EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

SEBEB / ÜÇÜNCÜ MESELE

 

Sebeblerin işlenilmesi sırasında mükellefin müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatta bulunması gerekmez. Mükelleften istenilen şey, sadece konulan hükümler doğrultusunda hareket etmektir. Bu hükümler ister sebeb olsun ister başka şeyolsun veya bu hükümler ister talil edilebilen (deductive = bir illete bağlanabilen) kısımdan olsun ister talil edilemeyen kısımdan olsun farketmemektedir.

 

Buna delilimiz şudur:

 

1. Daha önce de geçtiği gibi müsebbebler, hükümleri koyan ve sebebleri vaz' eden Allah'a aittir. Bunlar mükellefin kudreti dahilinde olmamaktadır.  Müsebbeblerin mükellef ile bir ilgisi olmadığına göre, onun riayet etmesi gereken şey, ancak kendi kesbiyle ilgili olan şeyolacaktır ki, bu da sebebtir. Bunun dışındakiler ise mükellefiçin bağlayıcı değildir. İstenilen de budur.

 

2. Keza, şer'an yapılması istenilen bazı şeylerde, nefsin güttüğü bir takım hazlar ve ona karşı meyiller bulunmaktadır. Bu durum, o şeyin taleb altına girmesini engellemektedir. Hz. Peygamber {s.a.v.] amme velayetini gerektiren görevlere talepte bulunan kimseleri getirmezdi. Kaldı ki, şer'ı velayetlerin tamamı ya vacib ya da mendüb düzeyinde olmak üzere matlüb olan şeylerdir. Ancak Hz. Peygamber [s.a.v.] bu konuda, muhtemelen nefsin hazlarının dikkate alınmasına sebebiyet verecek hususları dikkate almış ve uygulamalarında bu tür hizmetleri isteyenlere vermemiştir. Bu gibi şeylerde hazIarın dikkate alınması, ileride de geleceği gibi, hoşlanılmadık neticelere müncer olacaktır. Hatta Hz. Peygamber [s.a.v.] bu gibi hususlara mübahlarda dahi dikkat etmiştir: Hadislerinde: "Senden bir beklenti olmadan bu maldan sana geleni al ... '' buyurmuşlar; malın kabülü için nefsin beklenti halinde olmamasını şart koşmuşlardır. Bu da, kişinin beklenti halinde olması durumunda onu almasının farklı bir hükümde olduğunu göstermektedir. Bu hadislerini bir başka hadisi de tefsır etmektedir; " ... Her kim bir malı hakkı ile alırsa, o mal kendisi hakkında mübarek kılınır. Her kim de haksız yere alırsa (ya da hakkını vermezse) o da yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur." Malın hakkı ile alınması, onda bulunan Allah hakkının unutulmaması demektir. Bu da mal üzerinde nefsin beklentilerinin olmamasının bir neticesi olarak ortaya çıkacaktır. Hakkını vermeyerek alması ise bunun aksine olacaktır. Başka bir rivayet bu manayı açıklamaktadır: "Kendisinden yoksula, yetime, yolcuya verilen mal, müslüman kimse için ne güzel arkadaştır. " Veya şöyle dedi: "Her kim hakkını vermeden onu alırsa o kimse yiyip yiyip doymayan (obur) gibi olur ve o mal yarın kıyamet gününde aleyhine şah id bulunur. ''

 

3. Bu gibi konularda kendilerini kale almak durumunda olduğumuz ümmetin abidleri, amellerini nefıslerinin bu tür hazlar peşinde olması şaibesinden arındırmak için çalışmışlar; hatta nefıslerin bazı salih amellere karşı olan meyillerini hazIarına ulaşmak için kurdukları bir türlü hileler ve tuzaklar olarak telakki etmişlerdir. Bu durumda onlar, amellerin tearuzu ve birbirlerine takdimi konusunda bir kaide geliştirerek, nefsin bir hazzı olmayan am elin ya da nefse daha ağır gelen amelin öne alınması neticesine varmışlardır. Hatta öyle ki, onların bütün amelleri nefsin meyline muhalefet esası üzerine bina edilir olmuştur. Bunlar bu yaşantılarında Hüccet olan kimselerdir. Çünkü onların icmaı icma olmaktadır. Bu da sebebler işlenirken müsebbeblere yönelik bir kasıd bulundurmamanın sıhhatine delalet eden bir delil olur. Hz. Peygamber [s.a.v.], Cibril tarafından kendisine yöneltilen "İhsan nedir?" sorusuna: ''Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet (kulluk) etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor," diye cevap vermişlerdir. Kulun şeriat dairesinde işlediği bütün tasarrufları ibadettir. Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibadet eden kimsenin -ibadetine başladığı anda- nefsine ait onda hiçbir hazzı kalmaz. Kişinin kendisini bir şeye vermesi durumunda, başka her şeyi unutması cari olan adet-i ilahiyenin bir gereği olmaktadır. Bu Gazzali ve benzerleri gibi, erbabı tarafından açıklanmış bulunan bir manadır. Şu halde, meşru olan sebeblerin ortaya konulması sırasında, müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatın bulundurulması şart olmamaktadır.

 

Bunlar yapılması istenilen (meşru) sebebler hakkında geçerli olduğu gibi, gayrımeşru olan sebebler hakkında da geçerlidir. Müsebbeblere yönelik bir kasdın bulunmaması, sebebler üzerine terettüp edecek (doğacak) sevap ya da günaha bir etkide bulunmaz. Çünkü bu, sebebten müsebbebleri ortaya çıkaracak olan Allah'a ait bir şeydir. Onu tazammun eden şey de sebebtir. Onu kulun kasdının bulunmaması değil; ancak sebebte bulunması gereken bir şartın veya asli ya da tekmili (tamamlayıcı) bir cüzün bulunmaması ortadan kaldırabilir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

DÖRDÜNCÜ MESELE