Ana sayfa

 

SAYFA-2 13 – 24 NOLU BAŞLIKLAR

 

13- Mütenakız Olduğunu Söyledikleri İki Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Ümmetim yağmura benzer, başı mı hayırhdır yoksa sonu mu, bilinmez"  buyurduğunu, sonra da "İslam başlangıçta garip idi. Sonra tekrar garip olacaktır." ve "Ümmetimin hayırlısı benim peygamber gönderildiğim asırdır. hadislerini rivayet ettiniz. Bu bir ihtilaf ve tenakuzdur.

 

CEVAB: Biz deriz ki, bunda ne tenakuz vardır, ne de ihtilaf. Çünkü Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "İslam başlangıçta garip idi. Sonra tekrar garip olacaktır." sözü ile İslamın zuhuru esnasında müslümanların az olduğunu, ahir zamanda da az olacağını, şu kadar ki, bu az olanların hayırlı olanlar olduğunu kasdetmiştir.

 

Bu dediğimizin şahidi de Muaviye b. Amr'ın. Ebu İshak'dan onun el-Evzai'den, onun Yahya'dan veya Urve b. Ruveym'den

 

rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Ümmetimin hayırlıları başı ve sonudur. Bu ikisinin arası ise çoğunluğu teşkil edip eğri büğrüdürler. Onlar senden değildir. Sen de onlardan degilsin." buyurmuştur.

 

Bu hususta daha birçok hadis varid olmuştur. Bunlardan bazıları: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ahir zamandan bahsederek şöyle dedi: "O zaman dinine sarılan, kor ateşi avuçlayen kimse gibi olacaktır.

 

Başka bir hadiste, o zamanın şehidlerinin Bedir şehidleri gibi olacağını ifade buyurmuştur.

 

Bir başka hadiste de, ''garipler"in kim olduğu sorulmuş,"insanların (terketmek suretiyle) öldür dükleri sünnetimi, ihya eden (dirilten) lerdir. buyurmuştur.

 

"Ümmetimin en hayırlısı, benim Peygamber gönderildiğim asırdır." hadisine gelince: Onun ashabının ahir zamandaki müslümanlardan daha hayırlı olduğundan ve insanların hiçbirisine, onlara verilen üstünlüğün verilmediğinden şüphe ediyor değiliz.

 

"Ümmetim yağmura benzer, başı mı hayırlıdır yoksa sonu mu, bilinmez" hadisini, onların derecesinin Ashabına yakın olduğunu ifade etmek için söylemiştir. Nitekim, ''Bu elbisenin önü mü daha güzel arkası mı?" denilir. Önü daha güzeldir, ancak sen bununla (güzellik bakımından) elbisenin önü ile arkasını birbirine yaklaştırmayı kasdetmiş olursun. Keza, "Bu kadının yüzü mü güzel, yoksa ensesi mi?" demen de buna benzer. Yüzü daha güzeldir, fakat sen güzellikte yüz ile enseyi birbirine yaklaştırmak istiyorsun.

 

Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Tihame hakkında (Tihame) bal tulumuna benzer, başı mı daha iyidir, yoksa sonu mu büinmez. buyurması da bunun gibidir.

 

Bal, tulumda; sütün kapta kesilip bozulduğu gibi bozulmaz ki, başı sonundan iyi olsun. Başı da sonu da hemen hemen birdir. Başının sonundan pek fazla bir üstünlüğü yoktur...

 

 

14- Mütenakız Dedikleri İki Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Beni Yunus b. Matta (a.s.)'dan üstün tutmayın. Peygamberler arasında da (birini diğerinden üstün tutarak) tercih yapmayın. buyurduğunu sonra da "Ben Adem oğullarının efendisiyim -ögünmüyorum ve ben kendisi için yer yarılıp parçalanacak (ve kabirden çıkacak olan) ilk kimseyim- öğünmüyorum dediğini rivayet ettiniz. Bu ise tenakuz ve ihtilaftır.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Burada ne ihtilaf vardır. ne de çelişki. Peygamberimiz sadece kıyamet günü Adem oğullarının seyyidi (efendisi) olduğunu kasdetmiştir. Çünkü o gün, şafi' (şefaat edici) ve şehid (şahid) olan odur. Livau'l-hamd'ın ve Havz (-i Kevser) in sahibidir. O kendisi için yer yarılacak (ve kabirden çıkacak) olan ilk kimsedir.

 

Resulullah, "Beni Yunus'dan (a.s.) üstün tutmayın." sözünü tevazu yoluyla söylemiştir. Nitekim Hz. Ebu Bekr'in (r.a.) "En hayırlınız olmadığım halde, başınıza halife oldum" sözü de böyledir (tevazu yoluyla söylenmiştir)

 

Resulullah, İbrahim, Musa ve İsa (a.s.) gibi peygamberleri değil de derecesi onlardan aşağı olan Yunus'u zikretmiştir. Bu suretle Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Ben Yunus'tan bile üstün tutulmamı sevmezken, nasıl olur da Yunus'dan daha faziletli olan (ulu'l-azm) peygamberlerden üstün tutulmamı isteyebilirim..!" demek istemiştir.

 

Zira Cenab-ı Hak "Rabbinin hükmüne sabret de, Yunus Peygamber gibi olma" (Kalem 48) buyurmakla, Yunus'un (a.s.) diğer peygamberlerin sabrı gibi bir sabra sahip olmadığını kasdetmiştir. Bu ayette ayrıca, Resulullah'ın Yunus'dan (a.s.) daha üstün olduğuna delalet vardır. Çünkü Allah ona ''Yunus gibi olmamasını" söylemiştir.

 

Demek ki Resulullah, "Beni ondan üstün tutmayın." sözünü tevazu yoluyla söylemiştir.

 

"Beni ondan üstün tutmayın" sözü ile, "Beni amel bakımından ondan üstün tutmayın. Onun amelinin benden çok olması mümkündür. Beni bela ve imtihan cihetinden de üstün tutmayın. Şüphesiz o, benden daha çok bela ve musibetlere maruz kalmıştır." demek istemiş olması da mümkündür.

 

Allahu Taalanın kıyamet günü Peygamberimizi bütün diğer peygamberlerden daha yüce ve faziletli bir mevkiye çıkarması, onun işlemiş olduğu amellerinden dolayı değildir. Bilakis Allahın ona olan fazl-u ihsanından ve bunu ona has kılmasından dolayıdır. Keza onun ümmeti de mihnet (bela, sıkıntı) bakımından ümmetlerin en kolay (rahat) olanıdır.

 

Allah, Rasulünü bu ümmete, kolay olan hanif dini (el-hanefiyyetu's-sehle) ile gönderdi ve İsrail oğullarındaki farzlardaki ağırlık ve boyundurukları bu ümmetten kaldırdı. Bununla beraber bu ümmet, -Allanın lütfü ile- insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmettir.

 

 

15- Çelişik Dedikleri İki Hadis..

 

İDDİA: Resulullah'ın, ''Kalbinde hardal tohumu kadar kibir bulunan Cennete giremez. Yine kalbinde hardal tohumu kadar iman olan da Cehenneme girmez. buyurduğunu,sonra da, "Zina etse de hırsızlık etse de," La ilahe illallah" diyen Cennete girer. dediğini rivayet ettiniz. Zina ve hırsızlık ise Allah nazarında hardal tohumu kadar kibirden daha büyük günahtır. İşte bu, bir tutarsızlıktır.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Burada herhangi bir tutarsızlık mevzuubahis değildir. Ve bu hadisler sadece, (sözü edilenlerin) hükmünm ne olduğunu ifade etmek için söylemiştir.

 

Hadiste kasdedilen, "Kalbinde hardal tohumu kadar iman olan kimsenin hükmü Cehenneme girmek değildir. Ve kalbinde hardal tohumu kadar kibir bulunan kimsenin de hükmü Cennete girmek değiidir. Çünkü kibriya (ululuk) Allahındır, başkasının olamaz." demektir.

 

 

Bir kimse ululuk ve büyüklük hususunda Allahu Taala ile çekişirse, o kimsenin hükmü Cennete girmek olamaz. Fakat Allah bundan sonra ona dilediğini yapar.

 

Senin, küçük bulduğun bir ev hakkında, "Bu evde ümera (emirler) kalamaz" demen de buna benzer bir sözdür. Sen bu sözünle o evin ve emsalinin hükmünün "ümeranın orada kalmaması" olduğunu belirtmiş oluyorsun. Fakat ümeranın o evde kalması da caizdir.

 

Yine, "Burası, hür bir kimsenin kalamayacağı bir beldedir." sözün ile, o beldenin hükmünün, orada hür insanların kalmaması olduğunu kasdediyorsun. Fakat hür insanların orada kalmaları da caizdir,

 

Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Kim bütün yıl (fasılasız) oruç tutarsa, Cehennem onu sıkıştırır" hadisi de böyledir. Çünkü o kimse, Allahın hediyesine ve sadakasına tenezzül etmemiş ve Allanın verdiği ruhsat ve kolaylıkla amel etmemiştir. Ruhsatı terkeden ise azimeti terkeden gibidir. Her ikisi de -şayet Allah cezalandıracak olursa- cezaya müstehaktır.

 

"Kim bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere Cehennemdir." (Nisa 93) ayeti de böyledir. Yani: O kimsenin hükmü Cehennem ile cezalandırılmaktır. Fakat Allah dilediğini yapar. Allah, -Ebu Hureyre hadisinde de belirtildiği gibi- kime bir amel karşılığında sevab vadetmişse, onu verir. Kime de bir amel karşılığında onu cezalandıracağını bildirmişse, bu hususta Allah dilediğini yapar, (ister cezalandırır, isterse affeder)

 

Bana İshak b. İbrahim eş-Şehidi tahdis etti (ve) dedi: Bize Kurayş b. Enes haber verdi (ve) şöyle dedi: Amr b. Ubeyd'i (80-144) şöyle derken işittim: "Ben kıyamet günü getirilirim ve Allahın huzurunda durdurulurum. (Allah) bana: "Niçin katil Cehennemdedir, "dedin? der. Ben de: "Ey Rabbim bu (nun böyle olduğu)nu sen söyledin" derim, dedi ve ''Kim bir mii'mini kasden öldürürse,onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere Cehennemdir." ayetini okudu. Ben ona -ki evde benden küçük olan yoktu-; Eğer sana Allah, ben, "Doğrusu Allah kendine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimse İçin bağışlar ve mağfiret buyurur." (Nisa 48) dedim. Sen benim onu (katili) bağışlamak istemeyeceğimi nereden bildin? derse, ne cevab verirsin dedim. Kurayş b. Enes (-209) dedi ki: Benim bu sualim üzerine bana birşey diyemedi..

 

 

16- Kur'an'ın İptal Ettiğini Söyledikleri Bir Hadis...

 

İDDIA: Siz, adamın birinin oğullarına: "Ben ölünce benim cesedimi yakın ve külünü denize savurun. Ola ki Allah'a kendimi unuttururum da kurtulurum)" dediğini, onların da babalarının dediğini yaptıklarını. Allah'ın da onu(n cesedini) biraraya getirdiğini ve sonra: "Seni bu işi yapmağa zorlayan nedir? (veya bu manada birşey) dediğini ve o adamın da: "(Beni bu işe zorlayan) senin korkundur, Ya Rab..!" dediğini ve Allahın da onu bağışladığını rivayet ettiniz.

 

Halbuki bu adam kafirdir. Allah da kafiri bağışlamaz. Nitekim Kur'an da böyle söylemektedir.

 

CEVAB: Biz deriz ki:"(ola ki) Allahı şaşırtırım (=udillu'llahe) sözünün manası, "(Ola ki) Allaha kendimi unuttururum." demektir. Nitekim sen,"şunu şunu unuttum" veya "şunu unutturdum" (=daleltu keza ve keza, adleltuhu)" dersin.

 

Cenab-ı Hakkın "(Musa) dedi ki: Onların İlmi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim hata etmez (şaşırmaz) ve unutmaz." (Ta-Ha 52) ayeti de böyledir. Yani Rabbim hiçbir şeyi kaçırmaz demektir.

 

Bu klmse, Allah'a iman etmiş. O'nun varlığını kabul eden, O'ndan korkan bir adamdır. Ancak Allahın sıfatlarından birini bilmemektedir. Adam, cesedi yakılıp rüzgarda savrulunca. Allah'tan kurtulabileceğini zannetmiştir. Allah da kendisinin tevbihini (azarlamasını) bildiği ve azabından korktuğu için, o adamın. kendisinin sıfatlarından birini bilmemesini afvetmiştir.

 

Allah'ın sıfatları hakkında bazı müslümanlar da hata'ya düşebilir, ancak bu gibilerin Cehennemlik olduklarına hükmedilemez. Sadece onların hükmü onları ve niyetlerini en iyi bilene (Allah'a) bırakılır.

 

 

17- Kur'an'ın İptal Ettiğini Söyledikleri Bir Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Kim, intikam alır korkusuyla yılanları öldürmeyi terkederse, şüphesiz küfre girmiş olur. dediğini rivayet ettiniz. Halbuki Allah (C.C.): "Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizin diğer kabahatlarınızı örteriz."(Nisa 31) buyurmaktadır.

 

Eğer bu bir günah ise, küçük günahlardandır. O halde siz, "Zina eden ve hırsızlık eden bir kimsenin La İlahe illallah derse mümin olduğunu ve Cennete gireceğini rivayet edip dururken biz bu şahsı nasıl küfürle itham edebiliriz? Sonra da (bu rivayetinize rağmen) yılanları öldürmeyi terkettiğinden dolayı bir kimseyi tekfir ediyorsunuz. Bunda çelişki ve tutarsızlık vardır.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Burada ne bir çelişki ne de tutarsızlık vardır. Burada, yılanı öldürmenin, kişiyi küfre götürecek büyük günahlardan olduğu hususu kasdedilmemiştir. Büyük günah, intikam alır korkusuyla yılanı (öldürmeyi) terketmektir. Bu ise Cahiliyye inançlarından idi. Cahiliyye arapları derlerdi ki; Bir yılan öldürüldüğünde, cinler o yılanın intikamını almak isterlermiş. Bazan katili Öldürür, bazan akli dengesini bozar, bazan da katilin çocuğunu öldürürlermiş...

 

İşte Resulullah, (bu hadisiyle) onlara bunun asılsız olduğunu bildirmiş ve kim buna inanırsa küfretmiş olur, demiştir. Bu sözüyle bizim de anlattığımız üzre onun batıl (asılsız) olduğuna inanmayı kasdetmiştir. Küfür bize göre iki kısımdır.

 

Birisi dinin asıllarından (esaslarından) birinin mesela Allah'ı {C.C.), peygamberlerini, kitaplarını veya yeniden dirilişi inkar etmek gibi. İşte bu esaslardır ki, bunlardan herhangi birini inkar eden bir kimse. İslam cemaatından çıkmış olur. Ölürse, müslüman akrabaları ona mirasçı olamaz, cenaze namazı da kılınmaz.

 

Diğeri ise dinin füruundan bir fer'i {dinin aslından olmayan birşeyi) tevil yoluyla inkar etmek, Kaderi mestlere meshetmeyi, (bir defada yapılan} üç talakın vukuunu ve buna benzer şeyleri inkar etmektir. Bu inkar ile İslamdan çıkılmış olmaz, bunlardan birini inkar edene de kafir denmez. Tıpkı münafığa iman etti denilip de mü'min denilmediği gibi.

 

 

18- Aklın. Müşahadenin  (Gözlemin), Kur'an Ve Hadisin Yalanladığını Söyledikleri Bir Hadis...

 

İDDİa Rasulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Benim bu minberim, Cennet kapılarından bir kapı üzerindedir ve "Benim kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. buyurduğunu rivayet ediyorsunuz...

 

Halbuki Allah, "Sidretu'l-münteha'nın yanında.. Me'va Cenneti onun yanındadır."(Necm 14-15) ve .. "..eni göklerle yer kadar olan Cennete (koşun). O Cennet müttakiler İçin hazırlanmıştır. (Al-i İmran 133) buyurmaktadır.

 

Yine pekçok hadiste de Cennetin yedinci kat gökte olduğunu rivayet ettiniz. Bu ise çelişki ve tutarsızlıktır.

 

CEVAB: Biz deriz ki, burada ne bir tutarsızlık ne de bir çelişki vardır. Çünkü Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Kabrim ile minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir" sözü ile buranın bizzat Cennet olduğunu kasdetmemiştir. O ancak burada kılınacak namazın ve zikrin insanı Cennete götüreceğini, onun Cennetten bir parça olduğunu minberinin Cennet kapılarından bir kapı üzerinde olduğunu kasdetmiştir. (Hadisteki kapı, yani) " ettur'a, kanal ağzına denir. Yani: Benim minberim sadece Cennete açılan bir kapıdır, demek olur.

 

EBU MUHAMMED: Bize Ebu'l-Hattab tahdis etü (ve) dedi ki: Bize Bişr b. el-Mufaddal haber verdi (ve) dedi ki: Bize Gurfa'nın mevlası Amr b. Abdillah, Eyyub b. Halid el-Ensari'den haber verdi. (Eyyub) dedi ki: Ensardan Cabir b. Abdillah (r.a.) dedi ki: Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) çıkageldi ve "Cennet bahçelerinde yayılınız" dedi. Cennet bahçeleri nerede Ya Resulullah ?" dediler."Zikr meclisleridir," buyurdu.

 

Bu o'nun başka bir hadisindeki: Hastaları ziyaret eden Cennet yolları üzerindedir." sözü gibi­dir. (Hadisteki) el-Maharif "yollar" demektir, tekili "Mahrefe" dir.

 

Ömer b. el-Hattab'ın (r.a.) "Sizi develerin yolu gibi (=misli mahrafeti'n-naam) bir yol üzerinde bırakıyorum, "sözü de böyledir. Mahrafe, yol demektir.

 

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sadece, hasta ziyaretinin Cennete girmeğe vesile olacağını ve sanki Cennete giden bir yol olduğunu kastetmiştir. Zikir meclisleri de böyledir. Cennet bahçelerine girmeğe vesiledir, (yani) o bahçelerdendir.

 

Ammar b. Yasir'in ( -37) "Cennet barikaların altındadır." sözü -kılıca mecazen barika (=şimşekli bulut) denir- ve "Cennet kılıçların gölgesi altındadır. sözü de böyledir... Burada Cihadın -sanki Cennet onun altında imişçesine- Cennete vesile olacağı kasdolunmaktadır. Bazıları Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kabri ile minberinin arası. Cennet bahçelerinden bir bahçenin hizasındadır ve minberi de Cennet kapılarından bir kapı üzerindedir, diyebilirler ve bu suretle kabri de minberi de Cennetten addedebilirlerse de, birinci görüş, benim nazarımda daha güzeldir -Allah en iyi bilen­ dir.

 

 

19- Mütenakız Dedikleri İki Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "İmamlar Kureyş kabilesinden olur. buyurduğunu ve Hz. Ebu Bekir'in de Sakifetu beni Saıde (hadisesi) günü. Ensar'a karşı bu hadisi delil olarak ileri sürdüğünü rivayet ettiniz.

 

Sonra da Hz. Ömer'in vefatı esnasında: "Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim hayatta olsaydı hiç tereddüd etmezdim." dediğini rivayet ettiniz.

 

Salim, Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi değildi. Sadece Ensar'dan bir kadının kölesi idi. Kadın onu azad edip, yetiştirmişti. Ebu Huzeyfe'ye nisbet edilmesi ise aralarındaki anlaşma (hıli) dan dolayıdır.

 

Siz (Hadis ehli) imameti, Ensar'in azadlı kölelerine layık gördünüz. Eğer Salim Kureyş'in kölesi olsaydı, mümkündür ki siz bir kavmin azadlı kölesi onlardan, o kavimden sayılır diyerek delil getirirdiniz. Bu ise bir çelişki ve tutarsızlıktır.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Bu sözde herhangi bir çelişki yoktur. Şayet Hz. Ömer, "Eğer Salim hayatta olsaydı, onu sizin üzerinize vali ve başınıza emir yapmakta tereddüd etmezdim." demiş olsaydı o zaman çelişki olurdu. Hz. Ömer'in "...hiç tereddüd etmezdim." sözünün onların anladıklarından başka bir mana ifade etmesi mümkündür.

 

Zira Hz. Ömer'in Resulullah'ın kendilerini Cennetle müjdelediği Aşere-i Mübeşşere ve Muhacirlerin seçkinleri varken, halife seçimini onlardan birini seçecek bir şuraya havale etmemesi ve Salim'i (r.a.) halife seçmekte tereddüt etmemesi hiç düşünülebilir mi? Bu, hatalı bir söz ve kısır bir görüştür.

 

Lakin Hz. Ömer, halife seçilmesini onların aralarında yapacakları meşverete havale edince, onlar kendilerinden birini imam seçesiye kadar namaz kıldıracak bir imam tayin etmek istedi. Seçim için onlara üç gün mühlet verdi. Oğlu Abdullaha da onlara (şura heyetine) bir an evvel seçimi yapmalarını söylemesini emretti, ve Salim'i hatırlayarak "Eğer hayatta olsaydı, hiç tereddüt etmezdim." dedi. el-Carud el-Abdi'yi de hatırlamış ve "Eğer Abdu'l-Kays oğullarından Uaymiş (=A'meşcik) hayatta olsaydı, onu öne geçirirdim." demiştir."..onu öne geçirirdim" sözünde Hz. Ömer'in Salim hakkında (el-Carud gibi) onu namaz kıldırması için imam yapmayı düşündüğüne delil vardır.

 

Sonra Hz. Ömer Suheyb b. Rumi üzerinde karar kılmış ve Ashab ittifak edip, içlerinden birini seçinceye kadar (namaz için) imamlık yapmasını ona emretmiştir

 

 

20- Haber Ve Nazarın (Rivayetlerin Ve Aklın) Yalanladığını Söyledikleri Bir Hadis...

 

İDDİA; Resulullah'ın "Güneş, şeytanın iki boynuzu arasından doğar. Binaenaleyh güneş doğarken namaz kılmayınız. buyurduğunu rivayet ettiniz.

 

Siz, (bu rivayetinizle) şeytanın göklere kadar varan boynuzları olduğunu, yeryüzünden kat kat büyük olan güneşin de onun iki boynuzu arasında hareket ettiğini kabul etmiş oluyorsunuz.

 

Siz -bununla beraber- bir de şeytanın insanın damarlarında dolaştığını kabul ediyorsunuz. Bu iki durumda şeytan, hem herşeyden daha latif (ince) ve hem de herşeyden daha büyük olmuş oluyor.

 

Güneş doğarken namaz kılınmamasına sebep olarak da güneşin şeytanın iki boynuzu arasından doğmasını gösteriyorsunuz. Güneşin, şeytanın iki boynuzu arasında hareket etmesiyle Allah için namaz kılmanın ne alakası var? Bunda, Allah için namaz kılmaya mani olacak ne var?

 

CEVAP: Biz deriz ki: Onların bu hadisi inkar etmeleri, onların, şeytanların ve cinlerin varlığına, Allah'ın onların terkiblerinde halden hale geçmelerini mümkün kılmasına, cin ve şeytanların bazan bir ihtiyar suretinde bazan bir genç suretinde bazan ateş, bazan köpek, bazan bir yılan şeklinde görünmesine, bazan göklere ulaşıp bazan kalplere girdiğine bazan da insanın damarlarında dolaştığına inanmadıklarından dolayı ise onlar, Kur'an'ı ve bu hususta Resulullah'tan ve geçmiş peygamberlerden gelen haberleri, ewelki mukaddes kitapları ve geçmiş ümmetleri inkar ediyorlar demektir. Çünkü Allahu Taala Kur'an'm'da şeytanların gökyüzünde kulak hırsızlığı yapabilecekleri yerlerde oturduğunu ve kendilerine yıldızlar atıldıklarını haber vermektedir.

 

Allahu Taala şeytanın -bize görünmediği halde- "Onları (insanları) gerçekten saptıracağını, kendiIerini uzun emellere düşürüp, olmayacak kuruntularla aldatacağını ve elbette onlara emredeceğini de, davarların kulaklarını (putlara adamak üzere) kesip yaracaklar. Çaresiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını (puilaştırarak, aslından çıkararak) değiştirecekler. "(Nisa 119) dediğini bize haber vermektedir. Eğer Allah'ın kendisine verdiği bir kuvvet ile insanın kalbine girmiyorsa -Allahu Teala'nın da dediği gibi- bütün bunları şeytan bize nasıl emredebilir, nasıl bize vesvese verebilir, nasıl bizi kuruntulara sevkeder ve bizi uzun emellere düşürebilir?

 

Hadiste de, şeytanın bir kere Necidli bir ihtiyar suretinde, bir kere kurbağa, bir kere de yılan şeklinde görüldüğü rivayet edilmektedir. Allahu Taala bizlere rical (erkekler) dediği gibi cinlere de "erkekler" adını vermiştir. Allahu Taala şöyle buyurmuştur: "Doğrusu insanlardan bazı erkekler, Cinlerden bazı erkeklere sığınıyorlardı." (Cinn 6).

 

Huru'1-İyn (Cennet hurileri) hakkında da Allahu Taala: "Bu (Cennetteki) kocalarından önce kendilerine ne bir insan dokunmuştur ne de bir cann (cin)" (Rahman 56) buyurmuştur. Bu ayet, insanların cinsi münasebette bulunması gibi, cinlerin de cinsi münasebette bulunduklarını gösterir.

 

EBU MUHAMMED: Biz bu kitapta zındıklara ve Allah'ın ayetlerini, Peygamberlerini yalanlayan inkarcılara cevap vermeyi gaye edinmedik. Bizim maksadımız, sadece müslümanlardan olduğunu söyleyip de, hadislerde tutarsızlık, çelişki ve muhal (akıl dışı) şeyler bulunduğunu iddia edenlere cevab vermektir.

 

Eğer, aklı almadığı, güneşin şeytanın iki boynuzu arasında doğmasından dolayı namazı terketmede bir mana göremediği için bu hadisi inkar ediyorsa, biz -Allah'ın izniyle- onun aklına yatacak, onun beğeneceği ve onun nazarında akıl dışı olmayacak olan manayı kendisine gösteririz.

 

(Resulullah) güneş doğarken namaz kılmamayı ancak sununun için menetmiştir. Çünkü ateşe tapanlar bu vakitte güneşe secde ederler.

 

Geçmiş ümmetlerden pekçoğu güneşe ibadet ve secde etmişlerdir. Bu kavimlerden birisini Allah bize Sebe' (Saba) melikesinin kıssasını hikaye ederken zikretmiştir. Bu kıssada Hüdhüd Süleyman'a (a.s.): "Onu (Saba melikesini) ve kavmini Allah'a değil, güneşe tapıyorlar buldum. Şeytan onların amellerini kendilerine güzel göstermiş."(Neml 24) der.

 

Araplar içersinde de güneşe tapan, ona ta'zim eden ve ona "ilahe" diyen bir kısım insanlar vardı. (Mesela) el-A'şa, güneşi kasderek şöyle demiştir: "Ona yakın bir şekilde İlahe'nin önünde eğildiğimde duyduğum korku gibi bir korku duymadım."

 

Kıraat imamlarından kimisi, "Musayı ve kavmini fesadçılık yapmaları ve Musa'nın hem seni hem de senin tanrılarını terketmesi için mi bu yerde bırakacaksın." (A'raf 127) ayetindeki ilahlar manasına olan "alihe" yi, "ilahe" olarak okumuştur. Bu takdirde mana "..hem seni, hem de taptığın güneşi terketmesi..." şeklinde olur.

 

Resulullah da güneşe tapanların güneşe taptıkları vakitte bizim namaz kılmamızı istememiş ve şeytanların veya iblis'in o vakitte güneşin doğduğu yerde bulunduğunu, onların güneşe secde etmekle iblise (veya şeytana) secde etmekte ve ona uymakta olduklarını bize bildirmiştir.

 

Resulullah karn (=boynuz) sözüyle onların zihinlerinde tasavvur ettikleri sığır veya koyun boynuzu gibi bir boynuz kasdetmemiştir. Burada boynuz başın bir tarafıdır. Başın iki tarafı yanı vardır.

 

Bana kalırsa başta boynuzun çıktığı yerden çıkan boynuz'a bu ismin verilmesi sadece birşeye onun bulunduğu yerin isminin verilmesinden ibarettir. Tıpkı bunun gibi araplar da bir şeyi, onun yerinin ismi ile veya kendisinin sebebi ile isimlendirirler.

 

{Mesela Araplar) "fulan kesik bacağını kaldırdı" derler ve bununla "sesini yükseltti" demek isterler. Çünkü adamın birisinin ayağı kesilmiş ve o da kopuk ayağını kaldırıp onunla yardım istemiş. Bu sebeple sesini yükselten kimseye de "..kesik bacağını kaldırdı. demişlerdir. Bu gibi şeyler arapların konuşmalarında pekçoktur.

 

Maşrık (doğu) ciheti hakkındaki "Şeytanın boynuzu işte buradan çıkar" hadisi de böyledir. Bu sözüyle, bu sözü işitenin aklına gelen sığır boynuzu gibi bir boynuz kasdetmemektedir. Ancak "Şeytanın başı işte buradan çıkar" demek istemektedir.

 

Vehb b. Munebbih {34-114) de Zulkarneyn hakkında şöyle derdi: "O İskenderiyye halkından biridir. İsmi el-iskenderus'dur. Bir rüya görmüş, rüyasında güneşe yaklaşmış ve onun biri şarkta ve diğeri garbta olan iki boynuzundan tutmuştur. Sonra rüyasını kavmine anlatmış, kavmi de ona "Zulkarneyn = iki boynuzlu" ismini vermiştir. "O, güneşin iki boynuzunu tutmakla, güneşin iki tarafından tuttuğunu söylemek istemiştir.

 

Aynı şekilde saç örgülerine de karn (= boynuz) denilir. Saçın her bir örgüsü bir karn (= buynuz)dur. Bundan dolayı Rumlara da "Zatu'I-kurim (boynuzlular)" denilmiştir. Bununla onların saçlarını uzattıkları kasdedilmiştir.

 

Resulullah da bize, güneşin doğuş vaktinde, güneşe tapanların ona secde ettiği zamanda şeytanın, güneş ile beraber meylettiğini, güneşin şeytanın başının bulunduğu cihetten hareket ettiğini bildirmek istemiş ve güneşe tapanların küfre girdikleri güneşe ve şeytana taptıkları bu vakitte namaz kılmamamızı emretmiştir.

 

Bu, bizim bilemiyeceğimiz ve bizim ancak bize bildirildiği kadar bilebileceğimiz bir husustur.

 

İşte sana anlattığım şeyler, hadisin tevilini mümkün kılan ve onu çirkinlikten uzaklaştıran şeylerdir. Vallahu alem...

 

İnkarcıların bu ve benzeri inkarlarını ileri sürmeleri ancak onların, görmedikleri varlıkları, gördükleri varlıklar gibi zannetmelerinden (görmedikleri) bu varlıkları kendileri ve canlı ve cansız şeyler gibi tasavvur etmelerinden ve cismi, cüssesi olan varlıklar hakkındaki hükümleri, ruhani varlıklar hakkında da tatbik etmeğe kalkışmalarından dolayıdır..

 

Meleklerin, omuzlarında Arşı taşıdıklarını, ayaklarının ise yeryüzünün en aşağısında olduğunu duydukları zaman görmüş oldukları şeylere aykırı olduğundan bunu yadırgarlar ve "Bu meleklerin bedenleri, gökleri ve arasını yeryüzünü ve onun üzerini biz herhangi bir iz görmememize rağmen nasıl geçebilirler? Bu büyüklükte bir yaratık nasıl düşünülebilir? Omuzları ve ayakları olan ruhani varlıklar olur mu? derler.

 

Cebrail'in Peygamberimize (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bazan a'rabi (bedevi) suretinde, bazan (Ashabdan) Dıhyetu'l-Kelbi suretinde, bazan genç bir delikanlı suretinde ve bazan da iki kanadı ile şark ile garb arasını kaplamış bir halde geldiğini işitince. "(Cebrail) bir şekilden diğer bir şekle nasıl girebilir? Nasıl olur da cisminde bedeninde ve sıfatlarında bir artma olmaksızın bazan son derece küçük bazan da son derece büyük olabilir?" derler. Çünkü onlar gözleriyle ancak bu şekilde (cisim ve sıfatlarda bir artma ile birlikte büyüyen) şeyleri görmektedirler.

 

Şeytanın Adem oğlunun kalbine girdiğini ve ona gizlice vesvese verdiğini işitince de, "(Kalbe) nereden giriyor? Bir cisimde (bedende) iki ruh mu birleşiyor? Damarlarda nasıl dolaşıyor?' derler.

 

EBU MUHAMMED: Eğer onlar görmedikleri şeyleri, Allahın kudretinin eseri olan gördükleri şeylere mukayese etselerdi; yeryüzünü ve yeryüzündeki varlıkları yarattığı andan beri, yeryüzünün sularını denize akıtanın -ki bu sular denizde bir artış veya azalma hasıl etmeksizin denize dökülürler, ve eğer bu yer yüzü sularından Dicle, Fırat ve Nil gibi bir nehir, bir ay müddetle şehirlere, köylere, mamur ve harab yerlere doğru akıtılsa, buralarda hiç ­bir hayat izi kalmazdı- işte onların inkar ettikleri şeylerde gücü yeten (Allah) olduğunu anlardı.

 

Yine, bu büyüklük ve kesafetine (ve ağırlığına) denizlerine yüksek, dağlarına ve nehirlerine rağmen, bu yeryüzünü dağlar parça parça olasıya, sular kuruyasıya, dağlar biryerden bir yere gidesiye (yani kıyamete) kadar- hareket ettirenin takdir ettiği şeylerde lütuf (bağış)ta bulunan (Allah) olduğunu; Küçük ve zayıf olmasına rağmen, insanın gözüne, büyüklüğüne rağmen gökyüzünün yarısını, doğudaki yıldızı ve onun tam batısındaki yıldızı ve bu ikisinin arasındakileri görebilecek ve gözü (bakışı) ile havada beşyüz senelik mesafeyi katedecek genişliği verenin, insanın kulak memesi ile omuzu arasında bir melek yaratan (Allah) olduğunu anIarlardı.

 

O halde onun inkar ettiği ile bilip kabul ettiği ve gördüğü ile görmediği arasında ne fark vardır? Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir!...

 

 

21- Mütenakız (Çelişik) Dedikleri İki Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın, "Her doğan fıtrat üzre doğar, sonra anası babası onu Yahudi veya Hristiyan yapar. hadisini rivayet ettiniz.

 

Sonra da, "Şaki (bedbaht yani cehennemlik) anasının karnında şaki olandır. Said (mesud yani cennetlik) da anasının karnında said olandır. hadisini; nutfe, çocuğun uzuvları şekillenecek hale gelince Allah'ın o çocuğun ömrünü, rızkını bedbaht veya mes'ud olduğunu yazan iki melek gönderdiğin, Allah'ın Ademin sırtını sıvazladığını, bir avuç (zürriyet, nesil) aldığını ve "Rahmetimle Cennete!" ve bir avuç daha alıp, "Cehenneme umurumda değil !" dediğini rivayet ettiniz.

 

Bu (rivayetler) müslümanları tefrikaya düşüren bir tezad ve çelişkidir. Ve bununla hem kaderi reddedenler, hem de kabul edenler kendilerini savunmuşlardır.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Allahın lutfu sayesinde burada ne bir tezad ne de bir çelişki vardır.

 

Eğer ihtilaf sadece bu hadis yüzünden olsaydı bu hadisin manasını anladığı takdirde Mutezile, kaderi kabul edenlerden ayrılmazdı.

 

Fıtrat burada başlamak ve yaratmak demektir. "Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamd olsun" (Fatır 1) ayetindeki fatır (=yaratan) kelimesi yer ve gökleri (n varlığını) başlattıran (yaratan) demektir.

 

"..insanları onun üzerine yarattığı Allah'ın fitrat'ı.."(Rum 30) ayeti de böyledir. Cenab-ı Hak, insanları onun üzerine yarattığı cibilleti (yaradılışı) kasdetmektedir.

 

"Her doğan fıtrat üzre doğar"sözü ile de, babalarının sulblerinde iken insanlardan aldığı "...onları nefislerine karşı şahid tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye buyurduğu vakit onlar da "Evet Rabbimizsin" demişlerdi." (A'raf 172) misakının (sözünün) alınmasını kasdetmiştir.

 

Gördüğüm herkes O'na başka bir isim verse de, yahut kendi zannına göre onu Allaha yaklaştıracak olan Allah'tan başka birşeye ibadet etse de, O'nu, O'na yakışmayan bir sıfatla taavsif etse veya Allah'ın o şeyden çok yüce olduğu bir şeyi O'na izafe etse dahi- mutlaka kendisinin bir sanii (yaratıcısı) ve müdebbiri (tertib ve idare edeni) bulunduğunu kabul etmektedir.

 

Allah Taala da "O müşriklere kendilerini: kim yarattı? diye sorsan, elbette "Allah" derler. (Zuhruf 87) buyurmuştur.

 

Bu dünyada bütün doğanlar bu ahd ve ikrar üzeredirler. Bu ahd ve ikrar da yaradılışın başlangıcında vuku bulan ve akılların yaratılması esnasında cereyan eden "haniflik" (Tek Allaha tapmak) tir. Resulullah da, şöyle demiştir: "Allah Tebareke ve Taala, "Şüphesiz ben kullarımın hepsini hanifler (tek Allaha ibadet edenler) olarak yarattım. Sonra şeytan onları dinlerinden saptırdı. Bundan sonra Yahudiler çocuklarını Yahudileştirdi, mecusiler de çocuklarını mecusileştirdi." Yani: Yahudilik ve mecusiliği çocuklarına öğrettiler, buyurdu."

 

Birinci ikrar hüküm icab ettiren veya karşılığında sevab olan birşey değildir. Görmüyor musun, müşriklerin çocuklarından bir çocuk, ana babası ile beraber bulunduğu müddetçe, onun ana babasının dininde bulunduğuna hükmolunur. Eğer çocuk ölecek olsa, cenaze namazı kılınmaz... Sonra bu müşrik çocuğu, ana babasının himayesinden çıkar ve müslümanlardan birinin mülkiyetine girer ve çocuğun, sahibinin dini üzre olduğuna hükmolunur. Ve eğer ölürse, cenaze namazı kılınır.

 

Bunun ötesi (yani işin hakikati) ise Allah'ın ilmine havale olunur.

 

Bu hadis hakkında kaderi reddedenlerle, kabul edenler arasındaki fark şudur: Fıtrat, kaderi reddedenlere göre. İslam'dır ve onlara göre iki hadis birbirine zıttır. Kaderi kabul edenlere göre ise fıtrat yaratılırken onlardan alınmış olan ahd (sözüdür. Bu takdirde ise. iki hadis müttefik olup birbirine muhalif değildir. Ve böylece her iki hadisin de ayrı ayrı yeri olmuş olur.

 

 

22- Dediklerine Göre Sonu. Başını Hükümsüz Bırakan Bir Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın, ''Biriniz uykudan kalkınca, üç kere yıkamadan ellerini su kabına sokmasın. Çünkü o, elinin nerede gecelediğini (gece vücudunun neresine dokunduğunu) bilemez. dediğini rivayet ettiniz. Eğer "...çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilemez." sözü olmasaydı, bu hadis (in manası) doğru olabilirdi. Fakat hepimiz mutlaka, elinin; bedeninin, ayağının, kulağının, burnunun ve sair uzuvlarının gecelediği yerde gecelediğini biliriz. Olsa olsa en kötüsü bir kimse eli ile fercine (avret yerine) dokunmuş olabilir

 

Eğer bir kimse uyanık iken avret yerine dokunsa bu onun taharetini bozmaz. O halde bilmediği halde dokununca nasıl olur (da bozulur)? Allah insanları bilmediği şeylerden mesul tutmaz. Çünkü uyuyan kimse, uykusunda sayıklayabilir veya karısını boşayabilir yahut (küfrü icab ettirecek şeyler söyleyerek) küfre girebilir, iftira edebilir. Komşusunun hanımı ile münasebette bulunabilir ve kendisine göre o, uykuda zina eden bir kimsedir. Sonra (uyanınca) bütün bunlardan dolayı ne dünyevi ne de uhrevi hükümler bakımından mesul tutulmaz. muahaze edilmez...

 

CEVAB: Biz deriz ki: Bu akılcının (en-Nazzar) bildiği bir ise bilmediği pekçoktur.

 

Fıkıhçılarin çoğunun bu hadisle ve "Kim fercine (avret yerine) dokunursa abdest alsın. hadisi ile amel ederek, gerek uykuda, gerek uyanık iken fercine dokunmanın abdesti icab ettireceğini kabul ettiklerini bilmiyor mu?

 

Mamafih biz, fakihlerin bu görüşünü kabul etmemekte ve ferce dokunmaktan dolayı emredilen abdest'ten kasdın elleri yıkamak olduğunu, bunun da sebebinin ferclerin hades (küçük - büyük dışkı ve yel) ve necasetlerin çıkış yeri olduğunu kabul etmekteyiz.

 

Aynı şekilde ateşte kızartılan etin yenmesinden dolayı olan abdest te bize göre, elleri yağdan, kızartılan ve pişirilen yemeklerden dolayı yıkamaktır.

 

Biz bunu pekçok yerde açıklamış ve bu husustaki delilleri zikretmeştik.

 

Ferce dokunmaktan dolayı olan abdestten maksat elleri yıkamak olunca, REsuiullahın (Sallallahu aleyhi ve Sellem), uykudan uyanana kab'a sokmadan ellerini yıkamayı emrettiği de anlaşılmış olur. Çünkü o kimse, elinin nerede gecelediğini bilmez. Belki o, uykusunda fercine veya dübürüne (ön ve arka avret yerlerine) dokunur. Onun eline idrar damlası veya -uykudan önce cinsi münasebette bulunmuşsa- meni bulaşmasından emin olunamaz. Böyle iken elini yıkamadan önce kab'a sokarsa suyu pisletmiş ve ifsad etmiş olur.

 

Hadiste bilhassa, uyuyan kimse zikredilmiştir. Çünkü uyuyan kimsenin eli, bu yerler ve dübürüne farkında olmadan dokunur...

 

Uyanık olan kimse ise, bu yerlerden birine dokunduğu ve eline bir pislik bulaştığı zaman, bunun farkında olur ve durumunu bildiğinden elini kab'a sokmadan veya yemekten ve musafaha etmeden önce ellerini yıkar.

 

 

23- Dediklerine Göre Sonu Başını Hükümsüz Bırakan Bir Hadis...

 

İDDiA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) develerin yattığı yerlerde namaz kılmaktan nehyettiğini çünkü develerin şeytandan yaratıldığını rivayet ettiniz.

 

Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) develerin yatüğı yerlerde namaz kılmaktan nehyetmesi inkar olunamaz. Taabbudi (ibadetlerle ilgili) hususlarda bu caizdir. Ama bunu, devenin şeytandan yaratılmasına bağlamanıza gelince: Biliyoruz ki Resulullah da sığırın sığırdan, atın attan, arslan'ın arslandan, sineğin sinekten yaratıldığı gibi devenin de deveden yaratıldığını bilir.

 

CEVABEN: Biz deriz ki: Resulullah olsun, başkası olsun devenin ancak deve yavruladığmı ve ne bir şeytanın deve, ne de bir devenin şeytan yavrulamayacağını bilir. (Resulullah) bize sadece, yaratılışın aslında, deve ile şeytanın müşterek bir cinsten yaratıldığını bildirmiştir.

 

Resulullah'ın başka bir hadisindeki, "Deve şeytanların cihetinden yaratılmıştır, "sözü de sana bunu gösterir. O (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bununla şeytanın canibini, şeytanın cihetini (türünü) kasdetmektedir. Tıpkı bunun gibi, "fulan göğe vardı" denilir. Yani, gök tarafma, gök canibine demektir.

 

Eğer şeytanın neslinden olsaydı, elbette Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) devenin şeytanın neslinden veya neslinin kollarından veya soyundan yaratıldığını veya buna benzer birşey söylerdi.

 

Araplar daima develerden bir cinsi, cinlere (elhuş) nisbet edegelmiş ve "Cinni deve (=ibilun huşiyyetun)" tabirini kullanmışlardır. Bu cins deve, develerin en huysuzu ve en azgınıdır..

 

Araplar, cinlerin el-Huş beldesinde bir devesi olduğuna bu devenin insanların develeri ile çiftleştiğine ve bu vahşi deveyi yavruladığına inanırlar.

 

Nitekim Ru'be de şöyle demiştir: "Develerimiz Huş diyarından geldi."

 

Bu görüşe göre devenin aslının bizzat cinlerden değil de cinlerin devesinin yavrusundan olması mümkündür. Resulullah da bu sebeple, "Şeytanların canibinden.." buyurmuştur. Yani (bizzat cinlerden değil) onların tarafından, cihetinden demektir.

 

Bu ancak, cinlerin ve şeytanların varlığını inkar eden ve sadece gözü ile gördüğüne ve hisleri ile idrak ettiğine inanan kimsenin inkar edebileceği bir şeydir. Bu ise zındıklardan ve felsefecilerden "Dehriyye = Materyalist" denilen bir zümrenin inancı (itikadı) dır yoksa müslümanların itikadı değildir.

 

 

24- Söylediklerine Göre Bir Kısmı Diğer Bir Kısmını Bozan Bir Hadis...

 

İDDİA: Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem). "Eğer köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasaydı, onların öldürülmesini emrederdim. Lakin onlardan sadece simsiyah olanların hepsini öldürün. ve "Siyah (olan köpek) şeytandir." buyurduğunu rivayet ettiniz.

 

Sanki Resulullah (birinci) hadiste köpek cemaatını bir cemaat (ümmet) oldukları için affetmekle beraber, (siyah köpeği) sadece siyah olduğu için veya şeytan olduğu için öldürtmektedir. Halbuki köpeklerin bir ümmet (cemaat) olmasında ise, ne onların Öldürülmesine mani olacak, ne de öldürülmelerini gerektirecek bir illet (sebep) yoktur...

 

Sonra üstelik, Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Medinede bir tane bile kalmamak üzere bütün köpeklerin öldürülmelerini emrettiğini rivayet ettiniz. Köpekler bir ümmet olduğuna göre onları nasıl öldürtebilir? Onların ümmet olmaları. Resulullah'ı bundan menetmeli değilmi idi?

 

Bu durumda köpekleri affetmesinin illeü aynı zamanda onları öldürtmesinin de illeti olmuş oluyor.

 

CEVAB: Biz deriz ki: Allahu Taalanın hayvanlardan yaratmış olduğu her cins, birer ümmettir. Köpekler, arslanlar, siğırlar, koyunlar, karıncalar, çekirgeler ve bunların benzerleri. insanlar gibi birer ümmettirler. Aynı şekilde cinler de bir ümmettir. Allahu Taala Yerde yürüyen hayvanların ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi de sizin gibi ümmetlerdir. "(En'am 38) buyurmuştur. Yani onlar da sabah ve akşam yemek ve rızık aramakta ve öldürücü şeylerden korunmakta biz insanlara benzerler, demektir.

 

Cinler de böyledir. Allah onlara, bize hitab ettiği gibi hitab etmiş ve "Ey insan ve cin toplululuğu! içinizden size (ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşmakla uyaran) peygamberler gelmedi mi?" (En-am 130) buyurmuştur. Eğer Resulullah, hangi halde olursa olsun köpeklerin öldürülmesini emretmiş olsaydı bir ümmet yok olur. İzi eseri kaybolurdu. Köpekler ise, avcılığına ilaveten, insanların evlerinin beklenmesinde hayvanların ve ekinlerin korunmasında birçok faydalar sağlar. Çünkü bedevilerin ve ıssız ve çorak yerlerde yaşayanların çoğu sabah ve akşamları karınlarını ancak köpekler sayesinde doyururlar.. Nitekim Allahu Taala da "...avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yeyin.."(Maide 4) buyurmuştur. Bu ayette Allahın, köpeği çeşitli faydaları için yarattığına delalet vardır.

 

Ebu Ubeyde (Ma'mer b. el-Musenna) ( -209) anlatırdı: Iki adam yolculuğa çıkmışlar. Birisinin yanında köpeği varmış. Hırsızlar bunlara hücum etmiş ve bu iki kişiden birisi onlarla mücadele etmiş ve yenilerek yakalanmış. Sonra başı dışarıda

 

kalmak üzere toprağa gömülmüş. Kargalar ve yırtıcı kuşlar gelmişler, onu parçalamak ve gözlerini oymak için etrafında dönmeğe başlamışlar. Adamın yanındaki köpek bunu görünce, onun etrafındaki toprağı eşelemeğe başlamış ve onu oradan çıkarmış. Arkadaşı ise daha önce kaçmış ve onun yardımına koşmamış. (Ebu Ubeyd sözüne devam ederek şöyle demiştir:) Şair bu hadise hakkında: "Komşusu ve arkadaşı ondan kaçıyor, Dövdüğü köpeği ise onun toprağını eşiyor." demiştir.

 

Fenalık edilerek dövülüp kovulmasına rağmen sahibini korumak (köpeklerden başka) hiçbir hayvanda yoktur. Köpeklerin bu meziyeti hakkında anlatılanlar pekçoktur ve doğrudur. Biz bunları anlatıp sözü uzatmak istemiyoruz.

 

İbn-i Abbas'ın (r.a.) da "Köpekler el-Hınn'dan, bir ümmettir. Onlar cinlerin zayıf olanlarıdır. Yemekte iken yanınıza gelirlerse, onlara yiyecek verin. Elbette onların da nefisleri vardır.- yani: onların gözleri; vardır, onların da canı çeker" buyurduğu gibi köpekler, Cinlerden veya yırtıcılardan bir ümmet olmaktan hali değildir.

 

Nefs göz manasına (da) gelir. Nitekim falan'a nefs yani nazar değdi, denilir.

 

Yine İbn-i Abbas: 'Yılanlar, cinlerden mesholunanlardır. Tıpkı maymunun İsrail oğullarının mesholunmasından meydana gelmesi gibi. Aynı şekilde köpeklerin de böyle (mesholunmuş cin) olması uzak (bir) ihtimal) değildir.

 

İşte bu gibi hususlar düşünce, kıyas ve akılla kavranamaz. Ancak Resulullah'ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) veya Resulullah'ı görüp işitenlerin (Ashab'ın) söyledikleriyle anlaşılabilir. Çünkü onlar bu gibi meselelerde ancak Resulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) veya Resulullah'ı işiten birinden işittikleri ile  veya geçmiş mukaddes kitapların doğru haberleri ile hüküm verirler.

 

Bu husus farzlarla veya sünnetlerle ilgili bir mesele değildir. Köpeklerin yırtıcı hayvanlardan, cinlerden veya memsuh (mesholunmuş) olmasından dolayı bize herhangi bir kusur veya noksanlık gelmez.

 

Eğer yırtıcı hayvanlardan ise o zaman sadece onlardan siyah olanların öldürülmesini emretmiş ve onların şeytan olduğunu söylemiştir. Çünkü köpeklerin simsiyah olanları, insanlara en zararlı olanı ve en ısırganıdır. Kuduz hastalığı da en çok onlarda olur. Üstelik o faydası en az olan ve bekçiliği en kötü olandır. Avlanmaktan en uzak (kabiliyetsiz) olan ve en çok uyuklayan da odur.

 

(Siyah köpek) şeytandır" sözü ile Resulullah, onun köpeklerin en kötüsü ve en şerlisi olduğunu ifade etmek istemiştir. Tıpkı, "Falan azgın bir şeytandan başka birşey değildir.", "O ancak parçalayıcı bir arslandır.", "O parçalayıcı bir kurttur." denildiği gibi. Bu sözlerle sadece, o kimsenin bunlara benzediği kasdedilir.

 

Eğer köpek cinlerden ise, veya cinlerden memsuh (meshedilmiş) ise, bu takdirde "Köpeklerin siyahı, şeytanlarıdır. Onları zararlarından ötürü öldürün." demek istemiştir. Şeytan ise cinlerin azgın ve isyankar olanlarıdır. el-Hınn ise, cinlerin zayıf olanlarıdır ve cinlerden daha zayıftır.

 

Resulullah'ın Medine'nin köpeklerini öldürtmesine gelince: Bunda onun "Eğer köpekler ümmetlerden bir ümmet olmasaydı, onların öldürülmesini emrederdirn." sözünü nakzedecek birşey yoktur. Çünkü Medine O'nun zamanında meleklerin vahiy indirdiği yer idi. Meleklerin ise, içinde köpek veya resim bulunan eve girmediği Resulullah'tan rivayet edilmiştir.

 

Bana Muhammed b. Halid b. Hıdaş tahdis etti (ve) dedi: Bana Müslim b. Kuteybe, Yunus b. Ebi İshak'dan, o da Mucahid'den, o da Ebu Hureyre'den (r.a.), o da Resulullah'tan (Sallallahu aleyhi ve Sellem) tahdis etti ki (Resulullah) şöyle buyurmuştur: ''CebraiI bana "Dün gece senin huzuruna girmekten beni ancak, evinin kapısındaki resimli örtü ve evindeki köpek menetmiştir. Emretde köpeği çıkarsınlar." dedi.

 

Bahsi geçen köpek ise Hasan ve Hüseyin'in (r.a.) sedirlerinin (en-nadad) altında duran yavru (enik) idi.

 

Bu (hadis) aynı zamanda köpeğin evlerde olduğu gibi, şehirlerde de bulundurulmasının mekruh görüldüğüne delildir. Resulullah da köpeklerin tamamen öldürülmesini veya hiç olmazsa Medine'ye yakın olanlarının azaltılmasını emretmiş, meleklerin iniş yerine ve vahyin nüzul ettiği yere uzak olan diğer köpeklere ise dokunmamıştır.

 

EBU MUHAMMED: en-nadad, sedir demektir. Çünkü elbiseler onun üzerine dürülüp yerleştirilir. yani yerleştirmek manasına gelen (nadade) filinden müştakdır).

 

BİR SONRAKİ İÇİN TIKLA:

 

SAYFA-3 25 – 36 NOLU BAŞLIKLAR