EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / FETVA / İKİNCİ MESELE:

 

Müftiden sadır olan fetva, sözü ile olduğu gibi fiili ve ikrarı (onay) yolu ile de olur.

 

Sözlü fetva: Söz ile verilen fetva konusu açıktır; dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yoktur.

 

Fiili fetva: Fetvanın fiil ile olabilmesi iki yoldan olur:

 

(1)  Fiil, kullanılışı yaygın olarak biline bir konuda anlatma kasdı içerir.

 

Bu tür fiiller açık söz yerine geçer. Mesela Rasulullah [s.a.v.] parmakları açık olarak iki elini göstermiş ve: "Ay böyle, böyle ve böyledir" buyurmuştur. Rasulullah'a [s.a.v.] hacc hakkında soru sorulmuş ve (soruyu soran kişi): "Şeytan taşlamadan önce kurban kestim. Ne gerekir?" demiş,

 

Rasulullah [s.a.v.]da başı ile işaret etmiş ve "Bir günah yoktur" demiştir. Yine Rasulullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: İlim alınır, ortaya bilgisizlik ve fitneler çıkar, herc çoğalır" Dediler ki: "Here nedir? Ya Rasulallah!" o eliyle: "İşte böyle" buyurdu ve sanki öldürmeyi tarif ediyormuş gibi eliyle işarette bulundu. Güneş tutulması (küslif) hakkındaki Hz. Aişe hadisi de böyledir. Şöyle ki: Esma, namaz kılmakta olan Hz. Aişe'ye gelmiş ve "İnsanların bu hali ne?" diye sual sormuş. O da başı ile göğe işaret etmiş. "Bu. bir ayet midir?" demiş. Hz. Aişe de: "Başı ile (evet anlamına) işaret etmiş" Rasulullah [s.a.v.], kendisine namaz vakitlerini soran kişiye: "Bu iki günü bizimle birlikte kıl!" demiş, sonunda da: 'Vakit, bu ikisi arasındadır" buyurmuştur. Bu manada örnekler gerçekten pek çoktur.

 

(2)   Nümune-i imtisal olma ve bu amaçla gönderilmiş bulunmasının gereği olarak fıillerin beyan manası içermesi: Bunun esası Allah Teala'nın şu buyruğudur: "Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın"[Ahzab 37] Hz. İbrahim hakkında ise: "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır ... "[Mümtehine 4] buyurur. Örneklik, fiilin, örnek alman kimsenin işlediği şekil üzere işlenmesidir. Bizden öncekilerin şeriatı, bizim de şeriatımızdır. Rasulullah [s.a.v.], Ürtmt& Seleme'ye: "Ben oruçlu olduğum halde, eşlerimi öper olduğumu ona bildirseydin ya!" buyurmuştu. Yine o: "Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız, siz de öyle kılın!"; "Hac menasikinizi benden alın!'' buyurmuştur.

 

Rasulullah'ın [s.a.v.] fiillerine uyma konusunda İbn Ömer hadisi vb. gizli kalmayacak kadar açıktır. Bütün bunlar sebebiyle usulcüler, hükümlerin beyanı konusunda onun fiillerini sözleri mesabesinde kabul etmişlerdir.

 

Durum böyle olup müftinin Rasulullah'ın [s.a.v.] makamına kaim ve onun naibi durumunda olduğu sabit olunca, bundan müftinin fiillerine de aynı şekilde uyulması lazım geleceği sonucu çıkar. Bu durumda, eğer fiili ile beyan ve anlatım kastetmişse ona uymanın gerekli olacağı açıktır. Böyle bir kasdı bulunmaması halinde ise hüküm, iki açıdan dolayı yine

aynı şekilde olacaktır.

 

(1)   Müfti varistir. Varis olduğu kişi yani Rasulullah [s.a.v.], hem sözü hem de fiili ile mutlak anlamda örnek bulunuyordu. Dolayısıyla onun yerini alan varis de aynı şekilde olacaktır. Aksi takdirde gerçek anlamda bir verasetten bahsetmek mümkün olmaz. Şu halde müftinin fiilleri de, aynen sözlerinde olduğu gibi örnek alınma durumundadır; onları bu şekilde değerlendirmek gerekecektir.

 

(2)   Fiillerin örnek alınması -toplum içerisinde gözde büyütülen insanlara nisbetle- insan yaratılışında mevcut bir sırdır. İnsanların, yaratılışlarında bulunan bu özellikten koparılmaları hiçbir şekil ve halde mümkün değildir. Özellikle de itiyat halini alması, sürekli tekrarlanması ve Örnek alınan kişiye karşı bir muhabbet ve meyil duyulması halinde bu imkansızdır. Eğer bu halde bulunan bir kimse, bazı insanlarca örnek alınıp kendisine uyulmuyorsa, bilesin ki bu mutlaka bir başka örneğe uyulması sebebiyle olmaktadır. Bu durum Rasulullah [s.a.v.] zamanında iki yerde ortaya çıkmıştır:

 

a) Birincisi şudur: Rasulullah [s.a.v.] müşrikleri inançsızlıktan imana, putlara tapmaktan Allah Teala'ya kulluk ve ibadete davete başladığı zaman, onların örnek aldıkları şeylerin en başında ataları geliyor; onlara uyulması ve onların örnek alınması ilke kabul ediliyordu: "Onlara (müşriklere) 'Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' dediler"[Bakara 170] Yine onlar: 'Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf birşeydir!' dediler"[Sad 5] Bu ve benzeri ayetler bu gerçeği ifade etmektedir. Rasulullah [s.a.v.] onları uyarmaya devam etti; onlar ise, atalarını üzerinde buldukları gidişata ısrarla devam ettiler. Sonunda iş harbe kadar gitti. Onlar buna razı oldular; fakat gidişatlarını terketmediler. İşin ilginç tarafı, kendilerinin davet edildikleri şeyin bir kısmı ataları Hz. İbrahim'e uymadan ibaretti ve onlara şeriatı Muhammedi de ilave edilmişti. Allah Teala onlara hitaben: ''Atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi) ... "[Hacc 78] ifadesini kullanmıştı. Bu, onları en büyük atalarına uymaya, onun gidişatını takip etmeye çağırmanın bir kapısı oluyordu. Bununla birlikte onlara İslam'da bulunan güzel ahlak esaslarını, faziletleri açıklıyordu ki, ataları bunların çoğunu zaten güzel bulur ve onları yaparlardı. Böylece, örneklik, yanlış yolda olanları örnek almadan uzaklaştırıcı bir yololarak kullanılmıştı ki bu, rıfk ve hikmetin gereği ile davette bulunmanın en belirgin yollarından biri olmaktadır. Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:

 

"Sonra da sana 'Doğru yola yönelerek İbrahim'in dinine uy! Zira o müşriklerden değildi' diye vahyettik"[Nahl 123]; "Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!"[Nahl 125] Allah'a davet yolunda takınılan bu incelik, Rasulullah'ın [s.a.v.] davet metodunda sürekli kullandığı hikmet türlerinden biri oluyordu. Öbür taraftan, Kur'an'da zikredilen üstün ahlak, bizzat Rasulullah'ın [s.a.v.] ahlakı idi. Onlara nisbetle, fiil, sözü tasdik etmekteydi. Bu durum, ona uymayı ve onun örnek alınmasını telkin ediyordu. Dolayısıyla sonuçta onlar da boyun eğdiler ve Hakk'a döndüler.

 

b) İkinci mahal ise, ashabın İslam'a girip, Hakk'ı tanıyıp, Rasulullah'ın [s.a.v.] emir ve yasaklarına uyma konusunda birbirleri ile yarışa girmeleri anında olmuştur. Bazı hallerde Rasulullah [s.a.v.] kendilerine bir emirde bulunmuş ve onları dinleri için kendileri hakkında hayırlı olacak şeye irşad etmiştir. Bununla birlikte onlar, Rasulullah'ın bizzat işlemiş olduğu fiillere yönelmişler, onları sözlerine tercih etme yoluna gitmişlerdir. Mesela, emrettiği halde ashap, ihramdan çıkmaya yanaşmamışlardır. Hatta Rasulullah [s.a.v.] eşi Ümmü Seleme'ye: "Görmez misin şu kavminin halini! Emrettiğim halde, emrime uymuyorlar" diye serzenişte bulunmuştur. Bunun üzerine Ümmü Seleme: "Kurbanını kes ve tıraş ol!" demiş, Rasulullah [s.a.v.] onun dediği gibi yapınca ashap da kendisine tabi olmuştur. Yine visal orucu hakkında da benzer durum olmuş, onlara bu orucu yasakladığı halde onlar tutmaktan geri durmamışlar ve gerekçe olarak da bizzat kendisinin tutmakta olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bunun üzerine Rasulullah [s.a.v.]: "Şüphesiz ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" buyurdu. Buna rağmen onlar tutmaya devam edince, onlarla birlikte kendisi de visale başladı ve sonunda onlar güç yetiremediler ve Rasulullah [s.a.v.] şöyle buyurdu:

 

"Eğer ay gecikseydi, ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi" Bir başka hadise şu şekilde olmuştur. Rasulullah [s.a.v.] ashapla birlikte bir seferde iken onlara oruç tutmamalarını emretmişti. Kendisi ise oruçlu bulunuyordu. Bu hali gören ashab ya da bir kısmı emre uymamış ve duraksamışlardı. Bu durum bizzat kendisi bozuncaya kadar sürmüş, sonunda onlar da kendisine bakarak bozmuşlardı. Onlar Rasulullah'ın [s.a.v.] sözlerini araştırdıkları gibi fiillerini de araştırmakta idiler. Bu konu, onun makamına gelecek olan alim için uyması gereken en ağır bir şart olacaktır. Beyan konusunda bu mesele ile alınmıştı. Ancak yapılan açıklama bir başka açıdan . Buna rağmen her iki yerde de mana aynı noktaya çıkmaktadır.

 

İTİRAZ: Belki burada biri çıkarak şöyle diyebilir: Şüphesiz Rasulullah [s.a.v.] masum idi. Dolayısıyla onun fiilleri hiç kuşkuya yer kalmadan uymaya (iktida) mahaldir. Diğer insanların durumu ise böyle değildir. Çünkü diğer insanların fiilleri (masum olmadıkları için) hata, unutma ve masiyete hatta iman bir tarafa küfre bile mahal bulunmaktadır. Bu durumda böyle birinin fiillerine nasıl güven duyulabilir? Şu halde Rasulullah'ın [s.a.v.] dışındaki insanların (burada müfti söz konusu) fiilleri, (şer'i bir hüccet gibi) uyulması gerekli şeylerden olamaz.

 

CEVAP: Eğer biz bu ihtimali, müsteftiye nisbetle müftinin fiillerinin hüccet olması konusunda sabit görecek olursak, aynı ihtimali onun sözleri konusunda da sabit görmemiz gerekir. Çünkü sözlerinde de hata etmesi, unutması, kasden veya yanılarak yalan söylemesi mümkündür; zira sözleri konusunda da masum değildir. Madem ki bu ihtimal sözleri konusunda dikkate alınmamaktadır, fiilleri hakkında da dikkate almamak gerekir. Bu noktadan hareketledir ki, şer'an alimin zellesi çok tehlikeli bulunmuştur. Nitekim bu konu burada ve Beyan bahsinde ele alınmış ve açıklanmıştır. Bu durumda müftinin, hem fiili hem de sözü ile fetva makamında bulunduğunun idraki içerisinde olması gerekmektedir. Şu manada ki onun mutlaka fiillerine dikkat etmesi, onların hep şer'i esaslar dahilinde cereyan etmesine çalışması gerekir ki böylece kendisi fiilleri konusunda bir örnek telakki edilebilsin.

 

İkrar yani tasvip yoluyla fetvaya gelince bu, esas itibarıyla fiile racidir. Çünkü el çekmek fiildir. Müftinin, (yanlış) bir iş gördüğü zaman onun yanlışlığını belirtici bir açıklama yapmadan geri durması, sanki onu açıkça onaylamış anlamına gelir. Usulcüler, bunun Rasulullah'a [s.a.v.] nisbetle şer'i bir delilolduğunu ortaya koymuşlardır. Bu durumda, fetva makamında bulunan kişiye nisbetle de hüküm aynı olacaktır. Fiili fetva babında ileri sürülen deliller aynısıyla tereddütsüz olarak bu konu için de geçerlidir. İşte bu anlayıştan hareketledir ki, selef-i salih iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak (emri bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker) görevinin yerine getirilmesi konusuna son derece önem vermişler, bunun üzerinde azim ve sebatla durmuşlar, bu konuda karşılaşabilecekleri güçlüklere, ölüm vb. gibi sonuçlar da dahil olmak üzere maruz kalabilecekleri zararlara aldırış etmemişlerdir. Kötülüğün önünün alınması konusunda ruhsat hükümle amel etmeyi yeğleyen kimseler, dinini yaşamak için uzlete çekilmiş ve yalnız yaşamışlardır. Tabii bunu yaparken de, yaptıkları bu işin, kötülüklerin önlenmesi ilkesinin terkinin getireceği zarardan daha büyük bir zararın ortaya çıkmaması noktasını göz önünde bulundurmuşlardır. Çünkü iki şerden daha hafif olanını (ehven-i şerreyn) işlemek, her iki şerri de birden işlemekten daha evladır. Mesele aslında, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama konusundaki kaidenin çalıştırılması sonucuna çıkmaktadır. Bu konuda söz konusu olan üç mertebe, delilleri ile birlikte olmak üzere ilgili eserlerde ele alınmış ve açıklanmıştır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ÜÇÜNCÜ MESELE