EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

SEBEB / BEŞİNCİ MESELE

 

Müsebbebe yönelik bir kasdın bulunması lazım olmadığına göre; mükellef mutlak surette böyle bir kasıd ve iltifatı terk edebileceği gibi, ona karşı kasıd ve iltifatta da bulunabilir.

Daha önce geçenler (yani üçüncü meselede geçen deliller) birinci kısma delil teşkil ederler.

Size: "Ziraat, ticaret vb. gibi yollarla geçirnin için niçin çalışıyor; hayatını kazanıyorsun?" diye sorarlarsa onlara: "Çünkü Şari' Teala, -bana namaz kılmamı, oruç tutmamı, zekat vermemi, hacca gitmemi ve benzeri yapmakla beni yükümlü tuttuğu diğer amelleri emrettiği gibi- benden bunları da yapmamı istemiştir; onun için ben bunları yaparım. Ben sadece bana emrolunan şeylerin gereğini yaparım." dersin. Eğer sana: 'Şari' sadece masIahatlar sebebiyle emir ve nehiyde bulunmaktadır?" derlerse:

 

"Evet! Bu sizin dediğiniz şey Allah'a ait bir husustur, benimle ilgili değildir. Bana düşen sadece emrolunduğum üzere esbaba tevessülde bulunmaktır; müsebbeblerin husulü ise benimle ilgili olmayan bir şeydir. Ben kasdımı (himmetimi) benimle ilgili olan şeye (sebebe) çevirir, benimle ilgilİ olmayıp da Allah'a ait olan şeyi de sahibine havale ederim." dersin.

Buna delalet eden hususlardan biri de şudur: Sebeb haddizatında etkin değildir. Müsebbeb onun etkisiyle değil, sadece onunla birlikte vücuda gelmektedir. Mükellef esbaba tevessül ettiğinde Allah da müsebbebi yaratmaktadır. Kul sadece kesbde bulunmuş olmaktadır. Bu konuda mesela şu ayetler hatırlanabilir: "Allah sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratmaktadır. ''[Saffat, 96]; "Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil olan O'dur. ''[Zümer, 62]; "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. "[İnsan, 30]; "Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki ... "[Şems, 7-8] Yine bazı hadisleri hatırlayalım: Hastalıkların sirayeti ile ilgili olmak üzere Hz. Peygamber'in [s.a.v.] "Peki ilkine kim sirayet ettirdi?" buyurmaları; taun bulunan bir yere girmeme fikrine karşılık Amr b. el-As'ın "Allah'ın kaderinden mi kaçış?" demesi üzerine Hz. Ömer'in "Biz Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz." demesi; hadiste "Kalem olacak her şeyi yazdı ve mürekkep kurudu. Dolayısıyla eğer bütün insanlar bir araya gelseler de Allah'ın sana yazmamış olduğu bir şeyi sana vermek isteseler buna güç yetiremezler. Keza Allah'ın sana yazmış olduğu bir şeyi de engellemeye çalışsalar ona da güç yetiremezler. "

 

Bu konudaki deliller kat'iyet mertebesine ulaşacak kadar çoktur. Durum böyle olduğuna göre, sebeb işlenilirken müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda bulunmakla, ona yönelik iltifat ve kasdın terki arasında (müsebbebin ortaya konulması açısından) bir fark bulunmayacaktır. Çünkü müsebbeb bazen olacak, bazen de olmayabilecektir. Her ne kadar cari olan adeti İlahi sebeb bulunduğunda müsebbebin de bulunmasını gerektiriyorsa da, onun Allah'ın kudreti dahilinde olması onun olabileceğini de, olmayabileceğini de gerektirmektedir. Yer yer cari olan adet-i ilahinin bozulması da bunun bir delilidir. Hem sonra şeriatta, sebeb işlenilirken müsebbebe yönelik kasdın bulunmasını isteyen bir nass da bulunmamaktadır.

 

İTİRAZ: Şari' Teala'nın müsebbeblere yönelik kasıd ve iltifatının bulunmuş olması; onların mükellefler tarafından da kasdedilmiş olmalarının gereğine bir delildir. Tekliften murad da, mükellefin kasdının Şari'in kasdına uygunluğundan başka bir şey değildir. Zira mükellef Şari'in kasdına muhalif davranacak olsa, yerinde de açıklanmış olduğu üzere, teklif (yükümlülük) sahih olmamaktadır. Muvafık olduğunda da sahih olmaktadır. Biz mükellefin mesela müsebbebe yönelik bir kasdının bulunmadığını varsaydığımızda -ki müsebbeblerin Şari'ce maksüd olduklarını ortaya koymuş bulunuyoruz- bu haliyle mükellef Şari'in kasdına muhalefet etmiş olmaktadır. Şari'in kasdına muhalif olarak icra edilen her yükümlülük batıl olduğuna göre, bunun da aynı şekilde batıl olması gerekmektedir.

 

CEVAP: Bu itiraz, Şari'in sebebleri vaz' ederken müsebbeblerin vuküunu kasdettiği gibi, müsebbeblerle yükümlü tutarak onların vuküunu kasdetmiş olduğu varsayımına göre varid olabilir. Halbuki durum öyle değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, mükellefler müsebbeblerle yükümlü değillerdir. Şari' Teala'nın kasdı, sadece cari olan ilahi yaratma adetine binaen mükellefin sebebleri ortaya koyması halinde onlarla irtibatlı olarak hemen akabinde müsebbeblerin de yaratılmış olmasıdır. Böylece cennetlik olan cennetlik, cehennemlik olan da cehennemlik olacaktır. Şu halde, Şari'in müsebbeblerin vuküunu kasdetmiş olmasının, yükümlülüğe yönelik kasdı ile bir irtibatı yoktur. Dolayısıyla, bir delil bulunmadıkça mükellefin de müsebbebe yönelik bir kasıdda bulunmasının gerekliliği ortaya konulamaz. Böyle bir delil de yoktur. Hatta böyle bir şey (yani mükellefin müsebbebe yönelik kasıdda bulunmasının lüzümu) sahih de olamaz. Çünkü mükellefin müsebbebe yönelik bir kasdının bulunması, aslında bir başkasının fiiline yönelik bir kasıd olmaktadır. Bir başkasının fiilinin vuküunu başka birisinin kasdetmesi ise asla lazım olamaz. 'Çünkü kişi bir başkasının fiiliyle mükellef değildir. Kişi ancak kendi fiili olan şeyler dolayısıyla sorumlu tutulabilir ki, bu da sadece sebebtir. Mükellefte olması gereken kasıd işte ona yönelik olan kasıddır. Mükelleften böyle bir kasıd istenilmekte ve bu kasdın da Şari'in kasdına muvMık düşmesi aranmaktadır.

 

FASIL:

 

Mükellefin müsebbeblere yönelik kasıd ve iltifatta bulunabileceğini de söylemiştik. Bu mesela şöyle olur: "Size niçin kazanıyorsun?" diye sorarlar. Siz de: "Belimi doğruItmak, kendimin ve ailemin geçimini temin etmek veya sebebden neşet eden benzeri maslahatlardan ötürü çalışıyorum." diye cevap verirsiniz. İşte sizin bu kasdınız, esbaba tevessül sırasında bulunursa bu da sahih olmaktadır. Çünkü bu cari olan adet-i ilahiye iltifat demektir. Yüce Allah bu meyanda olmak üzere: "Emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, lutfedip verdiği rızkı aramanız için denizi buyruğunuz altına veren Allah'tır. "[Casiye, 12]; "Geceleyin uyumanız, gündüz de LÜtfundan rızık aramanız O'nun varlığının belgelerindendir. "[Rum, 23]; "Namazdan sonra yeryüzünde dağılın ve Allah'ın lütfundan arayın."[Cuma, 10] Bu ayetlerde sebebe -ki kazanma yolları olmaktadır- yönelişten Allah'ın lütfuna yöneliş olarak bahsedilmesi ve bunun münker (kötü) görülmeyerek bir nimet

ve ihsanda bulunma siyakında ifade edilmesi, böyle bir kasdın sıhhatine işarette bulunmak demektir. Bu dünya işlerinde cari olduğu gibi ahiret işlerinde de geçerlidir. Mesela: "Kim inanır ve salih amel işlerse, biz onu cennetlere sokarız." Bu ve benzeri deliller, sebeb ortaya konulurken müsebbebe de iltifat ve kasıdda bulunmanın sıhhatini göstermektedir. Sonra bunun esasını, kişinin o sebeb için Allah Teala'nın hazırlamış olduğu şeyi beklemesi ve istemesi teşkil etmektedir. Böyle bir beklenti ise, kişinin rızkına ulaşma konusunda esbaba tevessülle birlikte Allah'a itimad ve tevekkül etmesi anlamını taşır. Bu neticede şer'an münker (kötü) görülecek bir durum yoktur. Şöyle ki: Bilindiği üzere,şeriat sadece kulların maslahatları için konulmuştur. Bütün yükümlülükler (tekliD ya bir mefsedetin defi ya da bir masIahatın celbi için ya da her ikisi için birden konulmuşlardır. Teklif(yükümlülük) altına giren şey, ne için konulmuşsa onu gerektirmek durumundadır. Bunda da Şari'in kasdına muhalifbir şey yoktur. Mahzurlu (yasak) olan şey, bizzat Şari'ce kasdedilen şeye muhalifbir kasıdda bulunmaktır. Kaldı ki, bu kasıd üzerine, Şari'ce maksud olmayan bir amelin bina edilmesi de söz konusu değildir. Dolayısıyla ondan muhalif bir kasıd doğmayacaktır. Fiil muvafıktır, kasıd muvafıktır; neticede ikisinin toplamı da muvafık olacaktır.

 

SORU: Bu iki şekil yani müsebbebe yönelik kasdın bulunması ve bulunmaması durumu, bütün muamelat ve ibadetlerle ilgili hükümler için geçerli midir?, Yoksa değil midir? Çünkü ilk bakışta gözüken odur ki, muamelat (adiyyat) konularında müsebbeblere yönelik kasdın bulunması lazım gibi gözükmektedir. Çünkü masIahatların yönleri onlarda açıktır. İbadetler ise böyle değildir. Çünkü ibadetlerde asılolan taabbudiliktir. Onların hikmetleri akılla kavramlamaz. Dolayısıyla ibadetler işlenilirken müsebbeblerine yönelik bir iltifat ve kasdın bulunmaması normal olabilir. Çünkü hükümlerin illeti olarak gösterilen manalar, masIahat ya da mefsedetlerin cinsine bağlı olmaktadır. Bunlar ise muamelatla ilgili konularda açik, ibadetlerde ise 'açık değildir. Durum böyle olduğuna göre, muamelat (adiyyat) konusunda mü se bb ebI ere yönelik iltifat ve kasıdda bulunmak muteber olacaktır. Özellikle de müctehid hakkında bu böyledir. Çünkü müctehid ictihad alanını ancak illetlerin icrası ve onlara iltifatta bulunması yoluyla genişletebilir. Eğer böyle yapmayacak olursa, o takdirde masIahatlar doğrultusunda icra edebileceği hükümler ancak nass ve icma çerçevesinde kalacaktır ve kıyas tamamen ortadan kalkacaktır. Böyle bir netice ise sahih değildir. Şu halde mutlaka hükümlerin kendileri için meşru kılındıkları manalara (hikmetlere) iltifatta bulunmak gerekecektir. Bu manalar ise, işte hükümlerin müsebbebleri olmaktadır. İbadetler konusuna gelince, bunların çoğu kez özellikleri kendilerine has olan manaların (hikmetler) gizli olmasıdır ve bu gibi konularda nassların gereğine rücu etmekten başka yapılacak iş yoktur. İşte bundan dolayıdır ki, ibadetlerde müsebbeblere yönelik iltifat ve kasdın terkedilmesi, Şari'in onlarda gözetmiş olduğu maksadın icrasında daha da etkili olacaktır.

 

Her iki durum da mukallide nisbetle aynı olacaktır ve o müsebbebe iltifat ve kasıdda bulunmayabilecektir. Ancak şer'i tasarruflar hakkında bilgi ve malumatının bulunduğu hususlar bunun dışında kalacaktır.

 

CEVAP: Müsebbebe yönelik kasdın bulunması veya bulunmaması her iki durum için de müsavidir. Şöyle ki: Müctehid hükmün illetine baktığı zaman, o hükmü aynı illetin bulunduğu başka mahallere de sirayet ettirir ve bununla o hükmün konuluş sebebi olan masIahatın gerçekleşmesini amaçlar. Bu nazari planda olan kısımdır. Amel sırasında o masIahatın husulüne yönelik kasıdda bulunması veya bulunmaması ise, kendisine nisbetle sükut geçilmiş olur. Bazen -amel eden kişi eğer kendisi ise- kasdeder; bazen de böyle bir kasdı bulunmaz. Her iki durumda da ictihadında bir eksiklik olmaz. Aynen mukallidde olduğu gibi. Mesela Hz. Peygamber'in [s.a.v.]: "Kadı öfkeli iken hükmetmez. " hadisini duyduğu zaman, bu yasağın illetine bakar ve onun öfke haliolduğunu görür. Bunun hikı.neti

ise, taraflar arasında delilleri gereğince istemeye ve değerlendirmeye engelolan zihni meşguliiyetdir. Daha sonra öfke haline zihni meşgul edecek diğer aşırı açlık ve tokluk halleri, ağrı vb. gibi şeyleri de dahil edecektir. Kendisinin kadı olması durumunda, eğer bu şeylerden kendisinde birinin mevcudiyetini hissederse, nehyin gereğince hareket ederek hükümde bulunmaktan geri duracaktır. Bu haliyle mücerred nehye uymuş olmak istese ve nehyin hikmetine iltifatta bulunmasa dahi, Şari'in kasdı yerini bulmuş olacaktır. Kadının da aynı kasda katılmaması bir zarar vermeyecektir. Kadının hüküm vermekten kaçınması sırasında, Şari'in gözetmiş olduğu delillerin yeterince talep edilip değerlendirilememesi maksadına katılması durumunda da, Şari'in maksadı yine yerinibulmuş olacak ve maksadın tahakkuku açısından bir önceki durumdan farklı bir şey de olmayacaktır. Dolayısıyla, hükümden kaçınma konusunda kadının müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda bulunmasıyla bulunmaması arasında bir fark bulunmayacaktır. Ameller içerisinde hikmetlerini kavradığı konulardaki mukallidin durumu da aynı şekilde olacaktır. Anlamadıkları konular ise, onun hakkında tamamen ibadetler mesabesinde olacaktır. İbadetlerin -her ne kadar detaylı bir şekilde bilinmese de- genel anlamda dünya ve ahirette kulların masIahatlan için konulmuş oldukları bilinmektedir. Dolayısıyla onların dünyevi ve uhrevi müsebbeblerine yönelik bir iltifat ve kasıdda bulunmak da sahih olacaktır. Bunlara yönelik kasdın olması ve olmaması durumu daha önce geçtiği gibidir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ALTINCI MESELE