Ana sayfa

 

SAYFA-8 95 – 108 NOLU BAŞLIKLAR

 

95- Dediklerine Göre Kur'an'ın Ve Aklın Delillerinin (Huccetu'1-Akl) Reddettiği Bir Hadis...

 

İDDİA: Muhammed b. İshak'dan, o da Abdullah b. Ebi Bekr'den, o da Amra (b. Kays) dan, o da Aişe'den (r.anha) onun şöyle dediğini rivayet ettiniz: "Recm ve "Yetişkin kimsenin emmesinin sayısı on'dur" ayeti nazil olmuştu, ve bu ayet Resulullah'ın (s.a.v.) vefatı esnasında benim sedirimin altındaki bir sahifede idi. Resulullah (s.a.v.) Allah'ın rahmetine kavuşunca, biz onunla meşgul iken, mahallenin hayvanlarından birisi (eve) girmiş ve bu sahifeyl yemiş.

 

Bu, Allah'ın (C.C.): "Muhakkak ki o (Kur'an) çok şerefli bir kitaptır. Ona ne önünden, nede ardından (hiçbir suretle) batıl yaklaşamaz." (Fussilet 41,42) ayetine aykırıdır. Bir koyunun yediği, bir farzını iptal ettiği ve hüccetini ıskat ettiği birşey nasıl aziz ve şerefli olabilir?

 

Koyun bile onu iptal ettikten sonra, onu iptal etmekten kim aciz kalabilir?

 

Kur'an ayetini yemek üzere bir hayvan gönderdiği halde Allah (C.C.) nasıl olur da, "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim." (Maide 3) der? Ve nasıl olur vahyi, koyunun yemesine maruz bırakır da onun saklanmasını ve muhafaza edilmesini emretmez? Eğer onunla amel edilmesini istemiyorsa, bu ayetleri niçin indirdi?

 

CEVAB: Biz deriz ki: Gerçekte, onların acaib karşıladıkları bu hususların hiç birisinde, ne şaşılacak bir taraf, ne de onların son derece çirkin gördükleri şeylerden herhangi birisi mevcud değildir.

 

Eğer sahifeye şaşıyorlarsa, sahifeler Resulullah'ın (s.a.v.) devrinde, üzerine Kur'an'ın yazıldığı malzemelerin en kıymetlisi idi. Çünkü onlar Kur'an'ı, hurma dallarına, taşlara, tuğla ve kiremitlere ve buna benzer şeylere yazıyorlardı.

 

Nitekim Zeyd b. Sabit (r.a.) şöyle demiştir: "Ebu Bekr (r.a.) bana, Kur'an'ı toplamamı emretti. Ben de onu (yazılı olduğu) deri parçalarından, ağaç dallarından ve düz taşlardan dikkatle toplamağa başladım. el-Usub, el-Asib'in cem'idir; hurma dalı demektir, elihaf da düz taşlara denir, müfredi ellahfe'dir.

 

Zuhri (50-124) de şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.v.)'in ruhu kabzolunduğunda, Kur'an hurma dalları, parşömenler (el-kudum) ve hurma ağacının budakları (el-keranif) üzerinde idi." el-kudum, elkadîm'in cem'idir, parşömenler' (= deriler) demektir, el-keranif de hurma dallarının kalın. köklerine (budaklarına) denir, müfredi "el-kürnafe"dir.

 

Kur'an müslümanların ellerinde dağınık bir halde idi. Onlar da ne bir kitap ne de yazı aletleri vardı. Resulullah'ın (s.a.v.) yeryüzündeki hükümdarlara gönderdiği mektupları deri üzerine yaz(dır) ması da bunu gösterir.

 

Eğer sahifeyi sedir'in altına koymasına şaşılıyorsa; (o zaman) insanlar birer hükümdar değillerdi ki onların kasaları, kilitleri, abanoz veya sac ağacından yapılma sandıkları bulunsun! Onlar birşeyi muhafaza etmek, korumak istedikleri zaman, ayak altında çiğnenmekten, çoluk çocuğun veya hayvanların zarar vermesinden emin olmak için, onu sedir'in altına koyarlardı. Evinde ne bir sandık, ne bir kilit, ne de bir dolabı olan kimse mahrumiyet, yokluk ve sıkıntı yüzünden ancak imkan dahilinde ve bulabildiği kadarıyla (kıymetli şeylerini) koruyabilir.

 

Resulullah (s.a.v.) elbisesini yamar, ayakkabısını diker, mestlerini tamir eder, (ev işlerinde) ailesine yardım eder, yemeği yerde yer ve, "Ben ancak bir kul'um ve bir kulun yediği gibi yerim. derdt. Diğer peygamberler de böyle yaparlardı.

 

Süleyman (a.s.) -ki Allah ona, ne kendisinden önce ne de kendisinden sonra kimseye nasib olmayan bir mülk vermişti- yün elbise giyer, insanlara çeşit çeşit yemekler yedirdiği halde kendisi arpa ekmeği yerdi.

 

Musa (a.s.) Allah (C.C.) ile konuştuğu vakit üzerinde kıldan veya yünden bir elbise, ayaklarında da ölmüş bir eşeğin derisinden yapılmış ayakkabılar vardi. Bu yüzden kendisine: "Hemen ayakkabılarını çıkart, çünkü sen mukaddes vadî olan Tuva'dasın." (Ta-Ha 12)

 

Yahya (a.s.) da lifden ip örerdi. Bunlar bizim sayamayacağımız kadar çok ve (bunları anlatarak) kitabı uzatmamıza hacet bırakmayacak kadar meşhur ve yaygındır.

 

Eğer koyuna şaşılıyorsa: Şüphesiz ki, koyun hayvanların en makbul olanıdır.

 

Üzeyr'in. Rabbine münacaat'ında okudum, o şöyle demiştir: "Ey Allahım! Sen, (dört ayaklı) hayvanlardan koyunu; kuşlardan güvercini; nebatlardan üzümü ve evlerden de Mekke'yi ve İliya'yı ve İliya'da da Beytu'l-Makdis'i seçtin"

 

Veki, el-Esved b. Abdirrahman'dan, o da babasından, o da dedesinden rivayet etti ki( dedesi) şöyle demiştir: "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Allah koyundan daha kıymetli bir hayvan yaratmamıştır" buyurdu."  Koyunun o sahifeyi yemesine niçin şaşılıyor?

 

İşte yeryüzünün zararlı hayvanlarının en zararlısı olan fare! ...Mushafları yer onların üzerine pisler. İşte güve! o da mushaflan yer..

 

Eğer ateş sahtfeyi yakmış olsaydı veya münafıklar onu imha etmiş olsalardı, onların hayretleri ve şaşkınlıkları daha az olurdu.

 

Allahu Teala bir şeyi yok etmek isteği zaman onu zayıfla da iptal eder. Kuvvetli ile de. Yine bir kavmi karıncalarla helak ettiği gibi, bazı kavimleri de tufan ile helak etmiştir

 

Bir kavme taşlarla azab ettiği gibi diğer bir kavme de kurbağalarla azab etmiştir. Nemrud'u  sivri sinek ile helak etmiş; Yemen'i de bir fare vasıtasıyla sulara garketmişür.

 

Onların (kelamcıların ve akılcıların): "(Sahifede yazılı olan) ayeti iptal edecek olanı (koyunu) gönderdiği halde, (Allah) dini nasıl kemale erdirmiş olabilir?" demelerine gelince: Bu ayet (Maide 3) Resulullah'a (s.a.v.) Veda haccında, Allah'ın İslam'ı aziz kıldığı şirki zelil ettiği ve müşrikleri Mekke'den çıkardığı zaman nazil olmuştur. Bu senede sadece müslümanlar haccetmiştir. İşte bununla Allah (bu) dini kemale erdirmiş ve müslümanlara olan nimetini tamamlamış olmaktadır.

 

Böylece dinin kemale ermesi -burada- onun izzeti ve ortaya çıkışı, şirkin zelil oluşu ve yok olup gidişi (demek) olur. Yoksa farzların ve sünnetlerin tamamlanıp kemale ermesi kasdedilmemiştir. Çünkü onlar Resulullah'ın (s.a.v.) ruhu kabzoluncaya kadar nazil olmağa devam etmiştir. Bu ayet hakkında eş-Şabî'nin (17-104) görüşü de bu şekildedir.

 

Dinin ikmal edilmesinin bu andan sonra nesh'in kaldırılması ile tahakkuk etmiş olması da caizdir.

 

Allah'ın sahifedeki ayeti iptal etmesine gelince. Tıpkı Hz. Ömer'in (r.a.) recm ayeti hakkında söylediği başkalarının da -iki kapak arasında toplanmadan önce- Kur'an'dan olup, sonra kaybolan şeyler hakkında dedikleri gibi; Allah'ın bir ayet inzal etmiş olması, sonra da onun tilavetini (okunmasını) iptal edip de onunla amel edilmesini olduğu gibi bırakmış olması da caizdir.

 

Okunuşunun iptal edilmeyip amel edilmesinin iptali caiz olunca; onun tilavetinin (okunmasının) iptal edilip, amel edilmesinin olduğu gibi bırakılması da caiz olur.

 

Halanın, erkek kardeşinin kızı üzerine; teyzenin onun kızkardeşinin kızı üzerine nikah edilmesinin haram kıhnışı; çeyrek dinar için elin kesilmesi, babanm ve efendinin kısas edilmemesi katilin mirasçı olmaması gibi kendisine (s.a.v.) din ile alakalı pekçok şey inzal ettiği gibi; bunu da vahiy olarak inzal etmesi, fakat bunun Kur'an olmaması da mümkündür.

 

Yine Resulullah'ın (s.a.v.): "Allahu Teala: "Ben kullarımın hepsini Hanifler olarak yarattım." buyurmuştur." ve "Allahu Teala: "Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir Arşın yaklaşırım. buyurmuştur. demesi ve buna benzer hadisler de böyledir (Yeni Allah'tan vahiy olarak geldiği halde, Hadisi kudsi olarak kalıp Kur'an'da geçmemesi.)

 

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bana Kitap (Kur'an) verildi bir de onun benzeri (misli) buyurmuştur ki, bununla Cebrailin sünnet olarak getirdiklerini kasdetmiştir.

 

Resulullah (s.a.v.) recm cezasını tatbik etmiş, ondan sonra müslümanlar da recm cezasını tatbik etmiş fukaha da bu tatbikatı (bir hüküm olarak) kabul etmişlerdir.

 

Yetişkin bir kimsenin on kere emzirilmesine gelince, biz bunuh -Muhammed b. İshak'ın (-150) bir hatası olduğunu zannediyoruz.

 

Biz, bu sahifede olduğu zikredilen recm (ayetinin) batıl (asılsız) olmasından da emin olamayız. Çünkü Resulullah (s.a.v.), bu vakitten önce Maiz b. Malik'i (r.a.) ve başkalarını recmetmiştir. O halde kendisine (bu ayet) tekrar nasıl nazil olabilir?

 

Çünkü Malik b. Enes bu hadisin aynısını Abdullah b. Ebî Bekr'den, o da Amra (b. Kays) dan, o da Aişe'den (r.anha) onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bilinen on emme (süt kardeşliği) haramlığına sebep olur." ayeti Kur'an'da nazil olanlar arasında idi. Sonra "Bilinen (malum) beş emme, haramlığa sebep olur." ayetiyle neshedilmişti. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vefat ettiği sırada bunlar Kur'an olarak okunmaktaydı..

 

Fakihlerden bir kısmı, Şafii ve İshak (b. Rahuye) bunlardandır- bu hadisi kabul etmiş ve "beş emme"yi, haram kılan emme ile haram kılmayanı arasında sınır olarak kabul etmişlerdir. Tıpkı "el-kulleteyn'i necis olan su ile necis olmayan su arasında sınır olarak kabul ettiikleri gibi...

 

Malik'in hadisinin ifadesi, Muhammed b. İshak'ın hadisinin ifade şeklinden farklıdır. Malik (b. Enes) ise hadisçiîer (Ashabul-Hadis) nazarında Muhammed b. İshak'dan daha sağlam bir kimsedir.

 

EBU MUHAMMED: Bize Ebu Hatim rivayet etti (ve) dedi: Bize el-Asmaî haber verdi (ve) dedi: Bize Ma'mer (b. Raşid) haber verdi (ve) dedi: Babam bana: "Muhammed b. İshak'dan birşey almayın. Çünkü o çok yalancıdır." dedi.

 

Muhammed b. İshak. Fatıma binti el-Munzir b. ez-Zubeyr'den -ki o Hişarn b. Urve'nin hanımı idi- rivayette bulunurdu. Bu, Hişam'ın kulağına gitti Bunun üzerine (Hişam) bu hususu inkar etti ve: "Benim hanımımın yanına o mu girîyordu. Yoksa ben mi?" dedi.

 

Allahu Tealanın: "Onun ne Önünden, ne ardından (hiçbir suretle) batıl yaklaşamaz."(Fussilet 42) ayetine gelince: Elbette Cenab-ı Hak batıl ile mallara ve kıymetli şeylere isabet eden şeylerin (zarar, imha) mushaflara da isabet etmeyeceğini kasdetmemiştir. Sadecc şeytanın Kur'an'a -gerek vahiyden önce gerekse vahiyden sonra- Kur'an'dan olmayan birşeyi sokuşturamayacağını kasdetmiştir.

 

 

96- Dediklerine Göre Aklın Delilleri (Huccetu'l-Akl) Tarafından Reddedilen Bir Hadis ...

 

İDDİA: Siz, Yusuf'a (a.s.) güzelliğin yarısının verildiğini rivayet ettiniz. Halbuki Allah (C.C.): "...onu (Yusufu) değersiz bir fiat ile birkaç dirheme (kafileye) sattılar (onlar Yusuf) hakkında rağbetsiz bulunuyorlardı. "(Yusuf 20) buyurmuştur. Kendisine güzelliğin yarısı verilmiş olan. bir kimsenin ne değersiz bir fiat ile, sayılabilecek kadar az bir dirheme satılması, ne de onu alacak olanın -bir de bu fiat azlığına rağmen- onun hakkında rağbetsiz olması mümkün değildir.

 

Yine Allah (C.C.) Yusuf'un kardeşlerinin kendisine müteaddid defalar gelmelerinden bahisle: "Yusuf hemen onları tanıdı. Halbuki onlar Yusuf'u tanımıyorlardı." (Yusuf 58) buyurmuştur. Kendisine güzelliğin yarısı verilmiş olan ve alemde bir eşi bulunmayan bir kimse nasıl olur da tanınmaz? Onların onu tanımaları, fakat Yusuf'un onları tanımaması daha akla yakındır.

 

CEVAB: Biz deriz ki: İnsanlar Yusuf'a (a.s.) verilen, güzelliğin yarısı hakkında, Allahu Teala'nın ona güzelliğin yarısını verdiğini; diğer kullarının hepsine de kalan diğer yarısını verdiğini ve bunu onlar arasında taksim ettiğini zannetmektedirler. Bu, -bizim söyleyeceklerimizi anladığı zaman- iyice düşünen bir kimseye gizli kalmayacak kadar açık bir hatadır.

 

Bu hususta bizim bildiğimiz ise şudur: Allah (C.C.) güzellik için bir sınır koymuş ve bu "güzelliğin son sınırını" dilediği mahlukatına -ya meleklere ya hurilere- vermiştir. Yusuf'a (a.s.) da bu güzelliğin yarısını ve bu kemalin (son sınırın) yarısını vermiştir. Bazan başka birine bu güzelliğin üçte birini; bir başkasına dörtte birini bir diğerine de onda birini vermesi de caizdir. Başka birine güzellikten hiçbirşey vermemesi de caizdir.

 

Keza birisi, ona (Yusuf'a] cesaretin yarısının verildiğini söylese, ona yarısının verilip de diğer insanların hepsine birden diğer yarısının verilmiş olması mümkün değildir.

 

Eğer hadisin manası bu olsaydı, kendisine cesaretin yarısı verilen kimsenin insanların hepsine birden tek başına karşı çıkabilmesi gerekirdi. Lakin hadisin manası: "Cesaretin Allah'ın bildiği bir sınırı vardır ve bu (cesaretin son haddini) dilediğine verir. Onun dışındakilere de bunun yarısını bir başkasına üçte birini veya dörtte birini veya onda birini verebilir.! "şeklinde veya buna benzer bir şekildedir.

 

"O (Yusuf) bu kadar güzel iken, nasıl olur da onu değersiz bir fîatla satarlar ve onun hakkında rağbetsiz olurlar?" demelerine gelince: Hiç şüphe yok ki güzellik, eğer bizim kabul ettiğimiz gibi olursa, onların zannettikleri kadar büyük bir fark olmaz. Lakin güzel yüzlü olanların güzelliklerine yakın bir güzellikte olur.

 

Vehb b. Muneebbih (34-114) Yusuf un güzelükte, (İbrahim'in (a.s.) güzel hanımı) Sara'ya çektiğini (benzediğini) zikretmiştir. Bu da bizim "güzelliğin yarısı" hakkındaki te'vilimizi doğrulamaktadır...

 

Eğer onlar (akılcılar ve kelamcılar): "Hanım, şehirdeki kadınların kendisini ayıpladıklarını işitince, onlara davetçi gönderdi. Onlar için dayalı döşeli bir sofra hazırladı ve her birine bir bıçak verdi. Sonra Yusuf'a: ''Çık karşılarına!" dedi. Kadınlar onu görünce kendisini (gözlerinde) çok büyüttüler ve şaşkınlıklarından ellerini kestiler."Allah'ı tenzih ederiz, bu bir insan değildir. Bu ancak güzel bir melektir!" dediler. "(Yusuf 31) ayetini delil getirirler ve "Kadınların onu gördükleri zaman ellerini kesmeleri ve "Bu ancak güzel bir melektir." demelerinin sebebi; ancak onun güzelliğinin farklı oluşu ve insanlardaki güzellikten de öte oluşudur." derlerse, biz bu ayetin yorumunda deriz ki: Vezirin hanımı (şehirdeki) kadınların "Vezirin karısı delikanlısına yaklaşmak istiyormuş. Ona olan aşkı kalbinin içine işlemiş. O hanımı görüyoruz ki, çıldırmış besbelli!.."(Yusuf 30) dediklerini duyunca, kadınların Yusuf'u görmelerini ve kendisinin bu fitneye düşmesine hak vermelerini istemiştir.

 

Bunun üzerine onlar için dayalı döşeli bir sofra (=muttekeen) hazırladı. -"Mutteke" yemek demektir. "Mutken" şeklinde de okunmuştur. Bu ise bıçakla kesilen yiyecek demektir- Bazı tefsirlerde "Bu yemek turunç idi." Diğer bazı tefsirlerde de "Zumaverdi idi" denilmiştir. Her ne olursa olsun bu yiyecek, kesilmeden yenmiyordu.

 

Kamusta: "Yumurta ve etten yapılan bir yemektir. Araplaşmış yabancı bir kelimedir. Avam buna Zemaverd der. Kamus sarihinin şeyhinden naklettiğine göre buna "Kadı lokması, halife lokması, -Horasan'da: Nevale- sofranın nergisi, muyesser, muhenna " isimleri de verilmiştir.

 

Ayetteki "el-Metk" ile "el-betk" in asılları birdir ki, o da kesmek demektir. Mahrecleri yakın olduğu için çoğu zaman (m) harfi, (b) harfi yerine; (b) harfi de (m) harlı yerine konulur.

 

Sonra (vezirin hanımı) Yusuf (a.s.)'a: "Çık karşılarına!" dedi... Kadınlar onu gördükleri vakit (gözlerinde) onu çok büyüttüler ve yücelttiler ve vezirin hanımının kalbine düşen onların da kalplerine düştü. Bunun üzerine donakaldılar, şaşırdılar ve ona bakıp kaldilar. Ta ki yiyeceklerini kestikleri bıçaklarla ellerini kesince: "Bu bir İnsan değildir. Bu ancak güzel bir meIektir."(Yusuf 31) dediler. Kadınlar bu sözleriyle hakikaten onun insan olmadığını ve yine onun hakikaten melek olduğunu kasdetmemişledir. Onlar bu sözü ancak benzetme yoluyla söylemişlerdir. Tıpkı -bir adamın güzelliğini vasfeden bir kimsenin- "O ancak güneştir.", ''O ancak ay'dır." demesi gibi...

 

Onlar, hem vezirin karısının arzuladığı şeyi ondan istedikleri ve onun hapsedilmesini istedikleri halde; hem de Yusuf un insan olmayıp, meleklerden olduğunu nasıl kasdetmiş olabilirler? Halbu ki melekler kadınlarla cinsî münasebette bulunmaz ve hapishanelerde de hapsedilemezler.

 

"Arzu (=şehvet) ve aşk ile, son derece göz alıcı güzel bir yüz gördükleri zaman onların kendi ellerini kesmelerinde şaşmalarında ve donup kalmalarında şaşılacak birşey yoktur.

 

Bazan buna benzer veya bundan daha fazlası insanın başına gelir.

 

Urve b. Hizam şöyle demiştir: Beni, bazan senin hatırandan dolayı bir korku sarıyor, Derim ile kemiklerim arasında bu korkunun kıpırdanışı var, Bunun sebebi ancak, onu ansızın görmüş olmam ve neredeyse cevab veremeyecek kadar, donup kalmam, Kabul etmekte olduğum görüşümden vazgeçirilmem, ve o kaybolurken saydıklarımı unutmamdır..

 

Mecnun diye bilinen Kays b. el-Mulevvah mecnun olduğu zaman aklı gitmiş ve vahşi hayvanlarla birlikte dolaşmıştı. Leyla'nın lafından başka birşey anlamıyordu. Ve şöyle diyordu: Yazıklar olsun aklı çalınmış olarak akşamlayana, ve aklı tamamen götürülmüş olarak sabahlayana... Leyla'dan bahsedilince tekrar aklım başına geldi ve aklımın keskinlikleri, dağınık yerlerden geri geldi..

 

Babası Ka'be'ye iltica etmek ve onun yüzü suyu hürmetine şifa istemek için Mecnun'u Mekke'ye götürmek üzere yola çıktı. Mecnun Mina'da birisinin "Leyla" dediğini işitti hemen bayılarak düştü. Ayıklığı zaman şöyle dedi: "ve birisi biz Mîna'nın inişinde (hayf da) iken bağırdı. Farkında olmadan kalbi(mi)n hüzünlerini harekete geçirdi. (Halbuki o) "Leyla" nın ismi ile başkasını çağırdı. Sanki "Leyla" sözüyle göğsümdeki gönül kuşunu uçurdu.

 

Gerçekten aşk yüzünden pekçok kimse ölmüştür. Urve b. Hızam; Abdullah b. Aclan en-Nehdi bunlardandır.

 

EBU MUHAMMED: Bana Abdurrahman b. Abdullah b. Kurayb rivayet etti (ve) dedi: Bana amcam el-Asmai rivayet etti (ve) dedi ki: "Abdullah b. Aclan (en-Nehdî) aşktan ölen meşhur arab aşıklarındandır. Şairlerden biri onu zikretmiş ve: "Eğer aşktan ölürsem, İbnu, Aclan da aşktan ölmüştür." demiştir...

 

Bize Ebu Hatim rivayet etti (ve) dedi: Bize el-Asmaî, Abdulaziz b. ebî Seleme'den, o da Eyyub (es-Sahtiyanîdan, o da Muhammed b. Sîrîn'den haber verdi ki (İbnu Sîrîn) şöyle demiştir: Hind'in aşığı Abdullah b. Aclan şöyle demiştir: "İyi bil ki Hind sana mahrem (haram) olmuştu ve ben Hind'in en yakın akrabalarından oldum kılıcının kını, kılıfı gibi oldum, iki elim arasında yay ve oklan evirip çevirir oldum.

 

(İbn-i Sîrin devamla): Bunları söylerken sesini yükseltti ve düşüp öldü, dedi.

 

Haber nakilcilerinin (nakaletu'l-ahbar) rivayetleri arasında el-Haris b. Hıllize el-Yeşkurî'nin Amr b. Hind'in huzurunda "...Esma ayrılacağını bize bildirdi..." diye başlayan kasidesini irticalen söylediği rivayeti de vardır. Kasidesi bir hitabe gibiydi. Tam bu sırada el-Haris'in dayandığı ve üzerine yaslanarak hutbe irad ettiği aneze birden onun göğsüne saplandı. Fakat o bunun farkında değildi. İşte bu, kadınların ellerini kesmelerinden daha çok şaşılacak bir şeydir.

 

Onların (kadınların) ellerini kestiren sebep ise; el-Haris b. Hıllize'nin göğsüne aneze'yi saplayan sebepten daha kuvvetlidir.

 

Amma kafilenin onu değersiz bir fiata satın almasına, hem de bununla beraber onun (Yusuf un) hakkında rağbetsiz bulunmalarına gelince: Şüphesiz ki onlar Yusufu, efendisinden kaçtığı ve kusuru olmadığı için satın aldılar ve Yusuf'un kardeşlerinin iddia ettiği büyük cinayetler ve işlediği suçlardan dolayı, efendilerinin atmış olduğu kuyudan onu çıkardılar. Yusuf'un kardeşleri buna ilaveten, Mısır'a götürünceye kadar onu bağlamalarını ve kelepçe vurmalarını şart koştular.îşte fiatı düşüren ve müşteriyi (alıcı) rağbetsiz kılan şey bu hususların altındadır.

 

Bu kıssa Tevrat'ta da zikredilmiştir.

 

Yusuf'a verilen (bu) güzelliğe rağmen kardeşleri onu nasıl tanımazlar?" demelerine gelince: Ben sana Yusuf'a verilen güzelliği anlattım. Eğer ona verilen, insanlara verilenden fazla birşey olsaydı bile, onun güzelliği insanlardan çok farklı olmazdı. Yine eğer ona güzelliğin yarısı, diğer insanlara da üçte biri, dörtte biri veya yarıya yakın birşey verilmiş olsaydı bile, bu kadar büyük bir farklılık meydana gelmezdi.

 

Kardeşleri Yusuf'u o bir çocuk iken terketmiş ve sonra onu yetişkin bir adam iken görmüşler; onu zavallı ve musibete uğramış bir esir iken terketmişler ve büyük bir melik iken karşılaşmışlardır.

 

Bundan daha kısa bir müddet içersinde ve bundan daha az farklı hallerde bile şekiller bozulur ve görünüşler değişebilir...

 

 

97- Dediklerine Göre Aklın Ve Mantığın İptal Ettiği Bir Hadis...

 

İDDİA: Şu'be'den, o da Muhammed b. Cuhade'den, o da Ebu Hazim (Selman el-Eşcaî) den, o da Ebu Hureyre'dan, onun şöyle dediğini rivayet ettiniz: "ResululIah (s.a.v.) cariyelerin kazancından nehyetti.

 

Cariyenin kazancı helaldir. Bir adam eğer cariyesini veya kölesini kiraya verse, onlar da çalışsalar, onların kazandıkları müslümanların icmaı ile haram olmaz. Resulullah (s.a.v. bunu) nasıl yasaklayabilir?

 

CEVAB: Biz deriz ki: Resulullah'ın (s.a.v.) yasakladığı kazanç, zinadan alınan ücrettir. Cahiliyye ehli, cariyesine zina etmesini emrediyor ve onların bundan kazandıkları paraları alıyorladi. Abdullah b. Cud'an'ın kendileriyle zina edilen cariyeleri vardı. Abdullah (b. Cud'an) Cahiliyye devrinde Teym kabilesinin seyyidi / efendisi idi. Bunun üzerine Allah (C.C.): "Dünya hayatının geçici menfaatini kazanacaksınız diye namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın"(Nur 33) ayetini indirmişti.

 

Resululah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zemmara'nın zina eden ve zinadan kazandığını efendisine getiren cariye'nin -kazancını yasaklamıştır...

 

EBU MUHAMMED: Bize Ebu'l-Hattab rivayet etti (ve) dedi: Bize Ebu Bahr (Abdurrahman b. Osman el-Basrî) haber verdi (ve) dedi: Bize Hişam b. Hassan, Muhammed b. Sîrîn'den, o da Ebu Hureyre'den onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Köpeğin (satışından elde edilen) kazanç ve zemmara (fahişe) nin efendisine kazandığı ücret gayr-ı meşru kazançlardandır.

 

 

98- Çelişik Dedikleri İki Hadis...

 

İDDİA: Malik (b. Enes) den, o da Ebu'n-Nadr Salim'den, o da İbn Cerhed'den, o da babası (Cerhed) den rivayet ettiniz ki: "BaIdırları açık iken Resulullah (s.a.v.) ona (Cerhede) rastlamış ve: "Baldırlarını ört, baldırlar da avret yerlerindendir." demiştir.

 

 

Sonra İsmail b. Ca'fer'den, o da Muhammed b. Ebî Harmele'den, o da Ata b. Yesar'dan ve Ebu Seleme b. Abdirrahman'dan, o da Aişe'den (r.a.) onun şöyle dediğini rivayet ettiniz: "Resulullah (s.a.v.) evde ''baldırları açık bir halde, yan üstü yatiyordu. Ebu Bekr İzin istedi, Resulullah (s.a.v.) hiç istifini bozmadan onun girmesine izin verdi. Sonra Ömer izin istedi aynı halde iken ona da izin verdi. Sonra  Osman İzin istedi, bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) kalkıp oturdu ve elbiselerini düzeltti. (Sonra) Osman gidince Aişe (r.anha) Osman'a  karşı niçin böyle davrandığını sordu. Resulullah (s.a.v.): ''Meleklerin kendisinden haya ettiği bir adamdan ben haya etmezmiyim?"  dedi.   Bu Hadis ise birincisinin aksinedir.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Burada herhangi bir terslik yoktur. Her iki hadisin de yeri vardır, yerlerine konulduğu zaman, onların zannettikleri ihtilaf, terslik ortadan kalkar.

 

Cerhed (r.a.) hadisine gelince: Resulullah (s.a.v.) ona rastladığı zaman o, insanların gelip geçtikleri yol üzerinde ve onlar içersinde baldırları açık bir halde oturuyordu... Resulullah (s.a.v.) de ona: "Baldırlarını ört, çünkü bu vaziyyette baldırlar da avrettendir." buyurmuştur. Fakat "Baldırlar avrettir" dememiştir. Çünkü avret olan yerler baldırdan başka yerlerdir.

 

Avret de iki kısımdır: Birisi: Kadın ve erkeğin tenasül uzuvları ve dübürleridir. Bizatihi avret olan ve kadın ve erkeğin her yerde, her zaman, her halde örtmeleri gereken avret budur.

 

Diğeri ise: Bu avret yerlerine yakın olan, baldır ve karnın yumuşak kısmı dır. Bunlara da avret denilmiştir, çünkü bunlar avretin etrafında ve ona yakındırlar. Işte bu avret, erkeğin hamamda, kimsenin olmadığı yerlerde, evinde ve hanımlarının yanında açması caiz olan avrettir. Fakat insanların içinde, onların toplu olduğu yerde ve sokaklarda buralarını açması ona yakışmaz, hoş olmaz..

 

Erkeğin kendisine helal olan herşeyi toplulukta izhar etmesi yakışık almaz. (Mesela) yol üzerinde ve çarşıda birşey yemek helal olduğu halde çirkin bir harakettir. Kişinin cariyesiyle cinsî münasebette bulunması caizdir, fakat insanların ve gözlerin onu göreceği bir yerde bu işi yapması caiz değildir.

 

Onlar (Ashab) vecs'den hoşlanmazîadı. Vecs, adamın hanımı ile diğer ailelerinin kendilerinin haraket (kıpırtı) ve seslerini duyabilecekleri bir şekilde cinsî münasebette bulunmasıdır.

 

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) evinde yalnız idi. Bu yüzden baldırını haramlarının yanında açmıştı. Sonra yanına alışkın olduğu biri gelmiş ve ona karşı örtünmemiştir. Fakat (gelenler) üç kişi olup (bir topluluk halini alınca) nasıl ki Cerhed'in (r.a.) topluluk arasında baldırını açmasından hoşlanmamışsa, kendisi için de hoşlanmamış ve bu (üç kişilik) topluluktan dolayı örtünmüştür.

 

 

99- Dediklerine Göre İcma'ın Ve Kur'an'ın İptal Ettiği Bir Hadis...

 

İDDİA: eI-Haccac (b. Osman) es-Savvafdan, o da Yahya b. Ebî Kesîr'den oda İkrime'den, o da Haccac b. Amr el-Ensarî'den (r.a.) onun Resulullah (s.a.v.)'i: "Kimin bir tarafı kırılır veya topal olursa, ihramdan çıkmış sayılır. Onun tekrar haccetmesi gerekir." derken işittiğini rivayet ettiniz

 

Yine rivayet ettiniz ki: Haccac, İbn Abbas ile Ebu Hureyre ye bu hadisi nakledince, ikisinin de "Doğru!" dediklerini söylemiştir.

 

İnsanlar (ulema) ise bunun aksini kabul etmişlerdir. Çünkü: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın. Fakat herhangi bir sebeple bunlardan alıkonursanız, kurbandan (deve, sığır ve davardan) sizin için hangisi kolaysa o vacib olur. Ve kurban mahalli olan Mina'ya varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin." (Bakara 196) buyurmuştur. Kurban mahalline varmaksızın ve (kurbanını) boğazlamaksızın o kimsenin ihramdan çıkmasına müsaade etmemiştir.

 

CEVAB: Biz deriz ki; Resulullah (s.a.v.) bunu, Mekke ahalisinden olup Hacc için Mekke'de telbiye getiren, tavaf eden, sa'y eden sonra bir tarafı kırılan veya topal olan veya hastalanan ve vakfe yerlerinde bulunamıyan bir kimse hakkında söylemiştir. O adam bu vakitte ihramdan çıkar ve kendisine gelecek yıl haccetmesi ve kurban kesmesi vacib olur.

 

Aynı şekilde bir kimse, Hac aylarında umreye niyet ederek Mekke'ye gelir ve umresini eda eder. Sonra Mekke'de Hac için telbiye getirir de bir tarafı kalır veya başına birşey gelir ve bu yüzden, insanlarla birlikte vakfe yerlerinde durmağa gücü de yetmez. İşte bu kimse de ihramdan çıkar. Kendisine gelecek yıl (tekrar) haccetmesi ve ayrıca kurban kesmesi gerekir.

 

Allahu Teala'nın hac'dan alıkonulduğu takdirde kurbandan kolay olanı emrettiği ve kurban, mahalli olan Mina'ya varıncaya kadar başlarını traş etmemelerini emrettiği kimseler, Mekke'ye girmeden önce hacc'dan alıkonulan kimselerdir. Bunların hükümleri Mekkelilerin ve (Hac için) Mekke'den ihrama girenlerin tabi olduğu hükümlerden farklıdır. Çünkü hac için telbiye getirmiş olduğu halde yolda bir tarafı kırılan veya topal olan ve yolculuğa kadir olamayan veya hastalanan kimsenin hükmü, ancak Ka'be'de ihramdan çıkmasıdır. Ve o kimsenin gelecek sene tekrar haccetmesi gerekir..

 

Mekke'de bir tarafı kırılan, oranın ahalisinden olan veya temettü haccına niyyet etmiş olan ve Mekke'de, Ka'be yakınında ikamet eden kimse ise ihramdan çıkar ve onun gelecek sene tekrar haccetmesi gerekir.

 

 

100- Dediklerine Göre Aklın Delillerinin (Huccetu'l-Akl) İptal Ettiği Bir Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.) bir adama ''(Yiyeceği) sağ elinle ye. Şeytan soluyla yer." dediğini rivayet ettiniz.

 

Şeytan ise melekler gibi (maddi olmayan) ruhani bir varlıktır. Nasıl yer ve içer ve nasıl olur da onun yemek yediği bir eli olur?

 

CEVAB: Biz deriz ki: Şüphesiz Allah (C.C.) ne yaratmışsa mutlaka bir de onun zıddını yaratmıştır. Aydınlık ve karanlık, beyaz ve siyah, itaat ve isyankarlık, hayır ve şer, tamlık ve noksanlık, sağ ve sol, adalet ve zulüm gibi.

 

Hayır, tamamlık, adalet, ve aydınlık namına ne varsa, o Allah'a nisbet edilmiştir. Çünkü Allah bunları sevmiş ve bunları emretmiştir.

 

Yine şer, noksanlık ve karanlık namına her ne varsa, o da şeytana nisbet edilmiştir. Çünkü bunlara çağıran ve teşvik eden şeytandır.

 

Allahu Teala sağa mükemmellik, tamlık vermiş ve onu yemek içmek, selam vermek ve tutup yakalamağa tahsis etmiştir. Solda da zayıflık, noksanlık kılmış ve onu istinca (avret yerini temizleme), istinsar (sümkürme) ve pislikleri gidermeye tahsis etmiştir.

 

Uğurluluğun sağdan, uğursuzluğun da soldan? olduğunu takdir etmiştir... 

 

Falan uğurlu veya uğursuzdur. derler. Bu (uğur veya uğursuzluk) ancak sağ veya soldandır.

 

Şeytanın sol eli ile yemesi. şu iki mananın dişında değildir: Ya hakikaten yemiş olabilir ki, bu takdirde yemek; çiğneme ve yutma değil de koklama şeklinde olur. Bu husus bir hadiste rivayet edilmiştir. Yine şeytan'ın yemeğinin çürümüş kemik, içeceğinin de elcedef yani köpük v.b. olduğu rivayet edilmiştir.

 

Şeytan bunlardan ancak kokusunu almak suretiyle istifade edebilir ve bu koklama onun için cismanî varlıkların çiğneyip yutması yerine geçer ve onun koklaması da soldandır. Böylelikle şeytan, yemek yerken Allah'ın adını anmayan veya elini yıkamayan veya yemeği üstü açık bırakıp onun bereket ve hayrını gideren kimseye ortak olmuş olur.

 

Şeytanın mallara ortak olmasına gelince: Bu, (malın) haram yolda sarfedilmesiyle olur. Çocuklara ortak olması da zina ile olur.

 

Yahut da mecazen sol eli ile yemiş olabilir ki, bununla insanın sol eliyle yemesinin şeytanın bunu istemesi ve onu buna teşvik etmesiyle olduğu kasdedilir.

 

Bu yüzden sol eli ile yiyene: "O, şeytanın yiyişi gibi yiyor." denilir. Bu sözle şeytanın (insanlar) gibi yediği kasdedilmez. Kasdedilen ancak, o adamın şeytan'ın sevdiği gibi yediğidir.

 

Kırmızı (elbise) hakkında da: " O şeytanın süsüdür." denilir ki, bununla şeytanın kırmızı (elbise) giydiği ve bununla süslendiği kasdolunmaz... Ancak burada, onun şeytan tarafından (giyilmesi) ilham edilen bir süs olduğu kasdolunur.

 

Yine, el-iktıat -ki sarığı çenenin altından dolaştırmadan sarmaktır.- hakkında da, onun şeytan sarığı olduğu rivayet edilir. Bununla şeytanın sarık sardığı kasdolunmuş değildir. Kasdolunan, bu şekildeki sarığın şeytanın sevdiği ve onu teşvik ettiği bir sarık şekli olduğudur.

 

(Resulullah'ın s.a.v.) hayızlı kadın hakkında söylediği: "O şeytanın fiskesidir hadisi hakkında da aynı şeyi söyleriz. Buradaki fiske şu iki manaya gelir.

 

Ya şeytanın, kadının temizliğini bozarak onu namazdan alakoymak için bu damara fiske vurması ve ondan hayz kanının akması manasına gelir ki, insanın damarlarında dolaşan birinin, fiskesi ile kanı akıtmaya kadir olması şaşılacak birşey değildir.

 

Veyahutta, bu fiskenin, kadın'ın tabiatında (yaratılışında) olması ve hayız namaza mani olduğu için -sol el ile yemenin, çene altından dolaştırılmadan sarılan sarığın ve kırmızı elbisenin şeytana izafe edilmesi gibi- şeytana izafe edilmesi manasına gelir.

 

 

Mahir: Havva'nın (a.s.) şeytan'a uyup Adem (a.s.) ile cennet'ten indirilmesine sebep olay üzerine Allah (c.c.) Havva ve kızlarına hayz illetini verdi. (İbnü'l-Esir Tarih / Adem'in cennete girmesi ve...) Şeytan'ın fiskesinin bu aldatma olması bana yakın geliyor. Allahu A'lem

 

EBU MUHAMMED: Bana Ziyad b. Yahya rivayet etti (ve) dedi: Bize Bişr b. el-Mufaddal, Yunus (b. Ubeyd) den, o da el-Hasen (el-Basrî) den Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Kırmızı şeytanın süsüdür. Şeytan kırmızıyı sever." buyurduğunu rivayet etti. Bu sebepten Resulullah (s.a.v.} erkeklerin usfur (za'feran, safran) île boyanmış (koyu sarı) elbise giymesini kerih görmüştür.

 

İbrahim "Ben, şeytanın süsü olduğunu bildiğim halde za'feranla boyanmış elbise giyerim ve Cehennem ehlinin takındığı birşey olduğunu bildiğim halde demir yüzük takıyorum." demiştir... Böylece o demirin cehennemliklerin takı ve mücevheratı olduğunu söylemiştir. Aslında cehennemlikler takı takmayacaklardır.

 

O, bu sözüyle ancak cehennemliklerin mücevher yerine zincirler, kelepçeler ve boyunduruklar takınacaklarını kasdetmiştir. Bu suretle demir, onların mücevheratı (süsü) olmuş olur. İbrahim bunu, kendini ve yaptığı amelini örtmek gizlemek için yapardı.

 

 

101- Dediklerine Göre Çelişik İki Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.): "(Hastalığının iyileşmesi için) vücudunu dağlattıran veya (kendisine) okutup üfiettiren (Allah'a) tevekkül etmemiştir." buyurduğunu rivayet etiniz.

 

Sonra da Es'ad b. Zurara'nın (r.a.) dağlandığını ve: Resulullah'ın (s.a.v.) "Sizin tedavi olduğunuz şeylerde bir hayır varsa, bu olsa olsa hacamatçının yarmasında veya ateş ile dağlamasındadır." buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu ise birinci hadisin aksinedir.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Burada herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Her bir hadisin yeri vardır. Oraya konulduğu zaman uyuşmazlık ortadan kalkar.

 

Dağlamak iki çeşittir: 1: Araplar dışındaki pekçok milletin yaptığı gibi, hastalığa yakalanmamak, hasta olmamak için sağlam birisini dağlamaktır. Onlar çocuklarını ve gençlerini kendilerinde hastalık olmadığı halde dağlarlar. Onlar bu dağlamanın, onların (çocukların) sıhhatini koruyacağına ve hastalıkları onlardan uzaklaştıracağına inanırlar.

 

EBU MUHAMMED: Horasan'da Türklerce hürmet edilen, Türk tabiblerinden birini gördüm. dağlama ile tedavi ediyordu. Onun tercümanı bana onun dağlama ile humma (sıtma) ve zatu'l-Cenb (göğüs zarı iltihabı) hastalıklarını, solucan, akciğer veremi, felç ve bunlardan başka mühim hastalıkları da iyileştirdiğini söyledi.

 

Tabib hastaya geliyor ve hastalığı vücudun bir noktasına sıkıştırmak için, onu iple sıkıca bağlıyor, sonra kızgın demiri buraya koyuyor ve orayı yakıyormuş. Bu tabib, hasta olmamak için ve sıhhatinin devamlı olması için de (insanları) dağlıyormuş. Tabib -üstelik- yağmur yağdırabileceğini vakitsiz olarak bulut meydana getirebileceğini, rüzgarı estirebileceğini ve bunlara benzer daha birçok yalanları ve apaçık budalalıkları da iddia ediyordu. Etrafındakiler bunlara inanıyor, onun doğru söylediğine şehadet ediyorladı.

 

Biz, onun iddialarının bir kısmını denedik, dediklerinin hiçbirini yapamadı.

 

Araplar da Cahiliyye devrinde bu inançtaydı ve buna benzer bir uygulamayı, develer nukbe (uyuz) hastalığına yakalanınca yaparlardı. en-nukbe, uyuz hastalığıdır ki, develerin yüzlerinde ve dudaklarının kenarlarında yaralar peyda olur ve sağlam develere de sirayet eder. Araplar, uyuza yakalanmış hayvanların iyileşmesi için sağlıklı olanları dağlarlardı. en-Nabiğa (ez-Zubyanî) -sağlıklının dağlanmasını îma ederek- en-Nu'man'a şöyle hitap etmiştir: "Başkasının günahını bana yükledin ve onu uyuzlu bir deve gibi terkettin (ki) (uyuzlu deve) serbestçe otladığı halde diğer hayvanlar dağlanır.

 

İşte Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) iptal ettiği ve hakkında: "Dağlanan tevekkül etmemiştir." dediği husus da budur. Çünkü o, sınhatli olduğu halde, dağlanmak ve tabiatını ateş ile korkutmakla, kendisinden Allah'ın kaderini uzaklaştırabileceğini zannetmektedir. Eğer Allah'a tevekkül etmiş olsaydı, O'nun (C.C.) kazasından insanı kurtaracak hiçbir şey olmadığını bilirdi ve sıhhatli olduğu halde tedavi olmaz ve hastalık olan yer iyileşsin diye hastalık olmayan yeri dağlamazdı.

 

Diğer dağlamaya gelince: Yara iltihaplandığı ve kan kesilmedği zaman yarayı dağlamaktır. Bir uzuv kesildiği zaman yapılan dağlamalarında ve bedende su toplandığı zaman damarların dağlanması da böyledir.

 

İbnu Ahmer (el-Bahili) siroz hastalığına yakalandığı zamanki tedavisini anlatarak şöyle demiştir: "Şukaa otunu içtim ve ağzıma ilaç damlattım ve dağlama demirini damarların ağzına yaklaştırdım.

 

İşte Resulullah'ın (s.a.v.) "Onda şifa vardır." dediği dağlama budur. Es'ad b. Zurare ise boynunda hissettiği bir hastalıktan dolayı dağlanmıştır. Bu ise birincisi gibi değildir. (Çünkü) hastalığa yakalanınca tedavi olan bir kimseye "Tevekkül etmemiştir." denilemez.

 

Halbuki Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tedavi olunmasını emretmiş ve: "Her hastalığın ilacı vardır. buyurmuştur. (Bunu da şu manada söylemiştir:) İlaç mutlaka şifa vereceğinden değil, sadece bu ilaç ile Allah'ın kendisine afiyet vermesi umularak içilir. Çünkü Allahu Teala herşey için bir sebep kılmıştır.

 

*Rızık meselesi de buna benzer: Alah (C.C.) şüphesiz kullarının azıklarını garanti etmiştir. Çünkü: "Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkı ancak Allah'a aittir." (Hud 6) buyurmuştur. Sonra da Resulullah (s.a.v.) bize, rızkı aramamızı, kazanmamızı ve meslek sahibi olmamızı emretmiştir. Allah (C.C.) da: "Kazandiklarınızın en helal ve iyisinden harcayın.." (Bakara 267) buyurmuştur.

 

Tehlikelerden sakınmanın Allah'ın kaderini uzaklaştırmayacağı bilinmesine rağmen; tehlikelerden sakınmak ve Allah'ın zayi ettiğini muhafaza edecek ve Allah'ın muhafaza ettiğini telef edecek birşey olmadığı bilindiği halde malı kasalarda kilitlerle korumak da buna benzer.

 

Bunlara benzeyen ve bizim, bilemediğimiz tarafını düşünmememiz gereken ve sebatla çalışmamız icab eden hususlar pekçoktur. Nitekim Resulullah (s.a.v.): "(Deveni) bağla sonra tevekkül et." buyurmuştur..

 

"Allah bana yeter (hasbiyallah), ben özrümü Allah'a sunarım," diyen bir adama (Resulullah s.a.v.): "Ancak bir şey seni aciz bir duruma sokarsa, o zaman hasbiyallah de!" demiştir.

 

Tiryak da, iki durumda dağlamaya benzer. Resulullah (s.a.v.): "Eğer ben tiryak içmiş olsaydım veya nazarlık (muska) takınsaydım veya kendiliğimden şiir söyleseydim bana ne faydası olurdu, bunu bilmişim bilmemişim ne önemi var? buyurmuştur.

 

Araplar et-Tiryaku'l-Ekber'in mevcudiyetini, onun Rum (Bizans) ve İran krallarının hazinelerinde bulunduğunu, mühim hastalıklar için en uygun ve en faydalı ilaç olduğunu duyarlardı. Bu yüzden Araplar et-Tiryakul-ekber'in mutlaka şifa olduğuna hükmetmişler ve faydalı olan her şeye tiryak adını vermişlerdir. Ve onun, ölümü bir müddet uzaklaştırdığına, ömrü arttırdığına ve hastalıklardan koruduğuna inanmışlardır.

 

Şair de şarabı vasfederken: "Bana kırmızımtırak bir şarap, bir tiryak verdi, kemiklerimi yumuşattıkça yumuşatır." demiş ve tiryak ile şifayı kastetmiştir. Sanki şair: "Bana| bütün dertlere deva olan tiryak gibi bir şarap verdi'' demiştir.

 

Bazıları kadının tükürüğünü de tiryaka benzetmişlerdir. Bununla sanki, onun, bir tiryak gibi aşk hastalığını iyi edeceğini kasdederler.

 

Buna delalet eden hususladan birisi de Resulullah'ın (s.a.v.) tiryak içmeyi, nazarlık takma ile birlikte zikretmesidir. Nazarlık, alaca renkli boncuğa denir. Cahiliyye devrinde boyuna ve pazulara asılır ve insandan hastalıkları uzaklaştırıp ömrü uzatacağı zannedilirdi.

 

Urve b. Hızam şöyle demiştir: 'Yemame münecciminden bilgi sordum ve Necd münecciminden de; beni iyi edemediler.

 

Bildikleri dualardan okumadıkları, ve şifalı sulardan (= es-selve) içirmedikleri kalmadı. İkisi de dediler ki, senin şifan Allah'a aittir. Vallahi bizim senin göğsünün taşıdığı hastalığı iyi edecek maharetimiz yoktur.

 

es-selve, birtakım taşlardır ki, aşık içinde bu taşların bulunduğu suyu içince rahatlar ve kendisindeki üzüntü ve keder gider, derlerdi.

 

İşte Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) içinde bu niyyet bulunduğu ve bu maksadı güttüğü zaman- kerih gördüğü tiryak da budur.

 

Tiryak'ın içilmesine gelince: O da diğer ilaçlar gibidir. Faydası da umulur. Zararından da korkulur. Allan bununla o kimseyi şifaya kavuşturabilir. İçersinde yılan eti bulunmadığı takdirde, bunu içmekte bir beis yoktur. Çünkü İbn Sirin (110) içinde el-huma, yani yılanın etinde mevcud olan zehir bulunduğu zaman tiryakı kerih görürdü...

 

Tiryak'a benzeyen diğer bir husus da, okuyup üfleme (nefes etme) ktir. Allah'ın isimierinden, zikrinden ve mukaddes kitaplardaki sözlerinden arapçadan başka bir dille okumak suretiyle yapılan okuyup üfürmenin, mutlaka faydalı olacağına inanmak da mekruhtur.

 

(Resulullah s.a.v.) "Okuyup üflettiren. Allah'a tevekkül etmemiştir." sözü ile bunu kasdetmiştir.

 

Kur'an ile Allahın isimleri ile (okuyup üfeyerek) korunmak ise mekruh değildir. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.); birilerine Kur'an ile okuyup üfleyen ve bundan dolayı para alan ashabından birine: " Kim okuyup üflemekten dolayı para alırsa o batıldır. Sen ise şüphesiz hak olan bir okuyup üflemeden dolayı ücret aldın. demiştir.

 

 

102- Dediklerine Göre Su İçme Hakkında İki Çelişik Hadis..

 

İDDİA: (Abdullah) İbnu'l-Mubarek'den, o da Ma'mer (b. Raşid) den, o da Katade'den, o da Enes (b. Malik) den onun şöyle dediğini rivayet ettiniz: "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir kimsenin ayakta su içmesini yasakladı (nehyetti). Ben: "(Ayakta yemek) yemeğe ne dersiniz?" dedim. (ResululIah s.a.v.): "(Ayakta) yemek yemek su içmekten daha çok (yasaklanmağa layıktır.)'' dedi.

 

Sonra, Abdurrazzak'dan, o da Ma'mer'den, o da Eyyub (es-Sahtiyanı) den, o da Nafi'den, o da İbn Ömer'den "Resulullah'ın (s.a.v.) ayakta su içtiğini" rivayet ettiniz. Bu ise evvelki hadisi nakzetmektedir

 

CEVAB: Biz deriz ki: Burada hiçbir çelişki yoktur. Çünkü birinci hadiste Resulullah (s.a.v.), bir kimsenin yürüyerek yiyip içmesini yasaklamıştır. Bununla o kimsenin yeme ve içmesinin sükunetle olmasını, bir yolculuk veya ihtiyaç için acele eden birinin yürürken içmemesini kasdetmiştir. Çünkü böyle yaparsa, ya boğazına birşey tıkanır ya da su göğsünde düğümlenir.

 

(Hadisteki ayakta durmak, yürümek manasınadır.) Nitekim araplar: "Bizim ihtiyacımız için kalk. " derler ve bununla o kimsenin hakikaten kalkmasını değil, sadece: "İhtiyacımız için yürü, ihtiyacımız için koş.." demeği kasdederler. el-A'şa'nın şu sözü de bu kabildendir: "Kavminin kin ve intikamı için kalkar (=yekumu ala vağmi kavmini) Dilediği zaman affeder, veyahut intikamını alır."

 

'Yekumu ala vağmi kavilimi" sözü ile onun, intikamını almak istediğini ve alasıya kadar bu uğurda koştuğunu kasdetmiştir. Yoksa onun yürümeyip sedece ayağa kalktığını kasdetmemiştir.

 

Allahu Tealanın: "(Kitap ehlinden) öylesi de vardır ki, ona emanet olarak bir altın versen sen başına dikilfip ayak direyip ısrar et) medikçe onu sana geri vermez." (Al-i İmran 75) ayeti de böyledir. Bununla: "Sen devamlı gidip gelmeğe ve borcunu ödemesini istemeğe devam etmedikçe." demek istemiştir.

 

İkinci hadiste: "Resulullah (s.a.v.) ayakta (su) içerdi." sözüyle kasdedilen, yürümek ve koşmaksızın içmesidir. Bu şekilde (koşup yürümeksizin) ayakta su içmekte bir beis yoktur. Çünkü bu durumda o kimse, hareketsiz ve sakin bir haldedir ve oturan bir kimse mesabesindedir.

 

 

103- Necis Hale Gelen Sular Hakkında Güya Çelişik İki Hadis...

 

İDDİA: Siz Resulullah (s.a.v.)'den, onun (s.a.v.)'i birçok hadiste: "Suyu hiçbir şey necis (pis) etmez. buyurduğunu rivayet ettiniz.

 

Sonra yine Resulullah (s.a.v.)'den, onun (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Su iki külle olunca pislik taşımaz (pis olmaz)" buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu hadis, suyun iki külle miktarına varmayınca pisliği taşıdığına (pislendiğine) delildir. Bu ise birinci hadisin aksinedir..

 

CEVAB: Biz derizki: Bu hadis birinci hadisin aksine değildir.

 

Resulullah (s.a.v.); "Suyu hiçbir şey necis etmez." sözüyle, bunun çoğunlukla ve ekseriya böyle olduğunu söylemiştir. Çünkü kuyularda ve nehirlerde genellikle suyun miktarı çoktur. Dolayısıyla bu söz, hususi hallere şamil olmaz.

 

Bu, "Seli hiçbir şey geri çeviremez." denmesine benzer. Halbuki duvar bazı sellere mani olup onun önünü alabilir. Burada suyu çok olan sel kasdedilir, suyu az olan değil...

 

"Ateşe hiçbir şey mukavemet edemez (dayanamaz)" denilir. Bununla, bir nefeste söndürülebilecek kadar (zayıf olan) lamba alevi veya kıvılcım kasdedilmez. Kasdedilen yangın ateşidir. Sonra da (Resulullah s.a.v.) "kulleteyn (=iki külle)" sözü ile, necasetin galip gelemeyeceği, hiçbir şeyin pisletemeyeceği çok suyun mikdarını açıklamıştır.

 

 

104- Hacc İle İlgili, Çelişik Gördükleri İki Hadis

 

İDDİA: İsmail b. Uleyye, Eyyub (es-Sahtıyanİ) den, o da Abdullah b. Ebi Muleyke'den, o da el-Kasım'dan o da Aişe'den (r.anha), onun: "Hac için telbiye getirdim. dediğini rivayet ettiniz.

 

Yine Abdullah (b. Ebî Muleyke): "Urve, bana Aişe'nin (r.anha) "Umre için telbiye getirdim." dediğini rivayet etti" demiştir

 

CEVAB: Biz deriz ki: Eğer el-Kasım'dan veya Urve'den bir hata vaki olmamış ise (o zaman) bu iki hadisin bir açıklaması vardır.

 

(Bu açıklama da) şudur: Resulullah'ın (s.a.v.) Ashabı Mekke'ye geldiler. Hac niyetiyle telbiye getirmişlerdi. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onlara tavaf ve sa'y etmelerini, sonra ihramdan çıkmalarını ve bunu umre yapmalarını emretti. Ashab da ihramdan çıktılar ve temettü haccına niyyetlendiler. Resulullah da (s.a.v.): "Beraberimde kurban olmasaydı ben de ihramdan çıkardım. buyurmuştur

 

Ebu Zerr (r.a.),"Bu, haccı feshetme işi onlara (ashaba) has olan birşeydir." derdi. Fukahadan da pekçokları bunu kabul etmişlerdir.

 

Aişe'nin (r.anha) önceden hac için telbiye getirmiş ve el-Kasım'a: "Ben hacc için telbiye getirdim." demiş olması, sonra da haccını feshedip, onu umre yapmış olması ve Urve'ye de: "Ben umre için telbiye getirdim." demiş olması da mümkündür.

 

Hz. Aişe (r.anha) her iki halde de doğrudur. Çünkü onun için telbiye getirdiği hac, Resulullah'ın (s.a.v.) emri ile umre'ye çevrilmiştir.

 

 

105- İddialarına Göre Aklın. Dedillerinin (=Huccetu'l-Akl) İptal Ettiği Bir Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.): (Kötü) göz (=nazar değmesi) neredeyse kader(i-ilahiy)i geçecekti. dediğini rivayet ettiniz.

 

Ca'fer b. Ebî Talib'in (r.a.) iki oğlu Resulullah'a (s.a.v.) götürüldü. Çocuklar'ın ikisi de zayıf idi. ResuIullah (s.a.v.) ''Bu çocuklar niçin böyle zayıf!" dedi. "Onların ikisine ne nazar değdi." dediIer. Resulullah (s.a.v.); "İkisine de okutup üfletin." dedi. Halbuki pekçok hadiste (Resulullah s.a.v.) okuyup üflemekten menetmiştir. Hem göz uzaktan nasıl tesir edib insanı hasta edebilir? Bunu ne akıl alır, ne de düşünce kabul eder!...

 

CEVAB: Biz deriz ki: Bu hususu, dinî ve felsefî bakımdan ki onlar (kelamcılar ve akılcılar) felsefeyi kabul eder ve meseleleri ona havale ederler hem akıl alır, hem de düşünce kabul eder.

 

İnsanların tabiatları (mizaçları) çeşit çeşittir... Onlardan kimisinin nazarı isabet ettiği zaman zarar verir. Kiminin nazarı da zarar vermez.

 

Kimisi de ısırır ve ısırması kuduz köpeğin ısırması veya yılanın sokması gibi zararlı olur ki, ısırdığı kimse iflah olmaz.

 

İnsanlardan bir kısmını akreb sokar da sokulan bundan acı duymaz, fakat akrebin kendisi ölür.

 

(Halife) el-Mutevekkil'e çölden siyah tenli biri getirilmişti. O, yılanları diri diri yiyor ve yılanı başından ısırmağa başlıyordu. Ayrıca gelinciği de diri diri yiyor ve onu baş tarafından yemeğe başlıyordu. Yine başka biri getirildi, deve kuşunun yediği gibi ateş parçasını yiyor, fakat ateş onu yakmıyordu. Şehir ve köylerden uzak olan fakir bedeviler yılanları ve herçeşit sürüngen ve heşeratı yerler. Kimileri de ebras yer. Halbuki onun eti yılandan ve tinnîn'den daha öldürücüdür.

 

Ebu Zeyd {Saîd b. Evs el-Ensari} de şu şiiri söylemiştir: ''Vallahi eğer ona karşı samimî  olsaydım, elbette abraşları yiyen bir köle olurdum." (Ebu Zeyd) burada kölelerin abraşlan yediğini bildirmiştir.

 

İnsanlar içerisinde yaratılışı (mizacı) zehirli ve zararlı kimselerin bulunmasının nesi inkar olunabilir? Onlar gözleriyle baktıkları zaman gördüğü şey onun hoşuna giderse, onun gözlerinden, bu mizacından veya zehirinden birşey ayrılır ve gördüğü şeye erişir ve onu hasta eder.

 

Sahibu'l-Mantık (Aristo) adamın birinin bir yılana asası ile vurduğunu ve adamın öldüğünü iddia etmiştir.

 

Yılanlardan öyleleri vardır ki insana bakar ve bakışı ile insanı öldürür veya bir ses çıkarır ve onun sesini işiten kimse ölür. Bunlar hep felsefecilerin söyledikleri sözlerdir.

 

Bununla beraber bize, en-Nadr b. Şumeyl'den nakledildi, o da Ebu Hayre'den şöyle nakletmiştir: Yılanlardan kuyruğu kesik, çevik, mavi renkli olanları vardır ki, herkesten kaçar. Onu kim görürse mutlaka ölür. Hangi hamile kadın ona bakarsa, mutlaka çocuğunu düşürür. Bu ''yılan cinsinden bir şeytandır." Bu sözler Aristo'nun anlattıklarına da uymaktadır.

 

Bu yılan, uzak bir mesafeden insanı öldürdüğü vakit, ancak yılanın gözünden havaya yayılan ve gördüğüne isabet eden bir zehir ile öldürdüğünü bilmiyor musun?

 

Keza sesiyle öldüren de sadece sesinden yayılan bir zehir ile öldürür. Bu zehir kulağa geldiğinde insanı öldürür.

 

el-Asmaî de, nazar etme özelliği olan biri hakkında bunların aynısını anlatmıştır.

 

Duyduğuma göre el-Asmaî: "Kem gözlü bir adam gördüm. (İnsanlar) adama beddua ettiler, adam tek gözlü kaldı." demiştir. Bu (tek gözü kör olan) adam, "Hoşuma giden birşey gördğüm zaman ''gözlerimden bir sıcaklığın çıktığını hissederim." derdi.

 

Buna benzer diğer bir husus da şudur: Hayızlı kadın sütü karıştırmak için kaba yaklaşır. Eli, elbisesi temiz olduğu halde, süt yine bozulur. Bu, bilinen ve yaygın olan bir husustur. Ve bu sadece, kadından ayrılan ve süte ulaşan birşeyden dolayı böyle olur. Yine (hayızlı bir) kadın bahçeye girer ve onlara dokunmadığı halde bahçede ekili olanların çoğuna zarar verir. Bazan da kavun karpuz bulunan evde, bir hamur kesildiği vakit, o hamur bozulur.

 

Ebu Cehil karpuzunu yaran kimsenin gözleri sulanır. Keza hardalı döğüp ezenin ve soğanı kesenin de gözü sulanır.

 

Bazan bir insan kızarmış bir göze bakar ve gözleri sulanır, bazan da kızarır. Bu İse ancak hasta gözden, o kimseye hava vasıtasıyla ulaşan birşeyden dolayıdır.

 

Bazan bir adam esner, öbürü de esner. Araplar da (bir deyim olarak) "Esnemenin sirayetinden daha sür'atli" derler.

 

Üfürükçüler esneme ile insanları ne kadar çok aldatırlar!... Çünkü onlar hastaya okuyup üfledikleri zaman esnerler, hasta da onların esnemesi ile esner, üfürükçü esnedikçe hasta da esner. Bu suretle üfürükçüler hastada bunun (esnemenin ) okuyup üflemenin tesiri ile olduğu ve ondan hastalığı çözdüğü zannını uyandırırlar.

 

Bazan bir evde birkaç çocuk bulunur. Bunlardan birisi çiçek (hastalığı) çıkarır ve bunun üzerine diğerleri de çiçek hastalığına yakalanırlar. Bu ise ancak, hastadan havaya yayılan ve kendisi gibi çiçek hastalığına hiç yakalanmamış birine ulaşan birşeyden dolayıdır.

 

Bunun sirayayetle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece bir kimseden diğerine nüfuz eden bir zehirdir. Bu nazar kabiliyeti olan göz için de doğrudur.

 

Amma Bedevilerden bazılarının şu iddialarına gelince: "Onlardan nazar (kem göz) sahibi birisi istediğini öldürür ve dilediğini gözü (bakışı) ile hasta eder. Ve onlardan biri develerin yoluna durur. Bu yol develerin suya gittiği yoldur. (Adam) develerden dilediğine nazar eder ve onu öldürür." derier. İşte bu doğru değildir.

 

el-Ferra ( -207). Allah'ın (C.C.). "Doğrusu o kafirler Kur'an'ı işittikleri vakit neredeyse gözleri ile seni devireceklerdi. (Kalem 51) ayeti hakkında: Yani "Sana (kötü) nazar edeceklerdi." demiştir ki, adamın, sudan geri dönen develere nazar ettiği gibi, sana da gözleri ile nazar edeceklerdi, demektir.

 

Bize göre bu (ayet) onun (el-Ferra'nın) tevil ettiği gibi değildir. Allah (C.C.) sadece: "Onlar, sana olan düşmanlık ve şiddetli kinleri sebebiyle öyle bir bakış bakıyorlardı ki, şiddetinden neredeyse seni kaydırıp düşüreceklerdi." demektir. Nitekim şairin şu sözü de dediğimizin doğruluğunu gösterir: "Bir yerde buluştuklarında birbirilerine (öyle) bakışırlar ki, bu bakış (baktığı adamın) ayaklarını yerden keser." ..

 

Yani: Nazarın şiddetinden ve sertliğinden neredeyse onu ayak bastığı yerden kaydırır, demektir. Bu bakış, kindar bir düşmanın bakışıdır.

 

İnsanlar: "Bana yan baktı; bana öfkeyle baktı (gözlerini dikerek baktı) ve ona keskin bir bakış frlattım." derler. Bunun benzeri Allah'ın (C.C.): "Sana öyle bir bakış bakıyorlar ki, ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışına benziyor."(Muhammed 20) ayetidir. Çünkü ölüm anında baygınlık geçiren bir kimsenin gözü dikilip kalır, hiç kıpırdamaz.

 

Keza Allah (C.C.) -(r) harfini fetha ile okuyanın kıraatına göre- "..fe iza baraka'l-basar." (Kıyame 7) buyurmuştur. Yani gözün parlaklığını kasdetmektedir.

 

Eğer Bedevilerin bu hususta iddia ettikleri şeyler doğru olsaydı, onların öldürmek istedikleri adamı öldürmelerinin hasta etmek istedikleri adamı hasta edebilmelerinin mümkün olması gerekirdi. Halbuki Allah (C.C.} kimseye bunu yapabilme kudreti vermemiştir.

 

Zannımca kem göz sahibi olan bir kimse birşeyden hoşlandığı zaman, nazarının dokunmasından korkarsa. Resulullah'ın (s.a.v.): "Bir kardeşiniz birinizin hoşuna giderse ona hayır duada bulunsun (maşaallah desin) " buyurduğu gibi hemen maşaallah desin, hayır duada bulunsun..

 

Göz hususunda doğru olan şudur ki, kem göz sahibi bir şeyden hoşlandığı veya bir şeyi beğendiği zaman ona gözüyle isabet eder ve bu fiil, gözü vasıtasıyla nefsi için olur. Bu sebepledir ki göze nefs denmiştir. Çünkü göz nefisden dolayı isabet eder

 

Hadiste: "Okuyup üfleme sadece huma'dan, veya nemle'den veya nefs'den dolayı yapılır buyurulınuştıır. Nefs: göz (nazar değmesi) demektir. Huma: Yılan akrep ve benzeri zehirli hayvanların sokması: Nemle de: Kan çıbanıdır.

 

Resulullah (s.a.v.) tedavi ile iştigal eden bir kadına (şeffa) "Hafsa (r.anha)'ya, kan çıbanı, nefis ve nazar değmesine karşı rukye'yi öğret..." demiştir.

 

İbn Abbas (r.a.) da köpekler hakkında: "Köpekler hınn taifesindendirler ki hınn da cinlerin zayıflarıdır, (köpekler) yemek esnasında yanınıza gelirse, onlara da yemekten verin. Çünkü onların da nefisleri vardır." demiştir nefisleri vardır." sözüyle, onların bakışlarıyla, orada yemek yiyenlere zarar verebilecek gözleri olduğunu kasdetmişfir.

 

 

106- Alışveriş Hakkında Çelişik Olduklarını Söyledikleri İki Hadis

 

İDDİA: Hammad (b. Seleme) den, o da Katade'den, o da el-Hasen (el-Basrî) den, o da Semure (b. Cundub) dan (r.a.), "Resulullah'ın (s.a.v.) veresiye bir hayvan karşılığında hayvan satmayı yasakladığını" rivayel ettiniz.

 

Sonra da Muhammed b. İshak'dan, o da Yezid b. Ebî Habib'dcn, o da Müslim b. Cubeyr'den o da Ebu Sufyan'dan o da Amr b. Harîş'den, o da Abdullah b. Amr'dan, Resulullah'ın (s.a.v.) kendisine bir orduyu techiz etmesini emrettiğini, fakat sonra zekat develerinin tükendiğini, Resulullah'ın (s.a.v.) da, ileride alınacak zekat develerinden İki deveye karşılık bir deve satın almasını emrettiğini rivayet ettiniz. İşte bu hadis birincisinin aksinedir.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Allah'a hamdolsun bu iki hadis arasında herhangi bir uyuşmazlık yoktur.

 

Çünkü birinci hadis veresiye (belli bir vade ile) hayvana karşılık hayvan satılmasını yasaklamıştır. Alıcının satıcının elinde olmayan bir şeyi satın alması, Resulullah (s.a.v.) bunu yasakladığı için caiz değildir. Bu şekildeki bir ahş-verişe el-muvasafe satışı denir.

 

Sen veresiye bir hayvana karşılık bir hayvan sattığın zaman, sahibinin elinde mevcud olmayan birşey için para ödemiş olursun ki, bu caiz değildir.

 

İkinci hadis şudur: (Resulullah s.a.v.) ileride alınacak zekat develerinden iki deveye karşılık bir deve satın almamı bana emretti." Bununla selef satışını kasdetmiştir. Sıfatları ve teslim alınma vakti belli olan yiyecek, hurma veya hayvan karşılığında altın, gümüş veya hayvanı peşin olarak vermek suretiyle yapılan selef satışı. Resulullah'ın (s.a.v.) tatbikatında (sünnette) mevcuttur.

 

Sen parayı musteslife (selef satışı yapana) verdiğinde, alacak olduğun mal onun elinde değildir. Vakti geldiğinde onun sana bu malı getirmesi müsteslifin borcudur. Bu durumda selef satışı, alış verişin hükmünden farklı olmuş oluyor. Çünkü (alış verişte) senin, satış anında sahibinin elinde mevcud olmayan bir malı alman caiz değildir.

 

Selefte ise senin, selef alışı yaptığında sahibinin elinde mevcud olmayan bir mal için peşin para ödemen caiz olmaktadır.

 

Develer bitince Resulullah (s.a.v.) ona dokuz yaşında büyük ve kuvvetli develerden peşin bir deveyi, veresiye olarak dört ve beş yaşına girmiş, savaşa ve yolculuğa elverişli olmayan zekat develeri karşılığında satın almasını emretmiştir.

 

Çoğu zaman dokuz yaşında kuvvetli develer iki üç veya dört tane zekat develerinden daha iyidir.

 

 

107- Hayız Hakkında Çelişik Dedikleri İki Hadis...

 

İDDİA: Cerîrden, o da eş-Şeybanî (Ebu İshak) dan, o da Abdurrahman el-Esved'den, o da babasından, o da Aişe'den (r.anh) onun şöyle dediğini rivayet ettiniz, "Hayız kanı fazla olduğu zaman Resululah (s.a.v.) bize izar (peştemal) bağlanmamızı emreder, sonra bizimle mübaşeret ederdi (bize yaklaşırdı). Sizden hanginiz Resulullah'ın (s.a.v.) şehvetine sahip olduğu gibi şehvetine sahip olabilir?..

 

Sonra da Abdulaziz b. Muhammed'den, o da Ebu'l-Yeman (er-Rahhal) dan, o da Ummu Zerra'dan, o da Aişe'den (r.anha) onun şöyle dediğini rivayet ettiniz: "Ben hayız gördüğüm zaman yataktan hasıra (yerdeki sergiye) inerdim. Temizleninceye kadar Resulullah'a (s.a.v.) yaklaşmaz , yanaşmazdık." Bu hadis birincisinin aksinedir.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Doğru (sahih) olan birinci hadistir. Bu hadisi Şu'be de. Mansur (b. el-Mu'temir b. Abdillah) dan, o da İbrahim (en-Nahaî) den, o da el-Esved (b. Yezîd en-Nahaî) den, o da Aişe'den (r.anha) rivayet etmiştir. Aişe (r.anha) demiştir ki: "Bizden birimiz hayızlı olduğu zaman Resulullah (s.a.v.) bize izar (peştemal) kuşanmamızı emreder, sonra da onunla yatardı.  Bu sened, Ebu'l-Yeman'ın Ummu Zerra'dan (r.a.) o da Aişe'den (r.anha) olan rivayete aykırıdır.

 

Hz. Aişe'nin bir kere: "Ben, hayızlı iken ona mübaşeret ederdim (yaklaşırdım)" demesi diğer bir defasında da: "Ben hayızlı iken onunla mübaşerette bulunmazdım. Yataktan hasıra iner, temizleninceye kadar ona (Resulullah'a s.a.v.) yaklaşmazdım." demesi caiz değildir.

 

Çünkü bu iki, hadisten birisinin yalan olması gerekir. Yalancı ise kendi kendisini yalanlamaz.

 

Sadık (doğru) tayyib (temiz, iyi) ve tahir (pak) olan bir kimse hakkında bu nasıl düşünebilir?

 

İzar (peştemal) bağladığı zaman hayızlıya dokunmakta (yanına girip çıkmakta) ne ayıp, ne de kusur (noksanlık), ne de Kur'an ve sünnete muhalefet sözkonusudur.

 

Hayızlı ve buna benzer kadınlarla bu şekilde bir davranışı ancak mecusîler kerih görür.

 

 

108- Aklın Delillerinin (Huccetu'l-Akl) İptal Ettiğini Söyledikleri Bir Hadis..

 

İDDİA: Resulullah'ın (s.a.v.): "Kişi'nin rüyası, tabir edilmedikçe, kuşun pençesindedir. Ne zaman tabir edilirse düşer (vuku bulur)" dediğini rivayet ettiniz.

 

Kişinin rüyası nasıl, bir kuşun pençelerinde olabilir? Tabir sonucu sevineceği veya akıbetinden korkacağı birşey tabirin gecikmeslyle nasıl gecikebilir veya tabir edildiği takdirde vuku bulur.

 

Bu; rüya tabir edilmezse, onun vuku bulmayacağına delalet eder.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Bu söz (hadis) Arap dilinin ifade hususiyetlerine uygundur. Onlar istikrarsız birşey için: "O kuşun pençelerindedir. Ve  "O kuşun pençeleri arasındadır" ve "O ceylan'ın boynuzları üzerindedir." derler. Bununla o şeyin sükun bulmadğını / durmadığını kasdederler.

 

Nitekim adamın birisi de el-Haccac b. Yusuf hakkında şöyle demiştir: "Kalbim korkudan sanki, havada dolaşıp yükselen bir kuşun pençeleri arasında gibidir.

 

O kimsenin korkusu gibi ki, ne zaman kendisine bir kötülüğün geleceğini söylese, dediğinin çıktığını biliyordum."

 

el-Merrar da, korkudan, rehberlerin yüreklerini hoplatan çölü anlatırken: "Rehberlerin kalbleri sanki ceylanların boynuzlarında asılıdır." demiştir. Bununla onların kalblerinin sanki ceylanların boynuzlarına asılı imişçesine hoplayıp sıçradığını kasdetmiştir. Çünkü ceylanlar yerlerinde duramazlar. Dolayısıyla onların boynuzlarında asılı olan şey de aynı halde olur.

 

İmru'l-Kays da: "...Kudarda gölgelendiğim günün bir eşi yoktur. O gün, ben ve arkadaşlarım sanki bir ceylanın boynuzunda asılı gibiydik." demiştir. Bununla, "Biz yerimizde durmuyor, sükun bulmuyorduk. Sanki biz ceylanın boynuzunda asılı gibiydik, demek istemiştir.

 

Rüya da bunun gibi, tabir edilinceye kadar havada dolaştığı, tabir edilince de vuku bulduğu (rüyanın gerçekleştiği) kasdedilir.

 

Fakat, insanlardan kim tabir ederse etsin, rüyanın onun tabir ettiği gibi çıkacağı kasdolunmamıştır. Bununla sadece rüya tabir etmesini bilen, ve Allah'ın yardımı ile hakka (doğruya) isabet eden kimse kasdedilmiştir.

 

İsabet etmediği, hatta doğruya bile yaklaşmadığı halde, cahil, yanlış tabir eden birisinin tabiri ile rüya nasıl olurda tabir edilmiş olabilir? O kimse sadece tabirinde isabet ettiği zaman, rüyayı (gerçekten) tabir etmiş sayılır. Nitekim Allah (C.C.): "Eğer rüya tabir edebiliyorsanız..." (Yusuf 43) buyurmuştur. Yani, rüyayı tabir etmesini (gerçekten) biliyorsanız demek istemiştir.

 

Sonra Resulullah (s.a.v.) bütün rüyaların tabir ve tevil edilebileceğini de kasdetmemiştir. Çünkü rüyaların çoğu karışık, manasız ve anlaşılması güç rüyalardır.

 

Rüyaların bir kısmı tabiatın (mizacın) galebesinden; bir kısmı şuur altından, bir kısmı da şeytandandır. Salih rüya ise, zaman zaman rüya meleğinin Ummu'l-kitab, (Levh-i mahfuz) dan getirdiği rüyadır.

 

EBU MUHAMMED: Bana Yezîd b. Amr b. el-Bera rivayet etti (ve) dedi ki: Bize Ubeydullah b. AbduImecid el-Hanefi haber verdi (ve) dedi: Bize Kurra b. Halid haber verdi (ve) dedi: Muhammed b. Sîrîn'i, Ebu Hureyre'dan (r.a.) şu hadisi rivayet ederken işittim: Resulullah (s.a.v.), Rüya üçtür: Birisi Allah'tan bir müjdedir. Birisi şeytandan hüzünlendirici rüyadır. Bir diğeri de İnsanın kendi kendine kurduğu (şuur altındaki) bir şeyi uykuda görmesidir. buyurmuştur.

 

Yine bana Sehl b. Muhammed rivayet etti (ve) dedi: Bize el-Asmai Ebu'l-Mikdam veya Kurra b. Halid'den haber verdi (Ebu'l-Mikdam veya Kurra) dedi ki: Kendisine rüya tabiri sorulduğu zaman ben İbn Sîrîn'in yanında bulunurdum. Benim tahminime göre (İbn Sirin) kırk rüyadan sadece birini tabir ederdi.

 

İşte bu (dinin) kaynaklarını (usul) iyi bilen, kıyas'a vakıf ve doğruya isabet hususunda (Allah'ın) yardımına mazhar olan bir kimse tabir edesiye kadar havada dolaşan sahih rüyadır. Böyle bir zat rüyayı tabir ettiği zaman rüya onun tabir ettiği gibi çıkar.

 

 

109- Düşüncenin Ve Aklın Yalanladığını Söyledikleri Bir Hadis

 

 

İDDİA: Siz, Resulullah'ın (s.a.v.) AmeI'den takatiniz yettiği kadarını yüklenin. Zira siz usanıp bıkmadıkça, Allah (C.C.) bıkmaz. Buyurduğunu rivayet ettiniz.

 

Allahu Tealayı, insanlar bıkınca bıkan bir kimse yaptınız. Halbuki Allah (C.C.) hiçbir halde usanmaz ve bıkmaz.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Eğer (bu) yorum onların dedikleri gibi olsaydı, büyük ve fahiş bir hata olurdu. Lakin Resulullah (s.a.v.)  "Siz bıktığınız zaman. Allah (C.C.) bıkmaz." demeği kasdetmiştir. Bunun misali günlük konuşmada senin:   ..."Diğer atlar yorulmadıkça, bu at yorulmaz." demene benzer. Sen bu sözünle diğer atlar yorulunca, bu atın da yorulacağını kasdetmezsin. Eğer kasdolunan şey bu olsaydı, bu atın diğerlerinden herhangi bir üstünlüğü olmazdı. Çünkü o da diğerleri ile beraber yorulmaktadır. O halde onun, ne gibi bir üstünlüğü olabilir? Bu sözünle sen sadece diğer atlar yorulduğu zaman, o atın yorulmayacağını kasdedersin.

 

Keza ağzı laf yapan ve çok konuşan geveze biri hakkmda: "FuIan, hasımları susmadıkça susmaz." dersin. Bununla, hasımları sussa bile onun susmayacağını kasdedersin. Eğer sen, hasımları susunca, onun da susacağını kasdetmiş olsaydın, o takdirde bu sözde onun diğerlerinden bir üstünlüğü olmaz ve bu söz onun için medhedilmiş olmayı gerektirmezdi.

 

Bunların aynısı, Teebbata Şarran'ın yeğenine nisbet edilen şiirde de mevcuttur. Bu şiirin Halef el-Ahmar'a ait olduğu da söylenir: "Huzeyl benim taarruzuma kahramanca karşı durdu.

 

Onlar bıkmadıkça o da (onlara) zarar vermekten usanmaz."

 

Bu sözüyle, onlar usanınca, onun da (onlara) zarar vermekten usanacağını kasdetmemiştir. Eğer bunu kasdetmiş olsaydı bu sözde onun için bir medih olmazdı. Çünkü o, onlarla aynı seviyede olmuş olurdu. O (yani şair) sadece onların usandığını, fakat Huzeyl'in usanmadığını kasdetmiştir.

 

BİTTİ

 

12.10.1987Ankara