EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / EK 1 / TEARUZ
VE TERCİH :
Haddizatında şeriatta
herhangi bir tearuz yoktur; tearuz ancak müctehidin nazarında bulunur.
Burada, mutlaka
zikretmemiz gereken bir mukaddime vardır. O da şudur: Şeriatın esaslarına vakıf
olan kimse, şer'i delillerin kendi nazarında hemen hemen tearuz etmediğini
görür. Nitekim şer'i mesailin arka planına vakıf olan kimseler de hemen hemen
hiç müteşabihle karşılaşmaz. Çünkü şeriat, kendi içerisinde bir bütündür ve
cüzleri arasında asla tearuz yoktur. Bu gerçeğe ulaşan kimse, vakıada olanı
yakalamış olur; dolayısıyla da onun nazarında bir tearuz bulunmaz. Bunun
içindir ki, . müslümanların üzerinde tevakkufu gerektirecek şekilde tearuz
ettiğine dair icma ettikleri iki delil bulunmamaktadır. Ancak müctehidler,
teker teker ele alındıklarında hatadan masum değillerdir. Bu itibarla onların
nazarlarında deliller arasında tearuzun bulunması mümkün olmaktadır. Bu nokta
anlaşıldı ise diyoruz ki:
BİRİNCİ MESELE:
Tearuz ya haddizatında
da öyle olduğu ya da müctehidin kendi nazarında öyle bulunduğu noktasından ele
alınır.
Haddizatında da öyle
olduğu noktasından ele alındığında tearuz, kesinlikle mümkün değildir. Daha
önce İctihad bölümünde (şeriat tek hüküm üzere bulunur meselesinde) bu konu
üzerinde yeterince durulmuştur.
Müctehidin nazarı
itibarıyla tearuzun bulunmasına gelince, bu ihtilafsız mümkündür. Şu kadar var
ki müctehidler, iki delil arasında cemi mümkün olmayan her bir yere nisbetle
tearuzun olabileceğini belirtmişlerdir. Doğrusu da budur. Çünkü iki delil
arasını cemetmek eğer mümkünse orada bir tearuzdan bahsetmek mümkün değildir.
Hass ile amm, mutlak ile mukayyed vb. gibi.
Ancak biz burada
-Allah'ın izniyle- aralarını cem mümkün olmayan kısım hakkında usülcülerin söz
etmedikleri şeyler üzerinde duracağız, aralarını cem mümkün olan kısımdan da
önemli türler ortaya koyacağız. Her iki kısma birlikte bakılması sayesinde
-Allah'ın izniyle- bu konuda ictihadla uğraşanların pek çoğuna zor gelen şeyler
müctehide kolay hale gelecektir. Tevfik Allah'tandır.
Önce aralarında cem
mümkün olmayan kısmı ele alalım:
İKİNCİ MESELE:
İctihad bölümünde
geçtiği üzere ihtilafın esasını, Şari' Teala'nın kasdının açık bulunduğu müsbet
ve menfi iki uç tarafın arasında kalan kısımlar oluşturmaktaydı. Çünkü bu iki
uç arasında kalan ve ortada yer alan kısım, şer'i delilin ilgili bulunduğu bir
sebepten dolayı her iki tarafın da hükmünü alabilmekteydi. Bunun sonucunda
ortada yer alan şeye uç taraflarla ilgili olan deliller (isbat delili ile nefy
delili) aynı anda taalluk etmekte ve onu kendi hükmüne katmaya çalışmaktadır.
Böylece de o şey hakkında iki delil tearuz etmektedir. Bunun tabii sonucu
olarak da tercihe ihtiyaç doğmaktadır. Tercihe imkan yoksa tevakkuf etmek
gerekmekte ve konu müteşabihattan sayılmaktadır. Orada bu mana açıklanmış
olduğu için, burada sözü uzatmaya gerek bulunmamaktadır.
Sözü edildiği şekil
üzere, nasıl ki deliller arasında tearuz gerçekleşebiliyorsa, aynı şekilde delil
mertebesinde bulunan şeyler arasında da tearuz gerçekleşebilir; mukallide
nisbetle müctehidlerin görüşlerinin tearuz etmesi gibi. Çünkü ictihadi
görüşlerin mukallide olan nisbeti, delillerin müctehide olan nisbeti gibidir.
Farklı hükümlere delalet
eden alametlerin tearuzu da böyledir. Mesela bir tür eşya yağmalansa ve yağma
olmaksızın o tür şeyin elde edilmesi de nadirattan olsa, ona benzer bir eşya
takva sahibi salih bir zatın elinde görülse elinde bulunduran kişinin iyi hal
sahibi olması, o şeyin helal; öyle birşeyin yağmasız elde edilmesinin
nadirattan olması ise onun haram olduğuna delalet eder. Dolayısıyla bu iki
alamet arasında tearuz söz konusu olur.
Keza farklı hükümlere
götüren benzerliklerin tearuzu da böyledir. Mesela köleyi ele alalım: O bir
insandır; dolayısıyla bu onu mülk edinme konusunda hürler mesabesinde kılmayı
gerektirir. Öbür taraftan da o mal gibidir; bu da onun mülkiyet hakkının
elinden alınması konusunda sair mallar menzilesinde olmasını gerekli kılar.
Sebeplerin tearuzu da bu
kabildendir; murdar hayvanın, usülüne göre boğazlanmış hayvanla, zevcenin
yabancı kadınla karışması hali gibi. Zira bunlardan her birinde, o şeyi hel al
ya da haram kılan sebebin varlığı ihtimali bulunmaktadır.
Şartların tearuzu da
böyledir: İki beyyinenin tearuzu gibi. Zira biz hükmün infazı için şehadetin
şart olduğunu söylemekteyiz. Beyyineden biri birşeyin isbatını, öbürü ise
reddini gerektirmektedir. Aynı şekilde, bir iş mesabesinde olan şeyler de, o
şeyin hükmünde dahilolmaktadır.
Bu kısımla ilgili olarak
tercihin yönü, belli bir şekil üzere hasredilmiş değildir. Zira Cüz'i nev'i ya
da şahsi olaylar belirli bir sayıyla sınırlandırılamaz. Olayların cereyan
tarzı, cüz'iyyat arasında, her Cüz'i hakkında tek bir cüz'inin hükmünü verecek
şekilde birliğin bulunmayacağına hükmeder. Aksine onlar, konulmuş olan hükme
etkisi mümkün olan kuşatıcı ilavelere, bitişik karinelere sahiptir. Dolayısıyla
bu halleriyle onları, tek bir cüz'inin hükmüne tabi kılmak mümkün değildir. Bu
gözlemlenen ve bilinen bir husustur. Durum böyle olunca, tercih şekli tearuz
mahallinde varid bulunan delillere itibarla olacaktır. Bu takdirde de, onu
müdehidin nazarına havale etmek mümkün değildir. İctihad bölümünün başında bu
mana üzerinde durulmuştu. Konuyla ilgili değerlendirmenin esasını şu teşkil
etmektedir: Söz konusu ortada yer alan şeye nisbetle, hükmü belli olan iki uç
taraftan hangisi daha güçlü ve uygun, hangisi daha galip ve daha yakın bunu iyi
tespit etmek ve bu tespit üzerine, onu uçlardan hangisine katılacaksa ona katmak
ve böylece diğer tarafı ihmal etmek ya da onu da dikkate almak olmaktadır. İmam
Malik'in mezhebiyle ona muhalif olanların görüşüne göre köle meselesinde vb.
olduğu gibi.
FASIL:
Bu, usulcülerin
sözlerinin zahirine göre birinci kısımla ilgili bakış açısı olmaktadır. Biz, bu
tercihte mevcut bulunan mana üzerinde düşündüğümüz zaman, onun da ikinci kısma
raci olduğunu ve tercihin bir tür cem ve(ya) tearuz halinde bulunanlardan
birinin iptali manasına geldiğini görürüz. Nitekim -inşaallah- birazdan zikredilecektir.
Aralarını cemetmek
imkanı bulunan kısma gelince:
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Bu konuda diyoruz ki: Bu
kısımda delillerin tearuzunun çeşitli şekilleri vardır:
(1) Birinci Şekil: Bir külli esasın, kapsamına
giren bir cüz'i ile tearuz halinde olması: Mesela, haram olan yalan ile, iki eş
arasını düzeltmek için yalan söylemek gibi. Müslümanın öldürülmesinin haram
olması ile, kısas ya da zina sebebiyle öldürmek gibi. Burada cüz'i ya o külli
içerisinde bir ruhsatı teşkil eder, ya da öyle değildir. Her halükarda da, bu
kitapta tearuz ve tercih şeklinde kendisinden hüküm iktibas edilecek olan
açıklamalar geçmiş; konu Hükümler bölümüyle Deliller bölümünde ele alınmıştı.
Burada onları tekrarlamanın bir yararı yoktur.
(2) İkinci Şekil: Her ikisi de tek bir külli esas
altına giren iki cüz'i arasında olması: İki hadisin, iki kıyasın ya da iki
alametin tek bir cüz'i üzerinde tearuz etmeleri gibi. çoğu zaman usulcüler
bunları, aralarını cem etme imkanı bulunmayan kısımdan zikretmişlerdir. Ancak
konu üzerinde duruIduğunda şu husus görülecektir: Tearuz ortaya çıktığı zaman,
mutlaka şu iki durumdan biri söz konusu olacaktır:
a) Ya iki delilden
birinin ihmaline hükmetmek: Bu durumda sadece diğeri i'mal olunur. Bu, ancak
mensuh olduğu veya eğer haber-i vahidse senedinde ya da metninde galat ya da
vehim bulunduğu, yahut zanni bulunduğu ve bu haliyle kat'iye karşı koyacak
güçte olmadığı ... gibi o delili dikkate almamayı gerektiren çeşitli yollarla
iptali takdirinde ancak sahih olabilir. Bu sayılanlardan birinin varlığı
farzedildiği zaman, iki delilin karşı karşıya gelmeleri söz konusu olmaz ki,
birbirleriyle tearuz etmiş olsunlar. İki delilden birisinin ınensuh olması
halinde, tearuzdan söz edilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Mensuh manasında
bulunan diğer şeyler için de durum aynı olacaktır. Şu halde hüküm, müctehid
nazarında sabit olan delile -aynen hiç muarızı olmaması halinde olduğu gibi-
aittir.
b) Ya da her iki delilin
birden i'maline hükmetmek. Bu takdirde tearuz halinde olan iki delilin, tearuz ettikleri
mahalle aynı yönden taalluk etmemiş olmaları, yönlerinin farklı olması
gerekmektedir. Aksi takdirde aynı anda ikisinin de i'ınal edilecek şekilde
gelmeleri muhaldir. Bu durumda deliller konuya iki ayrı yönden taalluk
edecektir; dolayısıyla da tearuz kesin olarak kalkmış olacaktır. Ancak bu i'mal
işi, bazen tearuz mahallinde olur; İmam Malik'in görüşüne göre köle meselesinde
olduğu gibi. Çünkü o, kölenin mülkiyet hakkı olması yönünün bir açıdan i'maline
hükmetmiş (ve ona sınırlı bir mülkiyet hakkı tanımıştır), diğer açıdan da bunu
ihmal etmiştir. Bazen de iki delilden birine mahsus olur ve bu takdirde
deliller, tearuz mahalline birlikte taalluk etmezler; aksine bir başkası
hakkında i'mal olunur ve ona nisbetle gerektirici bir sebepten dolayı da ihmalolunur.
İctihad bölümünün başında ele alınan hususi tahkiku'l-menat konusu hakkında,
keza Hükümler bölümünde geçen farz-ı kifaye bahsinde nazarda bulunan müctehidin
istisna ettiği herşey bu şeklin altına girer.
(3) Üçüncü Şekil: Tearuzun biri diğeri altına
girmeyen, aynı külliye de çıkmayan iki cüz'i arasında olması. Su bulamayan,
teyemmüm de etmemiş olan mükellefin hali gibi. Bu, "Namazı kılın"
delilinin gereğini, "Namaza kalktığınızda yüzlerinizi ...
yıkayın"(Maide 6) delilinin gereği için terketme -ya da tersi- arasında
bir durumdadır. Çünkü namaz, zarılri külli bir esasa racidir. Taharet ise
bazılarına göre tahsini külli bir esasa müsteniddir. Ya da kıblenin hangi taraf
olduğunu bilmeyen kimseye nisbetle, "Her nerede bulunursanız, yüzünüzü o tarafa
(kıbleye) çevirin"(Bakara 144) buyruğu için, "Namazı kılın"
deliline muarız olunması gibi. Burada asılolan şudur: Cüz'i, tercih konusunda
külli olan aslına racidir. Eğer külli tercih olunursa, aynı şekilde cüz'isi de
tercih olunur. Külli tercih olunmazsa, cüz'isi de aynı şekildedir. Çünkü cüz'i,
küllisine tabidir. Küllisinin tercihi sabit olmuştur; öyleyse cüz'isi de aynı
şekilde tercih olunacaktır.
Sonra, daha önce de
geçtiği üzere cüz'i, küllisine hadim olmakta, külli ise hariçte mevcut
bulunmamakta, sadece (özellik olarak) cüz'ide bulunmaktadır. Küllinin
kendisinde tahakkuk ettiği şeyodur. Bunun sonucu olarak da, cüz'i zedelendiği
zaman, külli de zedelenmektedir. Şu halde bu (yani cüz'i), onu içermiş
olmaktadır. Eğer cüz'iyyattan, kendisiyle birlikte küllisi içerisinde dahil
bulunmayan bir başkası tercih edilecek olsa, bundan o gayrın külli üzerine
tercihi gerekirdi. Halbuki biz, varlığı kabul edilen bir küllinin, kendisi gibi
külli olmayan diğerleri üzerine mukaddem olduğunu farzetmekteyiz. Bu durumda mutlaka
aynı şekilde cüz'isinin de takdim edilmesi gerekmektedir. Bu şekildesöz, her ne
kadar farzedilen şey, iki Cüz'i arasındaki tearuz ise de, aynı türden olmayan
iki küllinin tearuzu mecrasına kaymış ve onlar cüz'llerin hükümlerini içine
alan külli esasların hükmünü almıştır. Bu konu üzerinde burada durmaya ihtiyaç
bulunmamaktadır. Çünkü Makasıd bölümünde konunun hükmünü bul'mak mümkündür. Bu
vesileyla Allah'a hamdederiz.
(4) Dördüncü Şekil: Tearuzun aynı türden olan iki
külli arasında vuku bulması: Bu dış görünüşü itibarıyla şenaattir; ancak husulü
bakımından sahihtir.
Şenaatliği şöyle: Şer'i
külli esaslar, daha önce de geçtiği gibi kat'idir ve bunlarda zanna yer yoktur.
Kat'i esasların tearuzu ise muhaldir.
Sahihliği ise, aralarını
cemetme imkanı olacak şekil üzere olmasıdır.
Bu şekil, konunun iki
yönü olması halinde olabilir ve söz konusu olan gerçek bir tearuz değildir.
Aynı şekilde iki cüz'inin tek bir külli altına girmesi ve konularının bir
olması şeklinde söz konusu olan tearuz da, ancak meselenin iki yönünün olması
durumunda olabilir.
Cüz'llerle ilgili
örnekler çoktur. Onlardan bir kısmı geçmiştir. Örneklerden biri de, taharet
için su aramak üzere mesafenin bir mil ya da benzeri bir şekilde
belirlenmesidir. Bazen bir şahsa nisbetle bunda bir meşakkat olur ve o kişiye
teyemmüm caiz olur. Bir başka şahsa nisbetle ise meşakkat bulunmaz ve onun
hakkında teyemmüme cevaz verilmez. Bu durumda mil konusunda iki delil tearuz
etmekte ancak bu, iki ayrı şahsa nisbetle olmaktadır. Denize açılmak da böyledir;
zaman aynı olduğu halde bu bazıları için mübah kılınabilirken, diğer bazıları
için mübah kılınmayabilir. Bu farklı hüküm, selamet ve boğulma zannına nisbetle
böyle olmaktadır.
Sözü edilen şekilde iki
külli esasın tearuzuna gelince, bunun hakkında da genel mahiyette bir örnek
zikredelim ve diğerleri inşaallah buna kıyas olunsun:
Şöyle ki: Allah Teala,
dünyayı birbirine zıt iki sıfatla nitelemiştir: Biri onun yerilmesini, ona
iltifat edilmemesini ve terkini gerektiren niteleme; diğeri de övülmesini, ona
iltifatı, onda bulunan nimetleri -Ulu Melik'ten gelen büyük hediye olması
hasebiyle- elde etmenin matlup olduğunu gerektiren niteleme.
Birinci nitelemenin iki
yönü bulunmaktadır:
(1) Dünyanın hayrı yoktur, onda elde etmeye değer
birşey de bulunmamaktadır. Bu meyanda olmak üzere şu nassları hatırlayabiliriz:
"Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir
öğünmeden ibarettir''(Hadİd 20) Ayet, dünya hayatının bir eğlence, hiçbir
değeri olmayan bir oyun, hiçbir fayda içermeyen, bir değer ifade etmeyen
hareket ve davranışlardan ibaret olduğunu bildirmektedir. "Dünya hayatı
aldatıcı bir geçinmeden başka birşey değildir" kavli, dünyanın faydasını
sadece sonuç itibarıyla yerilecek aldatıcı bir faydalanmaya hasretmektedir.
"Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna
gelince, işte asıl hayat odur''(Ankebut 64); "Servet ve oğullar, dünya
hayatının süsüdür ... ''(Kehf 46) ve benzeri daha başka ayetler. Bu manada
hadisler de çoktur. Mesela: "Eğer dünya, Allah katında bir sivrisinek
kanadı kadar değerli olsaydı, kafire ondan bir yudum su vermezdi" hadisi
gibi. Bu konuda gelen hadisler gerçekten çoktur. Zahidlerden nakledilegelen
dünyanın zemmine yönelik sözler de, işte bu minval üzere söylenmiştir.
(2) Dünya yok olucu bir gölge, aldatıcı bir
düştür. Bu meyanda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Dünya hayatının
durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların
yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sebebiyle (ağ gibi birbirine örülüp)
karışırlar. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp, (rengarenk) süslendiği ve
sahipleri de ona (ürünleri biçmeye, yemişleri toplamaya) kadir olduklarını
sandıkları bir sırada, gece veya gündüz emrimiz (afetimiz) gelir de onu sanki
dün (öyle süslü) değilmiş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale
getiririz"29; "Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir";
"İnkarcıların refah içinde diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın.
Azıcık bir menfaattir 0"(Al-i İmran 196); "Dünya hayatı, gökten
indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce
gürleşip) birbirine karışmış, arkasından rüzgarın savurduğu çerçöp haline
gelmiştir."(Kehf 45) Ve benzeri, dünya hayatının son bulacağı ve yok
olacağı manası anlaşılan daha pek çok ayet vardır. Böylece dünya, sanki hiç
yokmuş gibi bir değer ifade eder. Bu meyanda varid olan hadisler de çoktur.
Mesela Rasulullah'ın [s.a.v.] şu hadisi bunlardandır: "Benim dünya ile ne
işim var! Benim dünya ile beraberliğim bir ağacın altında gölgelenip sonra yola
çıkan ve onu terkeden bir yolcunun beraberliği gibidir"
Bu sözlerin sahibi,
zahidleri ebedi karar yurdu olan ahirete yönlendiren RasılluIlah olmaktadır.
İki vasıftan ikincisine
gelince, onun da aynı şekilde iki yönü bulunmaktadır:
(1) Yaratıcının varlığına, birliğine ve yüce
sıfatlarının mevcudiyetine, ahiret hayatının bulunduğuna delalet içermesi yönü:
Şu ayetlerde olduğu gibi: "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl
bina etmiş ve nasıl donatmışız. Onda hiçbir çatlak da yok ... "(Kaf 6-11);
"(Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren
mi? ... "(Neml 61); "Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede
iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış
kandan ... yarattık"(Hacc 5); "(De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin
bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir. 'Allah'a aittir' diyecekler.
Öyle ise 'Hiç düşünüp taşınmaz mısınız?' de''(Mü'minun 85) ve bunlara benzer
daha nice ak ai de ve tevhide delalet eden ayetler gibi.
(2) Dünya, Allah Tealil'nın kullarına in'am ve
ihsanda bulunduğu nimetleridir, onları bize lütuf ta bulunmuş ve kendisini bize
tamtmada bunları araç olarak kullanmıştır. Onları yeryüzüne koymak ve her
tarafa yaymak suretiyle kullarının emrine amade kılmıştır. Bu meyanda şu
ayetleri hatırlayabiliriz: "Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip
onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkaran, izni ile denizde yüzüp
gitmeleri için gemileri emrinize veren, nehirleri de size akıtan ancak
Allah'tır. ( .. .) O size istediğiniz herşeyden verdi. Eğer Allah'ın nimetini
sayacak olsanız sayamazsınız!,,(İbrahim 32-34); "O Rab ki, yeri sizin için
bir döşek, göğü de bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi''(Bakara 22);
"Gökten suyu indiren O'dur. O sudan size hem içecekler vardır, hem de
ondan ağaç (ve ot) meydana gelir ve orada hayvanlarınızı otlatırsınız. ( .. .)
Eğer Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız!"(Nahl 10-18);
''Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için
barınaklar yarattı ve sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi
koruyacak zırhlar yarattı ... "(Nahl 81) Aynı surenin baş tarafında:
"Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok
faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için onlarda ayrıca
akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik (zevk) vardır. ( ..
.) Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için yarattı. Allah
şıi anda bilmeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır"(Nahl 5-8)
Burada Yüce Allah
lütuflarını saymış ve bazı nimetlerinden söz etmiştir ki güzellik ve süslenme
(ziynet) de bunlardandır. Halbuki dünyayı zemmetmek için kullanılan kelime yine
bu ziynet kelimesidir: "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir
süs (ziynet)den ibarettir"(Muhammed 36; Hadid 20) Hatta Allah Teala ahiret
nimetlerini tarif ederken, onların benzerleriyle dünyada da in'am da
bulunduğunu belirtmiştir: "Dikensiz kirazlar, meyvaları tıklım tıklım
dizili muz ağaçları, yayılmış gölgeler ... "(Vakıa 28-30) Bu: ''Allah,
yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı"(Nahl 81) ayetinde bahsettiği
nimettir. "Onlar için cennette tertemiz eşler vardır"(Bakara 25)
ayetine mukabil dünya hayatı hakkında da ''Allah, size kendi
nefislerinizdeneşler yarattı ... "(Nahl 72) buyurmaktadır. Bu manada
ayetler çoktur. Hatta O cennet hakkında: "Muttakılere vaad olunan cennetin
durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten
ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır"(Muhammed
15) buyururken dünya hayatı hakkında da şöyle buyurur: ''Allah gökten bir su
indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda
dinleyen toplum için bir ibret vardır. ( .. .) Rabbin balarısına vahyetti:
Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler
(kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana
kolaylaştırdığı yaylım yollarına git. Onların karınlarından renkleri çeşitli
bir şerbet (bal) çıkar. Onda insanlar için bir şifa vardır"(Nahl 68-69) Bu
kabilden ayetler de çoktur. Allah Teala, ahkamı indirmiş, helal ve haramı
koymuştur. Bunu yaparken de bizim için yaratmış olduğu nimetleri dünyevi, ve
uhrevi bulanıklık şubelerinden arındırmayı amaçlamıştır. Şöyle buyurmuştur: "Erkek
veya kadın, kim mü'min olarak iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile
(yani dünyada) yaşatırız. Ve onların mükafatlarını yapmakta olduklarının en
güzeli ile (ahirette) veririz"(Nahl 97) Nimetlerini hatırlatma sadedinde
şöyle buyurmuştur: "Her biri meyve verdiğinde meyvesinden
yiyin"(En'am 141); "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin.
Güzel bir memleket ve çokça bağışlayan bir Rab"(Sebe' 15) Bazı ayetlerde
de "O'nun (azlından istemeniz için ... "(Rum 46) buyurmuş ve dünyanın
talep edilmesini aynen imanın sevilmesini, küfürden nefret edilmesini fazilet
saydığı gibi Allah'ın bir fazlı (lütfu) saymıştır. Bu konuda deliller sayılmayacak kadar çoktur.
Bu durumda dünya
hakkında gelen birinci niteleme, ikinci nitelemeye ters düşmektedir. Birinci nitelemede
mevcut bulunan birinci yön, ikinci nitelemenin bu ikinci yönüyle tearuz halinde
bulunmaktadır. Bu nokta açıktır. Çünkü onun dikkate alınmaması ve hiçbir yararı
bulunmayan sade bir eğlence ve oyun kabul edilmesi, onun aynı zamanda nimet ve
fazilet oluşu ile çelişir. Birinci nitelemenin ikinci yönü de aynı şekilde
ikinci nitelemenin ikinci yönüyle tearuz eder. Çünkü dünyanın geçici ve kısa
zamanda yok olacak olan bir gölgeden ibaret oluşu, Allah Teala'nın varlığına,
birliğine, kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğuna, ahiretin hak olduğuna
delilolması ile çelişir. O bir aynadır ve onda hak olan şey gözükür.
Ve bu konuda dünya
ahiretten ayrılmaz. Dahası bu özellik, dünyada fena bulmaz. Çünkü duaya madem
ki bir iş için -ki o dünyanın vermiş olduğu ilimdir- konulmuştur, şu halde o
şey, onda mevcuttur ve o, -her ne kadar duyular için zahir olan şey fani olsa
bile- yok olmaz; bu mana ahirete intikal eder ve orada nimetler halini alır.
Kısaca dünyada ilme adres olmak üzere konulmuş bulunan nimetler, adres fani olsa
bile bakidir. Bu da dünyanın mutlak anlamda son bulacağı nitelemesiyle çelişir.
Şu halde iki özellik birbirine zıt haldedir. Şeriat ise, kendi içerisinde
çelişkiden münezzeh, ihtilaftan uzaktır. Dolayısıyla bundan, dünya hakkında
varid olan bu iki nitelemenin, farklı farklı cihetlerden gelmiş ya da birbirine
zıt olan iki ayrı hal üzere varid olmuş olmasılazım gelir. Bunu şöyle
açıklayabiliriz:
Dünya hakkında iki bakış
açısı vardır:
a) Dünyanın, Hakk'ı
tanımak için konulmuş olduğu hikmetten sarfınazarla ele alınması. Buna göre
dünyanın yaratıcının varlığına delalet etmesi, onun koyucusuna şükretmenin
gereğini ifade etmesi için konulmuş olmasına bakılmaz; aksine onun sadece bir
geçim yeri, lezzetlerin giderildiği, şehvetlerin görüldüğü bir yer ve canlılar
dizisinde bulunulan bir alem olarak görülmesi ve sadece bu noktadan ele
alınması. Dünyanın sırf bu açıdan ele alındığında, özü olmayan bir kabuk,
ciddiye alınmayacak bir oyun, hakka yer olmayan bir batı!... olduğu açıktır.
Çünkü bu bakışa sahip olan kişinin, yeme içme, giyme, cinsi ilişki, binme ...
gibi şeylerden başka düşüncesi yoktur ve dünyadan elde edeceği şey sadece
bunlardan ibarettir. Kısa zamanda bunlar da zail olur ve ondan hiçbirşey
kalmaz. Bu sanki saçma sapan bir düş, bir hayaldir. Şeriatın dünya hakkında bu
doğrultuda vasfettiği herşey doğru ve ,yerindedir. Bu bakış açısı, dünyada
Allah Teala'nın "sadece bir oyun, eğlence ve ziynet" diye nitelediği
şeylerden başka hiçbir şey görmeyen inkarcılara aittir. Bu yüzdendir ki onların
amelleri, "ıssız çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder;
nihayet ona vardığında orada herhangi birşey bulamamıştır"(Nur 39) Diğer
bir ayette de: "Onların yaptıkları her bir işi dikkate alırız, fakat onu
saçılmış zerreler haline getiririz"(Furkan 23) buyurulur.
b) Dünyaya, yaratılış
hikmetini dikkate alarak bakma. Böyle bir bakış neticesinde onun marifet ve
hikmetlerle dolu olduğu, her türlü nimetten kısmen dahi olsa şükrüne ka dir
olunamayacak şekilde yayıldığı görülecektir. Sağduyu sahibi ona baktığı zaman,
onda bulunan her bir nimetin şükrü gerektiğini görecek; gücü ve kudreti
ölçüsünde bunu ifaya çalışacaktır. Böylece kabuk, özle dolmuş olacak, hatta
bizzat kabuğun kendisi bile öz haline gelecektir. Çünkü hepsi kulun elde etmesi
için hazırlanmış ve bu yüzden de Allah'a şükretmesini gerekli kılan
nimetlerdir. Burhan (deli!), neticeyi bilkuvve ya da bilfiil tazammun eder. Bu
nazarla bakıldığı zaman büyük ya da küçük ne varsa, onların içermiş olduğu
hikmet ve nimetleri kavramak aklın aciz kalacağı birşeydir. İşte bu noktadan
hareketledir ki, Allah Teala dünyanın ciddiye alınması gereken birşeyolduğunu,
onun bir gerçek olduğunu bildirmiştir: "Sizi boş yere yarattığımızı mı
sandınız ?"(Mü'minun 115); "Gökleri, yeri ve arasında olanları boş yere
yaratmadık"(Sad 27); "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında olanları,
oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple (hak
ile) yarattık"(Duhan 38-39); "Kendi kendilerine, Allah'ın gökleri,
yeri ve ikisinin arasındakileri, ancak hak olarak ... yarattığını hiç
düşünmediler mi?"(Rum 8) ve benzeri ayetler. Bunun içindir ki, bu bakış
açısına sahip olan insanIarın amelleri müsb et ve muteber olmuş, hatta onlar
hakkında: "Onlar için hiç kesintisiz bir ecir vardır"(Tın 6);
"Erkek veya kadın, kim mü'min olarak iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel
bir hayat ile (yani dünyada) yaşatırız. ve onların mükafatlarını yapmakta
olduklarının en güzeli ile (ahirette) veririz"(Nahl 97) buyurulmuştur.
Dünya, birinci
yaklaşımla ele alındığında yergi konusudur; ikinci yaklaşımla ele alındığında
ise yergi konusu olması bir tarafa, övgüye mahal olmaktadır. Şu halde dünyanın.
mutlak anlamda yerilmesi uygun değildir. Nitekim mutlak surette övülmesi de
doğru değildir. Onun birinci cihetten alınması yerilmiştir. Onun bu yaklaşımla
alınması dünyaya rağbet, peşin olana düşkünlük diye isimlendirilir. Bunun zıddı
ise zühddür ve bu, onun bu cihetten terki anlamına gelmektedir. Şüphesiz
dünyanın bu yaklaşımla terki, istenilen birşeydir. İkinci yaklaşımla onun elde
edilmesi ise yerilmiş değildir ve bu şekilde dünyaya değer verilmesi, ondan
istifadede bulunulması, dünyaya rağbet etme diye isimlendirilmez. Bu nazarla
bakıldığında dünyaya karşı zahidlikte bulunmak iyi birşey değildir. Aksine o,
sefahet, tembellik ve israf (tebzır) olarak isimlendirilir. Bu noktadan
hareketledir ki, böyle bir tavır içerisinde bulunan kimseler, yani dünya
nimetleri karşısında savurganlık yapanlar şer'an kısıtlılık altına
alınmaktadırlar. Sahabiler bunun içindir ki, dünyaya karşı talepte bulunmuşlar,
onunla meşgulolmuşlar, onun için çalışmışlardır. Çünkü bu yaklaşımla ele
alındığında dünya, Allah'a şükretmede, ahiret için azık ve binek edinmede
yardımcı olmaktadır. Kaldı ki ashab, insanların dünyaya karşı en zahidi, onu
kazanma konusunda en takva sahibi olan kimselerdi; buna rağmen dünyadan el-etek
çekme gibi bir tutum içerisine girmemişlerdi. Belki de, bu bakış açısından
habersiz olan bazı kimseler, onların dünyaya yönelik taleplerinin birinci
nazarla olduğu yanlış anlayışına kapılabilir. Haşa onlar hakkında böyle birşey
düşünülemez. Onlar dünyayı, sadece bu ikinci yaklaşımla istemişler ve böylece
ona yönelik talepleri, ibadetleri cümlesinden bir hal almıştır. Nitekim onlar,
birinci cihetten dünyaya yönelik talebi terketmişlerdir ve onların bu halleri
de yine ibadetleri cümlesinden olmuştur. Allah, onlardan razı olsun, bizi de
onlara katsın, bizleri onlarla haşretsin, bizi de lütuf ve ihsanı ile onları
muvaffak kıldığı şeylere muvaffak kılsın!
Bu fas ıl üzerinde iyi
durmak gerekir. Çünkü bu, şeriat ve onun müntesiplerinin halleri hakkında
hatıra gelebilecek pek çok şüpheleri izale eder. Keza bu noktanın iyi
kavranması, ahiret yoluna sülük etmiş kimselerin önlerine çıkabilecek engelleri
aşmalarına yardımcı olur. Bu engeller sebebiyle onlar, zühdü ve dünyanın terkini
yanlış anlarlar, keza dünyanın istenmesini de olması gereken şekilde
kavrayamazlar. Bunun sonucunda onlar, şeriatın övmediği şeyi övme, şeriatın
yermediği şeyi de yerme gibi bir tavır içerisine girebilirler. Ama mesele iyi
kavranırsa bunlar olmaz. Bunun yanınçla fakirlik ve zenginlik meselesinde
farklı düşünenler arasında hakem rolü de yapar ve ne fakirliğin mutlak surette
zenginlikten, ne de zenginliğin mutlak olarak fakirlikten üstün olmadığını,
aksine meselenin tafsilata tabi bulunduğunu ortaya koyar. Çünkü zenginlik, eğer
peşin zevklerin tercihine meylettiriyorsa, sahibine nisbetle yerilmiş ve
fakirlik onun hakkında daha üstün olur. Eğer uhrevi hazIarın tercihine sürükler
ve onu ahiret hayatı için harcar, orasına azık hazırlamada yardımcı olarak kullanırsa,
o takdirde o kişi için zenginlik fakirlikten daha üstün olur.
Lütfu ile muvaffak kılan
Allah'tır.
FASIL:
Bil ki, bu bakış açısına
ait hükümlerin çoğu, bu kitabın çeşitli yerlerinde geçmiş bulunmaktadır. Bu
yüzden konuyu kısa kesmiş bulunuyoruz. Sonra ilgili daha başka hükümler de
vardır ki, usülcüler nadiren onları zikrederler. Ancak onlar, bu kitabın
esaslarına nisbetle, furü' (dallar) mertebesinde bulunmaktadır; o yüzden onlara
da temas etmedik. Çünkü onlara muttali olan kimse, basit bir düşünce sonrasında
ilgili hükmü kavrayabilir. Yardım ancak Allah'tandır. Burada zikrolunan şey,
tearuz ve tercih konusuyla ilgili kuralları elde etmek isteyenlere yönelik
olarak sadece genel çerçeve mahiyetinde olan kıstaslar ve köklü esaslardır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:
EK 2 / CEDEL İLMİ (SORU
ve CEVABA DAİR HÜKÜMLER) :