EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / İCTİHAD /
DOKUZUNCU MESELE:
(İctihadda hatanın
meydana gelmesinin diğer bir sebebi, ehil olmayan kimselerin bu işe
yeltenmeleriydi.) Bu, kişinin arkadaşında ya da bizzat kendisinde ictihada ehil
olduğu ve ileri süreceği görüşünün muteber sayılacağı inancının oluşması
sebebiyle olur. Böyle birinin Kur'ari ve sünnete muhalefeti bazen cüzı bir
meselede olur ve bunun zararı hafiftir. Bazen de şeriatın külli esaslarından ve
genel kurallarından birinde olabilir. Bunlar hem itikat hem de amel konusunda
olabilir. Bunun sonucunda onun bazı cüz'ıyyatı, külli esasları yıkacak şekilde
kullandığım götürürüz. Bu haliyle , o, manalarına vukufiyeti olmaksızın, onlara
ihtiyacı olan biri gibi başvurmaksızın, onların anlaşılması konusunda kendinden
öncekilerden nakledilen rivayetlere kulak asmaksızın, durumu hakkında
"Eğer birşeyde çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun
halini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en
güzeldir"[Nisa 59] buyruğunun gereği olı;ırak Allah ve Rasulüne müracaatta
bulunmaksızın bir hükme varır. Onu böyle bir davranışa sevkeden şey, açık
delillerle yol almayı terke, hak ve nasafet duygularını atmaya iten,
araştırmacının ilminin yetişmediği yerde kendi aczini itirafa yaklaşmayan
nefislerde gizli olan heva ve heveslere uyma tutkusudur. Bu davranışa yardımcı
olan hususlardan biri de, hikmeti teşri' (makasıd) ilminin bilinmemesi ve ilim
tahsilinin semeresini vaktinden evvel derleyebilmek için acele etme ve bunun
sonucunda kendisinin ictihad derecesine ulaştığı kuruntusuna sahip olmadır.
Çünkü aklı başında bir kimsenin, tehlikeli olduğunu bile bile kendisini tehlike
içerisine atması az görünür birşeydir.
Bu kısmın esası,
"Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda Kitab'ın temeli olan muhkem ayetler
vardır; diğerleri de müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olan kimseler; fitne
çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih alanlarına uyarlar
... ''[Al-i İmran 7] ayeti kelimesinde zikredilmiş olmaktadır. Sahih'te rivayet
edildiğine göre Rasülullah [s.a.v.] bu ayeti okumuş ve şöyle buyurmuştur:
"Ondan müteşabih olanlarına uyan kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar
Allah'ın kendisinden söz ettiği kimselerdir. Dolayısıyla onlardan sakının. ''
Kur'an'da müteşabihlik, ulemanın belirttiği sadece ne teşbihi anımsatan Allah
Teala ile ilgili durumlardan, ne mücmel ibarelerden, ne nasih ve mensühla
ilgili konulardan, ne de daha başka zikrettikleri şeylerden ibaret olmayıp daha
genel bir anlam içermektedir. Aksine ondan maksat, ayetin gereği altına giren
herşeydir.
Zira müteşabihatın şöyle
ya da böyle sınırlandırılmasına dair bir delil yoktur. Onlar bu konu ile ilgili
olarak adetleri üzere sırf örnek vermiş olmak için, şer'i nassların altına
giren örneklerden bazılarını zikretmiş olmaktadırlar; yoksa bununla bir
sınırlamaya gitmiş olmamaktadırlar. Çünkü şeriatın büyük çoğunluğu hakkında
bidüziyelik gösteren, sabit ve
açık bir esas
bulunmaktadır. Eğer bazı yerlerde ilk bakışta bu esasa ters düşen durumların
bulunduğu görülür ise, işte bunlar da tabi olunmaktan kaçınılması istenilen
müteşabihattan olmaktadır. Bu gibi yerlerde genel esasın bırakılarak, ona
uymayan cüzilere uyulması, şeriatta sabit, bi düz iye ve yerleşik temel
esaslarla, onlar arasında tearuzun bulunduğu sonucuna götürür. Bu gibi
durumlarda temel esaslara dayanılır, nadir attan olan şeylerin durumu bir
tarafa bırakılır ve çözümü ilgili mütehassıslarına bırakılırsa ya da tabi
olduğu başka esaslara irca edilirse, o zaman mükellefmüctehid üzerine herhangi
bir zarar terettüp etmeyecek ve onun hakkında bir tearuz da olmayacaklar. Buna
ayetin, "Onda Kitab'ın temeli olan muhkem ayetler vardır ... "
ifadesi delalet etmektedir. Buna göre muhkem -ki bunlar manası açık olup
herhangi bir problem içermeyen, karıştırmaya meydan vermeyen kısım olmaktadır-
kitabın anası yani temeli ve başvurulacak asıl kılınmış sonra " ...
diğerleri de müteşabihtir" buyurulmuş, bununla onların temelolmadıkları,
çoğunluk da olmadıkları bildirilmiştir. Şu halde onlar az olmaktadır. Arkasından
onlardan müteşabih olanlara uymanın, haktan sapan, doğru yoldan çıkan
kimselerin özelliklerinden olduğu, ilimde yüksek payeye erişmiş kimselerin ise,
öyle olmadıkları bildirilmiştir. Onların bu ayrıcalığı ve övgüye değer halleri,
sadece Kitab'ın anası olan muhkemlere uymuş olmaları ve müteşabihe uymayı
terketmeleri sebebiyledir.
Kitabın anası, hem
itikadi esasları hem de ameli esasları içine alır. Zira ne Kitap ne de sünnet
böyle bir tahsise gitmemiştir. Aksine Ebü Hureyre'den şu rivayet sabit olmuştur:
Resülullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur:
"Yahudiler yetmiş
bir veya iki fırkaya bölünmüşlerdir. Hristiyanlar da yetmiş bir veya iki
fırkaya bölünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya bölünecektir"
Tirmizi'nin Ebü Hureyre'den başkasına dayanan garib bir isnad ile yaptığı
rivayette bunun tefsiri bulunmaktadır. Bu hadiste Rasülullah [s.a.v.] şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz Yahudiler, yetmiş bir veya iki millete
bölünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç millete bölünecektir. Hepsi de ateştedir;
bir millet müstesna" "Onlar kim? Ya Rasülallah!" dediklerinde:
"Benim ve ashabımın üzerinde olduğudur" buyurmuştur. Rasülullah'ın
[s.a.v.] ve ashabının üzerinde olduğu şey, itikadi ve ameli esaslardır ve bu
açıktır; bunlardan sadece bir kısmı değildir. Ebu Davud'da: "Şüphesiz bu
millet, yetmiş üçe ayrılacaktır; yetmiş ikisi ateştedir, biri de -ki o
cemaattir- cennettedir" rivayeti vardır. Bu da bir önceki rivayetin
manasındadır. Bu manayı tefsir eden bir rivayet de bulunmaktadır ki onu İbn
Abdilberr, beğenmediği bir senet ile -her ne kadar başka rivayet yolları
yöneltilen tenkidi biraz hafifletmiş olsa da- rivayet etmiştir. Buna göre hadis
şöyledir: "Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Onların fitne
bakımından en büyüğü, işleri kendi re'yleri ile kıyas edenler ve böylece haramı
helal, helalı da haram kılanlardır. '' Bu, ameli esasların, "Benim ve
ashabımın üzerinde olduğudur" sözü altına girdiği konusunda nassdır ve
durumu açıktır. Çünkü şer'i ameli esaslardan birine muhalefet eden kimse, şer'i
kaideleri yıkmak konusunda itikadi esaslardan birine muhalefet edenden daha az
kusurlu olmayacaktır.
FASIL:
(Şeriatın sapık
fırkaları belirlemesi tafsili değil, icmiHidir.) Şeriatta, hadisin kapsamı
altına girdiği zannedilen bazı fırkalara delalet eden unsurlar bulmaktayız. Kur'an'da,
bazı özelliklere işaret eden şeyler vardır ki, bunlardan hareketle o
özelliklerle nitelenen kimselerin bid'at yoluna girdiği ve şeriatın gereğinden
çıkmış olduğu anlaşılır. Keza sahih hadislerde de bu durum bulunmaktadır. Kim
onları araştıracak olursa, ehl-i bid'at ile ilgili bir hayli hadis bulabilir ve
muhtemelen bazılarında bid'at sahiplerini belirleyici özellikler de açık olarak
belirtilmektedir. Nitekim Rasulullah [s.a.v.] Hariciler hakkında şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz bunun soyundan bir kavim gelecek; onlar Kur'an
okuyacaklar fakat hançerelerini geçmeyecek; müslümanları öldürecekler,
putperestleri terkedecekler, İslam'dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi
çıkacaklar." Bir başka rivayette: (Hz. Ömer'e, Zül'Huvaysıra'yı
kastederek): "Bırak onu; çünkü onun adamları vardır, sizden biriniz
onların namazı yanında kendi namazını, oruçları yanında kendi orucunu küçük
görür. Kur'an okurlar, köprücük kemiklerini öteye geçmez, onlar İslam'dan, okun
av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar." ... Hadisin sonunda şöyle
buyurmuştur: "Onların alameti, kara bir adamdır, pazularından biri kadın
göğsü gibi veya et parçası gibi sağa sola oynar ... "
Böylece Rasulullah
[s.a.v.] onların vasıflarını tarif etmiş ve önderlerinde bulunan bir aHimeti de
zikretmiş, şeriata karşı olan görüşleri arasında iki temel yaklaşımlarını
açıklamıştır:
a) Düşünmeden,
araştırmaya gerek duymadan, gözettiği maksatları dikkate almadan, Kur'an'ın
zevahirine uymaları, ilk bakışta anladıkları mana ile kesinkes hükme varmaları.
Hadiste geçen: "Onlar Kur' an okuyacaklar fakat hançerelerini geçmeyecek.
.. " ifadesi ile işaret edilmek istenen mana budur. Açıktır ki bu görüş,
mahza hakka tabi olmaktan saptıracak, sır at-ı müstakim üzere yürüme yolunda
engel teşkil edecektir. İşte bu noktadan hareketledir ki bazı alimler, Davlid
ez-Zahiri'nin mezhebini yermişler ve onun hicri ikinci yüzyıldan sonra çıkmış
bir bid'at olduğunu söylemişlerdir. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki,
nassları mücerred zahiri üzere olanlar, slire ve ayetlerin birbiriyle tenakuz
teşkil ettiklerini sanmışlardır. Bunun sonucunda da ellerinde bulunan deliller
mutlak surette ve genelolarak tearuz halinde bulunur olmuştur. el-Kutbi'nin
kitabı Müşkilu'l-Kur'an ile Müşkil'l-hadis'in baş tarafında zikrettikleri
hususlar üzerinde düşünülecek olursa, bu sonucun kaçınılmaz olduğu
anlaşılacaktır. Çünkü onun orada zikrettikleri, nassların mücerred zevahiri
hakkında ilk bakışta akla gelen manayı alanlar hakkında olmaktadır.
b) Müslümanları
öldürmek, putperestlere dokunmamak. Halbuki şeriat, genel kurallar ve, tafsili
deliller itibarıyla bunun zıddına delalet etmektedir. Çünkü Kur'an ve sünnet
sadece müslümanların dünya ve ahirette kurtulmuş olduklarına, putperestlerin de
helak olacaklarına hükmetmek için gelmiştir. Böylece müslümanların masum,
putperestlerin de kanlarının heder olduğunu mutlak ve genel bir surette ortaya
koymuştur. Şeriat hakkındaki değerlendirme, bu kasda zıd bir sonuca götürüyorsa
eğer, o zaman değerlendirme sahibi, şeriatın kaidelerini yıkma ve onun yolundan
sapma durumunda demektir. Tahkim (hakem kılma) ve diğer meseleler hakkında Hz.
Ali ve İbn Abbas ile yaptıkları konuşmalar üzerinde düşünüldüğü zaman, onların
hak ve adaletten çıkmış olduklan, doğrudan saptıkları, kaideleri yıktıkları
görülecektir. Ömer b. Abdulaziz ve diğerleri ile yaptıkları münazaralarda da
durum aynıdır.
Bu iki husus,
müteşabihata uymaları sonucu şer'i külli kaidelere muhalefetlerinden olmak
üzere hadiste zikredilmiş olmaktadır.
Mimler, bu türden olan
onların daha başka görüşleri olduğunu da zikretmişlerdir: Mesela şu görüşleri
bunlardandır:
Onlara göre sahabe ve
diğer nesillerin büyük çoğunluğu kafirdir. Müslümanları öldürmeleri bu
görüşlerinin bir sonucu olmaktadır.
Bir fiili işleyen kimse,
eğer yaptığı şeyin helal ya da haram olduğunu bilmiyorsa o mü'min değildir.
"Ey Muhammed! De
ki: Bana vahyolunanda murdar, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah
işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram
olduğuna dair bir emir bulamıyorum .. .''[En'am 145] ayetinde ismi geçen
şeylerden başka haram yoktur ve onların dışında kalan herşey helaldir.
İmam (devlet başkanı)
kafir olduğu zaman, tebası da tümüyle -hazır olanı olmayanı- kafir olur.
Söz ya da fiilde takiyye,
mutlak ve genelolarak caiz değildir. Zina eden bir kayıt olmaksızın
recmedilmez.
Erkeklere iftirada
(kazif) bulunan kimseye had gerekmez. Sadece kadınlara iftira eden kimse
kazifhaddine maruz kalır.
Cahil, fer'i hükümleri
bilmeme konusunda bir kayıt olmaksızın mazurdur.
Allah, acemden bir
peygamber gönderecek, ona bir defada toptan indireceği bir kitap verecek ve o
Muhammed'in [s.a.v.] şeriatını terkedecek.
Mükellef bazen, Allah'ın
rızasını kastetmeksizin bir taat fiili işlemek suretiyle de itaatkar olur.
Yüsuf süresi Kur'an'dan
değildir.
Buna benzer daha başka
görüşleri de vardır ki, bunların tümü, şer'i asli (itikadi) ve ameli külli
esaslara muhalefet olmaktadır.
Ancak çoğu kez yapılan,
sakınılması için bu fırkaların özelliklerine işaret edilmesi ve kimliklerinin
belirlenmesi işinin ise geriye atılmasıdır; nitekim şeriattan anladığımız
budur. Muhtemelen kimliklerinin belirlenmemesi, benimsenmesi uygun olan daha
evla bir yoldur; böylece ümmetin üzerinde bir örtü olacak, kimin ne olduğu açıkça
belli olmayacaktır. Nitekim günahlar örtülmekte ve galip ve genelolan hüküm
doğrultusunda dünyada iken kişiler işledikleri günahlar yüzünden rezil rüsvay
edilmemektedirler. Bize, açıkça muhalefet etmedikleri sürece günahkarların
teşhir edilmemesi ve hallerinin örtülmesi emredilmiştir. Bizim şeriatımızdaki
durum İsrailoğulları hakkında zikredilen gibi değildir. Onlardan biri bir günah
işlediği zaman, sabahleyin kapısının üzerine işlediği günah yazılmış olur ve
böylece teşhir edilirlerdi. Kurbanları hakkında da durum böyle idi. Çünkü onlar
kurbanlarını takdim ettikleri zaman bir ateş gelir ve onlardan makbulolanlarını
yer, makbulolmayanlarına ise dokunmazdı. Bunda ise günahkar olanların rezil ve
rüsvaylıkları vardır. (Günahların örtülmesi, adem-i teşhir gibi) yukarıda sözü
edilen şeylerden bir çoğu bu ümmete has özelliklerden olmuştur. Hatta bazıları
şöyle demişlerdir:
Bu ümmetin diğerlerinden
sonraya bırakılmasının hikmetlerinden biri de, günahlarını diğer ümmetlerden
gizli tutmaktır. Böylece bu ümmetin onların günahlarına muttali oldukları gibi,
diğerlerinin de bu ümmetin günahlarına vakıf olmaları istenmemiştir.
Örtmenin de bir hikmeti
vardır: O da şudur: Eğer günah sahibi -ümmetten olmasına rağmen- açıklanacak
olsaydı, o zaman bu, ayrılık ve yalnız yaşamaya, ademi ülfete sebep olurdu.
Oysa ki Allah ve Rasülü bunları emretmiştir. Bu meyanda olmak üzere Allah Teala
şöyle buyurmuştur: "Toptan Allah'ın ipine sarılın ve dağılmayın"[Al-i
İmran 103]; "Allah'tan sakının ve aranızı düzeltin"[Enfal 1];
"Dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkanın da kendisinde
bulunanla sevindiği müşriklerden olmayın.''[Rum 32] Hadiste de şöyle
buyurulmuştur: "Birbirinize hased etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin,
birbirinize buğz etmeyin, ey Allah'ın kulları, kardeşler olun. ''
Hz. Peygamber [s.a.v.],
araların düzeltilmesini emretmiş ve araların bozuk olmasının traş edici
olduğunu ve bunun dini ustura gibi kazıyacağını bildirmiştir. Şeriat bu manada
olan nasslarla doludur ve bu konuda muhaddislerin "el-Birru ve's-sıla"
ismini verdikleri bölümde zikrettikleri hadisler yeterlidir. Allah Teala'nın:
"Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin
olamaz"[En'am 159] buyruğu hakkında şu rivayet gelmiştir: Hz. Aişe ve Ebü
Hureyre anlatırlar. Hadis Hz. Aişe'nin ifadesiyle verilmektedir: Rasülullah
[s.a.v.] bana: "EyAişe! 'Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar'
kimler?" dedi. Ben: "Allah ve Rasülü daha iyi bilir" dedim. O:
"Onlar, bu ümmetten heva ve heves sahipleri, bid'at sahipleri, datalet
sahipleridir. Ey Aişe! Her günahın bir tevbesi vardır. Heva ve heveslerinin
peşinden gidenler ve bid'at sahibi olanlar müstesna. Onlar için tevbe İmkanı
yoktur. Ben onlardan uzağı m, onlar da benden uzaktırlar'' buyurdu.
Bid'at ehlinin tayin
üzere belirlenmesi adeten kin, düşmanlık, ayrılık ve ülfetin kesilmesi gibi
sonuçlar doğurunca, bu şekilde belirlemenin yasak olması lazım gelirdi. Ancak
bid'at Haricilerinki gibi gerçekten çok fahiş bir durumda olursa, o zaman
onların içyüzünün ortaya konmasında ve münteşirlerinin tayin üzere
belirlenmelerinin caizliğinde bir problem bulunmayacaktır. Nitekim Rasülullah
[s.a.v.] Haricileri teşhir etmiş ve onları alametleri ile zikretmiştir. Böylece
ümmetin onları tanımaları ve gerekli önlemleri almaları amaçlanmıştır. Müctehidin
nazarında çirkinlikte onlara müsavi olan ya da onlara yakın bir özellik arzeden
diğer bid'at şekilleri de onlara katılır. Bunun dışında kalanlar hakkında ise
tayin üzere belirleme yönüne gitmeyerek süküt etmek daha uygundur.
Ebu Davud, Ömer b. Ebi Kurre'den
şöyle rivayet eder: Huzeyfe, Medain'de idi. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] gazap
halinde iken, ashabından bazı insanlar için söylemiş olduğu şeyleri zikrederdi.
Huzeyfe'den bunu işitenlerden bir grup insan ondan ayrıldılar ve Selman'a
gelerek ona Huzeyfe'nin söylediklerini anlattılar. Selman: "Huzeyfe kendi
söylediğini kendi daha iyi bilir" dedi. Onlar Huzeyfe'ye tekrar döndüler
ve ona: "Sözünü Selman'a anlattık; o ne seni tasdik etti, ne de
yalanladı" dediler. Bunun üzerine Huzeyfe, Selman'a geldi, o bir bostanda
idi. Ona: "Ey Selman! Benim Rasulullah'tan [s.a.v.] işittiğim şeyi tasdik
etmene engelolan şey nedir?" diye sordu. O: "Şüphesiz Rasulullah
[s.a.v.] kızar ve ashabından bazı insanlar için birşeyler söyler, hoşnut olur
ve hoşnutluk hali içerisinde ashabından bazı kimseler hakkında birşeyler
söyler. Sen bu yaptığından vazgeçmez misin? Bak bunun sonunda sen, insanlara
bazı insanların sevgisini, bazı insanların da buğzunu miras bırakacaksın,
ihtilaf ve ayrılıklara neden olacaksın. İyi biliyorum ki Rasulullah [s.a.v.]
bir defasında hutbe irad etti ve: 'Öfke halinde iken, ümmetimden her kime
hakaret etmiş veya lanette bulunmuşsam, şüphesiz ki ben de Ademoğlundanım;
onların kızdığı gibi ben de kızarım. Beni Allah, alemlere ancak rahmet olmam
için gönderdi ve ben onu kıyamet gününde sizin için dua (şefaat) olarak
kullanacağım' buyurdu. Vallahi, ya sen bu tutumundan vazgeçersin ya da ben
durumu Ömer' e yazarım."
Bu, Selman'ın ortaya
koyduğu güzel bir değerlendirme olmaktadır ve meselemiz hakkında da aynen
geçerlidir.
İTİRAZ: Bid'atler,
kaçınılması emredilen, sahiplerinden uzak durulması istenen birşeydir ve onlara
karşı sakındırılmış, haklarında ağır ifadeler kullanılmıştır, üzerinde
oldukları yolun çirkin birşeyolduğu belirtilmiştir. Bu durumda nasılolur da
onların zikredilmesi ve durumlarına dikkat çekilmesi caiz olmaz?
CEVAP: Rasulullah
[s.a.v.], onlara genelolarak temas etmiş ve dikkat çekmiştir; ancak Hariciler
gibi onlardan az bir kısmı hakkında tafsilata da girmiştir. Bid'atler hakkında
detaya girmeden, icmali olarak dikkat çekmiş ve ümmetin yetmiş üç kadar fırkaya
bölüneceğini belirtmiş ve onların umlimi ve huslisi bazı özelliklerine işarette
bulunmuş, bununla birlikte çoğu kez tayin üzere onları belirleme yoluna
gitmemiştir. Bunu da onlara telafi kapısının kapanmaması için yapmıştır. Onlar
hakkında karıştırılmayacak kesin bir alamet de zikretmemiştir. Bu durumda ümmet
olarak bizim de aynı davranışı göstermemiz daha uygun olacaktır.
Mütekaddim ulemanın bu
kabilden zikretmiş oldukları şeyler, o bid'atlerin aşırı derecede çirkin
olmaları ve onların ismen belirtilmeleri caiz olan Hariciler ve benzeri
fırkalara mülhak bulunmaları hasebiyledir. Kaldı ki tayin üzere belirleme,
ictihada göre olunca, onun tamamen ya da kısmen vakıada murad olan olması mümkündür.
Kim ictihad mertebesine ulaşırsa ictihad eder, bu konuda asılolan daha önce
sözünü ettiğimiz örtme hükmüdür. Bir durum ortaya çıkınca onun bir hükmü olur.
Geriye bu ortaya çıkanın hadisin altına giren şeyler cümlesinden olup olmadığl
konusuna bakmak kalır. Bu da bir ictihad mahallidir.
Sonra ihdas edilen
bid'atler farklıdır ve sapıklık bakımından hepsi de aynı mertebede değildir.
Görülmez mi ki Haricilerin bid'ati ile İmam Malik'in hakkında sapıklıktır
dediği namaz için çağrı yenilemesi olan "tesvıb" bid'ati arasında
dağlar kadar fark vardır.
Mütekaddim alimler
bid'ati iki kısma ayırmışlardır:
a) Mekruh olan
bid'atler.
b) Haram olan bid'atler.
Eğer tümü onlara göre aynı mertebede olsaydı, o zaman böyle bir ayırıma
gitmezler ve hepsini tek bir kısım sayarlardı. Durum böyle olunca, ümmetin
yetmiş iki fırkaya ayrılmasına sebep olacak bid'atler, çirkinlik bakımından hep
aynı mertebede değil, farklı farklı düzeydedirler. Bu yüzden de onlar, sayıca
gerçekten pek çok olarak ortaya çıkmıştır. Hadiste olan ise sınırlıdır.
Dolayısıyla bazılarının hadise dahilolmaması mümkündür veya bir kısmı bir
bid'atten bir cüz olur ki, onun üzerindeki ondan daha büyüktür veya dahil olmaz
çünkü o, ulemaya göre mekruh olan bid'at kısmındandır. Bu durumda onların hususiyetleri
hakkında kesin bir hükme varmak konusunda değerlendirme ve karıştırma söz
konusu olur. Bu sebeple kesin bir delil olmadan böyle bir hükme yeltenmek
mümkün olmaz. Bu da neredeyse imkansız gibidir. İşte bu yönlerden dolayı evla
olan tayin üzere belirleme yoluna gitmemek olacaktır.
İTİRAZ: Ulema, bunun
aksini söylemektedirler. Vacip olan, bid'atlerinden dönmemeleri halinde onlara
karşı şiddet göstermek, onları engellemek, öldürmek ve hatta savaş açmaktır.
Aksi takdirde bu, dinin fesadı sonucuna götürür.
CEVAP: Sizin dediğiniz
bu şeyler, onlar hakkındaki hükümdür. Nitekim durum büyük ya da küçük olsun
herhangi bir masiyetle ortaya çıkan ya da ona çağırıda bulunan kimse hakkında
da aynıdır ve böyle bir kimse te' dip edilir, engellenir eğer vacip bir fiilden
kaçınıyor veya haram bir fiili işliyorsa öldürülür; mesela farzlığını kabul
etse bile namazı terkedenin öldürülmesine hükmedilmesi böyledir. Burada bizim
sözünü ettiğimiz, bid'atın, sahiplerinin cehennemlik olduklarını ifade eden
hadisin altına giren bid'at türünden olduğunun tayin üzere belirlenmesi
hakkındadır. Hükümlerin yönelmesi başka birşey, hadisin altına girmesi için
tayin üzere belirlenmesi daha başka birşeydir.
PASIL:
Bu fırkalar hakkında hem
icmalı olarak hem de ayrıntılı olarak gelen özellikler ve alametler
bulunmaktadır.
İcmalı olan özellik ve
alametler üç tanedir:
Birinci özellik /
Ayrılma: Buna, şu ayeti kerimeler işaret etmektedir: "Pırka fırka olup
dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz"[En'am 159]; "Kendilerine
belgeler geldikten sonra dağılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın.''[Al-i
İmran 105] Bunlara benzer daha başka deliller de vardır.
Tefsir alimlerinden biri
şöyle demiştir: "Onlar, heva ve heveslerine tabi oldukları için fırkalara
ayrıldılar; dinden ayrıldıkları için arzu ve hevesleri farklı farklı oldu ve
bunun sonucunda da ayrılığa düştüler. "Pırka fırka olup dinlerini
parçalayanlar ... "[En'am 159] ayetinin manası budur. Sonra Allah Teala,
ayetin devamında peygamberini onlardan uzak kılmış ve onun onlarla hiçbir
ilişiği olamayacağını ifade etmiştir. Onlar bid'at sahipleri ve ne Allah'ın ne
de Rasulünün izin vermediği şeyler hakkında konuşanlardır." Devamla şöyle
demiştir: "Resulullah'ın [s.a.v.] ashabının, kendisinden sonra dinin
hükümleri hakkında ihtilaf etmiş olduklarını görmekteyiz. Bununla birlikte
onlar dağılmamışlar, ayrılığa düşerek fırkalara bölünmemişlerdir. Çünkü onlar
dinden ayrılmamışlar, sadece nass ola-
rak bulamadıkları zaman
kendileri için izin verilen re'y ictihadı ile Kitap ve sünnetten istinbatta
bulunma konularında ihtilafa düşmüşlerdir. Bu gibi konularda farklı görüşlere
sahip olmalarına rağmen övgüye mazhar olmuşlardır. Çünkü onlar emrolundukları
konularda ictihad etmişlerdir.
Bu ihtilaflara şunları
örnek verebiliriz: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Zeyd arasındaki anne ile birlikte
dedenin mirastaki durumu hakkındaki görüş ayrılığı, ümmüveledler hakkındaki Hz.
Ömer ve Hz. Ali arasındaki görüş ayrılığı, yine mirasta "Haceriyye"
meselesi olarak bilinen konudaki ihtilaflan, nikahtan önce talak, alış-veriş ve
buna benzer daha başka konulardaki ihtilaflan gibi. Aralarındaki görüş
ayrılıklarına rağmen onlar birbirlerine karşı saygı ve sevgi besler,
hayırhahlık gösterirlerdi, aralarındaki İslam kardeşliği ayakta idi. N e zaman
ki, Rasulullah'ın [s.a.v.] sakındırdığı helake düşürücü heva ve hevesler ortaya
çıktı, düşmanlıklar başgösterdi, müslümanlar hizipleşmeye başladılar fırkalar
halinde böl ündüler. Bu da gösterir ki, ayrılıklar, şeytanın dostlarının ağzı
üzere ortaya atmış olduğu sonradan ihdas edilmiş meselelerden
kaynaklanmıştır."
Şöyle devam etmiştir:
"İslam'da ortaya çıkan .ve hakkında insanların ihtilafa ayrıldığı herhangi
bir mesele, eğer ümmet arasında kin, buğz, düşmanlık ve ayrılığa sebep
olmamışsa, onun İslami mesailden olduğunu anlarız. Keza ortaya çıkan ve
düşmanlık doğuran, kin ve nefret uyandıran, karşılıklı ağır ithamlara ve
ayrılıklara neden olan her meselenin de İslami olmadığını, o şeyin din ile
ilgisi bulunmadığını anlarız. Rasulullah [s.a.v.], onların, "Fırka fırka
olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz"[En'am 159]
ayetinden kastedilen kimseler olduğunu açıklamıştır. Bu durumda her akıl ve din
sahibi kimselerin onlardan kaçınması gerekecektir. Bunun delili: "Allah'ın
size olan nimetini anın! Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da O'nun
nimeti sayesinde kardeş oldunuz"[Al- İmran 103] ayetidir. Eğer onlar
ihtilafa düşüp, birbirinden alakayı kesmişlerse, bu heva ve heveslerine tabi
olma sonucunda ihdas ettikleri bir meseleden dolayı olacaktır."
Onun dedikleri böyle.
Bu, İslam'ın karşılıklı ülfet ve muhabbete, merhamet ve şefkate çağında
bulunduğunu gösterir. Dolayısıyla bu sonucun aksine götürecek her görüş, dinin
çerçevesi dışındadır.
Bu özellik, (hadisin
içermiş olduğu) fırkaların tümünde mevcut bulunmaktadır. Dikkat edilecek olursa
görülecektir ki, bu özellik Rasülullah'ın [s.a.v.] haklarında, " ...
müslümanları öldürecekler, putperestleri terkedecekler, İslam'dan, okun av
hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar'' buyurduğu Hariciler'de son derece
açıktır. Böyle bir fırka ile, ancak ve ancak İslam ile küfür arasında yer alan
bir fırka aynı doğrultuda bulunabilir. Bilinen ya da haklarında böyle bir iddia
bulunan diğer fırkalar hakkında da durum aynı olur.
İkinci özellik: Fitne çıkarmak
için müteşabih nassslara uyma.
Buna "Kalplerinde
eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların
müteşabih olanlarına uyarlar ... "[Al-i İmran 7] ayeti kerimesi delalet
etmektedir. Kalblerinde eğrilik bulunan ve haktan sapan kimseler, müteşabihata
uyma özelliğine sahip kimselerden kılınmıştİr. Bunun manası açıklanmıştı.
Rasülullah [s.a.v.] bunlar hakkında: "Ondan: müteşabih olanlarına uyan
kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar Allah'ın kendisinden söz ettiği kimselerdir.
Dolayısıyla onlardan sakının" buyurmuştur.
Üçüncü özellik: Heva ve
heveslere uyma: Buna da yine "Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne
çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih olanlarına uyarlar
... ''[Al-i İmran 7] ayeti delalet etmektedir. Bu, heva ve heveslere tabi olmak
suretiyle haktan sapmak demektir. "Allah'tan bir yol gösterici olmadan
heva ve hevesine uyandan daha sapık kim vardır?''[Kasas 50]; "Heva ve
hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü?''[Casiye 23]
Ancak bu özellik,
herkesin kendi içinde buluttan duruma dönükolur, çünkü bu özellik gizli bir
iştir ve sahibinden başka kimse onu bilemez. Ancak ona delalet edecek açık bir
delilin olması hali müstesna. Bir önceki özellik ise, ilimde yüksek payeye
erişen ulemaca bilinir. Çünkü muhkem ve müteşabihin beyanı onlara tevdi
edilmiştir. Dolayısıyla onlar müteşabihi ve onlara tabi olanları, sahip
oldukları ilim sayesinde bilirler. Birinci özelliğe gelince, onu sağduyu sahibi
her müslüman bilebilir.
Zira birlik halde olma
veya ayrılma herkesçe bilinebilen bir özelliktir. Dolasıyla bu bilgi ile o
özelliğe sahip olan kimseler tanınmış olur.
Herhangi bir fırka
hakkında gelen ayrıntılı özelliklere gelince, onlar hakkında da dikkat çekilmiş
ve işarette bulunulmuştur. Mesela aşağıdaki ayet ve hadisler bu türden
örneklerdir:
"Eğer birşeyde
çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanızonun hallini Allah'a ve
peygamberine bırakın. Bu hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir. Ey Muhammed!
Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia
edenleri görmüyor musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa,
onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak
ister. "[Nisa 59-60]
"Onlar sadece zanna
uyuyorlar ve ancak tahminde bulunuyorlar. Doğrusu Rabbin, yolundan kimin
saptığını daha iyi bilir. ''[En'am 117]
"Doğru yol kendisine
apaçık belli olduktan sonra, peygamberden ayrılıp, inananların yolundan
başkasına uyan kimse, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne
kötü bir dönüş yeridir!''[Nisa 115]
"Sapıtmak için
hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek, küfürde gerçekten ileri
gitmektir. İnkar edenler Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için
onu bir yıl haram, bir yıl helal sayıyor, böylece Allah'ın haram kıldığını
helal kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. "[Tevbe 37] "Onlara:
'Allah'ın size verdiği rızıktan sarfedin' denince inkar edenler
inananlara:'Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım.
Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız' derler. ''[Yasin 47]
"Ey inananlar! Size
açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın ... Siz kendinize, bakın;
doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü
Allah'adır.''[Maide 101-105]
"Beyinsizlikleri
yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği
nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar
sapıtmışlardır. ''[En'am 140] ''Allah sekiz çift yaratmıştır: Koyundan iki ve
keçiden iki .... Allah, zalim milleti doğru yola eriştirmez. ''[En'am 143-144]
Hadiste de durum
aynıdır: "Yüce Allah, ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip
çıkararak almaz. Ancak ulemayı alır, öyle ki geride tek bir alim bırakmaz.
Sonunda onlar cahil başlar edinirler, onlara sorarlar, onlar da bilgisizce
cevap verirler. Böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar.
"
Aynı şekilde alimin
zellesinden söz edilirken bu manada zikredilen hadisler de buraya örnek teşkil
eder.
Onlara dikkat çekilmesi,
şeriatın üzerlerine dikkat çekmesi ve mutlak surette onları tasrih cihetine
gitmemesi sebebiyledir. Eğer onlara ulaşabilirse ne ala; aksi takdirde onları
bilmemesi yüzünden kendisine birşey gerekmez. Doğruya muvaffak kılan Allah
Teala'dır.
FASIL:
Bu noktadan hareketle,
hak olduğu bilinen herşeyin -şeriat ilimlerinden olsa ve ahkamla ilgili bir
bilgi içerse de- neşredilmesinin matlup olmadığı anlaşılır. Bu açıdan bilgiler
ikiye ayrılır:
1) Neşri matlup olanlar.
Şeriatla ilgili bilgilerin çoğunluğu bu özellikte dir.
2) Mutlak olarak neşri
istenmeyen ya da neşri bazıhallere, zamanlara ya da şahıslara nisbetle
istenmeyen bilgiler.
Söz konusu fırkaların
tayin üzere belirlenmesi de bu kısımdandır. Çünkü -her ne kadar onlar hakkında
verilecek hüküm hak ise de- fıtneye sebep olur. Nitekim bu nokta daha önce
açıklanmıştı. Bu noktadan hareketle de onların tayin üzere belirlenmeleri,
neşri yasak olan bilgi kısmından olur.
Müteşabihat ilmi ve bu
konu üzerinde söz etmek de bu kabildendir.
Çünkü Allah Teala,
onlara tabi olanları zemmetmiştir. Eğer onlar zikredilir ve üzerinde söz
edilmeye başlanırsa, bu belki de kendisine ihtiyaç duyulmayan şeylere
götürebilir. Hz. Ali'den gelen rivayette: "İnsanlara anlayabilecekleri
dille konuşun. Allah ve Rasulünün tekzip edilmesini ister misiniz?"
buyurulmuştur.
Sahih'te Muaz'dan
rivayet edilir: "Ya Muaz! Allah'ın kulları üzerinde, kulların da Allah'ın
üzerinde hakkı nedir, bilir misin?" buyurdu. Ben: "Allah ve Rasulü
bilir" dedim. "Gerçekten Allah'ın kulları üzerindeki hakkı:
Allah'a ibadet etmeleri
ve O'na hiçbirşeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah Teala üzerindeki hakkı
ise, O'na hiçbir şeyi ortak koş maya n kimseye azap etmemesidir" buyurdu.
Ben: ''Ya Rasulallah! Bunu insanlara müjdelemiyeyim mi?" "dedim.
Rasulullah [s.a.v.]: "Müjdeleme, zira güvenirler (ve amelden geri
kalırlar)" buyurdu. Yine Muaz'dan gelen bir başka rivayette: ''Ya
Rasulallah! Ben bunu haber vermiyeyim mi ki, onlar sevineler" dedim.
Rasulullah [s.a.v.]: "O zaman güvenirler (ve amelden geri kalırlar)"
buyurdu. Enes der ki: "Muaz bunu, günaha girerim korkusuyla ölümü sırasında
haber vermiştir."
Benzeri bir olay da Hz.
Ömer ile Ebu Hureyre arasında yaşanmıştır.
Müslim ve Buhari'de yer
alan bu hadisin sonlarına doğru anlatıldığı üzere Hz. Ömer, Rasulullah'a
gelerek şöyle demiştir: ''Ya Rasulallah! Anam babam sana feda olsun! Sen,
'kalbi yüzde yüz inanmış olarak Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur diye şehadet
getiren kime rastlarsan onu cennetle müjdele' diye Ebu Hureyre'yi
ayakkabılarınla gönderdin mi?" dedi. Rasulullah [s.a.v.]: "Evet"
buyurdu. Hz. Ömer: "Aman yapma! Zira korkarım insanlar buna güvenip
(amelden geri) kalırlar. Binaenaleyh bırak şunları amel etsinler" dedi.
Rasulullah [s.a.v.] da: "Öyle ise bırak şunları" buyurdu.
İbn Abbas'ın Abdurrahman
b. Avftan rivayeti de bu kabildendir: Şöyle demiştir: Keşke mü'minlerin emirini
görseydin. Ona bir adam geldi ve:
"Filan kimse: 'Eğer
mü'minlerin emiri ölseydi, falancaya bey' at ederdik' dedi" diye haber
verdi. Hz. Ömer: "Akşam elbette kalkacağım ve asabiyet gütmek isteyen şu
grubu uyaracağım" dedi. Ona: "Bunu yapma! Çünkü (hac) mevsimi, ayak
takımı insanları burada toplamaktadır ve onlar mecliste seni dinlemezler ve
sana galebe çalarlar. Dolayısıyla onların senin söyleyeceğin sözü
anlayamayacaklarından ve anladıkları yanlış manayı da her tarafa
yayacaklarından korkarım. Sen şimdilik bunu bırak. Ne zaman ki Medine'ye,
hicret yurduna, sünnet evine varırsın, Rasulullah'ın ashabından muhacir ve
ensar ile başbaşa kalırsın, onlara söylersin, onlar da sözünü yerine koyarlar
ve gereği şekilde anlarlar" dedim. O: "Vallahi, Medine'de ilk
fırsatta bunu yerine getireceğim" dedi.
Selman ile Huzeyfe
arasında geçen olay da bu kabildendir.
Bu kabilden bir diğer
şey de, ilim tahsili sırasında henüz yeni başlayan bir kimseye, ancak tahsil
hayatının sonuna gelmiş bir kimsenin anlayabileceği bahisleri vermemek, aksine
ilim tahsiline yeni başlayan kimseye, ilmin basit ve ilk konularından
başlayarak tedrici bir program izlemektir.
Ulema bazı farazi
meseleler koymuşlardır ki, -"fıkhi değerlendirme bakımından yerinde de
olsa- bunlarla fetva vermek caiz değildir. Nitekim İzzuddin b. Abdisselam'ın
talakta devr meselesi hakkında zikrettiği şey bu türdendir. Çünkü o, talak
hükmünün kesin olarak ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır ki bu bir
mefsedettir.
Yine bu kabilden olan
şeylerden bir diğeri de, avamın fıkhi mesailin illetlerinden ve teşri'i
hükümlerin hikmetlerinden sual etmeleridir. Her ne kadar sahih illetler ve
yerli yerinde hikmetler varsa da, bunlar avama söylenmez. Bu noktadan
hareketledir ki, Hz. Aişe kendisine: Hayızlı kadın orucu kaza ediyor da namazı
niye kaza etmiyor?" diye sorana, sert çıkmış ve onu: "Sen Harura
meşrepli misin?" diye azarlamışlar. Hz. Ömer de, kendisine herhangi bir
amel taalluk etmeyen Kur'an ilimleri hakkında çokça soru soran Sabiğ'i dövmüş
ve onu kovmuştur. Çünkü o bu gibi sorularıyla, her ne kadar yerinde de olsa bir
yanlış anlama ve fitneye sebep olabilirdi. Hz. Ömer, " ... ve fakiketen ve
ebben"[Abese 31] ayetini okuduktan sonra: "Fakiheyi (meyveyi)
anladık; peki "ebb" ne oluyor?" demiş sonra:
"Biz bununla
emrolunmadık" diyerek bu gibi şeylerle uğraşmanın yerinde olmadığını
belirtmek istemiştir.
Bunlara benzer daha pek
çok, her bilginin doğru da olsa yayılması gerekmediğini gösteren delil
bulunmaktadır. İmam Malik, bu konudaki tutumunu: "Bende öyle hadisler ve
bilgiler vardır ki, ben onları anlatmadım ve rivayet etmedim" sözüyle
ifade demiştir. O, bir amele taalluk etmeyen herhangi bir konu hakkında
konuşmayı sevmezdi, kendinden önceki alimlerin de aynı şekilde bu gibi
şeylerden hoşlanmadıklarını söylerdi.
Bu nokta üzerinde düşün.
Bunda yani hangi bilginin neşrinin uygun olmayacağı konusunda kıstas şudur:
Meseleni önce şeriata arzedeceksin. Eğer onun terazisinde sahih olduğunu
görürsen, bu kez o şeyi işleyen kişiye ve işleneceği zamana nisbetle sonuçlarının
ne olacağını düşüneceksin.
Eğer söylenmesi bir
mefsedete neden olmayacaksa, bu kez onu zihnin de sağduyu sahiplerinin kabul
ile karşılayıp karşılamayacakları noktasını düşünmelisin. Eğer müsb et bir
cevap alırsan o zaman o şeyi; eğer herkesin kabullenebileceği birşey ise
herkese, yok belli kimselerin kabullenebileceği birşey ise belli kimselere
söyleyebilirsin. Eğer meselen hakkında bu sözünü ettiğimiz cevaz yoksa, o zaman
şer'i ve akli maslahata uygun olan
onun hakkında sükut
etmen olacaktır.
FASIL:
Bu fırkalar, her ne
kadar sapıklık üzerinde bulunuyorlarsa da, yine de ümmetin dışına çıkmış
değillerdir. Buna hadisteki "Ümmetim fırkalara ayrılacaktır" ifadesi
delalet etmektedir. Çünkü bunlar, eğer bid'atleri yüzünden ümmetin dışına çıkmış
olsalardı, o zaman onlan "ümmetim" diye kendisine nisbet etmezdi.
Hariciler hakkındaki hadiste: "Fi hazih'i'l-ümmeti keza = Bu ümmet
içerisinde şöyle şöyle ... " ifadesi kullanılmış ve bu, onların ümmet
içinde ve onların cümlesinden olduğunu belirten fi" edatı ile ifade
edilmiştir. Hadiste: "Tetemara fi'l-fak", yani "Okun avı delip
geçtiğinden şüphe eder" buyurulmuştur. Eğer onlar ümmetin dışına çıkmış
olsalardı, o zaman onların küfür üzere oldukları konusunda şüpheye mahal
kalmazdı ve o zaman: "Onlar müslüman olduktan sonra kafir oldular"
denirdi.
İTİRAZ: Ulema Hariciler,
Kaderiler ... vb. gibi ehl-i bid'atın
tekfiri yani kafir olup olmadıkları konusunda ihtilM etmişlerdir.
CEVAP: Şer'i nasslar
içerisinde onların İslam'dan çıkmış olduklarını açık ve kesin olarak gösteren
bir delil bulunmamaktadır.
Asılolan, aksini ispat
edecek kesin bir delil bulununcaya kadar, onlar hakkında İslam hükmünün var
olmaya devam etmesidir. Eğer biz onların kafir olduklarını söylersek, o zaman
onlar hadiste sözü edilen fırkalar cümlesinden olmayacaklardır. Zira fırka
demek; bid'atleri kendilerini küfre götürmeyen gruplar demektir. Bu bid'atler,
daha önceden İslam üzerinde bulunan bu kimselerden, İslam'a ait özellikleri
tümden gidermemekte, onlardan bir kısmını ibka etmektedir. Haricilerle ilgili
hadiste onların öldürülmelerinin emredilmesi, onların kafir olduklarına delalet
etmez. Zira öldürmenin, küfürden başka sebepleri de bulunmaktadır; eşkiyanın
(muharib), te'vilsiz isyana kalkış an grubun ... vb. öldürülmesi gibi. Sonuç
olarak diyebiliriz ki, hak olan, böyle kimselerin kafir olduklarına
hükmetmemektir.
Bütün bu izahlar
sonucunda ortaya çıkıyor ki, onların tayin üzere hadisin kapsamı altına girmiş
olduklarını söylemek zordur ve bu iş, kesin olmayan ictihadi bir konudur.Ancak
bu engeli ortadan kaldıracak kesin bir delilin bulunınası hali bir istisnadır.
Böyle bir delilin bulunınası da ne kadar azdır!
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: