EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / İCTİHAD / ON
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Daha önce ictihad için
müctehidin sahip olması gereken ilimlerden söz edilmiş ve onları elde ettiği
zaman herhangi bir kayıt aranmaksızın kendisinin ictihad etme yetkisi bulunduğu
açıklanmıştı.
Geriye ne kadar bir ilme
sahip olursa kendisine ictihad etme yetki ve görevinin teveccüh edeceği
konusunda durmak kalmıştı. Şöyle ki: İlim talibi, tahsiline devam ettikçe üç
aşamalmertebe ile karşılaşır:
(1) Ezberlediği konular hakkında yavaş yavaş
düşünmeye ve onların sebeplerini araştırmaya başlama aşaması. Bu tahsil ettiği
şeylerin yavaş yavaş farkına varması sonucunda ortaya çıkar; ancak henüz
mücmeldir ve muhtemelen bazı meseleler hakkında külli olarak değil de cüz'i
olarak ortaya çıkar ve bazen de tam belirgin bir halde bulunmaz. Bu halde iken
o, araştırmasını sürdürür ve bu sırada hocası kendisine içinde bulunduğu
aşamaya uygun düşecek şekillerde yardımcı olur; yolu boyunca maruz kaldığı
evhamlarını giderir, problemlerini çözer, yolu üzerinde yürümesi esnasında
karşılaşacağı problemlerini giderecek noktalara işaret eder, ayaklarının
kaymaması, şaşkınlığa düşmemesi için önlemler alır ve onu eğitmeye devam eder
ve böylece sağa sola yalpalamadan sırat-ı müstakim üzere inceleme ve araştırma
yapabilmesinin imkanlarını hazırlar.
Böyle bir ilim talibi,
bu aşamada kaldığı sürece şer'i kaynaklarla çekişme pozisyonlarına girer; bir
kendi asılır, bir kaynaklar asılır, onlara karşı çıkar, onlar kendisinin yolunu
keser. Bütün bunları yaparken onların esaslarını öğrenmeyi, hikmetlerine ve
maksatlarına ulaşmayı arzular; fakat henüz bunlar açık ve seçik olarak kendisi
için belirlenmiş bir halde değildir. Böyle bir ilim talibinin araştırma ve
inceleme yaptığı bir konuda ictihad etmesi doğru olmaz. Çünkü ictihad için
gerekli olan altyapı henüz kendisi için tamamlanmış değildir ve bu haliyle o,
ictihad edeceği konu hakkında, kalbi tam olarak yatacak şekilde açık seçik bir
beyyine üzere bulunmamaktadır. Böyle bir kimsenin yapması gereken şey, ictihada
yeltenmemek ve taklit yolunu tutmaktır.
(2) Orta aşama: Araştırma, inceleme ve
değerlendirme sonucunda tahsil ettiği şeylerin manasının, şer'i burhanın
kendisini ulaştıracağı şekil üzere tahkiki mertebesi. Bu aşamaya ulaşan ilim
talibi için artık yakin (kesin bilgi) hasıl olur ve konu ile ilgili hiçbir
şüphesi bulunmaz. Hatta bu aşamadaki bir kimse hakkında şüpheler -eğer varsa
tabii- elinde bulunan şeylerin sıhhatini gösteren deliller mesabesinde olur ve
o, kendi elde ettiği şey hakkında şüphesi bulunan kimseler hakkında hayret eder
hale gelir. Aynen gözü olan bir kimsenin gündüzün aydınlığını görememesine
gösterilecek hayret gibi. Ancak durum bu minval üzere devam ederken iş,
mahfuzatının hıfzından hükme n yok olması gibi -her ne kadar fiilen mevcut ise
de- bir noktaya kadar gider. Tabii bunun sonucunda şer'i meseleler hakkında,
aleyhinde ya da lehinde herhangi bir hususi nass bulunmuş bulunmamış hiç
aldırış etmeksizin (küllilerden hareketle) kesin bir hükümde bulunmaya kadar
gider ve bunda en ufak bir tereddüt göstermez.
İlim talibinin bu
mertebeye ulaşması halinde, acaba kendisi için şer'i hükümler konusunda ictihad
etmesi doğru olur mu? Yoksa olmaz mı? İşte bu nokta, üzerinde durulması
gereken, karışıklıklara ve görüş ayrılıklarına sebep olan bir konudur.
Cevaz taraftarları şöyle
diyebilirler:
a) Madem ki şer'i
maksatlar bu mertebeye ulaşan ilim talibi için gün ışığından daha açık bir hal
almıştır, şer'i nassların manaları açıklık kazanmış ve tam bir uyum halinde ve
birbirini destekler bir hal almıştır, tahsil edeceği başka bir ilim kalmamıştır
Bu mertebedeki bir kimsenin elde ettiği
şey, şeriatın külli esasları, din edinmenin direği, teklifin menbaıdır. Bu
durumda o kimse nass ile belirlenmiş tafsilata ya da onların cüziyyatına ha
bakmış, ha bakmamış ne farkedecektir. Zira bu konuda yapılacak değerlendirme,
kendisine bir katkıda bulunmayacaktır. Eğer öyle olacak olsaydı, o zaman bu
mertebeye zaten ulaşmış olamazdı. Halbuki biz onun bu mertebeye ulaşmış
olduğunu kabulleniyoruz. Bu bir çelişki olur.
b) Hakkında nass bulunan
cüz'iyyat üzerinde durmaktan maksat, şer'i külli esaslara ulaşmak ve böylece
vereceği fetvaları elde edilecek olan külli esaslar üzerine oturtmak, ictihad
yoluyla varacağı hükümleri onlara vurmaktır. Eğer bu amaç zaten mevcut ise, o
takdirde cüz'iyyata gitmek zaten var olan birşeyin yeniden elde edilmesi
(tahsilu'l-hasıl) anlamına gelir ki bu da muhaldir.
c) Şer'i maksada ait
olan külli, elbette ki cüz'iyyat ve hususiyyata derinlemesine vukufiyet
sonucunda kendisi için munzabıt hale gelmiş, onların manalarına muttali olma
yoluyla da ulaştığı bu dereceye ulaşabilmiştir. Her ne kadar ona göre külli
mananın onları kuşatması sebebiyle hakim konumda değilse de, aslında hakim
durumdadır. Çünkü külli olan mana onlardan elde edilmiş ve bu yolla munzabıt
bir hal almıştır. Bu yüzdendir ki bu mertebeye ulaşmış bir kimse, herhangi bir
konu hakkında kesin bir hükümde bulunduğu zaman mutlaka kendisini destekleyen
cüz'i deliller bulunur ve o hükmü teyid ve tasdik eder. Eğer böyle olmasaydı,
ne desteklerdi, ne de yardım ederdi. Hal böyle olunca bu mertebe sahibi olan
kimsenin istinbat ve ictihada gerçekten kadir bir konumda olduğu ortaya çıkar.
Ulaşılmak istenilen sonuç da budur.
Bu mertebede olan
kimseye ictihad etme yetkisi tanımayanlar ise tezlerini şu şekilde
delillendirebilirler:
a) Bu mertebe sahibi
kimse, bu mertebenin hakikatleri ile yüzyüze geldiğinde, amaçlarının birbirini
desteklediğini gördüğünde, kendince kat'i bulunan şeyler kesin delil ile
ittisal peyda edince, şeriat onun hakkında, hiçbir kimsenin ayağının
kaymayacağı, hiçbir hususi meselenin şaz halde itibardan düşmeyeceği yeknesak
bir durum ve düzenli bir yol halini alır. (Ancak bu durumda o cüz'i üzerinde
durmayı terkedemez). Terketmesi halinde mutlaka her ikisinin de itibara
alınması zorunlu olan uçlardan biri terkedilmiş olur. Zira Deliller bölümünde
de açıklandığı üzere cüz'i nassların ihmal edilerek sade ce külli esasların
dikkate alınması da, bunun aksi de hatalıdır. Durum böyle olunca, hali böyle
olan bir kimse, eksiklerini tamamlayıncaya kadar ictihad derecesine ulaşmış
olamayacak, kendisinde bu yetkiyi göremeyecektir.
b) Hususiyyatın da
kendilerine özgü bazı özellikleri vardır ki, bunlar diğerlerinde bulunmaz ya da
başkaları hakkında uygun düşmez. Mesela nikahı ele alalım; onun her yönden
bedelli diğer akitlerle eş tutulması ve onlarda geçerli hükümlerin bunda da
uygulanmaya çalışılması caiz olmaz. Keza her yönden hibe ve teberru gibi
muamelelere de benzetilemez .. Kölenin mali, ağacın meyvesi, karz, araya,
diyetin akile üzerine yüklenmesi, kıraz (mudarabe), müsakat bütün bunların
kendi mahiyetlerine uygun -bir başkasına ise uygun düşmeyecek- özellikleri ve
dolayısıyla farklı hükümleri vardır. İbadetlerde, günlük işlerde ve diğer
hükümlerde yer alan ruhsatlar hakkında da durum aynıdır. Hal böyle olunca -ki
biz bütün bunların nihai olarak zaruri, haci esasların ya da bunların
tamamlayıcı unsurlarının gerçekleştirilmesi külli esasına çıktıklarını
biliyoruz- onların her yerde ve tek bir kalıp üzere konulmalan mümkün
olmayacaktır. Aksine her konu kendi hususiyetleri ile birlikte ele alınacak,
onun cüz'i özellikleri de değerlendirilecek ve böylece bir sonuca varılmaya
çalışılacaktır. Şimdi bir kimse külli maksadı bilir, fakat konu ile ilgili
hususi özellikleri bilmezse, bildiği o külli esası o özel konu hakkında nasıl
icra edebilir ve Şari' Teala'nın maksadının o olduğunu nasıl ileri sürebilir?
Bu tutum Şari' Teala'nın maksadını muhafaza esası ile bir arada yürümez.
c) Bu mertebe, eğer
hususi özellikler dikkate alınmayacak olursa, onların mahallerinin de -ki
bunlar mükelleflerin fiilleri oluyor- dikkate alınmaması gibi bir sonucu lazım
kılar. Hatta nasıl ki külli esasları her bir cüz'i hakkında mutlak surette icra
ediyorsa, kendi hususiyetlerine bakmaksızın onları her bir mükellefüzerine de
aynı şekilde icra etmek gibi bir sonuca ulaşır. Bu ise Şari' Teala'nın
maksatlarından anlaşılacağı üzere sahih değildir. Mükelleflerin hususi
hallerinin 'dikkate alınması da ancak hususi delillerin dikkate alınması
halinde sahih olur. Bu mertebe sahibi, müctehidin derecesinin gerektirdiği yere
kadar inebilecek bir derinliğe sahip değildir; şu halde böyle birinin ictihada
kalkışması doğru olmaz.
Görüldüğü gibi her iki
tarafın da yaklaşımlarında haklı oldukları yerler vardır ve dolayısıyla konu
gerçek manada değerlendirme karşısında hala problemliğini korumaktadır.
Konu ile ilgili
örneklerden biri şudur: Bazıları kıyası toptan reddetmekte ve herhangi bir
kayıt aramaksızın nassları esas almaktadır. Diğer bir grup ise herhangi bir
kayıt getirmeksizin kıyasla amel etmekte ve ona muhalif düşen haberlere aldırış
etmemektedir. Bu iki gruptan her biri de fikri bir aşırılığa girmiş, mutlak ve
genel bir surette aslında şer'i olan ve fakat dengeyi sağlayan iki uçtan sadece
biri tarafına meyletmiş, şeriatın tamamı hakkında bidüziyelik arzedecek ve bu
yaklaşımla birlikte onda ne bir noksanlık ne de kusur olmayacağı, aksine,
"Bugün size dininizi tamamladım ... [Maide 3] ayetinin gereği
doğrultusunda bir yaklaşıma sahip oldukları inancı içerisinde hareket
etmişlerdir.
Re'y taraftarları şöyle
demektedirler: Şeriat sonuçta, tamamıyla kulların maslahatlarının
gerçekleştirilmesi, onlara dokunacak zararların uzaklaştırılması esasına çıkar.
Şer'ı deliller hem genelolarak, hem de özel olarak hep bu manaya delalet eder.
İstikra da aynı sonuca ulaştırır. Bu genel ilkeye muhalif olarak gelen her bir
cüz'ı (fel'd) şer'an muteber olamaz. Zira istikra neyin muteber olduğuna, neyin
de muteber olmadığına tanıklık etmektedir. Ancak bu külli ve genel bir şekilde
olmaktadır. Bu durumda bu genel, ilkeye muhalif bulunan cüz'ınin reddi, külli
ve genel olan ilkenin gereği ile de amel edilmesi gerekecektir. Çünkü onun
delili kandir, hususınin delili ise zannıdir; dolayısıyla aralarında tearuzdan
bahisle her ikisinin de birlikte ele alınıp değerlendirilmesi gibi bir duruma
girilmez, zannı atılır.
Zahiri mezhebi
taraftarları ise şöyle derler: Şeriat sadece kulların denenmesi ve hangisinin
amel bakımından daha güzelolduğunun ortaya çıkarılması için gelmiştir. Onların
maslahatları, Şari' Teala'nın emir ve yasak ettiği şeyler doğrultusunda cereyan
eder; yoksa kulların kendi bakışları doğrultusunda değiL. Biz nassların
gereğine tabi olmak suretiyle isabet ettiğimizden kesin olarak emin
bulunmaktayız. Kaldı ki Ş ari' Teala, bizden bu yolla kulluk yapmamızı
istemektedir. Manalal'ın dikkate alınması ve onlara tabi olunması, re'ydir.
Nasslara muhalif düşen her ne olursa olsun muteber değildir. Çünkü o, şeriatın
genel esaslarına muhalif düşen hususı bir durum olmaktadır. Zannı olan hass
ise, kan olan amma karşı koyamaz; dolayısıyla aralarında tearuzdan
bahsedilemez.
Bu durumda re'y
taraftarları, manaları lafızlardan soyutlamışlar, şeriatta onlara itibar
etmişler ve lafızların özelliklerini gözardı etmişlerdir. Zahiriler ise
lafızların gereklerini esas almışlar ve şeriata hep lafızlar arasından
bakmışlar, kıyası manaların hususiyetlerini dikkate almayarak onları bir tarafa
atmışlardır. Bu iki gruptan her biri, asla diğerinin yaklaşımına iltifat
etmemiş, onun şeriatı anlama ve değerlendirme yoluna bakmamıştır. Çünkü her iki
grup da şeriatı anlama konusunda dayandığı bir külli esasa sahiptir ve onun
üzerinden yürümekte, huslisiyata inmemektedir.
ed-DeHlil'de Abdussamed
b. Abdulvaris'den Sabit tarafından tahric edilen şu haberi bu kabilden bir
örnek saymak mümkündür: O şöyle anlatır: Dedemin kitabında şöyle yazılı buldum:
Mekke'ye geldim ve orada Ebu Hanife, İbn Ebi Leyla ve İbn Şübrüme ile
karşılaştım. Ebu Hanife'ye geldim ve ona: "Bir satışta bulunan ve
beraberinde de bir şart ileri süren kişinin durumu hakkında ne dersin?"
diye sordum. O: "Satış da, şart da batıldır" dedi. İbn Ebi Leyla'ya
geldim ve aynı soruyu ona sordum. O da: "Satış caiz, şart batıldır"
dedi. İbn Şübrüme'ye geldim o da: "Satış da, şart da caizdir" dedi.
Ben: "Sübhanallah! Kufe fukahasından üç kişi, aynı mesele hakkında bize
farklı farklı şeyler söylüyorlar" dedim. Sonra Ebu Hanife'ye gittim ve ona
diğer ikisinin konu ile ilgili dediklerini anlattım. O: "Onların ne
dediklerini bilmiyorum, fakat bana Amr b. Şuayb - babası- dedesi vasıtası ile
ulaştığına göre Rasulullah (s.a.) satış ve şartı bir arada yasaklamıştır"
dedi. Bunun üzerine İbn Ebi Leyla'ya geldim ve ona diğerlerinin söylediklerini
anlattım. O: "Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat Hişam b.Urve
-babası- Hz. Aişe vasıtasıyla bana ulaştığına göre Rasulullah (s.a.) (Hz.
Aişe'ye) şöyle buyurmuştur: 'Berire'yi satın al, vela hakkını onlara şart koş.
(Bu önemli değil) çünkü vela hakkı, azad edene aittir. Böylece Rasulullah
(s.a.) satışı geçerli kabul etmiş, şartı ise iptal etmiştir" dedi. Daha
sonra İbn Şübrüme'ye geldim ve ona öbürlerinin dediklerini haber verdim. O:
"Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat Meslid b. Hakim- Muharib b.
Disar kanalıyla Cabir b. AbdiHah'ın şöyle dediği bize ulaşmıştır:
"Rasulullah (s.a.) (bir sefer esnasında) benden bir deve satın aldı, ben
ona (Medine'ye kadar) binmemi şart koştum. O hem satışı hem de şartı
onayladı"
Bu örnekte imamlardan
her biri, muhtemelen verdiği fetvada esas aldığı hadisten çıkarmış olduğu külli
esasa dayanmış, onun dışında kalan cüz'iyyatı ise muarız olacak evsafta
görmemiş ve bu yüzden de onları dikkate almamıştır. Allah'u alem!
3) Son mertebe:
Külliyyat ile cüz'iyyat arasında dengeyi kurabilme aşaması: Bu mertebeye ulaşan
ilim adamı her iki tarafın da daldığı yere dalar, şer'i manaları elde eder ve
onları feri cüz'i olaylara indirgeyebilir, iki uçtan birindeki derinleşmesi,
diğer taraftaki derinleşmesine mani olmaz, hem külliyyatı, hem de cüz'iyyatı
bilir. Tek bir umlim üzere yürüyüp gitmez, aksine onları birbirine vurur, sonra
elde ettiği şeyleri, uygun düşecek şekilde mükelleflerin fiilleri üzerine
indirger. Aslında o, yükseldiği mertebeye raci olmaktadır; ancak bu her bir
cüz'ide hem umlimi hem de huslisi olarak gözetilen şer'i maksada dair olan
ilimle birlikte olmaktadır.
Bu mertebedeki bir
kimsenin ictihad etmesinin sahih olacağında ihtilaf yoktur. Ulaşmış olduğu
seviye sayesinde o, problemlerin çözümüne kabiliyeti bulunan, hakim konumda
olan, yenik düşmeyen bir mertebededir. Daha önceki aşamalarda ise, ilim talibi
hakim konumda değildir; o yüzdendir ki o mertebelerde kişinin elde ettiği külli
manalar, onu huslisiyet arzeden konulara iltifat etmekten alıkoyabilmektedir.
Sahibi hakim değil, mahklim konumunda olan her mertebe, o aşamadaki kimselerin
henüz ilimde rüslih mertebesine ulaşmadığını gösterir. Eğer içinde bulunulan
aşama, sahibi tarafından hakimiyeti altına alınmış, orada tam bir vukufiyetle
tasarruf yetkisi ihraz edilmişse, işte o kimse ilimde rüslih sahibi olmuş
demektir ve ictihad yetkisini hak eden, istinbata ehil olan kimse de işte odur.
çoğu zaman orta mertebede yer alanlar ile bu mertebede bulunan ve ictihada
gerçekten ehil olan kimseler birbirine karıştırılır ve bunun sonucunda da
ictihada ehil olup olunmama konusunda çekişmeler meydana gelir. Allah'u a'lem!
Bu mertebeye ulaşmış
kimselere "Rabbani" , "Hakim", "İlimde rüslih
sahibi", "Alim", "Fakih" ve "Akil" gibi
tabirler kullanılır. Çünkü bunlar ilmin büyük meselelerinden önce küçüklerini
öğrenerek işe başlamışlar ve rabbani bir eğitimle bu mertebeye ulaşmışlar,
herkeselherşeye layık olduğu hükmü vermişler, ilmi tam anlamıyla elde etmişler
ve artık ilim kendileri için cibilli bir vasıf (meleke) halini almıştır, Allah
Teala'nın muradını hakkıyla anlamışlardır.
Bu mertebede bulunan
müctehidlerin iki belirgin özellikleri vardır:
(1) Bunlar, soruyu yönelten kimsenin hususı halini
de dikkate alırlar ve eğer mesele hakkında hususı bir hüküm varsa bunları
değerlendirirler ve onların hallerine uygun düşecek cevaplar verirler. İkinci
rütbede bulunan kimseler ise böyle değillerdir; çünkü onlar hususı durumları
dikkate almaksızın genel hükümleri bildirirler ve ona göre cevaplar verirler.
(2) Sorulara cevap vermeden önce, işin nereye
varacağını, verecekleri cevapların ne gibi sonuçlar doğuracağını da hesaba katarlar,
ikinci derecede bulunanlar ise bunu yapmazlar ve verdikleri cevabın ne gibi
sonuçlar vereceği noktasına aldırış etmezler. Eğer bir emir ya da yasak
karşısında bulunur ve o konuda da külli bir esas varsa onun doğrultusunda hemen
hüküm verirler.
Bu konu ile ilgili
olarak pek çok örnek bulunmaktadır. Onlardan bir kısmı istihsan bahsinde ve
fiillerin sonuçlarının da dikkate alınması gerektiği meselesinde geçmişti. İmam
Malik'in mezhebinde bu konuda çok şey bulunmaktadır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: