EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / EK 2: CEDEL
İLMİ (SORU ve CEVABA DAİR HÜKÜMLER) :
Bu konuya dair, gerek
öncekilerden gerekse sonrakilerden olmak üzere birçok alim eser yazmıştır.
Bu kitapta bizim bu
bahisten maksadımız bazı meseleler üzerinde durmak olacaktır:
BİRİNCİ MESELE:
Soru, ya alimden ya da
alim olmayandan sadır olur. Alimden maksadım müctehid, alim olmayandan maksadım
da mukallittir. Her iki takdire göre de, soru sorulan kişi ya alim olacak ya da
alim olmayacaktır. Böylece karşımıza dört şık çıkmaktadır:
(1) Alimin sorması: Bu meşru bir tarzda! çeşitli
şekillerde gerçekleşir: Olmuş birşeyi tahkik etmek, karşılaştığı bir problemi
ortadan kaldırmak, unutacağından korktuğu birşeyi hatırlamak, soru sahibini
istifade mahalline arız olabilecek bir hataya karşı uyarmak veyahut da hazır
olan öğrencilere niyabeten ya da muhtemelen zayi olabilecek mahiyette olan bir
bilgiyi elde etmek ... gibi amaçlarla sorabilir.
(2) Öğrencinin kendisi gibi olana sorması: Bu da
çeşitli şekillerde olabilir: İşittiği birşeyi beraberce müzakere etmek, kendi
işitmediği fakat onun işitmiş olduğu birşeyi elde etmek, alimle karşılaşmadan
önce meseleler hakkında beraberce alıştırma yapmış olmak ya da alimin anlattığı
şeyi anlayabilmek için onun aklından yararlanmak gibi.
(3) Alimin öğrenciye sorması: Bunun da şekilleri
vardır; izale edilmesi istenilen problem mahalline dikkatini çekmek, aklı
derecesini ölçmek, eğer üstün bir anlayış gücüne sahipse, problemin tasayvuru
için onun yardımını istemek veyahut da bilmediği şeye istidlalde bulunabilmesi
için bildiği şeyleri kendisine hatırlatmış ve böylece onu uyarmış olmak ... vb.
amaçlarla sorması gibi.
(4) Öğrencinin alime sorması: Bu soru bahsinde
temel esas olmaktadır ve kişinin bilmediği şeyi öğrenmek amacına yöneliktir.
Birinci, ikinci ve
üçüncü kısımda, eğer biliyorsa cevap vermek sorulan kişi üzerine -şer'an
muteber olan bir engel bulunmadığı takdirde- bir borçtur. Aksi takdirde aczini
itiraf etmesi gerekir.
Dördüncü kısma gelince,
bu kısımda cavap vermek mutlak olarak bir borç değildir; aksine konu hakkında
tafsilat vardır: Eğer soru:
I. Olmuş (ya da
olabilecek) bir hadise ile ilgili ise,
II. Mutlak değil de
öğrenciye nisbetle hakkında şer'ı bir nass bulunan bir konu hakkında olursa,
III. Soruyu soran kişi
aklen cevabı kaldırabilecek bir güçte bulunursa,
IV. Cevap dinde sıkıntı
doğuracak, tekellüfe sebebiyet verecek şekilde olmazsa,
V. Ameli bir değeri
olursa ... vb. İşte bu şartlarla kendisine soru yöneltilen kişi, eğer o soruya
cevap verebilecek güçte ve bu vasıfta başka bir kimse de yoksa (yani bu kendi
üzerine taayyün etmişse) cevap vermesi kendisine vacip olacaktır.
Bazı hallerde ise cevap
vermesi gerekmeyebilir. Bu da şu durumlarda olur:
I. Cevap verme, kendisi
üzerine taayyün etmez.
II. Mesele ictihadi bir
konu olur ve hakkında şer'i bir nass bulunmaz. Bazen de cevap vermesi caiz
olmaz. Bu da:
1. Soruyu yönelten
kişinin cevabı kaldırabilecek akli bir güce sahip olmaması,
2. Cevabın ifratı
doğuracak olması,
3I. Soruların muğalata
cinsinden olması,
4. Sorunun itiraz anlamı
içermesi gibi hallerde söz konusu olur. Burada konunun açıklık kazanması için
aşağıdaki meselelerin vuzuha kavuşmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Onların izahı
esnasında -Allah'ın izniyle- bu noktalar açıklık kazanacaktır.
İKİNCİ MESELE:
Çok soru sormak
yerilmiştir.
Bunun delili, konuyla
ilgili pek çok sayıda bulunan ayet, hadis ve selef-i salihinin sözleridir. Bu
meyanda olmak üzere Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar!
Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın ... ''(Maide 101) Hadiste
de şöyle anlatılmaktadır: "Oraya yol bulabilen insanların o evi
haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır''(Al-i İmran 97) ayeti indiği
zaman bir adam: "Her sene mi ya Rasulallah!" diye sordu. Rasulullah
[s.a.v.] yüzünü çevirdi. Adam: "Her sene mi ya Rasulallah!" diye üç
defa tekrarladı. Rasulullah [s.a.v.] hepsinde de duymamazlıktan geldi. Dördünce
defasında: "Canım elinde olana yemin ederim ki, eğer (Evet) deseydim, o
size vacip olurdu; eğer vacip olsaydı o zaman da ona güç yetinmezdiniz. Onu
yerine getiremediğiniz zaman da küfranda bulunmuş olurdunuz. Ben sizi
bıraktığım sürece, siz de beni rahat bırakın" buyurdu. İşte "Ey
inananları Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın ...
"(Maide 101) ayeti bu gibi durumlar hakkında indi. Resulullah [s.a.v.] çok
soru sormayı sevmez ve kınar, bunu yasaklardı. Hakkında bir hüküm inmemiş
konularda soru sorulmasından hoşlanmazdı. Şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki
Allah Teala (bazı şeyleri) farz kılmıştır, onları terketmeyiniz; bazı sınırlar
koymuştur, onları çiğneyip geçmeyiniz; bazı şeyleri haram kılmıştır, onları
irtikap etmeyiniz; bazı şeyleri de, unuttuğundan dolayı değil, yalnızca size merhametinden
dolayı sükflt geçmiştir, onların da hükmünü araştırmayınız"
İbn Abbas şöyle
demiştir: "Hz. Muhammed'in ashabından daha hayırlı bir kavim görmedim.
Rasulullah [s.a.v.] vefat edinceye kadar sadece on üç mesele hakkında soru
sormuşlardır ki onların hepsi de Kur'an'da yer almıştır. "Sana hayız
hakkında sorarlar "(Bakara
222); "Sana yetimler hakkında sorarlar ... "(Bakara 220); "Sana
haram ayı soruyorlar"(Bakara 217) Onlar sadece kendilerine yararı olan
şeyler hakkında sorarlardı" O bu sözüyle onların genelde takındıkları
tutumun böyle olduğunu söylemek istemektedir. Rasulullah [s.a.v.] şöyle
buyurmuştur: "En büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan birşey hakkında
soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir.
''; "Ben sizi terkettikçe, siz de benim üstü me gelmeyiniz. Şüphesiz ki,
sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sormalarından dolayı
helak olmuşlardır. "
Rivayete göre bir gün
Hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi. Kıyametten bahsetti.
Ondan önce de azametli şeylerden bahsetmişti. Sonra: "Kim bana birşey
sormak isterse sorsun. Vallahi, bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını
vereceğim!" buyurdu.
Ravi Enes şöyle der:
İnsanlar bunu duyunca iyice ağlamaya başladılar.
Hz. Peygamber [s.a.v.]
da tekrar tekrar "Bana sorun!" diyordu.
Bunun üzerine Abdullah
b. Huzafe es-Sühemi kalktı ve: - Babam kim? Ya Rasulallah! diye sordu.
Hz.Peygamber [s.a.v.]: "- Baban Huzafe'dir" buyurdu. Hz. Peygamber
[s.a.v.] tekrar tekrar "Bana sorun!" diye devam edince Hz. Ömer
dizleri üzerine çökerek: Ya Rasulallah! Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak
İslam'dan, peygamber olarak Muhammed'den nhıyız; dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber [s.a.v.] sükun buldu ve ayet indi.
Daha önce Hz. Peygamber
[s.a.v.] "İrade ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, az önce
ben namaz kılarken cennet ve cehennem şu duvarın üzerinde bana arzedildi.
Hayırda da şerde de bugün gibisini görmedim" buyurmuştu. Hadisin akışını
(siyak ve sibakını) da göz önünde bulundurduğumuzda, Hz. Peygamberin [s.a.v.]
öfke içerisinde "Bana sorun!" buyurmaları, suMin neticelerini
göstermek suretiyle onları tenkil anlamı taşımaktadır. Bu yüzdendir ki ayette,
"Ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.
''(Maide 101) ifadesi gelmiştir.
İsrailoğulları'nın bir
inek boğazlamakla(Bakara 67...) emredilmiş olmalarıyla ilgili kıssa da
böyledir. İbn Abbas'tan rivayete göre onlar herhangi bir İnek boğazlamakla emri
yerine getirme imkanına sahiptiler. Ancak onlar yönelttikleri sorularla ifrata
gittiler, Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı. Sonunda güçlükle boğazladılar,
"Nerdeyse de yapmayacaklardı."
er-Rabi' b. Haysem şöyle
demiştir: "Ey Allah'ın kulu! Allah Teala'nın kitabına dair sana öğretmiş
olduğu bir bilgiden dolayı O'na hamdet. İlmine ulaşamadığın şeyleri ise
bilenine havale et ve sakın tekellüfe girme! Çünkü Allah Teala peygamberine
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum
ve ben kendiliğimden birşey teklif edenlerden (tekellüfe girenlerden) de
değilim"(Sad 86)
İbn Ömer şöyle demiştir:
"Olmayan şeylerden sormayın. Çünkü ben Ömer'i, olmayan şeyler hakkında
soru soran kimselere lanet ederken işittim"
Hadiste de Rasulullah'ın
[s.a.v.] "muğalatalardan menettiği" rivayet edilmiştir. el-Evzai,
bunu "ağdalı meseleler" diye açıklamıştır.
Muaviye'nin yanında bazı
meseleler anılmış, bunun üzerine o: "Rasulullah'ın ağdalı meselelere
dalmayı yasakladığını bilmez misiniz?" demiştir.
Abde b. Ebi Lübabe de
şöyle demiştir: "Bu zamanda isterim ki hiçbir şey hakkında zamanımız
insanlarına soru sormayayım; onlar da bana sormasınlar. Para sahiplerinin
paralarıyla övündükleri gibi, meseleciler de meselelerinin çokluğu ile
övünmekteler"
Hadiste şöyle gelmiştir:
"Çok soru sormaktan sakının!''
İmam Malik'e:
"Rasulullah [s.a.v.] size dedikoduyu ve çok soru sormayı yasakladı"
hadisini sordular. Şöyle cevap verdi: "Çok soru sormaktan maksat
bilmiyorum, acaba benim size yasakladığım çok mesele ortaya atmak hakkında
mıdır? Bilindiği üzere Rasulullah [s.a.v.] meselecilikten hoşlanmaz ve bunu
ayıplardı. Allah Teala da: "Ey inananları Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek
olan şeyleri sormayın ... "(Maide 101) buyurmuştur. Yoksa yasak olan,
bahşiş isteme (dilenme) hakkında mıdır? Bilemiyorum"
Hz. Ömer (r.a.) minber
üzerinde iken şöyle demiştir: "Olmayan şey hakkında soru soran her bir
kimse hakkında Allah'a ileniyorum. Çünkü Allah Teala, olan şeyleri haber
vermiştir"
İbn Vehb ise şöyle
demiştir: İmam Malik -ki kendisi meseleciliğe ve onlara çok cevap vermeye
karşıdır- bana: "Ey Allah'ın kulu! Bildiğin birşeyi söyle ve ona delalet
et. Bilmediğin şey hakkında ise sus .. İnsanlar için kötü örnek olmaktan
sakın!" demiştir.
el-Evzai de şöyle der:
"Allah Teala, kulunu ilmin bereketinden mahrum etmek istediği zaman, onu
muğalatalarla uğraşmaya mübtela kılar"
el-Hasen'den de şöyle
rivayet edilmiştir: "Allah'ın en kötü kulları, en zararlı meseleleri
ortaya atıp, onlarla Allah'ın kullarını sıkıntıya sokan kimselerdir"
eş-Şa'bi ise: ''Vallahi
şu insanlar bana mescidi en sevimsiz bir yer haline getirdiler. Hatta orası
bana evimin çöplüğünden daha da sevimsiz bir yer haline geldi" demiştir.
Ben: "Kim onlar ey Ebu Ömer!" diye sordum. "Eraeyteciler ...
" dedi ve ekledi: "Eraeyte kelimesinden daha çok nefret ettiğim bir
başka kelime yoktur!"
Yine o Davud'a şöyle
demiştir: "Dikkat et ve benden şu üç şeyi aklında tut: Birincisi: Sana bir
mesele sorulur da cevap verirsen, meseleni "Eraeyte" ile teyid yoluna
gitme. Çünkü Yüce Allah kitabında: "Eraeyte men ittehaze ilaheha hevahu
... " (Heva ve heveslerini kendisine tanrı edineni görmedin
mi?")(Furkan 43) buyurmaktadır. İkincisi: Sana bir mesele sorulduğu zaman,
birşeyi başka birşeye kıyas etme. Eğer öyle yaparsan belki bir helali haram,
bir haramı da helM kılabilirsin. Üçüncüsü: Bilmediğin bir mesele hakkında
sorulursan, 'Bilmiyorum; bu konuda ben de senin gibiyim' de"
Yahya b. Eyylib şöyle
derdi: "Bana ulaştığına göre ilim ehli şöyle derlerdi: Allah Teala kuluna
ilim öğretmek istemediği zaman, onu muğalatalarla meşgul eder"
Bu konuda nakledilen
sözler pek çoktur.
Sözün özü şudur: Çok
soru sormak ve meseleleri aklı bahisler ve tamamen nazari olan ihtimallerle
teyit yoluna gitmek yerilmiştir. Rasulullah'ın [s.a.v.] ashabı çok soru sorma
konusunda uyarılmışlar ve onlar da böyle bir davranışa girmekten
kaçınmışlardır. Öyle ki, bedevilerin gelip de soru sormalarını ve böylece
Rasulullah'ın [s.a.v.] cevabını işitmeyi ve bu yolla ondan ilim öğrenmeyi arzu
eder olmuşlardı. Sahih'te Enes'ten rivayet edilen şu hadise baksana: O şöyle
diyor: "Rasulullah'a [s.a.v.] birşey hakkında soru sormamız bize
yasaklanmıştı. Badiyede oturanlardan akıllı birinin gelip, ona soru sorması ve
bizim de işitmemiz çok hoşumuza giderdi. Ashab hiç soru sormaz olmuştu. Sonunda
Cibril geldi, Rasulullah'ın [s.a.v.] dizi önüne oturdu ve ona İslam, iman,
ihsan, kıyamet ve alametleri hakkında sordu. Sonra Rasulullah [s.a.v.] bize,
soru soranın Cibril olduğunu bildirdi ve: "Sizin öğrenmenizi istedi; zira
siz soru sormamaktasınız" buyurdu.
İmam Malik'e de aynı
şekilde fazla soru sorulmazdı ve yakınları ona soru sormaktan çekinirlerdi.
Esed b. el-Furat anlatır: Ben İmam Malik'e yeni gelmiştim. İbnu'l-Kasım ve diğer
büyük tabileri bana soru sordururlardı. Cevap verdiği zaman onlar bana:
"Eğer durum şöyle olursa nasıl olur?" de! derlerdi. Ben de öyle
derdim. Bir gün benden sıkıldı ve bana şöyle dedi: "Bu kapıyı araladın mı,
çorap söküğü gibi bunun ardı arkası kesilmez. Eğer sen illa da bu gibi şeyleri
öğrenmek istiyorsan, o zaman Irak'a gitmelisin"
İmam Malik, Iraklıların
fıkhını ve tutumlarını beğenmiyordu; çünkü onlar if rat ölçüsünde (nazari)
meselelere dalıyorlar ve re'yde aşırı gidiyorlardı.
Rivayete göre bir kadın
Hz. Aişe'ye gelmiş ve "Hayız gören bir kadın daha sonra neden oruçlarını
kaza ediyor da namazlarını kaza etmiyor?" diye sormuştu. Hz. Aişe ona:
"Sen Harura meşrepli misin?" diye sert çıkarak, böyle bir soruya
karşı tepkisini göstermişti.
Rasulullah [s.a.v.]
birinde cenın hakkında gurre (yarım can diyeti) ile hükmetmişti.
Aleyhine hüküm verilen
kişi: "İçmeyen, yemeyen, teneffüs etmeyen ve hiç ses çıkarmayan birşeyi
nasıl tazmin ederim?! Böyle birşey heder olur" dedi. (Sözlerini secili bir
şekilde söyleyen bu kimse hakkında) Rasulullah [s.a.v.]: "Bu, muhakkak
kahinler taifesindendir" buyurmuştur.
Rabia, Said b.
el-Müseyyeb'e parmakların diyeti hakkında sormuş ve: "Acı büyürken,
musibet artarken diyet miktarı azalıyor mu?" demişti. Said ona: "Sen Iraklı
mısın?" demiş, o da: "Hayır; aksine tahkik etmek isteyen bir alim ya
da öğrenmek isteyen bir cahil" deyince: "Yeğenim, sünnet böyle!"
demişti.
Çok soru sormanın
mekruhluğunu ifade için bu kadarı yeterlidir.
FASIL:
Bütün bunlardan soru
sormanın mekruh bulunduğu yerler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunları aşağıdaki
şekilde sıralama mümkündür:
(1) Dini bir faydası bulunmayan sorular: Abdullah
b. Huzafe'nin "Babam kim?" şeklindeki sorusu böyledir. Tefsirlerde
anlatıldığına göre Rasulullah'a [s.a.v.] hilaller hakkında sormuşlar ve,
"Niye önce iplik gibi incecik gözüküyor sonra giderek büyüyor ve nihayet
dolunay halini alıyor, daha sonra tekrar küçülmeye başlıyor ve eski incecik
halini alıyor?" demişlerdi. Bunun üzerine: "Sana yeni doğan hilal şeklindeki
ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit
ölçüleridir"(Bakara 189) ayeti gelmiş, verilen cevapta sorunun mecrası
değiştirilerek insanlara dini bir fayda sağlayacak şekilde cevaplama yoluna
gidilmiştir.
(2) İhtiyacı kadar olan bilgiye sahip olduktan
sonra sorması: Mesela, birisinin hacla ilgili olarak "Her sene mi?"
diye sorması gibi. Halbuki "Oraya yol bulabilen insanların o evi
haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır"(Al-i İmran 97) ayetinin
zahiri, mutlak olması hasebiyle ömrı yani hayatında bir defa olduğunu
göstermektedir. İsrailoğulları'nın, Allah Teala'nın ''Allah, bir sığır
kesmenizi emreder"(Bakara 67) buyruğundan .sonra soru sormaları da
böyledir.
(3) Halihazırda ihtiyaç duyulmayan birşey hakkında
sormak. Sanıyoruz bu kısım -Allah daha iyi bilir ya- hakkında herhangi bir
hüküm inmemiş olan şeyler hakkında olmalıdır. "Ben sizi terkettikçe sizde
benim üstüme gelmeyiniz"; ''Allah, bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan
değil, size olan merhametinden dolayı sükflt etmiştir (afv). Onları
deşelemeyiniz" hadisleri de işte buna delalet etmektedir.
(4) Zor, çetrefilli ve zararlı meseleler hakkında
sormak: Muğalatalarla ilgili olarak gelen yasak bu kabildendir.
(5) Taabbudi olup, akıl yoluyla manası kavranamayacak
bir konuda, hükmün illetini sormak. Ya da soruyu soran kişinin aklının
yetmeyeceği birşeyi sorması. Hayızlı kadının, niye namazlarını kaza etmeyip de
orucu nu kaza ettiği hakkında sorulması gibi.
(6) Soruda aşırılığa kaçılması ve tekellüfe girilmesi
"De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum ve ben
kendiliğimden birşey teklif edenlerden (tekellüfe girenlerden) de değilim"
ayeti işte buna delalet etmektedir. (Amr b. el-As): "Ey havuz sahibi!
Havuzuna yırtıcı hayvanlar gelir mi?" diye sorduğunda Hz. Ömer: "Ey
havuz sahibi! Söyleme. Çünkü biz onların içtikleri suya geliriz, onlar bizim
içtiğimiz suya gelirler" demiştir.
(7) Soruda, Kitap ve sünnete re'y ile karşı
çıkıllI).ası manası bulunması.
Bu yüzdendir ki Said (b.
el-Müseyyeb diyetli ilgili soru soran Rabia'ya) "Sen Iraklı mısın?"
diye çıkışmıştır. Malik b. Enes'e dediler ki: "Sünneti bilen bir adam onun
uğrunda mücadele eder mi?" Bu soruya o: "Hayır! O sünnet olanı
bildirir; kabul edilirse ne ala, aksi takdirde susar" diye cevap verdi.
(8) Müteşabihat konusunda sormak.
"Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te'viline yeltenmek
için müteşabih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar(Al-i İmran 7) ayeti
bu konuya delalet eder. Bu konuda Ömer b. Abdulaziz de şöyle demiştir:
"Kim dinini tartışmalara hedeflularsa, (sabit kalmaz) çabucak yer
değiştirir" İmam Malik'e "istiva" hakkında yöneltilen soru bu
kabilden olmaktadır ve İmam bu soruya: "İstiva malumdur, keyfiyet
meçhuldür, onun hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklinde cevap
vermiştir.
(9) Selef-i salih arasında geçen mücadeleler
hakkında soru sormak. Ömer b. Abdulaziz'e Sıffin savaşı hakkında sorulduğunda
şöyle demiştir: "O, akan kanlardır ki Allah Teala benim elimi ona
bulaştırmaktan korumuştur; bu itibarla ona dilimin bulaşmış olmasını
istemem"
(10) Tartışmalarda galebe çalmak, karşı tarafı
çaresiz ve zor durumda bırakmak için soru sormak. Kur'an'da bu tür davranış
yerilmekte ve bu gibiler hakkında şöyle buyurulmaktadır: "İnsanlardan
öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider. Hatta,
böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah'ı şahit
tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır"(Bakara 204). "Bunu sana
ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya onlar kavgacı bir
toplumdur"(Zuhruf 58) Hadiste de şöyle gelmiştir: "İnsanların Allah'a
karşı en sevimsiz olanı, ölçü tanımaz husumet sahibidir"
Bu saydıklarımız soru
sormanın mekruh olduğu yerlerden bazılarıdır ve diğerleri de bunlara kıyas
edilir. Ancak bunlar hakkında söz konusu olan yasak hep aynı düzeyde değildir;
bunlardan bir kısmı hakkında varid olan kenihiyet şiddetli, bir kısmında hafif,
bir kısmı ise kesin haram, diğer bir kısmı da ictihada mahal bulunmaktadır.
Dinde mücadele hakkında varid olan yasak bunlardan bir kısmını kapsar haldedir.
Mesela: "Kur'an hakkında tartışma, kafirliktir" hadisi böyledir.
Allah Teala da şöyle buyurur: "Ayetlerimizi alaya alanları gördüğün
zamarı, onlardan uzaklaş"
Benzeri daha başka ayet
ve hadisler de vardır. Dolayısıyla bu gibi konular hakkında soru sormak
yasaktır. Cevap vermek de ona göredir.
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Büyüklere karşı itiraz ı
terketmek iyi birşeydir ve övgüye değer bulunmuştur. İtiraz edilen konunun
anlaşılabilir olup olmaması arasında fark yoktur. Bunun delilleri şunlardır:
(1) Kur'an'da bu kabilden delaletler
bulunmaktadır. Mesela Müsa'nın Hızır ile olan kıssası böyledir. Hızır, Müsa'ya
kendiliğinden açıklamadıkça kendisine hiçbir soru sormama şartını ileri
sürmüştür. Tabii tahammül edemeyip şarta riayet etmeyince de Allah Teala'nın,
"İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır"(Kehf 78) buyurduğu
üzere ondan ayrılmıştır. Rasülullah [s.a.v.] onun hakkında ''Allah Musa'ya
rahmet etsin! Keşke sabretseydi de bize haberleri anlatılsaydı"
buyurmuştur. Gerçi Müsa [a.s.] ilim dili ile konuşmuştur. Buna rağmen şarttan
çıkılması, meşrüttan da çıkılmasını gerektirir. Haberlerde şöyle bir rivayet
bulunmaktadır: Melekler Allah Teala'ya: "Yeryüzünde fesat çıkaracak, orada
kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun ... ?"(Bakara 30) dediklerinde
Yüce Allah: "Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim" buyurarak
onların itirazlarını reddetti, üzerlerine bir ateş gönderdi ve onları yaktı.
Bundan daha şiddetli olan itiraz, İblis'in, "Ben ondan daha hayırlıyım;
beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın"(A'raf 12) şeklindeki
sözüyle olmuş ve Allah Teala onu bu tavrıyla, herşeyi yerli yerine koyan ve
herşeyden haberdar olan Yüce Zatına baş kaldırıp itirazda bulunması sebebiyle
rahmetinden ebedi olarak kovmuştur. Bu, konumuza bir delil olmaktadır. Bakara
süresinde sözü edilen ve kendilerinden bir sığır boğazlamaları istenilen
güruhun tavrı da bu kabildendir. Onlar sualde aşırı gittikçe Allah Teala da
işlerini zorlaştırmıştır.
(2) Haberlerde yer alan deliller: Mesela şu
hadislerde olduğu gibi: Rasulullah [s.a.v.] ölüm hastalığında: "Gelin!
Sizin için ondan sonra bir daha sapıtmayacağınız bir kitap (mektup)
yazayım" buyurmuştu. Bu konuda sahabilerden bazısı itiraz etti. Bunun
üzerine Rasulullah [s.a.v.] da onların yanından çıkmalarını emir buyurdu ve
onlar için hiçbirşey yazmadı. Hz. İsmail'in annesi ile ilgili kıssada da buna
delil vardır. Şöyle ki:
O ilk defa Zemzem'i
bulduğu zaman hemen önünü çevirmiş ve suyun akmasına engelolmuştu. Onun bu davranışı
hakkında Rasulullah: [s.a.v.] "Eğer onu kendi haline bıraksaydı, Zemzem
akan bir kaynak olurdu" buyurmuştur. Bir hadiste şöyle anlatılmaktadır:
Rasulullah için bir tencere kaynatıldı. İçinde et vardı."Bana bir uyluk
ver!" buyurdu. Ravi diyor ki: Ben ona bir uyluk verdim. "Bana bir
uyluk ver!" buyurdu. Ben
ona bir kol verdim.
"Bana bir uyluk ver!" buyurdu. Ben ona: ''Ya Rasulallah! Bir koyunun
kaç uyluğu olur ki?" dedim. Bunun üzerine o: "Canım elinde olana
yemin ederim ki, eğer sussaydın, elbette ben istedikçe sana uyluklar
verilirdi" buyurdu. Hz. Ali hadisi de şöyle: "Rasulullah [s.a.v.]
geceleyin benim ve Fatıma'nın yanına girdi ve namaz kılmamız
için bizi uyandırdı. Ben
gözlerimi oğarak oturdum. Şöyle diyordum: "Vallahi biz, sadece Allah'ın üzerimize
yazdığını kılarız. Elbette bizim canlarımız Allah'ın elindedir. Onu diriltmek
(uyandırmak) istediği zaman diriltir (uyandırır)" Bunun üzerine Rasulullah
[s.a.v.] "İnsan ne kadar da mücadeleci!"(Kehf 54) diyerek gerisin
geri döndü. (Sehl b. Huneyf, Sıffin harbi sırasında) şöyle demiştir: "Ey
insanlar! Kendinizi suçlayın. Biz Ebu Cendel gününde bulunduk. Eğer
Rasulullah'ın [s.a.v.] emrini reddetmek elimizden gelseydi elbette onu
yapardık" Said b. el-Müseyyeb'in dedesi Hazn Rasulullah'a [s.a.v.] temsilci
olarak gelmişti. Kendisine ismini sordu. O "Hazn!" deyince Resulullah
[s.a.v.]; "Yok, aksine sen Sehl'sin!" buyurdu. O: "Babamın bana
verdiği bir ismi değiştiremem" diye karşılık verdi. Said: "O gündür
bugündür bizde hüzün eksik olmaz" demiştir.
(3) Tecrübeyle sabittir ki, büyüklere karşı İtiraz
da bulunmak, hiçbir fayda sağlamama sonucunu doğurmakta, hoca ile taleb e
arasını açmaktadır. Özellikle de slifiyye buna çok önem vermektedir. Onlara
göre bu, en büyük hastalıktır. Hatta onlardan el-Kuşeyri, bu hastalıktan tevbe
etmenin kabul edilmeyeceğini, bu tür sürçmenin asla bağışlanmayacağını iddia
etmiştir. Bu kabilden olmak üzere şu hikaye anlatılır: Ebu Yezid el-Bestami'nin
genç bir hizmetçisi vardı. Oruçluydu. Ona, Ebu Türab en-Nahşıbi ile Şakik el-Belhi:
"Delikanlı! Bizimle birlikte sen de ye!" dediler. O: "Ben
oruçluyum" dedi. Ebu Türab: "Ye, sana bir aylık sevap var" dedi.
O yanaşmadı. Şakik: ''Ye, sana bir yıllık oruç sevabı var" dedi. O yine
yanaşmadı. Bunun üzerine Ebu Yezid el-Bestami: "Allah'ın gözünden düşmüş
olan şunu bırakın!" dedi. Sonra o genç hırsızlık yapmaya başladı ve bu
yüzden eli kesildi. İmam Malik, pe şi peşine soru sorması üzerine Esed'e
"Bu kapıyı araladın mı, çorap söküğü gibi bunun ardı arkası kesilmez. Eğer
sen illa da bu gibi şeyleri öğrenmek istiyorsan, o zaman Irak'a
gitmelisin" demiş ve verdiği cevaba itiraz etmesi üzerine gerekli faydadan
uzak kalacağına dikkatini 'çekmişti. Onun hayatını araştıranlar buna benzer çok
şey bulur.
Bu arzettiklerimizden
çıkan sonuç şudur: Emanet ve doğrulukla bilinen, fazilet, din ve takva sahibi
kimselerin yolu üzere olduğu malum olan bir alime herhangi bir olay hakkında
sual sorulur ve o da cevap verirse veya ona kendisinden beklenmeyen bir hal
arız olursa veyahut da dinleyen kimsenin anlayamayacağı birşey sadır olursa, o
kimsenin itiraz ve eleştiriye mahal kılınması doğru olmaz. Eğer ortada
gerçekten bir problem varsa, bu takdirde sonucu beklemek başarı için daha
uygun, amacı elde etmek için daha faziletli bir tavır olacaktır. İnşaallah!
DÖRDÜNCÜ MESELE:
Zavahire (ibarelerden
ilk bakışta anlaşılan manalara) itiraza kulak asılmaz.
Delili: Şari' Teala'nın
meram ve maksadına tercüman olan bizzat Arap dili olmaktadır. Arap dilinde
"nass"ın bulunması ya imkansız ya da çok nadirdir. Zira daha önce de
geçtiği üzere nassın, nass olabilmesi için on ihtimalden uzak olması
gerekmektedir. Bu ise nadir ya da imkansızdır.
Şu halde Arap dili ile
bir delil geldiği zaman sözü edilen ihtimaller onu kuşatmış olacaktır. İhtimal
içeren bir delil ise, müteahhir ulemanın ıstılahına göre "nass"
olmaz. Geriye ise zahir ve mücmel kalmaktadır. Mücmelde yapılacak şey,
mübeyyini yani mücmelliği ortadan kaldırıcı delili aramak veya durup sonucu
beklemek (tevakkuf)'tir. Şu halde temel dayanak sadece zahir olacaktır.
Dolayısıyla ona itirazda bulunmak doğru olmaz. Zira böyle bir tavır aşırılık ve
tekellüf anlamına gelir.
Sonra eğer böyle bir
tavıra yani ihtimal içeren şeylere itiraz etmeye cevaz verilecek olsa, o zaman
şeriatta dayanılabilecek hiçbir delil kalmaz. Çünkü her delilde zayıf da olsa
ihtimaller bulunur. Bu durumda bu kabilden itirazlam kulak vermek delili
zayıflatır ve bu, sonunda şeriatın bütün delillerinin ya da en azından büyük
çoğunluğunun zayıflığına hükmetmek gibi bir neticeyi doğurur. Halbuki durum
ittifakla böyle değildir.
Üçüncüsü: Eğer sözde
bulunan mücerred ihtimaller dikkate alınacak olsaydı, o zaman ne kitapların
indirilmesinin ne de Peygamberin [s.a.v.] gönderilmesinin bir faydası olmazdı.
Zira bu takdire göre emir, yasak ve verilen haberlerle insanlar üzerine hüccet
ikame edilememesi gibi bir sonuç gerekir. Çünkü çoğu kez kastedilen şeyin
dışında başka manalara ihtimal içermeyen nasslar bulunmaz. Ancak bu sonuç, icma
ve aklıselimin gereği olarak batıldır. Dolayısıyla böyle bir neticeyi ortaya
koyacak şeyin de batıl olması lazım gelir.
Dördüncüsü: Mücerred
ihtimaller eğer dikkate alınacak olursa, o takdirde bu adetlerin (adat, kevni
hadiseler) çözülmesine ve onlara güvenin ortadan kalkmasına neden olur. Sonunda
bu safsata kapısını açar ve ilimlerin inkarını gerektirir. Bu manayı İmam
el-Gazzali'nin el-Münkızu mine'd-dalal adlı eserinde zikrettiği şeyler kısmen
açıklar. Hatta Sofistaiyye'nin ilimlerin inkarı sadedinde zikretmiş oldukları
şeylere baktığımızda, onların esasını adi (kevni) ve akli hakikatlere çeşitli
ihtimallerin arız olabileceği noktasının teşkil ettiğini görürüz. Bunlarda
durum böyle olunca tamamen vaz'i olan durumlarda hal ne olacaktır? Mücerred
ihtimalin dikkate alınması sebebiyledir ki, kendilerinden bir sığır
boğazlanması istenilen İsrailoğulları'nın işi zorlaştırılmıştır. Zira onlar
sualde aşırılığa kaçmışlar, mana açık olmakla birlikte ihtiyaç duyulmayacak
şeyler hakkında sorular sormuşlardır. Hadiste gelen: "Bu haccımız, bu yıla
mı ait, yoksa ömür boyu için geçerli mi?" sorusu da bu kabilden
olmaktadır. Benzerleri çoktur. Dahası bu yaklaşım, doğru yoldan sapmanın da
temel sebebini teşkil etmektedir. Dikkat edilecek olursa, Kitap'tan müteşabih
olanlara uyanlar, mücerred ihtimallerden hareketle onlara uymaktadırlar. Onlar bu
tür ihtimalleri dikkate almakta, onlar hakkında söz etmekte ve gayba rağmen ve
hiçbir delilolmaksızın onlar hakkında kesin hükümde bulunmaktadırlar. Onlar, bu
tutumları dolayısıyla yerilmişler ve Rasulullah [s.a.v.] onlardan uzak
durulmasını emir buyurmuştur.
Beşincisi: Kur'an,
kafirlere karşı akli genellemeleri ve herkesçe kabul görmüş esasları hüccet
olarak kullanmıştır. Mesela, "Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım;) Bu
dünya ve onda bulunanlar kime aittir? 'Allah'a aittir' diyecekler. ( .. ,) 'Öyle
ise nasılolup da büyülenirsiniz?' de"(Mü'minun 84-89) ayeti böyledir. Bu
ayette Allah Teala, mevcut olan herşeyin Allah'a ait olduğuna dair kabullerini
kendilerine karşı bir hüccet olarak kullanmış, herşeyde rabliğin Allah'a ait
olduğunu kabulden sonra başka davalara kalkmaları sebebiyle onların akıllı
kimseler olmayıp, büyülenmiş kimseler olduklarını beyan etmiştir. Şu ayet de
böyledir: ''And olsun ki, onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı
buyruğu altında tutan kimdir?' diye sarsan, mutlaka 'Allah ... ' derler. O
halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?"(Ankebut 61) Yani böyle bir
kabulden sonra Rab Teala'nın sadece Allah olduğunu nasıl kabul etmiyorlar ve
Allah Teala için şerik (ortak) iddiasında bulunuyorlar?! ''Allah, gökleri ve
yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin
üzerine sarıyar. ( ... ) İşte bu yaratıcı, Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk
O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O'na kulluktan)
çevriliyorsunuz?"(Zümer 5-6) Bu ve benzeri ayetler, genel kabul gören
esaslardan hareketle, kafirleri kendi ikrarları ile bağlamakta ve buna muhalif
olan hareket tarzını ise akıl dışı ilan etmektedir. Eğer Araplara göre
"zahir" itiraz kabul etmez bir hüccet olmasaydı, o zaman umumun
gereğini ikrar etmiş olmalarında kendi aleyhlerine bir hüccet bulunmazdı. Ancak
görüldüğü gibi durum bunun tersinedir. Dolayısıyla bu da onun itiraza mahal
olmadığını gösterir.
Sayılanlara şunu da
eklemek gerekir: Taraflar ve mezhep sahipleri arasında meydana gelen
tartışmalar ve bunların kullanmış oldukları istidlaller ve karşı tarafın delili
için ileri sürdükleri ihtimaller dikkate alındığında, ortada ne Kur'an'dan ne
de sünnetten hiçbir dayanılacak delil kalmaz .. Hatta bu durum inançlarla
ilgili alana bile sirayet eder ve onlar Kur'an'dan ve sünnetten olan delilleri
bir tarafa atarlar ve onlardan birçoğunu adi olan durumlar üzerine bina etmeye
çalışırlar: ''Allah, size kendinizden bir temsil getirmektedir: Mülkiyetiniz
altında bulunan köleler içinde, sizinle eşit (haklara sahip) ortaklarınız var
mı?"(Rum 28); "Onların (putların) yürüyecekleri ayakları mı var,
yoksa tutacakları elleri mi var ... ?"(A'raf 195) ve benzeri ayetlere
tutunmuşlar ve bedihi olmayan, ona yakın da bulunmayan akli mukaddimelere
dayanmışlardır. Bunu yaparken, adi olan şeylere aklen bazı ihtimallerin
girebileceği noktasından kaçmış oluyorlardı; ancak kaçtıklarından daba da
şiddetli olan birşeyin içine düştüler. Bunun sonucunda Arapların asla aşina
olmadıkları bahisler ortaya çıktı. Oysa ki Araplar bu dinin ilk
muhataplarıydılar. Onlar felsefeyi işin içine kattılar; öyle konuları
araştırdılar ki, onları bilmemenin dine hiçbir zararı olmaz ve onlarda
derinleştikçe sadece zarar ve ziyan artar. Bütün bunların esasını, ibarelerdeki
geçerli olan adetlerden ve varlık aleminde cari bulunan manalarından yüz
çevirmek teşkil etmektedir. Daha önce cari olan adetlerin -her ne kadar akıl
yoluyla muhtemel bulunsa bile- genel anlamda kat'i oldukları geçmişti. İbareler
de aynı şekildedir. Çünkü onlar hitabi vaz bakımından adetlere benzerler ya da
onlara çok yakındırlar. Yine daha önce zannilerden nasıl kat'! esasların elde
edildiği geçmişti. Düşünen kişi için bu kitabın en önemli özelliği de budur. Bu
vesileyle Allah'a hamd ederiz.
Şu halde ibarelerin zavahirine
karşı, mercuh (zayıf) bulunan ihtimalleri dikkate alarak itiraz etmek doğru
değildir. Bu ancak zahirden çıkmayı gerekli kılan bir delilin bulunması halinde
caiz olur ve o zaman da konu tearuz ve tercih ya da beyan bahsine dahil olur.
Kendisinden yardım görülecek olan ancak Allah'tır.
BEŞİNCİ MESELE:
Şer'i mesail üzerinde
duranlar, ya asli kaideleri üzerinde ya da fer'i cüz'ileri üzerinde dururlar.
Her iki durumda da o kimse ya müctehid olur ya da münazır. Araştırma yapan
müctehid ve bunu da kendisi için yapıyorsa, ictihadı sonucunda ulaştığı netice
kendisi hakkında hüküm olur. Ancak usul ve kaideler sadece kat'i esaslar ile
sabit olur; bunların zaruri veya nazari; akli veya nakli olması arasında fark
yoktur. Fer'i meselelere gelince, bunların sabit olabilmesi için yerinde
bilinen kayıtları taşıması şartıyla sadece "zan" yeterlidir. Bu
durumda delilin ortaya koyduğu sonuç da, aynı şekilde kendisi hakkında hüküm
olacaktır ve bu konuda münazaraya ihtiyaç duymaz. Çünkü onun araştırdığı konu
hakkındaki bu değerlendirmesi (nazar) ya bir cüz'i hakkında olacaktır ki bu,
onu üzerine bina etmiş olduğu külli hakkındaki değerlendirmesinin bir uzantısı
(ikincil) olacaktır. Ya da değerlendirme, daha baştan bir külli üzerinde
yapılmış olacaktır. Külli esaslar üzerinde yapılan çalışma ve değerlendirme
ise, önceden yapılan istikranın uzantısı olacaktİr. Bunun için de düşünme ve
tetkike, basirete ve geniş bir zamana ihtiyaç duyacaktır. Meselenin akli olması
halinde de durum aynı olacaktır. Burada münazaranın farzedilmesi bir anlam
ifade etmeyecektir. Çünkü müctehid bu sonuca ulaşmadan önce kendi bilgisi
dahilinde olan delilleri incelemiş ve onları değerlendirmiştir. Dolayısıyla bu
konuda başkalarına ihtiyacı yoktur. Sonuca ulaştıktan sonra ise, kendisine
nisbetle elde ettiği hüküm hakkında bir beyyine üzerinde olmaktadır.
Dolayısıyla bu aşamadan sonra onun hakkında münazarada bulunması bir
fazlalıktır.
Sonra müctehid kendisi
hakkında güvenilir kimsedir. Sözü kabul edilir bir kimse olduğuna göre de,
mukallit onu kabul eder ve diğer müctehidi onun emanetine havale eder. Zira o,
ona göre sözü kabul edilir bir müctehiddir. Dolayısıyla -eğer meselenin
dayanağı (meslek) kendisince açıklık kazanmış sa- münazaraya ihtiyaç kalmaz.
Buna dair pek çok örnek
vardır: Mesela Rasülullah'ın [s.a.v.], Hendek savaşı sırasında kuşatmanın
kaldırılmasını temin için Medine hurmalarının yarısını müşriklere vermeyi
teklif etme konusunda iki Sa'd'e danışması ve onların fikrini alması, onların
savaşma hakkındaki kararlı tavırlarını görünce başka birşey istememesi ve
diğerleriyle bu konuda istişareye gerek duymaması böyledir. Hz. Aişe'nin durumu
hakkındaki danışması ve durumu arzetmesi de böyledir. Allah Teala konu
hakkındaki hükmü indirince, meselenin açıklık kazanması sebebiyle artık onu hiç
kimseye açmamıştır. Bazı Arap kavimleri Rasülullah'ın [s.a.v.] vefatını
müteakip zekat vermeye yanaşmayınca Hz. Ebü Bekir onlarla savaş etmeye karar
verdi ve bu konuda Hz. Ömer ile konuştu ve savaşın yapılmaması sonucunda ortaya
çıkacak maslahata itibar etmedi. Zira aksini gerektirici şer'i nassı bulmuştu.
Ü same ve ordusunu dinden dönenlerle savaşmak üzere kendisine destek edinmesi
için geri çevirmesini istemişlerdi. O buna yanaşmadı; çünkü Rasülullah'ın
[s.a.v.] harekete geçirdiği bir orduyu durdurmanın men'ine dair delile sahip
bulunuyordu.
Bunun şeriatta ve ona
hakkıyla vakıf olan sahabe ve müctehidlerde varlığı sabit olunca, ictihada ehil
olan değerlendirmecinin meseleye vukufiyet peyda ettikten sonra münazara ve
tekrar müracaata ihtiyacı kalmayacaktır; bunu ancak ihtiyat kabilinden yaparsa
yapacaktır. Onun ihtiyatlı davrandığının farzedilmesi, üzerinde durduğu konuda
bazı tereddütlerinin bulunması halinde olacaktır. O takdirde onun için iki
davranış şekli gerekli olacaktır: Yakendi araştırması ile yetinerek meselenin
açıklık kazanmasına kadar susacaktır; zira yol açıklık kazanmadıkça kendisi
için bir yükümlülük söz konusu olmayacaktır. Ya da güvendiği bir başkasından
yardım talebinde bulunacaktır. Bu durumda o yardım isteyen münazır (müzakereci)
olacaktır. Bu halde onlar, münazara ettikleri konunun dayandığı külli esaslarda
birbirleri ile ya uyum içinde olacaklar ya da öyle olmayacaklardır.
Eğer uyum içinde iseler,
o takdirde ondan yardım istemesi ve ona dayanması sahih olacaktır. Çünkü
kendisi için sadece münazara edilen meselenin tahkiku'l-menatı kalacaktır ki, o
da kolaydır. Eğer bunda ikisi de ittifak ederlerse bu güzeldir; yok ihtilaf
ederlerse ortada herhangi bir sıkıntı olmayacaktır. Çünkü bu konuda yapılacak
iş, o konuda ictihad eden müctehidin zannına dönmektir. Bu noktadan meydana
gelebilecek görüş ayrılığının bir sakıncası yoktur. Nitekim yerinde konu
açıklanmıştır.
Bu esasın örnekleri
çoktur. Bunun içine sahabenin kendilerine müşkil gelen konularla ilgili olarak
Resulullah'a [s.a.v.] yönelttikleri sorular da girer. Mesela "İnanıp,
imanlarına hiçbir zulüm karıştırmayanlar ...''(En'am 82) ayeti indiği zaman
sordukları soru; keza "İçinizde olanı açığa vursanız da gizleseniz de,
Allah onunla sizi hesaba çeker''(Bakara 284) ayeti indiği zaman sordukları
soru; (ama olan) İbn Ümm MektUm'un, "Mü'minlerden oturanlar ile malları ve
canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz''(Nisa 95) ayeti indiği zaman
sorması ve sonunda, "Özür sahibi olanlardan başka" kısmının nazil
olması; Hz. Aişe'nin, Rasulullah'ın [s.a.v.]: "Kim hesaba çekilirse azap
görür'' sözünün, "Kimin kitabı sağından verilirse kolay bir hesapla hesaba
çekilecek''(İnşikak 8) buyruğuna ters düştüğü düşüncesiyle soru sorması vb. bu
kabilden olmaktadır.
Biz bu tür suallerin,
yardım isteyen münazır (müzakereci) kısmına girdiğini söyledik; çünkü bunlar
deliller üzerinde durduktan sonra sormaktadırlar. Delillere bakınca durum
kendileri için problem arzetmekte ve bunun izalesine çalışmaktadırlar. Daha
baştan hükmü öğrenmek için soru soranın durumu ise bunun aksinedir. Çünkü onlar
öğrenciler durumundadır. Dolayısıyla onlar için hükmün bildirilmesinden başka
birşeye ihtiyaç duyulmaz. Burada "münazır" kelimesini kullanmanda
senin için bir sakınca yoktur. Çünkü bu sade bir ıstılahtır ve üzerine herhangi
bir hüküm terettüp etmemektedir. Nitekim bu kısma kendi kendisine karşı
ihticacda bulunan hasmın, kendisini istifade eden sualci yerine koyması ve
böylece hasmın en yakın yoldan yenilgiyi kabul etmesi amaçlanan örnekler de
girer. Hz. İbrahim'in kavmi ile olan mücadelesinde yıldız, ay ve güneşle
deliller getirmesi böyledir. O, kendisini onların huzurunda farzetmiş ve
böylece onların ilahlar olamayacağına dair onlar için burhan ikamesinde
bulunmuştur. Diğer ayette bulunan: "Hani o babasına ve kavmine, -'Neye
tapıyorsunuz?' demişti. 'Puta tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye
cevap verdiler"(Şuara 70-71) kavli de aynıdır. Mabud hakkında soru
sorunca, mabuda özel olan bir hususiyeti dile getirdi ve: "Peki,
yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı ? Yahut size fayda ya da zararları
olur mu?" dedi. (Şuara 83) Onlar buna cevap vermekten yan çizdiler ve
sadece babalarını öyle bulduklarını ve onlara tabi olduklarını ifade ile
yetindiler. "Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır"(Enbiya 63) sözü
de böyledir. "Allah, o yüce varlıktır ki sizi yaratmiş, sonra
rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi
tekrar diriltecektir. Peki sizin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız
içerisinde bunlardan birini yapabilecek var mı?"(Rum 40) "Ortak
koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: Hakka Allah iletir. Öyle
ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi
kendine doğru yolu bulamayan (tanrılar) mı?"(Yunus 35); "Onların
(putların) yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var ..
?"(A'raf 195) ayetleri de bu kabilden olmaktadır. Bu ve benzeri ayetler,
düşünme ve değerlendirme konusunda istifade ve yardım isteme mevkiine inmeye
-her ne kadar onlardan asıl amaç, hasmı ilzam etmek ve susturmak ise de-
işarette bulunmaktadır.
Zira bu, doğruluğu
hakkında istişare sadedinde burhanın getirilmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu
tavır, maksada ulaşma konusunda açıktan ilzam ve iskat için karşı kaymadan daha
etkin olmaktadır. Onlar teşri kılınan esaslar arasına birçok kötü şeyleri
sokunca -ki bunların en çirkini de şirk olmaktadır- o zaman kendilerinden
iddialarına delil ikame etmeleri istenmiştir: "Yoksa O'ndan başka tanrılar
mı edindiler? De ki: Haydi delillerinizi getirin!"(Enbiya 24); "De
ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helal,
bir kısmını da haram
bulmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı izin verdi? Yoksa Allah'a iftira mı
ediyorsunuz?"(Yunus 59); "Her kim Allah ile birlikte diğer bir
tanrıya taparsa, -ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı
ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kafirler iflah
olmaz"(Mü'minun 117) Bu, en güzelolan yolla mücadele cümlesinden
olmaktadır.
Eğer münazır, ele alınan
meselenin üzerine bina edileceği külli esaslar konusunda muhalif ise, o
takdirde ondan yardım talebinde bulunması doğru olmaz ve münazarasında ondan
faydalanamaz. Çünkü meselesine dair her bir yön, bir külli esas üzerine bina
edilecektir. Külli esas üzerinde muhalif olunca, onun üzerine bina edilecek
olan cüz'i hakkında da öncelikli olarak muhalif olacaktır. Bu durumda cüz'i
hakkındaki muhalefeti iki yönden olmuş olacaktır ve onun, üzerinde ittifak
edilen bir manaya irca edilmesi imkanı da olmayacağından, ondan yardım görme
gerçekleşmeyecektir.
Bunun örneği fıkhi
konularla ilgili olarak bizzat isim olarak belirlenmemiş pirinç, darı, mısır,
boy tohumu (hulbe: çemen) vb. gibi nesneler hakkında ribanın cereyanı
meselesidir. Bunlar hakkında kıyası delil olarak inkar eden Zahirilerden yardım
talebinde bulunmak mümkün değildir. Çünkü o meseleyi kıyasın inkarı esası
üzerine bina etmektedir. Kıyası olan her meselede durum aynıdır ve onunla
yardım talebinde bulunulacak bir kimsenin edasıyla münazarada bulunması
imkansızdır. Zira o, başvuracakları esasa (ilkeye) muhalif bulunmaktadır. Boy
tohumu, mısır vb. hakkında Maliki birinin Şafii ya da Hanefi birinden yardım
istemesi halinde de durum aynıdır. Gerçi bunlar kıyası delilolarak kabul
ediyarlarsa da, meseleyi Malikilerin bina ettiği esasın dışında başka esaslar
üzerine bina etmektedirler. Bu kısım fıkhın diğer konularında da yaygın
bulunmaktadır. İcma'ı inkar eden bir kimseden, icmanın sıhhati üzerine bina
edilen bir mesele hakkında yardımını istemek mümkün değildir. Medine ehlinin
icmaını kabul etmeyen bir kimseden, onun üzerine bina edilen bir mesele
hakkında yardımını istemek imkansızdır. Çünkü temeli inkar etmektedir. Emir
kipi, mendupluk ya da ibaha içindir veya bu konuda durup beklemek (tevakkuf
etmek) gerekir diyen bir kimsenin, emrin kesin olarak vucilb için olduğunu
kabul eden kimseye ne faydası olur?
Eğer muhalifin, yardımcı
olacağı farzedilecek olursa, o takdirde ondan yardım talebi -gerçekten yardımcı
olması halinde olduğu gibi- sahih olur ve bu nokta açıktır.
FASIL:
Münazırın, kendi
değerlendirmesinde müstakil olduğu, herhangi bir yardım talebinde bulunmadığı
ve buna ihtiyacı da olmadığı, ancak hasmını kendi görüşüne çevirmek ya da onu
kendi yanına çekmek istediği farzedilecek olursa, o takdirde durum ne
olacaktır? Bu konunun açıklanmasını ulema üzerine almıştır. Şu kadar var ki,
konuyla ilgili başvurulacak bir prensip (asıl) bulunmaktadır ki, Deliller
bölümünün başında onun üzerine dikkat çekilmişti. Burada ise Allah'ın
yardımıyla onu tamamlamak istiyoruz. Şöyle ki:
ALTINCI MESELE:
Delil iki mukaddime
üzerine bina edilir: Bunlardan biri tahkiku'l-menat, diğeri ise onun üzerine
hükümde bulunmaktır ve daha önce de geçtiği gibi üzerinde durulması gereken
yer, menatın (hükmün mesnedinin) tahakkuk edip etmemesidir. Dolayısıyla
taraflar arasında yapılacak tartışma bu nokta üzerinde olacaktır. Bunun delili
istikra olmaktadır. Hakim konumda olan mukaddimeye gelince, onun her halükarda
taraflarca müsellem olduğunun farzı gerekmektedir.
İTİRAZ: Bu tez hakkında
belki kuşku bulunabilir ve şöyle denilebilir:
Anlaşmazlık bazen ikinci
mukaddimede de gerçekleşebilir. Şöyle ki: Sen "Bu sarhoşluk vericidir, her
hamr (şarap, içki) ya da her sarhoşluk verici de haramdır" dediğin zaman
karşı taraf bu şeyin sarhoşluk verici olduğunda sizinle mutabakat halinde
olabilir. Bu tahkiku'l-menat mukaddimesidir. Nitekim bu konuda size muhalefet
de edebilir. Muhalefet etmesi halinde genelde ona niye muhalefet ediyorsun
denemez. Çünkü konu ihtilafmahalli olmaktadır. Karşı taraf, her sarhdşluk veren
şeyin hamr (şarap, içki) olduğu noktasında da farklı düşünebilir. Çünkü
"hamr" kelimesi, üzüm şırasından elde edilmiş çiy içkiye denilir.
Dolayısıyla sözkonusu olan o şey, (pişirilmiş ise) sarhoşluk verse bile hamr
olmaz. Bu takdirde ise her sarhoşluk veren şeyin hamr olduğu iddiası müsellem
olmaz. Keza her sarhoşluk veren şeyin haram olduğu noktasında da muhalefet
edebilir. Çünkü bu mukaddimenin külliliği sabit olmuş değildir. Zira hakkında
bulunan delil sebebiyle "nebiz"in bu genellemeden hariç tutulması
onun tahsis edildiğini gösterir. Külliliği sahih olmayınca da hakkında bir
delil bulunmuş olmaz. Şu halde bu önerme de tartışmaya açık bir haldedir. Hal
böyle iken nasılolur da tartışma mahallinin, iki mukaddimeden sadece birinde
olduğu iddia edilebilir? Aksine her ikisi de tartışmaya açıktır ve bu sonuç
sizin meselede ortaya koymuş olduğunuz aslın aksine bir durum olmaktadır.
CEVAP: Ortaya koyduğumuz
asıl doğrudur ve ileri sürülen bu itiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Taraflar
ya başvuracakları bir asıl üzerinde hemfikir olacaklardır ya da
olmayacaklardır. Eğer birşey üzerinde hemfikir olmazlarsa, o takdirde
münazaralarının hiçbir anlamı olmayacaktır. Bu konu daha önce geçmişti. İddia
için mutlaka bir delilin olması gereklidir. Delil, karşı tarafça tartışılır
olması halinde delilolmaz ve bu durumda baştan tartışmaya açık olan birşeyin
delilolarak karşı tarafa sevki abes olur ve hiçbir fayda taşımaz, maksadı
gerçekleştirmez. Münazaradan güdülen maksat ise, karşı tarafı bildiği bir yolla
doğruya iletmektir. Zira onu bilmediği bir yolla doğruya iletme çabası, onun
için takat üstü yükümlülük kabilinden olur. Bu itibarla mutlaka her iki tarafın
da yani soru soran taraf ile delili sevkeden tarafın aynı derecede bildikleri
bir delile başvurmaları zorunludur. "Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz
-Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resulüne
götürün"(Nisa 59) ayeti de işte bu manaya delalet eder. Çünkü Kitap ve
Sünnet, İslam ümmeti arasında ihtilafsız merci olmaktadır; her ikisi de
delildir ve tartışma konusu olan ihtilaflı meselelerde başvurulacak kaynak
olmaktadır. Kafirlere karşı hüccet ikamesi de bu yolla olmuştur. Allah Teala
şöyle buyurmaktadır: "Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım:) Bu dünya ve
onda bulunanlar kime aittir? 'Allah'a aittir' diyecekler. ( ... ) 'Öyle ise
nasılolup da büyülenirsiniz?' de"(Mü'minun 84-89) Böylece Allah, onları
kendi ikrarları ile ilzam etmiş, kendilerine bildikleri şeylerden delil
getirmiştir. Hatta onlar için "Öyle ise nasılolup da büyülenirsiniz?"
denilmiştir. Yani bu şu demektir:
"O'nu ikrar
ettikten sonra Hakk'tan nasıl sapıyorsunuz, bu konuda nasıl aldanıyorsunuz da
Allah ile birlikte başka tanrılar davasında bulunuyorsunuz?" Allah Teala
şöyle buyurur: "Bir zaman o babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan,
görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan birşeye niçin taparsın?"(Meryem
42) Çünkü bu onlarca bilinen birşeydi. Zira taptıkları şeyleri bizzat kendi
elleri ile yontuyorlardı. Bir başka yerde de, 'Yonttuğunuz şeylere mi
tapıyorsunuz?"(Saffat 95) buyurmaktadır. Yine Allah Teala şöyle buyuruyor:
"Bunun üzerine İbrahim: 'Bil ki Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu
batıdan getir' dedi"(Bakara 258) Bunu ona: "Rabbim, dirilten, yaşatan
ve öldürendir" dedikten sonra söylemişti. Bunu söyleyince karşı taraf bir
çıkış yolu bulmuştu. Bunun üzerine söz ne mecaz en ne de hakikaten hiçbir çıkış
yolu bulamayacağı bir mecraya kaydırılmıştı. Bu konumuzIa ilgili olarak en açık
bir delilolmaktadır. Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah katında
İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir"(Al-i İmran 59) Bu ayette onlara
hakkında ihtilaf etmedikleri Hz. Adem'i delilolarak getirmiş oluyordu.
Yine bir ayette şöyle
buyurur: "Ey ehti kitap! İbrahim hakkında niye tartışırsınız? Halbuki
Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi"(Al-i İmran 65) Bu,
onların Hz. İbrahim'in yahudi ya da hıristiyan olduğu şeklindeki iddialarını
temelden ortadan kaldıran bir delildir. Kur'an'ın delil getirme tarzının hep bu
şekil üzere olduğu görülür. Onda getirilen deliller, kabule yanaşsın yanaşmasın
mutlaka karşı tarafın ikrar edip doğruluğunu kabullendiği delillerdir.
"Allah hiçbir beşere birşey indirmedi" diyen kimseye karşı reddiye
yine bu tarz üzere gelmiş ve, "De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nur
ve hidayet olarak getirdiği ... o kitabı kim indirdi?"(En'am 91) buyrulmuş
ve böylece susturulması kendi bilgisi dahilinde olan birşeyle olmuştur.
Hudeybiye sulhüne bakınız; onda bu manaya işaret bulunmaktadır. Şöyle ki:
Rasulullah [s.a.v.] Hz. Ali'ye "Bismillahirrahmanirrahim" yazmasını
emrettiğinde onlar (Kureyşliler) "Biz Bismillahirrahmanirrahim'i bilmeyiz
Sen "Bismike Allahumme" şeklinde bizim bildiğimizi yaz" dediler.
Yine Rasulullah [s.a.v.] "Allah'ın rasulü Muhammed'den ... yaz!"
dediğinde onlar: "Eğer biz senin Allah'ın rasulü olduğunu bilsek, elbette
sana uyardık; aksine sen ismini ve babanın ismini yaz" dediler. Rasulullah
[s.a.v.] , onların bu tavırları her ne kadar cahiliyet davasından
kaynaklanıyorsa da onları mazur gördü ve onların dediği gibi yazdırdı. Onların
sözü edilen hususlarda bilgi sahibi olmadıklarını ileri sürmeleri üzerine kendi
arzusu üzerinde fazla durmadı.
Bu sabit olunca, merci
kabul edilen asıl, iddianın sıhhatine delalet eden delilolacaktır. Bu da hakim
konumda olan mukaddimede yer alandır. Bu durumda onun karşı tarafça da müsellem
olması lazım gelecektir. Eğer karşı tarafça da müsellem olmazsa, onu getirmenin
herhangi bir faydası olmayacaktır. Delile başvurmadan amaç, tartışmanın sona
erdirilmesi ve ayrılığın ortadan kaldırılmasıdır. Bunun dışında başka bir amacı
yoktur. Durum böyle olunca: "Bu sarhoşluk vericidir ve her sarhoşluk
verici şey de haramdır" sözünde, eğer karşı tarafın ikinci mukaddimeyi
kabullendiği farzedilecek olursa, o takdirde istidlal şekli sahih olacaktır;
çünkü karşı tarafça müsellem bulunan bir delil getirmiş olmaktadır. Eğer karşı
tarafın onun hakkında hemfikir olmadığı farzedilecek olursa, o takdirde onun
kesinlikle delilolarak kullanılması sahih olmayacaktır. Aksine tahkiku'l-menat
mukaddimesi bir başka kıyasta olacaktır. Bu ise tartışma alanının bizzat kendisi
olmaktadır. Her sarhoşluk verici olan şeyin hamr olduğu istikra delili veya
nass ya da başka bir yolla ortaya konulur. Bu beyan edilince, onun üzerine o
şeyin mesela haram olduğu hükmü -eğer karşı tarafça da müsellem ise- bina
edilir; nitekim nassda "Her hamr haramdır" şeklinde gelmiştir. Eğer
karşı taraf her hamrın haram olduğu noktasında hemfikir değilse o zaman o,
tahkiku'l-menat mukaddimesi olur. O takdirde de üzerine hüküm bina edilecek bir
başka mukaddimenin bulunması gerekir. Bu mertebelerden her birinde mutlaka
tezin başka mertebede bulunan diğer teze muhalefeti gerekir. Çünkü sualcinin:
"Her hamr haram mıdır?" şeklindeki sorusu, "Her. sarhoşluk
verici haram mıdır?" şeklinde soracağı soruya muhaliftir. Bu meyanda
kelamın diğer mertebelerinde de durum aynı olacaktır. Bu noktadan hareketledir
ki, menatın hükmüne getirilecek delilin tartışmalı ya da tartışmaya ihtimali
bulunur olması uygun olmaz. Zira o zaman bir meseleden diğerine intikal lazım
gelir ve biz o takdirde hiçbir meselenin içinden çıkamayız ve münazaradan
beklenen fayda ortadan kalkar.
FASIL:
Burada sözü edilen iki
mukaddimeden maksat, mantıkçıların bilinen şekillere uygun olarak ortaya
koydukları önermeler değildir. Keza tenakuz ve aks vb. itibarıyla olanlar da
değildir. Her ne kadar vakıada ona uygun düşse de, bu o terim üzere cereyanını
gerektirmez. Çünkü amaç, maksada ulaştıracak olan yolu olabildiğince ve
şeriatta geldiği şekil üzere akıllara yaklaştırmaktır. Bu izah şekline arız
olan en yakın problem, netice verme konusunda bedihi ya da benzeri iktinıni
veya istisnai olan (kıyas) şekilleridir. İfade edilen şeyin, Arab'ın dilinde
yabancısı olmadığı tarzda bulunması ve kelamında bilinir olması esastır. Zira
bu, maksadın olabildiğince gerçekleşmesi konusunda en kestirme yoldur. Hem
mantık terimlerine yapışmak ve onda kullanılan yollara uymak, çoğu kez maksada
ulaşmadan uzaklaştırıcı bir roloynar. Çünkü şeriat ümmilik vasfı üzere
konulmuştur. Bu itibarla şer'i mesailde mantık ilmine riayet etmek onun bu
özelliği ile bağdaşmaz. Şu halde iki mukaddime sözünün kullanılması, onların
mantık ilminde bahis konusu olan terim manasında kullanılmış olmasını
gerektirmez.
İşte bu noktadan
hareketle el-Mazeri'nin sözünden maksadı daha iyi anlaşılmaktadır: O,
Rasulullah'ın [s.a.v.], "Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr da
haramdır" sözü hakkında şöyle demiştir: Bu iki mukaddimenin neticesi
"Her sarhoşluk veren şey haramdır" hükmü olacaktır. Bazı usulcüler
bunu mantık ilminden bazı esaslarla mezcetmek istemişlerdir. Mantıkçılar
"Kıyasın yapılabilmesi ve neticenin sahih olabilmesi için mutlaka iki
mukaddimenin bulunması gerekir" derler. "Her sarhoşluk veren şey
hamrdır" sözü bir mukaddimedir ve onun yalnız başına bir netice ortaya
koyması mümkün değildir. Evet bu usulcünün dediği her ne kadar bu hadiste
mantıkçıların ileri sürdüğü şartları taşısa da, şeriatta bir ya da iki yerde
böyle tahakkuk etse de, bu durum diğer şer'i kıyaslarda gerçekleşmez ve fıkhi
kıyasların büyük çoğunluğu böyle bir yol izlemez ve onlarda bu yön bilinmez.
Şöyle ki: Biz Resulullah'ın [s.a.v.] buğday hakkındaki fazlalık libasıyla
ilgili yasağını buğdayın yenilir cinsten olması diye ta'lil etsek -nitekim İmam
Şafii böyle yapmaktadır- bu illeti ancak sebr (bahs) ve taksim sonucunda elde
edebiliriz. Bunu öğrendiğimiz zaman Şafii'nin şöyle demesi mukadderdir:
"Her ayva yenilir türdendir. Her yenilir olan da ribevidir. Dolayısıyla
netice ayva da ribevidir" Ancak bu Şafii için bir anlam ifade etmez. Çünkü
o, bunu ve neticenin sahihliğini bir başka yolla öğrenmiştir. O yolla bunu
öğrenince, kendi mezhebini ifade etmek için bir tabir kullanmış va kullandığı
tabir bu şekil üzere gelmiştir. Eğer meramını dilediği başka herhangi bir şekil
üzere ifade etseydi, bu siganın diğerleri üzerine bir meziyeti bulunmazdı.
Bizim bu noktaya dikkat
çekişimizin sebebi, müteahhir alimlerden birinin bir kitap tasnif ederek, usulü
fıkhın esaslarını, mantık ilminin esaslarına irca etme çabasına girmesidir.
el-Mazeri'nin sözleri
bunlar ve söyledikleri genel anlamda doğrudur.
Onun sözlerinde şeri
mesailin ortaya konulması sırasında mantıkçıların yolunu tutmanın gerekli
olmadığına parmak basılmaktadır. Keza onda, menat üzerinde hakim konumda
bulunan mukaddime hakkında ittifak edilmemesi ve karşı tarafça da müsellem
olmaması halinde onu delil olarak ileri sürmenin hiçbir faydası olmayacağına da
işaret bulunmaktadır. Rasulullah'ın [s.a.v.] "Her hamr haramdır"
sözü, Nebi'den gelen bir nass olması hasebiyle karşı tarafça da müsellem
olunca, muhalif ona itiraz da bulunmamış; aksine kabulle karşılamış, ancak
kaideye bidüziye (muttarit) olmadığını ileri sürerek itiraz etmiştir. Bu da
Resulullah'ın [s.a.v.] bu sözünün tesadüfi olarak mantıktaki önermelere benzer
şekilde sadır olduğunun, mantıkçıların kasdını gütmediğinin delillerindendir.
"Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, o zaman onlar
fesada giderlerdi"(Enbiya 2) ayetindeki şartı kıyas hakkında da aynı şey
söylenir. Çünkü ayette geçen "lev" şart edatı, başkasının vukuu
sebebiyle meydana gelecek olan şeyi ifade etmek için kullanılır. Dolayısıyla
bunda Arabın sözünde kasd]' bir istisna yoktur. Bu Sibeveyh'in tefsirinin
manası olmaktadır. Bunun bir benzeri de "İn" şart edatıdır. Çünkü bu
da sebep-sonuç ilişkisinde ikincinin birinciye bağlı olduğunu ifade eder ve
Arap kelamının sarahatinde istisnanın ona taalluku yoktur. Bu itibarla şer']'
maksatların elde edilmesi konusunda mantık kurallarına ihtiyaç bulunmamaktadır.
el-Bad,
Ahkamu'l-fusul'da felsefecilerin "iki mukaddime olmadan netice olmaz"
iddialarını reddederken -Allah'u alem!- bu manaya işaret etmiş olmakta ve tek
bir mukaddimenin de netice verebileceğini ifade etmektedir. Bu ilk bakışta
izahı güç bir sözdür; ancak onunla birlikte burada anlattıklarımız üzerinde
yeterince durulduğu zaman müşkil ortadan kalkacaktır.
* * *
Allah'a hamd olsun ki,
bu kitaptan gözetilen amaç tamamlanmış ve O'nun lütuf ve keremiyle vaad olunan
şey tamamlanmıştır. Gerçi bu kitapta yer veremediğimiz bazı şeyler kalmıştır.
Zira ilim taliplerinden birçoğuna onların istenmesi kolayolmamakta, aşırı susuzluk
olmasına rağmen ondan içmek için kaynağa gidenler az olmaktadır. Bunu bildiğim
için onları 'okumazlar, onun nadide cevherlerini tahk]'k ipine dizmezler diye
korktum ve bu yüzden onları açıklama arzusunu dizginledim, onları yazmaktan
kalemimi ve parmaklarımı alakoydum. Kaldı ki kitabın çeşitli yerlerinde onlara
işarette bulunan remizler, onların parıldayan güneşinden akseden parıltılar
bulunmaktadır. Kim bunları elde ederse, -Allah'ın izniyle- onun söz konusu
hakikatlere ulaşması umulur. Bu mertebede olmayan kimselerin ise, açıkça ortaya
konanları elde etmekle yetinmesi halinde kendisine bir nakısa terettüp etmez.
Bu kitapta uslil ilminin tahkiki yanında öyle bir ilim vardır ki, onun
sayesinde selefin yoluna gidilir, inceleme ve değerlendirme sırasında o,
karşılaşılacak karışıklıklar, farklı düşünceler karşısında apaçık olana
vakıfkılar.
Herşeyin meleklitu
elinde olan Yüce Allah'tan hakkını ifa konusunda bize yardıma olmasını ister,
bize lütfu, keremi ve rahmeti ile muamele etmesini temenni ederiz. Şüphesiz ki
O, herşeye kadirdir; icabete dair ahdi vardır. Ve'l-hamdu lillah ve kefa ve
selamun ala ibadihi'l-lezine'stafa ...
* * *
Dine hizmet uğrunda bu
önemli çalışmayı başarıyla tamamlayan Allah'a hamd olsun. Salat ve selam en
şerefli Peygamber' e ve onun tüm al, ashab ve sair tabilerine olsun! Bu
çalışmanın kabule şayan olması için Allah'a niyaz ederiz. Şüphesiz ki O, bütün
umutların kendisine bağlandığı yer, herşeyin kendisinden istendiği tek
mercidir.
Allah Teala'nın muvaffak
kılmasıyla el-Muvafakat'ın bu dördüncü ve son cildi tamamlanmış olmaktadır.
Allah, bütün müslümanlar için onu faydalı kılsın, müellifini, şarihini,
baskısını yapanı, neşre hazırlayanını, ilim ve din uğrunda hizmeti geçen
herkesi sevaplandırsın. Talebeler için bu eserin tahsilini kolaylaştırsın.
Amin! Velhamdu lillahi Rabbi'ı-alemin ...