EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / FETVA / ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Bu mesele, bir önceki konu üzerine bina edilir. Şöyle ki: İlmin gereğine muhalif düşen bir kimsenin fetva vermesi sahih olmaz. Gerçi usulcüler bu konuya dikkat çekmişler ve gerekli açıklamalarda bulunmuşlar ise de, bu onların sözlerinde çok mücmel kalmıştır. Bu itibarla, fetvanın kısımları da dikkate alınarak konunun açıklanmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

 

Fetvanın sözlü halinde, sözleri gayrımeşru bir şekilde sadır olmuş olabilir. Bu takdirde onun fetva ile ilgili sözleri, sair sözleri gibi değerlendirilir. Nasıl ki diğer sözleri gayrımeşrü bir hal üzere sadır olabiliyorsa, fetva ile ilgili sözleri de aynı şekilde olabilir. Böyle bir söze ise güven duyulamaz ve itibar edilemez.

 

Fiillerine gelince, eğer bunlar din ve ilim adamlarının fiilleri hilafına bir şekilde sadır olmuşsa, o fiillere uyulması, onların selef-i salihin amelleri cümlesinden kabul edilmesi ve onların örnek alınması sahih olmaz.

 

İkrarları yani tasvipleri de aynıdır; çünkü bunlar da fiilleri cümlesinden olmaktadır.

Sonra bu üç yönden (yani söz, fiil ve ikrardan) her biri, diğer iki kısma etki eder. Organlarıyla (yani işlediği fiil ile şeriata) ters düşmesi, sözü ile de ters düştüğünü gösterir. Sözü ile ters düşmesi de, fiili ile ters düşmesine delilolur. Çünkü hepsi de kalbi olan tek birşeyden sadır olmaktadır.

 

Bu, ilmin gereğine muhalif olan bir kimseden sadır olacak fetvanın sahih olmadığının icmali olarak beyanı olmaktadır.

 

Konunun genişçe açıklanmasına gelince: Mesela müftinin, kişiye kendisini ilgilendirmeyen şeyler hakkında susmasını emretmesi halinde, eğer bizzat kendisi de lüzumsuz şeyler hakkında süküt eden biri ise, o zaman fetvası doğru olacaktır. Eğer lüzümsuz konuşmalara dal an kimselerden biri ise, o takdirde fetvası doğru olmayacaktır. Sana dünya karşısında zahidane bir hayat yaşamanı öğütler ve bizzat kendisi de aynı şekilde yaşarsa o zaman fetvası doğru olacaktır. Yok kendisi dünyaya dört elle sarılır bir halde olursa o zaman fetvası yalan olacaktır. Sana namazları vaktinde ve tadil-i erkana riayetle kılınanı öğütler ve kendisi de öyle olursa, fetvası doğru, aksi takdirde yalan olacaktır. Emir mahiyetinde olan diğer şer'i hükümler hakkındaki fetvasında da durum aynı olacaktır. Yasaklar hakkında da durum aynıdır: Mesela, yabancı kadınlara bakmayı yasakladığı zaman, eğer bizzat kendisi de bakmayan biri ise, fetvası doğru olur. Kendisi doğru sözlü biri olduğu halde yalan söylemeyi, zina etmediği halde zina etmeyi, kendi kötü sözlü olmadığı halde kötü sözde bulunmayı, kötü kimselerle düşüp kalkmadığı halde, onlarla beraber olmayı yasaklarsa ... vb. bütün bunlarda fetvası doğru ve o kimse sözüne ve fiiline uyulan biri olur. Aksi takdirde ne fetvası doğru olur, ne de sözüne ve fiiline uyulabilir. Çünkü sözün doğruluğunun alameti, fiile uygun düşmesidir. Hatta bu, ulemaya göre hakikatta doğrunun bizzat kendisidir. Bu yüzdendir ki Allah Teala: "Müzminler içerisinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda can vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir"[Ahzab 23] buyurmuş, bunun zıddı yani fiilin söze uygun düşmemesi hakkında da "Onlardan kimi de, 'Eğer Allah lutuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (ve zekat) vereceğiz ve elbette biz salihlerden olacağız!' diye Allah'a and içtiler. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah'a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu''[Tevbe 75-77] buyurmuştur. Görüldüğü gibi doğruluk konusunda, sözün fiile uygunluğuna, yalan konusunda da sözün fiile uygun düşmemesine itibar edilmiştir. Allah Teala (Tebük seferine iştirak etmeyip)' geride kalan üç kişi hakkında da: "Ey inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun!,,[Tevbe 119] buyurmuştur.

 

Buna göre alim, bir hüküm, emir ya da nehiy hakkında bir söz söylediği zaman, aslında o şey, kendisi ve diğer mükellefler arasında müşterek birşeyolmaktadır. Dolayısıyla eğer o söylediği şeye uygun hareket ederse, doğru söylemiş; yok tersine hareket ederse yalan söylemiş olur. Muhalefet hali ile birlikte fetva sahih olmaz; fetva ancak uygunluk halinde sahih olur.

 

Bu konuda değerlendirme yapacak kimselerin insanların efendisi (Rasülullah'ı [s.a.v.] dikkate almaları yeterli olacaktır. Onun fulleri ile sözleri arasında tam ve kusursuz bir uyum bulunuyordu. Kendisi hakkında: "Allah Teala, rasülü hakkında dilediği şeyi helal kılar ... " diyen kimseye, durumun öyle olmadığını ifade ile tepki göstermişti. Yine kendisine yöneltilen bir durum hakkında "Ben yapıyorum,'' dediği zaman: "Sen bizim gibi değilsin. Allah Teala, senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını atfetmiştir" diyen kimseye kızmış ve: "Vallahi, elbette ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan ne ile sakınacağını en iyi bileniniz olmayı umuyorum" buyurmuştur. Kur'an'da da Şuayb'dan [a.s.] bahsederken Allah Teala: ("And olsun ki), Allah bizi ondan (kafirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah'a karşı iftira etmiş oluruz"[A'raf 89] buyurmuştur. Yine Allah Teala: "Size yasak ettiğim şeylerde aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum"[Hud 88] buyurmuştur. ayet, sözün fiile uygun düşmemesi halinin, sözün yalan olacağı sonucunu gerektireceğini beyan etmektedir. Bu, bundan önceki meselede geçen hususun gereği olmaktadır. Pey­gamberlerin, [a.s.] henüz peygamber olmadan önce Allah Teala'yı bilmemekten ve O'ndan başka mabudlara tapınmaktan korunmuş olmaları hakkında (delil olmak üzere) şöyle demişlerdir: Çünkü kalpler, hali böyle olan birinden nefret eder. Aynı mana, peygamberlikten sonraki hayatı için —usulle ilgili konular bir tarafa— fer'i hükümler hakkında da evleviyetle geçerlidir. Çünkü eğer onlar bazı şeyleri emretseler ve bazı şeyleri yasaklasalar ve sonra da dönüp —Allah saklasın!— onları işleyecek olsalardı, bu onlardan uzaklaşılmasının en önemli sebeplerinden biri olur ve onlara uymaktan yüz çevirmeyi gerektirirdi. Veraset yoluyla onların makamında bulunan kimselere gelince, bu makama gerçekten ulaşabilmiş olmanın göstergesi, fiilin söze uygun olarak sadır olmasıdır. Rasulullah [s.a.v.] (meşhur Veda hutbesinde) ribayı yasaklayınca: "Kaldırdığım ilk riba, (amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın ribasıdır" buyurmuş, cahiliye adeti olarak süregelen kan davalarını kaldırdığını ilan ettiği zaman da: "Kaldırdığım ilk kan davası da, bizim davamız yani Rabia b. el-Haris'in kanıdır" buyurmuştur. Bir hırsızlık olayında cezanın tatbik edilmemesi için tavassut edilmesi karşısında: "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer Rasulullah'ın kızı  Fatıma çalmış olsaydı, mutlaka elini keserdim' buyurmuştur. Bütün bunlar, söz ile fiilin (uygulamanın) birbirine uygun olması, insanların Allah'ın hükümleri karşısında eşit oldukları esasının hem kendisine hem de yakınlarına nisbetle korunması gerektiği konusunda açıktır.

 

Konu ile ilgili deliller sayılamayacak kadar çoktur.

 

İslam şeriatı, söylediğinin tersini yapan kimseler hakkında yergide bulunmuştur. Bu meyanda olmak üzere Allah Teala şöyle buyurur: "İnsanlara iyilik yapmalarını emreder de kendinizi unutur musunuz?!"(Bakara 44); "Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur"(Saf 2-3) Cafer b. Burkan, Meymun b. Mihran'ın: "Kıssacı (vaiz), gazabı; onu dinleyen de rahmeti bekler" dediğini nakleder. Ona: "Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? ayeti hakkında ne dersin? Acaba bundan maksat kendisini öven ve (asılsız yere) şu şu hayırları yaptım diyen kimse midir? Yoksa kendisi ihmal gösterdiği halde, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan kimse midir?" diye sordum. O bana: "Her ikisi de" diye karşılık verdi.

 

İTİRAZ: Eğer durum anlatıldığı gibi ise, o zaman fetva verme, iyiliği emretme ve kötülüğü önleme işlerinin üstlenilmesi imkansız bir hal alır. Halbuki ulema şöyle demektedir: İyiliği emretme ve kötülüğü önleme konusunda, bu işi yapacak kimsenin emrettiği şeyi yapan, yasakladığı şeyi de terkeden biri olması gerekmez; aksi takdirde böyle bir şart bu görevin tümden ortadan kalkması gibi bir sonucu doğurur. Daha önce de geçtiği üzere, aslı ortadan kaldırma sonucunu doğuracak olan tamamlayıcı unsurlar itibardan düşerler. Dolayısıyla aynı durum burada yani iyiliği emretme ve kötülüğü önleme konusunda da geçerlidir. Aynı durum, fetva görevi için de söz konusudur. Hiç sürçmeyen, hiç hata yapmayan ve hiç sözü fiiline ters düşmeyen biri bulunabilir mi? Özellikle de nübüvvet nurundan uzaklaşmış olan son dönemlerde böyle birini bulmak mümkün mü? Evet! Mutlak anlamda sözü fiiline tam uygunluk arzeden bir kimsenin, bu mertebelere getirilmeyi herkesten önce hak eden biri olduğunda en ufak bir kuşku yoktur. Ancak öyle birinin bulunmaması halinde, fetva makamının boş kalması ve hiçbir kimse tarafından bu görevi üstlenmenin sahih olmaması gerçekten kabul edilebilir değildir.

 

CEVAP: Bizim buradaki amacımız karşısında bu itiraz yerinde değildir. Çünkü bizim burada sözünü ettiğimiz husus, şer'i hüküm hakkında olmayıp, fetvaya yeltenmenin sıhhati ve vukuunda ondan istifadenin husülü konusundadır. Biz şunu söylüyoruz: Müctehid olan alime, mutlak anlamda fetva vermesi ve bu görevi üstlenmesi vaciptir; sözü fiiline uygun düşsün düşmesin bu görevi üstlenmek zorundadır. Ancak verdiği fetvanın kabul görmesi ve beklenilen faydanın elde edilebilmesi için fiillerinin sözüne uygun olması şarttır. Aksi takdirde fayda hasıl olmaz; olsa bile her zaman için olmaz. Şöyle ki: Eğer sözü fiiline uygun ise, o fetvadan beklenilen fayda hasıl olur ve hem sözde hem de fiilde ona uyma birlikte gerçekleşmiş olur. Veya en azından gerçekleşme işi büyük ölçüde beklenilir. Çünkü fiil, sözü ya tasdik eder ya da yalanlar. Sonra fiilin sözüne ters düşmesi halinde, bu durum onu adalet mertebesinden fasıklık derecesine düşürebilir de, düşürmeyebilir de. Eğer muhalefet, onu adalet vasfından düşürebilecek bir düzeyde ise, ona uymanın doğru olmayacağı, kendisinin fetva verme işini üstlenmesinin sahih olmayacağı konusunda hem şer'an hem de adeten herhangi bir tereddüt bulunmaz. Böyle birine uyan kimse de onun gibi (şeriata) muhalif düşmüş olur. Dolayısıyla gerçekte ne fetva ne de hükümden söz edilemez. Eğer ikinci durum söz konusu ise, o kimseye uyulması, ondan fetva talebinde bulunulması sahih olur ve bu durumda fetvası, muhalif düştüğü konuda değil de, uygun düştüğü alanda olur. Daha önce de söylediğimiz gibi, bir kimse sana zinayı terketmen, içki içmemen ve vacipleri yerine getirmen doğrultusunda fetva verse ve kendisi de dediklerini tutmuş olsa, bu durumda sözünün fiili ile tasdiki gerçekleşmiş olur. Sana dünyada zahidane bir hayat sürmeni ya da lüks bir hayat sürenlerden uzak durmanı ya da benzeri adalet vasfını temelden zedelemeyecek olan başka bir hususu yapmanı (ya da yapmamanı) söylese, sonra onun dünyaya sarıldığını ve senin beraber olmamanı istediği kimselerle düşüp kalktığını görsen, bu takdirde onun fiili sözünü doğrulamamış olur. Evet, gerçi şeriat bize müftinin sözüne uymamızı emretmiştir. Ancak diğer taraftan Şari' Teala onu aynı zamanda hem sözü hem de fiili ile kendisine uyulsun, örnek alınsın diye o makama getirmiştir. Çünkü o peygamberin varisidir: Hal böyle iken, şeriata ters düşmesi halinde, sahip olduğu mevkiin gereğine muhalefet etmiş, fiil sözü yalanlamış olur. Zira insan fıtratı, fiillere tabi olmaya daha yatkındır. Dolayısıyla alimin tam anlamıyla örnek alınabilmesi ve fetvaya ehil olması ve verdiği fetvanın bir anlam ifade edebilmesi için mutlaka sözün fiil ile uyum arzetmesi gerekecektir. Ebü'l-Esved ed-Düeli ne güzel demiştir;      Önce kendinden başla ve nefsini önle azgınlığından, Sen bilge birisin, eğer nefsin vazgeçer, arınırsa ondan, O zaman söylediğin söz dinlenir, Örnek alınır görüşün, fayda verir öğretim. Bir huyu yasaklayıp da yapma kendin, Eğer yaptıysan büyük bir ayıp işledin!

 

Bu hem akla hem de nakle uygun bir manadır. Sağduyu sahipleri arasında bu konuda görüş ayrılığı bulunmamaktadır.

 

 

FASIL:

 

SORU: Sözü ile fiili arasında terslik bulunan böyle bir müfti karşısındaki müsteftinin yani fetva talebinde bulunan kimsenin hükmü ne olacaktır? Mükellefiyet getiren konularda onu taklid etmesi doğru olur mu? Yoksa olmaz mı? Yani böyle bir müftinin sözü esas alınır ve onunla amel edilebilir mi?

 

CEVAP: Bu sorunun cevabı, yukarıda arzedilen hususlar üzerine kuruludur. Şöyle ki: Vuküda sıhhat açısından ele alındığı zaman, bu sahih olmaz. Çünkü bu müftiye nisbetle sahih olmadığına göre, aynı şey müsteftiye nisbetle de sahih olmaz. Devamlı ve çoğunluk halde bulunan budur. Bunun dışında kalan ise, nadir gibidir ve hiçbir şekilde külli bir esasa mesned olabilecek durumda değildir. Şayet konu, şer'i ilzam açısından ele alınacak olursa, o zaman meselenin fıkhi durumu açıktır. Eğer müftinin muhalefeti açık ve adalet vasfını düşürecek bir düzeyde ise, o fetva ile ilzam asla sahih olmaz. Çünkü sözün kabul edilmesi ve gereği ile amel edilmesi için, doğru olması şartı vardır. Adalet sahibi olmayan kimseye ise -her ne kadar verdiği fetva haddizatında deliller doğrultusunda ve yerli yerinde olsa bile- güven duyulamaz. Çünkü fetvanın şeriliği ancak kendisinin beyanına istinaden bilinebilecektir. Kendisi ise güvenilir biri değildir. Dolayısıyla müsteftinin böyle bir fetva ile ilzam edilmesi durumu düşer. Müsteftinin ilzamı durumu düşünce, acaba müftiye yönelik fetva verme görevi gibi bir mükellefiyet hala var olmaya devam eder mi? Bunun cevabı, "Şart-ı şerinin husulü, yükümlülük konusunda şart mıdır?

 

Değil midir?" meselesinde bulunan görüş ayrılığı üzerine kurulur. Konu usul kitaplarında açıklanmıştır.

 

Eğer muhalefeti adalet vasfım düşürecek kabilden değilse, o takdirde sözünün kabul edilmesi sahih, verdiği fetva doğrultusunda amel edilmesi zimmetten borcun düşebilmesi için yeterli olur. Bu durumda şer'i ilzam her ikisine de birden yönelik olarak bulunur.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

DÖRDÜNCÜ MESELE