EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / İSTİFTA VE
İKTİDA / BEŞİNCİ MESELE:
Örnek durumda olan
kimselerden sadır olan fiillere uymak iki şekil üzere olur:
(1) Fiillerine uyulacak olan kimse, masumluğuna dair
hakkında delil bulunan biri olabilir. Rasulullah'ın [s.a.v.] fiillerine uymak
böyledir. Keza icma ehlinin ya da adeten veya şer'an hata üzerinde görüşbirliği
etmeyecekleri bilinen kimselerin -İmam Malik'e göre Medine ehlinin ameli gibi-
fiiline uymak da böyledir.
(2) Birincinin aksi olur. Bu ikinci kısım da ikiye
ayrılır:
1. Kasden fiiline
uyulması için belirlenmiş (atanmış) olur. Hakimlerin emir ve yasakları, yargı
mahallinde almak, vermek, reddetmek ve onaylamak gibi işleri böyledir. Veya
fiile olan kasdının taabbudiliği, dinine ve emanetine güvenilirliği hasebiyle
karinelerle belirmiş olur.
2. Diğeri ise, böyle bir
durumun belirlenmemiş olması halidir. Böylece karşımıza üç kısım çıkmaktadır;
uyma (iktida) açısından her biri hakkında söz etmemiz gerekmektedir.
Birinci Kısım:
a) Uyan kimse, fiili,
sadece uyduğu kimsenin işlediği tarz üzere işlemek isteğini bulundurur ve bunun
dışında başka bir kasıt aramaz. İşlenilen fiilin dayanağını anlamı Ş ,olup
olmaması arasında fark yoktur.
b) Veya haddizatında
fiilin bir başka tarz üzere işlenmesi ihtimaline rağmen uyduğu kimseyi
ihtimaller içerisinde en güzelolanına niyet ettirme ziyadesinde bulunur ve ona
olan uymasını muhtemel olan en güzel hal üzerine bina eder, onu bir asıl kılar
ve üzerine hükümler tertip eder, meseleler tefri' eder.
Birinci kısımda,
usülcülerin ortaya koymuş olduğu esaslar üzere uymanın sahihliği konusunda
herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Nitekim sahabe, pek çok konuda
Rasulullah'ın [s.a.v.] fiiline bu şekilde tabi olmuştur: altın yüzüğü
çıkarmaları, namazda iken pabuçlarını çıkarmaları, yolculuk esnasında if tar
etmeleri, Hudeybiye senesinde umre ihramından çıkmaları... hep böyle olmuştur.
Üzerinde icma ettikleri vb. sahabenin fiilleri de aynı şekildedir.
İkinci kısma gelince,
maksadın açık seçik olmasının mümkün olması halinde bunun hakkında görüş
ayrılığı olabilir. Ancak doğru olan, aşağıdaki durumlar sebebiyle, onun uyma
konusunda şer'an muteber olmamasıdır:
Birincisi: (Fiili dini
mahiyette işlemiştir, şeklinde) hüsnüzan bulundurmak, uyan kişinin kendi kasdı
önünde, kendisine uyulanın muhtemel kasdının delilsiz ilgası anlamına
gelmektedir.
Uyan kişinin belirlemiş
olduğu ihtimal, belirlenmiş değildir. Belirlenmiş olmayınca da, tercih ancak
nefsani arzular yoluyla yapılmış olur. Bu ise şer'i işlerde geçerli değildir.
Zira şeriatta, delilolmaksızın tercihte bulunmak caiz değildir.
İTİRAZ: Hüsnüzan
beslemek şeriatta zaten genelolarak istenilen birşeydir. Bu durumda, masumiyeti
sabit kimse hakkında böyle bir zan beslemek öncelikli olarak sabit olacaktır.
CEVAP: İtiraz yerinde
değildir. Şöyle ki: Müslümana karşı -hakkında kötü zan beslemeye sebep olacak
emareler olsa bile- hüsnüzan beslemek hiç kuşkusuz istenmektedir. Mesela:
"Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının"(Hucurat 12); "Erkek ve
kadın mü'minlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanlarıyla hüsnüzanda
bulunup da, 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?"(Nur 12)
ayetleri bunu amirdir. Hatta bu konuda insan, bilmediği şeyi söylemekle,
bilmediği şeye inanmakla dahi emrolunmuştur: "Bu apaçık bir
iftiradır"; Onu duyduğunuzda 'Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa!
Bu çok büyük bir iftiradır' demeli değil miydiniz"(Nur 16) ayetleri bunu
istemektedir. Buna rağmen, onun yani hüznüzannın üzerine herhangi bir şer'i
hüküm bina edilmiş değildir; ne bir şahidin adaleti konusunda, ne de bir başka
konuda, -kesin bilgi ya da zanm-ı galip doğuracak açık deliller bulunmadıkça-
sırf bu hüsnüzan üzerine hüküm binasına gidilmiş değildir.
Mükellef, her müslümana
karşı hüsnüzan beslemekle yükümlü olmasına, her müslüman da sırf bu zanna
müsteniden -deneme, tezkiye gibi yollarla sabit olmadıkça- adilolmadığına göre,
bu, mücerred birşeye hüsnüzan beslemenin o şeyi ispat etmediğini gösterir. O
şeyi ispat etmeyince de onun üzerine herhangi bir şer'i hüküm bina edilmez.
Fiillere yönelik hüsnüzan beslemek de bu kabildendir; dolayısıyla onun üzerine
de herhangi bir hüküm bina edilmez.
Bunun örneği şudur:
Mesela kendisine uyulan kimse, hem dini-taabbudi hem de dünyevi ve dini olmayan
masIahatların elde edilmesine yönelik mahiyette olabilecek bir fiil işlese, bu
iki ihtimalden birisini tayin edecek herhangi bir karine de bulunmasa, bu
durumda uyan kimsenin, kendisine uyulan kimsenin, o fiili -hakkında beslediği
hüsnüzanna mebni- dini-taabbudi bir mahiyet üzere işlemiş olduğuna
hamletmesidir.
İkincisi: Mesela
kendisine uyulan kimseye nisbetle hüsnüzan beslemek mükellefin fiillerinden
kalbi bir fiildir. O, vakıadakine uygun olsun olmasın, bununla mutlak olarak
zaten memurdur. Zira eğer hüsnüzan besleme emri, vakıaya uygunluğu kesin bilgi
ya da zann-ı galip yoluyla bilmeyi gerekli kılsaydı, o zaman hüsnüzan
beslemekle mutlak olarak emrolunmazdı; aksine vakıadakine dair zanm galip ifade
edecek delillerin bulunması haliyle kayıtlanırdı. Halbuki hüsnüzan besleme emri
ittifakla böyle değildir. Dolayısıyla o, mutabakatı gerektirmemektedir. Bu
durum sabit olunca, kendi hüsnüzannına binaen uyması, kendisine uyulan kişi
için hasılalan bir duruma değil de bizzat kendi fiillerinden biri üzerine
binada bulunmak olmaktadır. Ancak o, kendisine uyulan kimsenin katında mevcut
bulunan şey üzerine binada bulunmayı kastetmiştir. Sonuçta bu, uyma işini,
birşey üzerine bina etmiş olmadı. Bu ise batıldır. AHimetlerinin zuhuru üzerine
bina edilen uyma ise böyle değildir. Çünkü o, kendisine uyulan kimse hakkında
kesin bilgi ya da zann-ı galip yoluyla hasılalduğu bilinen birşey üzerine
kurulmuş olmaktadır ve uyan kimse, uymasında işte o şeyi kastetmektedir.
Böylece de o, sanki (taabbudiliği) belirlenmiş bulunan şeylerde uyma gibi bir
hal almıştır.
Üçüncüsü: Böyle bir
uymadan tenakuz gerekir. Çünkü ona, haddizatında da öyle diye beslediği zan
üzerine uymuş olur. Mücerred hüsnüzan beslemek ise, o şeyin haddizatında da
öyle olmasını ne kesin bilgi ne de zan düzeyinde gerektirmez. Gerektirmeyince
de o zaman ona uyma, haddizatında da öyle olduğu esası üzerine yapılmış olmaz.
Halbuki biz öyle olduğunu farzetmekteyiz. Bu ise, bir tutarsızlık ve
çelişkidir.
Bu nokta, hüsnüzan
beslemenin, bizzat zan ile karışması cihetinden belirsizlik arzedebilir.
Aralarındaki fark iki durumdan dolayı açıktır:
a) Bizzat zannın
kendisi, kendisine uyulan kimseye mesela "haddizatında da öyle
olduğu" kaydıyla taalluk eder. Hüsnüzan besleme ise böyle değildir; o,
vakıada o zan üzere olsun olmasın bizzat uyan kişiye taalluk eder.
b) Zan, delillerin tabii
ve zorunlu bir sonucudur ve mükellefin ondan ayrı kalması mümkün değildir.
Hüsnüzan beslemek ise, delilden neşet etmemekte, tamamen mükellefin kendi
ihtiyarı sonucunda olmaktadır. O sonuçta, kendisine uyulan kimse hakkında
müsbet ya da menfi söz konusu olan iki ihtimalden her biri hakkında geçerli
olan düşüncelerden bir kısmını yok etmek demektir. Onun hatırına güzelolan
düşünce geldiği zaman onu destekler, onu tekrar tekrar düşünmek ve inancı
hakkında nefsine telkinde bulunmak suretiyle zihnine yerleştirir. Hatırına
diğer ihtimal geldiği zaman ise, onu zayıflatır ve reddeder, zihninde bunu
tekrarlar ve bir daha adını anmaz.
İTİRAZ: Kendisine uyulan
kimsenin zahir hali ve geneldeki durumu uhrevi işlere meyletmek, ahiret için
hazırlıkta bulunmak, kendisini Allah Teala yoluna adamak ve Allah Teala ile
arasındaki hallerini sürekli murakabe altında bulundurmak olduğuna göre, zahir
odur ki, muhtemel bulunan bu cüz'i de, o genel ve galip olan çoğunluğa
katılacaktır. Aynen bu tarzda varid olan hükümlerin durumunda olduğu gibi.
CEVAP: Bu cüz'i, bu
takdire göre bu şekilde belirlendiği zaman, onu uhrevi ihtimale hamletme
kasdına yönelik zannı güçlendirebilir ve bu durumda o, -inşallah ileride de
bahsolunacağı gibi- ictihada mahal olur. Ancak bu takdir (farzetme), mücerred
hüsnüzan besleme üzerine bina olmamakta, aksine delilden neşet eden zannın
bizzat kendisi üzerine kurulu olmaktadır. Bu durumda olan zan ise, bazen
şeriatta üzerine hüküm binası için sebep olabilmektedir. Bizim üzerinde
durduğumuz mesele ise böyle değildir; aksine iki ihtimalden biri hakkında,
onunla ilgili olarak zann-ı galip doğuracak, diğer ihtimali ise zayıflatacak
ölçüde bir tercihin bulunmaması esası üzerine mebnidir. Mesela bir adam
düşünün, takva sahibi, Allah Teala'nın emir ve yasaklarına uymakta, dünyalık
bir meşguliyeti yok, sadece dünyası ve ahiretine nisbetle yükümlü tutulduğu
dinin gereklerini yapmaktan başka bir endişesi yok. Böyle birinin bu dünya
hakkında iki hali bulunur:
a) Dünyevi hali: Bununla
geçimini sağlar ve Allah Teala'nın kendisine ihsan etmiş olduğu nefsani
hazIarını yaşar.
b) Uhrevi hali: Bununla
da ahiret işlerini düzene koyar.
Bu ikincisi hakkında
herhangi bir söz yoktur. Bunlar haddizatında belirgin ve ihtimale kapalıdır.
Bunun istisnası ise çok nadirdir. Nadire de itibar yoktur.
Birinci kısma gelince,
bu ihtimali doğuran kısım olmaktadır. Mesela mübahı, kendi nefsani hazzını elde
etmek açısından işlemiş olabileceği gibi, kendi nefsi üzerindeki Allah
Teala'nın hakkını yerine getirmek açısından da işlemiş olabilir. Kendisine
uyulan kimse, böyle bir mübahı işler ve onun hangi açıdan işlemiş olduğu da
bilinmezse, bu durumda uyan kimse, onun hakkında beslediği hüsnüzanna binaen, o
mübahı sadece Allah TeMa'ya yaklaşmış olmak ve O'na kullukta bulunmak niyetiyle
işlemiş olduğu inancından hareketle, o mübahı takarrub (kurbet) kastı ile
işler. Bu halde iken, kendisine uyulan kimseye karşı beslediği hüsnüzandan
başka bir dayanağı, üzerine binada bulunacağı bir aslı ise bulunmamaktadır.
Çünkü kendisine uyulan kimsenin o şeyi işlerken, kendisi için mübah kılınmış
bulunan nefsani hazza ulaşmayı düşünmesi ve bu düşünce ile onu işlemiş olması
pekala mümkündür. Bu durumda uyan kimsenin kasdı, yerini bulmuş olmamaktadır.
Bulsa bile, kendisini kurbet kılan mübah birşeye tevafuk etmektedir. Mübah
birşey ise, -Hükümler bahsinde de izahı geçtiği üzere- kurbet telakki edilemez.
Dahası şunu da
söylüyoruz: Kendisine uyulan kişi, bir duruşta bulunsa veya elbisesini bir
şekilde alsa veya bir vakitte sakalını tutsa ve benzeri bir harekette bulunsa,
şimdi uyan kimse de, bu hareketleri ibadet kastı ile yapmıştır düşüncesine
binaen, aynen onun yaptığı gibi bu hareketleri yapmaya koyulsa, bu uyan kişi
ahmak ve aklı evvellerden biri kabul edilir. Çünkü kendisine uyulan kimsenin o
hareketleri dünyevi bir düşünceden dolayı, yahut bilinçsiz bir şekilde yapması
pekala mümkündür. Meseleden murad da işte bu ve benzeri durumlardır.
Aynı şekilde mesela onun
bir dirhemi bulunduğunu ve onu dostluk sebebiyle bir arkadaşına verdiğini
düşünelim., Aynı anda o dirhemi kendisine harcaması, yahut onunla mübah bir iş
yapması ya da sadaka vermesi kendisi için mümkün de olsun. İşte böyle bir
durumda uyan kimse şöyle der: Hüsnüzan, onun o dirhemi tasaddukta bulunmasını
gerektirir. Ancak o, bu uhrevi konuda dostunu kendi nefsine tercih etmiştir.
Dolayısıyla bundan uhrevi konularda kişinin, bir başkasını kendi nefsine
tercihinin caizliği sonucu çıkar.
Ulemadan biri bu mananın,
"Ben duamı kıyamet günü ümmetime şefaat için sakladım" hadisinde
bulunduğunu söylemiş ve ondan uhrevi konularda bir başkasını tercihin sahih
olacağı hükmünü çıkarmıştır. Zira O [s.a.v.], (hakkında beslenen hüsnüzannın da
gereği olarak) kendisine tanınan duayı, dünya işleri hakkında değil, mutlaka
ahiret işlerinden biri hakkında kullanırdı.
Siz geçen esas üzerinden
yürüdüğümüzde, birilerinin itiraz mahiyetinde aşağıdaki durumlardan ötürü, bu
alimin söylediklerinin doğru olmayacağını söylemesi mümkündür:
Çünkü, o duasını
herhangi bir dünya işi hakkında yapabilirdi. Zira onu illa da şöyle yapacaksın
diye kısıtlılık altına alma durumu söz konusu değildir. Bu durumda kendisine
nisbet edilecek bir nakisa da yoktur. Rasulullah [s.a.v.], dünyada bazı şeyleri
sever ve Allah TeMa'nın mübah kıldığı nimetlerinden istifade ederdi. Bu mesela
kadınları, güzel kokuyu, tatlıyı, balı, kabağı sevmesi; kelerden hoşlanmaması
vb. konularda belirgin bulunmaktadır. O, Allah Teala'nın kendisi için mübah
kılmış olduğu bazı şeyler hakkında da ruhsat hükümlerinden faydalanıyordu. Bu
gibi şeyler ondan çokça menklildür.
İkinci bir durum şudur:
Rasulullah [s.a.v.] pek çok dünyevi şeyler hakkında duada bulunmuştur:
Fakirlikten, borçtan, insanların galebe çalmasından, düşmanların oh etmesinden,
kederden, erzel-i ömre düşmekten .. Allah'a sığınması gibi. Rasulullah [s.a.v.]
bunların yerine uhrevi olan şeylerden Allah'a sığınabilirdi; fakat yapmadı.
Aynı mesele hakkında şu
da bir delilolur: Bazı peygamberler, "Her peygamberin ümmeti hakkında
müstecab bir duası vardır ... " hadisinde sözü edilen kendilerine ait
müstecab dualarını, dünyaya mahsus bir şekilde, kendilerine caiz bir biçimde
-ki bunlar ümmetlerine yaptıkları beddualardır-kullanmışlardır. Mesela,
"Nuh, Rabbim! dedi, kafirlerden yeryüzünde hiç kimseyi bırakma!"(Nüh
26) ayeti, müfessirlerin naklettiği üzere bu şekildedir. O, bu bedduası yerine,
onların ahirette yararlarına olacak başka bir dua yapabilirdi. Onların mahlukat
içerisinde Allah Teala'nın en seçkin kulları olmalarına rağmen bu tür dualarda
bulunabilmeleri, onların bütün fiil ve sözlerinin sadece ahirete yönelik olması
gerektiği gibi bir sonucun doğru olmayacağını ortaya koyar. Aynı şekilde
Rasulullah'ın [s.a.v.] duasının da, kesin olarak ahiretle ilgili olduğu taayyün
etmez. Dolayısıyla da hadiste o alimin dediklerine delilolacak bir husus
yoktur.
Üçüncü durum: Eğer biz
bu esas üzerine binada bulunacak olursak, o zaman bu sözü Rasulullah'ın
[s.a.v.] her fiili hakkında söyler olmamız gerekir. Rasulullah'ın [s.a.v.] fiillerinin
onun bir insan olmasının gereği yapılmış olup olmaması da farketmez. Zira onun
hakkında: "RasuluIlah [s.a.v.] o fiiliyle uhrevı olan durumları ve hususı
bir kulluk şeklini kastetmiştir" demek mümkündür. Halbuki durum ulemaya
göre hiç de öyle değildir. Dahası ondan dünyaya yönelik hiçbir fiili n
bulunmaması gibi bir sonuç da lazım gelir. Bundan, dünyevı olduğunu açıkça
söylediği fiilleri bir istisna olur. Zira bu takdirde açıklamadıkça, kastı
kapalı olacağından fiilin dünyevı oluşu hiçbir zaman açıklık kazanmayacaktır.
(Bu durumda uhrevı olduğu beyan edilen fiil, uhrevı olacaktır.) Yönünün
belirtilmemesi halinde de durum aynı olacaktır. Çünkü onun da ahiret için olma
ihtimali vardır. Bu durumda dünya işleriyle ilgili olarak beyan çok nadir
olacak demektir. Bu ise şeriatın büyük çoğunluğunun delalet ettiği şeyin
hilafına bir durum olmaktadır. Bu sabit olunca, bu şekil üzere bir uymanın
sabit olmadığı ortaya çıkar ve hadiste ona ait bir delalet unsuru da
bulunmamaktadır.
Kaldı ki hadis -daha
önce de geçtiği gibi- "Her peygamberin ümmeti hakkında müstecab bir duası
vardır ... " ifadesiyle duanın kendisine değil, ümmete mahsus olmasını
gerektirmektedir. Dolayısıyla o zatın zikrettiği tercih (lsar) manası burada
bulunmamaktadır. Çünkü tercih (ısar), aslen yararlanma durumunda olan tercihte
bulunan kimsenin, kendisine ait olan hakkı ikinci birine devretmesi demektir.
Burada ise böyle bir durum yoktur. Çünkü dua, daha başlangıç itibarıyla ümmet
lehine tahsis edilmiştir.
İkinci Kısım: Eğer,
hakimin atanması vb. gibi ise, bu takdirde de onun (atandığı konuda) fiiline
uymanın sıhhati konusunda bir kuşku bulunmamaktadır. Zira insanlar için o
fiilin hükmünü (fiill olarak) açıklamak üzere tayin olunmuşlukla, işlenilen ya
da terkedilen o fiilin hükmünü (söz ile) tasrih arasında bir fark
bulunmamaktadır.
Eğer alimin fiile ya da
terke yönelik kasdının taabbudilik olduğuna karineler delalet ediyorsa, o
takdirde konu ihtilafa mahal olmaktadır:
Böyle bir fiile
uyulamayacağını savunan taraf şöyle diyebilir: O alimin masum olmaması
sebebiyle, fiillerine hata, unutma ve hatta kasten isyan arız olabilir.
Fiilinin ne mahiyetle işlenmiş olduğu belirmeyince de, ibadetler ve muameleler
konusunda ona uymak nasıl sahih olabilir?! Bu yüzdendir ki seleften bazıları
şöyle demişlerdir: "İlmin en zayıfi görmektir" Yani, "Falanı
şöyle yaparken gördüm" demektir. Olur ya belki de o adam, o şeyi yanılarak
yapmıştır. İyas b. Muaviye de: "Fakihin ameline bakma; aksine sen ona sor,
o sana doğrusunu söyler" demiştir. Allah Teala da: "Biz babalarımızı
bir din üzere bulduk ... "(Zuhruf 23) ayetinde bu tavrı gösterenleri
yermiştir. Hadiste de: "İnsanları, birşey derlerken işittim, ben de onu
söyledim" diyen şüphecinin tavrından bahsedilmektedir. Bu durumda
farzedilen biçimdeki birine uyma, diğer insanlara uymak gibidir; ya da en
azından ona yakın bir durumdadır.
Konuya müsb et bakanlar
ise şöyle diyebilirler: Zannı galip, ahkam konus:unda dikkate alınmakta ve
onunla amel edilmektedir. Böyle bir alimin, fiil ya da terke yönelik kasdının
karinelerle ortaya çıkması durumunda özellikle de ibadetler konusunda ve
sürekli tekrarla birlikte, kendisinin de sözüne uyulan kimse olması halinde-
fiiline uymak da aynı şekilde caiz olacaktır. İmam Malik, sadece cuma günü oruç
tutma hakkında "O caizdir" demiş ve buna bazı ilim adamlarını o günde
oruç tutarken gördüğünü ifade ederek istidIalde bulunmuş ve "Sanıyorum,
oruç için özellikle o günü kolluyordu" demiştir. Bu haliyle İmam Malik, o
günü araştırıyor olması zannından hareketle insanlardan bazılarının fiiline
istinad etmiş; ilim ve fıkıh ehlinden, arkasından gidilen kimselerden
hiçbirinin o günde oruç tutmayı yasakladığını da işitmediğini eklemiştir. O
bunu, Rasulullah'ın [s.a.v.] sadece cuma günü oruç tutmayı yasaklayan sahih
hadisinin hükmünü düşürmek için bir esas olarak kullanmıştır. Buradan şu
gözüküyor ki İmam Malik, böyle bir uygulamayı, ancak kişinin ilim ve din
ehlinden olması, o şeyi bilmeyerek veya yanılarak ya da gaflet sonucu
yapmadığına dair zann-ı galip bulunması halinde itibara almaktadır. Çünkü
kişinin, kendilerine uyulması gereken ilim ehlinden olması, o şeyi işlemiş
olmasını gerektirecektir. Onun o şeyi işlemek için araştırması ise (oruç için
cumayı kollaması gibi), ortada bir sehiv ya da gaflet halinin bulunmadığının
delilidir. Selefin örnek alınan fiilleri işte bu şekil üzere olmaktadır. Zira
eğer onlar hakkında düşünecek olursan, kendisine uyulan kimsenin kasdını ve o
fiili işleyiş şeklini belirleyen karinelerin mevcut olduğunu göreceksin.
Dolayısıyla onlara uyma bu haliyle sahih olacaktır.
Üçüncü Kısım: Bu
kendisine uyulan kimsenin fiilini dünyevı kasıtla mı yoksa uhrevi kasıtla mı
işlemiş olduğunun ortaya çıkmaması veya karineler yoluyla da fiilin işleniş
şeklinin belirlenmemiş olması halidir. Eğer biz ikinci kısım hakkında, fiile
uymak sahih değildir diyecek olursak, o takdirde bu tür fiillere uyma öncelikli
olarak sahih olmayacaktır. Eğer ona uymanın sahih olacağını kabul edersek, bu
durumda onda ihtimal zayıflayacaktır. Çünkü fiili işlemek için araştırma
karineleri mevcuttur ve bunlar, sıhhat konusunda tutunulan bir delildir. Burada
ise karineler bulunmadığından, hata, gaflet vb, ihtimali güçlenmektedir. Kaldı
ki dinde ihtiyat prensibi de bulunmaktadır. Bu durumda doğru olan, taklit
edilecek fiilin hükmünü sormak ve böylece durumu aydınlatmak, ancak ondan sonra
uyma yoluna gitmek olacaktır. Konuyla ilgili olarak "Fakihin ameline
bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" sözü yerinde söylen
miş bir sözdür.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: