EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

SEBEB / ONUNCU MESELE

 

Daha önce şer'an müsebbeblerin, sebeblerin işlenmesi üzerine tertib edilmiş olduğu, Şari'in sebeblere yönelik hitaptan kasdının müsebbebler olduğu belirtilmişti. Bu durumda mükellefe nisbetle -eğer ona itibar ederse- şu hususlar ortaya çıkacaktır:

 

1. Müsebbeb şer'an, esbaba tevessül edene nisbet edildiğine göre, mükellefin sebebi işlerken müsebbebe iltifat etmesi, kendi hesabında olmayan, aklından geçmeyen şeylerin vaki olmasını gerektirecektir. Esbaba tevessül emredilmiş olabileceği gibi, yasaklanmış da olabilir. Taatler bahsinde esbaba tevessül, kişinin aklından geçmeyen hayırları kendisi için ortaya koyabileceği gibi, masiyet olan bir konuda olduğu zaman da, yine hiç düşünmediği şeylerin kendi başına gelmesi gibi bir netice verecektir. Nitekim ayet ve hadisler bu hususa delalet etmektedir. Taatler hakkında olmak üzere bazı şu ayet ve hadislere bakılabilir: "Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur. "[Maide, 32]; "Kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin sevabı kendisine yazılır. "; "İnsan Allah'ın rızasını mucib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dereceye ulaşacağını zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar ona hoşnudluk hali yazar. "

 

Masiyetler hakkında ise: "Kim bir kimseyi haksız yere öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. "[Maide, 32] "Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun günahından Adem'in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü yeryüzünde ilk kan akıtma çığırını açan odur. "; "Kim kötü bir çığır açarsa onun ve kıyamet gününe kadar onu işleyenlerin günahı kendisine yazılır. "; "İnsan Allah'ın gazabını mucib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dereceye ulaşacağını zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar onun aleyhine gazab hali yazar. " Ve benzeri deliller.

 

İmam Gazzali, İhya ve diğer eserlerinde bu manayı yeterince açık bir şekilde ortaya koymuş ve "Kitabu'l-kesb"de şöyle demiştir: "Düşük ayar akçenin (dirhem) ödeme sırasında kullanılması ve böylece ona revac verilmesine girişilmesi zulümdür. Çünkü, eğer alıcı onun düşük ayar olduğunu bilmiyorsa bu takdirde zarar görecektir. Eğer bile bile almışsa, o da onu bir başkasına verecek, üçüncü, dördüncü ... şahıslar da hep aynısını yapacak ve böylece o para elden ele dolaşacak, neticede zarar umumileşecek, fesad yaygın hale gelecektir. Bütün bunların günah ve vebali ilk kez onu piyasaya süren kimseye dönecektir. Çünkü bu kapıyı ilk açan odur." Gazzali daha sonra "Kim güzel bir çığır açarsa ... " hadisiyle istidlalde bulunmuştur.

 

Seleften bazılarının, düşük ayar tek bir dirhemin revaç bulması için çalışılmasının, yüz dirhem çalmaktan daha şiddetli olduğunu belirttiklerini ifade eden Gazzali, devamla şöyle der: "Çünkü hırsızlık tek bir masiyettir, o da tamamlanmış ve şer kesilmiştir. Düşük ayar paranın piyasaya çıkarılması ise, dinde ortaya konulmuş bir bidattir, kendisinden sonra diğer insanların da işlemeye devam edecekleri kötü bir çığırdır. Dolayısıyla ölümünden sonra yüz sene, iki yüz sene ta o para ortadan kalkıncaya kadar meydana gelecek günah üzerine olacaktır. Sebebiyet verdiği bütün zarar ve noksanlıklar aleyhine kaydedilecektir. Ne mutlu o kimseye ki, öldüğü zaman günahları da kendisiyle birlikte ölür; yazıklar olsun o kimseye ki, kendisi ölür gider de, yüz sene, iki yüz sene veya daha fazla günahları devam eder; bu yüzden kabrinde azab görür, ta ortadan kalkıncaya kadar ondan dolayı sorguya çekilir! Yüce Allah: 'Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz.'[Yasin, 12] buyurmuştur. Yani: Biz onun önceden gönderdiklerini yazdığımız gibi, geride bıraktığı amellerinin neticelerini de yazarız; demektir. Benzer bir ayette de: 'O gün, insanoğluna önceden gönderdiği, geride bıraktığı ne varsa bildirilir. '[Kıyame, 13] buyrulmuştur. Hiç şüphesiz amellerinin neticelerini geride bırakanlar, başkalarınca takip edilen kötü bir çığırı başlatan kimseler olmaktadır." Gazzali'nin sözleri bunlar. Kaide olarak, sebebin işlenmesi, müsebbebin ortaya konulması mesabesindedir. Daha önce bu konu açıklanmıştı.

Gazzali, "Şükür" bahsinde sözü daha da ileri götürür. Orada nimetleri, cinslerine ve nevilerine ayırıp yeterli tafsilattan sonra şöyle der: "Hatta diyorum ki: Gözünü kapayacak yerde açmak suretinde de olsa, tek bir bakışta Allah'a isyan eden kimse, Allah'ın göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında ne var ne yok bütün nimetlerine karşı küfranda (saygısızlıkta, inkarda) bulunmuş olur. Şöyle ki: Allah Teala'nın bütün yarattıkları; melekler, gökler, hayvanlar, bitkiler hepsi birden her bir ferdin istisnasız istifade etmiş olduğu bir nimet olmaktadır." Gazzali, daha sonra gözkapaklarının göze olan faydalarını anlattıktan sonra şöyle devam eder: "O kişi Allah'ın kendisine bahşettiği gözkapak nimetine küfranda bulunmuş olur. Gözkapakları gözsüz olamaz. Gözler başsız olamaz. Baş bütün bedensiz yapamaz. Beden gıdasız edemez. Su, toprak, hava, yağmur, bulut, güneş, ay ... olmadan gıda olamaz. Bu saydıklarımızın kıyamı için de göklerin bulunması gereklidir. Melekler olmadan ise gökler duramaz. Görüldüğü gibi, herşey birbirine irtibatlı olmak üzere tek bir vücut gibidir. Aynen bedendeki organların birbirlerine olan irtibatlan gibi. O yüzdendir ki, haber de "İnsanların bir araya geldikleri ve toplandıkları yerler, onlar dağıldığında ya onlara lanet eder ya da onlar için istiğfar ederler." denilmiştir. Keza hadıste 'Alime her şey, hatta denizdeki balıklar dahi istiğfar eder ... ' buyrulmuştur. Bunlar, asınin tek bir göz kırpmasıyla yerde gökte olan herşeye karşı cinayette bulunmuş olduğuna, yaptığı kötülüğü imha edecek bir iyilik yapıncaya ve böylece hakkındaki lanetlerin istiğfara dönüşünceye kadar kendi nefsini heHık etmiş olacağına işaret etmektedirler." Gazzalı daha sonra sözlerine devam etmiştir. Esbaba tevessül eden kimsenin, sebeblerin müncer olacakları neticelere baktığı zaman, belki de bu tutum, onun bu gibi şeylerden sakınmasında bir motif olabilecektir. Zira neticelere aldırış etmediğinde kıyamet gününde, hiç aklına gelmeyen şeylerle karşılaşabilecektir. Böyle bir neticeden Allah'a sığınınz.

 

FASIL:

 

Bir diğer husus da şudur: Kişi sebebleriyle birlikte müsebbeblere iltifatta bulunduğunda, muhtemelen halihazırda mevcut bulunan sebeblerin hükümleriyle, daha önceden geçen sebeplerin hükümlerinin tearuzu (çatışması) sebebiyle, şeriatta varid olduğunu zannettiği bazı problemler ortadan kalkmış olacaktır. Şöyle ki: Sebebin hükmü, o sebebten rücu etse veya tevbe etse bile bazen onu işleyen kimsenin üzerinde kalmada devam edecektir. Bununla birlikte kişi sebebten rücu ettiğinde müsebbebin hükmünün kalkacağını zannetmektedir. Halbuki durum öyle değildir.

 

MiSAL: Bir kimse gasbedilmiş bir araziye girse, sonra tevbe ederek oradan çıkmak istese bakılır: Bu adam oradan çıkmakla memur olduğundan ve onu da yaptığından zahir olan odur ki, adam (oradan çıkma fiilinden dolayı) ası değildir ve bu işinden dolayı da sorgulanmayacaktır. Çünkü bir insanın aynı anda hem emre itaat hem de isyan içerisinde olması mümkün değildir. Keza, aynı cihetten olmak kaydıyla hem emre hem de nehye muhatap olması imkansızdır. Çünkü böyle bir şey teklifi ma la yutaktır (takat üstü yükümlülüktür). Kişi oraya girmesi halinde mümkün olan bir yolla mutlaka oradan çıkmış olmakla yükümlüdür. Bu da nehy (yasak) hükmünün bizzat çıkma hakkında bekası ile mümkün olmayacaktır. Netice itibanyla, çıkma konusunda mutlaka nehiy hükmünün kalkmış olması gerekecektir.

 

Ebu Haşim ise: "O kişi çıkma halinde de masiyet üzerindedir ve gasbedilmiş araziden ayrılmadıkça bu hükümden çıkmayacaktır." demiştir. Eski ve yeni alimler onun bu görüşünü reddetmişlerdir. İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni (ö. 4381?) el-Burhan adlı eserinde, isyandan ibaret olan sebebin aslına itibarla bunun tasavvuruna ve sahihliğine işarette bulunmuş, dolayısıyla tevbe ile (tecavüz hali) kalksa bile sebebiyet verme hükmü üzerinde baki kalacaktır, demiş ve daha sonra da benzeri meseleleri zikretmiştir. İmamın bu yaklaşımı sözü edilen esasa itibarla sahih olmaktadır. Çünkü asıl sebebiyet verme, kendi nazarında olmayan müsebbebler (neticeler) ortaya çıkarmıştır. Eğer çoğunluk alimler bu neticelere bakacak olsalardı, gasbedilen araziden çıkana kadar masiyet hükmüyle birlikte em re imtisal keyfiyetinin birlikte bulunacaklarını uzak görmeyeceklerdi. Keza bu, müsebbebin mükellefin yetki ve kudreti dahilinde olmadığı şeklindeki bir telakki üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu durumda çıkma işinin iki yönü olduğu anlaşılacaktır:

 

a) Araziye girmek suretiyle işlediği haddi tecavüzden kurtuluş için onun bir sebeb olduğu yön vardır, ki bu onun kesbinden olmaktadır.

 

b) Çıkışın daha başlangıçta oraya girmiş olmasının bir neticesi olması. Bu açıdan bakıldığında çıkmak kendi kesbinden olmamaktadır. Zira ondan kaçınacak bir gücü bulunmamaktadır.

 

Bu meselenin benzerleri: Kişinin okunu doğrultup öldürmek için attıktan sonra, henüz ok hedefe ulaşmadan önce öldürme işinden tevbe etmesi. Bir bidati ihdas edip insanlar arasında yaydıktan sonra, henüz kabul görmeden önce tevbe etmesi veya kabulden sonra ve insanların ondan rücu etmelerinden önce tevbe etmesi. Hüküm verildikten sonra fakat infazından önce hükme medar olan şehadetten rücu etmesi. -Ve kısmen- tam olarak sebebi işledikten sonra fakat tesirinden ve mefsedetinin ortaya çıkmasından önce veya ortaya çıkmasından sonra ve fakat -eğer ortadan kalkma imkanı varsa- kalkmasından önce (rücu etmesi), Bu örneklerde isyanın bekasına rağmen emre imtisal halinin mevcudiyeti gözükmektedir. Bu ikisi -ilk misalde olduğu gibi- bir fiilde bir arada bulunduğuna göre, kişi aynı anda hem asi hem de emre uymuş olur. Ancak bu tasvirde ona yönelik emir ve nehyin aynı anda birlikte varid olması söz konusu değildir. Çünkü isyan açısından mükellef onunla yükümlü olmamaktadır.

 

'Emre imtisal açısından ise yükümlü olur. çünkü emre imtisale ka dir dir ve oradan çıkmak ve böylece emre uymakla memurdur. İmam'ın kasdetmiş olduğu mana da işte budur. Ona ve Ebu Haşim üzerine yöneltilen itirazlar, bu açıdan ele alınma imkanı varken -dikkatlice düşünülürseyerinde değildir.

 

Allahu a'lem!

 

FASIL:

 

Bir diğer husus da şudur: Yüce Allah cari olan adet-i ilahiye göre, müsebbebleri sebeblere paralelolarak ortaya koymakta; sebebler yerli yerinde ise müsebbebleri de tam, sebebler eksikse müsebbebleri de ona göre eksik olarak var etmektedir.

 

Bu noktadan hareketle, eğer müsebbebde bir kusur varsa fukaha sebebin işleniş tarzına bakmışlar ve onun tam olarak işlenip işlenmediği üzerinde durmuşlardır. Eğer sebeb tam olarak ortaya konulmuşsa, müsebbebde noksanlık bulunsa bile, mükellefe yönelik bir kınama söz konusu edilmemiştir. Eğer sebeb tam olarak konulmamışsa o takdirde mükellefe kınama, sorgulama ve mesuliyet yöneltilmiştir. Örneğin cahil tabib, hacamatçı, aşçı ve benzeri zenaatkarlar, eğer gerçekten o sanata sahip olmamak gibi ya da sanatlarını icra ederlerken ihmal göstermek gibi kusurlu bulunmuşlarsa, verdikleri zararı tazminle sorumlu tutulmuşlardır. Sanatlarını icra sırasında ihmal göstermemeleri halinde ise aksine zarar vermiş olsalar bile tazmınle sorumlu tutulmamışlardır. Çünkü müsebbeblerin sebeblerine uygun olarak vuku bulmaması çok nadir şeylerdendir; dolayısıyla da sorumluluk getirmezler. Gerekli bütün çabaların gösterilmemesi ve ihmal durumu ise böyle değildir, bu durumlarda müsebbeblerin yanlış olarak vukuu çoğu kez söz konusudur; tabiatıyla bu durumda muahaze (mesüliyet) gerekir.

 

Başka açıdan değil, sadece sebeblerin sıhhat ve fesadı açısından onlar hakkında müsebbebleri alamet kabul eden kimseler, sebeblerin meşruiyet çerçevesinde işlenilip işlenilmediğini tesbit için çok önemli bir kıstası elde etmiş olmaktadırlar. Bu noktadan hareketledir ki, şeriatte zahir olan ameller, batın (kalpte, içeride) olan şeylere delil kılınmışlar ve eğer zahir sakatsa batının da sakat olduğuna; eğer zahir yerli yerinde ise batının da aynı şekilde yerli yerinde olduğuna hükmedilmiştir. Bu gerek fıkıhta ve gerekse diğer tecrübi ve adetlerle (adiyyat) ilgili hükümlerde genel bir esas olmaktadır. Konuya bu açıdan bakmak şeriatın tamamında gerçekten çok faydalı olacaktır. Bu kıstasın doğruluğuna dair pek çok delil bulunmaktadır. Mü'minin imanına, kafirin küfrüne, itaatkarın itaatine, asinin isyanına, adilin adaletine, cerh edilen kimsenin kusuruna hep bu kıstasla hükmedilmiş olması onun sıhhati için yeterli bir delildir. Akidlerin in'ıkad bulması, ahidlerin bağlanması vb. gibi hususlar hep bu yolla olmaktadır. Hatta bu kıstasa, özellikle de özel ve genel İslami şeairin sınırlarının ikamesi konusuna nisbetle, teşriin genel esaslarından biri ve teklifin esası dememiz bile mümkündür.

 

FASIL:

 

Müsebbebler bazen özel (has) olurlar bazen de genel (amm) olurlar.

 

Müsebbeblerin özelolmalarının anlamı, onların sebebin vukuu hasebiyle meydana gelmiş olmalarıdır. Mebi ile faydalanabilmenin mübahlığı için sebeb olarak satış akdinin ortaya konulması, kendisiyle kadından istifadenin hel al kılınması için nikah akdinin yapılması, kendisiyle helalliğin sabit olduğu boğazlama ameliyesinin icrası ve benzerleri gibi. Nehiy yönü de aynı şekildedir. İçki içilmesinden neşet eden sarhoşluk, boğazın kesilmesinin sebebiyet verdiği ruhun çıkması gibi.

 

Geneloluşuna gelince, bundan mesela taatin cenneti kazanmak için bir sebeb olması, keza masiyetlerin cehenneme girmeye sebeb olması gibi bir mana kasdedilmektedir. Yeryüzünde fesada sebebiyet veren günah nevileri de aynı şekildedir. Mesela ölçü ve tartıda hile yapmak rızkın kesilmesine, adaletle hükmetmemek kan dökülmesine ve bunun yaygınlaşmasına; ahde vefa göstermemek düşmanların tasallutuna; hiyanet insanların içerisinde korkunun yer etmesine ... sebebiyet vermektedir. (Yani işlenilen bu masiyetler üzerine genelolarak bu müsebbebler terettüp edilmiştir.) Hiç şüphesiz bu işlerin zıtlan da, onlara zıt müsebbeblerinin vücuduna sebebiyet verecektir. Kişi işlemekte olduğu amelinin sebebiyet vereceği hayır ya da şerleri göz önünde bulundurduğunda, yasaklanmış olan fiillerden kaçınma, emredilmiş amelleri de yerine getirme konusunda, Allah'tan hem umarak hem de korkarak, gayret sarfedecektir. Bu yüzden şeriatte amellerin karşılıkları ve sebeblerin müsebbebleri belirtilmiş olmaktadır. Kullarının maslahatlarını en iyi bilen Allah'tır. Kısaca bu esaslar üzerine bina edilecek olan faydalar gerçekten çoktur.

 

FASIL:

 

Burada şöyle bir itiraz serdedilebilir: Bundan önceki meselede, müsebbebi dikkate almanın mefsedetler doğuracağı ortaya konulmuştu. Buna göre kişinin sebebi ortaya koyarken müsebbebe yönelik bir iltifatta bulunmaması gerekmektedir. Şimdi burada ise müsebbeblerin göz önünde bulundurulmasının faydalarından bahsedildi. Bunun gereği olarak da sebebler ortaya konulurken müsebbeblere yönelik bir kasıt ve iltifatın bulunması istenilecektir. Eğer bu iki yaklaşım mutlak surette olup, belli bir kayıttan uzaksa o takdirde bir tenakuz söz konusudur. Eğer mutlak değilse, o takdirde de mutlaka maslahatlara müncer olacak iltifat ve kasıdla, mefsedetlere sebebiyet verecek iltifat ve kasdın yerlerini bir alametle belirlemek ya da kendisine başvurulacak ve onların yerlerini ayıracak bir kıstas geliştirmek gerekecektir.

 

CEVAP: Bu konu başka yerde açıklanmıştır. Ancak bu konuda konulacak kıstas (dabıt) şöyle olacaktır: Eğer müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat; sebebi güçlendirici, onu tamamlayıcı ve onu tamamlamada teşvik edici bir mahiyet arzediyorsa, o masIahat celbedici kasıd ve iltifat olacaktır. Aksine müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat, sebebin iptaline veya onun zayıflatılmasına ya da onu umursamazlığa götürecek bir mahiyette ise o da, mefsedete müncer olacak kasıd ve iltifat olacaktır.

 

Allah onların miktarını keser. Haksız yere hükümlerde bulunulmaya başlandı mı, mutlaka onlar içerisinde kan dökme olayları yayılır. Bir kavim ahde vefa göstermediği zaman da mutlaka, onlar üzerine düşmanları tasallut edilir. "

 

Bir açıdan bu iki kısma ayrılır:

 

b) Mutlak olup izafi olmayan yani her mükellefe nisbetle aynı, her zaman ve mekanda farksız, mükellefin üzerinde bulunduğu hallere göre değişmez şekilde masIahat ya da mefsedete sebebiyet veren kasıd ve iltifat.

 

c) İzafi (göreli) olan kasıt ve iltifat; yani bütün mükelleflere göre değil, sadece bazı mükelleflere göre veya sadece bazı zamanlara göre ya da mükellefin içerisinde olduğu sadece bazı hallere göre maslahat ya da mefsedete neden olan kasıd ve iltifat.

 

Keza bir başka açıdan da yine iki kısma ayrılırlar:

 

a) Sebebi takviye ve zayıflatma konusunda kesin olurlar.

b) Zan ya da şüphe halinde olurlar. Bu durumda konu üzerinde düşünmek ve durmak gerekir ve zannın gereği ile hükmolunur; zanların tearuzu durumunda ise tevakkuf edilir.

Bu arzettiğimiz kıstas, yeterince açıklanmamış öz bir bilgi olmaktadır.

 

Ancak daha önce geçen ve ileride gelecek olan malümat göz önünde bulundurulduğu zaman Allah'ın izniyle bu öz bilginin mesnedi ortaya çıkacak ve manası yeterince anlaşılacaktır.

 

Bu taksim müctehidlerin bakışları hariç tutularak yapılmıştır. Çünkü müctehidlerin hem sebebler, hem de müsebbebler üzerinde durmaları gerekmektedir. Çünkü bunun üzerine şer'i hükümler bina edilecektir. Bu arzettiğimiz taksim sadece amel durumunda olan mükellefler için söz konusudur.

Tevfik ancak Allah'tandır.

 

FASIL:

 

Bazen müctehidler nazarında bu iki esas tearuz (çatışma) halinde gözükebilir ve bu durumda her bir müctehid kendi zann-ı galibine göre hareket eder:

 

Sarhoş birinin karısını boşaması veya azadda bulunması veya üzerine had ya da kısas gerektirecek bir fiil işlemesi durumunda; bazıları ikinci esasa itibarla ona bu fiilleri aklı başında bir kimsenin yapması durumunda ne gerekiyorsa o neticeler terettüp eder demişlerdir. Bazıları ise birinci esasa itibarla onun mecnun (deli) gibi kabul edileceğini söylemişlerdir.

 

Bunlarla ilgili tafsilat fıkıh kitaplarında ele alınmıştır. Keza bu iki esasa bakışla, bir günah işlemek üzere yola çıkan kimsenin bu yolculuğunda yolculuk ruhsatı hükümlerinin tanınıp tanınmayacağı konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Yine nafile olarak tutulmaya başlanılan orucun kazası; kendisine bir özür arız olduğunda ihtiyari yolculukla (keffaret orucunda aranan) peşi peşine olma şartının bozulup bozulmayacağı konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Aynı şekilde, bir günah irtikap etmek amacıyla çıktığı yolculukta çaresiz kalsa ve meyte vb. gibi haram bir şey yemek zorunda kalsa, onu yemenin kendisi için hel al olup olmayacağı konusunda da ihtilaf edilmiştir. Bu meseleden önce Ebu Haşim'le diğerleri arasında geçen ve gasbedilmiş bir araziye girip de oradan çıkmak isteyen kimsenin çıkmasının hükmü hakkında zikredilen ihtilaf da keza bu iki esas üzerine cari bulunmaktadır. 

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ON BİRİNCİ MESELE