EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / EK 2: CEDEL İLMİ (SORU ve CEVABA DAİR HÜKÜMLER) :

 

Bu konuya dair, gerek öncekilerden gerekse sonrakilerden olmak üzere birçok alim eser yazmıştır.

 

Bu kitapta bizim bu bahisten maksadımız bazı meseleler üzerinde durmak olacaktır:

 

 

BİRİNCİ MESELE:

 

Soru, ya alimden ya da alim olmayandan sadır olur. Alimden maksadım müctehid, alim olmayandan maksadım da mukallittir. Her iki takdire göre de, soru sorulan kişi ya alim olacak ya da alim olmayacaktır. Böylece karşımıza dört şık çıkmaktadır:

 

(1)   Alimin sorması: Bu meşru bir tarzda! çeşitli şekillerde gerçekleşir: Olmuş birşeyi tahkik etmek, karşılaştığı bir problemi ortadan kaldırmak, unutacağından korktuğu birşeyi hatırlamak, soru sahibini istifade mahalline arız olabilecek bir hataya karşı uyarmak veyahut da hazır olan öğrencilere niyabeten ya da muhtemelen zayi olabilecek mahiyette olan bir bilgiyi elde etmek ... gibi amaçlarla sorabilir.

 

(2)   Öğrencinin kendisi gibi olana sorması: Bu da çeşitli şekillerde olabilir: İşittiği birşeyi beraberce müzakere etmek, kendi işitmediği fakat onun işitmiş olduğu birşeyi elde etmek, alimle karşılaşmadan önce meseleler hakkında beraberce alıştırma yapmış olmak ya da alimin anlattığı şeyi anlayabilmek için onun aklından yararlanmak gibi.

 

(3)   Alimin öğrenciye sorması: Bunun da şekilleri vardır; izale edilmesi istenilen problem mahalline dikkatini çekmek, aklı derecesini ölçmek, eğer üstün bir anlayış gücüne sahipse, problemin tasayvuru için onun yardımını istemek veyahut da bilmediği şeye istidlalde bulunabilmesi için bildiği şeyleri kendisine hatırlatmış ve böylece onu uyarmış olmak ... vb. amaçlarla sorması gibi.

 

(4)   Öğrencinin alime sorması: Bu soru bahsinde temel esas olmaktadır ve kişinin bilmediği şeyi öğrenmek amacına yöneliktir.

 

Birinci, ikinci ve üçüncü kısımda, eğer biliyorsa cevap vermek sorulan kişi üzerine -şer'an muteber olan bir engel bulunmadığı takdirde- bir borçtur. Aksi takdirde aczini itiraf etmesi gerekir.

 

Dördüncü kısma gelince, bu kısımda cavap vermek mutlak olarak bir borç değildir; aksine konu hakkında tafsilat vardır: Eğer soru:

 

I. Olmuş (ya da olabilecek) bir hadise ile ilgili ise,

 

II. Mutlak değil de öğrenciye nisbetle hakkında şer'ı bir nass bulunan bir konu hakkında olursa,

 

III. Soruyu soran kişi aklen cevabı kaldırabilecek bir güçte bulunursa,

 

IV. Cevap dinde sıkıntı doğuracak, tekellüfe sebebiyet verecek şekilde olmazsa,

 

V. Ameli bir değeri olursa ... vb. İşte bu şartlarla kendisine soru yöneltilen kişi, eğer o soruya cevap verebilecek güçte ve bu vasıfta başka bir kimse de yoksa (yani bu kendi üzerine taayyün etmişse) cevap vermesi kendisine vacip olacaktır.

Bazı hallerde ise cevap vermesi gerekmeyebilir. Bu da şu durumlarda olur:

 

I. Cevap verme, kendisi üzerine taayyün etmez.

 

II. Mesele ictihadi bir konu olur ve hakkında şer'i bir nass bulunmaz. Bazen de cevap vermesi caiz olmaz. Bu da:

 

1. Soruyu yönelten kişinin cevabı kaldırabilecek akli bir güce sahip olmaması,

 

2. Cevabın ifratı doğuracak olması,

 

3I. Soruların muğalata cinsinden olması,

 

4. Sorunun itiraz anlamı içermesi gibi hallerde söz konusu olur. Burada konunun açıklık kazanması için aşağıdaki meselelerin vuzuha kavuşmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Onların izahı esnasında -Allah'ın izniyle- bu noktalar açıklık kazanacaktır.

 

 

 

İKİNCİ MESELE:

 

Çok soru sormak yerilmiştir.

 

Bunun delili, konuyla ilgili pek çok sayıda bulunan ayet, hadis ve selef-i salihinin sözleridir. Bu meyanda olmak üzere Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın ... ''(Maide 101) Hadiste de şöyle anlatılmaktadır: "Oraya yol bulabilen insanların o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır''(Al-i İmran 97) ayeti indiği zaman bir adam: "Her sene mi ya Rasulallah!" diye sordu. Rasulullah [s.a.v.] yüzünü çevirdi. Adam: "Her sene mi ya Rasulallah!" diye üç defa tekrarladı. Rasulullah [s.a.v.] hepsinde de duymamazlıktan geldi. Dördünce defasında: "Canım elinde olana yemin ederim ki, eğer (Evet) deseydim, o size vacip olurdu; eğer vacip olsaydı o zaman da ona güç yetinmezdiniz. Onu yerine getiremediğiniz zaman da küfranda bulunmuş olurdunuz. Ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni rahat bırakın" buyurdu. İşte "Ey inananları Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın ... "(Maide 101) ayeti bu gibi durumlar hakkında indi. Resulullah [s.a.v.] çok soru sormayı sevmez ve kınar, bunu yasaklardı. Hakkında bir hüküm inmemiş konularda soru sorulmasından hoşlanmazdı. Şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah Teala (bazı şeyleri) farz kılmıştır, onları terketmeyiniz; bazı sınırlar koymuştur, onları çiğneyip geçmeyiniz; bazı şeyleri haram kılmıştır, onları irtikap etmeyiniz; bazı şeyleri de, unuttuğundan dolayı değil, yalnızca size merhametinden dolayı sükflt geçmiştir, onların da hükmünü araştırmayınız"

 

İbn Abbas şöyle demiştir: "Hz. Muhammed'in ashabından daha hayırlı bir kavim görmedim. Rasulullah [s.a.v.] vefat edinceye kadar sadece on üç mesele hakkında soru sormuşlardır ki onların hepsi de Kur'an'da yer almıştır. "Sana hayız hakkında sorarlar        "(Bakara 222); "Sana yetimler hakkında sorarlar ... "(Bakara 220); "Sana haram ayı soruyorlar"(Bakara 217) Onlar sadece kendilerine yararı olan şeyler hakkında sorarlardı" O bu sözüyle onların genelde takındıkları tutumun böyle olduğunu söylemek istemektedir. Rasulullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "En büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan birşey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir. ''; "Ben sizi terkettikçe, siz de benim üstü me gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sormalarından dolayı helak olmuşlardır. "

 

Rivayete göre bir gün Hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi. Kıyametten bahsetti. Ondan önce de azametli şeylerden bahsetmişti. Sonra: "Kim bana birşey sormak isterse sorsun. Vallahi, bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyurdu.

 

Ravi Enes şöyle der: İnsanlar bunu duyunca iyice ağlamaya başladılar.

 

Hz. Peygamber [s.a.v.] da tekrar tekrar "Bana sorun!" diyordu.

 

Bunun üzerine Abdullah b. Huzafe es-Sühemi kalktı ve: - Babam kim? Ya Rasulallah! diye sordu. Hz.Peygamber [s.a.v.]: "- Baban Huzafe'dir" buyurdu. Hz. Peygamber [s.a.v.] tekrar tekrar "Bana sorun!" diye devam edince Hz. Ömer dizleri üzerine çökerek: Ya Rasulallah! Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan, peygamber olarak Muhammed'den nhıyız; dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.] sükun buldu ve ayet indi.

 

Daha önce Hz. Peygamber [s.a.v.] "İrade ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, az önce ben namaz kılarken cennet ve cehennem şu duvarın üzerinde bana arzedildi. Hayırda da şerde de bugün gibisini görmedim" buyurmuştu. Hadisin akışını (siyak ve sibakını) da göz önünde bulundurduğumuzda, Hz. Peygamberin [s.a.v.] öfke içerisinde "Bana sorun!" buyurmaları, suMin neticelerini göstermek suretiyle onları tenkil anlamı taşımaktadır. Bu yüzdendir ki ayette, "Ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. ''(Maide 101) ifadesi gelmiştir.

 

İsrailoğulları'nın bir inek boğazlamakla(Bakara 67...) emredilmiş olmalarıyla ilgili kıssa da böyledir. İbn Abbas'tan rivayete göre onlar herhangi bir İnek boğazlamakla emri yerine getirme imkanına sahiptiler. Ancak onlar yönelttikleri sorularla ifrata gittiler, Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı. Sonunda güçlükle boğazladılar, "Nerdeyse de yapmayacaklardı."

 

er-Rabi' b. Haysem şöyle demiştir: "Ey Allah'ın kulu! Allah Teala'nın kitabına dair sana öğretmiş olduğu bir bilgiden dolayı O'na hamdet. İlmine ulaşamadığın şeyleri ise bilenine havale et ve sakın tekellüfe girme! Çünkü Allah Teala peygamberine şöyle buyurmaktadır: "De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum ve ben kendiliğimden birşey teklif edenlerden (tekellüfe girenlerden) de değilim"(Sad 86)

 

İbn Ömer şöyle demiştir: "Olmayan şeylerden sormayın. Çünkü ben Ömer'i, olmayan şeyler hakkında soru soran kimselere lanet ederken işittim"

 

Hadiste de Rasulullah'ın [s.a.v.] "muğalatalardan menettiği" rivayet edilmiştir. el-Evzai, bunu "ağdalı meseleler" diye açıklamıştır.

 

Muaviye'nin yanında bazı meseleler anılmış, bunun üzerine o: "Rasulullah'ın ağdalı meselelere dalmayı yasakladığını bilmez misiniz?" demiştir.

 

Abde b. Ebi Lübabe de şöyle demiştir: "Bu zamanda isterim ki hiçbir şey hakkında zamanımız insanlarına soru sormayayım; onlar da bana sormasınlar. Para sahiplerinin paralarıyla övündükleri gibi, meseleciler de meselelerinin çokluğu ile övünmekteler"

Hadiste şöyle gelmiştir: "Çok soru sormaktan sakının!''

 

İmam Malik'e: "Rasulullah [s.a.v.] size dedikoduyu ve çok soru sormayı yasakladı" hadisini sordular. Şöyle cevap verdi: "Çok soru sormaktan maksat bilmiyorum, acaba benim size yasakladığım çok mesele ortaya atmak hakkında mıdır? Bilindiği üzere Rasulullah [s.a.v.] meselecilikten hoşlanmaz ve bunu ayıplardı. Allah Teala da: "Ey inananları Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın ... "(Maide 101) buyurmuştur. Yoksa yasak olan, bahşiş isteme (dilenme) hakkında mıdır? Bilemiyorum"

 

Hz. Ömer (r.a.) minber üzerinde iken şöyle demiştir: "Olmayan şey hakkında soru soran her bir kimse hakkında Allah'a ileniyorum. Çünkü Allah Teala, olan şeyleri haber vermiştir"

 

İbn Vehb ise şöyle demiştir: İmam Malik -ki kendisi meseleciliğe ve onlara çok cevap vermeye karşıdır- bana: "Ey Allah'ın kulu! Bildiğin birşeyi söyle ve ona delalet et. Bilmediğin şey hakkında ise sus .. İnsanlar için kötü örnek olmaktan sakın!" demiştir.

el-Evzai de şöyle der: "Allah Teala, kulunu ilmin bereketinden mahrum etmek istediği zaman, onu muğalatalarla uğraşmaya mübtela kılar"

 

el-Hasen'den de şöyle rivayet edilmiştir: "Allah'ın en kötü kulları, en zararlı meseleleri ortaya atıp, onlarla Allah'ın kullarını sıkıntıya sokan kimselerdir"

 

eş-Şa'bi ise: ''Vallahi şu insanlar bana mescidi en sevimsiz bir yer haline getirdiler. Hatta orası bana evimin çöplüğünden daha da sevimsiz bir yer haline geldi" demiştir. Ben: "Kim onlar ey Ebu Ömer!" diye sordum. "Eraeyteciler ... " dedi ve ekledi: "Eraeyte kelimesinden daha çok nefret ettiğim bir başka kelime yoktur!"

 

Yine o Davud'a şöyle demiştir: "Dikkat et ve benden şu üç şeyi aklında tut: Birincisi: Sana bir mesele sorulur da cevap verirsen, meseleni "Eraeyte" ile teyid yoluna gitme. Çünkü Yüce Allah kitabında: "Eraeyte men ittehaze ilaheha hevahu ... " (Heva ve heveslerini kendisine tanrı edineni görmedin mi?")(Furkan 43) buyurmaktadır. İkincisi: Sana bir mesele sorulduğu zaman, birşeyi başka birşeye kıyas etme. Eğer öyle yaparsan belki bir helali haram, bir haramı da helM kılabilirsin. Üçüncüsü: Bilmediğin bir mesele hakkında sorulursan, 'Bilmiyorum; bu konuda ben de senin gibiyim' de"

 

Yahya b. Eyylib şöyle derdi: "Bana ulaştığına göre ilim ehli şöyle derlerdi: Allah Teala kuluna ilim öğretmek istemediği zaman, onu muğalatalarla meşgul eder"

Bu konuda nakledilen sözler pek çoktur.

 

Sözün özü şudur: Çok soru sormak ve meseleleri aklı bahisler ve tamamen nazari olan ihtimallerle teyit yoluna gitmek yerilmiştir. Rasulullah'ın [s.a.v.] ashabı çok soru sorma konusunda uyarılmışlar ve onlar da böyle bir davranışa girmekten kaçınmışlardır. Öyle ki, bedevilerin gelip de soru sormalarını ve böylece Rasulullah'ın [s.a.v.] cevabını işitmeyi ve bu yolla ondan ilim öğrenmeyi arzu eder olmuşlardı. Sahih'te Enes'ten rivayet edilen şu hadise baksana: O şöyle diyor: "Rasulullah'a [s.a.v.] birşey hakkında soru sormamız bize yasaklanmıştı. Badiyede oturanlardan akıllı birinin gelip, ona soru sorması ve bizim de işitmemiz çok hoşumuza giderdi. Ashab hiç soru sormaz olmuştu. Sonunda Cibril geldi, Rasulullah'ın [s.a.v.] dizi önüne oturdu ve ona İslam, iman, ihsan, kıyamet ve alametleri hakkında sordu. Sonra Rasulullah [s.a.v.] bize, soru soranın Cibril olduğunu bildirdi ve: "Sizin öğrenmenizi istedi; zira siz soru sormamaktasınız" buyurdu.

 

İmam Malik'e de aynı şekilde fazla soru sorulmazdı ve yakınları ona soru sormaktan çekinirlerdi. Esed b. el-Furat anlatır: Ben İmam Malik'e yeni gelmiştim. İbnu'l-Kasım ve diğer büyük tabileri bana soru sordururlardı. Cevap verdiği zaman onlar bana: "Eğer durum şöyle olursa nasıl olur?" de! derlerdi. Ben de öyle derdim. Bir gün benden sıkıldı ve bana şöyle dedi: "Bu kapıyı araladın mı, çorap söküğü gibi bunun ardı arkası kesilmez. Eğer sen illa da bu gibi şeyleri öğrenmek istiyorsan, o zaman Irak'a gitmelisin"

 

İmam Malik, Iraklıların fıkhını ve tutumlarını beğenmiyordu; çünkü onlar if rat ölçüsünde (nazari) meselelere dalıyorlar ve re'yde aşırı gidiyorlardı.

 

Rivayete göre bir kadın Hz. Aişe'ye gelmiş ve "Hayız gören bir kadın daha sonra neden oruçlarını kaza ediyor da namazlarını kaza etmiyor?" diye sormuştu. Hz. Aişe ona: "Sen Harura meşrepli misin?" diye sert çıkarak, böyle bir soruya karşı tepkisini göstermişti.

Rasulullah [s.a.v.] birinde cenın hakkında gurre (yarım can diyeti) ile hükmetmişti.

 

Aleyhine hüküm verilen kişi: "İçmeyen, yemeyen, teneffüs etmeyen ve hiç ses çıkarmayan birşeyi nasıl tazmin ederim?! Böyle birşey heder olur" dedi. (Sözlerini secili bir şekilde söyleyen bu kimse hakkında) Rasulullah [s.a.v.]: "Bu, muhakkak kahinler taifesindendir" buyurmuştur.

 

Rabia, Said b. el-Müseyyeb'e parmakların diyeti hakkında sormuş ve: "Acı büyürken, musibet artarken diyet miktarı azalıyor mu?" demişti. Said ona: "Sen Iraklı mısın?" demiş, o da: "Hayır; aksine tahkik etmek isteyen bir alim ya da öğrenmek isteyen bir cahil" deyince: "Yeğenim, sünnet böyle!" demişti.

 

Çok soru sormanın mekruhluğunu ifade için bu kadarı yeterlidir.

 

 

FASIL:

 

Bütün bunlardan soru sormanın mekruh bulunduğu yerler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunları aşağıdaki şekilde sıralama mümkündür:

 

(1)   Dini bir faydası bulunmayan sorular: Abdullah b. Huzafe'nin "Babam kim?" şeklindeki sorusu böyledir. Tefsirlerde anlatıldığına göre Rasulullah'a [s.a.v.] hilaller hakkında sormuşlar ve, "Niye önce iplik gibi incecik gözüküyor sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay halini alıyor, daha sonra tekrar küçülmeye başlıyor ve eski incecik halini alıyor?" demişlerdi. Bunun üzerine: "Sana yeni doğan hilal şeklindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir"(Bakara 189) ayeti gelmiş, verilen cevapta sorunun mecrası değiştirilerek insanlara dini bir fayda sağlayacak şekilde cevaplama yoluna gidilmiştir.

 

(2)   İhtiyacı kadar olan bilgiye sahip olduktan sonra sorması: Mesela, birisinin hacla ilgili olarak "Her sene mi?" diye sorması gibi. Halbuki "Oraya yol bulabilen insanların o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır"(Al-i İmran 97) ayetinin zahiri, mutlak olması hasebiyle ömrı yani hayatında bir defa olduğunu göstermektedir. İsrailoğulları'nın, Allah Teala'nın ''Allah, bir sığır kesmenizi emreder"(Bakara 67) buyruğundan .sonra soru sormaları da böyledir.

 

(3)   Halihazırda ihtiyaç duyulmayan birşey hakkında sormak. Sanıyoruz bu kısım -Allah daha iyi bilir ya- hakkında herhangi bir hüküm inmemiş olan şeyler hakkında olmalıdır. "Ben sizi terkettikçe sizde benim üstüme gelmeyiniz"; ''Allah, bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan değil, size olan merhametinden dolayı sükflt etmiştir (afv). Onları deşelemeyiniz" hadisleri de işte buna delalet etmektedir.

 

(4)   Zor, çetrefilli ve zararlı meseleler hakkında sormak: Muğalatalarla ilgili olarak gelen yasak bu kabildendir.

 

(5)   Taabbudi olup, akıl yoluyla manası kavranamayacak bir konuda, hükmün illetini sormak. Ya da soruyu soran kişinin aklının yetmeyeceği birşeyi sorması. Hayızlı kadının, niye namazlarını kaza etmeyip de orucu nu kaza ettiği hakkında sorulması gibi.

 

(6)   Soruda aşırılığa kaçılması ve tekellüfe girilmesi "De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum ve ben kendiliğimden birşey teklif edenlerden (tekellüfe girenlerden) de değilim" ayeti işte buna delalet etmektedir. (Amr b. el-As): "Ey havuz sahibi! Havuzuna yırtıcı hayvanlar gelir mi?" diye sorduğunda Hz. Ömer: "Ey havuz sahibi! Söyleme. Çünkü biz onların içtikleri suya geliriz, onlar bizim içtiğimiz suya gelirler" demiştir.

 

(7)   Soruda, Kitap ve sünnete re'y ile karşı çıkıllI).ası manası bulunması.

Bu yüzdendir ki Said (b. el-Müseyyeb diyetli ilgili soru soran Rabia'ya) "Sen Iraklı mısın?" diye çıkışmıştır. Malik b. Enes'e dediler ki: "Sünneti bilen bir adam onun uğrunda mücadele eder mi?" Bu soruya o: "Hayır! O sünnet olanı bildirir; kabul edilirse ne ala, aksi takdirde susar" diye cevap verdi.

 

(8)   Müteşabihat konusunda sormak. "Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te'viline yeltenmek için müteşabih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar(Al-i İmran 7) ayeti bu konuya delalet eder. Bu konuda Ömer b. Abdulaziz de şöyle demiştir: "Kim dinini tartışmalara hedeflularsa, (sabit kalmaz) çabucak yer değiştirir" İmam Malik'e "istiva" hakkında yöneltilen soru bu kabilden olmaktadır ve İmam bu soruya: "İstiva malumdur, keyfiyet meçhuldür, onun hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklinde cevap vermiştir.

 

(9)   Selef-i salih arasında geçen mücadeleler hakkında soru sormak. Ömer b. Abdulaziz'e Sıffin savaşı hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: "O, akan kanlardır ki Allah Teala benim elimi ona bulaştırmaktan korumuştur; bu itibarla ona dilimin bulaşmış olmasını istemem"

 

(10)       Tartışmalarda galebe çalmak, karşı tarafı çaresiz ve zor durumda bırakmak için soru sormak. Kur'an'da bu tür davranış yerilmekte ve bu gibiler hakkında şöyle buyurulmaktadır: "İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider. Hatta, böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır"(Bakara 204). "Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya onlar kavgacı bir toplumdur"(Zuhruf 58) Hadiste de şöyle gelmiştir: "İnsanların Allah'a karşı en sevimsiz olanı, ölçü tanımaz husumet sahibidir"

 

Bu saydıklarımız soru sormanın mekruh olduğu yerlerden bazılarıdır ve diğerleri de bunlara kıyas edilir. Ancak bunlar hakkında söz konusu olan yasak hep aynı düzeyde değildir; bunlardan bir kısmı hakkında varid olan kenihiyet şiddetli, bir kısmında hafif, bir kısmı ise kesin haram, diğer bir kısmı da ictihada mahal bulunmaktadır. Dinde mücadele hakkında varid olan yasak bunlardan bir kısmını kapsar haldedir. Mesela: "Kur'an hakkında tartışma, kafirliktir" hadisi böyledir. Allah Teala da şöyle buyurur: "Ayetlerimizi alaya alanları gördüğün zamarı, onlardan uzaklaş"

 

Benzeri daha başka ayet ve hadisler de vardır. Dolayısıyla bu gibi konular hakkında soru sormak yasaktır. Cevap vermek de ona göredir.

 

 

 

ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Büyüklere karşı itiraz ı terketmek iyi birşeydir ve övgüye değer bulunmuştur. İtiraz edilen konunun anlaşılabilir olup olmaması arasında fark yoktur. Bunun delilleri şunlardır:

 

(1)   Kur'an'da bu kabilden delaletler bulunmaktadır. Mesela Müsa'nın Hızır ile olan kıssası böyledir. Hızır, Müsa'ya kendiliğinden açıklamadıkça kendisine hiçbir soru sormama şartını ileri sürmüştür. Tabii tahammül edemeyip şarta riayet etmeyince de Allah Teala'nın, "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır"(Kehf 78) buyurduğu üzere ondan ayrılmıştır. Rasülullah [s.a.v.] onun hakkında ''Allah Musa'ya rahmet etsin! Keşke sabretseydi de bize haberleri anlatılsaydı" buyurmuştur. Gerçi Müsa [a.s.] ilim dili ile konuşmuştur. Buna rağmen şarttan çıkılması, meşrüttan da çıkılmasını gerektirir. Haberlerde şöyle bir rivayet bulunmaktadır: Melekler Allah Teala'ya: "Yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun ... ?"(Bakara 30) dediklerinde Yüce Allah: "Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim" buyurarak onların itirazlarını reddetti, üzerlerine bir ateş gönderdi ve onları yaktı. Bundan daha şiddetli olan itiraz, İblis'in, "Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın"(A'raf 12) şeklindeki sözüyle olmuş ve Allah Teala onu bu tavrıyla, herşeyi yerli yerine koyan ve herşeyden haberdar olan Yüce Zatına baş kaldırıp itirazda bulunması sebebiyle rahmetinden ebedi olarak kovmuştur. Bu, konumuza bir delil olmaktadır. Bakara süresinde sözü edilen ve kendilerinden bir sığır boğazlamaları istenilen güruhun tavrı da bu kabildendir. Onlar sualde aşırı gittikçe Allah Teala da işlerini zorlaştırmıştır.

 

(2)   Haberlerde yer alan deliller: Mesela şu hadislerde olduğu gibi: Rasulullah [s.a.v.] ölüm hastalığında: "Gelin! Sizin için ondan sonra bir daha sapıtmayacağınız bir kitap (mektup) yazayım" buyurmuştu. Bu konuda sahabilerden bazısı itiraz etti. Bunun üzerine Rasulullah [s.a.v.] da onların yanından çıkmalarını emir buyurdu ve onlar için hiçbirşey yazmadı. Hz. İsmail'in annesi ile ilgili kıssada da buna delil vardır. Şöyle ki:

O ilk defa Zemzem'i bulduğu zaman hemen önünü çevirmiş ve suyun akmasına engelolmuştu. Onun bu davranışı hakkında Rasulullah: [s.a.v.] "Eğer onu kendi haline bıraksaydı, Zemzem akan bir kaynak olurdu" buyurmuştur. Bir hadiste şöyle anlatılmaktadır: Rasulullah için bir tencere kaynatıldı. İçinde et vardı."Bana bir uyluk ver!" buyurdu. Ravi diyor ki: Ben ona bir uyluk verdim. "Bana bir uyluk ver!" buyurdu. Ben

ona bir kol verdim. "Bana bir uyluk ver!" buyurdu. Ben ona: ''Ya Rasulallah! Bir koyunun kaç uyluğu olur ki?" dedim. Bunun üzerine o: "Canım elinde olana yemin ederim ki, eğer sussaydın, elbette ben istedikçe sana uyluklar verilirdi" buyurdu. Hz. Ali hadisi de şöyle: "Rasulullah [s.a.v.] geceleyin benim ve Fatıma'nın yanına girdi ve namaz kılmamız

için bizi uyandırdı. Ben gözlerimi oğarak oturdum. Şöyle diyordum: "Vallahi biz, sadece Allah'ın üzerimize yazdığını kılarız. Elbette bizim canlarımız Allah'ın elindedir. Onu diriltmek (uyandırmak) istediği zaman diriltir (uyandırır)" Bunun üzerine Rasulullah [s.a.v.] "İnsan ne kadar da mücadeleci!"(Kehf 54) diyerek gerisin geri döndü. (Sehl b. Huneyf, Sıffin harbi sırasında) şöyle demiştir: "Ey insanlar! Kendinizi suçlayın. Biz Ebu Cendel gününde bulunduk. Eğer Rasulullah'ın [s.a.v.] emrini reddetmek elimizden gelseydi elbette onu yapardık" Said b. el-Müseyyeb'in dedesi Hazn Rasulullah'a [s.a.v.] temsilci olarak gelmişti. Kendisine ismini sordu. O "Hazn!" deyince Resulullah [s.a.v.]; "Yok, aksine sen Sehl'sin!" buyurdu. O: "Babamın bana verdiği bir ismi değiştiremem" diye karşılık verdi. Said: "O gündür bugündür bizde hüzün eksik olmaz" demiştir.

 

(3)   Tecrübeyle sabittir ki, büyüklere karşı İtiraz da bulunmak, hiçbir fayda sağlamama sonucunu doğurmakta, hoca ile taleb e arasını açmaktadır. Özellikle de slifiyye buna çok önem vermektedir. Onlara göre bu, en büyük hastalıktır. Hatta onlardan el-Kuşeyri, bu hastalıktan tevbe etmenin kabul edilmeyeceğini, bu tür sürçmenin asla bağışlanmayacağını iddia etmiştir. Bu kabilden olmak üzere şu hikaye anlatılır: Ebu Yezid el-Bestami'nin genç bir hizmetçisi vardı. Oruçluydu. Ona, Ebu Türab en-Nahşıbi ile Şakik el-Belhi: "Delikanlı! Bizimle birlikte sen de ye!" dediler. O: "Ben oruçluyum" dedi. Ebu Türab: "Ye, sana bir aylık sevap var" dedi. O yanaşmadı. Şakik: ''Ye, sana bir yıllık oruç sevabı var" dedi. O yine yanaşmadı. Bunun üzerine Ebu Yezid el-Bestami: "Allah'ın gözünden düşmüş olan şunu bırakın!" dedi. Sonra o genç hırsızlık yapmaya başladı ve bu yüzden eli kesildi. İmam Malik, pe şi peşine soru sorması üzerine Esed'e "Bu kapıyı araladın mı, çorap söküğü gibi bunun ardı arkası kesilmez. Eğer sen illa da bu gibi şeyleri öğrenmek istiyorsan, o zaman Irak'a gitmelisin" demiş ve verdiği cevaba itiraz etmesi üzerine gerekli faydadan uzak kalacağına dikkatini 'çekmişti. Onun hayatını araştıranlar buna benzer çok şey bulur.

 

Bu arzettiklerimizden çıkan sonuç şudur: Emanet ve doğrulukla bilinen, fazilet, din ve takva sahibi kimselerin yolu üzere olduğu malum olan bir alime herhangi bir olay hakkında sual sorulur ve o da cevap verirse veya ona kendisinden beklenmeyen bir hal arız olursa veyahut da dinleyen kimsenin anlayamayacağı birşey sadır olursa, o kimsenin itiraz ve eleştiriye mahal kılınması doğru olmaz. Eğer ortada gerçekten bir problem varsa, bu takdirde sonucu beklemek başarı için daha uygun, amacı elde etmek için daha faziletli bir tavır olacaktır. İnşaallah!

 

 

 

DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Zavahire (ibarelerden ilk bakışta anlaşılan manalara) itiraza kulak asılmaz.

Delili: Şari' Teala'nın meram ve maksadına tercüman olan bizzat Arap dili olmaktadır. Arap dilinde "nass"ın bulunması ya imkansız ya da çok nadirdir. Zira daha önce de geçtiği üzere nassın, nass olabilmesi için on ihtimalden uzak olması gerekmektedir. Bu ise nadir ya da imkansızdır.

 

Şu halde Arap dili ile bir delil geldiği zaman sözü edilen ihtimaller onu kuşatmış olacaktır. İhtimal içeren bir delil ise, müteahhir ulemanın ıstılahına göre "nass" olmaz. Geriye ise zahir ve mücmel kalmaktadır. Mücmelde yapılacak şey, mübeyyini yani mücmelliği ortadan kaldırıcı delili aramak veya durup sonucu beklemek (tevakkuf)'tir. Şu halde temel dayanak sadece zahir olacaktır. Dolayısıyla ona itirazda bulunmak doğru olmaz. Zira böyle bir tavır aşırılık ve tekellüf anlamına gelir.

 

Sonra eğer böyle bir tavıra yani ihtimal içeren şeylere itiraz etmeye cevaz verilecek olsa, o zaman şeriatta dayanılabilecek hiçbir delil kalmaz. Çünkü her delilde zayıf da olsa ihtimaller bulunur. Bu durumda bu kabilden itirazlam kulak vermek delili zayıflatır ve bu, sonunda şeriatın bütün delillerinin ya da en azından büyük çoğunluğunun zayıflığına hükmetmek gibi bir neticeyi doğurur. Halbuki durum ittifakla böyle değildir.

 

Üçüncüsü: Eğer sözde bulunan mücerred ihtimaller dikkate alınacak olsaydı, o zaman ne kitapların indirilmesinin ne de Peygamberin [s.a.v.] gönderilmesinin bir faydası olmazdı. Zira bu takdire göre emir, yasak ve verilen haberlerle insanlar üzerine hüccet ikame edilememesi gibi bir sonuç gerekir. Çünkü çoğu kez kastedilen şeyin dışında başka manalara ihtimal içermeyen nasslar bulunmaz. Ancak bu sonuç, icma ve aklıselimin gereği olarak batıldır. Dolayısıyla böyle bir neticeyi ortaya koyacak şeyin de batıl olması lazım gelir.

 

Dördüncüsü: Mücerred ihtimaller eğer dikkate alınacak olursa, o takdirde bu adetlerin (adat, kevni hadiseler) çözülmesine ve onlara güvenin ortadan kalkmasına neden olur. Sonunda bu safsata kapısını açar ve ilimlerin inkarını gerektirir. Bu manayı İmam el-Gazzali'nin el-Münkızu mine'd-dalal adlı eserinde zikrettiği şeyler kısmen açıklar. Hatta Sofistaiyye'nin ilimlerin inkarı sadedinde zikretmiş oldukları şeylere baktığımızda, onların esasını adi (kevni) ve akli hakikatlere çeşitli ihtimallerin arız olabileceği noktasının teşkil ettiğini görürüz. Bunlarda durum böyle olunca tamamen vaz'i olan durumlarda hal ne olacaktır? Mücerred ihtimalin dikkate alınması sebebiyledir ki, kendilerinden bir sığır boğazlanması istenilen İsrailoğulları'nın işi zorlaştırılmıştır. Zira onlar sualde aşırılığa kaçmışlar, mana açık olmakla birlikte ihtiyaç duyulmayacak şeyler hakkında sorular sormuşlardır. Hadiste gelen: "Bu haccımız, bu yıla mı ait, yoksa ömür boyu için geçerli mi?" sorusu da bu kabilden olmaktadır. Benzerleri çoktur. Dahası bu yaklaşım, doğru yoldan sapmanın da temel sebebini teşkil etmektedir. Dikkat edilecek olursa, Kitap'tan müteşabih olanlara uyanlar, mücerred ihtimallerden hareketle onlara uymaktadırlar. Onlar bu tür ihtimalleri dikkate almakta, onlar hakkında söz etmekte ve gayba rağmen ve hiçbir delilolmaksızın onlar hakkında kesin hükümde bulunmaktadırlar. Onlar, bu tutumları dolayısıyla yerilmişler ve Rasulullah [s.a.v.] onlardan uzak durulmasını emir buyurmuştur.

 

Beşincisi: Kur'an, kafirlere karşı akli genellemeleri ve herkesçe kabul görmüş esasları hüccet olarak kullanmıştır. Mesela, "Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım;) Bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? 'Allah'a aittir' diyecekler. ( .. ,) 'Öyle ise nasılolup da büyülenirsiniz?' de"(Mü'minun 84-89) ayeti böyledir. Bu ayette Allah Teala, mevcut olan herşeyin Allah'a ait olduğuna dair kabullerini kendilerine karşı bir hüccet olarak kullanmış, herşeyde rabliğin Allah'a ait olduğunu kabulden sonra başka davalara kalkmaları sebebiyle onların akıllı kimseler olmayıp, büyülenmiş kimseler olduklarını beyan etmiştir. Şu ayet de böyledir: ''And olsun ki, onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye sarsan, mutlaka 'Allah ... ' derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?"(Ankebut 61) Yani böyle bir kabulden sonra Rab Teala'nın sadece Allah olduğunu nasıl kabul etmiyorlar ve Allah Teala için şerik (ortak) iddiasında bulunuyorlar?! ''Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyar. ( ... ) İşte bu yaratıcı, Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O'na kulluktan) çevriliyorsunuz?"(Zümer 5-6) Bu ve benzeri ayetler, genel kabul gören esaslardan hareketle, kafirleri kendi ikrarları ile bağlamakta ve buna muhalif olan hareket tarzını ise akıl dışı ilan etmektedir. Eğer Araplara göre "zahir" itiraz kabul etmez bir hüccet olmasaydı, o zaman umumun gereğini ikrar etmiş olmalarında kendi aleyhlerine bir hüccet bulunmazdı. Ancak görüldüğü gibi durum bunun tersinedir. Dolayısıyla bu da onun itiraza mahal olmadığını gösterir.

 

Sayılanlara şunu da eklemek gerekir: Taraflar ve mezhep sahipleri arasında meydana gelen tartışmalar ve bunların kullanmış oldukları istidlaller ve karşı tarafın delili için ileri sürdükleri ihtimaller dikkate alındığında, ortada ne Kur'an'dan ne de sünnetten hiçbir dayanılacak delil kalmaz .. Hatta bu durum inançlarla ilgili alana bile sirayet eder ve onlar Kur'an'dan ve sünnetten olan delilleri bir tarafa atarlar ve onlardan birçoğunu adi olan durumlar üzerine bina etmeye çalışırlar: ''Allah, size kendinizden bir temsil getirmektedir: Mülkiyetiniz altında bulunan köleler içinde, sizinle eşit (haklara sahip) ortaklarınız var mı?"(Rum 28); "Onların (putların) yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var ... ?"(A'raf 195) ve benzeri ayetlere tutunmuşlar ve bedihi olmayan, ona yakın da bulunmayan akli mukaddimelere dayanmışlardır. Bunu yaparken, adi olan şeylere aklen bazı ihtimallerin girebileceği noktasından kaçmış oluyorlardı; ancak kaçtıklarından daba da şiddetli olan birşeyin içine düştüler. Bunun sonucunda Arapların asla aşina olmadıkları bahisler ortaya çıktı. Oysa ki Araplar bu dinin ilk muhataplarıydılar. Onlar felsefeyi işin içine kattılar; öyle konuları araştırdılar ki, onları bilmemenin dine hiçbir zararı olmaz ve onlarda derinleştikçe sadece zarar ve ziyan artar. Bütün bunların esasını, ibarelerdeki geçerli olan adetlerden ve varlık aleminde cari bulunan manalarından yüz çevirmek teşkil etmektedir. Daha önce cari olan adetlerin -her ne kadar akıl yoluyla muhtemel bulunsa bile- genel anlamda kat'i oldukları geçmişti. İbareler de aynı şekildedir. Çünkü onlar hitabi vaz bakımından adetlere benzerler ya da onlara çok yakındırlar. Yine daha önce zannilerden nasıl kat'! esasların elde edildiği geçmişti. Düşünen kişi için bu kitabın en önemli özelliği de budur. Bu vesileyle Allah'a hamd ederiz.

 

Şu halde ibarelerin zavahirine karşı, mercuh (zayıf) bulunan ihtimalleri dikkate alarak itiraz etmek doğru değildir. Bu ancak zahirden çıkmayı gerekli kılan bir delilin bulunması halinde caiz olur ve o zaman da konu tearuz ve tercih ya da beyan bahsine dahil olur. Kendisinden yardım görülecek olan ancak Allah'tır.

 

 

 

BEŞİNCİ MESELE:

 

Şer'i mesail üzerinde duranlar, ya asli kaideleri üzerinde ya da fer'i cüz'ileri üzerinde dururlar. Her iki durumda da o kimse ya müctehid olur ya da münazır. Araştırma yapan müctehid ve bunu da kendisi için yapıyorsa, ictihadı sonucunda ulaştığı netice kendisi hakkında hüküm olur. Ancak usul ve kaideler sadece kat'i esaslar ile sabit olur; bunların zaruri veya nazari; akli veya nakli olması arasında fark yoktur. Fer'i meselelere gelince, bunların sabit olabilmesi için yerinde bilinen kayıtları taşıması şartıyla sadece "zan" yeterlidir. Bu durumda delilin ortaya koyduğu sonuç da, aynı şekilde kendisi hakkında hüküm olacaktır ve bu konuda münazaraya ihtiyaç duymaz. Çünkü onun araştırdığı konu hakkındaki bu değerlendirmesi (nazar) ya bir cüz'i hakkında olacaktır ki bu, onu üzerine bina etmiş olduğu külli hakkındaki değerlendirmesinin bir uzantısı (ikincil) olacaktır. Ya da değerlendirme, daha baştan bir külli üzerinde yapılmış olacaktır. Külli esaslar üzerinde yapılan çalışma ve değerlendirme ise, önceden yapılan istikranın uzantısı olacaktİr. Bunun için de düşünme ve tetkike, basirete ve geniş bir zamana ihtiyaç duyacaktır. Meselenin akli olması halinde de durum aynı olacaktır. Burada münazaranın farzedilmesi bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü müctehid bu sonuca ulaşmadan önce kendi bilgisi dahilinde olan delilleri incelemiş ve onları değerlendirmiştir. Dolayısıyla bu konuda başkalarına ihtiyacı yoktur. Sonuca ulaştıktan sonra ise, kendisine nisbetle elde ettiği hüküm hakkında bir beyyine üzerinde olmaktadır. Dolayısıyla bu aşamadan sonra onun hakkında münazarada bulunması bir fazlalıktır.

 

Sonra müctehid kendisi hakkında güvenilir kimsedir. Sözü kabul edilir bir kimse olduğuna göre de, mukallit onu kabul eder ve diğer müctehidi onun emanetine havale eder. Zira o, ona göre sözü kabul edilir bir müctehiddir. Dolayısıyla -eğer meselenin dayanağı (meslek) kendisince açıklık kazanmış sa- münazaraya ihtiyaç kalmaz.

 

Buna dair pek çok örnek vardır: Mesela Rasülullah'ın [s.a.v.], Hendek savaşı sırasında kuşatmanın kaldırılmasını temin için Medine hurmalarının yarısını müşriklere vermeyi teklif etme konusunda iki Sa'd'e danışması ve onların fikrini alması, onların savaşma hakkındaki kararlı tavırlarını görünce başka birşey istememesi ve diğerleriyle bu konuda istişareye gerek duymaması böyledir. Hz. Aişe'nin durumu hakkındaki danışması ve durumu arzetmesi de böyledir. Allah Teala konu hakkındaki hükmü indirince, meselenin açıklık kazanması sebebiyle artık onu hiç kimseye açmamıştır. Bazı Arap kavimleri Rasülullah'ın [s.a.v.] vefatını müteakip zekat vermeye yanaşmayınca Hz. Ebü Bekir onlarla savaş etmeye karar verdi ve bu konuda Hz. Ömer ile konuştu ve savaşın yapılmaması sonucunda ortaya çıkacak maslahata itibar etmedi. Zira aksini gerektirici şer'i nassı bulmuştu. Ü same ve ordusunu dinden dönenlerle savaşmak üzere kendisine destek edinmesi için geri çevirmesini istemişlerdi. O buna yanaşmadı; çünkü Rasülullah'ın [s.a.v.] harekete geçirdiği bir orduyu durdurmanın men'ine dair delile sahip bulunuyordu.

 

Bunun şeriatta ve ona hakkıyla vakıf olan sahabe ve müctehidlerde varlığı sabit olunca, ictihada ehil olan değerlendirmecinin meseleye vukufiyet peyda ettikten sonra münazara ve tekrar müracaata ihtiyacı kalmayacaktır; bunu ancak ihtiyat kabilinden yaparsa yapacaktır. Onun ihtiyatlı davrandığının farzedilmesi, üzerinde durduğu konuda bazı tereddütlerinin bulunması halinde olacaktır. O takdirde onun için iki davranış şekli gerekli olacaktır: Yakendi araştırması ile yetinerek meselenin açıklık kazanmasına kadar susacaktır; zira yol açıklık kazanmadıkça kendisi için bir yükümlülük söz konusu olmayacaktır. Ya da güvendiği bir başkasından yardım talebinde bulunacaktır. Bu durumda o yardım isteyen münazır (müzakereci) olacaktır. Bu halde onlar, münazara ettikleri konunun dayandığı külli esaslarda birbirleri ile ya uyum içinde olacaklar ya da öyle olmayacaklardır.

 

Eğer uyum içinde iseler, o takdirde ondan yardım istemesi ve ona dayanması sahih olacaktır. Çünkü kendisi için sadece münazara edilen meselenin tahkiku'l-menatı kalacaktır ki, o da kolaydır. Eğer bunda ikisi de ittifak ederlerse bu güzeldir; yok ihtilaf ederlerse ortada herhangi bir sıkıntı olmayacaktır. Çünkü bu konuda yapılacak iş, o konuda ictihad eden müctehidin zannına dönmektir. Bu noktadan meydana gelebilecek görüş ayrılığının bir sakıncası yoktur. Nitekim yerinde konu açıklanmıştır.

 

Bu esasın örnekleri çoktur. Bunun içine sahabenin kendilerine müşkil gelen konularla ilgili olarak Resulullah'a [s.a.v.] yönelttikleri sorular da girer. Mesela "İnanıp, imanlarına hiçbir zulüm karıştırmayanlar ...''(En'am 82) ayeti indiği zaman sordukları soru; keza "İçinizde olanı açığa vursanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker''(Bakara 284) ayeti indiği zaman sordukları soru; (ama olan) İbn Ümm MektUm'un, "Mü'minlerden oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz''(Nisa 95) ayeti indiği zaman sorması ve sonunda, "Özür sahibi olanlardan başka" kısmının nazil olması; Hz. Aişe'nin, Rasulullah'ın [s.a.v.]: "Kim hesaba çekilirse azap görür'' sözünün, "Kimin kitabı sağından verilirse kolay bir hesapla hesaba çekilecek''(İnşikak 8) buyruğuna ters düştüğü düşüncesiyle soru sorması vb. bu kabilden olmaktadır.

 

Biz bu tür suallerin, yardım isteyen münazır (müzakereci) kısmına girdiğini söyledik; çünkü bunlar deliller üzerinde durduktan sonra sormaktadırlar. Delillere bakınca durum kendileri için problem arzetmekte ve bunun izalesine çalışmaktadırlar. Daha baştan hükmü öğrenmek için soru soranın durumu ise bunun aksinedir. Çünkü onlar öğrenciler durumundadır. Dolayısıyla onlar için hükmün bildirilmesinden başka birşeye ihtiyaç duyulmaz. Burada "münazır" kelimesini kullanmanda senin için bir sakınca yoktur. Çünkü bu sade bir ıstılahtır ve üzerine herhangi bir hüküm terettüp etmemektedir. Nitekim bu kısma kendi kendisine karşı ihticacda bulunan hasmın, kendisini istifade eden sualci yerine koyması ve böylece hasmın en yakın yoldan yenilgiyi kabul etmesi amaçlanan örnekler de girer. Hz. İbrahim'in kavmi ile olan mücadelesinde yıldız, ay ve güneşle deliller getirmesi böyledir. O, kendisini onların huzurunda farzetmiş ve böylece onların ilahlar olamayacağına dair onlar için burhan ikamesinde bulunmuştur. Diğer ayette bulunan: "Hani o babasına ve kavmine, -'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Puta tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler"(Şuara 70-71) kavli de aynıdır. Mabud hakkında soru sorunca, mabuda özel olan bir hususiyeti dile getirdi ve: "Peki, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı ? Yahut size fayda ya da zararları olur mu?" dedi. (Şuara 83) Onlar buna cevap vermekten yan çizdiler ve sadece babalarını öyle bulduklarını ve onlara tabi olduklarını ifade ile yetindiler. "Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır"(Enbiya 63) sözü de böyledir. "Allah, o yüce varlıktır ki sizi yaratmiş, sonra rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi tekrar diriltecektir. Peki sizin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içerisinde bunlardan birini yapabilecek var mı?"(Rum 40) "Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: Hakka Allah iletir. Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan (tanrılar) mı?"(Yunus 35); "Onların (putların) yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var .. ?"(A'raf 195) ayetleri de bu kabilden olmaktadır. Bu ve benzeri ayetler, düşünme ve değerlendirme konusunda istifade ve yardım isteme mevkiine inmeye -her ne kadar onlardan asıl amaç, hasmı ilzam etmek ve susturmak ise de- işarette bulunmaktadır.

 

Zira bu, doğruluğu hakkında istişare sadedinde burhanın getirilmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu tavır, maksada ulaşma konusunda açıktan ilzam ve iskat için karşı kaymadan daha etkin olmaktadır. Onlar teşri kılınan esaslar arasına birçok kötü şeyleri sokunca -ki bunların en çirkini de şirk olmaktadır- o zaman kendilerinden iddialarına delil ikame etmeleri istenmiştir: "Yoksa O'ndan başka tanrılar mı edindiler? De ki: Haydi delillerinizi getirin!"(Enbiya 24); "De ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helal,

bir kısmını da haram bulmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı izin verdi? Yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"(Yunus 59); "Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa, -ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kafirler iflah olmaz"(Mü'minun 117) Bu, en güzelolan yolla mücadele cümlesinden olmaktadır.

 

Eğer münazır, ele alınan meselenin üzerine bina edileceği külli esaslar konusunda muhalif ise, o takdirde ondan yardım talebinde bulunması doğru olmaz ve münazarasında ondan faydalanamaz. Çünkü meselesine dair her bir yön, bir külli esas üzerine bina edilecektir. Külli esas üzerinde muhalif olunca, onun üzerine bina edilecek olan cüz'i hakkında da öncelikli olarak muhalif olacaktır. Bu durumda cüz'i hakkındaki muhalefeti iki yönden olmuş olacaktır ve onun, üzerinde ittifak edilen bir manaya irca edilmesi imkanı da olmayacağından, ondan yardım görme gerçekleşmeyecektir.

 

Bunun örneği fıkhi konularla ilgili olarak bizzat isim olarak belirlenmemiş pirinç, darı, mısır, boy tohumu (hulbe: çemen) vb. gibi nesneler hakkında ribanın cereyanı meselesidir. Bunlar hakkında kıyası delil olarak inkar eden Zahirilerden yardım talebinde bulunmak mümkün değildir. Çünkü o meseleyi kıyasın inkarı esası üzerine bina etmektedir. Kıyası olan her meselede durum aynıdır ve onunla yardım talebinde bulunulacak bir kimsenin edasıyla münazarada bulunması imkansızdır. Zira o, başvuracakları esasa (ilkeye) muhalif bulunmaktadır. Boy tohumu, mısır vb. hakkında Maliki birinin Şafii ya da Hanefi birinden yardım istemesi halinde de durum aynıdır. Gerçi bunlar kıyası delilolarak kabul ediyarlarsa da, meseleyi Malikilerin bina ettiği esasın dışında başka esaslar üzerine bina etmektedirler. Bu kısım fıkhın diğer konularında da yaygın bulunmaktadır. İcma'ı inkar eden bir kimseden, icmanın sıhhati üzerine bina edilen bir mesele hakkında yardımını istemek mümkün değildir. Medine ehlinin icmaını kabul etmeyen bir kimseden, onun üzerine bina edilen bir mesele hakkında yardımını istemek imkansızdır. Çünkü temeli inkar etmektedir. Emir kipi, mendupluk ya da ibaha içindir veya bu konuda durup beklemek (tevakkuf etmek) gerekir diyen bir kimsenin, emrin kesin olarak vucilb için olduğunu kabul eden kimseye ne faydası olur?

 

Eğer muhalifin, yardımcı olacağı farzedilecek olursa, o takdirde ondan yardım talebi -gerçekten yardımcı olması halinde olduğu gibi- sahih olur ve bu nokta açıktır.

 

 

FASIL:

 

Münazırın, kendi değerlendirmesinde müstakil olduğu, herhangi bir yardım talebinde bulunmadığı ve buna ihtiyacı da olmadığı, ancak hasmını kendi görüşüne çevirmek ya da onu kendi yanına çekmek istediği farzedilecek olursa, o takdirde durum ne olacaktır? Bu konunun açıklanmasını ulema üzerine almıştır. Şu kadar var ki, konuyla ilgili başvurulacak bir prensip (asıl) bulunmaktadır ki, Deliller bölümünün başında onun üzerine dikkat çekilmişti. Burada ise Allah'ın yardımıyla onu tamamlamak istiyoruz. Şöyle ki:

 

 

 

 

ALTINCI MESELE:

 

Delil iki mukaddime üzerine bina edilir: Bunlardan biri tahkiku'l-menat, diğeri ise onun üzerine hükümde bulunmaktır ve daha önce de geçtiği gibi üzerinde durulması gereken yer, menatın (hükmün mesnedinin) tahakkuk edip etmemesidir. Dolayısıyla taraflar arasında yapılacak tartışma bu nokta üzerinde olacaktır. Bunun delili istikra olmaktadır. Hakim konumda olan mukaddimeye gelince, onun her halükarda taraflarca müsellem olduğunun farzı gerekmektedir.

 

İTİRAZ: Bu tez hakkında belki kuşku bulunabilir ve şöyle denilebilir:

Anlaşmazlık bazen ikinci mukaddimede de gerçekleşebilir. Şöyle ki: Sen "Bu sarhoşluk vericidir, her hamr (şarap, içki) ya da her sarhoşluk verici de haramdır" dediğin zaman karşı taraf bu şeyin sarhoşluk verici olduğunda sizinle mutabakat halinde olabilir. Bu tahkiku'l-menat mukaddimesidir. Nitekim bu konuda size muhalefet de edebilir. Muhalefet etmesi halinde genelde ona niye muhalefet ediyorsun denemez. Çünkü konu ihtilafmahalli olmaktadır. Karşı taraf, her sarhdşluk veren şeyin hamr (şarap, içki) olduğu noktasında da farklı düşünebilir. Çünkü "hamr" kelimesi, üzüm şırasından elde edilmiş çiy içkiye denilir. Dolayısıyla sözkonusu olan o şey, (pişirilmiş ise) sarhoşluk verse bile hamr olmaz. Bu takdirde ise her sarhoşluk veren şeyin hamr olduğu iddiası müsellem olmaz. Keza her sarhoşluk veren şeyin haram olduğu noktasında da muhalefet edebilir. Çünkü bu mukaddimenin külliliği sabit olmuş değildir. Zira hakkında bulunan delil sebebiyle "nebiz"in bu genellemeden hariç tutulması onun tahsis edildiğini gösterir. Külliliği sahih olmayınca da hakkında bir delil bulunmuş olmaz. Şu halde bu önerme de tartışmaya açık bir haldedir. Hal böyle iken nasılolur da tartışma mahallinin, iki mukaddimeden sadece birinde olduğu iddia edilebilir? Aksine her ikisi de tartışmaya açıktır ve bu sonuç sizin meselede ortaya koymuş olduğunuz aslın aksine bir durum olmaktadır.

 

CEVAP: Ortaya koyduğumuz asıl doğrudur ve ileri sürülen bu itiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Taraflar ya başvuracakları bir asıl üzerinde hemfikir olacaklardır ya da olmayacaklardır. Eğer birşey üzerinde hemfikir olmazlarsa, o takdirde münazaralarının hiçbir anlamı olmayacaktır. Bu konu daha önce geçmişti. İddia için mutlaka bir delilin olması gereklidir. Delil, karşı tarafça tartışılır olması halinde delilolmaz ve bu durumda baştan tartışmaya açık olan birşeyin delilolarak karşı tarafa sevki abes olur ve hiçbir fayda taşımaz, maksadı gerçekleştirmez. Münazaradan güdülen maksat ise, karşı tarafı bildiği bir yolla doğruya iletmektir. Zira onu bilmediği bir yolla doğruya iletme çabası, onun için takat üstü yükümlülük kabilinden olur. Bu itibarla mutlaka her iki tarafın da yani soru soran taraf ile delili sevkeden tarafın aynı derecede bildikleri bir delile başvurmaları zorunludur. "Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resulüne götürün"(Nisa 59) ayeti de işte bu manaya delalet eder. Çünkü Kitap ve Sünnet, İslam ümmeti arasında ihtilafsız merci olmaktadır; her ikisi de delildir ve tartışma konusu olan ihtilaflı meselelerde başvurulacak kaynak olmaktadır. Kafirlere karşı hüccet ikamesi de bu yolla olmuştur. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım:) Bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? 'Allah'a aittir' diyecekler. ( ... ) 'Öyle ise nasılolup da büyülenirsiniz?' de"(Mü'minun 84-89) Böylece Allah, onları kendi ikrarları ile ilzam etmiş, kendilerine bildikleri şeylerden delil getirmiştir. Hatta onlar için "Öyle ise nasılolup da büyülenirsiniz?" denilmiştir. Yani bu şu demektir:

 

"O'nu ikrar ettikten sonra Hakk'tan nasıl sapıyorsunuz, bu konuda nasıl aldanıyorsunuz da Allah ile birlikte başka tanrılar davasında bulunuyorsunuz?" Allah Teala şöyle buyurur: "Bir zaman o babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan birşeye niçin taparsın?"(Meryem 42) Çünkü bu onlarca bilinen birşeydi. Zira taptıkları şeyleri bizzat kendi elleri ile yontuyorlardı. Bir başka yerde de, 'Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"(Saffat 95) buyurmaktadır. Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Bunun üzerine İbrahim: 'Bil ki Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir' dedi"(Bakara 258) Bunu ona: "Rabbim, dirilten, yaşatan ve öldürendir" dedikten sonra söylemişti. Bunu söyleyince karşı taraf bir çıkış yolu bulmuştu. Bunun üzerine söz ne mecaz en ne de hakikaten hiçbir çıkış yolu bulamayacağı bir mecraya kaydırılmıştı. Bu konumuzIa ilgili olarak en açık bir delilolmaktadır. Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir"(Al-i İmran 59) Bu ayette onlara hakkında ihtilaf etmedikleri Hz. Adem'i delilolarak getirmiş oluyordu.

 

Yine bir ayette şöyle buyurur: "Ey ehti kitap! İbrahim hakkında niye tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi"(Al-i İmran 65) Bu, onların Hz. İbrahim'in yahudi ya da hıristiyan olduğu şeklindeki iddialarını temelden ortadan kaldıran bir delildir. Kur'an'ın delil getirme tarzının hep bu şekil üzere olduğu görülür. Onda getirilen deliller, kabule yanaşsın yanaşmasın mutlaka karşı tarafın ikrar edip doğruluğunu kabullendiği delillerdir. "Allah hiçbir beşere birşey indirmedi" diyen kimseye karşı reddiye yine bu tarz üzere gelmiş ve, "De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ... o kitabı kim indirdi?"(En'am 91) buyrulmuş ve böylece susturulması kendi bilgisi dahilinde olan birşeyle olmuştur. Hudeybiye sulhüne bakınız; onda bu manaya işaret bulunmaktadır. Şöyle ki: Rasulullah [s.a.v.] Hz. Ali'ye "Bismillahirrahmanirrahim" yazmasını emrettiğinde onlar (Kureyşliler) "Biz Bismillahirrahmanirrahim'i bilmeyiz Sen "Bismike Allahumme" şeklinde bizim bildiğimizi yaz" dediler. Yine Rasulullah [s.a.v.] "Allah'ın rasulü Muhammed'den ... yaz!" dediğinde onlar: "Eğer biz senin Allah'ın rasulü olduğunu bilsek, elbette sana uyardık; aksine sen ismini ve babanın ismini yaz" dediler. Rasulullah [s.a.v.] , onların bu tavırları her ne kadar cahiliyet davasından kaynaklanıyorsa da onları mazur gördü ve onların dediği gibi yazdırdı. Onların sözü edilen hususlarda bilgi sahibi olmadıklarını ileri sürmeleri üzerine kendi arzusu üzerinde fazla durmadı.

 

Bu sabit olunca, merci kabul edilen asıl, iddianın sıhhatine delalet eden delilolacaktır. Bu da hakim konumda olan mukaddimede yer alandır. Bu durumda onun karşı tarafça da müsellem olması lazım gelecektir. Eğer karşı tarafça da müsellem olmazsa, onu getirmenin herhangi bir faydası olmayacaktır. Delile başvurmadan amaç, tartışmanın sona erdirilmesi ve ayrılığın ortadan kaldırılmasıdır. Bunun dışında başka bir amacı yoktur. Durum böyle olunca: "Bu sarhoşluk vericidir ve her sarhoşluk verici şey de haramdır" sözünde, eğer karşı tarafın ikinci mukaddimeyi kabullendiği farzedilecek olursa, o takdirde istidlal şekli sahih olacaktır; çünkü karşı tarafça müsellem bulunan bir delil getirmiş olmaktadır. Eğer karşı tarafın onun hakkında hemfikir olmadığı farzedilecek olursa, o takdirde onun kesinlikle delilolarak kullanılması sahih olmayacaktır. Aksine tahkiku'l-menat mukaddimesi bir başka kıyasta olacaktır. Bu ise tartışma alanının bizzat kendisi olmaktadır. Her sarhoşluk verici olan şeyin hamr olduğu istikra delili veya nass ya da başka bir yolla ortaya konulur. Bu beyan edilince, onun üzerine o şeyin mesela haram olduğu hükmü -eğer karşı tarafça da müsellem ise- bina edilir; nitekim nassda "Her hamr haramdır" şeklinde gelmiştir. Eğer karşı taraf her hamrın haram olduğu noktasında hemfikir değilse o zaman o, tahkiku'l-menat mukaddimesi olur. O takdirde de üzerine hüküm bina edilecek bir başka mukaddimenin bulunması gerekir. Bu mertebelerden her birinde mutlaka tezin başka mertebede bulunan diğer teze muhalefeti gerekir. Çünkü sualcinin: "Her hamr haram mıdır?" şeklindeki sorusu, "Her. sarhoşluk verici haram mıdır?" şeklinde soracağı soruya muhaliftir. Bu meyanda kelamın diğer mertebelerinde de durum aynı olacaktır. Bu noktadan hareketledir ki, menatın hükmüne getirilecek delilin tartışmalı ya da tartışmaya ihtimali bulunur olması uygun olmaz. Zira o zaman bir meseleden diğerine intikal lazım gelir ve biz o takdirde hiçbir meselenin içinden çıkamayız ve münazaradan beklenen fayda ortadan kalkar.

 

 

FASIL:

 

Burada sözü edilen iki mukaddimeden maksat, mantıkçıların bilinen şekillere uygun olarak ortaya koydukları önermeler değildir. Keza tenakuz ve aks vb. itibarıyla olanlar da değildir. Her ne kadar vakıada ona uygun düşse de, bu o terim üzere cereyanını gerektirmez. Çünkü amaç, maksada ulaştıracak olan yolu olabildiğince ve şeriatta geldiği şekil üzere akıllara yaklaştırmaktır. Bu izah şekline arız olan en yakın problem, netice verme konusunda bedihi ya da benzeri iktinıni veya istisnai olan (kıyas) şekilleridir. İfade edilen şeyin, Arab'ın dilinde yabancısı olmadığı tarzda bulunması ve kelamında bilinir olması esastır. Zira bu, maksadın olabildiğince gerçekleşmesi konusunda en kestirme yoldur. Hem mantık terimlerine yapışmak ve onda kullanılan yollara uymak, çoğu kez maksada ulaşmadan uzaklaştırıcı bir roloynar. Çünkü şeriat ümmilik vasfı üzere konulmuştur. Bu itibarla şer'i mesailde mantık ilmine riayet etmek onun bu özelliği ile bağdaşmaz. Şu halde iki mukaddime sözünün kullanılması, onların mantık ilminde bahis konusu olan terim manasında kullanılmış olmasını gerektirmez.

 

İşte bu noktadan hareketle el-Mazeri'nin sözünden maksadı daha iyi anlaşılmaktadır: O, Rasulullah'ın [s.a.v.], "Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr da haramdır" sözü hakkında şöyle demiştir: Bu iki mukaddimenin neticesi "Her sarhoşluk veren şey haramdır" hükmü olacaktır. Bazı usulcüler bunu mantık ilminden bazı esaslarla mezcetmek istemişlerdir. Mantıkçılar "Kıyasın yapılabilmesi ve neticenin sahih olabilmesi için mutlaka iki mukaddimenin bulunması gerekir" derler. "Her sarhoşluk veren şey hamrdır" sözü bir mukaddimedir ve onun yalnız başına bir netice ortaya koyması mümkün değildir. Evet bu usulcünün dediği her ne kadar bu hadiste mantıkçıların ileri sürdüğü şartları taşısa da, şeriatta bir ya da iki yerde böyle tahakkuk etse de, bu durum diğer şer'i kıyaslarda gerçekleşmez ve fıkhi kıyasların büyük çoğunluğu böyle bir yol izlemez ve onlarda bu yön bilinmez. Şöyle ki: Biz Resulullah'ın [s.a.v.] buğday hakkındaki fazlalık libasıyla ilgili yasağını buğdayın yenilir cinsten olması diye ta'lil etsek -nitekim İmam Şafii böyle yapmaktadır- bu illeti ancak sebr (bahs) ve taksim sonucunda elde edebiliriz. Bunu öğrendiğimiz zaman Şafii'nin şöyle demesi mukadderdir: "Her ayva yenilir türdendir. Her yenilir olan da ribevidir. Dolayısıyla netice ayva da ribevidir" Ancak bu Şafii için bir anlam ifade etmez. Çünkü o, bunu ve neticenin sahihliğini bir başka yolla öğrenmiştir. O yolla bunu öğrenince, kendi mezhebini ifade etmek için bir tabir kullanmış va kullandığı tabir bu şekil üzere gelmiştir. Eğer meramını dilediği başka herhangi bir şekil üzere ifade etseydi, bu siganın diğerleri üzerine bir meziyeti bulunmazdı.

 

Bizim bu noktaya dikkat çekişimizin sebebi, müteahhir alimlerden birinin bir kitap tasnif ederek, usulü fıkhın esaslarını, mantık ilminin esaslarına irca etme çabasına girmesidir.

 

el-Mazeri'nin sözleri bunlar ve söyledikleri genel anlamda doğrudur.

 

Onun sözlerinde şeri mesailin ortaya konulması sırasında mantıkçıların yolunu tutmanın gerekli olmadığına parmak basılmaktadır. Keza onda, menat üzerinde hakim konumda bulunan mukaddime hakkında ittifak edilmemesi ve karşı tarafça da müsellem olmaması halinde onu delil olarak ileri sürmenin hiçbir faydası olmayacağına da işaret bulunmaktadır. Rasulullah'ın [s.a.v.] "Her hamr haramdır" sözü, Nebi'den gelen bir nass olması hasebiyle karşı tarafça da müsellem olunca, muhalif ona itiraz da bulunmamış; aksine kabulle karşılamış, ancak kaideye bidüziye (muttarit) olmadığını ileri sürerek itiraz etmiştir. Bu da Resulullah'ın [s.a.v.] bu sözünün tesadüfi olarak mantıktaki önermelere benzer şekilde sadır olduğunun, mantıkçıların kasdını gütmediğinin delillerindendir. "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, o zaman onlar fesada giderlerdi"(Enbiya 2) ayetindeki şartı kıyas hakkında da aynı şey söylenir. Çünkü ayette geçen "lev" şart edatı, başkasının vukuu sebebiyle meydana gelecek olan şeyi ifade etmek için kullanılır. Dolayısıyla bunda Arabın sözünde kasd]' bir istisna yoktur. Bu Sibeveyh'in tefsirinin manası olmaktadır. Bunun bir benzeri de "İn" şart edatıdır. Çünkü bu da sebep-sonuç ilişkisinde ikincinin birinciye bağlı olduğunu ifade eder ve Arap kelamının sarahatinde istisnanın ona taalluku yoktur. Bu itibarla şer']' maksatların elde edilmesi konusunda mantık kurallarına ihtiyaç bulunmamaktadır.

 

el-Bad, Ahkamu'l-fusul'da felsefecilerin "iki mukaddime olmadan netice olmaz" iddialarını reddederken -Allah'u alem!- bu manaya işaret etmiş olmakta ve tek bir mukaddimenin de netice verebileceğini ifade etmektedir. Bu ilk bakışta izahı güç bir sözdür; ancak onunla birlikte burada anlattıklarımız üzerinde yeterince durulduğu zaman müşkil ortadan kalkacaktır.

 

* * *

 

Allah'a hamd olsun ki, bu kitaptan gözetilen amaç tamamlanmış ve O'nun lütuf ve keremiyle vaad olunan şey tamamlanmıştır. Gerçi bu kitapta yer veremediğimiz bazı şeyler kalmıştır. Zira ilim taliplerinden birçoğuna onların istenmesi kolayolmamakta, aşırı susuzluk olmasına rağmen ondan içmek için kaynağa gidenler az olmaktadır. Bunu bildiğim için onları 'okumazlar, onun nadide cevherlerini tahk]'k ipine dizmezler diye korktum ve bu yüzden onları açıklama arzusunu dizginledim, onları yazmaktan kalemimi ve parmaklarımı alakoydum. Kaldı ki kitabın çeşitli yerlerinde onlara işarette bulunan remizler, onların parıldayan güneşinden akseden parıltılar bulunmaktadır. Kim bunları elde ederse, -Allah'ın izniyle- onun söz konusu hakikatlere ulaşması umulur. Bu mertebede olmayan kimselerin ise, açıkça ortaya konanları elde etmekle yetinmesi halinde kendisine bir nakısa terettüp etmez. Bu kitapta uslil ilminin tahkiki yanında öyle bir ilim vardır ki, onun sayesinde selefin yoluna gidilir, inceleme ve değerlendirme sırasında o, karşılaşılacak karışıklıklar, farklı düşünceler karşısında apaçık olana vakıfkılar.

 

Herşeyin meleklitu elinde olan Yüce Allah'tan hakkını ifa konusunda bize yardıma olmasını ister, bize lütfu, keremi ve rahmeti ile muamele etmesini temenni ederiz. Şüphesiz ki O, herşeye kadirdir; icabete dair ahdi vardır. Ve'l-hamdu lillah ve kefa ve selamun ala ibadihi'l-lezine'stafa ...

 

* * *

 

Dine hizmet uğrunda bu önemli çalışmayı başarıyla tamamlayan Allah'a hamd olsun. Salat ve selam en şerefli Peygamber' e ve onun tüm al, ashab ve sair tabilerine olsun! Bu çalışmanın kabule şayan olması için Allah'a niyaz ederiz. Şüphesiz ki O, bütün umutların kendisine bağlandığı yer, herşeyin kendisinden istendiği tek mercidir.

 

Allah Teala'nın muvaffak kılmasıyla el-Muvafakat'ın bu dördüncü ve son cildi tamamlanmış olmaktadır. Allah, bütün müslümanlar için onu faydalı kılsın, müellifini, şarihini, baskısını yapanı, neşre hazırlayanını, ilim ve din uğrunda hizmeti geçen herkesi sevaplandırsın. Talebeler için bu eserin tahsilini kolaylaştırsın. Amin! Velhamdu lillahi Rabbi'ı-alemin ...