EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / İCTİHAD / ON
İKİNCİ MESELE:
Bazı ihtilaflar vardır
ki, dikkate alınmaz. Bunlar iki kısımdır:
(1) Şeriatta kesin bulunan esaslara ters düşen
hatalı görüşler. Buna daha önce işarette bulunulmuştu.
(2) Zahiren muhalif gibi gözükmekle birlikte
aslında öyle olmayan görüş-
ler. Bu kısımdan olanlar
daha çok, Kitap ve sünnetin tefsiri sadedinde
olur. Dikkat edilecek
olursa müfessirlerin, seleften Kitab'ın lafızlarının manalarına yönelik ilk
bakışta birbirine muhalif gibi gözüken görüşler naklettikleri görülür. Fakat
biraz üzerinde durulduğu zaman, onların, hepsini de içine alabilecek bir tarzda
ifadelerinin mümkün olduğu görülür. Şu halde bu gibi görüşleri, sahiplerinden
hiçbirinin maksadını
ihlal etmeksizin
birleştirmek mümkündür ve bu durumda görüş ayrılığından bahsetmek ve bu
kabilden farklı görüşleri, dikkate alınması gereken muhalif görüş gibi
değerlendirmek doğru olmaz. Aynı durum, sünnetin açıklanması, keza imamların
fetvaları ve ilmi meseleler hakkındaki sözlerihakkında da geçerlidir. Bu husus,
üzerinde durulması gereken bir konudur. Çünkü aslında görüş ayrılığı bulunmayan
bir meseleyi ihtilaflı
bir konu olarak
nakletmek, nasıl ki görüş ayrılığı bulunan bir konunun üzerinde ittifak edilmiş
bir konuymuşcasına takdimi yanlışsa aynen onun
gibi yanlıştır.
Bu husus açıklık
kazandıktan sonra deriz ki: Bu ikinci kısımdan olan yerlerde görüş ayrılığından
bahsetmenin sebepleri vardır:
(1) Söz konusu lafzın tefsiri hakkında
Rasulullah'tan (s.a.) ya da sahabeden birinden veya daha başkasından birşey
zikredilir ve onlardan nakledilen o şey, lafzın kapsamının bir kısmını
oluşturur. Sonra bir başkası, yine lafzın kapsamı dahilinde bulunan daha başka
şeyler söyler. Daha sonra müfessirler her ikisinin ifadesine de aynen yer
verirler. Bunun sonucunda da, sanki konu ile ilgili görüş ayrılığı varmış
zannedilir. Oysa ki hakikatte böyle birşey yoktur. Mesela "el-menn"
hakkında, onun yufka ekmek olduğunu söylemişlerdir. Bunun yanı sıra onun
zencebil olduğu veya kudret helvası (terencebin) olduğu da söylenmiştir. Keza
ona suya kattıkları bir içecek de demişlerdir. (İn'am ve ihsanda bulunmak
manasına gelen) "el-Menn" lafzı, bunların hepsini de kapsamaktadır.
Zira Allah Teala, onlara bu sayılan şeylerle İn'am ve ihsanda bulunmuştur. Bu
noktadan hareketledir ki hadiste: "Mantar (el-kem'e), Allah Teala'nın
İsrailoğulları üzerine indirmiş olduğu "menn"dendir"
buyurulmuştur. Buna göre "elmenn", nimetler cümlesidir ve onun
hakkında görüş beyan edenler, sadece ondan birer örnek zikretmiş gibi olurlar.
(2) Nakil sırasında, hepsi de aynı manaya çıkacak
farklı şeyler zikredilmesi. Bu durumda tefsir, aslında aynı görüş üzerinde
olmakla birlikte farklı lMızlarla nakledilmesi sanki konu hakkında görüş
ayrılığı varmış intibaını verir. Mesela "es-selva" kelimesi hakkında,
bıldırcına benzer bir kuştur demişlerdir. Bunun yanı sıra şöyle şöyle özelliği
olan kırmızı bir kuş, Hind kökenli serçeden büyük bir kuş olduğu da
söylenmiştir. Keza "el-menn" hakkında "ağaçlar üzerine yağan
birşeydir ve yenilir"; "tatlı bir reçinedir" "kudret
helvasıdır (terencebin)"; "kalın kıvamlı üzüm şırası gibi
birşeydir"; "donmuş baldır" da denilmiştir. Bu gibi şeylerin
aynı şey üzerine hamledilmesi doğru olur ve dolayısıyla konu ile ilgili görüş
ayrılığı bulunmaz.
(3) Görüşlerden biri lafzın lügat yönünden
tefsiri, diğeri ise mana açısından tefsiri şeklinde olur. Tabii ki irab
açısından yapılan izah ile mana açısından yapılacak olan izah arasında fark
olacaktır. Bununla birlikte her ikisi de sonuçta aynı hükme çıkacaktır. Çünkü
lafzın üzerinde lügat açısından durulması, asli vaz'ın izahı anlamına gelir.
Diğeri ise, kullanılış halindeki mananın izahına yönelik olur. Nitekim: ...
ayeti [Vakıa 73] hakkında "el-mukvın"den maksadın yolcular olduğunu
söylemişlerdir. Keza "çöl bir arazi üzerine inenler" manası da
vermişlerdir. Aynı şekilde: ... ayetindeki "kari'a" hakkında da
"ansızın kendilerini yakalayan musibet" manası yanında, Resulullah'ın
(s.a.) seriyyelerinden biri manası da verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
(4) Mevcut görüş ayrılığının aynı nokta üzerinde
bulunmaması. Mesela, "Mefhumun umumu var mıdır, yok mudur?"
meselesindeki ihtilafları böyledir. Şöyle ki: Mefhumun delilliğini kabul
edenler, onun mantukun dışında kalan şeyler için amm olduğunda ihtilaf
etmemektedirler. Umfrmunu kabul etmeyenler ise, bununla, mantukun bulunması
sebebiyle umfrmun sabit olamayacağını kastetmiş olmaktadırlar. Bu haliyle konu,
üzerinde ihtilafın bulunmadığı bir konu olmaktadır. Pek çok mesele bu
kabildendir. Aslında konu hakkında görüş ayrılığı yoktur ancak, görüşler
nakledilirken, sanki mesele ihtilafh imiş gibi nakledilir.
(5) Aynı imama nisbetle farklı görüşlerin olması
gibi fertlerin kendilerine has durumların olması. Zaman içerisinde müctehid
görüşünü değiştirebilir ve daha önce verdiği fetvasından dönerek farklı bir
görüşe geçebilir. Böyle bir durumda mesele hakkında ihtilaf bulunduğunu
söylemek doğru olmaz. Çünkü imamın birinci görüşünden dönerek ikinci görüşe
geçmesi, birinciyi attığı ve ikinci görüşünün onu neshettiği anlamına gelir. Bu
konuda bazı son devir hukukçularının karşı görüşleri varsa da, doğrusu bizim
söylediğimizdir. Buna, daha önce geçen şeriatın tek hüküm üzere olduğu ve
aksinin caiz olmadığı ilkesi de delalet eder. Bu durum bazen, zikredilenden
daha genel bir mahiyet arzedebilir. Mesela, ulema bir konuda ikiye ayrılır,
sonra bu iki gruptan biri diğerinin görüşüne döner ve böylece ortada ihtilaf
kalmaz. Nitekim İbn Abbas'ın müt'a nikahı ve riba'l-fadlın helalliğine dair
eski görüşünden dönmesi, keza inzal olmasa dahi sırf sünnet mahallinin girmesi
sebebiyle gusül gerekeceği konusunda Ensar'ın Muhacirlerin görüşüne dönmeleri
böyledir. Dolayısıyla bu gibi meselelerin ihtilaflı konulardan sayılması uygun
değildir.
(6) İhtilafın hükümde değil de amelde vuku
bulması. Kıraat imamlarının kıraat şekillerindeki ihtilafları böyledir. Onlar
okudukları kıraatleri, diğer şekilleri inkar ederek, sadece kendi kıraatlerinin
doğru olduğu iddiasıyla okumamaktadırlar. Aksine diğerlerinin de sahihliğini
kabul etmektedirler. Bu durumda aralarındaki görüş ayrılığı sadece tercihlerde
olmaktadır ve bu gerçekte bir ihtilaf değildir. Çünkü sıhhati üzerinde ittifak
ettikleri nakillerde ihtilaf etmezler.
(7) Ayet ya da hadisin tefsirinin aynı müfessirden
farklı ihtimaller gözönünde bulundurularak yapılmış olması ve her ihtimale
uygun düşecek sonuçlara varması ve bu arada tercih konusunda bir görüş
ayrılığından bahsetmemesi, aksine manaların geniş tutulması esasından hareket
etmesi. Bu da, görüş ayrılığı olarak kabul edilmez. Çünkü gerçek anlamda bir
ihtilaftan bahsedebilmek için, her görüş sahibinin sadece bir ihtimali
benimsemiş olması ve o onu tercih ettiği delil ile desteklemesi ve böylece
diğer görüşlere iltifat etmemesi gerekir. Burada ise böyle bir durum yoktur.
(8) Görüş ayrılığının, aynı mananın (mesela
hakikate mi yoksa mecaza mı hamledileceği gibi) ne üzere indirileceği hususunda
vuku bulması. Mesela sonuç aynı olmakla birlikte bir kısmının mecaza
hamletmeleri, diğer bir kısmının ise hakikate hamletmeleri gibi. Nitekim
"Allah ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır"[Rum 19] ayeti
hakkında müfessirlerin yaptığı böyledir. Onlardan kimisi, ayette geçen hayat ve
ölümü hakiki manası üzerine almış, kimi de mecaza hamletmiştir. Mana bakımından
aralarında ise bir fark bulunmamaktadır. Benzeri bir örnek de şudur: İbn Cinni,
İsa b. Ömer'den -bir başkasından da nakledilmiştir- şöyle nakleder:
Zü'r-Rümme'yi şu şiiri
okurken işittim: (....) Bunun üzerine ona: "Bu şiiri daha önce bana (...)
şeklinde okumuştun?!" dedim. O: (...) ve (...) aynıdır, diye cevap verdi.
Aynı duruma (...) ayeti hakkında da variddir. Zira onun hakkında "gündüz
gibi bembeyaz, hiçbir şey yok" manası verildiği gibi "gece gibi
simsiyah, hiçbir şey yok" manası da verilmiştir. Her ne kadar birbiri ile
asla bir araya gelmesi mümkün olmayan iki zıd şey ile teşbih edilmiş olsa da
ifade edilmek istenen maksat aynı şeydir.
(9) Görüş ayrılığının tevilde ve zahirin harici
bir delilin gereğine hamledilmesi sırasında meydana gelmesi. Burada tevile
girişen herkesin maksadı, lafzın, zahirinden alınarak tevili gerekli kılan
delil ile uyuşacağı bir yöne hamledilmesidir ve bu konuda yapılan bütün
teviller birbirine eşittir. Dolayısıyla murad olunan mana hakkında bir görüş
ayrılığı bulunmam aktadır. Bu tür teviller daha çok, zahiri teşbihi anımsatan
lafızlarda olur. Diğerlerinde de çokça bulunur. Mesela, meclis muhayyerliği
getiren hadiste İmam Malik'in görüşüne müsteniden yapılan teviller böyledir.
(10) Maksat aynı olduğu halde onu ifade etmek
için kullanılan ifadelerde meydana gelen görüş ayrılığı. Mesela haber hakkında
ihtilaf etmişlerdir:
Acaba haber sadece doğru
ve yalan diye iki kısma mı ayrılır? Yoksa, ne doğru ne de yalan olan bir üçüncü
kısım daha mı vardır? Bu tamamen ifadede söz konusu olan bir ihtilaf olup, mana
üzerinde ittifak bulunmaktadır. Farz ve vacib kavramları hakkında da durum
aynıdır. Hanefiler ile diğerleri arasındaki fark, bu kavramlardan ne
kastedildiği esası üzerine kuruludur. Kadı Abdulvahhab "Vitir vacip midir?"
meselesi hakkında şöyle der: "Eğer Hanefiler bu sözleriyle "Terki
haramdır ve o kişi bu yüzden cerhedilir ve adalet vasfını yitirir" demeyi
kastediyorlarsa, o zaman bizimle onlar arasındaki görüş ayrılığı, delillerin
kapsaması imkanı bulunan bir manada olmaktadır. Eğer bunu demek istemiyorlar ve
"Terki haram değildir ve terkeden kişi bu yüzden cerhedilerek adalet
vasfını yitirmez" demeyi kastediyorlarsa, o zaman onun vacip diye
isimlendirilmesi, sadece sözde kalan bir ihtilaf olur ve ona karşı delil getirme
çabasına girmek doğru olmaz. Onun bu dedikleri vakıa doğrudur. Çünkü
ıstılahların seçimi konusunda illa da şu olacak diye bir kayıt yoktur. La
müşahhate fi'l-ıstılahat. Bu durumda mevcut sud ihtilaf üzerine zaten bir hüküm
de terettüp etmeyecektir. Dolayısıyla bu gibi ihtilafları gerçek manada görüş
ayrılığı kabul etmek doğru olmaz.
Buraya kadar
saydıklarımız, mevcut görüş ayrılıklarının dikkate alınmaması gerektiği on yer
olmaktadır. Müdehidin bunları hep aklında tutması gerekir ki, diğerlerini
bunlara kıyas edebilsin, herhangi bir gevşeklik gösterip de, icmaa muhalefet
gibi bir duruma düşmesin.
FASIL:
Şöyle denilebilir: İlk
bakışta görüş ayrılığı gibi gözüken şeyler, işin aslına bakıldığı zaman
uzlaşmaya çıkan şeylerdir. Şöyle ki: Daha önce de ortaya konduğu üzere şeriat
sonuç itibarıyla tek bir görüşe varır. Şer'i meselelerde mevcut bulunan
ihtilaflar, onların hükmünün açık ve net bulunan iki ucun arasında yer alır
olmasından ve müctehidlerin farklı yaklaşımlarından, bazı delillerin
kendilerine gizli kalmasından ve onlara vakıf olamamalarından
kaynaklanmaktadır.
Bu ikincisi hakkında
gerçek anlamda bir görüş ayrılığından bahsetmek mümkün değildir. Zira şayet
müctehid, kendisine gizli kalan delillere vakıf olacak olsaydı, kendi
görüşünden vazgeçecekti. Bu yüzdendir ki, kadılarca delillere muhalif olarak
verilen hükümler geçerli sayılmamaktadır.
Birinciye gelince, iki
uç arasında hükmün gidip gelmesi demek, her bir müctehidin Şari' Teala'nın
ikisi arasındaki mübhem olan kasdım araştırması ve O'nun kasdına götürecek
delili bulması ve ona tabi olması demektir. Müctehidler bu iki kasıdda tam bir
mutabakat içerisindedirler ve onlardan her biri şayet kendi ulaştığı görüşünün
aksi ortaya çıkacak olsa, derhalona dönecek ve daha önce muhalifi olan o
müctehid ile uyum içine girecek haldedir. Dolayısıyla bu kısım da mana
balonundan ikinci kısma raci bir hal almaktadır. Şu halde gerçekte ihtilaf,
Şari' Teala'nın tek olan maksadına ulaştıran yolda olmaktadır. Şu kadar var ki,
müctehidin kendi ictihadı sonunda ulaştığı görüşten, bir beyan olmaksızın
dönmesi ittifak ile mümkün değildir. Bu hem her müctehidin ictihadında isabetli
olduğu (musavvibe) görüşüne, hem de sadece biri hariç diğer müctehidlerin
hatalı olacağı görüşüne göre böyledir. Zira bir müctehidin, bir başkasının
görüşü ile -isterse o da isabetli görülsünonun hatalı olduğunu kabul etmesi
halinde olduğu gibi amel etmesi caiz değildir. Her müctehidin ictiha.dında
isabetli olduğu (musavvibe) görüşüne göre, isabet izafıdir.
Dolayısıyla iki görüş bu
açıdan bakıldığı zaman tek bir görüşe çıkmaktadır. Durum böyle olunca da onlar
aslında muhalif değil müttefik olmaktadırlar.
İşte bu noktadan
hareketledir ki, ictihadi meselelerde farklı görüşlere sahip olan müctehidler
arasında karşılıklı dostluk, şefkat, saygı ve sevgi olagelmiş, bunlar birbirine
düşman gözüyle bakan gruplar, ayrı ayrı fırkal ar haline dönüşmemişlerdir.
Çünkü hepsi de, Şari' Teala'nın kasdına ulaşma konusunda birleşmektedirler. Şu
halde yolların ayrı olması etkin değildir. Bu aynen farklı ibadetlerle Allah'a
kullukta bulunan kimselerin arasında ihtilaf olmayışı gibidir. Mesela, biri
namaz ile, diğeri oruç ile, bir üçüncüsü sadaka ile, bir başkası daha farklı
bir ibadetle Allah'a yaklaşmaya çalışır.
Bu halleriyle onların
hepsi de -her ne kadar yöneliş şekilleri farklı farklı da olsa- Ma'bud olan
Allah'a yönelme esası üzerinde birleşmektedirler.Müctehidlerin durumu da aynı
şekildedir. Madem ki onların maksadı, Şari' Teala'nın kasdını yakalamaktır, o
halde sözleri bir, görüşleri aynı demektir. Bunun içindir ki hem onlar hem de
kendilerini taklit eden kimseler için -daha önce de geçtiği gibi- ihtilaflı
görüşlerle amel etmek sahih değildir. Zira ihtilaflı görüşlerle amel etmek ve
onlarla kulluk icrasında bulunmak, sonuç itibarıyla Şari' TeaM'nın maksadına ulaşmak
değil, heva ve heveslere tabi olmak anlamına gelmektedir. Görüşlerin bizatihi
kendileri maksud değillerdir, aksine onlar üzerinde birleşilen maksadın elde
edilmesi ve öğrenilmesi için önem taşırlar. Şu halde kulluk icrasının (taabbud)
üzerinde birleşilmiş bir şekil olması gerekmektedir, aksi takdirde sahih olmaz.
Allah'u alem!
FASIL:
Böylece IMızda kalmayan
gerçek anlamda bulunan görüş ayrılıklarının (hilaf) saptırıcı heva ve heveslerden
kaynaklandığı, icmali ve tafsili olarak delillere tabi olmak suretiyle Şari'
Teala'nın kasdına ulaşma çabasından kaynaklanmadığı ortaya çıkmaktadır. Şu
halde gerçek anlamda görüş ayrılığı, heva ve heves sahipleri tarafından ileri
sürülen ihtilaflardır. İşin içine heva ve heves girdi mi, bu, galebe çalmak,
şöhret olmak gibi arzularla
. -konunun ihtilaflı
olduğu da ileri sürülerek- nassların müteşabih olanlarına uyulmasına sebep olur
ve bu da ayrılık, kopma, düşmanlık, kin ve husumet gibi sonuçlara götürür.
Çünkü heva ve hevesler farklı olduğundan, onların gereği doğrultusunda hareket
edildiğinde anlaşmanın sağlanmasına imkan yoktur. Oysa ki şeriat, heva ve
heveslere tabi olmanın kesin olarak önünün alınması için gelmiştir. Hal böyle
iken eğer nefsani arzular, delilin bir kısım öncülleri halini alıyorsa, elbette
ki o delil, sadece ve sadece heva ve heveslere tabi olma sonucundan başkasını
doğurmayacaktır. Bu ise şeriata muhalefettir; şeriata muhalefetin de dinde bir
yeri yoktur. Heva ve heveslere uyma, eğer şeriata uyma zannı ile yapılıyorsa,
bu bir sapıklıktır. O yüzden de bid'atler sapıklık olarak nitelenmiş ve
"her bid'at dalalettir" buyurulmuştur. Çünkü bid'at sahibi,
kendisinin isabetli olduğu kuruntusuna kapılması hasebiyle hatalıdır. Heva ve heveslerin
amellere karışması her zaman için açık değildir.
Sonuç olarak diyoruz ki,
heva ve heveslerine uyan kimselerin görüşleri, şeriatta dikkate alınması
istenen görüş ayrılıklarından sayılamaz. Dolayısıyla şer'i mesailde bu cihetten
herhangi bir görüş ayrılığının bulunduğundan bahsetmek doğru olmaz.
İTİRAZ: Bu sonuç kabul
edilemez. Çünkü alimler onların görüşlerini şer'i hilM meyanında dikkate
almışlar, usul ilimlerinde onların sözlerini nakletmişler, üzerlerine çeşitli
ayrıntılar getirmişler, icmaın oluşması konusunda onları da dikkate
almışlardır. Bütün bunlar, onların görüşlerinin dikkate alınması demektir.
CEVAP: Bu itiraza iki
açıdan cevap vermek mümkündür:
(1) Bir kere biz, alimlerin onların görüşlerine
değer verdikleri ve dikkate aldıkları iddiasını kabul etmiyoruz. Aksine onlar,
bu tür görüşlere, -aynen yahudi, hıristiyan ve diğer milletlerin görüşlerini
zikredip, onların yanlış olduklarını beyan etmeleri gibi- sırf onları reddetmek
ve sakatlıklarını göstermek için yer vermişlerdir. Bu durum usül ilimlerinde
açıktır. Onlar üzerine getirilen ayrıntılar da, nihayet onların üzerine
kurulmuştur.
(2) Haydi diyelim ki alimler onların görüşlerine
değer vermişlerdir. O zaman bu, onların görüşlerine ulaşırken mutlak anlamda
nefsanı arzularına uymuş olmamaları açısından olacaktır. Mutlak anlamda heva ve
heveslere uyan kimse, şeriatı temelden kabul etmeyen kimselerdir. Ama bir kimse
şeriatı tasdik eder, sonra onda ilerler ve hakkında, 'sadece delilin gereğine
uyar, delil kendisini nereye çekerse oraya gider' zannının besleneceği bir
dereceye ulaşırsa, böyle bir kimse hakkında mutlak anlamda heva ve heves
peşindedir denemez. Aksine o kişinin şeriata tabi olduğundan, şu kadar var ki,
müteşabihlere uyması sebebiyle işin içine nefsanı arzularını da karıştırmış
olduğundan söz edilir. Bu haliyle o, bir taraftan nefsanı arzularını işin içine
kattığından heva ve heveslerine tabi zümre ile ortak yöne sahiptir, diğer
taraftan da hak ve hakikat ehli ile müştereklikleri vardır; zira bir anlamda
delile tabi olmakta ve onun gereğinden başkasını kabul etmemektedir. Kaldı ki,
bunların aynı şeye ulaşma gibi hak ve hakikat ehli ile nihai olarak maksat
birlikleri de bulunmaktadır. Bu da şeriata uymadır. Mesela en şiddetli görüş
ayrılıklarının bulunduğu konu Allah'ın sıfatları konusudur ve kimisi 'bunları
inkar eder, kimisi de isbat. Buna rağmen biz her iki gruba da baktığımız zaman,
onlardan her birinin Allah Teala'nın her türlü noksanlıklardan tenzih edilmesi,
kusurlardan beri kılınması ve sonradan yaratılmışlara benzetilmemesi gibi
delillerin gereği olan bir esas etrafında dönüp dolaştıklarını görürüz. Onların
yolda ihtilaf etmeleri, her iki taraf hakkında da asılolan bu kasdı ihlal
etmeyebilir. Usülle ilgili diğer meselelerde de durumun böyle olduğu görülür.
Burada şunu da eklemek gerekir: Bu meselelerden bazıları vardır ki, vürudunda
problem bulunmakta ve esasen onlara dalınması riskli olmaktadır. Bu yüzden de
şeriatta, onların bid'atleri sebebiyle İslam'dan çıkmış olduklarına dair bir
açıklık bulunmamaktadır.
Sonra, onlar
müslümanların çoğunluğu içerisinde yer almışlar, kendilerince zahirde
müctehidlerin takındığı tavrı takınmışlardır. Şari' Teala ise, genelde onların
açıkça belirlenmesi yoluna gitmemiştir. Bu durumda onlar ancak ictihad yoluyla
belirlenmiş olacaklardır. İctihada temel alınacak şeyler ise farklılık arzeder.
Bu durumda onların görüşlerini de nakletmekten, yazılan eserlere almak
suretiyle onları dikkate almak ve üzerinde durmaktan, uygunlukta ve ayrılıkta
onlara da itibar etmekten başka yol yoktur. Böylece görüşler hakkında sürekli
bir değerlendirme imkanı elde edilmiş olur. Aksi takdirde onlara nisbet edilen
herşey -hak da olsa- reddedilir ve hak olanı batıl olanından ayırdedilmez. Bu
konu ile ilgili Kitabu'l-İcma'da açıklama bulunmaktadır. İşte bu gerekçelerin
bulunması sebebiyle, onların karşı görüşleri de hilaf meyanında nakledilmiştir.
İşin aslına gelince,
onların hak ve hakikat ehli ile birleştikleri yerde uyuşma meydana gelmekte,
ihtilaf ettikleri yönden ise ayrılık doğmaktadır. Bu durumda, uyuşma noktasında
işin esasında da öyle olduğu, sahih bulunduğu ve birlik sağlandığı için bir
görüş ayrılığı bulunmamaktadır. İhtilaf yönünden ele alındığında ise, onlar bu
konuda kesin olarak hatalı bulunmaktadırlar. Bu haliyle görüşleri,
"zelle"ler mesabesinde bulunmakta ve hilafta dikkate alınması gereken
farklı görüş kabilinden sayılmamaktadır. Şu halde nereden bakılırsa bakılsın
ittifak mevcut bulunmaktadır.
Bu meseleden çıkan sonuç
şudur: İslam'ın hükmü, her bir şer']' meselede tektir; farklı imiş gibi gözükse
bile işin aslı öyle değildir ve farklı görüşler sonuçta hep teke racidir. Eğer
sözü uzatma endişesi olmasaydı, konu ilgili deliller ve doyurucu örnekler
verilmek suretiyle yeterince açıklanabilirdi. Ancak bu arzettiklerimizin konu
ile ilgili yeterli olduğu kanaatindeyiz. Bu yüzden de sözü uzatmak istemiyoruz.
Doğruya muvaffak kılan Allah'tır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: