EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
SEBEB / ALTINCI MESELE
Geçen izahlardan sonra
sebeblere girmenin, iki kısma ayrılan mertebelerine geçebiliriz: Sebebler
ortaya konulurken, müsebbeblere yönelik iltifat ve kasdın üç mertebesi
bulunmaktadır:
1. Sebeblerin, sanki müsebbeblerin
faili imiş, onu ortaya koymada etkinmiş gibi telakki edilmesi. Bu -Allah
korusun!- şirk ya da ona benzer bir şeyolmaktadır. Çünkü sebeb bizatihi fail ve
müsebbebde etkin değildir. "Allah her şeyin yaratıcısıdır. ";
"Allah sizi de, yaptıklarınızı da yarattı. "[Zümer 62 ve Saffat 96]
ayetleri bu hususu açıkça ortaya koymaktadır. Hadisi şerifte de: "Allah:
'Kullarımdan kimisi mü'min, kimisi de ka,fir
sabahladı. Kim Allah'ın lütfu ve rahmetiyle yağmura kavuştuk dediyse, işte o
bana ıman ve yıldızı inkar etmiştir; kim defolan ve
falan yıldızın doğması veya batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse; o da beni
inkar, yıldıza ıman etmiştir,' buyurdu." denilmiştir. Hadiste ifade edilen
yıldıza lman edip de Allah'ı inkar eden kimse, yıldızı yağmurun yağdırılması
hususunda bizatihi fail telakki edenlerdir. Bu konu kelam ilminin sahasına
girmektedir.
2. Sebebin ortaya
konulması sırasında, adet-i ilahiye göre müsebbebin de onunla birlikte
bulunmasına itikad etmek. Bundan önce üzerinde durulan konu da işte bu kısım
olmaktadır. Bunun özeti şudur: Bu telakkiye göre sebebin ortaya konulmasından
müsebbeb de talep edilmektedir; ancak bu sebebin müstakillen onda etkin olduğu
düşüncesiyle değil, onun müsebbeb için .sebeb olarak konulması açısından
olmaktadır. Sebebin mutlaka bir müsebbebe sebeb olması gerekmektedir. Çünkü
sebebden anlaşılan mana budur, aksi takdirde sebeb olmazdı. Bu açıdan müsebbebe
iltifatta bulunmak, Yüce Allah'ın yaratılış konusundaki sünnet-i ilahisinin
gereği haricine çıkmak sayılmamaktadır; keza, bu telakki sebebin Allah'ın
kudretiyle meydana geldiği hususuna da ters düşmemektedir. Çünkü Yüce Allah'ın
kudreti, sebebin bulunması halinde de, bulunmaması halinde de ortaya
çıkabilmekte (ve müsebbebi ortaya koyabilmekte)dir. Dolayısıyla sebebin bulunması,
Yüce Allah'ın müsebbebin yaratıcısı olmasına münafi değildir. Ancak burada
bazen ona iltifat galebe çalabilir; hatta öyle ki, (sebebin bulunmasına rağmen)
müsebbebin bulunmaması müessir olabilir ve inkarla karşılanabilir. Bu şunun
için olur: Cari olan adet sebeb üzerinde durulurken, onun hep sebeb olması
hükmüyle ele alınması hususunda galebe çalmış ve onun bizatihi gerektirici
değil de ca'li (yapay) olarak konulmuş olduğu unutulmuştur. Sebebler icra
edilirken, çoğunluk halkın itikadı işte bu şekilde olmaktadır.
3. Sebeb ortaya
konulurken, müsebbebin Allah'dan olacağı, çünkü müsebbibin (sebebiyet verenin)
de bizzat O olduğu düşüncesinde bulunmak. Bu mertebeye sahib kimselerin genelde
inançları; müsebbebe gerçek anlamda sebebin sebeb olduğu düşüncesi olmaksızın,
onun bizzat Allah'ın kudret ve iradesiyle ortaya çıktığı şeklindedir. Çünkü,
sebebin ona sebeb olduğu gerçek anlamda sahlh olsa, hiçbir zaman
bidüziyeliğinin .bozulmaması, her sebeble birlikte mutlaka müsebbebin de
bulunması gerekecektir. Aklı sebeblerde olduğu gibi. Durum böyle olmayınca, ilk
sebeb delilinden de hareketle müsebbebin Rabbin kudreti ve iradesi
doğrultusunda çıktığı, ona sebebiyet verenin Yaratıcı olduğu kesin olarak
ortaya çıkar. Burada "Sebeb bulunursa, müsebbeb de bulunur, sebeb bulunmazsa
müsebbeb de bulunmaz." şeklindeki bir itikadda bulunan kimseye şöyle
denilebilir: "Peki ilk sebeb neden ortaya çıkmıştır?" Benzeri bir
durum için de Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Peki ilkine kim sirayet
ettirdi?" buyurmuşlardır. Sebebler, müsebbebleriyle birlikte Allah'ın
kudreti altına dahil bulunduklarına göre, müsebbeblerin vücuda gelmesine
sebebiyet veren bizzat Yüce Allah'tır, bizatihl sebeblerin kendileri değildir.
Zira O'nun mülkünde, O'na eş ve ortak hiçbir şey yoktur. Bütün bunlar kelam
ilminde açıklanmıştır. Özetlemek gerekirse: Müsebbebin vücuda gelmesinde,
itibar bizatihl sebebin kendisine değildir. Sebebiyet verenin bizzat Allah
olması açısından sebebe itibarda bulunmak gerekir. Bu telakkı de doğrudur.
FASIL:
Müsebbebe yönelik
iltifat ve kas dı terketmenin üç mertebesi vardır: Birinci mertebe: Sebebler,
kulların nasıl yapacaklarının.ortaya çıkması için Allah tarafından konulmuş bir
deneme ve imtihan unsuru olmaktadır. Dolayısıyla birinci mertebede sebebler,
başka bir şeye iltifat söz konusu olmadan, sırf bu açıdan ortaya konulur. Bu
telakkı, sebeblerin ve müsebbeblerin bu dünyada, kulların imtihan edilmeleri ve
denenmeleri için konulmuş olduğu, onların cennetlik ve cehennemlik olmaları
için bir yololdukları esasına bina edilmektedir. Bunlar iki tür olmaktadır:
a) Akılların denenmesi
için konulmuş olanlar: Üzerinde düşünülmesi ve arkasında bulunan şeylere
delalet eden bir sanat olması açısından bütün alem bu şekilde kabul
edilmektedir.
b) Nefislerin denenmesi
için konulmuş olanlar: Kullara menfaatleri ve zararları ulaştırmaları, keza
kendi emirlerine boyun eğdirilmiş ve isteklerini yerine getirecek şekilde
itaatkar kılınmış olmaları açısından da yine bütün alem bu türden olmaktadır.
Böylece kaza ve kader programı dahilinde onların tasarruftan ortaya çıkacak;
amelleri şeriat hükümleri çerçevesinde yürüyecek; cennetlik olan cennetlik,
cehennemlik olan cehennemlik olacak; ezeli olan ilm-i ilahi ve çevirme imkanı
olmayan kesin kaderin gereği ortaya çıkacaktır. Zira Yüce Allahalemlerden müstağnidir
ve yaptığı bir şeyi yapmada sebeb ve vesilelere muhtaç olmaktan münezzehtir;
ancak 0, bu sebebleri ve onlara bağlı olarak müsebbebleri sadece kullarını
denemek için koymuştur. Bu manaya delalet eden deliller pek çoktur. Misalolarak
şu ayetler görülebilir: "Arşı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş
işleyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.[Hud,
7] "Hanginizin daha iyi iş işleyeceğini belirtmek için ölümü ve dirimi
yaratan O'dur. "[Mülk, 2]; "İnsanların hangisinin daha iyi iş
işleyeceğini ortaya koyalım diye yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü
yaptık. "[Kehf, 7]; "Sonra onların ardından, nasıl davranacağınıza
bakmak için sizi yeryüzünde olanların yerlerine geçirdik"[Yunus, 14];
"Sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış
olduğunu belirtmek için onları uyandırdık"[Kehf, 12] "Allah'ın
gerçekten inananları belirtmesi ve içinizden şahidler edinmesi; Allah'ın
inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için insanlar arasında bugünleri
bazen lehe bazen aleyhe döndürür dururuz"[Al-i İmran, 141-142];
"Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. "[Al-i
İmran, 152] Bu ve benzeri ayetler sebeblerin sadece imtihan ve deneme unsuru
olmak üzere konulmuş olduklarını göstermektedir. Durum böyle olduğuna göre,
sebebleri bu açıdan ortaya koyan kimse, onları konulmuş oldukları şekilde ve
hakikatlerine vakıfbir vaziyette gerçekleştirmiş oluyor demektir. Böyle bir
netice ise sahihtir. Böyle bir kasda sahip kimse, ortaya koyduğu sebeblerle Allah'a
kullukta bulunuyor demektir. Çünkü kendisine izin verilen bir konuda o izine
dayanarak, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatı olmaksızın, sırf Allah'a
olan kulluğunu ortaya çıkarmak amacıyla sebebi ortaya koyunca, o sanki mahza
ibadet olan sair amelleri işlemiş gibi olacaktır.
İkinci mertebe:
Müsebbeblere iltifat bir tarafa, sonradan ortaya konulmuş ve yaratılmış şeyler
olmaları hasebiyle sebeblere yönelik iltifattan soyutlanma kasdı ile onların
içerisine girmek. Bu mertebe de, "ibadetlerin sadece mabüda has kılınması,
niyetinde ondan başkasına yer ayırmamak, kasdında başkalarını ona ortak
kılmamak süretiyle olur; böyle bir ortak kılma O'na olan ibadette katkısız bir
tevhidden dışarı çıkmak olur" şeklindeki telakki üzerine bina edilmiştir.
Çünkü bütün bunlara yönelik hala bir kasıd ve iltifatın bulunması, sonradan
meydana gelmiş şeylerle (yaratıklarla) hemhalalmak, O'ndan başkalarına
meyletmek anlamına gelir. Bu telakki, şirkin nefyi konusunda ince düşünmek
anlamı taşır. Keza bu mertebe de, yerinde sahih olmaktadır. Bu anlamda şirkin
nefyine delaleteden şer'i deliller de bulunmaktadır: "Rabbine kavuşmayı
uman kimse salih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.
"[Kehf, 110]; "Öyle ise, dini Allah için halis kılarak O'na kulluk
et. "[Zümer, 2] ve benzeri ayetleri bu meyanda örnek olarak zikretmek
mümkündür. Keza, alemlerin Rabbi olan Allah'a teveccühte doğruluk ve ihlas
isteyen deliller de bu doğrultudadır. Bütün bunlar, Allah'a halisane teveccühte
bulunma ve ona kullukta herhangi bir şaibeye yer vermeme konusunda çıkarılan bu
manayı ortaya koymaktadır. Bu mertebeye sahib olan kimse, konulmuş olan
sebebleri -onların müsebbeblerine kasıd ve iltifat bir tarafa- bizzat onlara
dahi ilgi duymak ve onlara nazar atfetmek gibi bir durumdan sıyrılmak üzere
ortaya koyarak Allah'a olan kulluklarını icra ederler. Bu mertebe sahibleri
sebeblere, sadece onların müsebbib ve vazı'ı olan Allah'a ulaşabilmek için,
birer vesile ve vasıta; O'na yakınlık mertebelerine çıkabilmek için birer
merdiven olmaları sebebiyle yönelirler. Onların sebebleri işlerken iltifat ve
kasıtları sadece müsebbib olan Allah'a yöneliktir.
Üçüncü mertebe: Sebebi
işlerken, mücerred şer'i izinden yola çıkma ve başka bir amaç gütmeme
mertebesi. Bu mertebede kişinin sebebe yönelik kasdı, kulluk makamına gerçek
anlamda ulaştığı için onu getiren 'emre icabette bulunmaktır. Çünkü sebebi
ortaya koyma hakkında mükellefe izin verilince veya emirde bulunulunca, bu emir
ve izine istinaden sebebi işlemesi durumunda o (mükelleD, onu emreden Allah'ın
ona yönelik bir kasdının bulunması hasebiyle ona icabette bulunmuş olmaktadır.
Daha önce müsebbibin (sebebi ortaya kayanın) Allah olduğu ve adet-i ilahiyi o
şekilde cereyan ettirenin O olduğu, eğer isteseydi cereyan ettirmeyeceği,
nitekim dilediğinde bu adeti yırtarak sebebsiz de müsebbebleri var ettiği
ortaya konulmuştu. Keza sebeblerin bir deneme ve imtihan unsuru olduğu,
kulluğun her türlü şaibeden arındırılmak üzere icabette bulunulduğu ve onun
O'na yönelişte doğruluğu ve ihlası gerektirdiği de belirtilmişti. İşte daha
önceki kısımlarda zikredilen bütün bunlar, bu mertebe altına girmektedir.
Dolayısıyla burada söz konusu edilen kasıd daha önce geçenlerin tümünü kapsar
olmuştur. Çünkü bu mertebede mükellef Şari'in kasdına, başka bir şey düşünmeden
yönelmiştir. Şari'in o işlerde (sebeblerde) kasdının olduğu da bilinmektedir.
Böylece mükellef sebebi ortaya korken onun içeriğinde bulunan bildiği ve
bilmediği her şey kendisi için hasıl olacaktır. O müsebbebi sebeb yoluyla taleb
etmektedir ve aynı anda Allah'ın bizzat müsebbib olduğunu; o sebeble kendisini
denediğini de bilmektedir ve sebeb vasıtasıyla Allah'a olan teveccühünde samimi
ve yakin mertebesine ulaşmıştır. Her ne kadar kasdı içerisine, müsebbebe
yönelik kasdı girse de, onun kasdı mutlaktır; ayrıca, bu kasıd tamamen O'ndan
gayrı ne varsa hepsinden uzak, her türlü şaibeden arınmış olmaktadır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: