EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AZİMET VE RUHSAT /
YEDİNCİ MESELE:
Üzerinde durulduğu zaman
hafifletme sebebi olarak düşünülebilecek meşakkatlerin iki kısım olduğu
görülecektir:
a) Hakiki meşakkatler: Ruhsatların
söz konusu olduğu hususlardaki mevcut meşakkatlarin büyük çoğunluğu bu
kısımdandır. Hastalık, sefer ve benzeri mevcut muayyen sebebi olan meşakkatler.
gibi.
b) Vehme dayanan
(hayali) meşakkatler: Bunlar, ruhsat hükmünü gerektiren sebebin ya da sebebin
hikmetinin bulunmadığı meşakkatlerdir. Bunlar mutad olan meşakkatlerin üzerinde
olmayan meşakkatlerdir.
a) Hakiki meşakkatler:
Bu tür meşakkatlerin
bulunması durumunda mükellefin azimet hüküm üzerinde ısrar etmesi, ya onu
şer'an y-eya bedenen altından kalkılamayacak bir sıkıntıya sokacaktır ve bu
durumda meşakkat kesin olacak; zan ya da vehim dahilinde bulunmayacaktır; ya da
böyle (kesin) olmayacaktır. Eğer birinci nev'iden ise, o takdirde ruhsat
hükümle amel edilmesi matlup olacaktır ve bu nevi, üzerinde herhangi bir
anlaşmazlık bulunmayan ruhsatın birinci kısmına dahil bulunacaktır. Çünkü bu
durumda ruhsat Allah hakkı için olmaktadır.
Eğer ikinci neviden yani
meşakkatin bulunmasının zan dahilinde olması halinde ise, zanlar farklılık
arzedeceğinden asılolan, azimet hükmü üzerinde kalmak olacaktır. Bu durumda
azimet hükmün gereği, zan tarafı güçlendikçe zayıflayacak, zayıfladıkça da
güçlenecektir. Mesela Ramazan'da oruç tutmamayı mübah kılabilecek bir hastalığa
yakalanan kimsenin, bu hastalıkla birlikte kendisinin oruç tutamayacağını
zannetmesi gibi. Ancak bu zan:
1. Ya belli bir sebebe
müsteniden olur: Mesela oruca başlar fakat tamamlayamayacağını anlar ve bozar
veya namaza ayakta iken başlar fakat devamına güç yetiremez ve oturarak tamamlar.
Bu birinci kısımdan olur ve onun hükmünü alır; zira mükellefüzerine
götüremeyeceği yük yüklenmemektedir.
2. Ya da pek çok
tecrübeden alınmış olan bir sebebe müsteniden olur ve sebeb de fiilen mevcut
bulunur. Yani hastalık mevcuttur ve böyle bir hastalıkla oruç tutmaya ve ayakta
namaz kılmaya veya abdest için su kullanmaya adeten güç yetirilemez. Bunları
bizzat kendisinin tecrübe etmiş olması da gerekmez. Bu da bazen bir önceki
kısma katılır. Bunun bir önceki kısma katılması sebebin fiilen bulunması açısından
olur. Ondan ayrı mütalaa edilmesi ise şu açıdandır: Mükellefin kadir olmadığı
bizzat kendisince sabit olmamıştır; çünkü gerçekten kudretinin olmadığı, ancak
ibadete başlaması ve kendisini denemesi halinde ortaya çıkar. Bu ise azimet
üzere istenildiği şekilde ibadeti yapmaya girişmemiştir ki, onu tamamlamaya
kadir olup olmadığı ortaya çıksın. Dolayısıyla
bu durumda daha uygun
olanı, üzerine hüküm bina edilecek şey ortaya çıkıncaya kadar azimet hükümle
amel etmektir.
b) Vehme dayanan
(hayali) meşakkatler:
Bunlar vehme dayanan
hayali meşakkatlerdir. Ortada meşakkatin ne sebebi ne de hikmeti vardır. Bu
kısımdan olan meşakkatlerin sebeblerinin daha sonra olacağına dair değişmez
Cmuttarid) bir adet vardır veya Y0ktur: Eğer birinci kısımdan ise bu takdirde
sebeb ya bulunacaktır ya da bulunmayacakfır. Eğer sebeb mevcut ise ve ruhsat da
yerinde vaki olmuşsa, işte bu durumda ihtilafbulunmaktadır. İhtilaf; baştan
mükellefin ruhsat hükme yeltenmesi konusunda olmayıp, ruhsatla amel etmesi
durumunda, bunun mükellefiçin yeterli olup olmayacağı konusundadır. Zira bir
hükmün henüz ortaya çıkmamış sebeb üzerine bina edilmesi sahih değildir. Hatta
kendisi bulun sa bile şartı bulunmayan bir sebeb üzerine dahi hüküm binasına
gidilmesi sahıh değildir. Hükmü gerektiren sebebtir. Sebebin şartı bulunmadığı
zaman bile hüküm binasına gidilemediğine göre, ya bizzat sebebin kendisinin
bulunmaması durumunda vaziyet nasıl olacaktır? Burada üzerinde durulan şey,
adet olan nöbetlerine göre yarın kendisini sıtma tutacağını bilen ve henüz
nöbeti gelmeden önce orucunu bozan kimse gibileri hakkındadır. Keza bugün hayız
görmeye başlayacağı zannıyla orucunu bozan bir kadının durumu da böyledir.
Bütün bunlar gerçekten zayıf mesnedlerdir. Bazı alimler bu mesnedleri
keffaretlerin düşürülmesi konusunda itibara almanın sahih olacağına dair şu
ayetle istidlalde bulunmuşlardır: "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir
hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan (ganimet) ötürü size büyük bir azab erişirdi.
"[Enfal, 68] Bu ayet, müslümanlardan cezanın düşürüldüğünü belirtmekte ve
gerekçe olarak da onlara ganimetin ilm-i ilahide helal kılınmış olduğunu
göstermektedir, Bu bizim burada üzerinde durduğumuz konu ile ilgili değildir.
Çünkü konumuz mükellefüzerine terettüp eden şer'i hükümlerle ilgilidir. Burada
azabın terettübü şer'i bir düzenlemeye yönelik değildir; aksine o insana
günahları sebebiyle ulaşan diğer cezalar (ukubet) gibi ilahi bir durum
olmaktadır. "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle
işlediğinizden ötürüdür. "[Şura, 30] ayetinde de böyle bir durum vardır,
Eğer sebebin
bulunacağına dair değişmez bir adet yoksa, o takdirde bir problem de yok
demektir.
Bu taksimin özeti şudur:
Kesin olmayan zan ve varsayımlar, vehme dayalı ve hayali meşakkatler kısmına
dahil bulunmaktadır, Bunlar ise çeşitlidir. Nefislerin arzu ve hevesleri de
aynı şekildedir, Çünkü nefisler aslı olmayan şeyleri var sayarlar. Bu durumda
doğru olan hareket tarzı, ihlal edici bir meşakkatin bulunmaması halinde asli
azimet hükmü ile amel etmek olacaktır. Çünkü insanın akıl ve dinine etki
etmediği sürece meşakkate metanet ve sabır göstermek daha hayırlı bir şeydir,
Hakiki meşakkatin bulunması demek, mükellefin ona sabredememesi demektir.
Sabırla emredilmiş olanlar ancak ona takat getirebilecek kimselerdir. İstikra
neticesinde görülmektedir ki, meşakkatlerin mevcudiyetine dair vehimler, bizzat
o meşakkatlerin hükmünü almamakta, daha hafif bir hükme tabi tutulmaktadır.
Çünkü vehimler bir çok hallerde isabetli değildi'r. Şu halde ve him durumunda
gerçek anlamda bir meşakkat bulunmamaktadır. Gerçek meşakkat, ruhsat için
konulmuş olan illet olmaktadır. O da olmadığına göre, hüküm bağlayıcı
olmayacaktır. Ancak mazinne -ki sebeb olmaktadır- hikmet makamına geçerse, o
takdirde sebeb bağlayıcılık için değil de caizlik için dikkate alınabilecektir.
Çünkü mazinne (illetin muhtemelen bulunduğu yer) illet demek olan hikmeti
kemali üzere gerektirmez. Dolayısıyla daha uygun olan davranış şekli asılolanla
amel etmek olacaktır. Sonra vehme dayalı olan meşakkatlerin dikkate alınması
hakiki meşakkatlerden olabilir şeklindeki bir ihtiyata yöneliktir. Hakiki olan
ise vuku bakımından aynı düzeyde bulunmamaktadır. Dolayısıyla vehme dayalı
meşakkatler üzerine, hüküm bina edilmesi mümkün değildir.
Nefislerin arzu ve heveslerinden
kaynaklanan meşakkatler ise, birincinin zıddı olmaktadır. Zira bilindiği gibi
şer'! hükümleri n konulmasında Şari'in maksadı, nefisleri arzu ve heveslerinden
kurtarmak, alışkanlıklarından çıkarmaktır. Dolayısıyla ruhsatların
meşruiyetinde nefislerin arzu ve istekte bulunduğu şeylere nisbetle söz konusu
olacak meşakkatlere itibarda bulunulmayacaktır. Dikkat edilirse görülecektir
ki, Yüce Allah kendisine ruhsat verilmesi için nefislerin arzularıyla ilgili
bir konuyu ileri süren ve sefere katılmamasına bunu mazeret olarak gösteren
kimse hakkında zemde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Onlardan 'Bana izin
ver, beni fitneye düşürme' diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye
düşmüşlerdi. Cehennem inkar edenleri şüphesiz kuşatacaktır. "[Tevbe, 49]
Bu' ayet, el-Ced b. Kays'ın Hz. Peygamber'e [s.a.v.] Tebük seferi için
"Bana sefere katılmamam için izin ver; beni sarışın kızlarla fitneye
düşürme; çünkü ben onlara karşı sabır gösteremem." sözü ile ilgilidir.
Keza Allah şöyle buyurmuştur:
"Sıcakta savaşa çıkmayın'
dediler. De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır.' Keşke bilseydiler!"[Tevbe,
81] Allah daha sonra gerçek özrü belirtmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Güçsüzlere, hastalara ve sarf edecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve
peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur .... "[Tevbe, 91]
Allah burada gerçek özür sahiplerini açıklamıştır. Bunlar cihada takat
yetiremeyen kötürümler, çocuklar, yaşlılar, deliler, körler vb. gibi
kimselerdir. Keza asla yol tedariki için gerekli hiçbir şeyi bulunmayan, bir
başkasınca da masrafları karşılanamayan kimseler de mazurdurlar. Ayette
"Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe" kaydı
getirilmiştir. Bunun bir gereği de, Allah'a taat konusunda nefislerine herhangi
bir pay bırakmamalarıdır. Şu ayete dikkatle bakmak gerekecektir: "İsteyen,
istemeyen hepiniz savaşa çıkın."[Tevbe, 41]; "Çıkmazsanız Allah size
can yakıcı azabla azab eder ve yerinize başka bir millet getirir. "[Tevbe,
39] Hal böyle iken, özrü sadece nefsinin arzu ve hevesleri olan kimsenin durumu
nasıl dikkate alınarak, onun hakkında ruhsat verilecektir.
Evet! Şer'i hükümlerin,
nefs! arzuların Şari'in maksadına tabi olması üzere konulduğu doğrudur. Yüce
Allah bir mefsedete sebebiyet vermeyecek biçimde kulların şehvetlerini
giderebilmeleri, nimetlerden istifade etmeleri konusunda genişlik göstermiştir.
Getirilen yükümlülüklerle, mükellefe bir meşakkat binmemesi ve belirlendiği
üzere yapıldığında onun nimetlerden istifade etmesini engelleyecek bir neticeye
müncer olmaması istenilmiştir. Bu yüzden de daha baştan selem, kıraz
(mudarabe), müsakat ve benzeri genişlik getiren ruhsatlar -her ne kadar bir
başka kaidede bunları engelleyen unsurlar bulunsa da- meşru kılınmış; dünya
menfaatlerinden pek çok şey helal kılınmıştır. Bu durumda her ne zaman nefsi
taşkınlık gösterir ve Şari'in kendisi için helal yoldan gidermesini helal
kıldığı bir şehvet ve arzunun peşine düşer; onu helal yoldan gidermeyerek gayrı
meşru yollara başvurursa, bu şeytanı ve mutlaka uzaklaşılması vacib olan bir
arzu ve heves olmuş olur. Mesela bir günaha düşkünlük gösteren kimsenin durumu
gibi. Böyle bir kimseye düşkün olduğu o konuda asla ruhsat yoktur. Çünkü burada
ona verilecek ruhsat, bizzat şeriatın kendisine muhalefet olmaktadır. Daha önce
geçen ruhsatlar ise böyle değildir. Çünkü onlar tam kıstasa vuruldukları zaman
şeriata bir uygunluklarının bulunduğu görülmektedir.
Bu açıklamalardan da
anlaşılmıştır ki, arzu ve hevaya muhalefetten doğacak meşakkatten dolayı asla
ruhsat verilmeyecektir. Hakıkı meşakkatin bulunması durumunda ise şartları ile
birlikte ruhsat vardır. Şartı bulunmadığı zaman ise, zimmetini mesuliyetten tam
olarak temize çıkarmak isteyen kimse için layık olan azimet hükme yönelmesi ve
onunla amel etmesidir. Ancak bu durum yani azimet hükümle amel, bazen mendub
kabilinden bazen de vacib kabilinden olur.
Allahu a'lem!
FASIL:
Bu yolda ortaya çıkacak
faydalardan birisi de, hakkında tartışma bulunan kısımla ilgili olmak üzere,
ruhsatlardan kaçınma ve bu konuda ihtiyatlı davranma, onların içerisine
girmekten sakınına olmaktadır. Çünkü bu konu net değildir ve karıştırılabilen
bir konudur; şeytanın her türlü desiseleri, nefsip. uğraşıları, arzu ve heves
peşinde körükörüne koşturma buradan neşet etmektedir. Bu yüzdendir ki, sufi
şeyhleri müridlerine ruhsatlarla amel etmeyi tamamen terketmeyi tavsiye
etmişler ve azimetlerle am el etmeyi kendilerine bir usul kabul etmişlerdir.
Allah onlara rahmet etsin! Elde ettikleri faydalı neticelerden de belli ki, bu
sahih ve güzel bir yoldur. Ruhsatlardan, ancak durumu kesin olanların veya ibadetlerde
olduğu gibi yapılması istenilen şer'i bir vasıf almaları durumunda ya da haci
olduğu için müsakat ve karz gibi daha baştan ruhsat olarak meşru kılınan
şeylerin işlenmesi uygun olur. Bunların dışınd? kalan konularda ise az im et
hükme yönelinilir ve onunla amel edilir.
Bir diğer fayda da,
güçlüğün kaldırılması hakkında varid olan delillerin mertebelerine göre
manalarının anlaşılmış olmasıdır. Mesela "Allah ruhsatların'ın işlenmesini
sever." hadisinde söz konusu olan 'ruhsat' hakkında talep bulunduğu sabit
olan ruhsat olmaktadır. Çünkü biz burada sözü edilen meşakkati, benzeri
hakkında Hz. Peygamber'in [s.a.v.] "Yolculukta oruç tutmak iyilik ve
takvadan değildir." buyurduğu meşakkate yoracak olursak, bu durum Yüce
Allah'ın şu buyruklarına uygun düşecektir:
"Allah sizin
hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez. "[Bakara, 185]; "Allah
sizden yükünüzü hafifletmek ister. ''[Nisa, 28] Allah bu buyruklarını,
birincisi hakkında "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır",
ikincisi hakkında da "Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır"
buyurduktan sonra söylemiştir. Şu halde şer'i meseleler üzerinde duracak
kimselerin, şer'i hükümlerin nasıl cereyan ettiğini yakinen anlayabilmesi için
bu incelikler üzerine eğilmeleri gerekmektedir. Bu konuda varid olan şer'i
delilleri araştıran kimse için, bu zikredilen husus en güzel biçimde
aydınlanmış olacaktır.
Tevfik ancak
Allah'tandır.
Buraya kadar
arzettiklerimiz, azimet ve ruhsat konusunda azimet hükümle amel etmenin daha
uygun olacağı görüşünün izahına yönelik idi.
FASIL:
Arzedilen görüşün
aksine, azimetle amel etmenin daha uygun olmayacağı görüşü de ileri
sürülebilir. Bu görüş şu şekilde desteklenir."
1. Azimet hüküm kat'i
olduğu gibi, ruhsatın aslını oluşturan hüküm de kat'i olmaktadır. Dolayısıyla biz
'mazinne'yi (hikmetin muhtemel bulunduğu yer, sebeb) bulduğumuz zaman ona
itibar ederiz. İster kat'ı olsun ister zannı olsun. Çünkü Şari Teala,
hükümlerin düzenlenmesi konusunda zannı kat'iyet merlebesinde tutmuştur.
Dolayısıyla her ne zaman hükmün sebebinin mevcudiyeti zan ile bilinecek olsa, o
sebeb itibara alınmaya hak kazanmış olacaktır. Zannı delillerin funıda (fıkhın
konusu olan feri meselelerde), kat'ı deliller yerine geçtiğine ve o ayarda
sayıldığına dair kesin deliller bulunmaktadır.
Kat'i olan zannı olanla
tearuz halinde olursa, zannı olan itibardan düşer, şeklinde bir itiraza da yer
yoktur.
Çünkü bu durum ancak
delillerin birinin diğerinin hükmünü tamamen ortadan kaldıracak şekilde
tearuzları durumunda olur. Ancak delillerin durumu, has s delille birlikte amm
ya da mukayyed delille birlikte mutlakın durumu ne ise, burada da aynı olacaksa
o takdirde bir tearuzdan bahsedilmeyecektir. Bizim meselemiz işte bu sonuncu
kısımdan olup, birinci kısımdan değildir. Çünkü azimetler, mükellefler üzerine
güçlük olmamak kaydıyla yüklenilmişlerdir. Eğer güçlük varsa, o takdirde
güçlüğe itibarda bulunularak, onun gereği olan ruhsatla amel etmek sahıh
olacaktır.
Keza, zann-ı galib bazen
daha önceden bulunan kesin delilin hükmünü ortadan kaldırabilir. Mesela bir
şeyde asıllığın haram olması ve sonra onu helal kılacak zannı bir sebebin
ortaya çıkması gibi. Avcı, av hayvanının ölümünün sebebinin kendisinin vurması
olduğunu zann-ı galibiyle bilse bu zannının gereği ile amel etmesi sahihtir.
Oysa ki, başka bir sebebten dolayı ölmüş olması veya ölümüne başkasının
yardımcı olması pekala mümkündür. Buna rağmen bu ihtimaller dikkate alınmaz ve
zann-ı galible amel edilir. Burada asılolan haramlıktır ve bu kesindir. Ancak
bu aslın bu zannı olan karşı delille birlikte hala bulunması mümkün değildir.
Çünkü burada zann ile hatta şüphe ile birlikte hala kesin haramlığın
bulunacağını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla bizim konumuz da da durum
aynı olacaktır. İşin gerçeği şudur ki, zann-ı galib daha önceden bulunan kat'ı
aslın hükmünü bırakmamaktadır. Galib olan zanlar muteberdir. Ruhsatlar bahsinde
de aynı şekilde olmalıdırlar.
2. Ruhsat esası her ne
kadar azimet hükme nisbetle cüz'ı ise de, bu durum onda etkin değildir. Aksi
takdirde, ruhsat hükmün işlenilmesi istenilen konularda durumun izahı zor
olurdu. Aksine külli bir asıldan müstesna edilen cüz'i de, bizzat kendisi
hakkında itibara alınır. Çünkü böyle bir istisna, bir nevi umlimun tahsisi ya
da mutlakın takyidi kabilinden olmaktadır. Usül-ı fıkıhta ise, kat'i olanın
zanni ile tahsis edilebileceği kabul edilmiştir. Durum böyle olunca bu da
öncelikli olarak sahih olacaktır. Keza; nasıl ki, hüküm zanni olan tahsise
olup, kat'i olan umümiliğe değilse, burada da aynı olacaktır. Yine nasıl ki,
bazı cüzlerinin düzenlilik göstermemesi yüzünden külli, külliliğini
yitirmiyorsa -nitekim bu konu bu kitapta ilgili yerinde ortaya konulmuştur-
burada da aynı olacaktır. Aksi takdirde yapılması emredilen ruhsatIarın da
ortadan kalkması gerekecektir. Böyle bir netice ise fasiddir. Fasid bir
neticeye götüren şey de fasiddir.
3. Bu ümmetten güçlüğün
kaldırıldığına dair olan deliller katiyet mertebesine ulaşmıştır: "Allah
dinde size bir güçlük kılmamıştır. ''[Hac, 78] ayetiyle bu manaya gelen
"Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez. "[Bakara,
185]; ''Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister. Ve insan zayıf yaratılmıştır.
"[Nisa, 28]; ''Allah'ın peygambere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük
yoktur. "[Ahzab, 38]; " ... onların ağır yüklerini indirir, zor
tekliflerini hafifletir. ''[A'raf, 157] gibi ayetler bu husus u ortaya kor. Bu
din, ihtiva etmiş olduğu kolaylaştırma ve hoşgörüden dolayı "müsamaha dini
olan Haniflik" diye isimlendirilmiştir. RuhsatIarın mübah olduklarına dair
deliller daha önceden geçmişti. O delillerin tamamı ve benzerleri aynen burada
da geçerlidir. (Bunları) ruhsatların tamamına değil de sadece bir kısmına
tahsis te bulunmak, delilsiz tahakkümde bulunmaktan başka bir şey değildir.
Meşakkatler eğer kat'i
iseler muteberdirler; zanni olanlar ise dikkate alınmaz, şeklinde bir itiraz
ileri sürülemez.
Çünkü, kat'iyetle zan
hükümde eşittirler. Fark ancak tearuz durumunda ortaya çıkar. Burada ise, her
ikisinin de aynı anda itibara alınmaları durumunda bir tearuz durumu
bulunmamaktadır. Bu durumda azimet hükmü esas almak, ruhsat hükmünü almaktan
daha üstün olacak değildir. Hatta bunun aksini yani ruhsatla amel etmenin daha
üstün olacağını söylemek mümkün olabilecektir. Çünkü ruhsatlar hem Allah hem de
kul haklarını birlikte içermektedirler. Ruhsatla emredilmiş bulunan ibadetler
(icra edildiklerinde) yerini bulmaktadırlar; şu kadar ki ruhsat üzere icra
edilmiş olmaktadırlar; hiçbir zaman baştan düşmüş olmamaktadırlar. azimet
hükümler ise farklı olarak sadece Allah hakkı içerirler. Yüce Allah alemlerden
müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir. İbadetler, nihai olarak hem dünyada
hem de ahirette kulun hazzına yöneliktir. Dolayısıyla her iki hakkı da içermesi
bakımından ruhsatla amel edilmiş olması daha uygun olacaktır.
4. Şari'in ruhsatları
meşru kılmasından maksadı, meşakkatler karşısında mükellefe rıfk ve kolaylık
göstermektir. Bu itibarla ruhsatların mutlak surette alınmaları Şari'in kasdına
muvafık olacaktır. Diğer tarafise böyle değildir. Çünkü hep azimet hükümlerin
alınması, dinde aşınlık, tekellüf ve lüzumundan fazla düşkünlük gibi
istenilmeyen tavırlar için bir mazinne (muhtemelen onlara götürebilecek bir
davranış) olabilir. Nitekim bazı ayetlerde bu tür davranışlar yasaklanmıştır:
"Ey Muhammed! De ki:
"Buna karşılık
sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğinden bir şey iddia eden kimselerden
(tekellüfte bulunanlardan) de değilim. "[Sad, 86]; "Allah sizin
hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez. ''[Bakara, 185] Meşakkatlerin
üstlenilmesinde ise tekellüfe girme ve zorluk vardır. İsrail oğullarına bir
sığır boğazlamaları emredildiğinde hemen emre uymayıp işi zorlaştırmışlardı.
Onların hakkında İbn Abbas'ın: "Eğer herhangi bir sığır boğazlasalardı,
kendileri için yeterli olacaktı. Ancak onlar aşırı gittiler, tekellüfe
girdiler; Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı.'' dediği rivayet edilmiştir.
Hadiste de Hz. Peygamber [s.a.v.] "Aşırılık gösterenler helak oldu."
buyurmuşlar; ruhbanlığı (evlenmemeyi) yasaklamışlar ve "Kim benim
sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." demişlerdir. Hz. Peygamber
[s.a.v.] bu hadislerini, devamlı her gün oruç tutmak, geceleri devamlı namaz
kılmak, kadınlara yaklaşmamak ve benzeri daha önceki ümmetler için geçerli olan
fakat Yüce Allah'ın " ... onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini
hafifletir."[A'raf 157] buyruğu ile bu ümmetten kaldırdığını bildirdiği
ağır işlere yeltenen ve böyle bir hayat sürmeye azmeden kimseler hakkında
söylemişlerdir. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] bizzat kendileri de, hem insanlar
içerisinde iken hem de tenhada bulunduklarında ruhsatlardan istifade etmişlerdir.
Mesela yolculuk esnasında namazını kısaItması ve orucunu tutmaması, (attan
düşüp) yanı soyulduğu zaman namazı oturarak kılması, şişmanlayınca gece
namazlarını oturarak kılması, rükü etmek istediği zaman ayağa kalkıp biraz
okuyup sonra rüküya gitmesi gibi. Hz.Peygamber'in [s.a.v.] ashabı da aynı yola
girmişler ve hiçbir zaman bu sebebten dolayı birbirlerini kınamamış ve
azarlamamışlardır. Nitekim hadiste bu yüzden asla birbirlerini
ayıplamadıklarını ifade etmişlerdir. Bu manaya delalet edecek deliller çoktur.
5. Sebebinin zan
ölçüsünde bulunmasına rağmen ruhsatların terkedilmesi, hayırda yarışmadan
kopmaya, usangaçlığa ve sıkılmaya, ibadetlere kendini vermekten kaçmaya, amel
işlemekten hoşlanmamaya ve devamlılığı terketmeye sebebiyet verebilir. Bu iddianın
doğruluğu üzerine şeriatta getirilmiş birçok delil bulunmaktadır. Çünkü insan
bir zorluğun bulunduğunu düşündüğü zaman veya kendisinden zor bir şey istendiği
zaman bundan hoşlanmaz ve usanır. Belki de bu usanç duyması yüzünden bazı
zamanlarda o şeyi yapmaktan acziyet hisseder. Zira bazen sabreder bazen de
sabır ve tahammül gösteremez. Teklif ise daimidir. Takat üstü yükümlülük
haddine ulaşmadığı sürece kişi önüne ruhsat kapıları açılmadığı zaman, şeriatı
kendisine zor geliyor sayabilir. Bunun neticesinde de güçlüğün kaldırıldığına
delalet eden deliller ve onların medlülleri hakkında yanlış anlamalara
gidebilir veya (kulluktan) kopabilir ya da şer'an hoş görülmeyen bazı şeylerle
karşı karşıya gelebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki,
içinizde Allah'ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok işlerde size uymuş
olsaydı şüphesiz kötü duruma (sıkıntıya) düşerdiniz. "[Hucurat, 7];
"Ey inananlar! Allah'ın size helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın,
hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez."[Maide, 87]
Rivayete göre bu ayet, nefıs aleyhine bir aşırılık olmak üzere Allah'ın hel al
kıldığı şeyleri haram kılma sebebiyle inmiştir ve böyle bir davranış
"haddi aşmak" olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde de ''Amellerden
güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce
Allah asla (sevap vermekten) usanmayacaktır."; "Hz. Peygamber
{s.a.v.] iki şeyarasında muhayyer bırakıldığında, -günah olmadığı sürece- hep
en kolayolanı seçerdi. " buyrulmuştur. Hz. Peygamber [s.a.v.] visal
orucunu yasaklamıştı. Fakat onlar bundan vaz geçmeyince onlarla birlikte visal
orucu tuttu, bir gün sonra bir gün daha ekledi sonra hilali gördüler. Peygamber
efendimiz yasağa uymayıp da visal orucuna yeltenen kimselere bir ders (taciz)
mahiyetinde: "Eğer ay gecikseydi ben mutlaka visalorucuna gün ekleyerek
devam ederdim. (Tabii siz de buna güç yetiremezdiniz.)" buyurmuşlardır.
Keza başka bir hadiste "Eğer ay uzasaydı ben mutlaka visalorucuna devam
ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi. "
buyurmuşlardır. Abdullah b. Amr b. el-As, yaşlandığı zaman "Keşke Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] ruhsatını kabul etseydim." demiştir. Hadiste şöyle
anlatılır:
"Hz. Peygamber'e:
"- Şu el-Havla bt.
Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumazmış;' dediler. Hz. Peygamber:
"'- Gece uyumaz
mı?! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin. '' buyurdular ve onun bu davranışını
tasvip etmediler. Muaz'ın imamlığı ile ilgili hadislerinde 'Muaz! Sen fıtneci
misin?' diye çok ağır söz söylemişlerdir. Bir adam gelerek Hz. Peygamber'e:
"'- Ya Resulullah!
Ben Falan yüzünden sabah namazından geri kalıyorum. (Yatsı namazını) çok uz
atıyor' demişti. Ravi, Hz. Peygamberin bunun üzerine sinirlendiği gibi hiçbir
zaman sinirlenmediğini belirtir. Sonra da Hz. Peygamber: 'İçinizde dinden
nefret ettirenler var ... ' buyurmuşlardır."
"İki direğin
arasında bağlı bir ip vardı. Efendimiz onun ne olduğunu sordu.
"'- Zeyneb'in.
Namaz kılar, yorulduğu zaman ya da gevşeklik geldiğinde ondan tutar,' dediler.
Efendimiz:
'''Çözün onu. Sizden her
biriniz zinde oldukça kılsın; yorulduğu veya gevşeklik hissettiği zaman
otursun.' buyurmuşlardır."
Benzeri deliller pek
çoktur. Ruhsatın terki de bu kabilden olmaktadır.
Bu yüzdendir ki
Efendimiz [s.a.v.]: "Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan
değildir." buyurmuşlardır. Durum böyle olduğuna göre, ruhsatla amel
etmenin daha uygun olacağı sabit olmuştur demektir. Eğer ruhsatla amel etmenin
daha uygun olmadığı kabul edilse bile, azimetle amel etmenin daha uygun
olmadığı da öncelikli olarak sabit olacaktır.
6. Şer'i düzenlemeler,
her ne kadar arzu ve heveslere muhalefet içinse de -nitekim bu kitabın ilgili
yerinde açıklanmıştır- onların dünya ve ahiret maslahatlarını temin için
konulmuş olduğunda da şüphe yoktur. Arzu, ancak şer'i düzenlemelere muhalif
olduğu zaman yerilmiştir. Bizim konumuz ise böyle bir arzu ve heves değildir.
Eğer arzu şer'i düzenlemelere uygunluk arzederse, o takdirde yerilmemektedir.
Konumuz da işte bu kabilden olan arzu ve heveslerle ilgilidir. Zira Şari' Teala
ruhsat için bir sebeb tayin eder ve zann-ı galib üzere bu sebeb de bulunursa ve
bu durumda biz onun gereğini yerine getirerek ruhsatla amel ettiğimizde bunun
neresinde arzu ve hevaya uymak söz konusu olacaktır. Ruhsatlara tabi olmak
yÜzünden emir ve nehyin gereğinden çıkmak neticesi doğabilecekse, aynı netice
aşınlıklara gitmek, ruhsatIan terketmek, herşeyin zoruna sarılmak durumunda da
doğabilir. Bu durumda bunlardan biri diğerinden daha öncelikli değildir.
Ruhsatlar ve azimetler konusunda meşru bulunan sebeblere tabi olmak arasında
bir fark yoktur. Zann-ı galib eğer azimetler tarafında ise, onlar itibara
alınır; keza ruhsatlarda da durum aynı olur. Birinin diğerinden daha üstünlüğü
yoktur. Kim bu ikisi arasını ayırır ve farklı mütalaa ederse, icmaa muhalefet
etmiş olur.
Bu arzedilenler de bu
tarafın delil ve yaklaşımlarını teşkil etmektedir.
FASIL:
Buraya kadar verilen
bilgiler ışığında, sebebinin galib zanla ya da kat'iyetle sabit olması
durumunda ruhsatın terkedilmesi tarafının daha uygun olduğu, bazı hallerde de
ruhsatla amel etmenin daha üstün olduğu, bazen de her iki tarafla da amel
etmenin eşit olduğu ortaya çıkıyor. Ancak ruhsatın sebebinin bulunduğuna dair
galib zan yoksa, o takdirde ruhsatla amel etmenin engelleneceğinde herhangi bir
problem bulunmamaktadır.
Keza hafifletme
doğrultusunda amel etmeye delalet eden deliller amm ve mutlak oluşlarına
yorulur ve bunlardan bir kısmı belli yerlere tahsis edilme cihetine gidilmez.
İki grup arasındaki ihtilaf noktası kendisini şurada göstermektedir: Birinci
gruba göre dikkate alınacak olan şey, illetten ibaret olan bizzat meşakkatin
kendisidir. İlletin (meşakkatin) mazinnesi olan sebebe ise itibar edilmez.
İkinci gruba göre ise, dikkate alınacak şey bizzat yolculuk ve hastalık gibi
meşakkatin mazinnesi yani sebebtir. Bu duruma göre, eğer illet munzabıt (açık,
istikrarlı) olmazsa, illet için keza munzabıt bir mazinne de mevcut değilse, o
takdirde konu net olmayacak, karışıklıklara sebebiyet verebilecektir. İşte
böylesi durumlarda çoğu kez "ihtiyatlı davranma" esasına
başvurulacaktır. Çünkü bu, yerinde de
belirtildiği üzere sabit ve muteber bir esas olmaktadır.
FASIL:
İTİRAZ: Arzedilenler
tamamen birbirine karşı durumda olan delillerin arzından ibarettir. Bu ise konu
ile ilgili problem getirmekten başka bir şey değildir. Bundan bir çıkış yolu
yok mudur?
CEVAP: Evet vardır ve
iki açıdan problemden çıkmak mümkündür:
1. Konuyu müctehidin
görüş ve değerlendirmesine havale etmek.
Burada her iki tarafın
da delil ve yaklaşımları herhangi bir tercihe gidilmeksizin arzedilmiş ve konu
müctehidin değerlendirmesine bağlı bırakılmıştır. O değerlendirmesini yapacak
ve bunun neticesinde bu iki taraftan biri öbür tarafa ya mutlak surette galebe
çalacaktır; yahut da onlardan biri bazı haller ve durumlar için, diğeri de
başka hal ve durumlar için ağırlık kazanacaktır.
2. Burada
arzedilenlerle, "Makasıd" bölümünde arzedilecek olan
"Meşakkatlerin nevileri ve hükümleri" bahisleri birlikte
değerlendirilecektir. Eğer bu iş yapılır ve her iki konu birlikte ele alınırsa,
bu iki yoldan hangisinin doğru olduğu inşallah ortaya çıkacaktır.
Tevfik ancak
Allah'tandır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: