SAYFA-3 25 – 39 NOLU
BAŞLIKLAR
25- Dediklerine Göre Başı Sonunu İfsad Eden (Bozan) Bir Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Beş fasık
vardır ki Harem dahilinde de, bu hududların haricinde de ÖIdürülür: Karga,
çaylak veya akbaba, köpek, yılan ve fare...
Eğer,"...şu beş hayvanı ve onlara, ilaveten şu beş hayvanı da
öldürün." demiş olsaydı bu taabbudi (ibadetlerle alakalı) bir hüküm olduğu
için öldürülmeleri caiz olurdu. Ama mezkur hayvanların fasık oldukları için
öldürülmesine gelince, bu caiz değildir. Çünkü fısk veya hidayeti bu gibi
şeyler için düşünmek uygun değildir. Yılan, çıyan, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar
şeytan değildirler. Yahut kendisi için fısk (günah) ve hidayet sözkonusu olan
insan veya cin de değildirler.
CEVAB: Biz deriz ki: Yılan, çıyan, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar
için, isyan veya taatın mevzubahis olamayacağına dair bir itikad (inanç)
Allah'ın kitabına (Kur'an'a), Peygamberlerine ve Allah'ın gönderdiği geçmiş
kitaplara muhalif bir inançtır. Çünkü Allahu Teala bize Süleyman'dan (a.s.),
onun, (hüdhüd) kuşu(nu) göremeyince, Hüdhüd'ü neye (yerinde) göremiyorum, yoksa
gaiblerden rai oldu? Ya (gecikmesine dair) açık bir mazeret getirir, ya da
mutlaka onu şiddetli bir azaba maruz bırakırım veya onu keserim." (Neml
20,21) buyurduğunu haber vermiştir. Ayetteki "..açık bir delil" den
maksat, açık bir mazeret ve kayboluşunun ve gecikmesinin sebebidir.
Süleyman'ın (a.s.) hüdhüd'e ancak bir günahtan veya isyandan
dolayı azab etmesi caizdir. Günahlara ve isyankarlıklara, fısk denilir ve asi
denilmesi caiz olan bir kimseye fasık demek de caizdir.
Sonra Allahu Teala, Hüdhüd'ün, Süleyman'dan (a.s.) özür diledikten
sonra "Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe'den çok sağlam ve
iyi haber getirdim. Ben bir kadın buldum. Sebe halkına padişahlık yapıyor,
kendisine herşey verilmiş. Muhteşem bir de tahtı var. Onun ve kavminin Allah'a
değil, güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan onlara amellerini güzel göstermiş
böylece kendilerini hak yoldan sapıtmış da doğru yola giremiyorlar. (Şeytan
onlara amellerini güzel gösterdi ki) göklerde ve yerde gizli olanı meydana
çıkaran gizledikleri ve açıkladıkları şeylerin hepsini bilen Allah'a secde
etmeslnler.(Neml 22-25) dediğini hikaye etmiştir.
Eğer bu (kıssa) hukema sözü olsaydı, hele Peygamber sözü olsaydı
bile, yine de güzel bir söz, etkileyici bir nasihat ve apaçık bir delil olurdu.
Bu durumda hüdhüd'ün muti (itaatkar), asi, fasık ve muhtedi (hidayete ermiş)
olması nasıl caiz olmaz..!
Yine Cenab-ı Hak, bu surede (en-Neml) karıncadan bahsederken şöyle
buyurmuştur: "Süleyman, babası Davud'a varis oldu ve dedi ki: "Ey
insanlar bize kuş dili öğretildi." (Neml 16) Burada Süleyman (a.s.)
kuşların insanlar gibi konuştuğunu söylemektedir.
Yine Allah'u Teala: "Nihayet karınca vadisine varınca, bir
karınca şöyle dedi: Ey karıncalar ...ila ahir"(Neml 18) buyurmuş ve burada
karıncaları insanlar gibi konuşturmuştur.
Aynı şekilde "Hiçbir varlık yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih
etmesin. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız!"(Sebe 10) ve "Ey
dağlar ve kuşlar, Davud ile beraber tesbih edin." (Sebe; 10) buyurmuştur.
EBU MUHAMMED: Tevratta da şunu okudum: Nuh (a.s.) (tufandan) kırk
gün sonra yapmış olduğu geminin penceresini açmış, sonra kargayı salmış. Karga
gitmiş ve sular yeryüzünden çekilinceye kadar dönmemiş.. Bunun üzerine tekrar
tekrar güvercini göndermiş. Akşam olunca güvercin, gagasında bir zeytin yaprağı
ile dönmüş. Nuh (a.s.) da bundan, yeryüzünde suyun azalmış olduğunu anlamış,
Nuh (A.S.) da Allah'a güvercinin boynuna (renkli tüylerin meydana getirdiği)
bir gerdanlık ve ayaklarına da renk(li tüylerden süs) vermesi için dua etmiş.
EBu MUHAMMED: Yine Tevratta, Allah'ın, yarattığı zaman Adem'e:
"Firdevs (cennetin)in ağaçlarından dilediğin (meyvayı) ye. Ancak hayır ve
şer ilmi ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün ölürsün. Yani: Ölen bir
kimsenin haline dönersin" demiş olduğunu okudum.
Yılan, karada yaşayan hayvanların en kötüsü idi. Kadına (Havva'ya)
"eğer o ağaçtan yerseniz, ikiniz de (asla) ölmezsiniz. Gözleriniz açılır.
Birer (ölümsüz) ilah olursunuz. Hayrı ve şerri bilirsiniz" dedi. Kadın
ağacın meyvasından alıp yedi. Eşine de yedirdi. Bunun üzerine ikisinin de
gözleri açıldı ve kendilerinin çıplak bir halde olduklarını anladılar. Hemen
incir ağacının yapraklarından aldılar ve onlardan izar (petemal) yaptılar.
Sonra ortalık aydınlanınca Adem ve eşi Cennetteki bir ağaca gizlendikleri
sırada Allahu Teala'nın sesini işittiler. Allah onları çağırdı. Adem: Firdevs
de sesini işittim. Kendimin çıplak olduğunu gördüm ve senden gizlendim."
dedi.
Allah (c.c.): "Sana, senin çıplak olduğunu kim gösterdi?
Demek ki sen, seni menettiğim ağaçtan yemişsin" dedi. Adem: (Eşim olan)
kadın yedirtti bana! dedi.
Kadın (Havva): Bana da yılan yedirtti, dedi.
Bunun üzerine Allah yılana: "Yaptığın bu kötülükten dolayı,
sen lanetlendin. Bundan sonra karnının üzerinde (sürünerek) yürüyeceksin ve toprak
yiyeceksin. Seninle, kadın ve onun çocukları arasını bozacağım. Onlar senin
başını ezecekler, sen de onların topuklarından sokacaksın" dedi.
Kadına da: Sana gelince, senin gebelik (müddetin)i ve doğum
sancılarını arttıracağım. Sen çocuklarını acı ve elem ile dünyaya getireceksin.
Kocana geleceksin ve o, sana hakim olacak" dedi.
Adem'e de: "Senin yüzünden yeryüzü lanetlenmiştir. Toprak
deve dikeni ve diğer dikenleri bitirecek. Sen de yiyeceğini topraktan, güçlükle
ve alnın terleyerek elde edeceksin. Toprak'tan olduğun için, neticede toprağa
döneceksin" dedi.
EBU MUHAMMED: Yılanın (Havva'yı) saptırıp, aldattığını, Allah'ın
da yılana lanet ettiğini, onun yaradılışını değiştirdiğini ve toprağı onun
yiyeceği yaptığını görmüyor musun? Şimdi bu yılanın keza Nuh'a (A.S.)
isyanından dolayı karganın fasık ve asi olarak isimlendirilmesi caiz olmaz mı?
Ehl-i Nazar (düşünürler, akılcılar) Nuh'dan ayrılıp gittiği için
kargaya "Ayrılık kargası" dendiğini kabul etmişler ve bu sebepten onu
uğursuz saymışlar, karga bağırınca, bunun ayrılık ve gurbete işaret olduğuna
inanmışlardır. "Gurbet" kelimesini de karganın isminden (gurab)
çıkarmışlardır.
(Mesela): "Onu uzak bir yere attım = kazaftuhu nevan
gurbeten" ve "Bu yabani bir koyundur haza şaun muğarrabun (veya
muğribun)" ve "Ankaun muğribun" derler. Muğrib, uzaktan gelen
demektir. Bununla kartalı kasdederler.
Bunların hepsi de, el-gurab (=karga) isminden Nuh (A.S.)u
terkettiği ve ondan ayrıldığı için müştaktır (türemiştir.)
EBU MUHAMMED: Anlattıklarımıza diğer bir delil de, Muhammed b.
Sinan el-Avfi'nin Abdullah b. el-Haris b. Ebza el-Mekki'den, onun da annesi
Raita binti Müslim'den, o da babasından olmak üzere rivayet ettiği hadistir.
(Raita'nın babası Müslim şöyle demiştir): Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) ile beraber Huneyn'de bulundum. Bana, "Senin adın nedir?"
dedi. Ben: "Gurab" dedim. (Bana) Senin adın "Müslim" olsun,
dedi.
Karganın fasıklığından ve isyankarlığından dolayı Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), onun isminin Gurab (=Karga) olmasından hoşlanmamıştır
ve ona Gurab kelimesinin manasının zıddına olarak Müslim adını vermiştir. Çünkü
karga asidir, Müslim ise itaatkardır ve (Müslim) ismi, itaat ve boyun eğme
manasına gelen el-istislamdan alınmıştır. Bu kitapta daha önce de anlattığımız
gibi, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) güzel ismi sever, çirkin isimden
hoşlanmazdı.
Eğer biz, yılan, karga, fare için itaat ve ma'sıyyetin
(günahkarlığın) caiz olduğuna dair, müslümanların kabul ettikleri görüşü
terkedip Arap kelamında ve dilinde caiz olana baksak yine de bizim, bu
saydığımız şeylerden herbirisine fasık dememiz caiz olur. Çünkü fısk, insanlara
karşı gelip isyan etmek ve onları incitmek demektir.
Mesela: Hurma kabuğundan çıkınca "Fasakati'r-Rutbatu"
denilir. Bir şeyden çıkan herşeye de fasık denilir. Allahu Teala da: "...
yalnız İblis, cinden idi de Rabbinin emrinden çıktı" (Kehf: 50)
buyurmuştur. "Fefesaka an emri rabbih" yani: Rabbinin emrinden ve
taatinden dışarı çıktı, demektir.
Yılan insanlara karşı deliğinden çıkar, onların yiyeceklerini
karıştırır, onları ağzına alıp ısırır, içeceklerin içine ağzını sokup içer ve
tükrüğünü bırakır. Fare de aynı şekildedir. Deliğinden çıkar, onların
yiyeceklerine zarar verir, elbiselerini kemirir, lambayı devirerek evde yangın
çıkarır. Yer haşeratı arasında fareden daha zararlısı yoktur.
Karga da, devenin semerinin sürtmesinden dolayı meydana gelen
yaranın üstüne konar, yarayı gagalar ve neticede deveyi öldürür. Bu sebeple
araplar kargaya "İbn-i Daye (veya İbn-i Deye)" derler. Karga hayırdan
uzaktır ve insanların yiyeceklerini de kapıp kaçar.
Köpek'te ısırır ve yaralar. Saldırgan ve yırtıcı olan diğer
hayvanlar da böyledir.
Bunların hepsine de, insanlara saldırdıkları ve onlara zarar
verdikleri için, fasık denebilir.
Bu hayvanlardan herhangi birisinin taat veya ma'sıyete nisbet
edilmesinin çirkin olduğunu söyledikleri zaman, (bizim açıkladığımız bu
hususlar) onların akıllarına gelmedi mi?!
.
26- Düşüncenin Yalanladığını İleri Sürdükleri Bir Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), zırhı birkaç
sa' arpa karşılığında bir yahudide rehin iken vefat ettiğini rivayet ettiniz.
Fesubhanallah..! Müslümanlardan (O'na) yardım edecek, ikram edecek
ve borç verecek biri yok muydu? Halbuki Allah (c.c.) onların mallarını,
gelirlerini çoğaltmış, onlara birçok beldeyi fethetmeyi nasib etmiş, Yemen'in
bir ucuyla Bahreyn'in ve Uman'ın bir ucu arasındaki yerlerin ve Necid ile
Hicaz'ın çorak topraklarını(n gelirlerini) toplamışlardı. Üstelik Osman,
Abdurrahman ve emsalleri gibi (zengin) sahabenin malları da vardı. Onlar
neredeydi?!
Bu bir yalandır. Bunu söyleyen, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem)'i zühd ve fakr ile medhetmek istemiştir. (Fakat) Peygamberler böyle
medhedilmez..!
Orduları teçhiz eden (donatan), yüzlerce kurbanlık deve ve sığırı
önüne katıp süren bir kimse, Allah kendisine Fedek ve diğerlerini ganimet
olarak vermişken nasıl aç kalır?
Malik b. Enes, Ebu'z-Zubeyr'den, o da Cabir'den (r.a.) naklen
anlattı ki Cabir (r.a.) şöyle demiştir: "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) Hudeybiye'de yedi kişiye bir deve olmak üzere, yetmiş deve boğazladı
(Müşriklerin mani olduğu umresinin yerine yaptığı Umratu'l-kada (kaza umresi)
da altmış deveyi (kurban etmek için) önüne katmıştı. Keza Ali'yede birbirine
yakın yedi bahçeyi vakfeden bir kimse nasıl aç kalır? Sonra bununla beraber,
nasıl olur kendisine birkaç sa' borç arpa verecek birini bulamaz da zırhını
rehin verir?
CEVAP: Biz deriz ki: Bunda öyle büyütülecek, hele inkar edilecek birşey
yoktur. Çünkü Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) malları için başkalarını
kendi nefsine tercih eder, onları ashabından gerekenlere, fakirlere ve
miskinlere ayırır, müslümanların başına gelen felaketlerde yardımda bulunur,
hiçbir yardım isteyeni geri çevirmez, bulduğu zaman da mutlaka çok verir,
birbiri üstüne iki dirhemi koy(up biriktir)mezdi.
(Birgün) Ummu Seleme (r.anha): "Ya Rasulallah! sizi renginiz
değişmiş görüyorum, yoksa hastalıktan mı?" diye kendisine sorunca,
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Hayır, Fakat şu dün gelen yedi
dinar yok mu, onları yatağın altında unutmuşum ve taksim ed(ip dağıt)madan
geceledim (o yüzden)" dedi.
Hz. Aişe (r.anha) de Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
vefatına ağlarken, "Yumuşak yatak üzerinde uyumamış ve arpa ekmeği ile
doymamış olana babam feda...! demiştir.
Hz. Aişe'nin (r.anha) bu sözü iki ihtimalden hali değildir: Ya,
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) elindekini başkalarına vermiş ve kendini
doyuracak birşey kalmamış olabilir ki, bu onun mezivyetlerinden birisidir.
Allahu Teala da: "...kendileri muhtaç olsalar bile başkalarını kendilerine
tercih ederler.'* (Haşr 9) buyurmuştur. Yahud Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) ne arpa ekmeğinden, ne de diğerlerinden doyasıya kadar yememiş
olması mümkündür. Çünkü o, aşırı olarak karın doyurmaktan hoşlanmazdı. Salih
kişilerden ve abidlerden pek çoğu da bundan hoşlanmazlardı. Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) ise, faziletçe onların en üstünü ve onları (bu
konuda) geçmeye en layık kişidir.
Bize Ebu'l-Hattab tahdis etti (ve) dedi: Bize Ebu Asım Ubeydullah
b. Abdillah haber verdi (ve) dedi: Bize el-Muhabber b. Harun Ebu Yezid
el-Medeni'den, o da Abdurrahman b. el-Murakki'den haber verdi. (el-Murakki)
Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Allah mideden daha kötü.
doldurulan bir kab yaratmamıştır. Eğer mutlaka mideyi doldurmak gerekiyorsa,
onun üçte birini yemeğe, üçte birini içecek (suy)a, üçte birini de nefes(iniz)e
ayırın." buyurduğunu, nakletmiştir.
Malik b. Dinar da ( -130) Müslüman me'bureye (iğne yutmuşa)
benzer, demiştir Yani: Yiyeceğinin içersinde iğne yutmuş olan ve yem yediği
zaman azıcık yiyen, yediği de belli olmayan bir hayvana benzer, demek
istemiştir.
İbn-i Ömer'e (r.a.) "Cevarişne" den bahsedilmiş; İbn-i
Ömer: Ne yapayım onu. Ben şu günden beridir karnımı doyurmuş değilim ki!
demiştir. Yani: Ben yemeği, canım daha yemek istediği halde birakırım"
demek istiyor. el-Hasen (el-Basri) (22-110), yemek yerken yanına vardığı bir
adama: 'Yemeğine devam et! dedi. (Adam): Tamam, yedim. Artık hiçbir şeye iştah
duymuyorum, deyince, el-Hasen: Fesubhanallah! Hiç insan, birşeye iştahı
kalmayıncaya kadar yer mi?" dedi.
Malik b. Dinar veya başka birisi: "Keşke rızkım bir taşta
olsa da onu emsem. Gerçekten ben, helaya çok girmekten dolayı Allahu Tealadan
utanır oldum" demiştir.
Bekr b. Abdillah (-108) Açlığı toklukla değişinceye, kıymetli
elbise giymeyinceye, ancak, el yıkamayı gerektirmeyecek (sade) yiyecekleri
yiyinceye kadar, hayattan tad alamadım" demiştir.
Hz. Aişe de Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) vefatına
ağlarken: 'Yumuşak yatak üzerinde uyumamış ve arpa ekmeği ile doymamış olana
babam feda..! demiştir. Halbuki Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) buğday
ekmeği de yiyordu, arpa ekmeği de. Şu kadar ki, ne buğday ekmeğini, ne de arpa
ekmeğini (zikrettiğimiz) ya birinci ya da ikinci ihtimalden dolayı karnı
doyasıya kadar yemiyordu.
Hz. Aişe (r.anha) yiyeceklerin en kabasını zikretmiş ve "Kaba
olmasına rağmen* yine de karnını ekmekle doyurmazsa, diğerleri ile karnını
doyurmaması daha evladır" demek istemiştir.
Hz. Ömer (r.a.), "Eğer dileseydim, kebaplar, hardal ve kuru
üzümle yapılan katıklar (=sınab), deve göğüsleri ye hörgüçlerinden (yemekler)
hazırlatırdim ve yine: Eğer isteseydim körpe bir hayvan emrederdim, kesilirdi.
İnce un emrederdim, elenirdi. Yine kuru üzüm emrederdim, et yağının içine konur
ve ceylan yavrusunun kanı gibi olurdu. Ve buna benzer şeyler emrederdim. Fakat
ben Allah'ın (c.c.) bir kavme: "Dünya hayatınızda bütün nimetlerinizi
yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla safa sürdünüz. Artık bugün alçaltıcı bir azab
ile cezalandırılacaksınız" (Ahkaf 20) dediğini işittim" demiştir.
Cimri zenginlerin başına öyle zamanlar gelir ki, hiç mal gelmez ve
malı mülkü, ev eşyası, alacakları olduğu halde borç alacak, rehin verecek kadar
muhtaç kalır.
O halde bir dirhemi bile kalmayan ve yardım etmekten kendisine bir
lokma bile kalmayan (Resulullah'ın) hali nice olur?
Müslümanlar ve Ashabın servet sahipleri onun yiyecek ihtiyacını o
söylemez ve onlara bunu açmazken nasıl bilebilirler?..
Bazan biz bu durumu, kendimizde ve başkalarında da görebiliriz.
Mesela bazan biz birşeye ihtiyacı olan birini görürüz. Bu adam ne çocuğuna, ne
ailesine ne de komşusuna gidip birşey söylemez, kıymetli şeylerini satar, uzak
ve yabancı kimselerden borç alır.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) zırhını yahudiye rehin
bırakmıştır, çünkü yahudiler Resulullah zamanında gıda maddeleri satarlardı.
Müslümanlar ise, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendilerini
ihtikardan (stokçuluktan) nehyettiği için yiyecek satmazlardı.
Bu hadiste, onları inkara sevkedecek ne var ki buna şaştıklarını
izhar ediyorlar, hatta dinsizler bundan dolayı (rehin hadisinin ravisi) el-A'meş'i
hadis uydurmakla itham ediyorlar?!
27- Kıyasın İptal Ettiğini Söyledikleri Bir Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Amr b. el-As'a
(r.a.) bir topluluk arasında hakimlik yapmasını emrettiğini, Amr b. el-As'ın
Rasuluüaha: "Sen varken mi hakimlik yapacağım?" dediğini,
Resulullah'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) da cevaben: "Onların
aralarında hüküm ver. Eğer (hükmünde) İsabet edersen sana on sevap, hata
edersen bir sevap var" dediğini rivayet ettiniz.
Allah'ın (sizin dediğiniz şekilde) sevab vermesi caiz değildir.
Çünkü Amr'ın hakikata uygun olan ile, hatalı olan içtihadı aynı icühaddır. Onun
verdiği hükümde isabet etmesi şart değildir. Ona gereken sadece ictihad
etmektir. O doğruya isabet ederken olduğu gibi hatalı bir ictihad yaparken de
aynı şekilde çalışmakta, bu işe aynı şekilde eğilmekte ve ehemmiyet vermekte ve
aynı derecede meşakkate katlanmaktadır. O halde neye göre iki ictihaddan
birisine bir, diğerine on sevab verilecek?
CEVAB: Biz deriz ki, doğruya muvafık olan bir ictihad, hatalı bir
ictihad gibi değildir. Eğer bu ictihad, istinad ettiği (çalışma, gayret,
meşakkatlara katlanma gibi) esaslara göre değerlendirilseydi. Yahudiler,
Hristiyanlar, Mecusiler ve Müslümanlar (keza) çeşitli fikir ve görüş sahipleri
de ictihad edip kendilerini ve kafalarını yorduktan sonra, şahsi kanaatlarına
göre kendilerinin haklı, muhaliflerinin ise hatalı oldukları neticesine
vardıkları zaman- birbirinden farksız olurlardı.
EBU MUHAMMED: Lakin, biz deriz ki, her ferdin içtihadının ötesinde,
bir de Allah'ın tevfiki (muvaffak kılması) mevzuubahistir. Bu mevzuda söz uzar.
Burası ise onun yeri değildir.
Eğer adamın biri, kaybolan herhangi birşeyini araştırması için iki
adam gönderse ve onlara aramakta son gayretlerini ve ciddiyetlerini göstermelerini
emretse, buldukları takdirde onlara mükafat vereceğini vaadetse, onlardan
birisi aramak için elli fersah yol gitse, kendini yorsa, geceyi uykusuz geçirse
fakat eli boş dönse, diğeri ise rahat bir şekilde bir fersah yol gitse ve
kaybolan şeyi bularak geri dönse evvelkinin, kayıp eşyayı bulandan daha çok
meşakkatlara katlanmış olmasına, gayret etmesine rağmen- bol atiyye ve ihsana,
bu iki adamdan, mutlaka kaybolan şeyi bulan hak kazanır.
Eğer (çalışma ve gayret bakımından) eşit olurlarsa, (mükafatın,
bulana veyahut da, isabet eden müctehide) verilmesi evleviyyetle caiz olur.
İnsanlar amel bakımından eşit olabilirler. Allah da bunlardan
dilediğini üstün kılar. Çünkü kimsenin Allah (C.C.) üzerinde ne bir alacağı ne
de ondan yana (isteyeceği) bir hakkı vardır.
EBU MUHAMMED: İncil'de okudum. Hz. İsa (A.S.), havarilerine şöyle
demiştir: "...Gökyüzünün melekutu, bir adama benzer. Adam sabahın alaca
karanlığında üzüm bağı için amele tutmak ister. Her bir ameleye günde bir dinar
vereceğini söyler. Sonra ameleleri bağa salar. Üc saat sonra çıkar dolaşır ve
çarşıda (işsiz) boş gezenleri görür ve: ''Siz de bağa gidin, muhakkak ben size
layık olan ücreti vereceğim" der. Onlar giderler. Altı saat sonra, dokuz
saat sonra ve onbir saat sonra hep çıkar ve aynı şekilde davranır. Akşam olunca
kahyasına: "İşçilere ücretlerini ver, sonra en son gelenden başla, ilk
gelenlere kadar tekrar ver. Verirken aralarını eşit kıl?" der. (İşçiler)
haklarını alınca, bağ sahibine kızarlar ve: "Şu en son gelenler sadece bir
saat çalıştıkları halde, ücrette onları bize eşit kıldın." derler. Bağ
sahibi: "Şüphesiz ben size zulmetmedim (hakkınızı yemedim). Size şart
koştuğum ücreti verdim. Diğerlerine ise cömerd davrandım. Mal benim malım,
dilediğimi yaparım" der. İşte böylece evvelkiler sonuncu, sonuncular da
birinci olmuş olurlar
28- Birbirine Uymadığını Söyledikleri İki Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Kim bir
iyilik yapmağa karar verir, o iyiliği yapamazsa, ona sadece bir sevab yazılır.
Kim bu iyiliği işlerse (o takdirde) ona, on sevab yazılır. buyurduğunu, (başka
bir hadiste de): "Kişinin nlyyeti amelinden hayırlıdır. dediğini rivayet
ettiniz.
Birinci hadiste niyyet, amelden aşağı bir derecede: ikinci hadiste
ise niyyet amelden üstün olmuş oluyor. Bu ise bir çelişki ve tutarsızlıktır.
CEVAB: Biz deriz ki burada -Allah'a hamdolsun- herhangi bir
çelişki yoktur. Bir iyilik yapmağa niyetlenen onu yapmadığı zaman, onu yapan
kimseden farklıdır. Çünkü iyilik yapmağa niyetlenen onu yapmamıştır, iyiliği
yapan ise, onu yapmadan, önce niyyet eder, sonra (o) iyiliği yapar.
"Kişinin niyyeti, amelinden hayırlıdır." sözüne gelince:
Hiç şüphesiz Allah mü'mini, niyyeti ile ebedi Cennetlik kılar, ameliyle değil!
Eğer ameline göre mükafat verilseydi, o kimsenin (Cennette) ebedi olmaması
gerekirdi. Çünkü o, muayyen seneler müddetince amel etmiştir. Onun karşılığı
da, ya amel ettiği müddet kadar, ya da onun birkaç misli olur. Halbuki Allah
onu, niyyeti ile ebedi kılar. Çünkü o, eğer Allah kendisini ebediyyen baki
kılacak olsaydı, ebediyyen Allah'a itaat etmeğe niyyet etmişti. Ne zaman onu bu
niyyeti ile vefat ettirirse, onun karşılığını verir.
Kafir de böyledir. Niyyeti amelinden kötüdür. Çünkü o -eğer Allah
kendisini ebedi kılacak olsaydı- küfürde kalmağa niyyetlidir. Allah da onu, bu
niyeti ile öldürünce, bu niyetine göre onu cezalandırır.
29- Dediklerine Göre
Kur'an'ın Ve Düşüncenin Yalanladığı Bir Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın, (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Bedir kuyusu
başında durup, "Ey Utbe b. Rabia, ey Şeybe b. Rabia, ey fülan, ey fulan..!
Rabbinizin size va'dettiğini hak olarak buldunuz mu? Biz Rabbimlzin bize
va'dettiğini hak olarak bulduk" dediğini, kendisine (ölülerle mi konuşuyorsun?)
denilince, "Nefsim elinde olana yemin ederim ki onlar, sizin İşittiğiniz
gibi (söylediklerimi) işitirler. dediğini rivayet ettiniz. Halbuki Allah (C.C.)
kendisine; "...sen kabirde bulunanlara sesini duyuramazsın..." (Faür 22) ve "...muhakkak ki sen ölülere
işittiremezsin.' (Rum 52) buyurmuştur. Sonra Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) Ahzab günü: "Ey çürümüş cesedlerin ve fani ruhların Rabbİ olan
Allahım!" dediğini,
İbn-i Abbas'a (r.a.), ruhların cesedlerini terkedince nerede
bulundukları, çürüyünce cesedlerin nereye gittiği sorulunca: "Lambanın
ışığı, lamba sönünce nereye gider, göz kör olunca, görme duyusu nereye gider ve
hastalanınca, sağlam vücud nereye gider?!" dediğini rivayet ettiniz.
Bunlar hiçbir yere gitmezler. İşte cesedi terkettiği zaman ruhlar
da böyledir. Bu ise ne Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem),
"Şüphesiz onlar sizin işittiğiniz gibi işitirler, sözüne, ne de sizin
kabir azabı ile ilgili rivayetinize benzemektedir.
CEVAB: Biz deriz ki: Akıl, düşünce (nazar), Kur'an ve Hadise göre;
Allah'ın cesedler çürüdükten, kemikler parçalandıktan sonra kabirdekileri
diriltmesi nasıl mümkün ise; yine akıl, düşünce, Kur'an ve Hadis'e göre onların
öldükten sonra Berzah aleminde azab olunmaları da doğrudur.
Kur'an'a gelince: Allahu Teala şöyle buyurur: "Onlar sabah ve
akşam ateşe arzedilecekler. Kıyamet koptuğu gün de: "Fir'avunun kavmini en
şiddetli azaba sokun." denilecektir. (Mü'min, 46) Onlar öldükten sonra -Kıyameten önce- sabah
akşam ateşe sokulurlar. Kıyamet günü ise, azabın en şiddetlisine duçar olurlar.
Yine Allah (c.c.): "Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler
sanma. Doğrusu onlar Rableri katında diridirler, cennet meyvalarından
rızıklanırlar. Onlar Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı
sevinçlidirler ve arkalarından kendilerine şehidlik rütbesi ile katılamayan
mücahidler hakkında şunu müjdelemek isterler: Onlara hiçbir korku yoktur ve
onlar mahzun da olmayacaklardır." (Al-i İmran 169, 170) buyurmuştur.
Bu, Allah'ın Bedir şehidlerine has kıldığı birşeydir. Onların cesedleri,
kanalın kazılması esnasında taptaze olarak çıkarılmıştı. Öyle ki birisi:
"Bunu gördükten sonra artık hiçbir şeyi inkar edemeyiz (inkarcı
olamayız)" demiştir.
Bana Muhammed b. Ubeyd, İbn-i Uyeyne'den, o da Ebu'z-Zubeyr'den, o
da Cabir'den (r.a.) tahdis etti ki (Cabir şöyle) demiştir: Muaviye (r.a.)
kazdırmış olduğu kaynağın suyunu (kanal ile) akıtmak istediği vakit -Süfyan b.
Uyeyne bu kaynağın Medine'deki Ebu'z-2iyad suyu olduğunu söylemiştir-
Medine'de, "Kimin harpte öldürülmüş bir kimsesi varsa, ölüsün(ü almağ)a
gelsin" diye ilan ettiler. (Cabir) dedi ki: Biz de Bedir Şehidlerine
gittik. Birisinin ayağına bel isabet etmiş ve kanı damlamış olduğu halde onları
(katılaşmamış bir halde) taptaze çıkardık. Ebu Said el-Hudri (bu hadise
karşısında): "Bundan sonra ebediyyen hiçbir münkir inkarcılık edemez"
dedi.
Aişe b. Talha rüyasında babasını görmüş, babası ona: "Ey
kızcağızım! Benim yerimi değiştirin. Rutubet bana zarar veriyor." demiş.
Kızı otuz veya ona yakın sene sonra, babasını taptaze, hiç bozulmamış bir
halde, bu ıslak yerden çıkarmış ve Basra'da, el-Hicriyyin'e defnetmiştir.
Babasının (kabirden) çıkarılması işini, Abdurrahman b. Selame
et-Teymi üzerine almıştır.
Bunlar o kadar meşhur şeylerdir ki, gözle görmüş olmamızdan farksızdır.
O halde, bu şekilde şehidlerin diri olup, Rableri katında rızıklanmaları caiz
olunca, keza onların ferahlanmaları ve sevinmeleri caiz olunca, onlarla
harbeden ve onları öldüren düşmanlarının da diri olup, ateşle azaba uğramaları
niçin caiz olmasın?!
Onların diri olmaları, mümkün olunca, işitmeleri niçin mümkün
olmasın? Üstelik bunu Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bildirmiştir ve
onun sözü mutlaka doğrudur.
Hadislere gelince : Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
Cafer b. Ebi Talib hakkında: "O, cennette meleklerle beraber
uçmaktadır." buyurması, onu "zu'I-cenahayn=iki kanatlı" diye
isimlendirmesi Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Münker ve Nekir
(melekleri) ve kabir azabı hakkındaki birçek hadisleri ve "Hayatın ve ölümün
fitnesinden[573] kabir azabından ve Mesih Deccalın fitnesinden sana
sığınırım." diye Allah'a dua etmesi, bu kabil hadislerdendir.
Bu hadisler sahihtirler, (insanların) bu gibi hadisleri uydurmak
için ittifak etmeleri mümkün değildir. Eğer bu gibi hadisler sahih olmayacak
olsa, dinimizle ilgili hiçbir şey ortada kalmazdı. Peygamberimizin haber
verdiklerinden daha doğru hiçbir şey olamaz.
Cenab-ı Hakk'ın: "...muhakkak ki sen ölülere sesini
duyuramazsın." (Rum 52) ve "...sen kabirde bulunanlara sesini duyuramazsın."
(Fatır 22) ayetlerine gelince: Onların dediklerinin bu ayetle hiçbir alakası
yoktur. Çünkü burada ölüler sözüyle cahiller kasdedilmiştir ki onlar da kabir
ehlidir.
Yani Allah (C.C.) ayette demek istiyor ki: Sen Allah'ın cahil
kıldığı kimseye hidayet namına birşey anlatamazsın. Ve yine Allah'ın
sağırlaştırdığı birine de hidayeti işittiremezsin.
Bu ayetlerin baş tarafları bizim dediklerimizi isbat eder. Çünkü
bu ayetin başında '...a'ma ile gözleri gören bir olmaz." (Fatır, 19)
Cenab-ı Hak, A'ma ile kafiri, gözleri gören ile mü'mini kasdetmektedir.
Karanlıklarla, aydınlık da bir olmaz." (Fatır 20} -Cenabı-Hak, karanlıklar
ile küfrü, aydınlık ile de imanı kasdediyor. Ne de gölge ile sıcaklık bir
olur." (Fatır 21) Gölge ile
Cenneti, sıcaklık ile de Cehennemi kasdediyor.- Dirilerle ölüler, hiç de bir
olmaz." (Fatır, 22) Dirilerle, akıl sahiplerini, ölülerle de cahilleri
(beyinsizleri) kasdediyor.
Ve sonra da: "...Doğrusu Allah dilediği kimseye işittirirse
de, sen, kabirde bulunanlara sesini duyuramazsın." (Fatır, 22)
buyurmuştur. Yani Allah (C.C.) şunu kasdetmiştir: "...Sen, kabirdeki
ölülere benzeyen cahillere işittiremezsin." Buna benzer misaller Kur'an'da
pekçoktur.
Cahillere misal olarak verdiği ölüler ile. Bedir şehidlerini
kasdetmemiştir ki, onlarla bizim aleyhimize delil getirilsin! Bedir şehidleri,
Allahu Teala'nın da buyurduğu gibi, Rableri katında diridirler.
"Ey çürümüş cesedlerin ve fani ruhların Rabbi olan
Allahım!" sözüne gelince: Bu söz insanların bilgilerine ve müşahadelerine
nazaran söylenmiş bir sözdür. Çünkü insanlar, birşeyi, ortadan kalkınca, boş ve
fani sayarlar. Hakikatte o şey Allah katında malumdur ve fani değildir.
Görmüyor musun, eti budu yerinde, iri vücudlu sağlam bir adam, bir
veya iki gün hasta oluverince, bedeninin yarısı veya üçte biri gidiveriyor da,
biz bunun nereye gittiğini bilmiyoruz. Bu, bize göre fani ve hükümsüzdür.
Allahu Teala ise (vücudun) o eriyen giden kısmının nereye gittiğini ve ne
olduğunu bilir.
Keza, büyük cam kapların içinde su günlerce durur ve havanın
sıcaklığı onun bir kısmını, hatta müddet uzarsa tamamını götürür. Camın suyu
çekmesi veya suyun camdan sızması mümkün olmadığına göre, içindeki su nereye
gider, bunu bilemeyiz Allahu Teala ise nereye gittiğini bilmektedir.
Aynı şekilde, üfürerek lambanın ateşini söndürürüz Ateş (sönüp)
gidiyor ve bize göre fani olmuş oluyor. Biz de nereye gittiğini bilmiyoruz.
Allahu Teala ise ateşin nasıl gittiğini, nerede bulunduğunu bilmekte
İşte bunun gibi, ruhlar da Resulullah onların (ruhların) yeşil
kuşların kursaklarında illiyyinde, siccinde, olduğunu ve havada birbirleriyle
koklaştıklarını (veya havada gezindiklerini) ve buna benzer şeyler söylediği
halde bize göre fanidir (yok olmuştur.)
30- Çelişik Olduğunu Söyledikleri İki Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Namazda
size en seçkinleriniz imamlık etsin. Çünkü onlar, sizin Cennete gönderdiğiniz
elçilerinizdir. Namazlarınızda kurbanlarınızdır. Önünüze ancak, en
seçkinlerinizi geçirin. buyurduğunu; sonra da: "Her berr (iyi)nin ve Facir
(kötü)nün arkasında namazı kılınız" ve Berr (iyi) olsun facir olsun,
mutlaka bir imam(ın bulunması) şarttır. buyurduğunu rivayet ettiniz. İşte bu,
bir çelişki uyuşmazlıktır.
CEVAB: Biz deriz ki -Allah'ın bir nimeti olara- kburada herhangi
bir tutarsızlık yoktur. Birinci hadisin de, ikinci hadisin de ayrı ayrı yerleri
vardır. Her birisi kendi yerine konulunca tutarsızlık ortadan kalkar.
"Namazda size, en seçkinleriniz imamlık etsin... Çünkü onlar sizin Cennete
gönderdiğiniz elçilerinizdir. Önünüze ancak en iyilerinizi geçirin,"
hadisine gelince: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu hadisinde kabile
ve mahallelerdeki mescid imamlarını ve onların kendilerinden ancak en çok
iyilik yapan, takva sahibi ve alim olanlarını imamlığa geçirmelerini, cahil ve
facirleri geçirmemelerini kasdetmiştir.
"Her berr (iyi)nin ve facir (kötü)nün arkasında namazı
kılınız." ve "Berr (iyi) olsun facir olsun, mutlaka bir imam(in
bulunması şarttır." hadislerine gelince: Bununla Resulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem), insanları biraraya getiren Cuma ve Bayram günlerinde onlara namaz
kıldıran devlet başkanını kasdetmiş;" ona karşı isyan etmeyin, İhtilaf
çıkarmayın, müslüman cemaatından ayrılmayın! Devlet reisiniz facir bile olsa
(ayrılmayın). Çünkü İyi olsun kötü olsun mutlaka bir imam (devlet reisi)
şarttır. İnsanlar ancak böylelikle düzelir ve işleri intizama girer."
demek istemiştir.
Bu, el-Hasen (el-Basri)nin (22-110) "İnsanlara; onlari
(haramdan) meneden bir men edici şarttır. sözüne benzemektedir. el-Hasen,
insanların birbirine zulmetmelerine, doğru olmayan şeyleri işlemelerine, kan
dökülmesine ve haksız yere malların alınmasına mani olacak bir sultan, (devlet
reisi) şarttır, demek istemiştir.
31- Dedıklerine Göre Çelişik İki Hadis..
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Kim malı
uğrunda öldürülürse şehiddir. buyurduğunu, rivayet ettiniz.
Bir de: "Evinin çulu ol (evinden çıkma). Eğer evine
girilirse, sen evinin yüklüğüne (daha içeri) çekil. Oraya da girerlerse, o
zaman "Benim günahım da kendi günahın da senin üzerine olsun!" de ve
"Allah'ın öldürülen kulu ol, öldüren kulu olma. Şüphesiz Allah size
Adem'in iki oğlunu (Habil ve Kabil) misal vermiştir. Bu iki misalden iyisine
uyun, kötüsünü terkedin" buyurduğunu rivayet ettiniz. Bunlar ise birinci
hadise aykırıdır.
CEVAB: Biz deriz ki: Her bir hadisin, öbüründen ayn bir yeri
vardır. Bunlar kendi yerlerine konulunca, uyuşmazlık ortadan kalkar. Çünkü
"Kim malı uğrunda öldürülürse, şehiddir." sözü ile Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), evinde veya yolculuk esnasında malını korumak
için çarpışan ve öldürülen kimseyi kasdetmiştir. Bu sebepten başka bir hadiste:
"Evinde bir karaltı gördüğün zaman sen, iki karaltının (sen ve hırsız) en
korkağı olma!" buyurmuştur. Yani, silahla onun üzerine yürü, demek
istemiştir. Bu birinci hadisin yeri..!
(Gelelim ikinci hadisin yerine..!) "Evinin çulu ol [evinden
çıkma). Eğer evine girilirse, sen evinin yüklüğüne çekil. Oraya da girerlerse o
zaman: "Benim günahım da kendi günahın da senin üzerine olsun!" de.
Allah'ın öldürülen kulu ol, katil kulu olma" hadisine gelince: Bu, şu
demektir: Fitne zamanlarında insanlar görüşlerinde ayrılığa düştüklerinde, iki
sultan birbiri ile çekiştiği ve herbiri başa geçmek istediğinde ve kendisinin
bu konuda naklı olduğunu İddia ettiğinde, bu şekilde hareket et.
Yani Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bu vakitte
evinin çulu ol (evinden çıkma). Ne kılıcını çek, ne de bir kimseyi öldür. Çünkü
sen, iki gruptan hangisinin haklı, hangisinin haksız olduğunu bilemezsin. Sen,
dininin selameti uğruna kendi kanının akıtılmasına razı ol." diyor.
Bu gibi haller için Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Katil de, maktul (öldürülen) de Cehennemdedir. buyurmuştur.
Allahu Teala'nın: "Eğer mü'minlerden iki gurup çarpışırlarsa,
hemen aralarını düzelterek barıştırın. Eğer onlardan biri (razı olmayarak)
tecavüz ediyorsa o vakit tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar
savaşın." (Hucurat, 9) ayetine gelince: Allah savaşmayı bizim hepimize
ancak; ıslah mümkün olmaz da bir taraf tecavüz ederse o takdirde emretmiştir.
Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Evinden çıkma" emri ise
bir iki veya üç kişiye olup, insanlar iki tarafın arasını bulmak için
anlaşamazlarsa, o takdirde bizim evimize çekilmemizi ve mallarımız ve
canlarımızla (onları feda etme bahasına) dinimizi korumamızı emretmiştir.
32- Dediklerine Göre Düşünce Ve Hadisin Yalanladığı Bir Hadis...
İDDİA: el-A'meş'in Amr b. Murra'dan, onun da Ebu'l-Bahteri'den,
Ali'nin (r.a.): "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) beni aralarında
hükmetmem için Yemene gönderdi. Ben kendisine: "Benim hakimlik hakkında
bir bilgim yoktur." dedim. Eliyle göğsüme vurdu ve, "Ey Allahım, onun
kalbini doğruya yönelt, lisanını (hak üzre) sabit kıl!" dedi. O zamandan
beri, şu oturduğum yere oturuncaya kadar, hiçbir meselede şüpheye
düşmedim." dediğini rivayet ettiniz.
Sonra da, Hz. Ali'nin, çocuk doğurmuş olan cariyeler hakkında
değişik görüşleri olduğunu önce bir şey söylediğini, sonra ondan caydığını...
Hem, "Kim Cehennemin dibine dalmak istiyorsa, dede (nin
mirası) hakkında görüşünü beyan etsin..'* dediğini, halbuki kendisinin, dedenin
mirası hakkında farklı hükümler verdiğini,
İbn-i Abbas'ın bir fetvası kendisine ulaştıktan sonra, mürtedleri
(müslüman olduktan sonra İslam'dan dönenleri, evvelce) yaktırdığına pişman
olduğunu.
İçki içmiş olan birine seksen sopa vurduğunu, adamın (sopadan)
öldüğünü, Hz. Ali'nin, adamın diyetini verdiğini ve: "Onun diyetini
verdim. Çünkü bu, bizim aramızda takdir ettiğimiz bir şeydir." dediğini
rivayet ettiniz. Halbuki kendisi, Hz. Ömer'e, içki içene seksen sopa
vurdurmasını söylerdi.
Keza, Hatıb'ın cariyesinin recmedileceği kanaatına varmış, fakat
Osman'ın (r.a.) "Had (cezası) ancak böyle bir cezadan haberdar olana gerekir"
sözünü duyunca -ki bu cariye de böyle bir had bulunduğunu bilmiyordu, zira arap
değildi onun görüşüne uymuştur.
Zeyd b. Sabit (r.a.) de mükateb (anlaşmalı) köle hakkında onunla
münakaşa etmiş ve Hz. Ali'yi (r.a.) susturmuştur.
Hakemeyn (iki hakem) hadisesi hakkında da (Hz. Ali) şöyle
demiştir: "Öyle bir tökezleyiş tökezledim ki, toparlanamadım. Bundan sonra
aklımı kullanıp, düzeleceğim. Dağılıp, parçalanmış görüşü de,
birleştireceğim."
Davud b. Ebi Hind (-140), eş-Şa'bi'den (17-104) naklederek, Hz.
Ali'nin, (bir defada yapılan) üç talakın (tekrar nikah yenilemeyi) haram
kılacağı görüşünden (hırsızın) elinin parmaklarının dibinden kesilmesi ve
hırsızlık yapan çocuğun parmaklarının tahriş edilmesi görüşlerinden döndüğünü
anlatmıştır.
Yine, Allah (C.C.): "...İçinizden adalet sahibi iki erkeği
şahid yapın." (Talak 2) ve "...Doğruluğuna güvendiğiniz
şahitlerden.." (Bakara 282) buyurduğu halde; çocukların birbiri hakkındaki
şehadetlerini kabul etmiştir.
Sabah namazında Kunut duasında da bazı adamların isimlerini yüksek
sesle okumuştur.
Keza, (bir kadını öldüren) katilin vereceği diyetin yarısını
öldürülenin akrabasından almış, tek gözü kör olan adama yapılacak kısasta, göz
diyetinin yarısını almıştır...
Bayram namazı için imam (şehir dışındaki) musallaya (namazgaha)
çıktığında şehrin merkez camiinde düşkünlere bayram namazı kıldırması için bir
adamı bırakmıştır.
Bütün bunlar, Hz. Ali'nin (r.a.) bütün fakihlere, kadılara ve
kendi emsali olan bütün ümeraya muhalefet ettiği noktalardır. Bunlar, onun
"...Şu oturduğum yere oturuncaya kadar, hiçbir meselede şüpheye
düşmedim." sözüne hiç uymamaktadır. Resulullah'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem), onun dilini ve kalbini (hak üzre) sabit kılmasına dair duasına da
uymamakta, bilakis dediğinin aksine sanki Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem), kendisinin aleyhine dua etmişe benzemektedir.
CEVAB: Biz deriz ki: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem),
onun lisanının ve kalbinin sabit kılınması için dua ettiğinde; Hz. Ali'nin ebediyyen
hataya düşmeyeceğini, yanılmayacağını, unutmayacağını ve hangi halde olursa
olsun, asla hata yapmayacağını kasdetmemişür. Çünkü bu sıfatlar,
yaratılmışların sıfatları değildir. Bunlar ancak, Halik (Yaratıcı) Azze ve
Cellenin sıfatlarıdır.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Allah'ı en iyi bilendir,
Allah'a neyin dua edilmesinin caiz olduğunu neyin caiz olmadığını, Allah
mahlukatı üzerine Ölümü takdir etmişken, birinin ölmemesine ve yine Allah
ihtiyarlamayı insanın terkibine ve yaratılışının aslına yerleştirdiği halde, o
kimsenin yaşadığı müddetçe ihtiyarlamamasına dua etmenin caiz olmadığını en iyi
bilendir.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bizzat kendisi
yanılabilirken ve Kur'an'dan birşeyi unutabilir ve Allah kendisine:
"Bundan böyle sana Kur'an'ı okutacağız da unutmayacaksın" (A'la, 6)
buyururken, Keza, Bedir günü fidye almayı kabul ettiğinde, Eğer Allah'ın
geçmişte verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı mutlaka size
büyük bir azab dokunurdu." (Enfal 68) ayeti inmişken ve "Eğer azab
inseydi, Ömer'den başka kurtulan olmazdı" buyururken -Çünkü Ömer (r.a.)
esirlerin öldürülmesini ve fidye alınmamasını teklif etmişti- nasıl olur da Ali
(r.a.) için bu (Halik'a yaraşır) sıfatlar için dua eder ve Ali de onun duası
ile bu sıfatlara nail olur?!
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Ahzab savaşı günü,
Medine'nin meyvalarının bir kısmını verme karşılığında müşriklerden korunmak
istemiş ve Ensar'dan bazıları (ileri geri konuşup) ona sitem etmişlerdi.
Neredeyse, sempatilerini kazanmak için, müşriklerin istediklerini kabul
edecekti ki Allah (C.C.), "Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık az daha
sen onlara meyledip sempati duyacaktın. O takdirde dünya ve ahiret azabını iki
kat olarak sana muhakkak tattıracaktık. Sonra bize karşı, kendin için hiçbir
yardımcı bulamayacaktın." (İsra 74, 75) ayetini indirdi.
Hata ve unutma hususunda geçmiş peygamberler de işte böyledir.
Bunları tek tek anlatmak uzun sürer, çok (vakit) alır. Bunlar bilenlerin
malumudur.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Ali'ye (r.a.) sadece;
onun (her zaman değil) ekseriya doğru üzerinde olması ve hüküm verirken, çoğu
zaman hakkı söylemesi için dua etmiştir.
İbn-i Abbas'a (r.a.), "Allah'ın ona te'vil'i öğretmesi, ve
onu dinde anlayışlı kılması" hususunda ettiği dua da bunun gibidir. İbn-i
Abbas, Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu duasına rağmen, Kur'an'ın
tamamının te'vilini (tefsirini) bilmiyor ve "Hanan nedir?, el-evvah
nedir?, el-ğıslin nedir?, er-Rakim nedir? bilmiyorum." diyordu.
İbn-i Abbas'ın, beğenilmemiş ve terkedilmiş pekçok fıkhi görüşleri
vardır. Mesela: Mut'a nikahı(na cevaz vermesi), sarf ve iki kardeş cariyenin
ikisi ile bir anda evlenilmesi gibi hususlardaki görüşleri böyledir.
Üstelik, Peygamberlerin de, dua edip istedikleri şeylerin hepsi
kabul edilmiş değildir. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Ebu Talib
için dua eder, onun günahlarının bağışlanmasını Allah'tan isterdi. Bunun
üzerine: "Müşriklerin Cehennemlik oldukları müminlere belli olduktan sonra
-bunlar akraba bile olsalar- artık onlar için ne Peygamberin, ne de mü'min
olanların mağfiret dilemeleri doğru değildir." (Tevbe, 113) ayeti nazil
oldu.
Aynı şekilde, "Allahım kavmime hidayet ver. Çünkü onlar
(hakikati) bilmiyorlar." demesi üzerine, "(Ey Rasulüm) doğrusu sen,
istediğine hidayet veremezsin. Fakat Allah dilediği kimseye hidayet
verir." (Kasas, 56) ayeti nazil olmuştur.
Üstelik Ali'nin (r.a.) görüşlerinin hepsi de terkedilmiş ve hatalı
olduklarına hükmedilmiş değildir. Onun görüşlerinin en hatalısı; çocuk doğurmuş
olan cariyelerin satılabileceği görüşüdür. Halbuki çocuklu cariyeler Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) zamanında ve Ebu Bekr'in hilafeti zamanında ancak
borç sebebiyle ve zaruret halinde satılırdı.
Daha sonra çocuklu cariyeler (alınıp satılan) bir mülk olduğu
takdirde, muhtelif sebeplerle çocuklara anaları cihetinden, utanç ve ayıp
gelmesin diye Hz. Ömer, çocuklarından dolayı, (çocuk sahibi) cariyelerin
satılmasını yasaklamıştır.
Müslümanlar cariyenin ancak, satmak, hibe edilmek veya azad edilmek
suretiyle sahibinin mülkiyetinden çıkabileceği üzerinde icma etmişlerdir.
Çocuklu cariyeler hakkında ise bunların hiçbirisi mevzuubahis değildir. Sahibi
ölesiye kadar, onun hakkında cariyelik hükümleri caridir.
Çocuk ne gibi bir sebeple, cariyenin satılması hükmünü
kaldırabilir? Bu ancak, Ömer'in uygun gördüğü birşey (=istihsam) dir. Bununla
Ömer (r.a.) çocuklara iyilikte bulunmak istemiştir.
Biz ne bu görüşteyiz ne de bu inançtayız. Lakin biz cariyenin
satılması konusunda Ali'nin delilini ve ondan öncekilerin bu satışı mutlak
olarak caiz görmelerine dair delillerini göstermek istedik.
Bu adamlar, Hz. Ali'nin latif, gamız (kapalı), ince ve
benzerlerinden önde gelen sahabelerin bile aciz kaldıkları hükümlerini nereden
anlayacaklar,!
(Hz. Ali'nin bu latif ve ince hükümlerinden) Mesela: Birinin
gözüne tokat vurulunca veya gözü çıkarılınca veya göze görmeyi zayıflatan
birşey isabet ettiği zaman, suçlunun gözünün beyaz (Cornea) tabakasına çizgiler
çizilerek cezalandırılmasına hükmetmesi, keza birinin dili kesildiği ve dil
konuşma kabiliyetini biraz kaybettiği zaman, "Hurufu mukattaa" ile
hüküm vermesi gibi..
Yine Kansa (çimdiren kız), el-kamısa (tepinen kız) ve el-vakısa
(boynu kırılan kız) hakkındaki verdiği hüküm de böyledir: Bunlar üç komşu kız
imiş. Oyun oynarlarken biri diğerinin üzerine binmiş. Üçüncüsü alttakini
çimdiklemiş. Üzerine binilmiş olan tepinmiş ve kendisinin üstüne binmiş olan da
yere düşüp boynu kırılmış.
Ali (r.a.) diyeti üçe taksim etmiş ve arkadaşının üstüne binenin hissesini
düşmüştür. Çünkü o, boynunun kırılmasına kendisi sebep olmuştur.
Keza, bir temizlik müddeti içerisinde (=fi tuhrin vahid) aynı
kadınla cinsi münasebette bulunan ve kadının dünyaya getirdiği çocuk hakkında
hüküm vermesi için Hz. Ali'ye gelen iki adam hakkındaki hükmü de böyledir:
Adamların ikisi de çocuğun kendisine aid olduğunu iddia ediyorlardı. Hz. Ali,
çocuğun, ikisinin birden çocuğu olduğuna, çocuğun o iki adama, o iki adamın da
çocuğa varis olacağına, bu iki adamdan birisi ölünce de çocuğun diğerine aid
olacağına hükmetmiştir.
Hammad'm, İbrahim'den, onun da Ömer (r.a.)'den rivayet ettiğine
göre, Hz. Ömer de bu hususta Ali'ye (r.a.) muvafakat ederek aynı şekilde hüküm
vermiştir.
O Ömer ki, Kur'an onun verdiği hükümlere (uygun olarak) inerdi.
Şeytan onun gölgesinden bile korkardı. Sükunet ve ölçülülük onun lisanında
zuhur ederdi.
Hz. Aişe (r.anha) Ömer'i anlatarak derdi ki: 'Vallahi o işbilir ve
becerikli idi. Bir benzeri yoktu. İşlerin başına layık olanlarını getirmiştir.
Bununla Hz. Aişe (r.anha) onun hüsnü siyasetini (isabetli bir politika takıb
ettiğini) kasdediyor.
Muğira (b. Şu'be) onu şöyle anlatıyor: Vallahi o, aldatmayacak
kadar faziletli ve aldatılamıyacak kadar da akıllı idi.
el-Ahnef b. Kays ( -67 veya 72) da onun (r.a.) hakkında: 'Vallahi
o, ileride olacak bir şeyi; bizim olanı bildiğimizden daha iyi bilir!"
derdi. Yani: Onun tahminlerinde isabetli olduğunu, hataya düşmediğini
kasdediyor.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) da onun hakkında:
"Her ümmetin ilham alan (=muhaddesin) veya kendisine doğrunun ilham
edildiği kimseleri (=murawa -in)
vardır. Eğer bu ümmette de böyle birisi olsaydı, o Ömer olurdu."
buyurmuştur.
Sariye b. Zuneym ed-Dueli ye, "Ey Sariye! dağ (a), dağ
(a)!" demiş ve o esnada (kilometrelerce ötede) düşmanla karşı karşıya olan
Sariye Hz. Ömer'in bu sözünü kalbinde hissetmiş ve hemen dağa arkasını vererek
düşmanla tek taraftan savaşmıştır.
Bu kadar meziyetlerine rağmen Ömer (r.a.): "Ali'nin kendisini
ikaz ettiği bir hükmü hakkında: "Eğer Ali'nin ikazı olmasaydı, Ömer
mutlaka helak olurdu." demiştir. Yine Ömer. "EBu Hasen'in bulunmadığı
her güç meseleden Allah'a sığınırım." derdi.
Bize ez-Ziyadi tahdis etti (ve) dedi: Bize Abdulvaris, Yunus'dan,
o da el-Hasen (el-Basri)den rivayet etti ki: Hz. Ömer'e, çocuğunu altı ayda
doğuran bir kadın getirildi. Ömer, kadını zina suçuyla ithama kalkışacaktı ki
Ali (r.a.) ona: "Bu (altı ayda doğum) bazan olabilir. Nitekim Allahu Teala
da, "Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi müddeti otuz
aydır." (Ahkaf 15) ve "Anneler çocuklarını tam iki yıl
emzirsinler." (Bakara 233) buyurmuştur." dedi. (Yani Birinci ayetteki
otuz ay'dan, ikinci ayetteki iki yıl (= yirmidört ay) çıkarılınca geriye altı
ay kalır. Demek ki altı aylık çocuk olabilir.)
33- Çelişik Dedikleri İki Hadis...
İDDİA: Rasululah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Tek
başına yolculuk eden şeytandır. İki kişi olarak yolculuk eden de iki şeytandır.
Üç kişi ise bir kafile (birlik) sayılır. buyurduğunu; sonra da,
"Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) elçi (haberci) leri tek
başına yolladığını," yine "Kendisinin, hicret etmek için Ebu Bekr ile
(iki kişi olarak Mekke'den) çıktığını. rivayet ettiniz.
Tek başına yolculuk eden nasıl şeytan olur? Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), ya onun şeytan menzilesinde (derecesinde) olduğunu;ya da o
kimsenin şeytana tahavvül ettiğini (dönüştüğünü) kasdetmiş olmaktan -ki bu da
mümkün değildir- hali değildir.
CEVAB: Biz deriz ki: O (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Tek
başına yola Çıkan şeytandır." sözü ile tek kişinin yalnızlığını ve korku
içinde oluşunu kasdetmiştir. Çünkü yırtıcı hayvanların ve hırsızların kendisine
karşı heveslendikleri gibi, şeytan da ona karşı heveslenir. Tek başına yola
çıktığı zaman şeytana hedef olur, bütün saldırgan ve yırtıcı hayvanlara ve
hırsızlara hedef teşkil eder. (Onu tek başına yola çıkmağa sevketmekle) sanki
şeytan o kimsede temessül etmiş gibidir.
Sonra "..İki kişi olarak yola çıkan da iki şeytandır."
buyurmuştur. Çünkü onların herbiri de ayrı, ayrı. bu tehlikelere maruzdur.
Dolayısıyla ikisi de şeytandır. Üç kişi birden yola çıkarlarsa, yalnızlık ve
korku ortadan kalkar. Alışkanlık meydana gelir. Onlara zarar vermek isteyen
bütün heveskarların hevesleri kursaklarında kalır.
Arabın lisanı, ima, işaret ve benzetmelerle doludur. Mesela: Hiç
kılıç kuşanmadığı halde birine "fulan tavilu'n-nicad'dır"(Yani
fulanın kılıcının kınının kayışı uzundur) derler. en-nicad, kılıç kınlarının
kayışlarına denir. Bu sözleriyle o kimsenin uzun boylu olduğunu kasdederler ve
kılıcının kayışının uzunluğu ile boyunun uzunluğuna işaret ederler. Çünkü kısa
bir kılıç kayışı, uzun boylu bir adama uymaz.
Yine: "fulan, külü çok bir adamdır." derler.. Halbuki
adamın ne evinde, ne de kapısının önünde kül vardır. Onlar bununla, o kimsenin
çok misafirperver olduğunu, evinde ateşin devamlı yandığını kasdederler. Ateş
çok yanarsa tabiatıyla külü de çok olur.
Allah (C.C.) da Kur'an'da "Meryem oğlu Mesih ancak bir
peygamberdir. Ondan önce birçok peygamberler geçti. Anası çok doğru bir
kadındı. İkisi de yemek yerlerdi." (Maide 75) buyurmuştur... Onların
ikisinin yemek yemesiyle, bize onların yaratılmış (mahluk) olduğunu ima
etmektedir. Çünkü yiyip içen her varlığın yaratılmış olması zaruridir. (Çünkü
yeme içme yaratılmışların sıfatıdır.)
Cenab-ı Hak, müşriklerin Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
hakkında: "Bu peygambere (!) ne oluyor? Yemek yiyor, çarşılarda
geziyor"(Furkan 7) dediklerini bize hikaye etmiştir. Allah onun çarşılarda
dolaşmasını; insanların karşılamak için çarşılara gittikleri ihtiyaç
maddelerinden kinaye olarak zikretmiştir. Çünkü müşrikler, sanki, peygamber
olarak gönderdiği zaman Allah'ın onu; insanlardan ve insani ihtiyaçlardan
müstağni kılacağını zannediyorlardı.
Onların, "Elçi (haberci)leri tek başına gönderirdi, "demelerine
gelince: Elçi (haberci) kendisiyle bir beldeden diğerine mektub gönderilen
kimsedir. Ona el-feyc de derler. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) onu
bir yerden diğerine tek başına gönderir ve ona; yolda kendileriyle beraber
olacağı, onlarla yalnızlığını gidereceği arkadaşlara katılmasını emrederdi. Bu,
insanların her zaman yapageldikleri birşeydir. Bir mektup yazıp da onu eiçi ile
uzak bir beldeye göndermek isteyen birinin; Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem): "Bir kişi şeytandır.İki kişi şeytandır. Üç kişi ise kafile
(birlik) dir." dedi, diye üç adam kiralaması gerekmez. Bu (yalnız yola
çıkmamak) ancak elçinin vazifesidir. Yola çıktığı zaman elçinin yol arkadaşları
araması ve yalnızlıktan sakınması gerekir.
Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Ebu Bekr ile hicret
edeceği zaman (iki kişi olarak) yola çıkmasına gelince, Onların ikisi de, o
vakitte müşriklerin kendilerini öldürmelerinden korkuyorlardı. Bu sebeple (iki
kişi olarak) yola çıkmağa mecbur oldular... Nasıl ki, bir adam yol arkadaşı
bulma ümidiyle evinden tek başına çıkarsa; onların da aynı şekilde bir kafileye
raslayacaklarını ummuş olmaları mümkündür. Fakat sayılarını arttırmaları mümkün
olunca, Ebu Bekr, Benu'd-Dil kabilesinden olan bir rehber kiralamış ve kölesi
Amr b. Fuheyre'yi de yanında götürmüştür. Sonunda dört veya beş kişi olarak
Medine'ye girmişlerdir.
34- Çelişik Dedikleri Iki Hadis...
IDDIA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Allah
hırsıza lanet etsin! Yumurta çalar eli kesilir, İp çalar eli kesilir! buyurduğunu;
sonra da, "Ancak (en az) çeyrek dinar (değerindeki bir eşyanın
çalınmasın)da el kesme cezası uygulanır. dediğini rivayet ettiniz.
Buna göre birinci hadis Haricilerin lehine bir delil teşkil eder.
Çünkü onlar çalınan şeyin değeri az olsun, çok olsun hırsızın elinin
kesileceğini söylüyorlar.
CEVAB: Biz deriz ki: Allah (C.C.), Rasulüne "Erkek olsun
kadın olsun hırsızların yaptıklarına karşılık ve Allahtan bir azab olmak üzere
(sağ) ellerini kesin."(Maide 38) ayetini indirince. Resulullah da (Sallallahu
aleyhi ve Sellem); o anda Allah'ın indirdiği ayetin zahirine bakarak,
"Allah hırsıza lanet etsin; Yumurta çalar eli kesilir, " demiştir.
Sonra Allah kendisine, elin ancak çeyrek dinar veya daha fazla kıymetteki
şeylerden dolayı kesilebileceğini bildirmiştir.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Allah'ın hükmünü ancak, O
bildirdiği zaman bilebilirdi. Allah ona her şeyi birden bildirmiyor, bilakis
tedricen (azar azar) indiriyordu. Cebrail ona Kur'an'ı getirdiği gibi,
sünnetleri de getirmiştir. Bu sebepten "Bana Kitap (Kur'an) ve onun bir
benzeri verildi. buyurmuştur. "..benzeri" ile sünneti kasdetmiştir.
Görmüyor musun Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) İslam'ın
başlangıcında Uraniyyin'in ellerini, ayaklarını kestirmiş, gözlerine mil çektirmiş
ve onları taşlık bir yere attırmış ve neticede ölmüşlerdi. Fakat, sonradan
işkenceyi yasaklamıştı. Çünkü cezalar, o zaman henüz kendisine vahyedilmemiş
idi. Resulullah da (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sözlerinde durmadıkları,
iyiliğe kötülükle karşılık verdikleri, develerin çobanlarını öldürdükleri ve
develeri çalıp götürdükleri için; onları kısasın en şiddetlisi ile
cezalandırmıştı. Sonradan cezalar (hakkında) vahiy gelince, işkenceyi
yasakladı.
Fakihlerden; bu hadisteki yumurtanın, harpte başı örtmeğe yarayan
demir miğfer, ipin de gemi halatı olduğunu söyleyenler vardır ve bunların her
ikisinin de değeri pekçok dinara ulaşır.
Bu te'vil arapçayı ve arapların ifade hususiyetlerini bilenlere
göre doğru değildir. Çünkü bu (hadis) hırsızın çaldığı şeyin değerini
arttırmaya uygun değildir ki, değeri dinarlara varan miğfere veya hırsızın
taşıyamayacağı kadar büyük halata hamledilsin (yüklensin).
Ne Araplar ne de Arab olmayanlar; "Allah falanın yüzünü kara
etsin. Çünkü o, mücevher takmak uğruna kendisini dövülmeğe maruz bıraktı ve bir
çanak misk uğruna, hıyanet cezasına maruz kaldı." demezler... Bu gibi
şeylerde adet, "Allah ona lanet etsin. Eski bir ip veya bir yumak saç veya
eski bir su kabı için elinin kesilmesine razı oldu." denmesidir. Bu
çalınan şeyler ne kadar değersiz ve hakir olursa, söz de o kadar belağatlı
olur.
35- Çelişik Dedikleri İki Hadis..,
İDDİA; Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) fakirlikten
Allah'a sığındığını ve "Senden benim ve mevlamın zenginliğini isterim.
diye dua ettiğini rivayet ettiniz. Sonra da onun: "Ey Allahım! beni miskin
olarak yaşat ve miskin olarak ruhumu al ve beni miskinler zümresi içersinde
haşret" dediğini, keza "Fakirlik mü'min için atın yanağından sarkan
perçemden daha güzeldir." buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu ise bir
tutarsızlık ve çelişkidir.
CEVAB: Biz deriz ki: Allah'a hamdolsun burada herhangi bir
tutarsızlık yoktur. Onlar yorumda yanıldılar ve haksız bir karşılaştırma
yaptılar. Çünkü onlar fakirlikle miskinliğin -ikisi ayrı şeyler olduğu halde-
aynı olduğunu zannetmişlerdir. Eğer/'Allahım beni fakir olarak yaşat. fakir
olarak ruhumu al ve fekirler zümresinde haşret." demiş olsaydı, dedikleri
gibi bu, bir çelişki olurdu.
"Allahım! beni miskin olarak haşret." sözündeki
miskinliğin manası, tevazu ve boyun bükmektir. Sanki Resulullah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) Allah'tan kendisini cebbarlardan ve mütekebbirlerden
kılmamasını ve onların zümresinde kendisini haşretmemesini istemiş gibidir.
"el-meskenetu (miskinlik)" "sükun" kökünden
alınmadır. Bir adam yumuşak huylu olduğu, tevazu gösterdiği, huşu ve hudu
(alçak gönüllülük) sahibi olduğu zaman, "temeskene'r-raculu = adam
miskinleşti)" denilir.
Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), namaz kılan birine
söylediği: "Mütevazi ol, miskin ol, boynunu eğ sözündeki "temesken (=
miskin ol)" emri de " sükun" dan alınmadır. Resulullh
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu sözü ile, huşu sahibi ol, Allah Azze ve
Celle'ye karşı tevazu göster." demek istemiştir.
Araplar, "Ben miskin'in başına iş geldi," derler. Bununla
fakirliği kasdetmezler. Ancak düşkünlük ve zayıflığı kasdederler.
Keza Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Kayle'ye
söylediği, "Ey miskine!'' sözü de böyledir. Burada "Ey fakir
kadın" demek istememiş, sadece onun zayıflığını kasdetmiştir. Dediklerimizi
doğrulayan diğer bir delil de şuaur: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
eğer Allah'tan fakirlik manasına nıeskenef'i istemiş olsaydı Allah onu bu
isteğinden rnenederdi. Çünkü Allah onun ruhunu her ne kadar iki dirhemi bile
üstüste koymamış olmasına rağmen kendisine verdiği birçok ganimetle zengin iken
kabzetmiştİr. Medinedeki bahçeleri, çeşitli malları ve Fedek gibi bir araziyi
miras bırakan biri için, "Fakir olarak öldü" denemez.
Allah (C.C.) da: "O (Rabbin) sen bir yetim iken (seni)
barındırmadı mı? Seni (şeriat hükümlerini) bilmezken (nübüvvet nimeti ile
şer'i) yola koymadı mı?" Muhtaçken seni bu sıkıntı ve darlıktan kurtarmadı
mı? " (Duha 6.7) buyurmuştur:
Fakir ve muhtaç birinin bakacak aile efradı ya olur ya olmaz.
Bakacak ailesi olanın da malı ya olur ya da olmaz.
Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Peygamber olarak
gönderildiğinde ve vefatı anındaki hali, Allah'ın (yukarıdaki ayette) buyurduğu
hususa delalet eder. Çünkü o, fakir olarak Peygamber oldu, zengin olarak ruhu
kabzolundu. Bu da, onun Rabbinden istediği meskenetin fakirlik olmadığını
gösterir.
Fakirlik mü'min için atın yanağından sarkan perçemden daha
güzeldir." sözüne gelince: Şüphesiz fakirlik dünyanın musibetlerinden büyük
bir musibet ve dünyanın afetlerinden bir afettir ve acı vericidir.
Kim Allah rızası için musibetlere sabreder, kısmetine razı olursa.
Allah bununla dünyada onu süsler ve ahirette de sevabını çoğaltır.
Fakirlik ve zenginlik, hastalık ve sıhhata benzer. Allah bir
kimseyi hastalığa mübtela kılar, o da sabrederse sanki fakirliğe duçar olmuş da
sabretmiş gibi olur. Allah'ın, bizim bunlara sabretmemiz karşısında sevab
vermesi, bizim O'ndan afiyet ve selamet istememize mani değildir. Fakirliği
zenginlikten üstün görenler ise, Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
Allah'a (mal fakirliğinden değil) nefsin fakirliğinden sığındığına zahib
oldular ve insanların bir kimseye, hali vakti yerinde olsa bile "falanın
nefsi fakirdir (cimridir)" ve hali kötü olsa bile bir kimseye ''falanın
gönlü zengindir." demelerini delil olarak ileri sürdüler ki, bu yanlıştır.
Ne peygamberlerden, ne de onların ashabından ne abidlerden ne de
müctehidlerden bir kişi bilmiyoruz ki,"Ey Allahım! Beni fakir kıl,
Allahım! Beni hasta et." diye dua etmiş olsun. Allah Azze ve Celle,
onların böyle diyerek kulluk etmelerini istemez. Aksine "Allahım bana
rızık ver. Allahım bana afiyet ver." diyerek kulluk etmelerini ister.
Onlar: "Ey Allahım! Bizi ancak en güzel (olan) ile imtihan
et." derlerdi. Yani "Bizi ancak hayır ile imtihan et, şer ile imtihan
etme," demek isterlerdi. Çünkü Allah kulların nasıl şükredip
sabredeceklerini bilmek için, onları ikisi (hayır ve şer) ile de imtihan eder.
Nitekim Kur'anda da: "Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle
deneyeceğiz."(Enbiya 35) buyurulmuştur...
Mutarrif (-95) "afiyette olub şükretmeyi (musibetle) imtihan
edilip sabretmeye tercih ederim " demiştir.
EBU MUHAMMED: Bunu ben "Ğaribu'l-Hadis" adlı eserimde bu
açıklamalardan daha geniş bir şekilde zikretmiştim. Ancak takib ettiğimiz
metoda uygun olması için onların tekrar bu kitaba alınmasına lüzum görmedim.
36- Çelişik Dedikleri İki
Hadis
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Zina
eden zina ederken mü'min değildir. Hırsız da hırsızlık ederken mü'min değildir.
dediğini rivayet ettiniz. Sonra da: Kim la ilahe illallah derse, o Cennettedİr.
Zina etse de, hırsızlık yapsa da.! buyurduğunu rivayet ettiniz. Bu ise bir
çelişki ve uyuşmazlıktır.
CEVAB: Biz deriz ki: Burada -Allah'ın lütfuyla- ne çelişki ve ne
de uyuşmazlık vardır. Çünkü iman lugatta, tasdik etmek manasınadir. Allah
(C.C.}, "Şimdi biz ne kadar doğru söylesek, sen yine de bize
inanmazsın."(Yusuf 17) dediklerini nakletmiştir. (Bize inanmazsın) yani:
Bizi tasdik etmezsin, demektir.
İnsanların "Dediklerinin hiçbirine inanmıyorum, "sözü de
bu kabildendir. Yani, "dediklerini tasdik etmiyorum." demektir.
iman ile vasıflandırılanlar. üç guruptur: BİRİNCİSİ: Kalbiyle değil.
sadece diliyle tasdik edendir. Münafıklar gibi.. Bu gibi kimselere iman etti
diyebiliriz. Allah (C.C.) da. münafıklar hakkında: "Bu kötü halleri
şundandir. Çünkü onlar (görünüşte) iman ettiler sonra (kalbleri ile) inkar
ettiler." (Munafıkun 3) ve yine, "Doğrusu (dilleriyle) iman eden
(münafık) Ierden. Yahudilerden. Sabiilerden ve Hristiyanlardan.." (Maide:
69) ve bunu takiben, "...Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ederse .."
(Maide 69) buyurmuştur. Çünkü onlar Allah'a ve ahiret gününe (gerçekte) inanmıyorlardı..
Eğer (Allah), "İman edenler" ile -burada- müslümanları
kasdetmiş olsaydı, "Onlardan Allah'a ve Ahiret gününe iman edip.."
buyurmazdı. Çünkü onlar, zaten Allah'a ve ahiret gününe iman etmektedirler.
Burada sadece; yalnız dilleriyle iman eden münafiklarla Hristiyanlar ve
Yahudileri kasdetmiştir.
Biz bu gibi bir kimseye mü'min diyemeyiz. Tıpkı münafıklara da
"..iman ettiler." dediğimiz halde "mü'mindirler."
diyemediğimiz gibi... Çünkü münafıklar ne samimiyyetlerinden ne de gerçekten
niyyet ettiklerinden inanmışlardır.
Peygamberlerin itaatsizlerine de "... itaatsizlik
etti....şaşırdı diyebiliriz fakat, onlara "asi, şaşkın.." diyemeyiz.
Çünkü onların günahı, Ailah düşmaniarımn günahları gibi, günaha
bağlılıklarından ve ısrarlarından dolayı değildir.
İKİNCİSİ: Günahlarla kirlenmiş ve -ısrar (devam) etmeksizin-
taatta kusur etmiş olmakla birlikte kalbiyle ve diliyle tasdik etmiş olan
kimselerdir. Bunlar hakkında "iman etti" deriz. Ve bu gibi kimseler,
büyük günahları terkettikleri müddetçe mü'mindirler. Fakat büyük günahları
işlediği zaman günahı işlediği esnada mü'min değildir. Yani: "imanı kamil
değildir." demekür.
Görmüyor musun, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem):
"Zina eden zina ederken mü'min değildir." buyurmuştur. Günahı
işlediği vakitte" mü'min değildir, diyor. Çünkü ondan önce, günahta ısrar
edici değildir ve mü'mindir. Günahtan sonra da ısrar edici değildir. Tevbe
etmiş olan bir mü'mindir.
Başlca bir hadis, bunu daha iyi açıklamaktadır: (O da şu
hadistir): ''Zina eden, zina ederken iman kendisinden soyulur. Eğer tevbe
ederse ona tekrar giydirilir.
ÜÇÜNCÜSÜ: Diliyle ve kalbiyle tasdik etmiş ve farzları eda etmiş,
büyük günahlardan kaçınmış olan kimsedir. Bu kimse imanın şartlarını tamamen
haiz olan, hakiki bir mü'mindir.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Komşusu belasından
(zarar ve eziyetinden) emin olmayan kimse, mümin değildir. derken,...
"imanı kamil değildir." demek istemiştir.
Yine,"MüslümanIarın, elinden ve dilinden emin olmadığı kimse,
iman etmiş olmaz. buyururken, imanın kamil olamayacağını kasdetmiştir...
Keza,"Komşusu gece aç yatarken, karnı tok olarak yatan kimse
iman etmiş olmaz" buyurmuştur. Yani imanı kamil değildir, demektir.
Bunlar Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Abdest
alırken besmele çekmeyenin abdesti yoktur. sözüne benzer. Yani abdesti mükemmel
değildir, abdesttnin fazileti (ve sevabı) yoktur, demek istemiştir.
Hz. Ömer'in (r.a.),"Haccetmeyenin imanı yoktur. sözü de
böyledir. Ömer'in kasdı, "kamil imanı yoktur." demektir.
İnsanlar da bir kimsenin aklının tam olmadığını kasdederler ve
"falan'ın aklı yoktur." derler. Keza dininin kamil olmadığını
kasdederler ve "onun dini yoktur." derler.
"Kim la ilahe illallah derse, o cennettedir. Zina etse de,
hırsızhk yapsa da.." hadisine gelince: Bu söz de iki şıktan hali değildir.
Birisi: Bu sözü, o kimsenin akıbetini nazar-ı itibara alarak
söylemiş olmasıdır. Bu takdirde, "Zina ve hırsızlıktan dolayı azab olunsa
da, akıbeti Cennettir." demek istemiş olur.
Diğeri ise: Allahu Teala'nın rahmeti ve Rasulullahın (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) şefaati ona yetişir ve "Allah'tan başka ilah olmadığına
" şehadet etmesinden ötürü Cennetlik olur.
Bana İshak b. İbrahim b. Habib b. eş-Şehid babasından, o da
dedesinden, o da el-Hasen (el-Basri)'den (22-110) onun şöyle dediğini rivayet
etmiştir.: "Cennetin bedeli "La ilahe illallah"tır.
Bana Muhammed b. Yahya el-Kat'i tahdis etti (ve) dedi: Bana Ömer
b. Ali, Musa b. el-Museyyib es-Sakafi'den haber verdi (ve) dedi: Salim b.
Ebi'l-Ca'd"ı; Resulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şu hadisi
rivayet ederken işittim. (Resulullah) şöyle demiştir: Rabbiniz şöyle buyuruyor:
"Ey Adem oğlu! Bana yeryüzü dolusu günah getiriyorsun.. Bana hiçbir şeyi
ortak koşmadıktan sonra hiç mühim degil, ben o günahları yeryüzü dolusu
mağfirete çeviririm.
Bana Ebu Mes'ud ed-Darimi -ki Hıraş'ın oğiudur- tahdis etti (ve)
dedi: Bana dedem. Enes b. Malik'den tahdis etti. (Enes) dedi: "Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Ümmetimin yansının Cennete girmesi ile
şefaat arasında muhayyer bırakıldım. Ben şefaati seçtim. Çünkü şefaat daha
umumi ve daha çoktur. Belki siz benim şefaatimin takva sahiplerine has olduğunu
zannediyorsunuz. Hayır! Bilakis günahlara bulaşıp kirlenmişler içindir.
buyurdu.
37- Çelişik Dedikleri İki Hadis....
İDDİA: Hammad'dan, o da İbrahim'den. o da el-Esved (b. Yezid
en-Nahai) den, o da Aişe'den (r.anha) rivayet ettiniz ki (Aişe): "Ben
Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) elbisesindeki meni'yi elle
çitilerdim, o da bu elbiseyle namaz kılardı. demiştir.
Sizin rivayet ettiğiniz bu hadise dayanarak bazıları, elbiseden
meniyi çitileyip, o elbise ile namaz kılmaya cevaz verdiler. Ve bunu sünnet
haline getirdiler.
Sonra bir de Amr b. Meymun b. Mihran'dan, o da Süleyman b.
Yesar'dan rivayet ettiniz ki (Süleyman) Hz. Aişe yi. "Resulullah'ın
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) elbisesindeki meni lekesini yıkardım. Sonra
elbisede, yıkadığım yerin izini -veya izlerini- görürdüm. derken işitmiştir.
Bu rivayetiniz üzerine bir kısım insanlar, meniyi elle çitilemek
suretiyle temizlemeyi terketmiş ve o elbiseyle namaz kılacağı zaman, muhakkak
meninin yıkanması gerektiğini söylemişlerdir. Bu ise, bir çelişki ve
tutarsızlıktır.
CEVAB: Biz deriz ki: Burada ne çelişki vardır, ne de
tutarsızlık... Çünkü Aişe (r.anha) Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
elbisesindeki meniyi, kuru olduğu zaman çitilerdi. Oğuşturma ise ancak kurumuş
menide mümkündür. Bazan meni, iç çamaşırında kuruyasıya kadar kalırdı. Meni ise
-bilhassa yaz mevsiminde- az bir zamanda kuruyuverir.
Aişe (r.anha) meninin yaş olduğunu görünce, onu yıkadı. Çünkü yaş
olunca çitilemekle temizlemek mümkün değildir. Fakat onu, kuruyuncaya kadar
bekletip, sonra çitileyen bir kimse için, böyle yapmasında bir beis yoktur.
İbn-i Rahuye diye bilinen, İshak b. İbrahim (166-238) bana, meniyi
çitilemenin sünnet olduğunu haber verdi.
.
38- Çelişik Dedikleri İki Hadis...
İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Deri
dibağatlandı mı, temiz olmuş olur." buyurduğunu, keza ölü bir koyuna rasgeldiğini
ve; "Onun derisinden faydalansaydınız ya! buyurduğunu rivayet ettiniz.
Fakihlerden bir kısmı bu görüşü kabul ettiler ve bununla fetva verdiler.
Sonra Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Meytenin
(ölü hayvanın) ne derisinden faydalanın, ne de sinirinden.. buyurduğunu rivayet
ettiniz. Fakihlerden diğer bir gurup da bu görüşü kabul edip bununia fetva
verdiler. Bu bir çelişki ve tutarsızlıktır.
CEVAB: Biz deriz ki: Burada -Allah'a hamdolsun- ne bir çelişki
vardır, ne de tutarsızlık!.. Çünkü hadisteki el-ihab, dibağatlanmamış
(tabaklanmamış) deridir. Dibağatlanınca bu isim ondan kalkar.
Nitekim bir hadiste Ömer. Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) yanına girdiğini ve evde -dibağatlanmamış kokmuş deriyi kasdederek-
kokmuş deriler (=uhubun atmetun) bulunduğunu söylemiştir.
Hz. Aişe (r.anha) babası(nın mürtedleri öldürmesi) hakkında:
"Başları omuzlara düşürdü ve kanları derilerin (=uhub) içersinde
topladı" demiştir. Deriler ile cesedleri kasdetmiştir.
Hz. Aişe, burada derileri (= uhub), cesedlerden kinaye olarak
kullanmıştır. Eğer el-uhub, dibagatlanmış deri olsaydı, uhub, kelimesini
cesedden kinaye olarak kullanması caiz olmazdı.
en-Nabiğatu'l-Ca'di, kendisi yokken yavrusunu kurt yemiş olan ve
sonra geri dönen yabani bir sığırdan bahsederek: 'Yavrusuyla ilk beraber
oldukları yerde hadiseyi açıklayan bir deri (=ihab) ve parçalanmış kanlı bir
cesedle karşılaştı." demiştir.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de, "Deri (=ihab)
dibağatlandı mı, temiz olmuş olur." buyurmuş, sonra da ölü bir hayvana
rasgelmiş ve: "Sahibi hayvanın derisinden faydalansaydı ya."
demiştir. Yani: Onu dibağat etseler de ondan faydalansalar ya! demektir.
Sonra da (yazılı bir talimatta): "Ölü hayvanın ne derisinden
faydalanın, ne de sinirinden.." diye emretmiştir. Bununla
"Dibağatlanmamış deriyi, dibağatlanıncaya kadar kullanmayın!" demek
istemiştir. Nitekim ''...ne de sinirinden." sözü de bunu gösterir. Çünkü
sinir, dibağat kabul etmez. Bu sebepten onu, dibağatlanmamış deri ile birlikte
zikretmiştir. Bu başka bir hadiste açıklanmıştır. (O hadis de şudur:) İbn-i
Uyeyne, Zuhri'den, o da Ubeydullah b. Abdillah'tan, o da İbn-i Abbas'tan
rivayet etmiştir ki, "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Meymune'nin
(r.anha) azadlı cariyesine aid bir hayvan ölüsüne rastlamış ve "Onun
derisini alsalar ve dibağatlayıp (tabaklayıp) kullansalardı ya! "
buyurmuştur.
39- Çelışık Dedikleri İki Hadis...
İDDİA: Eş'as -Muhammed b. Sirin- Abdullah b. Şakik -ve Aişe'den
rivayet ettiniz ki (Aişe) şöyle demiştir: "Resulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) bizim ne İç çamaşırımızla, ne dış elbiselerimizle namaz kılmazdı
Sonra Veki - Talha b. Yahya - Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe -
Aişe (r.anha) tarikiyle Hz. Aişe'nin, "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) gece namaz kılardı. Ben de hayızlı ve üzerimde mirt (yün veya ipekten
yapılan, kadınların elbise üstüne giydikleri bir başka elbise) olduğu halde
onun yanıbaşında olurdum ve benim elbisemin bir kısmı onun üzerinde olurdu.
dediğini rivayet ettiniz. Bu bir çelişki ve tutarsızlıktır.
CEVAB: Biz deriz ki: Bu iki hadiste ne çelişki ne de tutarsızlık
vardır. Çünkü birinci hadiste, "Bizim iç çamaşırlarımızla (eş-şuur) namaz
kılmazdı." denilmiştir. İç çamaşır manasına gelen eş-şuur ise, şiar'ın
çoğuludur. Şiar ise vücuda temas eden elbiseye denir. Cesede temas etmedikçe
ona şiar (iç çamaşır ) denmez.
Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), Ensar'a: "Siz
bana, iç çamaşırı gibisiniz, diğer insanlar ise, iç çamaşırın üstüne giyilen elbise
(=disar] gibidir. demesi de bu hususta sana bir delildir. Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) demek istiyor ki: Siz, vücuda temas eden iç
çamaşır gibi insanların bana en yakın olanlarısınız. Diğer insanlar ise onun
üstü gibidir. Bana, size nazaran daha uzaktırlar.
Bazen iç çamaşıra; insanda devamlı idrar damlaması olur veya ondan
herhangi birşey çıktığı zaman meni, ter veya ıslaklık bulaşır.
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) cinsi münasebette
bulunduğu veya kadının hamileliği ağırlaşüğı veya aybaşı olduğu zaman, elbiseye
kan bulaşmasından emin olmadığı için hanımlarının iç çamaşırı ile namaz
kılmazdı.
İkinci hadiste de: "Ben onun yanında olduğum ve üzerimde mirt
olduğu halde, (Resulullah) namaz kılardı. Mirt'in bir kısmı da onun üzerinde
olurdu." denilmiştir. Mirt ise. izar'ın (vücudun alt kısmını örten
elbisenin) iç çamaşırı olarak kullanıldığı gibi kullanılmaz. Çünkü mirt yünden
bazan kıl, bazan da ipek ve yün karışımından olur ve sadece izarın üzerine
giyilir.
EBU MUHAMMED: Sana bunu açıklayacak diğer bir husus da, bana
Abedetu'bnu Abdillah'ın tahdis ettiği bir hadistir. Abede dedi ki: Bana
Muhammed b. Bişr el-Abdi haber verdi (ve) dedi ki: Bana Zekeriyya b. Ebi Zaide,
Mus'ab b. Şeybe'den, o da Safiyye binti Şeybe'den, o da Aişe'den (r.anha):
"Rasu!ulIah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) birgün güneş doğmadan önce
üzerinde siyah kıldan mamul süslü bir mirt (mirtun murahhalun) olduğu halde
dışarı çıktı." dedi.
Murahhal süslü demektir. Bu (süsleme) sanatına da et-Terhil denir.
İmru'l-Kays da hanımından bahsederken: "Arkamızda, izlerimiz
üzerinde süslü mirt'inin (=mirtun murahhalın) ucunu sürükler bir halde onunla
yürümeye başladım..." demiştir.
Hz. Aişe'nin, "Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) namaz
kılardı. Elbisenin (=mirt) bir kısmı benim bir kısmı da onun üzerinde
olurdu." demesi mirt'in; Hz. Aişe'nin iç çamaşırı olmadığını sana açıklar.
Eğer mirt. iç çamaşırı olsaydı. Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
vücudu belli olurdu.Çünkü iç çamaşırı ince olur. Onunla namaz kılmmaz ve Hz.
Aişe'nin bununla örtünmesi (tesettür) de mümkün olmazdı.
BİR SONRAKİ İÇİN TIKLA:
SAYFA-4 40 – 52 NOLU BAŞLIKLAR