EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
SEBEB / DOKUZUNCU MESELE
Geçen meselelerde
müsebbeblerin mükelleflerin kudreti dahilinde
olmadığı, onlar için yükümlü olunan şeyin sadece sebeb olduğu zikredilmişti.
Şimdi bunlar göz önüne alındığı zaman bunun üzerine bazı durumlar bina
edilecektir:
1. Sebeb mükellef
tarafından tam şartları yerli yerinde, manilerinden uzak bir vaziyette ortaya
konulmuşsa, bundan sonra onun müsebbebin vukli bulmamasına yönelik kasdı,
olmayacak bir şeyi (muhal) isteme ve kendisinin kaldırma güç ve yetkisinin
bulunmadığı bir şeyi kaldırma, menine dair yetkili kılınmadığı bir şeyin menine
gitme çabasından başka bir şey değildir. Mesela,
şeriattaki konulu şu üzere bir kimse nikah akdinde
bulunsa veya satış ya da başka bir akid gerçekleştirse, sonra da bu akidle akid
konusu olan şeyin (maklidun aleyh) kendisine mübah kılınmamasını istese, bu
isteği abes olur; sebebini ortaya koyduğu müsebbeb vukli bulur. Keza, şeriatte
konulduğu şekil üzere talakta veya azadda bulunsa, sonra da bunların
gereklerinin vukli bulmamasını kasdetse, bu batıl bir kasıd olur. Aynı şekilde
ibadetlerde de durum böyledir. Mesela emrolunduğu gibi namaz kılsa, oruç tutsa
veya hacca gitse; sonra da kendi kendine gerçekleştirdiği bu ibadetlerin
kendisi için sahih olmamasını ve bir taat (kurbet) olarak kablil görmemesini ... istese, böyle bir
kasıdda bulunsa, bu kasıd da boş bir kasıd olacaktır. Yasaklanmış sebebler
hakkında da durum aynı şekildedir. "Ey inananlar! Allah'ın size helal
ettiği şeyleri haram kılmayın. Hududu aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri
sevmez. "[Maide, 87] ayeti bu meyanda nazil olmuştur. İşte bu noktadan
hareketledir ki, Allah'ın helal kılmış olduğu yiyecek, içecek, giyecek. .. gibi şeyleri haram kılma
girişiminde bulunmak abes kabul edilmiştir. Keza filhal evli değilken veya
ileriye yönelik ve tahsise giderek bir talikte bulunma kasdı olmaksızın
-genelleme yoluyla talikte bulunmak bunun aksinedir- nikahın
haram kılınmasına yeltenmek de aynı şekildedir. Bütün bunlar boş (lağv) şeylerdir.
Çünkü Yüce Allah'ın mükelleften zahir bir sebeb olmaksızın helalliğini
belirlediği / üstlendiği şey, mükellefin sebebini işlemiş olduğu şey gibidir.
Bunun bir örneği de Hz. Peygamberin [s.a.v.] şu hadislerinde ifadesini
bulmuştur:
"Vela hakkı ancak azad
edene aittir .... Kim Allah'ın kitabında olmayan bir
şart koşarsa, o şart batıldır; isterse yüz şart olsun. " Hem sonra Şari'
-daha önce de geçtiği gibi- sebeblerden müsebbeblerin vuküunu kasdetmektedir.
Dolayısıyla sebebi ortaya koyan kimsenin böyle bir kasdı, Şari'in kasdına ters
düşmektedir. Şari'in kasdına ters düşen her kas ıd ise batıl olmaktadır.
Dolayısıyla bu kasıd da batıldır. Netice itibarıyla mesele açıktır.
İTİRAZ: Bu netice iki
açıdan problem arzetmektedir:
a) sebeblerin
konulmasında mükellefin ihtiyar ve kasdının bulunması şart 0lmaktadır. Eğer
mükellefin ihtiyar ve kasdı, sebeblerin müsebbeblerini gerektirmesine ters
düşüyorsa, bunun anlamı mükellefin sebebi yerli yerinde tam olarak ortaya
koymamış, aksine şartı -ki ihtiyar olmaktadır- eksik olarak gerçekleştirmiş
olduğudur. Bu durumda şart eksik olacağı için sebebler sahih olmayacak, bundan
da sebeblerden neşet edecek müsebbeblerin vuku bulmaması lazım gelecektir.
b) Şari'in maksadına
ters düşen kasıd, bu kitapta ilgili yerinde de zikredilmiş olduğu üzere, ameli
iptal edici bir özellik arzetmektedir. Mesela mübah kılıcı sebeblerin, mübah
kılmayıcı niyetiyle ortaya konulması, Şari'in maksadına açık bir zıtlık
göstermektedir. Çünkü Şari'in kasdı, bu vesileler sebebiyle o neticelerin husule
getirilmesidir. Şu halde bu şekilde sebeblerin işlenmesi batıl ve yasaklanmış
olacaktır. Mesela: namaz kılan ve kendisi için onun yeterli olmayacağına;
abdest alıp, onun namazı kendisine mübah kılıcı olmamasına niyet eden kimse vb.
gibi. Dolayısıyla bu esas ile daha önce geçen esas arasını bulmak (cem),
birbirine ters düşen iki şeyi bir arada toplamak olur ki, böyle bir netice de
batıl olmaktadır.
CEVAP: Önce birinci
itiraza cevap verelim: Bizim burada ortaya koyduğumuz konu, sebeblerin sebeb
olabilmeleri için ihtiyar ile konulmuş olmaları, ancak müsebbeblere yönelik bir
kasdın bulunmaması konusudur.
Yoksa, ihtiyar bulunmadan sebeblerin ortaya konulması üzerinde
durmuyoruz. Bunların arasım aklen bulmak (cem) mümkündür. Çünkü bunlardan
birisi diğerinden öncedir; dolayısıyla aralarında birbirlerini ortadan
kaldırıcı bir durum yoktur. Mesela: Cinsi münasebeti kasıd ve ihtiyarda bulunsa
ve bundan çocuğun yaratılmasım kerih görse, istemese veya toprağa tohum saçsa
ve bitmesini istemese veya bir insana doğrulttuğu okunu fırlatsa ve ona
değmemesini istese ... vb.
gibi. Bunların zikrettiğimiz misallerde olduğu gibi şer'i olmayan konularda
(adiyyat) olması caiz olduğu gibi, aym şekilde şer'i olan konularda da olması
caizdir.
İKİNCİ İTİRAZA CEVAP:
Bizim üzerinde durduğumuz bu konuda, sebebin faili, Şari'in netice versin diye
koyduğu şeyin netice vermemesini kasdetmekte ve O'nun sebeb olarak koyduğunu
yine sebeb olarak, fakat müsebbebi olmasın kasdıyla ortaya koymaktadır. Oysa ki, kendisinin böyle bir yetkisi bulunmamaktadır.
Dolayısıyla onun bu kasdı abes olmaktadır. Şari'in maksadlarıyla ilgili ileri
sürdüğünüz kaidede ise durum böyle değildir. Çünkü orada fail; sebebi, Şari'
Teala'nın o sebebe bir müsebbeb olarak tertibetmediği bir şeye sebeb yapmaya
çalışmaktadır. Menedilmesi görüşünde olanlara göre hülle nikahını
buna misal vermemiz mümkündür. Burada muhallil nikahı
ile kadını başkasına helal kılmak istemektedir. Oysaki Şari' nikahı
böyle bir müsebbeb için koymamıştır. Dolayısıyla böyle bir kasdın akid sırasında
bulunması sebebiyle, o nikah şer'i bir sebeb
olmamaktadır; neticede de böyle bir nikah, ne nikahı akdeden muhallil için, ne
de ilk koca (muhallelleh) için, nikaha mahal olan kadını helal kılıcı
olmamaktadır. Çünkü batıldır.
Kısaca, bunlardan biri sebebi,
sebeb olmayacak şekilde ortaya koymuş, diğeri ise netice vermeyecek bir sebeb
olmak üzere işlemiştir. Birincisinin herhangi bir neticesi olmayacaktır.
Diğerinin ise neticesi olacaktır. Çünkü ikinci durumda sebebin netice verip
vermemesi kişinin ihtiyarının olup olmamasına bağlı değildir. Bu ikinci durumda
sebebin faili sebebin sebebliği konusunda Şari'in kasdına muhalefet de
etmemektedir; şu kadar var ki, sebebin müsebbebinin vukü bulmayacağı zannına
kapılmıştır. Bu ise, bir yalandır veya yersiz bir istek ve arzudur. Birincisi
ise sebebi, Şari'in koymuş olduğu sebeb olmak üzere işlemiş değildir.
Aralarında ince bir fark vardır; iyi kavramak gerekir.
Bu konuya şu husus da
açıklık kazandırmaktadır: Bunlardan birisinde kasıd fiile bitişiktir. Diğerinde
ise fiilin istikrar bulmasından sonra ortaya çıkmakta ve fiile tabi olmaktadır.
Bu itibarla birincisinde fiile etki edecek, ikincisinde ise etkide
bulunmayacaktır.
İTİRAZ: Hüküm bakımından
bu, niçin ibadetlerdeki iptal (rafd) gibi olmuyor? Çünkü bu gerçek anlamda, o
şeyin şer'i bir sebeb olmasını iptal anlamı içermektedir. Mesela hadesin
kaldırılması konusunda abdest almayı örnek alalım. Eğer kişi, abdestin hadesi
kaldırmaması niyetinde bulunmuşsa, bu abdestte aranan niyetin iptali anlamına
gelir. Niyetin iptalinin ise, ibadetleri iptal edebilecek geçerli bir sebeb
olacağını belirtmişlerdir. Bu durumda, burada üzerinde durduğumuz konu
tamamıyla başka bir mecraya girmiş olacaktır ve artık konuyu "bütün
bunların müsebbeblerin iptaline değil de, bizzat sebeblerin iptaline yönelik
olması" teşkil edecektir.
CEVAP: Durum hiç de öyle
değildir. Niyetlerin iptali ancak Allah'ın emrine imtisali (uymayı) kasdederek
başladığı ibadetler esnasında mümkün olur. Daha önce başladığı şekilde
bitirmez, bilakis başlamış olduğu ibadetine uymayan daha başka bir niyetle
devam eder. Mesela: Abdest alan bir kimse, hadesin izalesine niyetle başlasa ve
sonra bu niyetini değiştirerek, serinleme ya da bedenindeki maddi kirlerden
temizlenme niyetiyle abdest almayı sürdürse niyetini iptal etmiş olur. Ancak
ibadet tamamlandıktan, bütün şartları yerli yerinde bulunduktan sonra, kişinin
o ibadetin ibadet olmamasına, üzerine sorumluluğu düşürmesi veya abdest
örneğinde namaz kılmayı kendisine mübah haline getirmesi vb. gibi herhangi bir
hüküm terettüp etmemesi şeklindeki kasdının hiçbir etkisi yoktur. Aksine bu
yaptığı ibadetleri, böyle bir kasdının bulunmadığı haldeki hükmü üzere
bulunmaktadır. Aralarındaki fark açıktır.
İptal (rafd) konusunda
söz edip de, bir tafsile gitmeden sadece onun müessir olduğunu söyleyen
kimselerin ifadelerinde buna ters düşen bir unsur yoktur. Çünkü abdestin iptali
konusunda fukahanın sözleri ve aralarındaki ihtilaftan şu açıdan bu esasın
haricinde değildir. Şöyle ki: Abdest konusunda burada iki yaklaşım bulunmaktadır:
Abdestin layıkı veçhile alınması üzerinde duran kimse "Namazın mübah
kılınması isteği abdest fiilinin bir lazımı ve müsebbebi olmaktadır. Bu
neticenin kaldırılması da ancak sonradan ortaya çıkan ve onu (abdesti) bozan
bir şeyle olur." demişlerdir. Onun hükmüne yani abdestle birlikte bulunan
ve namaz kılıncaya kadar sürecek olan namazı mübah kılma isteğine bakan kimseye
göre ise, bu ileride olacak bir iştir. Dolayısıyla şart olarak ilk niyetle ve
abdeste bitişik durumda olması aranır. Bu ise kendisini iptal edecek niyetle
bozulmuştur; dolayısıyla artık o abdestle gelecek namazın mübah kılınması sahih
olmaz. Çünkü bu, fiile bitişik iptal gibidir. Bu tür iptaller fiile bitişik
olduğu zaman tesir etmektedir. Burada da durum aynıdır. Ama taharet niyetini, o
abdestle namazı eda ettikten ve namazın hükmü tamamlandıktan sonra iptal edecek
olsa, bu durumda ona yeniden abdest alıp namazını iade etmesini söylemek sahih
olmayacaktır. Aynı şekilde namaz kılan ve selam verdikten sonra o namazını
iptal etmek isteyen kimsenin durumu da aynıdır; kendisine emredileni
emredildiği şekil üzere ifa etmiştir. Her ne kadar abdest, onunla kıldığı
namazın tamamlanmasından sonra da olsa iptali ile bozulur diyen de varsa da,
kaide onun bu sözü karşısında açık bulunmaktadır.
Allah en iyisini bilir
ve tevfik ancak ondandır.
* * *
Buraya kadar
anlattıklarımız, sebeblerin şartları yerli yerinde tam ve manilerden de uzak
olarak işlenmesi durumuyla ilgiliydi.
Sebeblerin, olması
gerektiği şekilde yapılmaması, şartlarını tam olarak içermemesi ve manilerinden
de uzak olmaması durumuna gelince, bu takdirde o sebeblerden doğması istenen
müsebbebler meydana gelmeyecektir; mükellefin kasdına itibar edilmeyecektir.
Çünkü müsebbeblerin vukil bulup bulmaması mükellefin elinde olmayan bir şeydir.
Sonra Şari, onları müsebbeblerini doğuracak şekilde sebeb olarak koyarken,
onların belli şartları taşıması ve manilerden da uzak bulunması şartını da
getirmiştir; onları ancak bu şartla sebeb olarak kabul etmiştir. Dolayısıyla bu
şartlar tam olarak bulunmadığı zaman sebeb, şer'i bir sebeb olmak için yeterli
ve tam olmayacaktır. İster sebebin şartlarının bulunması ve manilerinden uzak
olması, onun (yani sebebin) parçalarını oluştururlar diyelim, ister bu görüşte
olmayalım netice fark etmeyecektir. Keza, şayet bütün eksikliklerine rağınen,
mükellef diliyor diye sebeb müsebbeblerini gerektirecek olsaydı veya sebeb tam
olmasına rağmen mükellefin kasdı yok diye müsebbebleri ortaya çıkmasaydı, o
takdirde sebebleri Şari' Teala'nın koymuş olmasının bir manası kalmayacaktı ve
O'nun bu vaz 'ı abes olacaktı. Çünkü onların şer'i sebebler olmasının anlamı,
ortaya konulduklarında şer'an müsebbeblerinin ortaya çıkmasıdır. Keza onların
şer'an sebeb olmayışIarının anlamı da, onlar ortaya konulsa bile, şer'an müsebbiblerinin
ortaya çıkmamasıdır. Eğer mükellefin ihtiyar ve kasdı bunların şer'i
hakikatlerini çevirecekse, o takdirde sebeblerin şer'an belli bir konuluşları
(vaz') olmayacaktır. Halbuki biz prensip olarak
sebeblerin şeriatte belli bir vaz' üzere konulmuş olduklarını kabul ediyoruz.
Dolayısıyla bu bir tutarsızlıktır ve muhindir. Böyle bir neticeye götürecek
olan şey de onun gibi tutarsız ve muhal olacaktır. Böylece şer'i sebebler
bahsinde, mükellefin kasıd ve ihtiyannın herhangi bir tesiri olmayacağı ortaya
çıkmış olmaktadır.
İTİRAZ: Bu
nasılolabilir? Halbuki, "Nehiy (yasak) nehyedilen şeyin fesadına delalet
etmez." veya "Nehiy sıhhate delalet eder." yahut da "Zatına
yönelik bir husustan dolayı (lizatih!) nehiyde bulunulanla, vasfına yönelik bir
husustan dolayı (li vasfıh!) nehiyde bulunulan şeyarasını ayırmak gerekir ... " şeklinde görüşler bulunmaktadır. Bu
görüşler yasaklanmış olan bir sebebin ortaya konmasının -ki bu şartlan tam
olarak bulunmayan, manilerinden uzak olmayan bir sebebin işlenmesi demektir- müsebbeblerini
ortaya koyacağına delalet etmektedir. İmam Malik'in mezhebinde de buna
delaleteden şeyler vardır: Ona göre fasid olan alış veriş akidleri ilk
başlangıçta, meban kabzı sırasında mülkiyet şüphesi ifade ederler. Keza onlar,
pazarın değiştirilmesi (mebiin nakledilmesi) ve onun maddi varlığını ortadan
kaldırmayan diğer tasarruflarla da mülkiyet ifade ederler. Gasb ve benzeri
gayr-ı meşru tasarruflar da, gasbedilen şeyin (ayın) maddi varlığı ortadan
kaldırılmasa bile, ona (Malik) göre çeşitli meselelerde mülkiyet ifade ederler.
Halbuki gasb ve benzeri gayr-ı meşru şeyler aslında
bir sebeb değillerdir. Buradan da; yasaklanmış olan sebebin işlenmesi
durumunda, onun üzerine müsebbebin terettüb edeceği neticesi çıkmaktadır. Ancak
"Nehiy mutlak surette nehyedilen şeyin fesadını gerektirir."
denilecek olursa o zaman netice farklı olacaktır.
CEVAP: Kaide geneldir.
Bu bahsedilen şeylerde mülkiyet manasının ifadesi, bizzat birinci akdin
kendisinden çıkmayan harici başka durumlardan dolayı olmaktadır. Onun açıklanmasının
yeri şimdi burası değildir. İnşallah bu konuya sonra temas edilecektir.
FASIL:
Daha önce geçen
meseleler üzerine bina edilen konulardan birisi de şudur: Sebebi işleyen
kimsenin, müsebbebi ortaya koymanın kendi yetki ve ihtiyarıyla ilgisi bulunmadığı
şuuru içerisinde olması gerekir ve eğer kişi sebebi işlerken müsebbebi failine
(Allah'a) havale eder ve ondan tamamen sarfı nazarda bulunursa bu kendisinin ihlası, Allah'a olan itimat ve tevekkülü için daha uygun
olur; emredilen sebeblere tevessül; yasaklanılan sebeblerden de kaçınma
konusunda sabırlı olmasına, gerçek anlamda şükrünü ifada bulunmasına ve diğer
güzel makamlara ulaşmasına yardımcı olur. Aslında açık olmakla birlikte,
bunlardan bir kısmının zikredilmesiyle konu açıklık kazanacaktır.
İhlas konusunu ele alalım: Mükellef sebeb konusunda varid olan
emir ve nehye icabet edip, bunların ötesinde başka bir şeye atf-ı nazarda
bulunmayınca, kendi beklentilerinden uzak kalmış, Rabbinin hukukunu ifa etmiş
ve gerçek kulluk makamında yerini almış olur. Müsebbebe iltifatta bulunması ve
ona yönelik bir kasdının olması durumu ise böyle değildir. Çünkü o takdirde
Allah'a olan teveccühü saflığını yitirecek; sebebe tevessül ile ortaya koymaya
çalıştığı Allah'a olan teveccühü, müsebbebe olan teveccühü vasıtasıyla olmuş
olacaktır. İhlas açısından bu iki mertebenin arasında
farklılığın bulunduğunda ise herhangi bir şüphe bulunmamaktadır.
Tevekkül ve işleri
Allah'a tevdi (tefYiz) noktasından da daha uygundur demiştik; çünkü, mükellef müsebbebin kendi yükümlü tutulduğu şeyler
altında olmadığını, kendi güç ve kudretinin yeteceği tarzda da bulunmadığını
bildiği zaman, bütün kalbiyle onu elinde bulunduran Allah'a dönecek; böylece
Allah'a tevekkül ve her şeyini O'na havale etmiş olacaktır. Buibadetlerle ilgili
olsun olmasın- bütün yükümlülüklerde böyle olacaktır. İbadetlerle ilgili
yükümlülüklerde bunlara ilaveten kulun sebeblere tevessülden sonra da, hala
korku ve umut arasında bulunmaya devam etmesi gibi bir netice de doğacaktır.
Eğer kişi sebeblere tevessülde bulunmakla müsebbeblere iltifat ve kas dı
bulunan kimselerden ise, bu sebebiyetin vereceği neticeyi hep bekler olacak,
belki de bu aceleci tavrı, neticeyi beklemekte olduğundan sebebin
tamamlanmasından önce ondan yüz çevirmesine sebeb olabilecektir. Neticede de
teveccühü, kendi güç ve yetkisinde olmayan şeye kayacak ve kendisinden
yapılması istenilen şeye teveccühü kalmayacaktır. Şu hikaye
işte bu konumda cereyan etmiş olmalıdır: Birisi "Kim kırk
- Sen sadece hikmet için ihlasta bulunmuşsun; Allah için ihlasta
bulunmamışsın; diye cevap verilmiş. sebeblerin işlenmesi sırasında
müsebbeblerin göz önünde bulunuurulması konusunda bu gibi şeyler çok
olmaktadır. Hatta bazen bu mülahazaları iyice taşar ve sebeblere riayetle, o
sebebleri koymak durumunda olan kişi arasına girdiği bile olur. Böylece abid
olan ibadetlerini çok görmeye başlayabilir, alim
ilmiyle gururlanma
haline girebilir. Ve benzeri durumlar.
Sabır ve şükür konusuna
gelince, çünkü kişi devamlı ve sadece Allah'ın emirlerine bakıp, müsebbeblerin
ve onların sebeblerinin kıvamı O'nun elinde bulunduğuna, kendisinin sadece
memur bir kulolduğuna inanınca, Allah'ın emri yanında duracak; kendisi için
ondan kaçış durumu olmayacak, hiçbir zaman o emri göz önünden ırak etmeyecek ve
o konuda nefsini sabıra zorlayacaktır. Çünkü
kendisinin sürekli murakabe altında olduğunu biliyordur ve Allah'ı
görüyormuşçasına kullukta bulunan kimselerdendir. Bu durumda iken eğer müsebbeb
vuku bulacak olursa, layıkıyla şükreden kimselerin başında yer alacaktır. Zira
o müsebbebin ortaya çıkmasında, kendisinin esbaba tevessül etmiş olmasına en
ufak bir pay ayırmayacaktır ve ondan dolayı kendi nefsine ne bir fayda ne de
bir zarar biçmeyecektir. Her ne kadar o bir alamet ve adi bir sebeb ise de,
nihayet bir sebebiyet vermeden, cereyan eden adet-i ilahiye uygun bir tertipten
başka bir şey değildir. Her şey Allah'ın elindedir.
Ama böyle olmaz da
müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunacak olursa durum daha farklı olacaktır.
Sebeb ya netice verecektir ya da neticesiz kalacaktır. Netice verdiği zaman sevinecek;
neticesiz kaldığında ise, Allah'ın taksim ve kazasına rıza göstermeyecek,
sebebi bir hiç gibi telakki edecektir. Muhtemelen bu durum kendisini
usandıracak ve onu terkedecek; belki ondan sıkılacak ve artık kendisine ağır
gelmeye başlayacaktır. Bu Allah'a dinin bir tarafından kulluk etmeye
benzemektedir. Böyle bir durum kulluk boyunduruğu altına giren kimselerin
adetleriyle bağdaşmayacak bir tavırdır. Diğer yandan güzel ve rızaya uygun
makam ve haller üzerinde düşünenler, onların müsebbeblere iltifatı terk esası
üzerinde bulunduklarını göreceklerdir. Belki de bu yaklaşım, keramet ve
harikuladelikler sahibi kimselere en çok fayda veren bir tavır olmuştur.
FASIL:
Müsebbeblerin Allah'ın elinde
olduğu düşüncesiyle, onlara iltifatta bulunmayan kimsenin bütün düşüncesi
tevessül etmekte olduğu sebeb olacaktır. O kişinin hatırı sürekli onu korumak,
onu gözetmek ve onun hakkında nasihatta bulunmakla meşgulolacaktır. Çünkü
sebebden başkası kendisiyle ilgili değildir. Şayet sebebden gözettiği kasıd
müsebbeb olsaydı, o takdirde sebebi asıl konuluş şekli üzere işlemesi ve ona
bir kulluk icnlsı kas dı dışında başka amaçlarla yaklaşmış olması ihtimali
doğacaktı. Belki de bu durum onu, haberi bile olmadan sebebin ihlali neticesine
bile ulaştıracaktı. Belki haberli olacaktı fakat hakkında düşünmeyecekti.
Buradan da pek çok mefsedet ortaya çıkacaktı.. Bu
anlayış hem dünya hem de ahiretle ilgili konularda, ibadetler alanında
aldanmanın aslını teşkil etmektedir. Hatta bütün hel ak edici özelliklerin
aslını bu telakki teşkil etmektedir. Dünyevi işlerde bu açıktır. Cünkü kişi
ancak ticaretinde umdugu kazancı bir an evvel elde etmek amacıyla veya icra
ettiği zenaatının revac bulması için (yani müsebbebe yönelik kasdından dolayı)
hile yapar! aldanır. İbadetlere gelince, Allah
Teala'nın sevdiği bir kulun özelliğinden olmak üzere gök ehlinin kendisini
sevmesinden sonra yeryüzünde onun için hüsnü kabul konulur. Nafilelerle
yaklaşmak önce Allah [c.c.] sevgisini, sonra da meleklerin sevgisini kazanmanın
sebebi olmaktadır. Daha sonra da o kimse için yeryüzünde hüsnü kabul
konulmaktadır. Muhtemelen abid, sebeble -ki nafileler oluyordu- bu müsebbebe
iltifat ve kasıdda bulunacak, sonra ona ulaşmak için aceleci davranacak ve
kendi işi olmayan bir şeyi talep etmek işin içine karışacaktır. Neticede de bu
durum sebebi açığa vurduracaktır ki bu da riya olmaktadır. Diğer helak edici
şeylerde de durum aynıdır. Böyle bir netice de fesad olarak yeterlidir.
FASIL:
Bir diğer husus da, bu
halin sahibi huzurludur, gönlü rahattır, dağınık değildir; kalbi her türlü
dünyevi yorgunluklardan uzaktır, tek bir yönü vardır. Böylece bu kimse dünyada
mutlu bir hayat sürecek, ahirette de mükafatlandırılacaktır.
Yüce Allah: "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir
hayat yaşatacağız .... "[Nahl, 97] buyurmaktadır.
Rivayet edildiğine göre Cafer es-Sadık, ayette geçen hoş bir hayat (hayaten
tayyibeten) hakkında: "O marifetullahtır, gerçek anlamda Allah'la birlikte
olmaktır, Allah'ın emrine hakkıyla vakıf olmaktır." demiştir. İbn Ata da:
"Allah'la birlikte
yaşamak, O'ndan başka herşeyden yüz çevirmektir." demiştir.
Keza kişinin kendisini
sebebe verip müsebbebe yönelik herhangi bir iltifat ve kasıdda bulunmaması
şeklindeki bir davranışta, bütün düşüncesi tek bir nokta üzerinde yoğunlaşacağı
için diğer düşüncelerden kurtulma durumu da bulunmaktadır. Ancak sebeble
birlikte onun müsebbebine yönelik bir kasıd da bulunduran kimsenin durumu böyle
değildir. Çünkü böyle bir kimse işlediği her sebebin müsebbebini de dikkat
nazarına alacaktır. Bu ise düşünceleri çoğaltıcı, dikkatleri dağıtıcı bir
davranış olacaktır. Yine sebeblerin netice doğurucu, doğurmayıcı olmalarına
bakma neticesinde de zihin ve düşünce dağınık bir hal alacaktır. Sebebler
netice verdiğinde tek bir doğrultuda netice vermeyecek ve sahibinin kalbi hep
keşke netice (müsebbeb) bulunduğu şekilden daha uygun olsaydı şeklinde meşgül,
düşüncesi sürekli dağınık bir hal arzedecekti. Bazen sebebi kınayacak, bazen de
müsebbebe karşı rıza ve hoşnutsuzluk gösterecektir.
Hz. Peygamber'in
[s.a.v.]; "Dehre (zamana, feleğe) sövmeyin. Çünkü 'dehr' Allah'tır."
sözü ve benzerleri işte bu manaya işaret etmektedir.
Başka bir şeye iltifat
etmeden sırf sebeble meşgül olan kimse ise, tek bir şeyle meşgül olmaktadır ki,
o da sebeb vasıtasıyla -hangi sebeb olursa olsun- Allah'a olan kulluğun
icrasıdır. Hiç şüphe yoktur ki, pek çok düşüncelere nisbetle tek bir düşünce,
nefis üzerinde gerçekten çok hafif kalacaktır. Hatta sabit durumda olan tek bir
düşüncenin dahi, kendi içerisinde çeşitli ve değişken durumda olan bir
düşünceye nisbetle hafifliği inkar edilemez. Hadis-i
şerifte: "Kim bütün düşüncelerini tek bir düşünce haline getirirse, sair
düşünceleri için Allah ona kafidir. Kim de bütün
tasasını ahireti için toplarsa, onun dünya işlerine Allah yeterlidir. "
buyrulmuştur. Şu söz de bu manaya çok yakın bulunmaktadır: "Kim ilmi Allah
için talep ediyorsa, az bir ilim kendisine yeterlidir. Kim ilmi insanlar için
tahsil ediyorsa, insanların ihtiyaçları pek çoktur." Zahidler bu meydan da
düşkünlük göstermişler ve giriştikleri yanşIarla sevinmişler, hatta bazıları
"Eğer melikler bizim üzerinde bulunduğumuz şeyleri bilselerdi, onları elde
etmek için bize karşı silahla savaş açarlardı" demişlerdir. Hadis-i şerifte:
"Dünyada zühd kalbi ve bedeni rahatlatır. '' buyrulmuştur. Zühd;
yoksulluk, her şeyden el-etek çekmek değildir. Aksine o kalbde bulunan bir
haldir ki, isterseniz ona esbaba tevessülle kullukta bulunmak ve onlan işlerken
müsebbeblerine iltifat etmemek diyebilirsiniz. Bunlar bazı nümunelerdir ve
kaidenin genel içeriği hakkında size bir fikir verecek ve dikkatinizi çekecek
mahiyettedir.
FASIL:
(Müsebbebin mükellefin
kudreti dahilinde olmadığı ve onunla yükümlü de
bulunmadığı esası üzere bina edilen hususlardan birisi de şudur:) Müsebbebe
yönelik olan iltifat ve beklenti bazen orta şiddette olur. Buna inşallah
ileride temas edilecektir. Bu kişinin sebebleri cereyan etmekte olan adet-i
ilahiye müsteniden ortaya koyması durumunda olur. Müsebbeblere yönelik iltifat
ve beklentileri olan kimseler için, daha salim olan yol da budur. Müsebbeblere
karşı olan iltifat ve beklenti bazen de beşerin tahammül gücünün üstünde aşırı
ve mübalağalı bir dozda olur. Bu yüzden de esbaba tevessül eden kimse için
neticede aşırı yorgunluk ya da kendi işini terk ile kendi işi olmayan bir işe
girişmek gibi bir durum ortaya çıkar.
Aşırı yorgunluk, daha
çok seyr ü sülük erbabının karşılaştıkları şeydir.
Bazen esbaba tevessül
eden kimsenin aşırı bir korku ve bedbinlik içerisinde olduğu da gözlenir.
Bu meselenin aslını,
Kur'an'daki Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e [s.a.v.] yönelik uyarıları teşkil
etmektedir: Hz. Peygamber [s.a.v.] fevkalade bir gayretle insanları Allah'ın
dinine davet ediyordu. Halbuki, onun için daha uygun
olanı orta derecede bir beklenti içerisinde olmasıydı. Konuyla ilgili ayetlerde
şöyle deniliyor: "Ey Muhammed! Onların söylediklerinin seni üzeceğini
elbette biliyoruz; doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler
Allah'ın ayetlerini bile bile inkar ediyorlar ....
Onların yüz çevirmesi sana ağır gelince, eğer gücün yeri delmeye veya göğe
merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah
dileseydi onları yolda toplardı. Sakın bilmeyenlerden olma.''[En'am, 33];
"Ey Muhammed! İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini mahvedeceksin. ''[Şuara,
3]; "Ey Peygamber! Küfre koşanlar seni üzmesin. "[Maide, 41];
"Putperestlerin: 'Ona bir hazine indirilmeli veya yanında bir melek
gelmeli değil miydi?' demelerinden senin -Ey Muhammed!- kalbin daralır ve belki
de sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Sen ancak bir uyarıcısın,
Allah her şeye vekildir. "[Hud, 12]; "Sabret, senin sabrın ancak
Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme, kurdukları düzenlerden endişe etme.
''[Nahl, 127]
Bu ve benzeri ayetler,
Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği sıkmtılarını azaltmasına ve kendisinin sadece
Allah'ın emrettiği şeylerle -ki sebeblerin icrası olmaktadır- yetinme durumuna
avdet etmesini teşvik etmektedir. Dilediğini doğru yola iletecek olan
Allah'tır. "Sen sadece bir uyarıcısın. "[Ra'd, 7]; "Sen sadece
bir korkutucusun. Allah her şeye vekildir. "[Hud, 12] vb. ayetler buna
delil olmaktadır. Bütün bunlar Hz. Peygamberden [s.a.v.] istenilen şeyin esbaba
tevessülde bulunmak olduğunu göstermektedir. Sebebleri vaz'eden (müsebbib) ve
müsebbebin yaratıcısı ise Allah'tır. "Allah'ın onların tevbelerini kabul
veya onlara azab etmesi işiyle senin bir ilişiğin yoktur. ''[Al-i İmran, 128]
Bu ayetler size göstermektedirki; Hz. Peygamber [s.a.v.], onların iman etmelerine
aşın hırs göstermekten, tebliğde mübalağaya kaçmaktan dolayı, keza yaptığı
çağrının neticesini -ki cehennemden kurtulmalarını temin edecek imanları
oluyordu- elde etmek amacından dolayı aşırı bir sıkıntıya maruz kalmıştır. Öyle
ki, bunu yansıtmak üzere Kur'an'da "And olsun ki, içinizden size,
sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve
merhametli bir peygamber gelmiştir. ''[Tevbe, 128] ayeti inmiştir. Bununla
birlikte Hz. Peygamber [s.a.v.], nübüvvet makamına daha uygun ve layık olan,
daha az sıkıntı ve meşakkat çekmesini temin edici bir ölçüye (orta ölçülü
olmaya) davet edilmiştir. Her ne kadar, peygamberlik makamının hiçbir makamla
kıyaslanamayacak kendine has ve layık bir şeref ve mertebesi varsa da; bu
durum, ona ait olan bu hükümlerle, onun daha altında bulunan ve ümmete uygun
olan mertebelere istidlalde bulunmayı zedeleyecek değildir. Nitekim şeriat alimleri Hz. Peygamber'in [s.a.v.] hallerini, ona dair
hükümleri ümmetiyle ilgili hükümlerde, onları delil olarak kullanmanın
sahihliğini -sadece kendisine has olduğuna dair bir delil bulunmadıkça- kabul
etmektedirler.
Kendi işini terkle,
kendi işi olmayana yeltenmeye gelince; burada kişi sebebi icra ederken bizzat
müsebbebe yönelerek onun olmasını ya da olmamasını kasdettiğinden, bu haliyle
Şari'in maksadına muhalif düşmüş olmaktadır. Zira bilindiği üzere, müsebbebin
mükellefle bir ilgisi yoktur; kişi onunla yükümlü tutulmamıştır. Aksine
müsebbeb sadece Allah'ın yetki ve iradesinde olmaktadır. Müsebbebe yönelik
kasdı bulunan kimse ifratı hasebiyle genelde, onun vukuunu belli bir garaza
mebni istemiş olmaktadır. Halbuki o, her açıdan kulun
belli garazına uygun olarak değil, sadece Allah'ın iradesi doğrultusunda
cereyan etmektedir. Dolayısıyla kulun garazı ve kasdı vaz' (konuluş) itibarıyla
murad olunan şeye muhalif düşmektedir. Bu ise edeb sınırının dışına çıkmak ve
kadere karşı koymak ya da o manada birşey demektir. Nitekim sahih hadiste bu
manaya dikkat çekilmiş ve şöyle buyrulmuştur: "Kuvvetli mü'min Allah'a
zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha makbuldür. Her bir şeyde hayır vardır.
Sana fayda veren şeye çaba göster; Allah'tan yardım dile ve aciz olma. Başına
bir şey gelirse 'Eğer şöyle yapsam, şöyle olurdu.' deme! Ancak 'Bu Allah'ın
kaderi, O ne dilerse yapar.' de! Çünkü 'eğer' kelimesi şeytanın amelini açar.
'' Hadiste 'eğer' iradesinin, şeytanın amelini açacağına dikkat çekilmiştir.
Çünkü bu tavır, sebeb ortaya konulurken müsebbebe yönelik bir iltifat ve kasdın
bir neticesi, sanki müsebbeb sebebten doğarmış ya da aklen onun lazımi
(zorunlu) bir neticesiymiş gibi bir telakkinin sonucu olmaktadır. Halbuki,
müsebbebin vukuu tamamen ilahi irade ve kader dahilindedir.
O dilediğini yapar. Zira, O'na ne sebebin mevcudiyeti
yardımcı olur, ne de sebebin bulunmaması O'nu acze düşürür.
Sözün kısası, ortaya
çıkan şey (müsebbeb), kesin olan kaderin yürürlük bulması demektir. Geride
kalıyor sebeb: Eğer o yükümlü olunan bir şeyse, teklif gereğince o
işlenecektir. Kulun kudreti dahilinde olmadığı için
yükümlü olunmamış bir şeyse, o zaman onu da her şeyin Allah'ın elinde bulunduğu
şuurunda olan kimsenin tavnyla Allah'a havale etmek ve O'na boyun eğmek
gerekecektir. Böyle yapıldığı takdirde üzerine şeytanın ameli açılmayacaktır.
Çoğu zaman insan, bu manada mübalağa eder ve neticede, şeytanın vesvesesine
kapılmak, kadere karşı koymak vb. gibi, şer'an hoş olmayan durumlara düşebilir.
FASIL:
Müsebbebi dikkate
almayan kimse, eğer işlediği şey ibadetse, mertebece daha yüksek, amelce de daha
ihlaslı ve temiz olacaktır. Eğer işlediği şey ibadet
dışı bir konuysa, ecri daha çok olacaktır. Çünkü kendi hazzını düşürmek üzere
amelde bulunmaktadır. Müsebbeblere yönelik beklentileri olan kimse ise böyle
değildir. Çünkü o, nefsinin güttüğü hazIara ulaşmak amacıyla amele girişmiştir.
Amellerin neticeleri -Allah'ın yaratması olmakla birlikte- nihai olarak
kulların kendilerine döner. Çünkü onlar ya maslahatlardır ya da mefsedetlerdir.
Nitekim Ebu Zer'in rivayet ettiği kudsi hadiste de: "Ey Kullarım! Bunlar
ancak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını
size tastamam veriyorum ....'' buyrulmak suretiyle
buna işaret edilmiştir. Bu mananın aslı da bizzat Kur'an'da bulunmaktadır.
"Kim salih bir amel işlerse kendi nefsi içindir. ''[Fussilet, 46]
Şu halde, onlara
iltifatta bulunan kendi hazzı yüzünden amel etmiş olmaktadır. Sırf emir ve
nehye yönelik olmak üzere am el eden kimse ise, nefsinin hazIarını düşürmüş
olmaktadır. Bu hal erbabının tuttuğu yol olmaktadır. Bu konu başka bir yerde
genişçe ele alınmıştır.
SORU: Müsebbeblere atf-ı
nazarın olup olmaması nasıl anlaşılacaktır?
Bunun bir kıstası var
mıdır?
CEVAP: HazIarın terki
bazen, kalbin onlara genel anlamda iltifat etmemesi anlamında açık olabilir. Bu
azdır ve bu hal daha çok sofiler'den hal erbabına mahsustur. Bunlar mutlak
anlamda sebebi ortaya koyarlar ve onun bir müsebbebinin olup olmamasına dahi
bakmazlar.
Bazen de, hazlar kalpten
tümden düşmez, dolayısıyla da bu anlamında durum tam açık olmaz. Burada
müsebbebe yönelik olan iltifat (doğrudan değil) emir ve nehyin arkasından
olmuştur. Bu, kişinin Allah'ın dilediği gibi tasarrufta bulunabileceğine olan
itikadıyla birlikte, cari olan adet-i ilahi doğrultusunda hareket etmesiyle
olur. Keza; bu, sebeble müsebbebin taleb edilmesiyle yani, Müsebbib olan
Allah'tan sebebin gereğini talepte bulunmakla olur. Bir nevi sebeb elini
uzatarak Müsebbib't.en istemek gibi. Aynen, tazarru (dua, niyaz) elini uzatarak bir şeyi istemek gibi. Veya
bu, müsebbeb hakkında durumu kendi yetki ve iradesinde bulundurana tevdi
yoluyla olur. İşte bunlar sebebi işlerken müsebbeb hakkında sarf-ı nazarda
bulunmuş kimseler olmaktadırlar. Müsebbebe iltifat demek sadece, onun sebeble
birlikte cereyan ettiğine, ona bağlı olduğuna itikat demektir. Örneğin müsebbebi
bizzat sebebin kendisinden istemek, yahut müsebbebi
doğuran şeyin bizzat sebeb olduğuna itikat etmek gibi. Zikri geçen mefsedetlere
uygun düşen ve neticesinden korkulan telakki de işte budur. Bu iki uç arasında
kalan kısımlar ise, ictihad sahası olmaktadır. Taraflardan hangisine daha yakın
iseler, onun hükmünü alırlar. Benzeri bir mütalaa, hazlar meselesinde de aynı
şekilde söz konusudur.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: