EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
SEBEB / YEDİNCİ MESELE
Sebeblere tevessül etmek
ya şer'an yasaklanmıştır ya da yasaklanmamıştır: Eğer yasak kısımdansa, o
takdirde sebebin ortaya konulmamasına dair bir talep var olduğu hususunda herhangi
bir problem bulunmayacaktır. İster sebebe tevessül eden kimse, müsebbebin
vukuunu da kasdetmiş olsun, ister böyle bir kasdı bulunmasın, netice fark
etmeyecektir. Çünkü sebebe tevessül eden kimse hakkında her iki durumun da
düşünülmesi mümkündür: Mesela bazen haksız yere öldürme ile ruhun çıkmasını da
kasdetmiş olabilir ve fiilen de öyle olur; keza gasb ile, gasbedilen şeyden
faydalanmayı kasdetmiş olabilir ve öyle de olur. Ancak bu neticeler
(müsebbebler), şeriatın gereği üzere değil de, cereyan etmekte olan adet-i
ilahinin gereği üzere böyle olurlar. Bazen de asla vuku bulmazlar. Bazen de
sebebe tevessül eden kimsenin nazarından, daha önce zikri geçen engelSı gibi
olmamakla birlikte başka bir çeşit arızi bir halden dolayı müsebbebe yönelik
herhangi bir kasıd ve iltifat geçmeyebilir. Ancak bu engele ve neticede böyle
bir kasdının bulunmamasına itibar edilmez.
Eğer sebebe tevessül
etmek, şer'an yasaklanmış değilse, o takdirde zikri geçen altı mertebenin
hepsinde de esbaba tevessülün menine dair bir istekte bulunulmayacaktır.
Birinci mertebede:
Bizzat sebebe tevessülün genel anlamda mübah veya matlüb olduğunu
farzettiğimizde; sebebi işleyen kimsenin "sebebin bizatihi müsebbeb
üzerinde etkin ve mil olduğu" şeklindeki telakkisi, bir masıyet (günah,
isyan) olur ve o masıyet mübah ya da matlüb olan bir amele bitişmiş olur;
neticede de onu iptal' etmez. Ancak böyle bir beraberliğin ifsad edici olduğu,
bir masiyete bitişik olan mübah ya da matlüb bir amelin, bitişik olan ifsad
edici unsur yüzünden yasaklanılmış bir vasıfkazanacağı görüşü esas alındığında
netice farklı olacaktır. Gasbedilmiş bir evde namaz kılmak, gasbedilmiş bir
bıçakla hayvan boğazlamak örnekleri burada hatırlanabilir. Bu konu usül-ı
fıkıhta açıklanmıştır.
İkinci mertebede: Bu
mertebede de zahir olan, sebebe tevessülde bulunmanın sahihliğidir. Çünkü
burada sebebe yapışan kimse, cereyan eden adet-i ilahiye dayanmaktadır;
bunlarda galib olan ise sebeblerin işlenmesi neticesinde onlardan müsebbeblerin
doğmasıdır. N eticede bu husus zanna galebe çalmaktadır. Bu telakkiye rağmen
sebebe tevessül edilmemesi, bizzat kendi eliyle kendisini tehlikeye atmak gibi
-hatta gibisi fazla- bizzat kendisini tehlikeye atmak olur. Aynı şekilde bu
telakki cereyan etmekte olan adete bağlı olarak kat'iyet mertebesine
ulaştığında da, mükellefe düşen sebeblere yapışmasıdır. Bu yüzdendir ki,
çaresiz kalan (muztar) kişi hakkında: "Eğer helak olmaktan korkarsa,
istemesi / dilenmesi veya ödünç alması ya da laşe vb. gibi şeyleri yemesi vacib
olur. Kendi nefsini ölüme terketmesi caiz değildir." demişlerdir. Yine bu
noktadan hareketle Mesrük da: "Kim Allah'ın haram kıldığı bir şeyi yemek
zorunda kalır ve yemez içmez ve neticede ölürse, o cehenneme girer."
demiştir.
Üçüncü mertebede: Burada
da durum açıktır. Ancak başka bir bahis daha vardır: Acaba bu mertebede
sebeblere tevessül eden kimse, ikinci mertebede bulunanın derecesinde midir?
Yoksa değil midir? Bu üzerinde durulacak bir konudur. Fukahanın sözlerinin
mutlaklığına bakılacak olursa aralarında bir fark olmaması gerekmektedir.
Mutasavvıflardan olup erbab-ı tevekkülün hallerine bakıldığında da aralarında
fark olması gerekmektedir. Gerçi İmam GazzaH'nin konuyla ilgili tafsilath
sözlerinin zahirinden, bu hükümde her iki mertebenin de -fukahanın sözlerinde
olduğu gibi- birbirlerine eşit oldukları anlaşılmaktadır. Ancak öyle gözüküyor
ki, meselede farklı bir bakış açısı daha bulunmaktadır. Şöyle ki: Bu mertebe;
ilmi olur, hali (halle ilgili) olur. İlim ile hal arasındaki fark erbabınca
bellidir. Eğer ilmi olursa, o zaman o ikinci mertebeden olur. Zira her mü' min
üzerine vacib olan, sebeblerin bizatihi fail olmadıklarına, failin ancak ve
ancak sebeblerin müsebbibi olan Yüce Allah olduğuna; ancak O'nun yaratmada cari
olan sünnet-i ilahisinin bidüziyelik arzeden adetler doğrultusunda işlemekte
olduğuna; dilediği zaman ve dilediği kimseler için bazen bu adetleri yırtarak
onların üzerine çıktığına itikad eylemektir. Yaratma sünnetinin bir adet-i
ilahi doğrultusunda işlemesi açısından, esbaba tevessül gerekmektedir. Diğer
taraftan sebeblerin de, müsebbebleri gibi Yaratıcının elinde olması açısından
bakıldığında da, mükellefin onları ortaya koymak ya da onları terketmek
hakkının bulunması gerekmektedir. Bazen bu iki taraftan birisi mükellefin
kanaatinde daha ağır basabilir. Eğer birinci taraf yani her şeyin bir adet-i
ilahi içerisinde cereyan ettiği düşüncesi ağır basacak olursa, onun durumu
yukarıda anlatıldığı şekilde olacaktır. Eğer ikinci taraf ağır basacaksa, o
takdirde bu telakkinin sahibi ilmilikten hal mertebesine çıkmış olacaktır ve
ona göre artık, sebeb e tevessülde bulunma ile bulunmama aynı olacaktır. Çünkü,
mesela acıktığı ve iyice çaresizlik hissettiği zaman; onun için esbaba
tevessülde bulunmakla bulunmamak arasında fark bulunmayacaktır. Zira onun
yakini imanına göre, sebeb de müsebbeb gibi Allah'ın elindedir. Bu durumda olan
hal ehli için, sebebi terketmiş olması, kendisini eliyle tehlikeye atmak
manasına gelmemektedir. Aksine onun iman ve itikadı her iki hal için de tek ve
aynıdır. Bu itibarla o "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye
atmayın."[Bakara, 195] ayetinin hükmü altına girmemektedir. Ona göre, bu
halin kaldırılması için bir sebeb e tevessül etmek vacib olmamaktadır. Zira,
sebebin müsebbib olan Allah'ın elinde olduğu şeklindeki (tabii vasıfları gibi
artık kendisinde bir halalan) yakini ilmi, müsebbebin tayin üzere kendi
tarafından istenilmesi keyfiyetinden kendisini müstağni kılmıştır. Ona göre
sebebin bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark yoktur. Nasıl ki, sebeb
işlenirken müsebbebe olan itimad, kişinin kendi nefsini kendi eliyle tehlikeye
atmak sayılmıyorsa, terki durumunda da netice aynı olacaktır. Sebebe tevessül
eden kimsenin, bu tevessülünü, müsebbebe yönelik itimadını düşürmek amacıyla
gerçekleştirdiği farzedilecek olsa bu, kendisini kendi eliyle tehlikeye atmak
olurdu. Çünkü bu durumda bizzat sebebin kendisine itimad etmiş olmaktadır.
Halbuki, sebebin bizzat kendisinde, ona dayanılmayı gerektirecek bir özellik
yoktur. Ona itimad ancak, sebeb olarak konulmuş olması açısından olabilir.
Sebebi, başka bir şey için olmaksızın terketmesi durumu da aynıdır; yakini iman
mertebesinde, her iki halde de sebebin bulunmasıyla bulunmaması arasında bir
fark bulunmamaktadır. Bu gibi durumlarda herkes, kendi nefsinin fakihidir. Bu
hususa delalette bulunacak deliller daha önce geçmişti. Bu meyanda hadiste
şöyle buyrulmuştur: "Olacak şeyleri kalem yazmış ve mürekkeb kurumuş
(artık iş bitmiş)tir. Allah'ın sana yazmadığı bir şeyi sana vermek için bütün
yaratıklar bir araya toplansalar, buna güç yetiremezler. " Iyaz, Maliki
fukahasından olan Hasen b. Nasr es-Susi'den şöyle nakletmiştir:
Bu zatın oğlu,
fiyatların yükselmekte olduğu bir senede kendisine:
- Babacığım! Yiyecek
satın al; çünkü ben fiyatların yükselmekte olduğunu görüyorum; demiş. Bunun
üzerine bu zat, hemen evinde bulunan ne kadar yiyecek varsa hepsinin
satılmasını emretmiş ve sonra da oğluna:
- Sen Allah'a tevekkül
eden kimselerden. değilsin; sen yakini (imanı) kıt birisin. Sanki buğday
babanın yanında bulunursa, bu seni Allah'ın hakkındaki kazasından kurtaracak öyle
mi? Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter; demiştir.
Meselemizin fıkıhtaki
benzerleri: Gazinin, yalnız başına düşman ordusu üzerine saldırması: Fukaha, bu
konuda zannına galebe çalan şeyin selamet ya da helak olması ya da bunlardan
birisinin kesin olarak vukuuna kanaat getirmesi şekilleri arasını
ayırmaktadırlar. Eğer gazi, kendisine bir şeyolmayacağı itikadında ise, bu
saldırısı caiz olacaktır. Bir faydası olmayacak şekilde, kendisinin helak
olacağı itikadında ise, bu takdirde bu davranışından men edilecektir. Buna da
"Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın. "[Bakara, 195] ayetini
delil olarak kullanmışlardır. Çöle azıklı veya azıksız olarak girme de aynı
şekildedir. Eğer kendisine bir şeyolmayacağı zannı galib ise, çöle girmesi
caiz; eğer hel ak olacağına dair zannı galib bulunuyorsa oraya girmesi caiz
değildir. Aynı şekilde zann-ı galibine göre vakit çıkmadan su bulacağı
itikadını taşıyorsa, teyemmüm etmez ve namazı ertelemesi emredilir. Denize
açılan kimsenin durumu da aynı şekildedir. Buna göre, vakit içerisinde suya
ulaşabilme hakkındaki inancına göre teyemmüm edebilecek veya edemeyecektir. Bir
hasta, orucunu tuttuğu zaman hastalığının artacağı veya geç iyileşeceği ya da
kendisine meşakkat dokunacağı zann-i galibini taşıyorsa, orucunu tutmayabilecektir.
Buna benzer zann-ı galib üzere bina edilmiş daha bir çok mesele vardır. Her ne
kadar zanların gerekleri farklılık arzedecekse de, bu burada ortaya koyduğumuz
esası zedelemeyecektir. Meselemiz bu kaide altına dahil bulunmaktadır.
Allah Teala'nın rızkı
garanti etmesine nisbetle esbaba tevessülü bırakmakla ona yapışmanın aynı
olacağı hakikatına ulaşmış kimseler hakkında, onlara rızık için sebeblerine
yapışmanın vacib olmadığını söylemek doğru olacaktır. Bu yüzdendir ki, hal
sahiblerinin tehlikeli ve emniyetli olmayan şeyler içerisine girdikleri,
başkalarına göre "kendilerini kendi elleriyle tehlikeye atmak"
şeklinde telakki edilecek bazı şeylere kendilerini attıkları görülmektedir.
Oysa ki, onlara göre hiç de böyle değildir. Çünkü bu mertebeye ulaşmış yakini
imana göre, onların içerisinde bulundukları aldanma ve tehlike içeren
durumlarla, bize göre emniyet, güven ortamı ve kurtuluş sebebleri olarak
gördüğümüz şeylerin aralarında bir fark bulunmamaktadır. Iyaz, Ebu'l-Abbas
el-lbani'den şöyle nakletmiştir: Abid bir zat olan Atıyyetu'l-Cezeri
Ebu'l-Abbas'ın huzuruna girer ve:
- Hem ziyaret hem de
Mekke'ye gitmek üzere size veda için geldim, der. Ebu'l-Abbas ona:
- Dualarının
bereketinden bizi de unutma! der ve ağlar. Atıyye'nin beraberinde ne su kabı
vardır, ne de azık torbası. Sonra Atıyye arkadaşlarıyla birlikte yola çıkar.
Hemen onun akabinde bir adam gelir ve Ebu'l-Abbas'a:
- Allah size hayırlar
versin! Beraberimde elli miskal altın ve bir de katırım var. Mekke (hac) için
yola çıkmamı uygun görür müsün? der. Ebu'l-Abbas kendisine:
- Acele etme! Biraz daha
para biriktir; diye cevap verir. Ravi diyor ki:
Biz bu iki adamın
hallerinin farklılığından dolayı verilen farklı cevaplara hayret etmiştik. Bunun
üzerine Ebu'l-Abbas bu hayretimizi şöyle giderdi:
- Atıyye bana danışmak
için değil, veda etmek için gelmişti. Allah'a tam bir güveni vardı. Bu ise bana
danışmak üzere gelmişti ve yanında bulunan mallarını zikrediyordu. Anladım ki,
niyeti zayıf, o yüzden ona da gördüğünüz gibi, tedarikini çoğaItması için
nasihatte bulundum.
İşte ilimde imam olan bu
zat, görüldüğü gibi niyeti zayıf olan kimse hakkında sebeblere iyice
yapışmasını, gerekli hazırlığı eksiksiz olarak yapmasını tavsiye etmiş; öbür
taraftan güçlü bir yakini itikada sahib olan kimsenin sebeblere sırt
çevirmesini de kabulle karşılamıştı. Allah daha iyi bilir ya o, bu farklı
tutumunu, ortaya koyduğumuz güvenlik ve helak konusunda söz konusu olan itikad
ve zann-ı galib 'kaidesi üzerine bina etmişti. Bu konu fıkıhta üzerinde
durulması gereken bir konudur. Bunun içindir ki, aynı bir olay karşısında,
farklı insanlara göre hükümler de farklılık arzetmektedir.
SORU: Bu mertebe sahibi
için hangisi daha üstündür: sebeblere tevessül etmesi mi? Yoksa onlan
terketmesi mi?
CEVAP: Buna verilecek
cevap iki açıdan olacaktır:
1. Onun hakkında da
mutlaka sebebler vardır; nitekim diğerleri hakkında da durum aynıdır. Çünkü
(keramet vb. gibi) harikuladelikler her ne kadar onun hakkında sebeb makamına
kaim bulunsa da, haddizatında onlar da birer sebeb olmaktadırlar. Şu kadar var
ki, bunlar alışılmadık (garib) sebebler olmaktadırlar. Yaygın olan sebebler
konusunda, esbaba tevessülü belli bir şekil ve sayıyla sınırlamak mümkün
değildir. Mesela yol için gerekli olan hazırlığı bulunmadan hac yolculuğuna
çıkan kimseyi örnek olarak ele alalım. Allah onu hiç ummadığı yollardan
rızıklandırabilir; bu ya yeryüzünün bitirdiği nebatlarla, yahut badiye ve
sahrada rastlayacağı insanlar sebebiyle; veya sahrada yaşayan hayvanlar
vasıtasıyla veya daha başka yollarla ... olabilir. Şayet, Allah cari olan
adet-i ilahinin üzerine çıkarak onun üzerine gökten bir şeyler indirecek
olsaydı veya yeryüzünden çıkaracak olsaydı, bunlar da onlara has olan erbabı
tarafından bilinen cari sebeblerden sayılacaktı. Bu durumda bu kimse,
sebeblerle am el etme haricine çıkmış değildir. Bu tür alışılmamış sebeblerden
birisi de namazdır. Çünkü Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret,
kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren
Biziz. "[Ta ha, 132] buyurmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber [s.a.v.] de
yiyecek bulamadıklarında ailesine namaz kılmalarım emrederlerdi. Durum böyle
olduğuna göre, soru yerinde değildir.
2. Sorunun yerinde
olduğunu kabul etsek bile, biz kesinlikle biliyoruz ki, Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] ashabı bu mertebeyi elde etmiş kimselerdi ve hem hal olarak hem de
ilim olarak bu yakini mertebenin hakkım vermişlerdi. Bununla birlikte Hz.
Peygamber [s.a.v.] onlara, ahiretlerinin mamür olmasına vesile olacak sebeblere
tevessülde bulunmalarını emrettiği gibi dünyevi maslahatlarının gerçekleşmesini
temin edici sebeblere tevessülde bulunmalanm da emirde bulunmuş ve onları bu
hal üzere terketmemiştir. Bu da, daha üstün olan telakkinin, Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] onlara irşadda bulunduğu husus olduğuna delalet edecektir. Ve yine bu
hal bir makam olarak itibar görmemektedir. Hz. Peygamber'in [s.a.v.]:
"Deveni bağla ve tevekkül etf'' sözüne dikkatle bakıldığında bu
görülecektir. Keza, bu halle hallenenler harikuladelikler sahibi kimselerdir;
buna rağmen onlar Hz. Peygamber'in [s.a.v.] ahlakıyla ahlaklanmak için esbaba
tevessülde bulunmayı terketmemişlerdir. Onlar ilim sahibi kimselerdi, hal böyle
iken daha üstün (efdal) olanı bırakıp da başkasını alacak değillerdi.
Dördüncü mertebede: Her
şeyin imtihan için olduğu telakkisinde de, esbaba yapışmak gereği açıktır.
Çünkü bu mertebe sahiplerine göre, sebebler, kayıtsız olarak mükelleflerin
denendikleri birer yükümlülük halini almıştır. Bu anlayış, taabbudi olan
olmayan bütün sebebler için geçerlidir ve bunlardan sadece birisine tahsis
edilemez. N asıl ki, iba.detlerle ilgili sebeblerin, o sebebleri koyan Allah'a
-tamamen kendi yetki ve hükmünde olması hasebiyle- itimadda bulunmak suretiyle
terki sahih olmuyorsa, ta ab bu di olmayan (muamelatla ilgili) sebebler
hakkında da durum aynıdır. İşte bu noktadan hareketledir ki, Hz. Peygamber
[s.a.v.] "Sizden hiçbir kimse ve dünyaya gelen hiçbir nefis yoktur ki,
onun cennet ya da cehennemdeki yeri belli olmasın." buyurduğunda sahabe:
- Ya Rasulallah! O zaman
niçin çalışıyoruz?! (İlahi kadere boyun eğerek) tevekkül edip beklemeyelim mi?
diye sormuşlardı. Hz. Peygamber [s.a.v.] "Hayır! Çalışın. Herkes ne için
yaratıldı ise, ona o şeyin (yolları) kolaylaştırılmıştır." buyurmuş ve sonra
da "Elinde bulunandan verenin, Allah'a karşıgelmekten sakınanın, en güzel
söz olanAllah'ın birliğini doğrulayanın işlerini kolaylaştırırız ... .''[Leyl,
5-7] ayetlerini okumuşlardır. Taabbudi olmayan (adiyyat) sebebler de aynı
şekildedir, çünkü onlar da bir anlamda ibadetlerdir. Bu mertebe saliklerine
göre, onlar da konulmuş hükümler üzere cari olmaktadır. Bu mertebe salikinin
sebeblere bakışı ile ibadetlere bakışı arasında bir fark yoktur. O dikkatini
sadece sebeblere atfetmekte, onların müsebbeblerini ise, sebeblerin vazı'ı
(müsebbib) olan Allah'a havale etmektedir.
Beşinci mertebede: Bu
mertebede de, esbaba tevessülün sahihliği ortadadır. Çünkü bu mertebede olan
kimse, her ne kadar, sebebe sebeb olması açısından iltifatta bulunmasa da
-tabii müsebbebe de evleviyet tariki ile yönelmeyecektir-, sebeblere mutlaka
kendisini müsebbib olan Allah'a ulaştırıcı birer vesile ve vasıta olmak üzere
yönelmektedir. Bunun delili de ibadetlere ait sebeblerdir. Keza, sebebler
kendisini onlarla kullukta bulunduğu Zata ulaştıran birer merdiven olmaları
hasebiyle gözünün nuru olmuşlardır. Taabbudi olan (ibadiyyat) sebeblerle,
taabbudi olmayan (adiyyat ya da muamelatla ilgili) sebebler arasında da bir
fark yoktur. Ancak bu mertebeye ulaşmış kimseler genelde Allah'tan başka
herşeyden soyutlanma amacındadırlar. Bu yüzden de muhtemelen, sebeblerden
zartiri olmayanları atacak, sadece zartiri olanlarla yetinecek, böylece
sebebler alanında, bunların kalbinde fazla yer işgal etmemesinden kaçmış olmak
için, kendi nefsi aleyhine sahayı daraltacaktır. Böylece kendi bakış açılarında
birlik ortaya çıkacaktır.
Sebebler matItiba
ulaştırıcı olduklarına göre, bu mertebede onlara tevessülde bulunulacağı
konusunda herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Zira matluba sahih bir şekilde
ancak bunlar cihetinden ulaşılacaktır.
Altıncı mertebede: Bu
mertebe, daha önceki mertebelerde zikredilen özellikleri toplayıcı bir mahiyet
arzettiğine göre, daha öncekiler için delil olanlar bu mertebe için de delil
olacaklardır. Şu kadar var ki, bu mertebede sebebler, kulluk ve emre mutlak
imtisal (uyma) vasfı açısından dikkate alınmakta; başka bir açıdan
yaklaşılmamaktadır. Teklifte gözetilen maslahatın açık olmasıyla gizli olması
arasında bir fark da aranmamaktadır. Bütün bunlar kulun Allah'ın emrine
imtisalde bulunmak kasdı içerisinde mevcut bulunmaktadır. Her ne kadar mükellef
olunan şey vüctidun bir kısmının ya da tamamının irtibatlı olduğu konulardan
ise de; mükellefin emre imtisaldeki kasdı, ona da şamilolmaktadır.
Allahu a'lem!
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: