EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / İSTİFTA VE İKTİDA / BEŞİNCİ MESELE:

 

Örnek durumda olan kimselerden sadır olan fiillere uymak iki şekil üzere olur:

 

(1)   Fiillerine uyulacak olan kimse, masumluğuna dair hakkında delil bulunan biri olabilir. Rasulullah'ın [s.a.v.] fiillerine uymak böyledir. Keza icma ehlinin ya da adeten veya şer'an hata üzerinde görüşbirliği etmeyecekleri bilinen kimselerin -İmam Malik'e göre Medine ehlinin ameli gibi- fiiline uymak da böyledir.

 

(2)   Birincinin aksi olur. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır:

 

1. Kasden fiiline uyulması için belirlenmiş (atanmış) olur. Hakimlerin emir ve yasakları, yargı mahallinde almak, vermek, reddetmek ve onaylamak gibi işleri böyledir. Veya fiile olan kasdının taabbudiliği, dinine ve emanetine güvenilirliği hasebiyle karinelerle belirmiş olur.

 

2. Diğeri ise, böyle bir durumun belirlenmemiş olması halidir. Böylece karşımıza üç kısım çıkmaktadır; uyma (iktida) açısından her biri hakkında söz etmemiz gerekmektedir.

Birinci Kısım:

 

a) Uyan kimse, fiili, sadece uyduğu kimsenin işlediği tarz üzere işlemek isteğini bulundurur ve bunun dışında başka bir kasıt aramaz. İşlenilen fiilin dayanağını anlamı Ş ,olup olmaması arasında fark yoktur.

 

b) Veya haddizatında fiilin bir başka tarz üzere işlenmesi ihtimaline rağmen uyduğu kimseyi ihtimaller içerisinde en güzelolanına niyet ettirme ziyadesinde bulunur ve ona olan uymasını muhtemel olan en güzel hal üzerine bina eder, onu bir asıl kılar ve üzerine hükümler tertip eder, meseleler tefri' eder.

 

Birinci kısımda, usülcülerin ortaya koymuş olduğu esaslar üzere uymanın sahihliği konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Nitekim sahabe, pek çok konuda Rasulullah'ın [s.a.v.] fiiline bu şekilde tabi olmuştur: altın yüzüğü çıkarmaları, namazda iken pabuçlarını çıkarmaları, yolculuk esnasında if tar etmeleri, Hudeybiye senesinde umre ihramından çıkmaları... hep böyle olmuştur. Üzerinde icma ettikleri vb. sahabenin fiilleri de aynı şekildedir.

 

İkinci kısma gelince, maksadın açık seçik olmasının mümkün olması halinde bunun hakkında görüş ayrılığı olabilir. Ancak doğru olan, aşağıdaki durumlar sebebiyle, onun uyma konusunda şer'an muteber olmamasıdır:

 

Birincisi: (Fiili dini mahiyette işlemiştir, şeklinde) hüsnüzan bulundurmak, uyan kişinin kendi kasdı önünde, kendisine uyulanın muhtemel kasdının delilsiz ilgası anlamına gelmektedir.

 

Uyan kişinin belirlemiş olduğu ihtimal, belirlenmiş değildir. Belirlenmiş olmayınca da, tercih ancak nefsani arzular yoluyla yapılmış olur. Bu ise şer'i işlerde geçerli değildir. Zira şeriatta, delilolmaksızın tercihte bulunmak caiz değildir.

 

İTİRAZ: Hüsnüzan beslemek şeriatta zaten genelolarak istenilen birşeydir. Bu durumda, masumiyeti sabit kimse hakkında böyle bir zan beslemek öncelikli olarak sabit olacaktır.

 

CEVAP: İtiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Müslümana karşı -hakkında kötü zan beslemeye sebep olacak emareler olsa bile- hüsnüzan beslemek hiç kuşkusuz istenmektedir. Mesela: "Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının"(Hucurat 12); "Erkek ve kadın mü'minlerin, bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanlarıyla hüsnüzanda bulunup da, 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?"(Nur 12) ayetleri bunu amirdir. Hatta bu konuda insan, bilmediği şeyi söylemekle, bilmediği şeye inanmakla dahi emrolunmuştur: "Bu apaçık bir iftiradır"; Onu duyduğunuzda 'Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa! Bu çok büyük bir iftiradır' demeli değil miydiniz"(Nur 16) ayetleri bunu istemektedir. Buna rağmen, onun yani hüznüzannın üzerine herhangi bir şer'i hüküm bina edilmiş değildir; ne bir şahidin adaleti konusunda, ne de bir başka konuda, -kesin bilgi ya da zanm-ı galip doğuracak açık deliller bulunmadıkça- sırf bu hüsnüzan üzerine hüküm binasına gidilmiş değildir.

 

Mükellef, her müslümana karşı hüsnüzan beslemekle yükümlü olmasına, her müslüman da sırf bu zanna müsteniden -deneme, tezkiye gibi yollarla sabit olmadıkça- adilolmadığına göre, bu, mücerred birşeye hüsnüzan beslemenin o şeyi ispat etmediğini gösterir. O şeyi ispat etmeyince de onun üzerine herhangi bir şer'i hüküm bina edilmez. Fiillere yönelik hüsnüzan beslemek de bu kabildendir; dolayısıyla onun üzerine de herhangi bir hüküm bina edilmez.

 

Bunun örneği şudur: Mesela kendisine uyulan kimse, hem dini-taabbudi hem de dünyevi ve dini olmayan masIahatların elde edilmesine yönelik mahiyette olabilecek bir fiil işlese, bu iki ihtimalden birisini tayin edecek herhangi bir karine de bulunmasa, bu durumda uyan kimsenin, kendisine uyulan kimsenin, o fiili -hakkında beslediği hüsnüzanna mebni- dini-taabbudi bir mahiyet üzere işlemiş olduğuna hamletmesidir.

 

İkincisi: Mesela kendisine uyulan kimseye nisbetle hüsnüzan beslemek mükellefin fiillerinden kalbi bir fiildir. O, vakıadakine uygun olsun olmasın, bununla mutlak olarak zaten memurdur. Zira eğer hüsnüzan besleme emri, vakıaya uygunluğu kesin bilgi ya da zann-ı galip yoluyla bilmeyi gerekli kılsaydı, o zaman hüsnüzan beslemekle mutlak olarak emrolunmazdı; aksine vakıadakine dair zanm galip ifade edecek delillerin bulunması haliyle kayıtlanırdı. Halbuki hüsnüzan besleme emri ittifakla böyle değildir. Dolayısıyla o, mutabakatı gerektirmemektedir. Bu durum sabit olunca, kendi hüsnüzannına binaen uyması, kendisine uyulan kişi için hasılalan bir duruma değil de bizzat kendi fiillerinden biri üzerine binada bulunmak olmaktadır. Ancak o, kendisine uyulan kimsenin katında mevcut bulunan şey üzerine binada bulunmayı kastetmiştir. Sonuçta bu, uyma işini, birşey üzerine bina etmiş olmadı. Bu ise batıldır. AHimetlerinin zuhuru üzerine bina edilen uyma ise böyle değildir. Çünkü o, kendisine uyulan kimse hakkında kesin bilgi ya da zann-ı galip yoluyla hasılalduğu bilinen birşey üzerine kurulmuş olmaktadır ve uyan kimse, uymasında işte o şeyi kastetmektedir. Böylece de o, sanki (taabbudiliği) belirlenmiş bulunan şeylerde uyma gibi bir hal almıştır.

 

Üçüncüsü: Böyle bir uymadan tenakuz gerekir. Çünkü ona, haddizatında da öyle diye beslediği zan üzerine uymuş olur. Mücerred hüsnüzan beslemek ise, o şeyin haddizatında da öyle olmasını ne kesin bilgi ne de zan düzeyinde gerektirmez. Gerektirmeyince de o zaman ona uyma, haddizatında da öyle olduğu esası üzerine yapılmış olmaz. Halbuki biz öyle olduğunu farzetmekteyiz. Bu ise, bir tutarsızlık ve çelişkidir.

 

Bu nokta, hüsnüzan beslemenin, bizzat zan ile karışması cihetinden belirsizlik arzedebilir. Aralarındaki fark iki durumdan dolayı açıktır:

 

a) Bizzat zannın kendisi, kendisine uyulan kimseye mesela "haddizatında da öyle olduğu" kaydıyla taalluk eder. Hüsnüzan besleme ise böyle değildir; o, vakıada o zan üzere olsun olmasın bizzat uyan kişiye taalluk eder.

 

b) Zan, delillerin tabii ve zorunlu bir sonucudur ve mükellefin ondan ayrı kalması mümkün değildir. Hüsnüzan beslemek ise, delilden neşet etmemekte, tamamen mükellefin kendi ihtiyarı sonucunda olmaktadır. O sonuçta, kendisine uyulan kimse hakkında müsbet ya da menfi söz konusu olan iki ihtimalden her biri hakkında geçerli olan düşüncelerden bir kısmını yok etmek demektir. Onun hatırına güzelolan düşünce geldiği zaman onu destekler, onu tekrar tekrar düşünmek ve inancı hakkında nefsine telkinde bulunmak suretiyle zihnine yerleştirir. Hatırına diğer ihtimal geldiği zaman ise, onu zayıflatır ve reddeder, zihninde bunu tekrarlar ve bir daha adını anmaz.

 

İTİRAZ: Kendisine uyulan kimsenin zahir hali ve geneldeki durumu uhrevi işlere meyletmek, ahiret için hazırlıkta bulunmak, kendisini Allah Teala yoluna adamak ve Allah Teala ile arasındaki hallerini sürekli murakabe altında bulundurmak olduğuna göre, zahir odur ki, muhtemel bulunan bu cüz'i de, o genel ve galip olan çoğunluğa katılacaktır. Aynen bu tarzda varid olan hükümlerin durumunda olduğu gibi.

 

CEVAP: Bu cüz'i, bu takdire göre bu şekilde belirlendiği zaman, onu uhrevi ihtimale hamletme kasdına yönelik zannı güçlendirebilir ve bu durumda o, -inşallah ileride de bahsolunacağı gibi- ictihada mahal olur. Ancak bu takdir (farzetme), mücerred hüsnüzan besleme üzerine bina olmamakta, aksine delilden neşet eden zannın bizzat kendisi üzerine kurulu olmaktadır. Bu durumda olan zan ise, bazen şeriatta üzerine hüküm binası için sebep olabilmektedir. Bizim üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir; aksine iki ihtimalden biri hakkında, onunla ilgili olarak zann-ı galip doğuracak, diğer ihtimali ise zayıflatacak ölçüde bir tercihin bulunmaması esası üzerine mebnidir. Mesela bir adam düşünün, takva sahibi, Allah Teala'nın emir ve yasaklarına uymakta, dünyalık bir meşguliyeti yok, sadece dünyası ve ahiretine nisbetle yükümlü tutulduğu dinin gereklerini yapmaktan başka bir endişesi yok. Böyle birinin bu dünya hakkında iki hali bulunur:

 

a) Dünyevi hali: Bununla geçimini sağlar ve Allah Teala'nın kendisine ihsan etmiş olduğu nefsani hazIarını yaşar.

 

b) Uhrevi hali: Bununla da ahiret işlerini düzene koyar.

 

Bu ikincisi hakkında herhangi bir söz yoktur. Bunlar haddizatında belirgin ve ihtimale kapalıdır. Bunun istisnası ise çok nadirdir. Nadire de itibar yoktur.

 

Birinci kısma gelince, bu ihtimali doğuran kısım olmaktadır. Mesela mübahı, kendi nefsani hazzını elde etmek açısından işlemiş olabileceği gibi, kendi nefsi üzerindeki Allah Teala'nın hakkını yerine getirmek açısından da işlemiş olabilir. Kendisine uyulan kimse, böyle bir mübahı işler ve onun hangi açıdan işlemiş olduğu da bilinmezse, bu durumda uyan kimse, onun hakkında beslediği hüsnüzanna binaen, o mübahı sadece Allah TeMa'ya yaklaşmış olmak ve O'na kullukta bulunmak niyetiyle işlemiş olduğu inancından hareketle, o mübahı takarrub (kurbet) kastı ile işler. Bu halde iken, kendisine uyulan kimseye karşı beslediği hüsnüzandan başka bir dayanağı, üzerine binada bulunacağı bir aslı ise bulunmamaktadır. Çünkü kendisine uyulan kimsenin o şeyi işlerken, kendisi için mübah kılınmış bulunan nefsani hazza ulaşmayı düşünmesi ve bu düşünce ile onu işlemiş olması pekala mümkündür. Bu durumda uyan kimsenin kasdı, yerini bulmuş olmamaktadır. Bulsa bile, kendisini kurbet kılan mübah birşeye tevafuk etmektedir. Mübah birşey ise, -Hükümler bahsinde de izahı geçtiği üzere- kurbet telakki edilemez.

 

Dahası şunu da söylüyoruz: Kendisine uyulan kişi, bir duruşta bulunsa veya elbisesini bir şekilde alsa veya bir vakitte sakalını tutsa ve benzeri bir harekette bulunsa, şimdi uyan kimse de, bu hareketleri ibadet kastı ile yapmıştır düşüncesine binaen, aynen onun yaptığı gibi bu hareketleri yapmaya koyulsa, bu uyan kişi ahmak ve aklı evvellerden biri kabul edilir. Çünkü kendisine uyulan kimsenin o hareketleri dünyevi bir düşünceden dolayı, yahut bilinçsiz bir şekilde yapması pekala mümkündür. Meseleden murad da işte bu ve benzeri durumlardır.

 

Aynı şekilde mesela onun bir dirhemi bulunduğunu ve onu dostluk sebebiyle bir arkadaşına verdiğini düşünelim., Aynı anda o dirhemi kendisine harcaması, yahut onunla mübah bir iş yapması ya da sadaka vermesi kendisi için mümkün de olsun. İşte böyle bir durumda uyan kimse şöyle der: Hüsnüzan, onun o dirhemi tasaddukta bulunmasını gerektirir. Ancak o, bu uhrevi konuda dostunu kendi nefsine tercih etmiştir. Dolayısıyla bundan uhrevi konularda kişinin, bir başkasını kendi nefsine tercihinin caizliği sonucu çıkar.

 

Ulemadan biri bu mananın, "Ben duamı kıyamet günü ümmetime şefaat için sakladım" hadisinde bulunduğunu söylemiş ve ondan uhrevi konularda bir başkasını tercihin sahih olacağı hükmünü çıkarmıştır. Zira O [s.a.v.], (hakkında beslenen hüsnüzannın da gereği olarak) kendisine tanınan duayı, dünya işleri hakkında değil, mutlaka ahiret işlerinden biri hakkında kullanırdı.

 

Siz geçen esas üzerinden yürüdüğümüzde, birilerinin itiraz mahiyetinde aşağıdaki durumlardan ötürü, bu alimin söylediklerinin doğru olmayacağını söylemesi mümkündür:

Çünkü, o duasını herhangi bir dünya işi hakkında yapabilirdi. Zira onu illa da şöyle yapacaksın diye kısıtlılık altına alma durumu söz konusu değildir. Bu durumda kendisine nisbet edilecek bir nakisa da yoktur. Rasulullah [s.a.v.], dünyada bazı şeyleri sever ve Allah TeMa'nın mübah kıldığı nimetlerinden istifade ederdi. Bu mesela kadınları, güzel kokuyu, tatlıyı, balı, kabağı sevmesi; kelerden hoşlanmaması vb. konularda belirgin bulunmaktadır. O, Allah Teala'nın kendisi için mübah kılmış olduğu bazı şeyler hakkında da ruhsat hükümlerinden faydalanıyordu. Bu gibi şeyler ondan çokça menklildür.

 

İkinci bir durum şudur: Rasulullah [s.a.v.] pek çok dünyevi şeyler hakkında duada bulunmuştur: Fakirlikten, borçtan, insanların galebe çalmasından, düşmanların oh etmesinden, kederden, erzel-i ömre düşmekten .. Allah'a sığınması gibi. Rasulullah [s.a.v.] bunların yerine uhrevi olan şeylerden Allah'a sığınabilirdi; fakat yapmadı.

Aynı mesele hakkında şu da bir delilolur: Bazı peygamberler, "Her peygamberin ümmeti hakkında müstecab bir duası vardır ... " hadisinde sözü edilen kendilerine ait müstecab dualarını, dünyaya mahsus bir şekilde, kendilerine caiz bir biçimde -ki bunlar ümmetlerine yaptıkları beddualardır-kullanmışlardır. Mesela, "Nuh, Rabbim! dedi, kafirlerden yeryüzünde hiç kimseyi bırakma!"(Nüh 26) ayeti, müfessirlerin naklettiği üzere bu şekildedir. O, bu bedduası yerine, onların ahirette yararlarına olacak başka bir dua yapabilirdi. Onların mahlukat içerisinde Allah Teala'nın en seçkin kulları olmalarına rağmen bu tür dualarda bulunabilmeleri, onların bütün fiil ve sözlerinin sadece ahirete yönelik olması gerektiği gibi bir sonucun doğru olmayacağını ortaya koyar. Aynı şekilde Rasulullah'ın [s.a.v.] duasının da, kesin olarak ahiretle ilgili olduğu taayyün etmez. Dolayısıyla da hadiste o alimin dediklerine delilolacak bir husus yoktur.

 

Üçüncü durum: Eğer biz bu esas üzerine binada bulunacak olursak, o zaman bu sözü Rasulullah'ın [s.a.v.] her fiili hakkında söyler olmamız gerekir. Rasulullah'ın [s.a.v.] fiillerinin onun bir insan olmasının gereği yapılmış olup olmaması da farketmez. Zira onun hakkında: "RasuluIlah [s.a.v.] o fiiliyle uhrevı olan durumları ve hususı bir kulluk şeklini kastetmiştir" demek mümkündür. Halbuki durum ulemaya göre hiç de öyle değildir. Dahası ondan dünyaya yönelik hiçbir fiili n bulunmaması gibi bir sonuç da lazım gelir. Bundan, dünyevı olduğunu açıkça söylediği fiilleri bir istisna olur. Zira bu takdirde açıklamadıkça, kastı kapalı olacağından fiilin dünyevı oluşu hiçbir zaman açıklık kazanmayacaktır. (Bu durumda uhrevı olduğu beyan edilen fiil, uhrevı olacaktır.) Yönünün belirtilmemesi halinde de durum aynı olacaktır. Çünkü onun da ahiret için olma ihtimali vardır. Bu durumda dünya işleriyle ilgili olarak beyan çok nadir olacak demektir. Bu ise şeriatın büyük çoğunluğunun delalet ettiği şeyin hilafına bir durum olmaktadır. Bu sabit olunca, bu şekil üzere bir uymanın sabit olmadığı ortaya çıkar ve hadiste ona ait bir delalet unsuru da bulunmamaktadır.

 

Kaldı ki hadis -daha önce de geçtiği gibi- "Her peygamberin ümmeti hakkında müstecab bir duası vardır ... " ifadesiyle duanın kendisine değil, ümmete mahsus olmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla o zatın zikrettiği tercih (lsar) manası burada bulunmamaktadır. Çünkü tercih (ısar), aslen yararlanma durumunda olan tercihte bulunan kimsenin, kendisine ait olan hakkı ikinci birine devretmesi demektir. Burada ise böyle bir durum yoktur. Çünkü dua, daha başlangıç itibarıyla ümmet lehine tahsis edilmiştir.

 

İkinci Kısım: Eğer, hakimin atanması vb. gibi ise, bu takdirde de onun (atandığı konuda) fiiline uymanın sıhhati konusunda bir kuşku bulunmamaktadır. Zira insanlar için o fiilin hükmünü (fiill olarak) açıklamak üzere tayin olunmuşlukla, işlenilen ya da terkedilen o fiilin hükmünü (söz ile) tasrih arasında bir fark bulunmamaktadır.

 

Eğer alimin fiile ya da terke yönelik kasdının taabbudilik olduğuna karineler delalet ediyorsa, o takdirde konu ihtilafa mahal olmaktadır:

 

Böyle bir fiile uyulamayacağını savunan taraf şöyle diyebilir: O alimin masum olmaması sebebiyle, fiillerine hata, unutma ve hatta kasten isyan arız olabilir. Fiilinin ne mahiyetle işlenmiş olduğu belirmeyince de, ibadetler ve muameleler konusunda ona uymak nasıl sahih olabilir?! Bu yüzdendir ki seleften bazıları şöyle demişlerdir: "İlmin en zayıfi görmektir" Yani, "Falanı şöyle yaparken gördüm" demektir. Olur ya belki de o adam, o şeyi yanılarak yapmıştır. İyas b. Muaviye de: "Fakihin ameline bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" demiştir. Allah Teala da: "Biz babalarımızı bir din üzere bulduk ... "(Zuhruf 23) ayetinde bu tavrı gösterenleri yermiştir. Hadiste de: "İnsanları, birşey derlerken işittim, ben de onu söyledim" diyen şüphecinin tavrından bahsedilmektedir. Bu durumda farzedilen biçimdeki birine uyma, diğer insanlara uymak gibidir; ya da en azından ona yakın bir durumdadır.

 

Konuya müsb et bakanlar ise şöyle diyebilirler: Zannı galip, ahkam konus:unda dikkate alınmakta ve onunla amel edilmektedir. Böyle bir alimin, fiil ya da terke yönelik kasdının karinelerle ortaya çıkması durumunda özellikle de ibadetler konusunda ve sürekli tekrarla birlikte, kendisinin de sözüne uyulan kimse olması halinde- fiiline uymak da aynı şekilde caiz olacaktır. İmam Malik, sadece cuma günü oruç tutma hakkında "O caizdir" demiş ve buna bazı ilim adamlarını o günde oruç tutarken gördüğünü ifade ederek istidIalde bulunmuş ve "Sanıyorum, oruç için özellikle o günü kolluyordu" demiştir. Bu haliyle İmam Malik, o günü araştırıyor olması zannından hareketle insanlardan bazılarının fiiline istinad etmiş; ilim ve fıkıh ehlinden, arkasından gidilen kimselerden hiçbirinin o günde oruç tutmayı yasakladığını da işitmediğini eklemiştir. O bunu, Rasulullah'ın [s.a.v.] sadece cuma günü oruç tutmayı yasaklayan sahih hadisinin hükmünü düşürmek için bir esas olarak kullanmıştır. Buradan şu gözüküyor ki İmam Malik, böyle bir uygulamayı, ancak kişinin ilim ve din ehlinden olması, o şeyi bilmeyerek veya yanılarak ya da gaflet sonucu yapmadığına dair zann-ı galip bulunması halinde itibara almaktadır. Çünkü kişinin, kendilerine uyulması gereken ilim ehlinden olması, o şeyi işlemiş olmasını gerektirecektir. Onun o şeyi işlemek için araştırması ise (oruç için cumayı kollaması gibi), ortada bir sehiv ya da gaflet halinin bulunmadığının delilidir. Selefin örnek alınan fiilleri işte bu şekil üzere olmaktadır. Zira eğer onlar hakkında düşünecek olursan, kendisine uyulan kimsenin kasdını ve o fiili işleyiş şeklini belirleyen karinelerin mevcut olduğunu göreceksin. Dolayısıyla onlara uyma bu haliyle sahih olacaktır.

 

Üçüncü Kısım: Bu kendisine uyulan kimsenin fiilini dünyevı kasıtla mı yoksa uhrevi kasıtla mı işlemiş olduğunun ortaya çıkmaması veya karineler yoluyla da fiilin işleniş şeklinin belirlenmemiş olması halidir. Eğer biz ikinci kısım hakkında, fiile uymak sahih değildir diyecek olursak, o takdirde bu tür fiillere uyma öncelikli olarak sahih olmayacaktır. Eğer ona uymanın sahih olacağını kabul edersek, bu durumda onda ihtimal zayıflayacaktır. Çünkü fiili işlemek için araştırma karineleri mevcuttur ve bunlar, sıhhat konusunda tutunulan bir delildir. Burada ise karineler bulunmadığından, hata, gaflet vb, ihtimali güçlenmektedir. Kaldı ki dinde ihtiyat prensibi de bulunmaktadır. Bu durumda doğru olan, taklit edilecek fiilin hükmünü sormak ve böylece durumu aydınlatmak, ancak ondan sonra uyma yoluna gitmek olacaktır. Konuyla ilgili olarak "Fakihin ameline bakma; aksine sen ona sor, o sana doğrusunu söyler" sözü yerinde söylen

miş bir sözdür.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ALTINCI MESELE