EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

AZİMET VE RUHSAT / ALTINCI MESELE:

 

Ruhsatın günahın kaldırılması anlamında değil de azimetle ruhsat hükmün işlenmesi arasında 'muhayyerlik' anlamında alınması durumunda, bu ikisi arasında bir tercih e gitmek gerekecektir. İşte bu tercih işi geniş bir konu olmakta ve üzerinde durulması gerekmektedir. Şimdi burada her iki tarafın da delilleri hakkında söz etmek istiyoruz:

 

Azimet hükmü ile am el etmenin daha üstün olduğu hususunda şu deliller getirilmiştir:

 

1. Azimet; sabit, kesin ve üzerinde ittifak edilen esas olmaktadır. Azimet üzerine gelen ruhsat ise, her ne kadar o da kesin ise de, ruhsatın sebebinin de aynı şekilde vuküu açısından kesin olması gerekmektedir. Bu ise bütün ruhsat çeşitleri için kesin tahakkuk etmiş bir şey değildir. Ancak azimet kabilinden sayılanlarda bu kesinlik kazanır. Diğerlerinde ise böyle bir tahakkuk yoktur. Bu konu ictihad mahallidir. Çünkü ruhsata sebeb olan meşakkatin ölçüsüyle ilgili elimizde kesin bir mikyas yoktur; meşakkatler munzabıt değildir. Mesela dikkat edilecek olursa görülecektir ki, yolculuk konusunda üç mil mesafe ya da daha fazlasına itibar edilmiştir. Keza üç gün üç geceye de itibarda bulunulmuştur. Namazı kısaltmanın illeti meşakkattir, İllette ise meşakkat olarak kabul edilebilecek en az kısmına itibar edilmiştir. Hastalıkta da aynı şekilde, meşakkat tabir olunabilecek en az kısmına itibarda bulunulmuştur. Bazıları parmağındaki bir ağrıdan dolayı oruç tutmamış; bir kısmı da üç mil (veya daha az) mesafede namazı kısaltmıştır. Başkaları ise daha fazlasına itibarda bulunmuştur. Bütün bunlar zan mahalleridir ve bu gibi konularda kat'iyet bulunmamaktadır. Bu durumda zanların tearuzu söz konusu olmaktadır. Konu tercih ve ihtiyat mahallidir. Bütün bunların gereği olmak üzere, sebebde ihtimalin mevcüd olması sebebiyle ruhsata yeltenilmemesi uygun olacaktır.

 

2. Azimet, teklif konusunda külli bir esasa dönmektedir. Çünkü bu külli esas bütün mükellefler hakkında asaleten genel ve mutlak olmak üzere meşrü kılınmış bulunmaktadır. Ruhsat ise özür sahibi bazı mükelleflere yönelik, onların bazı halleri ve bazı vakitlerine has olmak üzere cüz'i bir esasa dönmektedir. Her hal ve vakitle ilgili olmadığı gibi, bütün mükelleflerle de ilgili değildir. Bunlar, külli üzerine sonradan anz olup ortaya çıkan şey gibidir. Yerinde de geleceği üzere kabul edilen bir kaide vardır:

 

 

"Külli bir durumla cüz'i bir durum tearuz halinde bulunursa, külli olan takdim edilir." Çünkü cüz'i olan cüz'i (kısmi) bir masIahat gerektirir; külli olan ise külli (genel) bir maslahatla ilgilidir. Kısmi maslahatların ihlal e uğramasıyla alemdeki nizam bozulmaz. Cüz'i masIahatın külli maslahattan öne alınması durumu ise bunun aksinedir. Çünkü külli masIahatların ihlal ve dumura uğramasıyla alemdeki nizam bozulur. Burada söz konusu ettiğimiz meselede de durum aynıdır. Zira bilindiği üzere azimet, bütün mükelleflere nisbetle, külli ve sabit bir durum olmaktadır. Ruhsatın meşru kılınması ise, sadece Cüz'ilik üzere ve gerekçesinin bulunmasına bağlıdır. Burada üzerinde söz ettiğimiz konu ise (yani ruhsatın üçüncü kısmı), farzedilen her bir şeklinde mutlaka ona ters düşen külli bir muanzı olmadan tahakkuk etmesi mümkün değildir. Bu durumda sorumluluktan tam olarak kurtulabilmek için külli olana yönelmekten başka çare bulunmayacaktır; külli olan da azimettir.

 

3. Şeriatta ruhsatı gerektiren şeyler bulunsa bile, mücerred emir ve yasakların gereğini yerine getirmeyi, onların acısına ve tatlısına sabretmeyi emreden nasslar vardır. Bununla ilgili deliller neredeyse sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan olmak üzere şu ayetlere bakabiliriz: İnsanlar onlara: "Düşmanınız olan insanlar size karşı bir ordu topladılar. 'Onlardan korkun' dediler. Bu onların imanlarını artırdı da: 'Allah bize yeter, O ne güzel VekU'dir!' dediler .. ''[Al-i İmran, 173] Burada bahis konusu olan şey bir hafifletme yeridir. Bununla birlikte onlar sabretmişler ve Allah'a sığınmışlar; sonuç da Allah'ın haber verdiği gibi olmuş, yani kendilerine bir fenalık dokunmadan nimet ve bollukla geri dönmüşlerdir. Yine Allah Teala: "Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz. "[Ahzab, 10] diye Ahzab (Hendek) günüyle ilgili tavsifte bulunduktan sonra "İnananlardan Allah'a verdiği ah di yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. ''[Ahzab, 23] buyurarak şiddetli bir şekilde sarsılmalarına, yürekleri ağızlara getiren çok güç durumların mevcudiyetine rağmen onları sadakat göstermiş olmakla övgü de bulunmuştur.

Hz. Peygamber {s.a.v.] Ahzab gününde ashabına Medine hurmalarının bir kısmını düşmana vermeyi ve böylece çekip gitmelerini sağlamayı teklif etmişti. Böylece durumları hafifleyecekti. Ancak onlar böyle bir teklife yanaşmadılar; Allah ve İslamla izzet bulduklarını, böyle bir zillet durumuna düşmeyeceklerini belirttiler. Onların bu davranışı, haklarında övgü ve senada bulunulmasına sebeb olmuştu. Nebi [s.a.v.]'in vefatından sonra Araplar irtidat etmişlerdi. Ebu Bekir [r.a.] dışındaki bazılarının ya da çoğu sahabenin görüşleri, bunları zekattan belli bir süre muaf tutmak suretiyle gönüllerini almaya ve işi idare etmeye çalışmak, ümmetin durumu istikrar kazanınca da ne gerekiyorsa onu yapmak şeklinde idi. Hz. Ebu Bekir [r.a.] buna yanaşmadı ve Allah'a yeminle tek başına da kalsa onlarla savaşacağını ısrarla ifade etti. Olay meşhurdur. Keza zor (tehdid) altında küfür kelimesi söylenmesi de ayette ruhsat hüküm olarak belirtilmiştir. Bununla birlikte bu ruhsatı terkederek metanet göstermek bütün ümmet nazarında ya da en azından çoğunluk alimlere göre daha üstün olmaktadır. Bu iyiliği emretmek, kötülükten de yasaklamak konusunda da geçerlidir. Burada da aynı şekilde kaide işlemekte ve bu vazife malın ve nefsin ziyanına neden olsa bile müstahab olmaktadır. Ancak kesinlik kazanması ortadan kalkar ve sevap bu konuda gösterilecek sabır ve metanet ölçüsünde olur.

 

Bir diğer delil de Hz. Peygamber'in [s.a.v.]: "Bizden biriniz için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden bir şey istememesidir. " buyruğudur. Ashab bu sözü genelliği üzere almıştır. Böyle bir manada bu hadisle amel etmeyi üstlenmenin pek çok meşakkatleri getireceğinde şüphe yoktur. Bununla birlikte onlar genelliği üzere almışlar ve evliyadan pek çoğu da onlara uymuşlardır. Bunlardan birisi de Ebu Hamza el-Horasani'dir. Kuşeyri ve daha başkalarının zikrettiğine göre bu zat kuyuya düşmüş (fakat hiç kimseden yardım istememiştir). Halbuki böyle bir noktanın hiçbir şey istememe aslından istisna edilmesi uygundu. Tebuk seferinden geri kalan üç kişinin durumu hakkındaki haberi de burada hatırlamak mümkündür. Bunlar sonunda Hz. Peygamber'e gelmişler ve özür beyan etme durumları bulunmasına rağmen bu yola gitmemişlerdir. Bunlara yeryüzü dar gelmiş, içleri içlerine sığmaz olmuşlardı. Ancak bunlar Allah'tan başka sığınılacak bir kapı olmadığını görmüşler ve sıdk ile tevbe etmişlerdi. Sonunda da tevbeleri kabul edilmişti. Allah onlar için kabıll kapısını açmış ve onları doğrulardan saymıştı. Çünkü bunlar kendilerine bir özür bulmak gibi bir ruhsatla amel etmek yerine azimetle amel yolunu tutmuşlardı. Keza İslamın ilk dönemlerinde Osman b. Mazün ve emsali Mekke'ye birisinin himayesi olmadan giremeyen kimselerin durumları da bu kabildendir. Sonra bunlar Allah'ın himayesine itimatla kafirlerin himayesine girmeyi terk etmişler ve bu uğurda başlarına bir çok da sıkıntı gelmişti. Bununla birlikte bütün bunlar onlar için önemsiz gelmiş "Şüphesiz ki sabredenlerin mükafatları hesapsız olarak verilecektir. "[Zümer, 10]; "And olsun ki, mallarınız ve canlarınızla sınanacaksınız; hiç şüphesiz, sizden önce kitap verilenlerden ve Allah'a eş koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerdendir."[Al-i İmran, 186] ayetine olan imanları sayesinde sabır ve metanet göstermişlerdir. Bu meyanda Peygamberine de "Ey Muhammed! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret; inkarcılar için acele etme ... "[Ahkaf, 34] buyurmuştur. Sonra da "Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir."[Şura, 43] buyrulmuştur. "İçinizde olanları açığa vursanız da, gizleseniz de, onlar sebebiyle Allah sizi hesaba çekecektir. "[Bakara, 284] ayeti inince, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Kendilerine "'İşittik ve itaat ettik!' deyin." denilince hemen öyle dediler. Allah onların kalplerine imanı yerleştirdi. Bunun üzerine Bakara süresinin son iki ayeti geldi ve kulların takatlari üstünde yükle teklif altında tutulmayacakları, unutarak veya hatayla yaptıkları şeylerden mes'ül tutulmayacakları. .. bildirildi. Nebi [s.a.v.] ölümünden hemen önce Ü same'yi Suriye bölgesine gönderilen bir ordunun başına getirmişti. Ordunun çıkışı Efendimizin ha'stalığının ağırlaşması üzerine geciktirilmişti. Sonunda da vefat ettiler. İnsanlar Ebü Bekir'e:

 

- Üsame'yi ordusuyla birlikte yanında tut. Onu sana karşı harb ilan edenlere karşı kullanırsın; demişlerdi. Fakat Hz. Ebü Bekir: "(Hiç kimse kalmasa da) köpekler Medineli kadınların halhallarını yalayacak hale gelseler bile, Allah Rasulü'nün sevk ettiği bir orduyu geri çeviremem." demiş, ancak Üsame'den rica ederek Hz. Ömer'i kendisine yardımcı olmak üzere bırakmasını istemişti. O da öyle yaptı ve ordusuyla birlikte yola çıktı. Suriye bölgesine (Şam'a) ulaştı, orada düşmanla karşılaştı ve onları yendi. Bunun üzerine Bizanslılar: "Müslümanlar peygamberlerinin ölümü ile zayıflamamışlar." dediler. Bu durum onların kalplerine bir korku saldı ve netice hayırla tamamlandı. Buna benzer ruhsatIarın terki ve azimetlere yapışılmasıyla ilgili daha pek çok örnek vardır. Çünkü bu insanlar kendilerinin sınanmakta olduklarını anlamışlardır.

 

4. Mükellefler için söz konusu olan ve sonradan ortaya çıkan bu arızi meşakkat nevileri, Şari Teala'ca teklifin konulması sırasında göz önünde bulundurulmuş ve teklife mani görülmemiş şeylerdendir. Yani teşriden maksat, hükümleri mutad olan bir düzeyde koymaktır. Bir hükmün bazı insanlara veya bazı hallerde mutad olmayan şekilde güç gelmesi, o hükmün Şari'ce maksud olmadığı neticesini gerektirmez. Çünkü cüz'i durumlar, külli olan esasları ihlal etmez; sadece bu cüz'i durumlar ictihad neticesinde ve haciyyat prensibine nazaran külli olan esaslardan istisna edilirler. Bu ictihad sırasında da müctehidin ilk yapması gereken şeyasli az im et hükmü üzerinde kalmaya çalışmasıdır. Azimet hükmünden ayrılması ancak güçlü bir delil neticesinde olabilecektir. Bu yüzdendir ki, alimler sefere has olan ruhsatın (illetinin) gereğini diğer konularda uygulamaya koymamışlardır. Mesela normal hallerde iken icra edilen sanatlarda sefer ruhsatının meşru kılınmasının illeti olan meşakkat bulunmasına rağmen, bu gibi hususlarda ruhsattan söz etmemişlerdir. Şu halde sürekli ve bidüziyelik arzetmeyen arızi meşakkatlar sebebiyle az im et hükmünden ayrılmak uygun değildir. Çünkü bu gibi meşakkatler mutad dünyevi işlerde de mevcuttur. Bununla birlikte bu durum onların mutad (adi) olmalarını engellememektedir. Dolayısıyla meşakkatin olmaması esası yanında, arızi olan meşakkat -çok ve sürekli olmaması durumunda- mutad bir durum gibi kabul edilecektir. Arızi olan meşakkat sebebiyle asıldan (azimetten) ayrılınmayacaktır.

 

İTİRAZ: Bu konu nasılolur da ictihadi olabilir? Hakkında pek çok nass bulunmaktadır. Mesela: "Kim darda kalırsa, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere haram olan şeylerden yemesi günah sayılmaz. "[Bakara, 173]; "Sizden kim hasta ya da yolcu olursa ... "[Bakara, 185]; "Allah ruhsatlarının işlenmesini sever. " nasslarını hatırlatabiliriz. Bunlara benzer daha birçok delil bulunmaktadır.

 

CEVAP: Darda kalma (ıztırar) hali, nefsin (ya da bir organın) telef olmasından korkulan haldir. Böyle bir durumise, ancak ibadet ve normal mutad işleri yapabilmekten aciz kalmadan sonra olur. Bu (acziyet) da haddizatında bir özürdür. Bunun dışında kalan diğer durumlar ise, bulunması durumunda dini ve dünyevi yükümlülükleri yerine getirmekten aciz kalmaya sebebiyet verecek bir meşekkatin tahakkukuna yorulur. Öyle ki bu durumda azimet bir nevi teklifi ma la yutaka (takat üstü yükümlülüğe) dönüşür. Takat üstü yükümlülük ise, naklen bilindiği üzere, yoktur. Böyle olmayan diğer meşakkatler ise, bu nassların altına girdiklerine delalet edecek delillere muhtaçtırlar. Bu konuda ise -daha önce de geçtiği gibi- görüş açıları çok farklıdır. Dolayısıyla zikredilen nasslarla, üzerinde bulunduğumuz konu arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Bunun sebebi -ki bu delilin esasını teşkil etmektedir- şudur: Bu sonradan ortaya çıkan arızi güçlükler, inananların imanlarını, mütereddidlerin tereddüdünü denemek ve onları imtihan etmek için vukli bulur. Bunun neticesinde de yakini olarak Rabbine iman edenle, şek ve şüphe içerisinde bulunanlar ortaya çıkar. Eğer bütün yükümlülüklerle ilgili külli esaslar, ortaya çıkan her güçlükle bozulacak ve işlemez hale gelecek olsaydı, daha önce de geçtiği gibi bütün külli esaslar ihlale uğrar ve imtihan unsuru ortadan kalkar; bunun neticesinde de iyi ile kötü birbirinden ayrılamaz dı. Yükümlülüklerde imtihan unsuru mevcuttur ve bu da ancak asılolan azimetin bekasıyla olur. Kişi dini ölçüsünde imtihana çekilir.

 

Yüce Allah şöyle buyurur: "Hanginizin daha güzel iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan O'dur,"[Mülk, 2]; "Elif, Lam, Mim. And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar 'inandık' deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar?"[Ankebut, 1-3]; "And olsun ki, malların ız ve canlarınızla sınanacaksınız ... Sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bu üzerinde sebat edilecek işlerdendir. "[Al-i İmran, 186]; "And olsun ki sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberZerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz. "[Muhammed, 32]; ''Allah'ın inananları arıtması ve inkar edenleri yok etmesi için, insanlar arasında bu günleri bazen lehe, bazen aleyhe döndürür dururuz."[Al-i İmran, 141]; "Muhakkak ki sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjdele .... "[Bakara, 155] Yüce Allah onların sabretmeleri, asli yükümlülüklerini yerine getirmeleri ve ondan bir çıkış yolu aramaya çalışmamaları sebebiyle övgüde bulunmuştur. "Muhakkak ki bir şeyle sizi deneriz" ifadesi, bu sıkıntılar ve ona bağlı olarak deneme hallerinin çoğunluk olan diğer normal hallere nisbetle vukuu az olan durumlar olduğuna delalet etmektedir. Nitekim teklif ile ilgili hallerde geçmiştI. Bu gibi durumlarda, şeriatın yükümlülüklerin asli mecrasında seyrini temin için sabırlı davranılmasını, metin olunmasını istediği bilinmektedir. Bu durumda ruhsatlarla am el etmek, mutlak surette Şari'in, sevabın tam olması için amelin tamamlanmasını istemesi şeklindeki kasdına ters dÜşmüş olacaktır.

 

5. Ruhsatlarla amel etme mutlak surette esas alındığı zaman, bu durum mükelleflerin kulluk gösterisi (taabbud) sırasında kendilerinde bulunması gereken azim ve sebatlarında bir çözülmeye yol açar. Azımet hükümle am el edilmesi halinde kullukta sebat ve kararlılık gösterilmiş olur ve bu yol ruhsatla amel etmeden daha uygun düşer.

 

Birinci hususun açıklanması şöyle: Hayır alışkanlık doğurur, şerre de bulaşıldığı zaman ondan ayrılması zor bit şeydir. Bunu müşahadelerimizle biliyoruz. O yüzden de delil ikamesine gerek duymuyoruz. Bir şeye alışkanlık kesbeden kimseye, o şey başkalarına zor gelse dahi kolay gelir. O şeyin haddizatında kolay ya da zor bir şeyolması arasında da fark yoktur. Kişi ruhsatlarla amel etmeyi kendisine itiyad haline getirdi mi, artık her azımet kendisine zor ve güç gibi gelir. Durum böyle olunca da, o azımet hükmü gereği gibi yerine getiremez ve ondan kurtulmanın bir yolunu bulmaya çalışır. Bu açıktır. Bu beklenti halinde olunan şey külli esaslarda da olur, cüz'i fer'i meselelerde de olur. Mesela alimlerin ihtilaflı oldukları konularda arzu ve hevaya uymak meselesi, bir şeyin haramlığı ve caizliği arasında ihtilafın bulunması durumunda hemen cevaz tarafını alma meselesi ve benzeri dikkat çekilen veya çekilmeyen meselelerde olduğu gibi.

 

İkinci hususun açıklanması da arzedilen bu bilgi neticesinde açıklık kazanmaktadır. Çünkü bu birincinin zıddı olmaktadır.

 

Bütün bunların sebebi şudur: Ruhsatların sebebleri çoğu kez gerçekten mevcut değildir; varlıkları takdir ve tahayyül edilmektedir. Mükellefin şiddetli olarak kabul ettiği şey, belki de aslında hafif bir meşakkattir. Tabii bu da kulluğun icrasının sahih olmamasına sebebiyet verecektir ve böylece yaptığı iş boşuna gitmiş, bir temel üzerine oturtulmamış olacaktır. İnsan bunu çoğu kez müşahade etmektedir. Bazen insan bazı işleri zor sanır. Oysaki durum hiç de öyle değildir. Mesela hırsız veya yırtıcı hayvan korkusuyla teyemmüm alan kimse, eğer vakit içerisinde su bulacak olursa, İmam Malik'e göre tekrar abdestle namazı iade eder. Bu görüşüyle imam teyemmüm alan kişiyi kusurlu davranmış bulmaktadır. Zira bu ve emsali durumlara hakikatla hiç ilgisi bulunmayan vehmin karışması mümkündür. Ama kişi hırsızı veya yırtıcı hayvanı bizzat görür ve bu yüzden teyemmüm eder ve namazını kılarsa, bu durumda namazını iade etmez. Çünkü bu durumda taksir göstermiş sayılmaz. Eğer insan hak ve hakikate değil de, aslı olmayan vehimlere kendisini kaptıracak olursa, o  takdirde kendisini derin uçurumlarda bulacaktır ve vehim onun pek çok amelini iptal edecektir. Bu netice hem ibadetlerde, hem muamelatta, hem de sair tasarruflarda değişmez bir özellik arzetmektedir.

 

Ruhsat sebebleri bazen de şiddetli olabilir. Ancak insanoğlundan, Allah için sabır göstermesi ve onun rızası için amel etmesi istenilmektedir. Sahih hadiste "Kim sabrederse, Allah onu sabırlı kılar, (sabrı ona sevdirir)." buyrulmuştur. Enfal süresinde, bir müslümanın savaş esnasında on kafire karşı sebat göstermesi hükmü neshedilerek iki kafire karşı sebat göstermesi hükmü getirildikten sonra "Allah sabredenlerle beraberdir."[Enfal, 66] buyrulmaktadır. Bu ayet indiği zaman, bazı sahabe "Sayıdan azaldığı oranda sabırdan da azalmıştır." demiştir. Bu söz haber (hadis) manasındadır ve hadisle ayete uygun düşmektedir.

 

6. Şer'i düzenlemeler her açıdan arzu ve hevaya zıdlık gösterir. Nitekim bu konu "Mekasıd" bölümünde açıklanacaktır. Çoğu zaman meşakkatler ortaya çıkar ve bunlar arzu ve hevaya (uyma ya da) muhalefette bulunmaya göre artar (veya eksilir). Arzu ve hevaya uymak, şeriata uymanın zıddı olmaktadır. Arzularına uyan birkimseye her şey zor gelir. İster o şey aslında zor olsun ister kolayolsun, farketmez. Çünkü o kendi maksadına ulaşmasını engeller ve kendisiyle arzusu arasına girer. Mükellef arzu ve heveslerini bir tarafa atar ve nefsini onun peşine düşmekten alıkoyarsa ve yükümlü tutulduğu ameli işlemeye yönelirse, o iş kendisine kolay gelir. Ona devam neticesinde itiyad halini alır ve onu sevmeye başlar, artık onun acısı kendisine tatlı gelmeye başlar. Öyle ki, artık daha önce kendisine ağır gelen o amelin zıddı ağır gelmeye başlar. Dolayısıyla şu netice çıkıyor: Meşakkatin bulunup bulunmaması konusu mükellefin garazına uygun olarak tamamen izafilik arzeder. Nice zor şeyler vardır ki, kişinin garazına uygun geldiği için kolay, nice kolay şey de vardır ki, garazlarına uymadığı için zor olmaktadır.

 

Netice olarak diyoruz ki, bu konuda mutlak surette 'güçlük' denildiği zaman, kişinin mükellef olması açısından takat getiremeyeceği şeyler kasdedilmektedir. O şeyin bir insan açısından güç yetirilebilir olup olmaması arasında fark yoktur. Bu konu üzerinde de bir anlaşmazlık yoktur; üzerinde durulacak değildir. Söz sadece bunun dışında kalan ve izafi olup haklarında mutlak anlamda ne güçlüktür ne de güçlük değildir denilemeyen meşakkatler hakkında edilmektedir. Bu tür meşakkatler her iki taraf arasında dönüp dolaştığına göre, hakiki ve sabit esas olan azimet tarafına dönmek ve onu esas almak daha uygun olacaktır. Ruhsatların alınmasında ise her şahsa ve her arızi duruma göre değerlendirme yapmak gerekmektedir. Bu konuda kesin bir beyan bulunmamaktadır. Olsa

 

olsa en üst seviyede zan bulunabilir. Zan da muarızdan uzak bulunmaz.

 

Bu durumda uygun olan bu kişi hakkında söz konusu edilen meşakkatin gerçekten meşakkat (güçlük) olduğu sabit oluncaya kadar esas olana (azimete) dönmekten başka bir şey değildir. Takatini aşar olmadıkça da mutlak anlamda sabit olmaz ki, o takdirde hakkında herhangi bir anlaşmazlık olmayan birinci kısma dahil edilsin. Bu anlattıklarımız, ruhsat ve hafifletme hükmünün istenildiğine dair harici bir delil bulunmaması durumunda söz konusudur. Delilin bulunması durumunda ise tabii delil gereğince ruhsat hüküm le amel etmek daha uygun olur. Mesela Hz. Peygamber [s.a.v.] sefer esnasında insanların oruçlarını bozmaya yanaşmadıklarını ve bu yüzden de sıkıntıya düştüklerini görünce bizzat kendi oruçlarını bozmaları gibi. Bu ve benzeri durumlar ayrı bir konudur ve daha önce geçen kısımlar içerisine girer. Burada üzerinde durulan husus, hakkında böyle harici bir delil olmayan ruhsatlarla ilgilidir. Netice olarak diyebiliriz ki, ruhsat mahallerinde azimet hükümleri almak ve onlarla amel etmek daha uygun ve üstündür.

 

SORU: Bu durumlarda azimet hükmü almak mutlak slirette vacib ya da mendub mudur? Yoksa bir bölümleme var mıdır?

 

CEVAP: Bu sorunun cevabı meşakkatlerin halleriyle ilgili tafsilatla ortaya çıkacaktır. Bu da aşağıdaki meselede ele alınacaktır:

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

YEDİNCİ MESELE