleyin indiğini rivayet ettiniz.
Bu ise Allah'ın (C.C.): "Herhangi üç kişinin bir
fısıldaşmaları olsa mutlaka dördüncüleri O'dur. Beş kişi fisıldaşsa mutlaka
altıncıları O'dur. Bunlardan (sayıca) daha az, daha çok olsalar her nerede
olsalar mutlaka O, onlarla beraberdir." (Mücadele 7) ayetine aykırıdır.
Allah'ın (C.C.) şu ayetine de aykırıdır: "Gökte ilah olan da
O'dur. Yerde ilah olan da O'dur." (Zuhruf 84)
İnsanlar, Allah'ın her yerde olduğuna, Allah'ın bir şe'n (=iş, hal)
de bulunmasının O'nu diğer bir işten ahkoymayacağında icma etmişlerdir.
CEVAB: "Herhengi üç kişinin bir fısıldaşmaları olsa, mutlaka
O (Allah} dördüncüleridir. Beş kişi fısıldaşsa mutlaka altıncıları da O'dur.
Bunlardan (sayıca) daha az, daha çok olsalar, her nerede olsalar mutlaka O
onlarla beraberdir." ayeti hakkında da biz deriz ki: Gerçekte Allah,
onların yaptıklarını bilmek (ilim) suretiyle onlarla beraberdir. Nitekim sen,
uzak bir beldeye gönderdiğin ve herhangi bir işini ona havale ettiğin birine:
"Sana havale ettiğim herhangi bir şey hususunda kusur ve gafletten sakın,
zira ben, seninle beraberim." dersin. Bu sözünle sen, "Elbette senin
kusurun veya gayretin -seni denetlemek ve durumunu kontrol etmek için- bana
gizli kalmaz." demeyi kasdedersin.
Bu, gaybı bilmeyen yaratılmışlar için caiz olursa; gaybı bilen
Halık (C.C.) için evleviyyetle caizdir.
Keza: "O heryerdedir." den, şu kasdedilir: Mekanlardaki
hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O, ilim ve ihata (=kuşatma) ile o mekanlardadır.
"Rahman Arş üzerine istiva etti." (Ta-Ha:5) - yani:
(istivanın manası) Allah "(Ey Nuh) sen beraberindekilerle gemi üzerine
istiva ettiğin zaman..." (Mü'rninun 28) -yani: (üzerine) çıktığın zaman...
dediği gibi; birşeyin üstüne çıkmak, üzerine yerleşmek demektir- ayetine
rağmen, bir kimsenin; Allah'ın hulul etmek suretiyle bütün mekanlarda olduğunu
söylemesi nasıl caiz olabilir?!
Yine: "İyi söz ancak O'na yükselir (kabul olunur.) Salih
ameli de iyi sözler yükseltir makbul kılar." (Fatır 10) ayetine rağmen bu
nasıl caiz olabilir?... Allah'ın kendisi ile beraber olduğu birşey yine
kendisine nasıl yükselir? Veya amel O'nunla beraber ise, yine O'na nasıl
yükselebilir? Ve ruh ve melekler kıyamet günü O'na nasıl yükselebilir?
(Me'aric 4 ayetinde geçen) "Ta'rucu" ile
"tas'adu" aynı manaya gelir. "Araca ile's-semai iza saıde"
(=göğe çıktığı zaman araca (=yükseldi) denilir); Allah (C.C.)
"zu'l-maaric" (=yüksek makamlar sahibi) dir denilir. Mearic
"merdivenler" demektir. Nedir bu merdivenler? Allah (C.C.) en yüksek
yerlerde olduğu gibi, en aşağı yerlerde de olduğuna göre, melekler (insanların)
amellerini kime götürüyorlar?
Eğer onlar (Muhalifler) fıtratlarına ve yaratılışlarında mevcud
olan "Allahı bilme" hiss-i tabiisine dönseler, Allah'ın yüce, en yüce
olduğunu; yüce bir mekanda bulunduğunu, Allah'ı zikr esnasında kalplerin O'na
doğru yükseldiğini, duada ellerin ona yükseldiğini, ferahlığın yukarıdan
umulduğunu, yardımın gelmesinin yukardan beklenildiğini, rızkın yukardan
indiğini mutlaka bilirlerdi.
Kürsi, Arş, Perdeler (=hucub) ve melekler de oradadır.
Nitekim Allah (C.C.): "Gerçekten Rabbinin katında olanlar
(Rahmetine yakın melekler) Allah'a kulluk etmekten asla kibirlenmezler. Onu
tenzih eder, yüceltirler, ve yalnız O'na ibadet için secde ederler."
(A'raf 206) buyurmaktadır.
Şehidler hakkında da: "...Rableri katında diridirler. (Cennet
meyvalarmdan) rızıkîanırlar."
(Al-i İmran169) buyurmuştur. Onlara şehidler denmiştir. Çünkü
onlar Allah'ın melekutunu müşahade ederler. Müfredi şehid'dir. Alîm ve ulema,
kefil ve kufela dendiği gibi..
Yine Allah (C.C.) "Eğer bir eğlence edinseydik, elbette onu
KATIMIZDAN edinirdik.." (Enblya: 17) buyurmuştur. Yani: Eğer bir kadın ve
çocuk edinseydik, bunları bizim katımızdan edinirdik, sizin katınızdan değil;.
Çünkü erkeğin hanımı ve çocuğu onun katında ve onun huzurunda olur, başkasının
değil!..
Fıtratları üzere bırakılıp, eğitim ve öğretim yoluyla bundan
vazgeçirilmedikleri müddetçe. ümmetlerin hepsi de Arabıyla, Acemiyle şöyle
derler: "Şüphesiz Allah göktedir"!...
Hadiste (varid olmuştur ki): Bir adam, acemden bir cariyeyi azad
etmek için Resulullah'a (s.a.v.) geldi. Resulullah (s.a.v.) cariyeye:
"Allah nerededir?" dedi. Cariye: "Gökte!" dedi. Resulullah
(s.a.v.): "Ben kimim?" dedi. Cariye: "Sen Allah'ın
Resulüsün." dedi. Resulullah (s.a.v.): ''Müminedir, " dedi ve onun
azad edilmesini emretti. Vak'a böyle veya buna benzer bir şekildedir.
Umeyye b. Ebi's-Salt'da şöyle demiştir:... "Allah'ı
Yüceltiniz, O Yüceltilmeye layıktır. Rabbimiz gökte yüce oldu. İnsanları geçen (aşan)
büyük binada. Ve göğün üzerinde bir serîr (taht) kurdu. (Bu taht öyle) uzundur
ki, göz ona yetişemez. O tahtın altında sen melekleri boyun eğmiş olarak
görürsün.
Şiirdeki sur (=boynu eğikler) kelimesi " esvar"ın
cemidir. "Boynu eğik" demektir.
"Hameletu'l-Arş (Arşı taşıyan) melekler boyunları eğik bir
haldedir. Hadisinde de böyle denmiştir. Sırtında veya omuzunda ağır birşey
taşıyan herkes, mutlaka boynunu eğmek durumundadır (eğmeden edemez).
Sahih İncil'de Mesih (=İsa) (a.s.) şöyle demiştir: "Gök ile
yemin etmeyiniz çünkü o Allahu Teala'nın kürsi'sidir.
Havarilerine de şöyle demiştir: Eğer siz insanları bağışlarsanız
muhakkak ki GÖKTEKİ RABBİNİZ de sizin zulmünüzü bağışlar. Gökteki kuşlara
bakın. Şüphesiz onlar ne ekin eker, ne biçer, ne de gökte ambarlara toplarlar.
GÖKTEKİ RABBİNİZ rızıklandırıyor onları. Siz kuşlardan üstün değil
misiniz?"
Dediklerine şahid (delil) olarak bunun gibi pek-çok misal var (ki
zikretsek) kitap uzar.
"Gökte ilah olan O'dur, yerde de ilah olan
O'dur."(Zuhruf 84) ayetine gelince: Bu ayette Allah'ın göğe veya yeryüzüne
hulul ettiğine delalet eden birşey yoktur. Bu ayette kasdedilen ancak şudur:
Allah göğün ve göktekilerin, yerin ve yerdekilerin ilahıdır.
Günlük konuşmada da sen: "O Horasan'da, emirdir, Mısır'da da
emirdir." dersin. Kasdedilen adam bu iki yerden birinde veya bu iki yerden
başka bir yerde olduğu halde, o iki yerin emirliği de kendisinde toplanmışür.
Bu gayet açık ve aşikardır.
*Eğer bize: Allah'ın (baştaki hadiste geçen) nüzulü (inişi)
nasıldır (ne dersiniz?) denilirse, deriz ki: Biz Allah'ın nüzulü hakkında
hiçbir hüküm vermeyiz. Fakat bizim için mevzuu bahis olan nüzulü ve bu lafzın
ihtiva ettiği manaları açıklarız. Ne kasdettiğini ise en iyi Allan (C.C.)
kendisi bilir. İnsanlar için olan nüzul iki manaya gelir:
Birisi: Bir yerden diğer bir yere intikal etmektir. Senin dağdan
düze, evin çatısından yere inmen gibi...
Diğeri ise; irade ve niyyet ile bir şeye yönelmen, teveccüh
etmendir.
Hubut (iniş), irtika' (yükselmek), buluğ (ulaşmak}, masîr (varmak)
kelimeleri ve bunların benzerleri de aynı manada kullanılır.
Bu, birinin sana, göçebe araplardan bir kavmin yerini sormasına
benzer. Adam sormakla, o kavmin yanına varmayı kasdetmemektedir. Sen ona şöyle
dersin: Şu dağa vardığın zaman oradan in, sağı takib et. Şu vadiye vardığın
zaman oraya in, sonra solu takib et. Falan yere vardığın zaman oradaki tepeyi
aş onları görürsün.
Sen bu söylediklerinin hiçbirisiyle: Dediklerirni bedeninle
yap." demeyi kasdetmezsin. Sen ancak: "Niyyetin ve kasdınla bunları
yap" demek istersin.
Bir kimse bazan: Hürlere vardın, sövmek için, Halifelere gittin
hakaret etmek için, ilme geldin küçümseyip terketmek için Ahlakın yücelerinden
alçaklarına indin." der. Bunlardan hiçbirinde cismin (varmak, gelmek ve inmek)
suretiyle intikali kasdedilmez.
Bununla sadece irade, azim ve niyyetle birşeye yönelmek
kasdedilir.
Allahu TaaIanın: "Allah, takva sahipleriyle ve ihsanda
bulunan kimselerle beraberdir."(Nahl 128) ayeti de böyledir. Allah (C.C.)
kendisinin bizzat o kimselerle beraber olduğunu kasdetmemekte, ancak yardım
tevfik ve onları kuşatma suretiyle onlarla beraber olduğunu kasdetmektedir.
Allah'ın (C.C.): "Kim bana bir zira' yaklaşırsa, ben ona bir
kulaç yaklaşırım, Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. sözü de
bu şekildedir...
EBU MUHAMMED: Bize Abdulmun'im. babasından, o da Vehb b.
Munebbih'den tahdis etti ki (Vehb) şöyle demiştir: Musa'ya (a.s.) ağaçtan
"ayakkabılarını çıkar" diye nida olunduğu zaman. Musa (a.s.) çabucak
denileni yapmış ve arkasından Lebbeyk (emret Allahım) demiştir. Böyle olması
sadece Musa'nın ses'e alışması ve kendisinin yatışması içindir.
Musa (a.s.): "Ben Sen'in sesini işitiyorum, fısıltını da
hissediyorum. Ama yerini göremiyorum, Sen neredesin?" dedi.
Cenab-ı Hak cevaben: "Ben senin üstünde, önünde ve
arkandayım. Seni kuşatmış durumdayım. Ve sana senden daha yakınım." dedi.
Allah (C.C.) bu sözüyle "Ben seni senden daha iyi bilirim.
Çünkü sen önüne baksan arkandakileri göremezsin. Bakışlarını yukarıya
çevirdiğin zaman aşağıdakileri bilemezsin. Bana gelince hangi halde olursan ol,
hiçbir şeyin bana gizli değildir." demek istemiştir.
Buna benzer bir söz de Rabiatu'l-Abide'nin (95-185) şu sözüdür:
"Dünya sevgisiyle kalplerini Allah'tan meşgul (gafil) ettiler. Eğer (dünya
sevgisiyle meşgul etmeyip) bıraksalardı kalpleri melekut (alemin) da cevelan
edip dolaşır, nadir ve hoş bilgilerle kendilerine geri dönerdi."
Rabia onların bizzat kalp ve bedenleriyle gökte cevelan
edeceklerini kasdetmemiştir. Lakin kalpler oralarda tasavvur, kasd, teveccüh(i
kalbi) ile (manen) cevelan ederler.
Ebu Mehdiyye el-Arabî'nin "Cehenneme baktım ve şairlerini iki
büklüm bir halde (=lehum kesîsu) gördüm." sözü de böyledir, (Yani bu bakış
tasavvurîdir, hakiki değil.
Kesîs, eğilip bükülme demektir. Ebu Mehdiyye (bîr şiirinde) şöyle
demiştir. "...cenadibuha sar'a lehunne kesîsu (=Buranın çekirgeleri
titreyerek büzüşürler."
Eğer birisi, Resulullah'ın (s.a.v.): "Cennete baktım ve
oradakilerin çoğunun saf ve iyi huylu kimseler olduğunu gördüm. Cehenneme
baktım ve oradakilerin çoğunun da kadınlar olduğunu gördüm. hadisi hakkında;
"Buradaki bakış fikren ve (kalbi) bir teveccüh iledir." dese, bu da
güzel bir yorum olur.
87- Dediklerine Göre Düşüncenin Yalanladığı Bir Hadis...
İDDİA: Hammad b. Seleme'den, o da Ammar b. Ebî Ammar'dan, o da Ebu
Hureyre'den, o da Resulullah'tan (s.a.v.): "Musa'nın (a.s.) meleku'l-mevt
(=ölüm meleğin) in gözüne bir tokat vurduğunu ve onun bir gözünü kör
ettiğini" rivayet ettiniz. Eğer ölüm meleğinin bir gözünün kör olması caiz
olursa iki gözünün kör olması da caiz olur.
Belki de İsa b. Meryem (a.s.) onun öbür gözüne vurmuş ve iki
gözünü de kör hale getirmiştir? Çünkü İsa (a.s.) Musa'dan (a.s.) daha ziyade
ölümden hoşlanmazdı ve "Ey Allahım bu kaseyi benden başkasına
çevirebileceksen, onu benden çevir. derdi.
CEVAB: Biz deriz ki: Hadisçilere göre bu hadisin senedi hasen'dir.
Ve zannedersem eskilerin tarihi haberlerinde bunun bir aslı ölacaktır. Bu
hadisin, düşüncenin reddedemiyeceği doğru bir açıklaması da vardır.
Bu hadis hakkında bizim görüşümüz şudur: Bu hadisteki
"Allah'ın melekleri" "Ruhanîler" dİr. Ruhanî de ruh'a
mensuptur. Yaratılışlarına nisbetle onlar sanki birer ruh gibidirler, bedenleri
ve cisimleri yoktur. Bizim gibi gözleri ve bizim gibi cisimleri olmadığı halde
görme kudretleri vardır. Allah'ın onları ne şekilde yarattığını bilmemekteyiz.
Çünkü biz ancak, müşahade ettiğimiz ve şeklini gördüğümüz şeyleri bilebiliriz.
Cinler, şeytanlar ve ğul (dev) ler de ruhlardan ibarettir ki,
bunların da mahiyetlerini ve keyfiyyetlerini bilmiyoruz.
Biz meleklerin sıfatları hakkında sadece Allah ve Resulünün bize
bildirdiği sınıra kadar varabiliriz... Allah (C.C.) ise: "Melekleri
ikîşer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan.." (Fatır 1) buyurduktan sonra:
"Allah yarattığı şeylerde dilediği kadar arttırır."(Fatır 1)
buyurmuştur. Sanki Allah (C.C.) bu kanatlarda ve başka şeylerde dilediği kadar
ziyade etmektedir.
Araplar meleklere Cin derler. Çünkü melekler de cinler gibi
görünmezler. el-A'şa Süleyman b. Davud (a.s.) hakkında şöyle demiştir ve melek
cinlerinden dokuzunu emri altına aldı. O'nun huzurunda ayakta dururlar ve
karşılıksız çalışırlar.
Allah (C.C.) meleklere, çeşitli şekillere girme kudretini
verrniştir. Cibril (a.s.) Resululluh'a (s.a.v.) Dıhyetu'l-Kelbî şeklinde bir
bedevi kılığında ve bir keresinde de iki kanadı ile ufku kaplamış bir halde
görünmüştür.
Meleklere olduğu gibi, aynı şekilde cinlere de çeşitli şekillere
girme kudretini vermiştir.
Nitekim Allah (C.C.) (Cebrail hakkında): "Nihayet ona
(=Meryeme) ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik de kendisine düzgün bir insan
şeklinde göründü."(Meryem 17) buyurmuştur.
Yukarıdaki zikedilen misallere hakikat nazarıyla bakılamaz. Bunlar
sadece (insanların) görmeleri (ni mümkün kılmak için) birer temsil {tezahür,
görüntü) ve tahyil (hayal} den ibarettir.
Onların hakiki yaratılışları latif ruhlardır. Damarlarda dolaşır,
kalbe ulaşır, yer'e girer, görür, fakat kendisi görülmez. .
İblîs hakkında Allah (C.C.) Çünkü şeytan ve kabilesi sizi,
kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden görürler."(A'raf 27) buyurmuştur.
Yani: Allah (C.C.) bizim onları hakiki şekilleriyle göremeyeceğimizi
kasdediyor.
Yine: "Bir de: "Peygambere bir melek indirilse de görsek
ya!." diyorlar. Eğer öyle bir melek indirseydik (yine îman etmemekle
helaklerine dair) iş bitirilmiş olur, sonra tevbeîeri için kendilerine bir an
bile göz açtırılmazdı. Eğer peygamberi bir melek yapsaydık, yine onu bir adam
şeklinde gösterirdik." (En'am 8,9) buyurmuştur.... Yani: Eğer bir melek
indirseydik hisleri onu idrak edemezdi. Çünkü onların hisleri meleklerin hakiki
şekillerini idrak edemez. Bu yüzden bizi onu görmeleri ve dediklerini
anlamaları için, kendileri gibi bir adam yapardık, demek istiyor.
İbn Abbas'ın (r.a.) "Zühre (=Venüs)" kıssasında
anlattığına göre, Allahu Teala yeryüzündekilerin aralarında hükmetmeleri için
iki meleği yeryüzüne İndirdiğinde, onları insan şekline çevirmiş ve onlara
şehvet hissini vermiştir. Çünkü insanlar arasında ancak insanların görebildikleri
ve sesini işitebildikleri ya da kendilerine benzeyen kendilerinin şeklinde olan
birinin hüküm vermesi caizdir.
Melekü'l-mevt Musa'ya (a.s.) temessül edip şekillenince -ki birisi
Allah'ın meleği diğeri de O'nun peygamberidir- o'nunla çekişmiştir. Musa (a.s.)
da hakikat değil de sadece bir temsil ve tahyîlden ibaret olan göz'ü kör edecek
bir tokat vurmuş, Melekü'l-mevt de evvelce olduğu gibi hakiki ruhanî
yaratılışına dönmüş ve kendisinden hiçbirşey eksilmemiştir.
Mahir: Yani Azrail'in kullandığı geçici beden zarar görmüş, o
beden de gerçek et ve kemik olmadığı için sadece o anlık bir tahribat olmuştur.
Allahu a'lem.!
88- Dediklerine Göre Düşüncenin Yalanladığı Bir Hadis...
IDDİA Rivayet ettiniz ki: ''Eni ve boyu bir fersah (5762 metre)
olan Musa'nın ordusu büyüklüğündeki bir dağı koparmış ve onu askerlerin üzerine
atmak üzere başının üzerinde taşımış. Sonra o dağ, ölünceye kadar boynunda
taşıyacağı bir halka (=tasma) ya dönüşmüş.
Yine rivayetinize göre guya o denize girer. Sular onun diz
kapaklarını geçmezmiş!... Denizin derinliklerinden Balinaları avlar ve onları
güneşin üzerinde kızartırmış . Ve öldüğü zaman Mısır'ın Nil nehrine düşmüş te
(cesedi) bir sene köprü olmuş. (Yani: Nehrîn bir kenarından diğerine geçmeleri
için insanlara bir köprü vazifesi görmüş).
Musa'nın (a.s.) boyu on zira (5.8 m), asasının uzunluğu da on zira
idi ve (bu uzunluğuna rağmen) Musa (a.s.) ona vurmak için yerden on zira daha
sıçradığı halde onun topuğuna bile erişememiş!.
Bu, akıllıların da cahillerin de anlayabileceği derecede apaçık
bir yalandır. Musa (a.s.) zamanında, o zamanın insanlarından bu derece farklı
olan bir kimse nasıl mevcud olabilir?... Kendisi ile Adem (A.S.) arasında bu
kadar fark bulunan birinin Adem'in neslinden olması nasıl mümkün olabilir? Bir
insan, eni ve boyu birer fersah olan bir dağı başında taşımaya nasıl güç
yetirebilir?
CEVAB: Biz deriz ki: Bu hadis, ne Resulullah'tan (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), ne de onun Ashabından gelmiştir. Bu sadece Ehl-i Kitab'ın
rivayet ettiği eski haberlerden birisidir. Bunu onlardan bazıları eskiden
işitmiş ve onlar da bunu nakletmişlerdir.
Hadislere. üç cihetten karışıklık ve bozukluk girmektedir:
Birincisi: Zındıklar ve onların İslamı tahrif etmek istemeleri ve çirkin ve
akıl dışı görülen hadisleri sokuşturarak İslamı lekelemeğe çalışmalarıdır. Daha
önce zikrettiğimiz "arakul-hayl (atın teri)", "lyadetul-melaike
(meleklerin hasta ziyareti)", "arefe gününün akşamında boz deve
üzerindeki altın kafes", "zegabu's-sadr (=göğsün kılı)",
"nuru'z-zir-aayn (=iki kolun işiğı nuru)" ve bunlara benzer pekçok
hadisler bu tip hadislerdendir ki, bunlar hiçbir hadisçiye gizli değildir.
Zındık İbn Ebi'l-Avca ve dehrî (=materyalist) Salih b. Abdulkuddus
bu (zındık) lardandır.
İkincisi: Geçmişteki kıssacılardır. Çünkü onlar avamın
dikkatlerini kendilerine çekerler ve rnünker garib ve uydurma hadislerle onları
dolandırırlardı.
Kıssacıların hadisi; duyulmamış, aklın almayacağı şeyler veya
kalbi hüzünlendiren veya gözü yaşartan hoş şeyler olduğu müddetçe kıssacılarla
oturmak avamın işidir...
Cenneti anlattığı zaman hemen: "Cennette misk veya
za'ferandan huriler vardır. Onların kalçaları bir mil'e bir mil
genişliğindedir. Ve Allah velî (dost) larına beyaz inciden bir köşk hazırlar.
Köşkün içersinde yetmiş bin has odası vardır. Her has odada yetmiş bin
yataklık, her yataklık da yetmiş bin döşek ve her döşekte yetmiş bin şu
....vardır." der. Bu, "...her yetmişbin şeyde şu vardır.."
sözleri bitmek bilmez. Sanki ona göre bu sayının yetmiş binden az veya çok
olması caiz değildir.
Yine şöyle der: Cennettekilerin, Allah katındaki derecesi en küçük
olanı Allah'ın kendisine dünyanın şu şu kadar katı (kıymetli şeyler) verdiği
kimsedir."
Bu miktarlar çoğaldıkça, avamın hayreti de o kadar artar ki
(kendisini dinlemek için) daha uzun müddet otururlar; eller de bahşiş vermede
daha çabuk davranır.
Halbuki Allah (C.C.) Kur'an'da bize cennette neler olduğunu;
kıssacıların ve başkalarının anlattıklarından daha iyisini -Cennetin eni'nin
yer ve gökler kadar olduğunu anlattığı sırada- haber vermektedir.
Araplar "en" kelimesini genişlikten kinaye olarak
kullanırlar. Çünkü birşey genişlediği zaman enli dir ve ufaldığı ve uzadığı
zaman da dardır.
Araplar: "Enli yeryüzü bana dar geldi." derler. Yani:
"Geniş yeryüzü.." demekür. Keza: "Enli yeryüzünde bir yol
vardır." derler. Yani "...geniş yeryüzünde." demektir.
Resulullah da (s.a.v.) Uhud günü hezimete uğrayanlara:
"(Cepheyi) enli tuttunuz." Yani: Geniş, tuttunuz, dağıldınız,
demiştir,
Allahu Teala da: "...artık geniş geniş duaya dalar."
(Fussilet 51) buyuruyor. Yani çok dua eder demektir.
Genişliği gökler ve yer kadar olduğuna göre, Cennette en küçük
derecedeki birine, Allah (C.C.) dünyanın birkaç katını nasıl verebilir?!
Bizi Cennete teşvik ettiği zaman Allah (C.C.): "Canların
isteyeceği ve gönüllerin hoşlanacağı ne varsa hepsi oradadır."(Zuhruf 71)
buyurmuştur.
Mukarrabîn'i zikrettiği zaman ise: "Mücevheratla İşlemeli
tahtlar üstünde, onlara yaslanarak karşı karşıya kurulmuşlardır. Dolaşır
etraflarında ebediyete kavuşturulmuş genç hizmetçiler..(Tükenmez) Cennet
şarabından dolu sürahiler. İbrikler ve kadehlerle. Ondan başları ağrımaz.
Sarhoş da olmazlar. Bir de seçtikleri meyvelerle ve arzu ettikleri kuş etleri
ile (hizmetçiler etraflarında dolanır) Onlar için iri gözlü huriler de vardır.
Gün görmemiş inci misali.." (Vakıa 15-23) buyurmuştur.
Ashabu'l-yemin (amel defteri sağdan verilenler) hakkında da:
"..dal bastı kirazlar, dolgun salkımlı muzlar altında ve yaygın bir
gölgede, çağlayan bir su kenarında ve tükenmeyen, yenmesi yasaklanmayan birçok
meyveler arasında.."(Vakıa 28-33) buyurmuştur.
Keza: "...orada altından bilezikler ve incilerle
süslenecekler. Elbiseleri de orada İpektir."(Hacc 23) buyurmuştur.
Bunlara benzer şeyler Kur'an'ı Kerîm'de pekçoktur. Kur'an'daki bu
tip şeyler mutlaka, insanların dünyada elde ettiklerine ve zenginlik içinde
yüzenlerin faydalandıkları şeylere benzer. Ancak Allahu Taala'nın üstün kıldığı
Cennet nimetleri ve ebedi (cennette kalma nimeti hariç!...
Sonra (mezkur kıssacı) Adem'den (a.s.) bahseder onun vasıflarını
zikreder ve şöyle der: "Başı buluta veya göğe değiyor ve sürtüyordu. Bu
yüzden başındaki saçlar döküldü. Ve yeryüzüne indiği zaman Cennetten çıktığına
ağlaldı. Öyle ki göz yaşları deniz haline geldi ve o denizde gemiler
yüzdü."
Davud'dan (a.s.) bahseder ve: "Kırk gün Allah için secde etti
ve ağladı. Hatta göz yaşlarıyla otlar bitti. Sonra (Davud) (a.s.) bir iç çekiş
çekti ve bütün otlar dalgalandı." der.
Musa'nın (a.s.) asasından bahseder ve: "Onun dişi (ucu) uzun
bir hurma ağacına benzer... Cismi de göz
alan bir şimşek gibidir. Kokusu da şöyledir... "der. Halbuki Allah (C.C.)
ise: "keeneha cannun.. (=...çevik bir yılan gibi.)" (Neml 10)
buyurmuştur. el-Cann, yılanların seri ve çeviklerine denir.
Cenab-ı Hak (Musa'nın asasını) başka bir yerde de zikretmiş ve:
"Hemen o anda asa, açıkça bir ejderha oluverdi." (A'raf 107) ve
(Şuara 32) buyurmuştur.
Yine Lübnan dağında, Yunus'un (a.s.) yanlarına vardığı birtakım
insanlardan bahseder ve o insanlardan birisinin bir tek rükuunun bir sene, bir
tek secdesinin de keza bir sene kadar sürdüğünü, ancak şu kadar az yemek
yediğini onlara anlatır.
Allah (C.C.) da bizden öncekileri zikretmiş ve: " Onlar
kuvvetçe sîzden daha çetin, mal ve evlad bakımından sizden daha çok
idiler." (Tevbe 69) buyurmuştur.
Yine (Talut) hakkında: "...ve ona bilgi ve vücud kuvveti
bakımından bir üstünlük vermiştir."(Bakara 247) ve; "Siz her tepeye
bir alamet (köşk) bina eder eğlenir misiniz? Dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi
bir takım saraylar da ediniyorsunuz. Hem (ceza) vermek için yakaladığınız
vakit, merhametsizce, zorbaca yakalıyorsunuz" (Şuara 128-130) buyurmuştur.
Allah'ın (C.C.). bizden öncekilerin özellikleri hakkında anlatımış
olduğu şeylerin hiçbirisinde (kıssacının anlattıklarındaki) bu ifrata,
aşırılığa yakın birşey yoktur.
Biz onların bizden beden bakımından daha büyük ve kuvvet
bakımından daha güçlü olduklarını biliyoruz. Şu kadar var ki. bizimle onlar
(eskiler) arasındaki fark, Allah'ın bizim ömürlerimizle onların ömürleri
arasında meydana getirdiği fark kadardır.
Beşerin babası Adem'i (a.s.) alalım: Ömrü sadece bin sene idi.
Haberler (=tarih) bize bu şekilde söylemektedir ve ben bunu Tevrat'ta da
buldum.
Nuh'u (a.s.) alalım: Kavmi arasında dokuz yüz elli sene yaşadı.
Nuh'dan sonra ömürler kisaldı. Ancak "Kartallar (en-Nusur) sahibi Lukman
" hakkında gelen tarihî malumat hariçtir. Çünkü onun yedi kartal ömrü
kadar yaşadığı zikredilmiştir. Bu ise iki bin dörtyüz elli küsur sene eder. Bu
eskiden gelip geçmiş bir husustur ve bu hususta ne, Kur'an'da ne de hadiste bir
malumat yoktur. Bu tarihî malumatın bir isnadı da yoktur. Bu sadece Ubeyd b.
Şeriyye el-Curhumî ve benzerleri neseb (soy) bilginlerinin anlattıkları
birşeydir.
Eski Yemen krallarının, daha sonra da Acem krallarının ömürleri de
böyledir.
Bize yakın zamanlarda da birtakım insanlara uzun ömür verilmiştir
ve onlarla Adem ve Nuh'un (a.s.) doğru olan ömürleri arasında daha önce
anlatılmış olanlardaki gibi aşın farklılık yoktur.
Bize Ebu Hatim tahdis etti (ve) dedi: Bize el-Asmaî haber verdi
(ve) dedi: bize Ebu Amr b. el-Ala (68-154) haber verdi (ve) dedi:
"el-Mustevğir b. Rabîa beraberinde bunamış torunu ile Ukaz çarşısına
uğradı. Mustevğir onu yediyordu (çekiştiriyor). Birisi ona: "Yahu ona iyi
muamele et! O sana uzun müddet iyilik etmişti!" dedi.
el-Mustevğir: "Kim o (biliyor musun)? dedi. Adam: "Baban
veya deden (olsa gerek)!" dedi. el-Mustevğir: O vallahi benim
torunum!" dedi. Bunun üzerine adam: "Ne böyle bir günü gördüm; ne de
Mustevğir b. Rabîa'yi!" dedi. O da: "Mustevğir benim!..." dedi.
Ebu Amr: "Mustevğir, üçyüz yirmi sene yaşadı." dedi.
EBU MUHAMMED: Allah, onların yüryüzündeki kalıntılarını, inşa
ettikleri şehir ve kaleleri, geçit vermez dağlarda açtıklan kapıları ve
yonttıkları merdivenleri, bizim için ibret alınacak düşünülecek şeyler
kılmıştır.
Bu (kalıntılarda) görülen farklılık ise sadece bizlerle onların
ömürleri arasında mevcud olan fark kadardır. Onların boyları da aynı
şekildedir.
Bu farklılık hususunda, er-Riyaşî'nin bana rivayet ettiği şeyden
daha mübalağalısını duyduğumu bilmiyorum... er-Riyaşî (Abbas b. el-Ferec),
Müslim b. İbrahim'den, tahdis etti. (Müslim) dedi: Nuh b. Kays haber verdi (ve)
dedi: "Halid b. Abdillah (66-126) benli develer için bir ağıl kazmakla
vazifelendirdi. Ameleler bana kazıda buldukları bir öğütücü diş getirdiler. Ben
onu tarttım, dokuz rıtıl geldi. Biz bu diş insan dişi midir, yoksa deve veya
fil dişi midir, bilmiyorduk.
Bana er-Riyaşî tahdis etti (ve) dedi: Bize Abdullah b. Mesleme.
Enes b. Iyaz'dan. o da Zeyd b. Eslem'den haber verdi. Zeyd (b. Eslem) (-136)
dedi ki: Amalika kavminden bir adamın (kafatasının) göz çukuru içersinde bir
pazu kemiği ve onun küçüğü bulundu. Zeyd dedi ki: "Bunun deve veya başka
bir hayvanın göz çukuru kemiği olması onu görenin de, onun bir insanın göz
çukuru kemiği olduğunu zannetmiş olması mümkündür.
Maamafîh, bu bir insanın kemiği olsa bile, bunda (büyük) bir
farklılık yoktur. Çünkü göz çukurunu çevreleyen kemik içi boşalınca genişler ve
sonra kafatasının üstündeki kemiğe kadar vanr. Geçmiş insanların vücudlarının
büyüklüğü yanında onların göz çukuru ve kafatası kemiklerinin anlatıldığı kadar
olması da yadırganamaz.
Hadislere bozukluk ve karışıklık anz olmasının üçüncü sebebine
gelince; O da Cahiliyye devrinde insanların anlattikları masala hurafeye benzer
eski haberlerdir. Onların "ed-Dabb (=büyük keler) asî bir yahudi idi,
Allah da onu keler haline sokuverdi." demeleri bu kabil sözlerdendir. Bu
sebeple de insanlar (günlük konuşmalarında): "Keler'den daha asî..."
deyimini kullanırlar. Araplar bu sözü mezkur sebepten dolayı söylememişlerdir.
Bunu sadece; keler acıktığı zaman yumurtadan çıkan yavrusunu yediği için
söylemişlerdir. Şair de bu hususa işaret ederek oğullarını yedin, keler'in
yediği gibi, Onlardan (yenmedik) pek azını bıraktın.." demiştir.
Yine Hüdhüd kuşu hakkında: "(Hüdhüd'ün) annesi öldü. O da onu
kendi başı içine defnetti. Onun kötü kokusu da bu sebeptendir."
demişlerdir.
Umeyye b. Ebi's-Salt da (bu hususa işaret ederek) şöyle demiştir:
"Bulutiar, koyu karanlıklar ve fazladan tekrar bulutlar.,
Hüdhüd'ün anasını kefenlediği ve dolaştığı günler annesini
saklamak için bir yer arıyor.. ve kafasının içine annesi için bir kabir yaptı
yorularak durur, başındaki cenazenin ağırlığından.. (Bu hikayeye dair) senedli söz çelişik
değildir.."
Yine horoz ve karga hakkında, bu ikisi içki arkadaşıydılar.
İçkiler bitince karga, horuzu içki satıcısının yanında rehin bıraktı gitti
fakat geri gelmedi. Horoz da da (içki satıcısına rehin olarak bırakıldığı için)
içki satıcısının nöbetçisi olarak kaldı." demeleri de bu hurafelerdendir.
Umeyye b. Ebî's-Salt şöyle demiştir mucize ile herşey konuşmağa
başladı, karga, emaneti (olan ) horoz'a ihanet etti."
Keza onların dediklerine göre kedi, aslan'ın aksırığıdır. Domuz da
fîl'in aksırığıdır. İstakoz terzi imiş ve, iplikleri çalarmış ve bu yüzden meshoiunmuş
(ve İstakoz haline getirilmiş), yılan balığı bir yahudi imiş, meshoiunmuş, İşte
uc hadisi de, bize göre bu tip hadislerdendir...
Şaşılacak taraf şudur ki, bu uc, onlara göre Musa (a.s.) zamanında
yaşamış ve bu derece acaib uzunlukta bir boyu varmış. Fir'avn da Musa zamanında
yaşamıştı fakat el-Hasen (el-Basrî') in dediğine göre o (=Firavn) kısalıkta tam
uc'un tersine imiş...
Bize Ebu Hatim veya onun yanındaki birisi rivayet etti (ve) dedi:
Bize Ebu Zeyd el-Ensarî en-Nahvî haber verdi. (ve) dedi ki: Bize Amr b. Ubeyd,
el-Hasen'den haber verdi ki el-Hasen (el-Basrî) "Firavun'un boyu sadece
bir zira idi, sakalı da bir zira' idi" demiştir.
89- Çelişkili Dedikleri Hadisler....
İDDİA: Hemmam'dah, o da Zeyd b. Eslem'den, o da Ata b. Yesar'dan,
o da Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettiniz ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle
demiştir: "Benden, Kur'an'ın haricinde hiç bir şey yazmayınız. Kim benden
birşey yazdiysa onu imha etsin (=silsin)"
Sonra İbn Curayc'dan, o da Ata (b. Yesar) dan o da İbn Ömer'den
(r.a.) rivayet ettiniz ki, İbn Ömer: "Ben: Ya Resulullah, ilmi takyîd
edeyim mi? dedim, Resulullah (s.a.v.): "Evet (takyîd et) " dedi. "İlmin takyidi nedir?" denildi,
"Onun yazılmasidır." dedi." demiştir.
Yine Hammad b. Seleme'den, o da Muhammed b. İshak'dan, o da Amr b.
Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesinden rivayet ettiniz ki (dedesi yani:
Abdullah b. Amr b. As şöyle demiştir: "Ya Resulallah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem), senden işittiğim herseyi yazayım mı?" dedim. Resulullah (s.a.v.):
"Evet (yaz) " dedi. Ben: Öfkeli olsan da olmasan da mı?" dedim.
Resulullah (s.a.v.): "Evet (Öfkeli olsam da olmasam da!) çünkü ben her iki
halde de sadece hakkı söylerim!" dedi.
İşte bu bir çelişki ve tutarsızlıktır.
CEVAB: Biz deriz ki: Bu hadislerin (çelişkili olmasının) iki
manası vardır; Birisi: Sünnetin, sünnetle nesholunmuş olmasıdır. Sanki
Resulullah (s.a.v.) önce sözlerinin yazılmasını yasaklamış, sonra sünnetin
çoğaldığını ve ezberlenemiyecek bir hale geldiğini anlayınca yazılmasına ve
takyîd (kayıd) edilmesine karar vermiştir.
Diğer manası ise: Yazma işini sadece Abdullah b. Amr b. el-As'a
(r.a.) has kılmış olmasıdır. Çünkü o eski kitapları okur, süryanice ve arapça
yazardı. Onun dışındaki ashab ise ümmî (okuma yazma bilmez) idiler. Onlardan
ancak bir ikisi yazı yazabiliyordu. Yazdıkları zaman da kusurlu ve imlası bozuk
yazarlardı.
Vaktaki (Resulullah s.a.v.) onların yazdıkları şeylerde hata
yapmalarından korktu, o zaman onları nehyetti ve ne zaman ki Abdullah b. Amr b.
el-As'a bu hususta güvendi, o zaman da ona (hadisleri yazması için) izin verdi.
EBU MUHAMMED: Bize İshak b. Rahüye rivayet etti (ve) dedi: Bize
Vehb b. Cerîr, babasından haber verdi; babası da Yunus b. Ubeyd'den, o da Amr b.
Tağlib'den, o da Resulullah'tan (s.a.v.) rivayet etti ki, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: "Malın çoğalması, kalemin ortaya çıkması ve tüccarın
çoğalması kıyametin alametlerindendir.
Amr (b. Tağlib): "Biz büyük bir mahallede bir katip (yazıcı)
arardık ve şayet adamın birisi alışveriş muamelesi yapmak istese: "Fulan
oğullarının tacirine bir danışayım." derdi. demiştir.
90- Çelişik İki Hadis...
İDDİA: Hammad b. Seleme'den, o da Ata b. es-Saib'den, o da Saîd b.
Cubeyr'den, o da İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet ettiniz ki: İbni Abbas şöyle
demişür. "Hacer-i Esved Cennettendir. O, kardan daha beyaz idi de
müşriklerin günahları onu kararttı.
Sonra (Muhammed) İbnu'l-Hanefiyye'ye (-73) Hacer-i esved'den
sorulduğunu, onun da: "O sadece (bizim) şu vadilerin birinden (getirilmiş)
dir." dediğini rivayet ettiniz. Bu bir tezaddır: Allah'ın cennetten bir
taş indirmesi nasıl caiz olabilir? Ve cennette taş var mıdır? Eğer günahlar onu
karartmışsa, insanlar müslüman oldukları zaman da onun beyazlaşması ve eski
haline dönmesi gerekirdi.
CEVAB: Biz deriz ki: Şüphesiz Îbnu'l-Hanefîyye'nin, İbn Abbas'a;
Hz. Ali'nin Hz. Ömer'e; Zeyd b. Sabit'in. İbn Mes'ud'a tefsir ve ahkam ile
ilgili konularda muhalefet etmesi öyle yadırganacak bir şey değildir.
Yadırganacak olan, onların birbirine aykırı iki hadisi tevil etmeksizin rivayet
etmeleridir. Ashabın kendi aralarındaki ihtilafları ise pek çoktur.
Onlardan kimisi işittiği şey (hadis) ile amel eder, kimisi zannına
başvurur, kimisi de şahsi görüşüne göre amel ederdi. İşte bundan dolayıdır ki
Kur'an'ın tevil (=tefsir) inde ve ahkamının pekçoğunda ihtilaf etmişledir. Şu
kadar var ki İbn Abbas (r.a.) Hacer-i esved hakkında işitmiş olduğu bir sözü
söylemiştir. Başka türlü olamaz. Çünkü onun, şahsi görüşü olarak:
"...beyaz idi ve o cennettendir.." demesi imkansızdır.
Esas zan ile konuşan İbnu'l-Hanefiyye'dir. Çünkü o, Hacer-i
esved'i Ka'be'nin diğer temel taşları gibi kabul etmiş ve onun da diğer
taşların alındığı yerden alındığına hükmetmiştir.
Hacer-i esved'in cennet'ten olduğuna dair İbn Abbas'ın sözünü
takviye eden haberler çoktur. Bunlardan birisi şudur: "Hacer-i esved
kıyamet günü gelir. Dili ve dudakları vardır. Kendisini hakkıyla istilam
edenler hakkında şehadette bulunur.
Diğeri de şudur: "O Allah'ın yeryüzünde sağ (el) idir. Onunla
insanlardan dilediği ile musafaha eder. Bu hadis daha önce geçmişti.
Bir başka hadis; Vehb b. Munebbih'in anlattığı hadistir. Vehb
şöyle demiştir: "Hacer(-i-Esved) beyaz bir İnci idi, onu müşrikler
kararttı.
Onların: "Cennette taş var mıdır?" demelerine gelince:
Onlar Cennette taşın bulunuşunun nesini yadırgıyorlar? Halbuki Cennette Yakut
vardır, taştır. Zümrüd vardır, o da taştır. Altın ve gümüş de taş tandır.
Allah'ın bir taşı diğerlerinden üstün kılmasından ve taşın öpülüp
İstilam edilmesinden yadırgadikleri nedir?
Allah (C.C.) dilediği söz ve amel ile kullarının kendisine ibadet
etmesini ister ve bazı mahlükatını diğerlerinden üstün kılabilir!...
İşte kadir gecesi içersinde kadir gecesi bulunmayan bin aydan
hayırlıdır.
(Keza) Gök, yeryüzünden üstündür; kürsî gökten üstündür; Arş da
kursî'den daha üstündür. Mescid-i Haram Mescid-i Aksa'dan daha faziletlidir.
Şam Irak'dan daha üstündür.
Bütün bunlar ne yaptıkları bir amel ne de onlardan (sadır) olan
bir taat'dan değil, yaratılıştan üstün kılınmışlardır.
Kezalik Hacer-i esved de Rukn-i yemani'den üstündür. Rukn-i
yemanî'de Ka'be'nin temel taşlarından daha üstündür.
Mescid-İ Haram, Harem (sınırları içindeki topraklar) dan, Harem de
Tihame topraklarından daha üstündür.
Onların: "Eğer Hacer'i günahlar karartmışsa, insanlar
müslüman olunca da beyazlaşması gerekir" demelerine gelince: İnsanların
müslüman olması İle taşın beyazlaşmasını gerekli kılan kimdir? Eğer Allah
dileseydi gerekli olmaksızın bunu yapardı.
Sonra bir de şu var ki onlar, kıyasçı ve felsefeci kimselerdir,
onlar nasıl oldu da siyahın boyadığını fakat kendisinin boyanmadığını; beyaz'ın
da boyandığı fakat boyayıcı olmadığını gözden kaçırdılar?!.
91- Çelişik Dedikleri Hadisler...
İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.): Ben eğlence ve şaka'dan değilim;
eğlence ve şaka da benden değildir." dediğini ve: Abdullah b. Amr'ın
(r.a.) Resulullah'a (s.a.v.): Öfkeli olsan da olmasan da senden her işittiğimi
yazayımmı?" dediğini, Resulullah'ın da (s.a.v.): "Evet (yaz),
muhakkak ki ben her iki halde de ancak hakkı söylerim." dediğini ve sonra
da onun (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şaka yaptığını rivayet ettiniz.
Yine Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), bir adamın arkasına
dolanıp, gözlerini kapattığını ve: "Bu köleyi benden kim satın alır?"
dediğini; Habeş heyetinin (önünde) durduğunu ve oynarlarken onları seyrettiğini
keza, " direkle oyuncuları oynarken onîarı seyrettiğini Hz. Aİşe (r.anha)
ile yarış ettiğini, bazan onu geçtiğini, bazan da Aişe'nİn onu geçtiğini
rivayet ettiniz.
CEVAB: Biz deriz ki: Allah (C.C.) Resulünü müsamahakar Hanif dini
üzre göndermiş ve ondan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ve ümmetinden; İsrail
oğullarının dininde mevcud olan yük ve bukağıları kaldırmış ve bunu sayıp
zikrettiği nimetlerinden kılmış ve buna şükredilmesini vacib kılmıştır.
Her kimde bir karakter, bir huy varsa mutlaka bir başkasında o
karakterin zıddı vardır.
İnsanların kimisi halîm, kimisi aceleci, kimisi korkak, kimisi cesur,
kimisi haya sahibi, kimisi utanmaz, arlanmaz, kimisi tatlı huylu, kimisi asık
suratlıdır.
Tevratta Allahu Teala şöyle buyurmuştur: "Adem'i yarattığım
zaman onun cesedini yaş ve kuru'dan; sıcak ve soğuk'tan meydana getirdim! Çünkü
ben onu toprak ve sudan yarattım, sonra ona nefis ve ruh verdim. İşte her
cesedin kuruluğu topraktan; ıslaklığı da su tarafından; sıcaklığı nefis
cihetinden; soğukluğu da ruh cihetindendir.
Onun hiddeti, hafifliği, şehveti, oyun ve eğlencesi, gülmesi ve
sefihliği, hilekarlığı (aldatması) zorbalığı, cehaleti ve ahmaklığı nefîs'den;
hilmi, vakar'ı, iffeti, hayası, anlayışı, cömertliği, doğruluğu ve sabrı da
ruh'dandır."
Görmüyor musun, eğlence ve oyun insanın tabiatında vardır. Tabiat
ve huy'a ise engel olunamaz. Eğer bir kiinse nefsine hakim olarak bu oyun
(isteğin) a engel olsa, bu huyundan, karakterinden neş'et eden şeylere hakim
olsa (bile), çok kalmaz az sonra tekrar eski huyuna döner. "Huy (karakter)
daha kuvvetlidir." denilir. Şair de şöyle demiştir: "Kim nefsinin
tabiatı olmayan bir şeye girişirse Tabiatı onu dinlemez ve onun nefsine galebe
çalar."
Başka bir şair: "Ey tabiatının tersi bir ahlakla bezenmiş
kişi!
Ve yaradılışı kindarlık ve münafıklık olan kişi!
Yaradılışına iyi olan alışkanlığına dön!
Çünkü tabiatında olmayanla ahîaklanman mümkün değildir."
demiştir.
Bir diğer şair de şöyle demiştir: "Herkes birgün tabiatına
dönücüdür. Bir müddet başka huylarla ahlaklansa bile!..." er-Riyaşî de
şöyle demiştir: "Sakın soyunun güzelliğine bakarak bir kimse ile
arkadaşlık etme!... Çünkü ben soy (ve sop)ların ayıplanmaya maruz kaldığını
gördüm. Onun geçmiş ümmetlerde soylu ataları var. denilmesinden sana ne!...
Bilakis sen atalarının huy (ve ahlak) ına sahib çık. Her nefis yaratıldığı huy
(ve karakter) üzre devam eder!."
Allah (C.C.) şöyle buyurmuştur; "Gerçekten insan haris ve
cimri yaratiImıştır. Kendine bir zarar dokundu mu feryadı basar. Ona hayır
(mal) İsabet edince de vermekten sakınır!,." (Mearic 19-21)
Yine: ""İnsan acelecilikten yaratıldı (yani insanda
acelecilik vardır.)"(Enbiya 37) buyurmuştur.
Keza, "Size Allah Resulü (s.a.v.) de (takib edeceğiniz) pek
güzel bir örnek vardır.(Ahzab 21) ayeti sebebiyle Ashab. Resulullah'ı (s.a.v.)
numune ediniyorlar. Onun yoluna ve davranışına uyuyorlardı...
Eğer Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) güler yüzlülüğü
mesrur olmayı, yumuşak huyluluğu bırakıp ekşi ve asık suratlı ve sert olsaydı;
-kendi tabiat ve karakterlerine muhalefet etmelerinde meşakkat ve zorluk
bulunmasına rağmen- insanlar yine de nefislerine bu huyları benimsettirirler,
kabul ettirirlerdi.
Resulullah (s.a.v.) (sadece) müslümanlar da şakalaşsın diye şaka
yapmış; oynarlarken dirkele oyunu oynayanların yanına varmış ve: ''Yahudiler dinimizde
genişlik olduğunu anlasınlar diye oynayın ey Erfede oğulları'' demiştir.
Resulullah (s.a.v.), (dindeki genişlik ile) düğünlerde nikahı ilan
için, ziyafetlerde de sürür ve sevinci izhar etmek için oynanan oyunları
kasdetmektedir.
Ama onun (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Ben eğlenceden
değilim. Eğlence de benden değildir." demesine gelince; buradaki eğlence
manasına gelen "ed-ded" boş ve batıl şeylerdir.
Resulullah (s.a.v.) şaka yapardı, fakat (şakasında bile) hak
(doğru) dan başka birşey söylemezdi. O, şakasında hakdan başka birşey
söylemediğine göre, bu şaka eğlence veya boş, batıl birşey olmuş olmaz.
Resulullah (s.a.v.) ihtiyar bir kadına: "İhtiyarlar Cennete
giremez." demiş ve bununla ihtiyarların genç kız halinde Cennete
gireceğini kasdetmiştir.
Başka birinin hanımına: "Kocan(m) gözlerinde beyazlık
var." demiş, bu sözüyle göz bebeğinin etrafındaki beyazlığı kasdetmiş,
kadın ise onu gözbebeğini örten (ve görmeye mani olan beyaz (perde)
zannetmiştir.
Yine (Resulullah s.a.v.) adamın birinin arkasından dolanmış ve:
" (Bu) köleyi benden kim satın alır?" buyurmuş ve bununla o adamın
Allah'ın kulu ve kölesi olduğunu kasdetmiştir.
Allah'ın dini kolaydır «Allah'a hamd olsun, O'nun nimeti
sayesinde, dinde zorluk yoktur. Amelin en üstünü de, az da olsa devamlı
olanıdır.
EBU MUHAMMED: Bize ez-Ziyadî rivayet etti (ve) dedi: Bize
Abdulaziz ed-Deraverdî haber verdi (ve) dedi: Bize Muhammed b. Talha, Ebu
Seleme b. Abdirrahman'dan, o da Aişe'den (r.anha) haber verdi. ..(Aişe) şöyle
dedi: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Amellerden gücünüz yettiği
kadarını üstleniniz! Çünkü Allah, siz usanmadıkça usanmaz. Ve şüphesiz amelin
efdali, az da olsa devamlı olanıdır.
Yine Bana Muhammed b. Yahya el-Kat'î rivayet etti (ve) dedi: Bize
Ömer b. Ali b. Mukaddem, Ma'n el-Gıfari'den, o da (Keysan) el-Makburî'den, o da
Ebu Hureyre'dan haber verdi. Ebu Hureyre dedi ki: "Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): Din kolaylıktır! Bir kimse bu dini eksiksiz yapmağa
kalkışirsa, mutlaka din ona galip gelecektir. O halde mutedil olunuz elinizden
geleni yapınız ve sevininiz." buyurmuştur..
Bana Muhammed b. Ubeyd rivayet etti (ve) dedi: Bize Muaviye b.
Amr, Ebu İshak (es-Sebiî) den, o da Haîid el-Hazza'dan o da Ebu Kılabe'den, o
da Müslim b. Yesar'dan olmak üzere rivayet etti. (Müslim b. Yesar) dedi ki:
"Eş'arîlerden bir gurup arkadaş yolculuk yapıyorlardı. Döndükleri vakit;
"Ya Resulullah, biz senden sonra, fulandan daha faziletli bir adam
görmedik. Gündüzleri oruç tutuyordu. Biz konakladığımız zaman namaza başladı ve
biz tekrar yola çıkıncaya kadar kılmaya devam etti." dediler.
ResuluIlah (s.a.v.): "Kim ona hizmet ediyor ve onun
ihtiyacını gideriyor veya onun için çalışıyordu?" dedi."Biz"
dediler. Resulullah (s.a.v.): "Siz hepiniz ondan daha
faziletlisiniz." dedi.
(Bu ümmetin) seçkinleri) ve salîhler(i), tebessüm güler yüzlülük
ve edep dışı olmayan, sövme ve yalandan uzak olan sözlerle şaka yapmak
hususunda Resulullah'ın (s.a.v.) ahlakı üzere yürümüşlerdir. Ali (r.a.) çok
latife ederdi.
İbn Sîrîn (-110) salyaları akıncaya kadar gülerdi.
Cerîr. el-Farazdak hakkında şöyle demiştir: "Farazdak'ın
karısı geçimsizleşti Farazdak'ın sopasına razı olsaydı uslanırdı."
İbnu Sîrîn yine el-Farazdak'ın şu sözünü misal getirmiştir. "Bana
bildirdiler ki evlenmek istediğim kızın, urkubu uzunlukta oruç ayı gibidir,
dişleri yüz tane veya ondan bir fazla, diğer uzuvlarını anlatmağa ise lüzum
yok."
Birisi ona Hişam b. Hassanı ( -146) sordu. O da: "Dün vefat
etti, bilmiyor musun? " dedi. Adam çok üzüldü ve "inna lillahi ve
inna ileyhi raciun" dedi. Adamın böyle üzüldüğünü görünce: "Allah
nefisleri ölüm anında; henüz ölmemişlerin de uyudukları sırada canlarını
ahr."(Zumer 42) ayetini okudu.
Zeyd b. Sabit (r.a.) de sokağa çıktığında insanların en vakuru;
evinde ise en şakacısı idi,
Ebu'd-Derda (r.a.) da: "Usandıracak kadar hak ile meşgul
etmemden korkarak nefsimi biraz da batıl (=eğlence) ile meşgul ederim."
demiştir.
(Kadı) Şurayh da, hüküm meclisinde (mahkemede) şakalaşırdı.
eş-Şa'bî (-17-104) insanların en şakacısı idi. Suheyb (er-Rumi (r.a.) de şakacı
idi, Ebu'l-Aliye de (-90) şakacı idi.
Bu (saydıklarımızın) hepsi de şaka ettiklerinde çirkin şeyler
söylemez(sövmez, gıybet etmez ve yalan söylemezlerdi.
Şaka ancak; kendisine bu bozuklukların biri veya birkaçı karıştığı
zaman mezmun (kötülenmiş) olur.
Oyunlara gelince: Ziyafet ve düğünlerde eğlenilmesinde bir beis
yoktur. Zira Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Nikahı ilan
ediniz! Ve nikahta def çalınız!" buyurmuştur.
EBU MUHAMMED; Bize Ebu'l-Hattab rivayet etti (ve) dedi: Bize
Müslim b. Kuteybe haber verdi (ve) dedi: Bize Şerîk. Cabir (b. Zeyd) den, o da
Ikrime'den haber verdi. (Ikrime) şöyle dedi: "İbnu Abbas oğullarını sünnet
ettirdi. Beni gönderdi, ben de oyuncuları çağırdım. Onlar da (geldiler) ve
oynadılar. İbnu Abbas da onlara dört dirhem verdi."
Bana Ebu Hatim el-Asmai den, o da İbn Ebi'z-Zinad'dan, o da
babasından tahdis etti. (babası) şöyle dedi: Harice b. Zeyd'e (-99)
"Düğünlerde teganni (şarkı müzik) olur muydu?" dedim, "Olurdu
(fakat) bugünkü gibi taşkınlıklar ve bayağılıklar bulunmazdı.''
Dayılarımız Nabit oğulları, blzi verdikleri bir ziyafete
çağırdılar. Ziyafete Hassan b. Sabit ve oğlu Abdurrahman da geldi. O sırada iki
cariye şöyle teganni ediyorlardı: "Bak ey dostum, Cıllık kapısına,
Belka'dan başka bir dost görür müsün!"
Bunun üzerine Hassan eliyle yüzünü kapayarak ağladı. Abdurrahman
cariyelere devam etmeleri için işaret etti. Cariyelerin babasını ağlatmasından
onun ne zevk aldığını bilimiyorum?" dedi.
Bize Ebu Hatim, el-Asmaî'den tahdis etti.(el-Asmaî) şöyle dedi:
Bir düğünde Tuveys teganni ediyordu. O sırada en-Nu'man b. Beşîr (el-Ensarî)
düğüne geldi. Tuveys o esnada şöyle diyordu: Amra'nın istiğnası o kadar ciddî
midir ki terkedip gitsin. Yoksa bizim durumumuzla onun durumu aynı mıdır?"
Amra da Nu'man'ın annesi idi. Tuveys'e ''Sus! sus!" denilince
Nu'man: "O kötü birşey söylemedi, sadece..."Amra, kadınların
asillerindendir. Elbisesinin kolları misk kokusu saçar." dedi."
demiştir.
92- Çelişkili Dedikleri Hadisler
İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.): "Şüphesiz Allah (C.C.)
utangaç, çekingen, mütevazi ve afif olanları sever; lafazan (beliğ) erkeklere
buğzeder." buyurduğunu rivayet ettiniz.
Sonra yine rivayet ettiniz ki Abbas (r.a.) kendisine (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) "Güzellik nedir?" diye sormuş. Resulullah da
(s.a.v.): "Güzellik lisandadır!" buyurmuştur.
Yine (Resulullah'ın s.a.v.), Hakikaten beyanın bazısı sihir
(gibi)dir" dediğini rivayet ettiniz. Halbuki Allah (C.C.): "İnsanı yara,
ona beyanı (duyguların ifadesini) öğrettİ."(Rahman 3,4) buyurmuş ve
beyan'ı, saymış olduğu nimetlerden bir nimet olarak kabul etmiştir.
Yine (Allah) kadınların ifade güçlerinin azlığını anlatmış ve:
"Süs içinde yetiştirilip büyütülen ve iddiasını İsbat edemeyen kimseyi
(yaratılışça pek zayıf olan kızları) mı ? (Allaha çocuk isnad ediyorlar)''
(Zuhruf 18) buyurmuş ve kadınların zayıf olduğu hususuna, onların ifade
kabiliyyetlerininin zayıflığı ile işaret etmiştir. İşte hep bunlar birbirine
aykırı şeylerdir.
CEVAB: Biz deriz ki: Burada -Allahın lütfü sayesinde- tutarsızlık
yoktur. Anlatılanlardan herbirisinin yeri vardır, oraya konuldu mu aykırılık ve
tutarsızlık ortadan kalkar.
Allah (C.C.) "utangaç, çekingen, mütevazı ve afif olanları
sever." sözüne gelince: (Resulullah s.a.v.) bu sözüyle, temiz kalpli, az
konuşan ve son derece haya sahibi olduğu için (başkalarından istemeyen) ve
ihtiyaç içersinde kalan kimseleri kasdetmiştir. Nitekim onun (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) bu sözünü müteakiben, "edepsizce konuşan, çok isteyen ve
(ihtiyacı olmadığı halde) ısrarla isteyenlere de buğzeder." buyurması da
buna delalet eder ki, bu (vasıflar) öncekilerin zıddıdır.
Allah (C.C} kullarının husumette ileri gitmesini, uzun dilli
olmasını ve kurnaz ve entrikacı olmasını -her ne kadar bunlarda faydalar ve
bazısında da güzellik (zînet) bulunsa da- sevmez.
Hadiste de, "Cennet ehlinin çoğu saf (kendi halinde)
kimselerdir. buyurulmuştur. Burada kalplerinde insanlara karşı birşey
bulunmayan ve kimseyle ilgilenmeyen kimseler kasdolunmaktadır...
(Hadiste geçen el-bulh (=saf kimseler) kelimesi ile alakalı
olarak) en-Nemir b. Tevleb şu şiiri söylemiştir: "Sırlarını bana açıklayan
saf (=belhaf) ve herkese inanan bir kız çocuğu ile oynadım.
Ali (r.a.) de (gelecek) bir zamandan bahsederek şöyle demiştir:
"O zamandakilerin en hayırlısı, her nume'dir, -yani: Kötülük yapmağa
iktidarı olmayan kimseler demektir. Onlar hidayet önderleri (eimmetu'l-huda) ve
ilim fenerleridirler. Onlar aceleci, sırları ifşa edici ve laf taşıyıcı değillerdir."
Muaz b. Cebel (r.a.) de Resulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) şunu rivayet etmiştir: "Allah (C.C.) gizlenenleri (ahfiya)
muttakîleri (etkıya) günahtan arınmışları (ebriya) sever. Onlar o kimselerdir
ki, kayboldukları zaman onları kimse arayıp sormaz; hazır bulundukları zaman da
kimse tarafından farkedilmezler.
Ali (r.a.) bir hutbesinde: "İyi biliniz ki, Allah'ın öyle
kulları vardır. Onlar Cennette ebedî Cennetlîklerî; Cehennemde de azab olunur
halde Cehennemlikleri görmüş biri gibidirler. onların kötülük
yapmayacaklarından herkes emindir, kalpleri mahzundur, afif (iffetli) dirler,
ihtiyaçları az (basit) dir. Onlar ahiretteki devamlı (ebedî) rahatlık için,
(dünyada) birkaç gün sabrederler. Gece olunca da saf saf dururlar. Göz yaşları
yanaklarından akar. Rablerine Ey Rabbimiz, ey Rabbimiz!" diye yalvarırlar.
Gündüz ise onlar, halîm, alim, itaatkar ve takva sahibidirler. Onlar
(zayıflıktan) bir ok'a (el-kıdah) benzerler. Bir kimse onlara bakar ve:
"Bunlar hastadır." der. Halbuki onlarda hiçbir hastalık yoktur. Onlar
sıkıntılıdırlar ve onlar büyük bir işden (Kıyamet günün hesabından) dolayı
sıkıntı ve endişe içindedirler.
İbhu Abbas da şunları anlatmıştır: "Bir genç Eyyub'a"
(a.s.), uğramış olduğu musibet hakkında şöyle demiştir: "Ey Eyyub!
Kendileri şikayet etmekten aciz veya dilsiz olmadığı halde, Allah korkusu
kendisini şikayetten alıkoyan, Allah'ın birtakım kulları olduğunu bilmez misin?
Ki onlar şeref, anlayış ve fesahat sahiplerinin ta kendileridir. Allah'ı ve
O'nun geçmiş milletlere gönderdiği azabı bilirler. Lakin onlar, Allah'ın
azametini hatırladıkları zaman, Allah korkusundan ve Allah'ın (C.C.)
heybetinden kalpleri parçalanır, dilleri tutulur, akılları başlarından
giderdi."
Bu hasletler Allah'ın (C.C.) sevdiği hasletîerdir ve bu hasletler kişiyi
ahirette mutluluğa eriştirir. Bununla beraber iktisad (ifrat ve tefritten
sakınma) ona arkadaşlık ettiği ve onu akıl idare ettiği, kişinin iktidarı
(iradesi) onu, Allah indinde büyük olanı küçültmeğe veya küçük olanı büyültmeğe
ya da dinle alakası olmayanların yaptıkları gibi hem birşeye hem de onun
zıddına yardımcı olmaya sevketmedikçe; güzelliğin, lisanda olması, mürüvvetin
de beyanda olması, beyan'in dünya zînetlerinden bir zînet ve dünya
güzelliklerinden bir güzellik olması inkar olunamaz.
İşte bu (yukarıda sayılanların tersini yapan kimseler) Allah'ın
buğzettiği beliğ (lafazan) kimsedir ki, onun hakkında Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Sizden en hoşlanmadığım kimse, çok konuşan
gevezelerdir. buyurrnuştur. Allah'ın (C.C.) en fazla buğzettiği kimseler de,
insanların dilinden dolayı kendisinden sakındığı kimsedir.
"Hakikaten beyan'ın bazısı sihir (gibi) dir." sözüyle de
(Resulullah s.a.v.) şunu kasdetmiştir: Beyan'ın bazısı uzağı yakın, yakını uzak
eder, çirkini güzel, güzeli çirkin gösterir ve küçüğü büyültür. Sanki o (bu
haliyle) sihir veya sihir makamına kaim olan birşey veyahut da ona benzeyen
birşeydir ki, sihrin haram olması gibi, bu da mekruhtur.
EBU MUHAMMED: Bana Huseyn b. el-Hasen el-Mervezî tahdis etti (ve)
dedi: 6ize Abdullah b. el-Mubarek haber verdi (ve) dedi: Bize Ma'mer (b.
Raşid). Yahya b. el-Muhtar'dan, o da el-Hasen (el-Basri) den (22-110) haber
verdi. (el-Hasen) şöyle demiştir: "Dilersen onu görürsün, (o) kibar
çehreli, parlak bakışlıdır, fakat ameli ve kalbi ölüdür. Sen onu, kendisinden
daha iyi tanırsm. Birtakım bedenler görürsün ki, kalpleri yoktur. Sesini
işitirsin fakat insan değildir. Çok dillidir (cerbezeli), kalbi
kupkurudur."
93- Dediklerine Göre Kur'an'ın Nakzettiği Bir Hadis ...
İDDİA: ResuluIlah'ın (s.a.v.): ''Biz Peygamberler miras
bırakmayız, bıraktığımız sadakadır. buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu hadis
Allahu Teala'nın Zekeriyya (a.s.) dan hikaye ederek buyurduğu: "Gerçekten
ben, arkadan yerime geçecek yakınlarımdan endişedeyim. Karım da kısır bulunuyor.
Onun İçin bana bir çocuk ihsan buyur ki, bana da mirasçı olsun. Yakub ailesine
de mirasçı olsun. Rabbim Sen onu salih bir insan yap. Ey Zekeriyya biz sana bir
oğul müjdeliyoruz ki adı Yahya'dır. Bundan önce ona hiçbir kimseyi adaş
yapmadık."(Meryem 5-7) ayetine ve "Süleyman (babası) Davuda varis
oldu."(Neml 16) ayetine aykırıdır.
Fatima (r.a.) da Ebu Bekr'den (r.a.) babasının (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) mirasını istemiştir. Ebu Bekr (r.a.) babasının mirasını ona
vermeyince, ebediyyen Ebu Bekrle konuşmayacağına yemin etmiş ve kendisinin
cenazesinde bulunmasın diye, öldüğü zaman gece defnedilmesini vasiyyet etmiş ve
gece defnedilmiştir.
Ali ve Abbas (r.a.) da Resulullah'ın (s.a.v.) mirası hususunda Ebu
Bekr'e birbirlerini dava etmişlerdir.
CEVAB: Biz deriz ki: Resulullah'ın (s.a.v.), "Biz
Peygamberler miras bırakmayız." sözü Zekeriyya'nın ''Bana bir çocuk ihsan
buyur ki, bana da mirasçı olsun. Yakub ailesine de mirasçı olsun." sözüne
aykırı değildir. Çünkü Zekeriyya (a.s.) "Benim malıma mirasçı olsun "
dememiştir ki. mesele onların zannettikleri gibi olsun!...
Zekeriyya (a.s.) nın hangi malı vardı ki, onu akrabalarından
sakınsın ve Allah'dan kendisine, malına mirasçı olacak bir evlad vermesini
istesin! O takdirde bu mal ona göre büyük kıymeti haiz ve sırf mal için çalışan
ve mal için gayret sarfeden dünya (malı) düşkünlerinin çok rağbet ettiği bir
mal olmalıdır..
Halbuki Zekeriyya b. Azen sadece bir marangoz ve din adamı (hıbr)
idi...
Vehb b. Munebbih (34-114) demiştir ki: "Bu iki hususun her
ikisi de, onun malı olmadığını gösterir."
Keza Yahya ve İsa'nın (a.s.) mallarının olmadığı, sığınacak bir
evlerinin bile olmadığı onların ancak yeryüzünde dolaşan iki seyyah oldukları
meşhurdur (herkes tarafından bilinmektedir).
Yahya'nın (a.s.), (babası) Zekeriyya'dan (a.s.) miras olarak mal
almadığına diğer bir delil de şudur ki; Yahya (a.s.) Beytu'l-Makdise -küçük
yaşta iken- girmişti ve orada hizmet ediyordu. Sonra (Allah'a karşı olan)
korkusu arttı. Bunun üzerine yollara düştü. Dağların tepelerinden ve dağ kovuklarından
ayrılmadı.
EBU MUHAMMED: el-Leys b. Sa'd'dan. o da İbn Lehia'dan, o da Ebu
Kubeyl (Huyey b. Hani b. Nadır) dan, o da Abdullah b. Amr b. As'dan olmak üzere
bana ulaştı ki, Abdullah (şöyle) demiştin Yahya b. Zekeriyya (a.s.) sekiz yaşında
iken Beytu'l-Makdis'e girdi ve kıldan elbiseler, yünden bornozlar giymiş olan
Beytu'l-Makdis abidlerini gördü. Onların köprücük kemiklerini delip, oralardan
zincirler geçirmiş ve o zincirleri Beytu'l-Makdis'in kemerlerine bağlamış olan
müteheccidlerini (gece ibadet edenlerini) gördü. Bu gördükleri onu korkuttu ve
ebeveyninin yanına döndü. Yolda oyun oynayan çocuklara rastladı. Çocuklar:
''Yahya, gel oynayalım!" dediler. Yahya: "Ben oyun oynamak için
yaratılmadım!" dedi. Bu sebepten ayette: "Bİr de ona (Yahyaya) daha
çocukken hikmet verdik." (Meryem 12) buyurulmuştur.
Yahya, hemen ebeveynine geldi ve onlardan kendisi için kıldan bir
elbise (cübbe) yapmalarını istedi. Hemen yaptıIar. Sonra Beytu'l-Makdis'e
döndü. Orada gündüzleri hizmet eder, geceleri de (Allah'ı) tesbih ederdi. Onbeş
yaşına geldiğinde kendisine korku geldi. Bunun üzerine yola çıktı, yeryüzünün
ıssız yerlerinde ve dağlardaki mağaralarda yaşamaya başladı. Annesi ve babası
onu aramağa çıktılar ve el-Beseniyye dağlarından inerlerken, Ürdün gölünün
başında onu buldular. Gölün başına oturmuş, ayaklarını suya sokmuş. Susuzluk
neredeyse kendisini helak edecek bir halde olmasına rağmen o şöyle diyordu:
Senin izzetine andolsun ki, Senin yanında yerim neresidir, bunu bilmedikçe
soğuk birşey içmeyeceğim!"
Ebeveyni ondan yanlarında bulunan arpa çöreklerini yemesini ve
gölden su içmesini istediler. O da denileni yaptı ve yemininden dolayı kefaret
verdi. Bu yüzden (ana babasına) iyilik yapmakla medhedildi. Bu yüzden Allahu
Teala şöyle buyurmuştur: "Ebeveynine de ihsankard idi, zorba ve isyankar
değildi."(Meryerh 14)
Ebeveyni onu tekrar Beytu'l-Makdis'e bıraktılar. (Yahya) namaza
durduğu zaman ağlar, Zekeriyya (a.s.) da onun ağlamasına ağlardı, sonra
bayılırdı. Bu şekilde devam etmiş ve hatta öyle ki, gözyaşları yanaklarının
etlerini parçalamıştı.
Annesi ona: "Ey Yahya, bana izin verirsen (yanaklarındaki) bu
yarıkları örtecek bir keçe hazırlayayım." dedi. Yahya: "Sen
bilirsin?" dedi. Annesi hemen iki keçe parçası getirdi ve onları onun
yanaklarının üzerine (koyup) yapıştırdı. Yahya ağladığı zaman gözyaşlarını keçe
parçaları emiyor, annesi de onların suyunu sıkıyordu. Göz yaşlarının annesinin
kollarından aktığını görünce: "Ey Allahım, işte bunlar gözyaşlarım. işte
bu annem! Ben de senin kulunum! Sen de Rahmansın (artık sen bilirsin!) "
dedi."
Duyduğuna göre, Yahya'nın sahip olduğu miras malı nedir?
Zekeriyya'nın miras bıraktığı mal nedir? Zekeriyya sadece bir marangoz ve din
adamı idi. kendisinden rivayetinde Allah'ın (C.C.) "...bana bir çocuk
ihsan buyur ki, bana da mirasçı olsun.."(Meryem 5) ayeti hakkında şöyle
demiştir: ayetin manası: "Benden imamlığı (din adamlığını) tevarüs
etsin." demektir. Zekeriyya din adamı (imam) idi. "Ya'kub ailesine de
mirasçı olsun." (Meryem 6) ayetinin manası da, 'Yani mülke mirasçı
olsun" demektir. Zekeriyya (a.s.) Davud (a.s.) un oğullarından Yahuza b.
Ya'kub b. İshak b. İbrahim'in (a.s.) torunlarından idi. Allah Yahya'nın din
adamlığını tevarüs etmesini kabul etti fakat mal ve mülk'e mirasçı olmasını
kabul etmedi.
Zekeriyya (a.s.) din adamlığına (imamlığa) akrabalarının mirasçı
olmasını istememiş ve Allah'tan kendi makamına geçecek ve ilmine varis olacak
bir evlad vermesini arzu etmişti. Allah (C.C.) da: "Zekeriyya'yı da
hatırla ki, hani Rabbine: "Rabbim beni yalnız (evladsız) bırakma. Sen
varislerin en hayırlısısın." diye dua etmişti. Bunun üzerine biz de
duasını kabul edip kendisine (evlad olarak) Yahya'yı verdik ve zevcesini çocuk
doğurur hale getirdik."(Enbiya 89,90) buyurmuştur.
"Süleyman (babası) Davud'a varis oldu." (Neml 16)
ayetine gelince: Allah (C.C.) burada Süleyman'ın Davud'un mülküne
(hükümdarlığına) nübüvvetine ve ilmine varis olmasını kasdetmiştir. Süleyman ve
Davud (a.s.) ikisi de hem peygamber, hem de melik (hükümdar} idi. Mülk ise,
kuwet ve otorite, hüküm ve siyaset demektir. mal demek değildir.
Eğer malına varis olmasını kasdetmiş olsaydı bunu haber vermenin
bir faydası olmazdı. Çünkü bütün herkes oğulların babalarının mallarına varis
olduğunu bilir fakat her çocuğun ilim mülk ve nübüvvet hususlarında babasının
yerine geçeceğini bilmez.
Yine Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) miras
bırakmayışına diğer bir delil de, Allah'ın kendisine vahyetmesinden sonra miras
bırakmamasıdır. Kendisinin ana babasına mirasçı oluşu ise vahiyden önce idi.
EBU MUHAMMED: Bize Zeyd b. Ahzem et-Taî rivayet etti (ve) dedi:
Bize Abdullah b. Davud tahdis etti ki: "Resululah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) annesinden Ummu Eymen'i; babasından da Şükran adh köleyi miras olarak
aldı."
Allah'ın (C.C.) birtakım kimseleri zemmederek: "Hayır,
doğrusu siz yetime yardım etmezsiniz, miskini de yedirmeğe birbirinizi teşvik
etmezsiniz. Mirası helal haram demeden habire yersiniz. Malı da pek çok
seversiniz." (Fecr 17-20) buyurduğunu bildiği halde nasıl miras malı
yiyebilir?!
Bize İshak b. Rahuye rivayet etti (ve) dedi: Bize Veki haber verdi
(ve) dedi: Bize Mis'ar (b. Kidam), Abdurrahman b. el-İsbahanî'den, o da Mucahid
b. Verdan'dan, o da Urve b. ez-Zubeyr'den, o da Aişe'den (r.anha) haber verdi.
Aişe'nin rivayet ettiğine göre Resulullah'a (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hurma
ağacından düş(üp öl) en bir kölenin mirası(nı halletmek) için geldiler.
Resulullah (s.a.v.): "Geride çocuk bıraktı mı?" dedi. "Hayır
bırakmadı." dediler.. "Bir yakınını bıraktı mı?" dedi. Yine
" Hayır" dediler. Resulullah (s.a.v.): "O halde onun mirasını,
hemşerilerinden birine verin." buyurdu.
Sanki burada Resulullah onu mirasını yemekten kaçınmış da onun
hemşerisi olan bir adamı tercih etmiş gibidir.
Hz. Fatıma'nın (r.anha) Ebu Bekr (r.a.). ile, Resulullah'ın (s.a.v.)
mirası hakkında münakaşa etmesine gelince: Bu kötü görülecek birşey değildir.
Çünkü Fatıma Resulullah (s.a.v.)'in (bu hususta) ne dediğini bilmiyordu. O,
çocukların babalarına varis olduğu gibi, kendi-sinin de babasına varis
olacağını zannetmişti. Vakta ki Ebu Bekr Resulullah'ın (s.a.v.) hadisini ona
haber verdi, o da bundan vazgeçti
Ebu Bekir (r.a.) siyaha da beyaza da (yani herkese) haklarını
verip dururken bir kimsenin "Ebu Bekr'in Fatima'yı babasının mirasından
menettiğini" zannetmesi nasıl caiz olabilir?
(Resulullah'ın (s.a.v.) mirasını) ne kendisine, ne çocuklarına, ne
de kabilesinden birisi için alıkoymadığına göre, Hz. Fatıma'yı mirastan
menetmekten kasdı ne olabilir? Hakkı hak sahibine vermesi daha evla olduğu
halde Resulullah'ın (s.a.v.) mirası hakkında (hadis mucebince) sadaka muamelesi
yapmıştır. O herkesin hukukunu gözetmeye en ziyade gayret gösterirdi.
Kendisi halife seçildiği andan itibaren, müslümanların malından
(beytu'l-mal) elinde arta kalanı kendilerine geri veren Ebu Bekr, nasıl böyle
bir iş yapabilir ve Fatima'dan bu malı helal etmesini isteyebilir? Ebu Bekr bu
mirası sadece ücret (maaş) olarak almış ve onların idaresiyle meşgul olmasını
da onlar için bir sadaka olarak kabul etmiştir, Hz. Aişe'ye'de (r.anha) şöyle
demiştir: "Bak yavrum! Halife seçildiğinden bu yana Ebu Bekr'in malında ne
kadar artına olmuşsa onu müslümanlara geri ver! Allah'a yemin ederim ki, bize
onların (müslümanların) malından erişen sadece; karnımızda yediğimiz, onların
yiyeceklerinin en kabası ve sırtımızda giydiğimiz de onların giydiğinin en
sertidir."
(Aişe) dedi ki: Ben baktım ki (artan mal) bir elbise kıymeti
"beş dirhem etmeyen eski bir örtü ve bir de kara deveden ibaret İdi...
Haberci bu haberi Ömer'e getirince, Ömer (r.a.): "Allah Ebu
Bekr'e rahmet etsin (bu tutumuyla) kendisinden sonrakilere zahmet yüklemiş
oldu." demiştir.
Eğer Ebu Bekr'in bu husustaki icraatı (nın maksadı) Fatma'ya
zulmetmek, haksızlık etmek olsaydı; Halife olunca Hz. Ali bu mirası Fatıma'nın
oğluna verirdi.
* Ali ile Abbas'ın (r.a.) Ebu Bekr'e gelip. Resulullah'ın (s.a.v.)
mirası hakkında davalaşmalarına gelince: Bana göre böyle bir düşünce doğru
değildir.
Onlar, kendilerine verilmeyen birşey hakkında nasıl davalaşabilir
veya kendilerinin menolunduğu birşey için nasıl hak iddia edebilirler? onların
her ikisi de biliyorlardı ki, eğer ikisi de mirasçı olsalar; Resulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hanımlarının sekizde bir hissesinden sonra Ali,
Fatıma'dan, (kalan) mirasın yarısını, Abbas da Fatıma İle beraber yarısını alacaktı.
O halde hangi şeyle davalaştılar?
Burada uygun olan mana, ancak Ali ile Abbas'ın. Ebu Bekr'le
münakaşa etmesidir. Onlar Ömerle Ömer kendilerine Fedek'i (kullanmak üzere)
verdiğinde-, ve daha sonra da Osman (r.a.) İle münakaşa etmişlerdir.
Bu münakaşanın bir manası ve sebebi vardir. Allah onların hepsine
de rahmet etsin.
94- Dediklerine Göre Çelişkili Hadisler..
İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.): "Çocuk sütten kesildikten
sonra artık süt kardeşliği yoktur, buyurduğunu, Keza "Erkek
kardeşlerinizin kim olduğuna dikkat edin (ey hanımlar). Süt kardeşliği ancak
mücaa (açlık) dan dolayı olur. yani: Mecaa ile, çocuğu açlıktan kurtaran
emme'yi kasdetmiştir buyurduğunu, rivayet ettiniz.
Sonra İbn Uyeyne'den, o da Abdurrahrnan b. el-Kasım'dan, o da
babasından, o da Aişe'den (r.anha) onun şöyle dediğini rivayet ettiniz:
"Sehle binti Süheyl b. Amr. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e
geldi ve: "Salim'in benim yanıma girmesinden dolayı. Ebu Huzeyfe'nin
yüzünde, bana karşı bir hoşnudsuzluk görüyorum." dedi... Resulullah
(s.a.v.): "Onu (Salim'i) emzir." dedi. Sehle: ''Koca adamı mı
emzireyim?" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) güldü ve sonra:
"Ben onun koca bir adam olduğunu bilmiyor muyum." dedi.
Yine dediniz ki: Malik (b. Enes) ez-Zuhri'den rivayet etti ki:
Aişe (r.anha) Salim hadisine bakarak sütten kesildikten sonraki emzirme
dolayısıyla, (meydana gelen süt kardeşlik iharamhğı, ölesiye kadar devam eder.
" diye fetva verirdi. Bu isnad sizce makbul, sahih ve reddedilmesi caiz
olmayan bir isnattır.
CEVAB: Biz deriz ki: Hadis sahihtir. Resulullah'ın (s.a.v.)
hanımlarından Ummu Seleme ve diğerleri bunun Salim'e has olduğunu
söylemişlerdir. Şu kadar ki onlar, hangi cihetten Resulullah'ın (s.a.v.) bunu
Salim'e has kıldığını açıklamamışlardır. İnşaallah biz, Ebu Huzefe (r.a.) ve
Salim (r.a.) kıssasını ve aralarındaki yakınlığı açıklayacağız.
Ebu Huzeyfe'ye (r.a.) gelince, Utbe b. Rabîa b. Abdişems b. Abdi
menafin oğludur. Habeşistana yapılan her iki hicrete de katılan Habeşistan
muhacirlerinden idi. Habeşistan'da, oğlu Muhammed b. Ebî Huzeyfe doğdu. Ebu
Huzeyfe, Ebu Bekr'in halifeliği devrinde Yemame harbinde öldürüldü (Muhammed b.
Ebî Huzeyfe'nin] çocuğu olmamıştır.
Ebü Huzeyfe'nin mevlası (azadlı kölesi) Salim'e gelince: Bedir
harbinde bulunmuştur. Resulullah (s.a.v.) onunla Ebu Bekr'i kardeş yapmıştır.
Hayır sahibi ve faziletli bir kimse idi.
Bundan dolayı Ömer (r.a.) vefatı esnasında: "Eğer Salim
hayatta olsaydı onun hakkında herhangi bir tereddüt kafamı karıştırmazdı.
"Yani: Şura heyeti kendilerinden birini seçmekte ittifak edinceye kadar
insanlara namaz kıldırması için onu öne geçirirdim." demiştir. Sonra
Suheyb (er-Rumi r.a.)'i öne geçirmiştir.
Salim, Ebu Huzeyfe'nin Ensar'dan olan hanımının kölesi idi.
Hanımmın ismi hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazıları: "Ben-i Hatme'den
Selma'dır." demiş, bazıları da: "İsmi Sübeyte'dir" demişlerdir.
(Fakat) hepsi de onun Ensar'dan olduğunda ittifak etmişlerdir . Ebu Huzeyfe'nin
hanımı onu azad etmiş, o da Ebu Huzeyfe'yi kendisine velî edinmiş. Ebu Huzeyfe
de onu evladlık almiştır. Velîsi olduğu için Ebü Huzeyfe'ye nisbet edilmiştir.
Salim. Yemame harbinde şehid düşmüş ve ona azadlı cariyesi mirasçı
olmuştur. Çünkü Salim'in ne çocuğu, ne de bu cariyenin dışında bir varisi
vardı.
İşte benim sana bu anlattıklarım Ebu Huzeyfe ve Salim'in İslam'ın
ileri gelenlerinden olduklarına, onların büyüklüğüne ve Resulullah (s.a.v.)
nazarındaki güzel mevkilerine bir delildir.
Sehle binti Süheyl'in anlattığı, Salim'in kendisinin yanına
girmesinden dolayı Ebu Huzeyfe'nin yüzündeki hoşnudsuzluğa gelince: Salim
kendisini azad etmiş olan hanımefendisinin yanına giriyordu. Tıpkı efendisinin
evinde büyüyen ve sonra azad edilen bir köle gibi. Keza o, önceki dostluğuna ve
onlar tarafından yetiştirilmiş olmasına bakarak giriyordu. Bu ise, Salim
gibilerine veya Salim'den başkalarına karşı insanların yadırgayamayacağı
birşeydir. Çünkü Allah, kadınların kölelerinin ve -Çok yaşlı, çocuk, hadım,
iğdiş, muhannes (hem erkek, hem kadın) olanlar gibi- kadınlara şehvet
duymayanların kendilerinin yanına girmelerine ruhsat vermiş ve bu sayılanlarla,
zevi'l-meharim (evlenilmesi haram olanlar) ı bu hususta müsavi kılmıştır.
Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "zinetlerini (ve süs yerlerini) ancak şu
kimselere gösterebilirler): Kocalarına, yahud babalarına, yahud kocalarının
babalarına, yahud kendi oğullarına, yahud kocalarının (başka anadan olma)
oğullarına, yahud kendi erkek kardeşlerine, yahud erkek kardeşlerinin
oğullarına, yahud kız kardeşlerinin oğullarına, yahud kadınlarına -yani
müslüman kadınlarına- yahud sağ ellerinin malik olduklarına yani kölelere yahud
(şehvetsiz ve kadına) ihtiyacı olmayan hizmetkarlara- yani adamı takib eden ve
onun yanından ayrılmayan amele (işçi), köle, halif (anlaşmalı kabile mensubu)
ve buna benzer kimselere-" (Nur 31)
Salim (r.a.) de, kadınlara ihtiyacı olmayan, sözü edilen
kimselerden birisi olmaktan hali değildir. Belki Salim de böyle idi. Çünkü
çocuğu olmamıştı. Yahud bu, Allah'ın ona verdiği vera\ dindarlık ve fazilet
sebebiyle veya ona mahsus kilmasıyla da olabilir. (Öyle olmalı ki) Resulullah
(s.a.v.) de bu sebeple onu, kendisi katında emniyetli ve kadınları incelemekten
ve güzelliklerini bakışları ile süzmekten uzak biri olarak Ebu Bekir ile
kardeşliğe ehil görmüştür.
İhtiyaç anında kadı (hakim) ve şahidlerin tanıması için ve salih
(namuslu) komşulara, kadınların yüzlerini açmalarına Hz. Peygamber ruhsat
vermiştir.
Yaşı geçkin, hayızdan ve evlenme arzusundan kesilmiş kadınların da
zinetlerini göstermeksizin (üstüne giyilen) elbiselerini çıkarmalarına da
ruhsat tanımıştır.
Salim, Ebu Huzeyfe'nin hanımının yanına giriyor, hanım da Ebu
Huzeyfe'nin bu durumdan hoşlanmadığını görüyordu. Eğer girmesi caiz olmasaydı
(hiç) girmezdi ve Ebu Huzeyfe de mutlaka, onu bundan menederdi.
Resulullah (s.a.v.) de Ebu Huzeyfe'nin hanımının kendisi
nazarındaki yeri dolayısıyla; ve onları bir birine ısındırmayı, aralarından
soğukluğu kaldırmayı ve Ebu Huzeyfe'den bu hoşnudsuzluğu giderip gönlünü almayı
istediğinden Ebu Huzeyfe'nin hanımına: "Onu emzir." demiştir. Fakat
bununla, "Çocuklara yapıldığı gibi memelerini onun ağzına ver." demek
istememiştir. Lakin, onun için biraz sütünden sağ ve sonra içmesi için ona ver,
demek istemiştir. Bundan başka türlü olması da caiz değildir. Çünkü Salim'in
süt haramhğı vuku bulmadıkça onun göğüslerine bakması caiz değildir. Kendisine
helal olmayan ve şehvet duymayacağından emin olunmayan birşey ona nasıl mubah
kılınabilir?
Yine bu yorumu destekleyen hususlardan birisi de şudur ki, Ebu
Huzeyfe'nin hanımı: "Ya Resulallah, koca adamı mı emzireyim?" demiş,
bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) da gülmüş ve: "Ben onun koca adam
olduğunu bilmiyor muyum? " demiştir. Resulullah'ın (s.a.v.) burada
gülmesi, onun; Salim'in kadının yanına girişini haram kabul etmeksizin veya bu
rada' (emzirme) mahzurlu birşeyi helal kılmış olmaksızın veya Salim bu emme ile
onun oğlu olmuş olmaksızın sadece soğukluğu kaldırmak ve ısındırmak için bu
"emzir" sözüyle latife ettiğini gösterir.
*Resulullah'ın (s.a.v.) buna benzer bir latifesi de Abdulvahid b.
Ziyad'ın, Asim el-Ahval'den onun da Hasan (el-Basri)den rivayet ettiği şu
hadistir: "Bir adam ona (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kendisinin bir
yakınını öldürmüş olan bir adam getirdi. Resulullah adama: "Öldürülenin
diyetini alır mısın?" dedi. (Öldürülenin yakını olan} adam:
"Hayır" dedi. Resulullah (s.a.v.): Onu (katili) affeder misin?"
dedi. Adam yine: "Hayır" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.): "Git
öyleyse öldür onu (katili) " dedi.
(Ravi) dedi ki: Adam katili alıp götürünce Resulullah (s.a.v.):
"Eğer onu öldürürse, kendisi de onun gibi (katil olmuş olur)" dedi.
Bunun üzerine adama. Resulullah'ın (s.a.v.) bu sözü haber verildi, o da katili
bıraktı, ve hayvana yük bağlanan palanı (kayışı) omuzunda sürükleyerek geri
döndü.
Resulullah (s.a.v.) bu sözüyle onun, adamı öldürdüğü takdirde
günah ve Cehenneme girmeyi icap ettirmesi bakımından (katil ile) müsavi
olduklarını kasdetmemiştir. Allah (C.C.) bu adamın (katilin) kısas oiarak
öldürülmesini mubah kıldığı halde, Resulullah (s.a.v.) bunu nasıl kasdetmiş
olabilir? Bilakis Resululiah (s.a.v.) onun kısas yapmasını istememiş ve
affetmesini arzulamıştır. Affetmesi için de ona: Eğer adam'ı öldürürse günah
bakımından müsavi olduklarını iham etmiştir.
Resulullah (s.a.v.)'ın kast'ediği şey şu idi: Birincisi bir cana
kıydığı gibi, bu da bir cana kıyarsa, bu (birinci) de katildir, o (ikinci) de
katildir. Böylece ikisi de katil olmakla müsavi olmuş olurlar. Ancak birisi,
zalim (haksiz)dır, ikincisi ise kısasen öldürmüştür.
BİR SONRAKİ İÇİN TIKLA:
SAYFA-8 95 – 108
NOLU BAŞLIKLAR