EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / İCTİHAD /
ONUNCU MESELE:
Değerlendirme sırasında
fiillerin sonuçlarını gözönünde bulundurmak şer'an muteberdir ve arzulanır.
Fiillerin muvafık (yani hakkında izin verilen türden) ya da muhalif (yani yasaklanmış
bulunan türden) olması arasında fark yoktur. Şöyle ki: Müctehidin, mükelleften
sadır olan bir fiil hakkında, onu işlemeye cevaz veren ya da meneden bir
hükümde bulunması, ancak ve ancak o fiilin neye sonuç vereceğine bakmasından
sonra mümkün olabilecektir. Bir fiil, bazen elde etmek istenen bir masIahat ya
da uzaklaştırılmak istenen bir mefsedet sebebiyle meşru kılınmış olabilir;
bazen de kendisinden doğabilecek bir mefsedet ya da kendisi sebebiyle elden
gidecek bir masIahat yüzünden meşru kılınmamış olabilir. Buna rağmen, bu amacın
tam aksine sonuçlar doğurabilir. Hal böyle iken birinci durumun mutlak olarak
meşruluğunu söylemek halinde, elde edilmek istenen masIahat (veya uzaklaştırmak
istenilen mefsedet), kendisine denk veya daha büyük bir mefsedete neden
olabilecektir. İşte bu durum, o şey hakkında mutlak olarak meşru dememize
engelolur. Aynı şekilde ikincisi hakkında da yine mutlak olarak gayrı meşru
demek, belki de defedilmek istenen mefsedete denk ya da daha büyük başka bir
mefsedetin irtikabına neden olabilir. Bu itibarla herhangi bir kayıt
getirmeksizin mutlak olarak o şeyin gayrimeşru olduğunu söylemek doğru
olmayacaktır. Bu konu, müctehid için ictihada mahal bir alandır; ulaşılması
zor, fakat içimi oldukça güzel, sonucu övgüye değer, makasıd-ı şeria yolu üzere
akar bir kaynak gibidir.
Bunun doğruluğuna
aşağıdaki hususlar delalet eder:
(1) Yükümlülükler -daha önce de geçtiği gibi-,
kulların masIahatları için konulmuştur. Kulların masIahatları da, ya dünyevidir
ya da uhrevıdir. Uhrevı masIahatlar, mükellefin ahiretteki sonucu ile ilgili
maslahatlardır; onun cennet ehlinden olmasını, cehennem ehlinden olmamasını
temin için konulmuştur. Dünyevı masIahatlara gelince, ameller -dikkat edilecek
olursa- masIahatların neticeleri için mukaddimelerdir. Çünkü onlar, Şari'
Teala'ca maksud olan müsebbebler için konulmuş sebeblerdir. Müsebbebler ise,
sebeblerin sonuçları olmaktadır. Şu halde sebeblerin cereyanı esnasında onların
(müsebbeblerin) dikkate alınması matluptur. Fiillerin sonuçlarını dikkate
almanın manası da işte budur.
İTİRAZ: Hükümler
bölümünde bunun aksine şöyle denmişti: "sebeblerin işlenilmesi sırasında
mükellefin müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatta bulunması gerekmez.
Mükelleften istenilen şey sadece konulan hükümler doğrultusunda hareket
etmektir."
CEVAP: Daha önce,
sebebler işlenirken müsebbeblerin dikkate alınmasının gereği de geçmiş ve bu
konuda söz edilmiş ve iki nokta arasının cem ve telifi yapılmıştı. Meselemiz
ise birinciden değil ikincidendir. Çünkü bu, nefsanı hazIardan uzak olmak üzere
başkalarıyla ilgili olan hüküm üzerinde değerlendirme yapan müctehide
yöneliktir. Müctehid mükelleflerin fiillerine ait hükümlerin belirlenmesi
konusunda Şari' Teala'nın naibidir. Daha önce Şari' Teala'nın sebeblerin konulu
şu sırasında müsebbeb-
lere yönelik kasdının
bulunduğu geçmişti. Bu sabit olunca, müdehidin de
aynı şekilde
müsebbeblere -ki bu sebeblerin sonucu ve neden olacağı şey olmaktadır- yönelik
kasıt bulundurması zorunlu olacaktır.
(2) Amellerin sonuçları, şer'an ya dikkate
alınmıştır ya da alınmamıştır.
Eğer dikkate alınmış
ise, bizim dediğimiz de budur. Eğer dikkate alınmış değilse, o zaman amellerin,
kendilerinden beklenen maksatlarla ters düşen sonuçları olması mümkün demektir
ki bu sahih değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, yükümlülükler kulların
masIahatları içindir. Eğer masIahat ile birlikte kendine eşdeğer ya da daha
büyük bir mefsedetin bulunması imkanı varsa, o zaman bir masIahattan söz etmek
mümkün değildir. Sonra bu, meşru bir fiil işleyerek bir masIahat beklentisi,
yasak bir fiil işleyerek de bir mefsedet beklentisi içinde olmamız sonucuna
götürür.
Bu ise daha önce de
geçtiği gibi şeriatın konulu Ş gayesinin aksine bir durumdur.
(3) Şer'i deliller ve istikra göstermektedir ki,
sonuçlar teşri' esnasında dikkate alınmaktadır. Mesela, şu deliller bunun böyle
olduğunu göstermektedir: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan
Rabbinize kulluk edin.
Umulur ki böylece
korunmuş olursunuz.''[Bakara 21]
"Oruç sizden
öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı. Umulur ki böylece korunmuş
olursunuz. "[Bakara 183]
"Aranızda
mallarınızı haksızlıkla yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların
mallarından bir kısmını yemek için onu hakimlere aktarmayın .... Allah'tan
sakının. Umulur ki böylece kurtuluşa ermiş olursunuz.''[Bakara 188-189]
"Allah'tan başka
yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a
sövmesinler."[En'am 108]
"İnsanların Allah'a
karşı bir hüccetleri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden
bir kısmını daha önce sana anlatmıştık. "[Nisa 164]
"Savaş, hoşunuza
gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin
iyiliğinizedir ... "[Bakara 216]
"Kısasta sizin için hayat vardır. "[Bakara 179]
Bunlar, genel olarak
sonuçların dikkate alındığını gösteren delillerden olmaktadır.
Mesele hakkında hususi
olarak gelen delillere gelince, bunlar çoktur. Rasulullah [s.a.v.], kendisine
açıktan münafıklık yapan kimseleri öldürtmesi işaret edilince: "İnsanların
'Muhammed, adamlarını öldürüyor' diye konuşmalarından korkarım"
buyurmuştur. Bir başka seferinde Hz. Aişe validemize şöyle buyurmuştur:
"Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı ve
kalplerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları
Kfı'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım"; bir başka
rivayette de: "Ka'be'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa
ederdim" buyurmuştur. İmam Malik, emirin kendisine, Ka'be'yi Hz.
İbrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa etme fikrini açtığı zaman işte bu
prensipten hareketle fetva vermiş ve ona: "İnsanların, Allah'ın evi ile
oynamamaları için sakın bunu yapma!" demiş ya da bu manada birşey
söylemiştir. Mescide işeyen bedevi hadisi de böyle. Hz. Peygamber işemesini
bitirinceye kadar ona dokunmamalarını emretmiştir. İbadetten tümden kesilir
endişesiyle nefis üzerine işkenceye varacak ölçüde ibadet altına girilmesini
yasaklaması da böyledir.
Hususi menatın tahkiki
hakkında sözü edilenlerin tamamı bu kabilden olmaktadır. Şöyle ki bu gibi
yerlerde fiil aslında meşru olmakta fakat, ona arız olacak bir mefsedetten
dolayı yasaklanmakta veya aslında yasak olmakta fakat bir maslahata mebni o
yasağın terki cihetine gidilmektedir. Aynı şekilde sedd-i zerai' ile ilgili tüm
deliller de bu kabildendir. Çünkü onların çoğu, caiz olmayan bir fiile caiz
olan bir yolla ulaşılması şeklinde olmaktadır. Aslında yasaklanan o fiilin
meşru olması gerekirdi, ancak sonuçta yasak olan şeye götürdüğü için
yasaklanmış olmaktadır.
Genişletme ve
kolaylaştırmaya, zorluk ve meşakkatin kaldırılmasına delalet eden delillerin
tamamı da bu kabildendir. Çünkü onların çoğunda, aslında meşru olmayan bir
fiilde müsamaha göstermek manası hakimdir; zira ona yönelen ve şer'an
gösterilmesi gereken yumuşaklık ve merhamet bunu gerektirmektedir. Bu
delillerin çokluğu ve herkesçe bilinmesi sebebiyle burada onları zikrederek
sözü uzatmanın bir manası yoktur.
İbnu'l-Arabi, bu
meselenin izahına başladığı zaman şöyle demiştir: "İnsanlar kendi zanları
sebebiyle bu konuda ihtilaf etmişlerdir; halbuki mesele ulema arasında üzerinde
ittifak edilen bir konudur. Dolayısıyla onları anlayın ve saklayın."
FASIL:
Bu esas üzerine bazı
kaideler bina edilir:
1) Sedd-İ zeraİ İmam
Malik, bu prensibi fıkıh bablarının çoğunda dayanılacak bir esas olarak kabul
etmiştir. Zerianın aslı, masIahat olan birşeyi, mefsedet olan birşeye vesile
edinmek demektir. Mesela bir kimse bir malı veresiye on dirheme satın alsa,
bunun caiz olacağı açıktır. Çünkü bu akitle meşru olan bir maslahata
gerçekleştirmek istemektedir. Sonra bu adam aynı malı, satıcıya peşin olarak
beş dirheme satmış olsa, bu alış-veriş, sonuç itibarıyla beş dirhemin veresiye
on dirhem karşılığında satılması şekline dönüşmüş olacaktır. Aradaki malolduğu
yerde durmakta, dolayısıyla dikkate alınmamaktadır; zira satış akdinin meşru
kılınmasına gerekçe olan masIahat burada bulunmamaktadır. Ancak bu
dediklerimiz, kasdın adet gereği insanlar arasında çokça yapılır olması yoluyla
zahir olması şartına bağlıdır.
İmam Şafii gibi zerai'
hükmünü düşüren kimseler de fiilin sonucunu dikkate almaktadırlar. Çünkü alım
satım akdi, eğer bir masIahat ise caizdir. İkinci satım akdi ile yapılan,
birinciden ayrı başka bir maslahatın elde edilmesi içindir. Dolayısıyla bu
surette bulunan her bir akdin bir sonucu vardır. Onların sonucu da, İslam'ın
hükümlerinin zahirine göre masIahat olmaktadır; öyle ise bunda bir mania
yoktur. Zira bu takdime göre ortada mefsedet olan bir sonuç yoktur. Ancak bu,
yasak olan sonuca yönelik açık bir kasdın bulunmaması şartıyla böyledir.
Fiillerin sonuçlarını
dikkate aldıkları içindir ki, her iki grup da, düşmanlık ve günah konusunda
dayanışmanın mutlak surette caiz olınadığında müttefiktirler. Keza hususi
olarak putlara sövmenin caiz olmadığı konusunda da, "Allah'tan başka
yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a
sövmesinler. "[En'am 108] ayetinin gereği olarak müttefiktirler; çünkü bu
onların Allah'a sövmelerine sebep olmaktadır. Daha başka İmam Malik ile İmam
Şafii'nin görüşbirliği ettikleri meseleler de öyle.
Sonra İmam Şafii'nin,
"Herhangi birşeyin kalkan yapılarak ribilya ulaşılması caizdir"
demesi doğru değildir. Şu kadar var ki o, yasak olan şeye karşı kasdı açık
olmayan kimseyi töhmet altına sokmamaktadır. İmam Malik ise, abes (lağv) bir
fiilin zuhuru sebebiyle onu itham etmektedir; zira bu abes (lağv), yasak olana
yönelik kasdın bulunduğuna delil olmaktadır.
Böylece sedd-i zerili'
kaidesinin genel anlamda dikkate alındığı konusunda ittifak bulunduğu ortaya
çıkmaktadır. Aradaki görüş ayrılığı bir başka husus hakkında olmaktadır.
2) Hiyel: Hiyel, aslında
zahiren caiz olan bir fiilin, şer'i bir hükmün iptali ve zahirde başka bir
hükme çevrilmesi için işlenmesi demektir. Bu durumda işlenen fiil, sonuç
itibarıyla aslında şer'i kaidelerin zedelenmesine yol açmaktadır. Mesela:
Zekattan kaçmak için yılın dolması sırasında malını (bir yakınına) hibe eden
kimsenin durumu gibi. Hibe aslında caizdir. Eğer bu yola başvurmadan zekatı
vermeyecek olsa, bu da yasaktır. Her birinin içerdiği masIahat veya mefsedet
açıktır. Şimdi böyle bir kasıt ile aralarının birleştirilmesi halinde hibe,
zekatın edasının iptali sonucuna varmaktadır. Bu ise bir mefsedettir. Ancak
sözünü ettiğimiz bu durum, şer'i hükümlerin iptaline yönelik bir kastın
bulunması şartıyla böyledir.
Ebu Hanife gibi hiyeli
caiz görenler de, fiillerin sonuçlarını dikkate almış olmaktadırlar. Ancak
bunlar, olayı bir bütün olarak değil de, her fiili kendi başına tek tek ele almaktadırlar.
çünkü hibe, hangi kasıt ile olursa olsun zekatın vücubiyetini düşürür; aynen
yılın dolması sırasında zekata tabi olan malın harcanınası, onunla borcun
ödenmesi veya zekata tabi olmayan herhangi bir mal satın alınınası gibi. Bu
iptal işi sahih ve caizdir. çünkü bu, hibe edene ve harcama yapana dönük bir
masIahat olmaktadır. Ancak, bir şartla h hükmün iptaline yönelik bir kasıt
bulundurmamalıdır. Yasak olan hususiyle bu kasıttır. Çünkü bu Şari' Teala'ya
karşı bir tavır almaktır ve aynen zekatın edasından kaçınma gibi bir tutuma
düşmektir. Ebu Hanife, açıktan şer'i hükümlerin iptaline yönelik bir kasdın
yasak olacağında diğerlerine muhalefet etınemektedir. Hükmün zımnen iptali ise
hiç dikkate alınmaz; zira eğer öyle olsaydı o zaman yılın dolması sırasında
hibenin (herhangi bir kasıt aranmaksızın) mutlak surette imkansız olması
gerekirdi. Böyle bir görüşte olan kimse de bulunmamaktadır.
Fiillerin sonucunu
dikkate almaları sebebiyledir ki, bütün fukaha, iman, namaz vb. amellerle
-münafık ve müdilerin yaptığı gibi- sırf can ve mal emniyetini sağlama kastının
haramlığı konusunda ittifak etmişlerdir. Böylece, şer'i hükümleri düşürmeye
yönelik hilelere başvurmanın, sonuçlarını dikkate alma nokta-ı nazarından genel
anlamda batıl olduğu konusunda görüşbirliği bulunmaktadır. Ulema arasındaki
ihtilaf ise, bir başka noktada olmaktadır.
3) Hilafa rÜlyet
kaidesi:
Şer'an yasak olan
birşeyin işlenmiş olması, o yasağı önlemek için konulmuş olan müeyyideden daha
ağır bir yolla onu işleyen kimseye zulmedilmesine sebep teşkil etmez. Mesela,
gasbı ele alalım. Yasak olmasına rağmen böyle bir fiilin işlenmesi halinde,
hakkı gasbedilen kimsenin hakkının mutlaka ödenmesi gerekecektir. Ancak bu
ödeme işi, gasbeden kişiye, adalet ve insaf ölçülerini aşan bir zarar dokundurulmadan
gerçekleştirilecektir. Bu itibarla eğer gasbeden kimseden, (gasbettiği şey hala
değişmeksizin elinde ise) bizzat onu iade etmesi, (şayet yok etmişse ve o şey
misli ise) mislini, (kiyemi ise) kıymetini ödemesi istenir ve bunun ötesinde
bir ziyadeye gidilmezse, bu yerinde ve doğru bir hareket olur. Aynı şekilde
zina eden bir kimseye had cezası uygulanırken, işlemiş olduğu bu suç yüzünden
suçuna karşı şer'an konulmuş olan cezanın ötesinde bir artırma yoluna gidilmez.
Zira bu ona bir zulüm olur. Onun suçlu olması, suçuna denk olarak konulmuş olan
cezadan fazla ek bir cezaya çarptırılmasını gerektirmez. Haddi tecavüzün
yasaklığını gösteren deliller bunu gösterir. Bu meyanda şu ayetleri
hatırlayabiliriz: "Size tecavüz edene, size tecavüz ettiğinin dengi ile
karşılık verin"[Bakara 194]; "Cana can, göze göz ... (kısasa kısas;
yani, dengi dengine ödeşme) yazdık. .. "[Maide 45]
Bu anlaşıldı ise şimdi
deriz ki, bir kimse yasak olan birşeyi işlemiş olsa, o şey sebebiyle hakkında
terettüp edecek hüküm, asalet yoluyla değil de tabilik hükmü gereği, olması
uygun olan miktardan fazla olabilir veya yasağın gereği mefsedetten daha
şiddetli bir başka mefsedete neden olabilir. İşte bu gibi durumlarda, o kişiyi
ya işlediği şey ile başbaşa bırakırız veya meydana gelen fesadı, adalet
ilkesine uygun düşecek şekilde onaylamış oluruz. Çünkü bu olayda mükellef,
mercuh (zayıD da olsa bir delile uygun hareket etmiş olmaktadır. Bu durumda bu
zayıf delilin i'mali, o olayı yasaklık üzere ibka etmekten daha ehven
olmaktadır. Çünkü mercuh delile itibar edilmemesi halinde, fiilin vukuundan
sonra, yasağın gerektirdiği mefsedetten daha büyük bir mefsedetin ortaya
çıkması söz konusu olmakta ve fiili işleyen kimseye daha büyük zararlar
dokunmaktadır. Bu durumda sonuç şu noktaya gelmektedir: Fiilin vukuundan önce
yasak delili daha güçlü olmakta, vukuundan sonra ise cevaz delili daha güçlü
bir hal almaktadır. Çünkü her iki halde de tercihi gerektiren deliller
bulunmaktadır. Nitekim Kabe'nin Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden bina edilmesi,
münafıkların öldürülmesi hakkında gelen hadislerde, mescide işeyen bedevi
hadisinde bu noktaya dikkat çekilmiştir. Rasulullah [s.a.v.], mescide işeyen
bedevinin, işini bitirinceye kadar kendi haline bırakılmasını emretmiştir.
Çünkü kesmesi için müdahale edilecek olsaydı, o zaman elbisesi pis olacak ve bu
yüzden de bedenine bir dert arız olabilecekti. Bu durumda onu kendi haline
terketme tarafı, işlediği yasağı kesmesi tarafına galebe çalmıştır; çünkü
kesmesi halinde adama zarar dokunacaktı üstelik, kestiği zaman iki yer
pislenecekti; halbuki kesmemesi halinde bir yer pislenmiş olacaktı.
Hadiste: "Hangi
kadın velisinin izni olmadan evlenirse, nikahı batıldır, batıldır, batıldır.
Eğer zifaf olursa, kadın için kocanın kendisinden istifadesi karşılığında mehir
hakkı vardır'' buyurulmuştur. Bu, yasak olan şeyin, bir yönden sahih kılınması
anlamına gelir. Bu yüzden de böyle bir nikahta miras hükümleri cereyan etmekte
ve çocuğun nesebi sabit olmaktadır. Fasid nikahın bu hükümlerde ve evlenme
yasağı doğuran sıhriyet hükümlerinde sahih nikah gibi mütalaa edilmesi, onun
kısmen sahihliğine hükmedilmiş olduğuna bir delil olur. Aksi takdirde böyle bir
nikahın zina hükmünde olması gerekirdi ki, ittifakla öyle olmadığı kabul
edilmektedir. 8ıhhati üzerinde ihtilafbulunan nikah hakında bazen hilafa yani
karşı görüşlere riayet edilebilir ve zifaf sonrasında vakıf olunması halinde o
nikahın feshine gidilmez.Çünkü zifafın gerçekleşmesi halinde, (zayıf olan)
karşı görüşü tercihi gerektiren durumlar ortaya çıkar ve onun dikkate
alınmasını gerekli kılar.
Bütün bunlar, hükmün
bozulması ya da iptali halinde, yasağın mefsedetine denk ya da daha büyük başka
bir mefsedetin ortaya çıkması noktasının dikkate alındığını göstermektedir.
Makasıd bölümünde de ele
alındığı gibi, vuku sonrasında cevaz tarafını tercihi gerektirecek genel bir
delil bulunmaktadır. O da şudur: Bilgisizce yanlış bir amel işleyen kimsenin
durumu iki açıdan değerlendirilir:
a) İşlediği fiil ile,
emir ve yasağa muhalefet etmiş olması açısından ele alınır. Tabii bu, o fiilin
iptalini gerektirir.
b) Şari' Teala'nın
kasdına uygun düşmeyi genel anlamda kasteder bir konumda bulunması açısından
ele alınır. Çünkü bu kimse müslümandır ve müslümanların hükümlerine tabidir.
Hatası ya da bilgisizliği, onu müslümanlara ait olan hükümlerden çıkarma gibi
aleyhinde bir cinayetin işlenmesine gerekçe olamaz. Aksine hatası ya da
bilgisizliği sebebiyle ifsad etmiş olduğu fiilini tashih edecek telafi edici
bir hüküm bulunur. Bu durumda o, fiili ile ifsadı kastetmiş olsa bile kendisi
hakkında İslam'ın hükümlerinin verilmesi konumundan çıkmış olmaz. Çünkü
müslümandır ve Şari' Teala'ya karşı inatçı bir tavır almamıştır. Şu kadar var
ki, konumundan habersiz olarak o konuda şehvani arzularına uymuştur. Bu
yüzdendir ki Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "'Allah kötülüğü bilmeyerek
yapıp da, hemen tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. "[Nisa 17] Alimler
de:
"Müslüman ancak
bilgisizlik yüzünden masiyet işler" demişlerdir. Bu durumda onun hakkında
bilgisi olmayan bir kimsenin hükmü uygulanacaktır. Ancak açık bir durum
sebebiyle fiilin iptali yönü ağır basacak olursa o zaman bu müstesna. Bu
durumda tashih halinde, (yasağın mefsedetine) muadil ya da daha büyük (bir
mefsedet gerektirecek) bir sonuç olmayacaktır. O zaman da mesele hakkında bir
değerlendirme bulunmayacaktır. Kaldı ki, iptal tarafının ağır basması, ancak
sonucun değerlendirilmesi neticesinde olmaktadır. Varılmak istenen sonuç da
budur.
4) İstihsan kaidesi:
Fiillerin sonuçlarının dikkate alınması esası üzerine bina edilen bir diğer
kaide de, istihsan kaidesidir. İstihsan -İmam Malik'in mezhebinde- külli delile
mukabil cüz'i maslahatın alınmasıdır. Bunun gereği, mürsel istidlalin kıyas
(genel kural) üzerine takdimi esasına başvurmaktır. Çünkü istihsanda bulunan
kimse, mücerred kendi zevki ve nefsani arzuları doğrultusunda hareket
etmemekte, aksine bahis konusu o şeyler ve emsali hakkında bulunan kavramış
olduğu Şari' Teala'nın kasdına uygun hareket etmektedir. Mesela bazı meseleler
vardır ki, kıyas (yani genel kural) şöyle bir hüküm gerektirmektedir; ancak o
hükmün o şeyde tatbiki başka cihetten bir masIahatın ortadan kalkmasına ya da
bir mefsedetin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. (İşte bu gibi yerlerde
istihsan kaidesi ile hareket edilir ve genel kuralın hilafına özel çözümlere
başvurulur.) Çoğu kez bu, zaruri bir aslın haci ile, hacinin de tekmili ile
birlikte olması halinde bulunur, kıyasın (genel kural) zaruri hakkında mutlak
surette tatbiki, bazı cüzileri hakkında sıkıntı ve meşakkatin doğmasına
sebebiyet verir; bu yüzden de sıkıntı ve meşakkat alanları genel kuraldan
istisna yoluna gidilir. Tekmili ile birlikte haci veya tekmili ile birlikte
zaruri esasların durumu da böyledir ve bu açıktır.
İstihsana delil olarak
kullanılabilecek şeriatta çok örnek vardır. Mesela, karz (ödünç para verme)
gibi. Karz aslında ribadır; çünkü o, dirhemin dirhem karşılığında vade ile
mübadelesidir. Ancak genel kuralın gereğinden çıkılarak bu muamele mübah
kılınmıştır, zira bunda muhtaçlara karşı bir genişlik ve rahmet bulunmaktadır.
Eğer karz, genel kural gereği asli yasaklık üzere kalsaydı, o zaman mükellefler
sıkıntı içerisine sokulmuş olurdu. Aynı durum ariyye, yani ağaç üzerindeki yaş
hurmanın, tahmini olarak kuru hurma ile değiştirilmesi hakkında da geçerlidir.
Bu da riba kapsamına girer, çünkü yaş hurmanın kuru hurma karşılığında (tahmini
olarak) satılmasıdır. Ancak bu muameleye ihtiyaç duyan her iki tarafın da
ihtiyaçları dikkate alınarak caiz kılınmıştır. Eğer mutlak surette men cihetine
gidilseydi, o zaman bu ariyyede bulunmanın önüne bir sed teşkil ederdi. Keza
riba'n-nesie, eğer karz akdinde de tahakkuk etmiş olsaydı, o zaman bu yönden
kolaylık ve şefkat gösterilmesi yolu kapatılmış olurdu. Yağmur yüzünden akşam
ve yatsı namazlarının cemedilmesi, yolcunun namazlarını cemederek kılması,
namazını kısaItması ve isterse Ramazan'da oruç tutmaması, korku namazı ve bu
türden olan diğer ruhsat hükümlerinde de durum aynıdır. Çünkü bunlar aslında,
hususiyle maslahatın celbi ve mefsedetin defi konusunda amellerin sonuçlarının
dikkate alınması esasına çıkmaktadır. Bu gibi yerlerde aslında genel delil,
bunların caiz olmamasını gerektirmektedir. Eğer biz genel delilin gereği üzere
kalacak olsaydık o zaman bu, masIahatın ortadan kaldırılması sonucunu
gerektirecekti. Dolayısıyla gerekli olan, fiillerin sonuçlarının mümkün mertebe
dikkate alınması ve ona göre bir hükme varılmasıdır. Aynı şekilde tedavi için
avret yerlerine bakma, kıraz, müsakat gibi tasarruflarda da durum aynıdır. Her
ne kadar genel delil bu gibi tasarrufların aslında yasaklanmış olmasını
gerektiriyorsa da, cevazı yönüne gidilmiştir. Bu türden caiz olan şeyler pek
çoktur.
Bu anlattıklarımız, bu
kaide ile hükmetmenin sıhhatine delalet eden delillerden olmaktadır. İmam Malik
ve tabileri (istihsan hakkındaki görüşlerini) onlar üzerine binada
bulunmuşlardır.
İbnu'l-Arabl, istihsanı
açıklarken onun, delilin gereğinin terkini tercihten ibaret olduğunu ve ona
bazı cüz'llerde bulunan bir muarız sebebiyle istisna ve ruhsat yolu üzere
gidildiğini söyler. Sonra istihsanı kısımlara ayırır:
1) Örf sebebiyle delilin
terki; yeminlerin örfe havale edilmesi gibi.
2) Maslahata binaen
terki; ecir-i müşterekin (yani zanaatkarın) tazmini cihetine gidilmesi gibi.
3) İcma sebebiyle terki;
kadının katırının kuyruğunu kesen kimseye, onu tazmin ettirmek gibi.
4) Delilin, meşakkati
kaldırmak ve insanlara kolaylık sağlamak amacıyla basit ve önemsiz konularda
terkedilmesi; mesela aynı cinsten büyük miktarda yapılan ölçümlü
alış-verişlerde az miktardaki fazlalığın caiz görülmesi, yine az miktar için
söz konusu olan bey' (alım satım akdi) ve sarfa cevaz verilmesi gibi.
Yine o
Ahkamu'l-Kur'an'da şöyle demiştir: İstihsan, bize ve Hanefilere göre, iki
delilden daha güçlü olan ile amel etmektir. Umlim devamlı, kıyas da bidüziye
(muttarit) olsa, bu durumda İmam Malik ve Ebu Hanife zahir olsun mana olsun
herhangi bir delil ile umumun (ve kıyasın) tahsis edilebileceği
görüşündedirler. İmam Malik, masIahat ile tahsisi istihsanen kabul etmektedir.
Ebu Hanife ise umumun, kıyasa muhalif olarak gelen tek bir sahabi görüşü ile
tahsise gidilmesini istihsan yoluyla caiz görmektedir. Her ikisi de birlikte
kıyasın tahsisi ve illetin nakzı görüşünü paylaşmaktadırlar. İmam Şafii ise,
şer'i bir illetin sabit olmasından sonra tahsis edilemeyeceği görüşündedir. Bu,
sadece genel delilin ve genel kıyasın gereği ile yetinilmeyip hükümlerin
sonuçlarının da dikkate alınması demektir.
Maliki mezhebinde
istihsana dair gerçekten çok şey vardır. el-Utbiyye'de Asbağ'dan şöyle dediği
nakledilir: İki ortak, aynı temizlik süresi içerisinde bir cariye ile ilişki
kurarlar. Cariye, bir çocuk doğurur; ortaklardan biri çocuğu reddeder, diğeri
ise etmez. çocuğun kendisinden olmadığını reddeden, onunla ilişkide bulunduğunu
ikrar ediyor ve yaptığı ilişkide de inzal imkanı bulunuyorsa, reddine itibar
edilmez ve (çocuğun oluşmasına sebep olan) o ilişkide müşterekmiş gibi olurlar.
Ancak ikrarda bulunduğu ilişkide, azilde bulunduğunu iddia ediyorsa, işte bu
takdirde Asbağ şöyle demektedir: "Ben bu durumda çocuğun diğerine
katılmasını istihsanen gerekli görüyorum. Kıyas ise, ikisinin de eşit
olmalarını gerektirmektedir. Çünkü azil yaparken, menisi belki de önceden
gelmiş ve dışan tam olarak atamamıştır, dolayısıyla durumun farkında
olmayabilir. Nitekim Amr b. el-As, bu gibi durumlar hakkında: "İpin ucu elden
kaçabilir" demiştir. Devamla şöyle der: İlimde istihsan, bazen kıyastan
daha galip olabilir. İbnu'l-Kasım'ı işittim. O İmam Malik'ten rivayet ederek
şöyle diyordu: "İImin onda dokuzu, istihsandır."
Bütün bunlar
göstermektedir ki istihsan, delillerin gereğinden çıkmak değildir. Şu kadar var
ki, delillerin ne gerektirecekleri ve sonuçlarının ne olacağı ele alınmakta ve
değerlendirilmektedir. Zira eğer burada kıyas üzere devam edilecek olursa, o
zaman ortakların ikisi de azil yapmışlar ya da inzalde bulunmuşlar gibi kabul
edileceklerdi. Çünkü kıyasa göre ilişkiyi ikrar etmesi halinde azlin bir hükmü
olmamaktadır ve çocuğun kendisine katılması hakkında azlin olup olmaması
arasında bir fark bulunmamaktadır. Ancak istihsan, onun dediği doğrultudadır.
Çünkü çocuğun olması çoğunlukla inzal halinde olur, azil halinde olması ise çok
enderdir. Dolayısıyla hüküm galip olan doğrultusunda verilir ki, bu da sözü
edilenlerin bir gereği olmaktadır. Eğer delillerin sevki sırasında, onların
nereye varacağı ve hangi sonuçları doğuracağı göz önünde bulundurulmasaydı o
zaman, bu meselede azil ile inzal arasında bir ayırıma gidilmeyecekti. Asbağ,
istihsan konusuna fazlaca önem vermiş ve: "Kıyasa fazla dalan kimsenin
sünneti terketmesine ramak kalmıştır. İstihsan, ilmin direğidir" demiştir.
Zikredilen deliller, onun sözünü desteklemektedir.
5) Geçen esastan
çıkarılan bir diğer kaide de şudur: Zarılri ya da hacı veya tekmili esasların
ortaya konması halinde, şer'an razı olunmayan durumların ortaya çıkabileceği
görülse, bu durumda sıkıntıya düşmeksizin mümkün mertebe onlardan korunmaya
çalışmak şartıyla sözkonusu maslahatı gerçekleştirmek üzere harekete geçmek
sahih olacaktır. Mesela, nikah sonucunda ailenin nafakasını temin gerekecektir,
halbuki helal yollar dar ve zor, haram ve şüpheli yollar ise çok ve kolaydır.
Çoğu zaman aile için kazanç elde etmeye çalışırken caiz olmayan yollara
girecektir. Ancak bu durum, yani evlenme sonucunda karşılaşacağı şeyler kişinin
evlenmesine mani değildir. Çünkü evlenmeme sonucunda doğacak mefsedet, bu gibi
durumlara düşebilme korkusundan daha büyüktür. Eğer bu gibi endişeler zamanımız
da dikkate alınacak olsa, nikah diye birşey kalmaz, bu müessese temelden
ortadan kalkar. Bu ise sahih değildir.
Keza ilim tahsil eden
bir kimse, bu yolda göreceği, duyacağı kötü şeyler sebebiyle tahsilinden
vazgeçemez. Cenaze merasiminde bulunmak, şer'i vazifeleri yerine getirmek ...
gibi yükümlülükler, eğer şer'an razı olunamayacak bazı şeylerin görülmesini
gerektiriyorsa ve başka türlü bu görevleri yerine getirmek imkanı yoksa, arızi
olan bu durumlar bu görevleri asli konumlarından çıkarmaz. Çünkü bunlar dinin
esaslarından ve kulların maslahatlarını gerçekleştirecek önlemlerdir. Şari'
Teala'nın maksatlarından anlaşılan budur. Şer'i maksatların çok iyi anlaşılması
gerekmektedir.
Zira ihtilafların ve
çekişmelerin esasını onların iyi anlaşılmaması oluşturmaktadır. Bu
anlattıklarımıza muhalif olarak selef-i salihten nakledilenlere gelince, onlar
şahsa özel mahiyette olan şeylerdir (kadaya a'yan) ve teker teker ele alınıp
mahiyetleri ve niçin öyle yaptıkları dolayısıyla izah edilen hususa uygun olup
olmadıkları öğrenilmeden hüccet olma özellikleri yoktur.
Özetle bu kaide de,
amellerin neden olacakları sonuçların dikkate alınması esası üzerine bina
edilmiştir. Dolayısıyla onların dikkate alınması ve değerlendirilmesi her
hükümde mutlak surette gerekli olmaktadır.
Allah'u a’lem!
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: