EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / İCTİHAD / DOKUZUNCU MESELE:

 

(İctihadda hatanın meydana gelmesinin diğer bir sebebi, ehil olmayan kimselerin bu işe yeltenmeleriydi.) Bu, kişinin arkadaşında ya da bizzat kendisinde ictihada ehil olduğu ve ileri süreceği görüşünün muteber sayılacağı inancının oluşması sebebiyle olur. Böyle birinin Kur'ari ve sünnete muhalefeti bazen cüzı bir meselede olur ve bunun zararı hafiftir. Bazen de şeriatın külli esaslarından ve genel kurallarından birinde olabilir. Bunlar hem itikat hem de amel konusunda olabilir. Bunun sonucunda onun bazı cüz'ıyyatı, külli esasları yıkacak şekilde kullandığım götürürüz. Bu haliyle , o, manalarına vukufiyeti olmaksızın, onlara ihtiyacı olan biri gibi başvurmaksızın, onların anlaşılması konusunda kendinden öncekilerden nakledilen rivayetlere kulak asmaksızın, durumu hakkında "Eğer birşeyde çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun halini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir"[Nisa 59] buyruğunun gereği olı;ırak Allah ve Rasulüne müracaatta bulunmaksızın bir hükme varır. Onu böyle bir davranışa sevkeden şey, açık delillerle yol almayı terke, hak ve nasafet duygularını atmaya iten, araştırmacının ilminin yetişmediği yerde kendi aczini itirafa yaklaşmayan nefislerde gizli olan heva ve heveslere uyma tutkusudur. Bu davranışa yardımcı olan hususlardan biri de, hikmeti teşri' (makasıd) ilminin bilinmemesi ve ilim tahsilinin semeresini vaktinden evvel derleyebilmek için acele etme ve bunun sonucunda kendisinin ictihad derecesine ulaştığı kuruntusuna sahip olmadır. Çünkü aklı başında bir kimsenin, tehlikeli olduğunu bile bile kendisini tehlike içerisine atması az görünür birşeydir.

 

Bu kısmın esası, "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda Kitab'ın temeli olan muhkem ayetler vardır; diğerleri de müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olan kimseler; fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih alanlarına uyarlar ... ''[Al-i İmran 7] ayeti kelimesinde zikredilmiş olmaktadır. Sahih'te rivayet edildiğine göre Rasülullah [s.a.v.] bu ayeti okumuş ve şöyle buyurmuştur: "Ondan müteşabih olanlarına uyan kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar Allah'ın kendisinden söz ettiği kimselerdir. Dolayısıyla onlardan sakının. '' Kur'an'da müteşabihlik, ulemanın belirttiği sadece ne teşbihi anımsatan Allah Teala ile ilgili durumlardan, ne mücmel ibarelerden, ne nasih ve mensühla ilgili konulardan, ne de daha başka zikrettikleri şeylerden ibaret olmayıp daha genel bir anlam içermektedir. Aksine ondan maksat, ayetin gereği altına giren herşeydir.

 

Zira müteşabihatın şöyle ya da böyle sınırlandırılmasına dair bir delil yoktur. Onlar bu konu ile ilgili olarak adetleri üzere sırf örnek vermiş olmak için, şer'i nassların altına giren örneklerden bazılarını zikretmiş olmaktadırlar; yoksa bununla bir sınırlamaya gitmiş olmamaktadırlar. Çünkü şeriatın büyük çoğunluğu hakkında bidüziyelik gösteren, sabit ve

açık bir esas bulunmaktadır. Eğer bazı yerlerde ilk bakışta bu esasa ters düşen durumların bulunduğu görülür ise, işte bunlar da tabi olunmaktan kaçınılması istenilen müteşabihattan olmaktadır. Bu gibi yerlerde genel esasın bırakılarak, ona uymayan cüzilere uyulması, şeriatta sabit, bi düz iye ve yerleşik temel esaslarla, onlar arasında tearuzun bulunduğu sonucuna götürür. Bu gibi durumlarda temel esaslara dayanılır, nadir attan olan şeylerin durumu bir tarafa bırakılır ve çözümü ilgili mütehassıslarına bırakılırsa ya da tabi olduğu başka esaslara irca edilirse, o zaman mükellefmüctehid üzerine herhangi bir zarar terettüp etmeyecek ve onun hakkında bir tearuz da olmayacaklar. Buna ayetin, "Onda Kitab'ın temeli olan muhkem ayetler vardır ... " ifadesi delalet etmektedir. Buna göre muhkem -ki bunlar manası açık olup herhangi bir problem içermeyen, karıştırmaya meydan vermeyen kısım olmaktadır- kitabın anası yani temeli ve başvurulacak asıl kılınmış sonra " ... diğerleri de müteşabihtir" buyurulmuş, bununla onların temelolmadıkları, çoğunluk da olmadıkları bildirilmiştir. Şu halde onlar az olmaktadır. Arkasından onlardan müteşabih olanlara uymanın, haktan sapan, doğru yoldan çıkan kimselerin özelliklerinden olduğu, ilimde yüksek payeye erişmiş kimselerin ise, öyle olmadıkları bildirilmiştir. Onların bu ayrıcalığı ve övgüye değer halleri, sadece Kitab'ın anası olan muhkemlere uymuş olmaları ve müteşabihe uymayı terketmeleri sebebiyledir.

 

Kitabın anası, hem itikadi esasları hem de ameli esasları içine alır. Zira ne Kitap ne de sünnet böyle bir tahsise gitmemiştir. Aksine Ebü Hureyre'den şu rivayet sabit olmuştur: Resülullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur:

 

"Yahudiler yetmiş bir veya iki fırkaya bölünmüşlerdir. Hristiyanlar da yetmiş bir veya iki fırkaya bölünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya bölünecektir" Tirmizi'nin Ebü Hureyre'den başkasına dayanan garib bir isnad ile yaptığı rivayette bunun tefsiri bulunmaktadır. Bu hadiste Rasülullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Yahudiler, yetmiş bir veya iki millete bölünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç millete bölünecektir. Hepsi de ateştedir; bir millet müstesna" "Onlar kim? Ya Rasülallah!" dediklerinde: "Benim ve ashabımın üzerinde olduğudur" buyurmuştur. Rasülullah'ın [s.a.v.] ve ashabının üzerinde olduğu şey, itikadi ve ameli esaslardır ve bu açıktır; bunlardan sadece bir kısmı değildir. Ebu Davud'da: "Şüphesiz bu millet, yetmiş üçe ayrılacaktır; yetmiş ikisi ateştedir, biri de -ki o cemaattir- cennettedir" rivayeti vardır. Bu da bir önceki rivayetin manasındadır. Bu manayı tefsir eden bir rivayet de bulunmaktadır ki onu İbn Abdilberr, beğenmediği bir senet ile -her ne kadar başka rivayet yolları yöneltilen tenkidi biraz hafifletmiş olsa da- rivayet etmiştir. Buna göre hadis şöyledir: "Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Onların fitne bakımından en büyüğü, işleri kendi re'yleri ile kıyas edenler ve böylece haramı helal, helalı da haram kılanlardır. '' Bu, ameli esasların, "Benim ve ashabımın üzerinde olduğudur" sözü altına girdiği konusunda nassdır ve durumu açıktır. Çünkü şer'i ameli esaslardan birine muhalefet eden kimse, şer'i kaideleri yıkmak konusunda itikadi esaslardan birine muhalefet edenden daha az kusurlu olmayacaktır.

 

 

FASIL:

 

(Şeriatın sapık fırkaları belirlemesi tafsili değil, icmiHidir.) Şeriatta, hadisin kapsamı altına girdiği zannedilen bazı fırkalara delalet eden unsurlar bulmaktayız. Kur'an'da, bazı özelliklere işaret eden şeyler vardır ki, bunlardan hareketle o özelliklerle nitelenen kimselerin bid'at yoluna girdiği ve şeriatın gereğinden çıkmış olduğu anlaşılır. Keza sahih hadislerde de bu durum bulunmaktadır. Kim onları araştıracak olursa, ehl-i bid'at ile ilgili bir hayli hadis bulabilir ve muhtemelen bazılarında bid'at sahiplerini belirleyici özellikler de açık olarak belirtilmektedir. Nitekim Rasulullah [s.a.v.] Hariciler hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bunun soyundan bir kavim gelecek; onlar Kur'an okuyacaklar fakat hançerelerini geçmeyecek; müslümanları öldürecekler, putperestleri terkedecekler, İslam'dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar." Bir başka rivayette: (Hz. Ömer'e, Zül'Huvaysıra'yı kastederek): "Bırak onu; çünkü onun adamları vardır, sizden biriniz onların namazı yanında kendi namazını, oruçları yanında kendi orucunu küçük görür. Kur'an okurlar, köprücük kemiklerini öteye geçmez, onlar İslam'dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar." ... Hadisin sonunda şöyle buyurmuştur: "Onların alameti, kara bir adamdır, pazularından biri kadın göğsü gibi veya et parçası gibi sağa sola oynar ... "

 

Böylece Rasulullah [s.a.v.] onların vasıflarını tarif etmiş ve önderlerinde bulunan bir aHimeti de zikretmiş, şeriata karşı olan görüşleri arasında iki temel yaklaşımlarını açıklamıştır:

 

a) Düşünmeden, araştırmaya gerek duymadan, gözettiği maksatları dikkate almadan, Kur'an'ın zevahirine uymaları, ilk bakışta anladıkları mana ile kesinkes hükme varmaları. Hadiste geçen: "Onlar Kur' an okuyacaklar fakat hançerelerini geçmeyecek. .. " ifadesi ile işaret edilmek istenen mana budur. Açıktır ki bu görüş, mahza hakka tabi olmaktan saptıracak, sır at-ı müstakim üzere yürüme yolunda engel teşkil edecektir. İşte bu noktadan hareketledir ki bazı alimler, Davlid ez-Zahiri'nin mezhebini yermişler ve onun hicri ikinci yüzyıldan sonra çıkmış bir bid'at olduğunu söylemişlerdir. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, nassları mücerred zahiri üzere olanlar, slire ve ayetlerin birbiriyle tenakuz teşkil ettiklerini sanmışlardır. Bunun sonucunda da ellerinde bulunan deliller mutlak surette ve genelolarak tearuz halinde bulunur olmuştur. el-Kutbi'nin kitabı Müşkilu'l-Kur'an ile Müşkil'l-hadis'in baş tarafında zikrettikleri hususlar üzerinde düşünülecek olursa, bu sonucun kaçınılmaz olduğu anlaşılacaktır. Çünkü onun orada zikrettikleri, nassların mücerred zevahiri hakkında ilk bakışta akla gelen manayı alanlar hakkında olmaktadır.

 

b) Müslümanları öldürmek, putperestlere dokunmamak. Halbuki şeriat, genel kurallar ve, tafsili deliller itibarıyla bunun zıddına delalet etmektedir. Çünkü Kur'an ve sünnet sadece müslümanların dünya ve ahirette kurtulmuş olduklarına, putperestlerin de helak olacaklarına hükmetmek için gelmiştir. Böylece müslümanların masum, putperestlerin de kanlarının heder olduğunu mutlak ve genel bir surette ortaya koymuştur. Şeriat hakkındaki değerlendirme, bu kasda zıd bir sonuca götürüyorsa eğer, o zaman değerlendirme sahibi, şeriatın kaidelerini yıkma ve onun yolundan sapma durumunda demektir. Tahkim (hakem kılma) ve diğer meseleler hakkında Hz. Ali ve İbn Abbas ile yaptıkları konuşmalar üzerinde düşünüldüğü zaman, onların hak ve adaletten çıkmış olduklan, doğrudan saptıkları, kaideleri yıktıkları görülecektir. Ömer b. Abdulaziz ve diğerleri ile yaptıkları münazaralarda da durum aynıdır.

 

Bu iki husus, müteşabihata uymaları sonucu şer'i külli kaidelere muhalefetlerinden olmak üzere hadiste zikredilmiş olmaktadır.

 

Mimler, bu türden olan onların daha başka görüşleri olduğunu da zikretmişlerdir: Mesela şu görüşleri bunlardandır:

 

Onlara göre sahabe ve diğer nesillerin büyük çoğunluğu kafirdir. Müslümanları öldürmeleri bu görüşlerinin bir sonucu olmaktadır.

 

Bir fiili işleyen kimse, eğer yaptığı şeyin helal ya da haram olduğunu bilmiyorsa o mü'min değildir.

 

"Ey Muhammed! De ki: Bana vahyolunanda murdar, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum .. .''[En'am 145] ayetinde ismi geçen şeylerden başka haram yoktur ve onların dışında kalan herşey helaldir.

 

İmam (devlet başkanı) kafir olduğu zaman, tebası da tümüyle -hazır olanı olmayanı- kafir olur.

 

Söz ya da fiilde takiyye, mutlak ve genelolarak caiz değildir. Zina eden bir kayıt olmaksızın recmedilmez.

 

Erkeklere iftirada (kazif) bulunan kimseye had gerekmez. Sadece kadınlara iftira eden kimse kazifhaddine maruz kalır.

 

Cahil, fer'i hükümleri bilmeme konusunda bir kayıt olmaksızın mazurdur.

 

Allah, acemden bir peygamber gönderecek, ona bir defada toptan indireceği bir kitap verecek ve o Muhammed'in [s.a.v.] şeriatını terkedecek.

 

Mükellef bazen, Allah'ın rızasını kastetmeksizin bir taat fiili işlemek suretiyle de itaatkar olur.

 

Yüsuf süresi Kur'an'dan değildir.

 

Buna benzer daha başka görüşleri de vardır ki, bunların tümü, şer'i asli (itikadi) ve ameli külli esaslara muhalefet olmaktadır.

 

Ancak çoğu kez yapılan, sakınılması için bu fırkaların özelliklerine işaret edilmesi ve kimliklerinin belirlenmesi işinin ise geriye atılmasıdır; nitekim şeriattan anladığımız budur. Muhtemelen kimliklerinin belirlenmemesi, benimsenmesi uygun olan daha evla bir yoldur; böylece ümmetin üzerinde bir örtü olacak, kimin ne olduğu açıkça belli olmayacaktır. Nitekim günahlar örtülmekte ve galip ve genelolan hüküm doğrultusunda dünyada iken kişiler işledikleri günahlar yüzünden rezil rüsvay edilmemektedirler. Bize, açıkça muhalefet etmedikleri sürece günahkarların teşhir edilmemesi ve hallerinin örtülmesi emredilmiştir. Bizim şeriatımızdaki durum İsrailoğulları hakkında zikredilen gibi değildir. Onlardan biri bir günah işlediği zaman, sabahleyin kapısının üzerine işlediği günah yazılmış olur ve böylece teşhir edilirlerdi. Kurbanları hakkında da durum böyle idi. Çünkü onlar kurbanlarını takdim ettikleri zaman bir ateş gelir ve onlardan makbulolanlarını yer, makbulolmayanlarına ise dokunmazdı. Bunda ise günahkar olanların rezil ve rüsvaylıkları vardır. (Günahların örtülmesi, adem-i teşhir gibi) yukarıda sözü edilen şeylerden bir çoğu bu ümmete has özelliklerden olmuştur. Hatta bazıları şöyle demişlerdir:

 

Bu ümmetin diğerlerinden sonraya bırakılmasının hikmetlerinden biri de, günahlarını diğer ümmetlerden gizli tutmaktır. Böylece bu ümmetin onların günahlarına muttali oldukları gibi, diğerlerinin de bu ümmetin günahlarına vakıf olmaları istenmemiştir.

 

Örtmenin de bir hikmeti vardır: O da şudur: Eğer günah sahibi -ümmetten olmasına rağmen- açıklanacak olsaydı, o zaman bu, ayrılık ve yalnız yaşamaya, ademi ülfete sebep olurdu. Oysa ki Allah ve Rasülü bunları emretmiştir. Bu meyanda olmak üzere Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Toptan Allah'ın ipine sarılın ve dağılmayın"[Al-i İmran 103]; "Allah'tan sakının ve aranızı düzeltin"[Enfal 1]; "Dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkanın da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayın.''[Rum 32] Hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Birbirinize hased etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize buğz etmeyin, ey Allah'ın kulları, kardeşler olun. ''

 

Hz. Peygamber [s.a.v.], araların düzeltilmesini emretmiş ve araların bozuk olmasının traş edici olduğunu ve bunun dini ustura gibi kazıyacağını bildirmiştir. Şeriat bu manada olan nasslarla doludur ve bu konuda muhaddislerin "el-Birru ve's-sıla" ismini verdikleri bölümde zikrettikleri hadisler yeterlidir. Allah Teala'nın: "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz"[En'am 159] buyruğu hakkında şu rivayet gelmiştir: Hz. Aişe ve Ebü Hureyre anlatırlar. Hadis Hz. Aişe'nin ifadesiyle verilmektedir: Rasülullah [s.a.v.] bana: "EyAişe! 'Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar' kimler?" dedi. Ben: "Allah ve Rasülü daha iyi bilir" dedim. O: "Onlar, bu ümmetten heva ve heves sahipleri, bid'at sahipleri, datalet sahipleridir. Ey Aişe! Her günahın bir tevbesi vardır. Heva ve heveslerinin peşinden gidenler ve bid'at sahibi olanlar müstesna. Onlar için tevbe İmkanı yoktur. Ben onlardan uzağı m, onlar da benden uzaktırlar'' buyurdu.

 

Bid'at ehlinin tayin üzere belirlenmesi adeten kin, düşmanlık, ayrılık ve ülfetin kesilmesi gibi sonuçlar doğurunca, bu şekilde belirlemenin yasak olması lazım gelirdi. Ancak bid'at Haricilerinki gibi gerçekten çok fahiş bir durumda olursa, o zaman onların içyüzünün ortaya konmasında ve münteşirlerinin tayin üzere belirlenmelerinin caizliğinde bir problem bulunmayacaktır. Nitekim Rasülullah [s.a.v.] Haricileri teşhir etmiş ve onları alametleri ile zikretmiştir. Böylece ümmetin onları tanımaları ve gerekli önlemleri almaları amaçlanmıştır. Müctehidin nazarında çirkinlikte onlara müsavi olan ya da onlara yakın bir özellik arzeden diğer bid'at şekilleri de onlara katılır. Bunun dışında kalanlar hakkında ise tayin üzere belirleme yönüne gitmeyerek süküt etmek daha uygundur.

 

Ebu Davud, Ömer b. Ebi Kurre'den şöyle rivayet eder: Huzeyfe, Medain'de idi. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] gazap halinde iken, ashabından bazı insanlar için söylemiş olduğu şeyleri zikrederdi. Huzeyfe'den bunu işitenlerden bir grup insan ondan ayrıldılar ve Selman'a gelerek ona Huzeyfe'nin söylediklerini anlattılar. Selman: "Huzeyfe kendi söylediğini kendi daha iyi bilir" dedi. Onlar Huzeyfe'ye tekrar döndüler ve ona: "Sözünü Selman'a anlattık; o ne seni tasdik etti, ne de yalanladı" dediler. Bunun üzerine Huzeyfe, Selman'a geldi, o bir bostanda idi. Ona: "Ey Selman! Benim Rasulullah'tan [s.a.v.] işittiğim şeyi tasdik etmene engelolan şey nedir?" diye sordu. O: "Şüphesiz Rasulullah [s.a.v.] kızar ve ashabından bazı insanlar için birşeyler söyler, hoşnut olur ve hoşnutluk hali içerisinde ashabından bazı kimseler hakkında birşeyler söyler. Sen bu yaptığından vazgeçmez misin? Bak bunun sonunda sen, insanlara bazı insanların sevgisini, bazı insanların da buğzunu miras bırakacaksın, ihtilaf ve ayrılıklara neden olacaksın. İyi biliyorum ki Rasulullah [s.a.v.] bir defasında hutbe irad etti ve: 'Öfke halinde iken, ümmetimden her kime hakaret etmiş veya lanette bulunmuşsam, şüphesiz ki ben de Ademoğlundanım; onların kızdığı gibi ben de kızarım. Beni Allah, alemlere ancak rahmet olmam için gönderdi ve ben onu kıyamet gününde sizin için dua (şefaat) olarak kullanacağım' buyurdu. Vallahi, ya sen bu tutumundan vazgeçersin ya da ben durumu Ömer' e yazarım."

 

Bu, Selman'ın ortaya koyduğu güzel bir değerlendirme olmaktadır ve meselemiz hakkında da aynen geçerlidir.

 

İTİRAZ: Bid'atler, kaçınılması emredilen, sahiplerinden uzak durulması istenen birşeydir ve onlara karşı sakındırılmış, haklarında ağır ifadeler kullanılmıştır, üzerinde oldukları yolun çirkin birşeyolduğu belirtilmiştir. Bu durumda nasılolur da onların zikredilmesi ve durumlarına dikkat çekilmesi caiz olmaz?

 

CEVAP: Rasulullah [s.a.v.], onlara genelolarak temas etmiş ve dikkat çekmiştir; ancak Hariciler gibi onlardan az bir kısmı hakkında tafsilata da girmiştir. Bid'atler hakkında detaya girmeden, icmali olarak dikkat çekmiş ve ümmetin yetmiş üç kadar fırkaya bölüneceğini belirtmiş ve onların umlimi ve huslisi bazı özelliklerine işarette bulunmuş, bununla birlikte çoğu kez tayin üzere onları belirleme yoluna gitmemiştir. Bunu da onlara telafi kapısının kapanmaması için yapmıştır. Onlar hakkında karıştırılmayacak kesin bir alamet de zikretmemiştir. Bu durumda ümmet olarak bizim de aynı davranışı göstermemiz daha uygun olacaktır.

 

Mütekaddim ulemanın bu kabilden zikretmiş oldukları şeyler, o bid'atlerin aşırı derecede çirkin olmaları ve onların ismen belirtilmeleri caiz olan Hariciler ve benzeri fırkalara mülhak bulunmaları hasebiyledir. Kaldı ki tayin üzere belirleme, ictihada göre olunca, onun tamamen ya da kısmen vakıada murad olan olması mümkündür. Kim ictihad mertebesine ulaşırsa ictihad eder, bu konuda asılolan daha önce sözünü ettiğimiz örtme hükmüdür. Bir durum ortaya çıkınca onun bir hükmü olur. Geriye bu ortaya çıkanın hadisin altına giren şeyler cümlesinden olup olmadığl konusuna bakmak kalır. Bu da bir ictihad mahallidir.

Sonra ihdas edilen bid'atler farklıdır ve sapıklık bakımından hepsi de aynı mertebede değildir. Görülmez mi ki Haricilerin bid'ati ile İmam Malik'in hakkında sapıklıktır dediği namaz için çağrı yenilemesi olan "tesvıb" bid'ati arasında dağlar kadar fark vardır.

Mütekaddim alimler bid'ati iki kısma ayırmışlardır:

 

a) Mekruh olan bid'atler.

 

b) Haram olan bid'atler. Eğer tümü onlara göre aynı mertebede olsaydı, o zaman böyle bir ayırıma gitmezler ve hepsini tek bir kısım sayarlardı. Durum böyle olunca, ümmetin yetmiş iki fırkaya ayrılmasına sebep olacak bid'atler, çirkinlik bakımından hep aynı mertebede değil, farklı farklı düzeydedirler. Bu yüzden de onlar, sayıca gerçekten pek çok olarak ortaya çıkmıştır. Hadiste olan ise sınırlıdır. Dolayısıyla bazılarının hadise dahilolmaması mümkündür veya bir kısmı bir bid'atten bir cüz olur ki, onun üzerindeki ondan daha büyüktür veya dahil olmaz çünkü o, ulemaya göre mekruh olan bid'at kısmındandır. Bu durumda onların hususiyetleri hakkında kesin bir hükme varmak konusunda değerlendirme ve karıştırma söz konusu olur. Bu sebeple kesin bir delil olmadan böyle bir hükme yeltenmek mümkün olmaz. Bu da neredeyse imkansız gibidir. İşte bu yönlerden dolayı evla olan tayin üzere belirleme yoluna gitmemek olacaktır.

 

İTİRAZ: Ulema, bunun aksini söylemektedirler. Vacip olan, bid'atlerinden dönmemeleri halinde onlara karşı şiddet göstermek, onları engellemek, öldürmek ve hatta savaş açmaktır. Aksi takdirde bu, dinin fesadı sonucuna götürür.

 

CEVAP: Sizin dediğiniz bu şeyler, onlar hakkındaki hükümdür. Nitekim durum büyük ya da küçük olsun herhangi bir masiyetle ortaya çıkan ya da ona çağırıda bulunan kimse hakkında da aynıdır ve böyle bir kimse te' dip edilir, engellenir eğer vacip bir fiilden kaçınıyor veya haram bir fiili işliyorsa öldürülür; mesela farzlığını kabul etse bile namazı terkedenin öldürülmesine hükmedilmesi böyledir. Burada bizim sözünü ettiğimiz, bid'atın, sahiplerinin cehennemlik olduklarını ifade eden hadisin altına giren bid'at türünden olduğunun tayin üzere belirlenmesi hakkındadır. Hükümlerin yönelmesi başka birşey, hadisin altına girmesi için tayin üzere belirlenmesi daha başka birşeydir.

 

 

PASIL:

 

Bu fırkalar hakkında hem icmalı olarak hem de ayrıntılı olarak gelen özellikler ve alametler bulunmaktadır.

 

İcmalı olan özellik ve alametler üç tanedir:

 

Birinci özellik / Ayrılma: Buna, şu ayeti kerimeler işaret etmektedir: "Pırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz"[En'am 159]; "Kendilerine belgeler geldikten sonra dağılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın.''[Al-i İmran 105] Bunlara benzer daha başka deliller de vardır.

 

Tefsir alimlerinden biri şöyle demiştir: "Onlar, heva ve heveslerine tabi oldukları için fırkalara ayrıldılar; dinden ayrıldıkları için arzu ve hevesleri farklı farklı oldu ve bunun sonucunda da ayrılığa düştüler. "Pırka fırka olup dinlerini parçalayanlar ... "[En'am 159] ayetinin manası budur. Sonra Allah Teala, ayetin devamında peygamberini onlardan uzak kılmış ve onun onlarla hiçbir ilişiği olamayacağını ifade etmiştir. Onlar bid'at sahipleri ve ne Allah'ın ne de Rasulünün izin vermediği şeyler hakkında konuşanlardır." Devamla şöyle demiştir: "Resulullah'ın [s.a.v.] ashabının, kendisinden sonra dinin hükümleri hakkında ihtilaf etmiş olduklarını görmekteyiz. Bununla birlikte onlar dağılmamışlar, ayrılığa düşerek fırkalara bölünmemişlerdir. Çünkü onlar dinden ayrılmamışlar, sadece nass ola-

rak bulamadıkları zaman kendileri için izin verilen re'y ictihadı ile Kitap ve sünnetten istinbatta bulunma konularında ihtilafa düşmüşlerdir. Bu gibi konularda farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen övgüye mazhar olmuşlardır. Çünkü onlar emrolundukları konularda ictihad etmişlerdir.

 

Bu ihtilaflara şunları örnek verebiliriz: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Zeyd arasındaki anne ile birlikte dedenin mirastaki durumu hakkındaki görüş ayrılığı, ümmüveledler hakkındaki Hz. Ömer ve Hz. Ali arasındaki görüş ayrılığı, yine mirasta "Haceriyye" meselesi olarak bilinen konudaki ihtilaflan, nikahtan önce talak, alış-veriş ve buna benzer daha başka konulardaki ihtilaflan gibi. Aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen onlar birbirlerine karşı saygı ve sevgi besler, hayırhahlık gösterirlerdi, aralarındaki İslam kardeşliği ayakta idi. N e zaman ki, Rasulullah'ın [s.a.v.] sakındırdığı helake düşürücü heva ve hevesler ortaya çıktı, düşmanlıklar başgösterdi, müslümanlar hizipleşmeye başladılar fırkalar halinde böl ündüler. Bu da gösterir ki, ayrılıklar, şeytanın dostlarının ağzı üzere ortaya atmış olduğu sonradan ihdas edilmiş meselelerden kaynaklanmıştır."

 

Şöyle devam etmiştir: "İslam'da ortaya çıkan .ve hakkında insanların ihtilafa ayrıldığı herhangi bir mesele, eğer ümmet arasında kin, buğz, düşmanlık ve ayrılığa sebep olmamışsa, onun İslami mesailden olduğunu anlarız. Keza ortaya çıkan ve düşmanlık doğuran, kin ve nefret uyandıran, karşılıklı ağır ithamlara ve ayrılıklara neden olan her meselenin de İslami olmadığını, o şeyin din ile ilgisi bulunmadığını anlarız. Rasulullah [s.a.v.], onların, "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz"[En'am 159] ayetinden kastedilen kimseler olduğunu açıklamıştır. Bu durumda her akıl ve din sahibi kimselerin onlardan kaçınması gerekecektir. Bunun delili: "Allah'ın size olan nimetini anın! Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz"[Al- İmran 103] ayetidir. Eğer onlar ihtilafa düşüp, birbirinden alakayı kesmişlerse, bu heva ve heveslerine tabi olma sonucunda ihdas ettikleri bir meseleden dolayı olacaktır."

 

Onun dedikleri böyle. Bu, İslam'ın karşılıklı ülfet ve muhabbete, merhamet ve şefkate çağında bulunduğunu gösterir. Dolayısıyla bu sonucun aksine götürecek her görüş, dinin çerçevesi dışındadır.

 

Bu özellik, (hadisin içermiş olduğu) fırkaların tümünde mevcut bulunmaktadır. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, bu özellik Rasülullah'ın [s.a.v.] haklarında, " ... müslümanları öldürecekler, putperestleri terkedecekler, İslam'dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar'' buyurduğu Hariciler'de son derece açıktır. Böyle bir fırka ile, ancak ve ancak İslam ile küfür arasında yer alan bir fırka aynı doğrultuda bulunabilir. Bilinen ya da haklarında böyle bir iddia bulunan diğer fırkalar hakkında da durum aynı olur.

İkinci özellik: Fitne çıkarmak için müteşabih nassslara uyma.

 

Buna "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih olanlarına uyarlar ... "[Al-i İmran 7] ayeti kerimesi delalet etmektedir. Kalblerinde eğrilik bulunan ve haktan sapan kimseler, müteşabihata uyma özelliğine sahip kimselerden kılınmıştİr. Bunun manası açıklanmıştı. Rasülullah [s.a.v.] bunlar hakkında: "Ondan: müteşabih olanlarına uyan kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar Allah'ın kendisinden söz ettiği kimselerdir. Dolayısıyla onlardan sakının" buyurmuştur.

 

Üçüncü özellik: Heva ve heveslere uyma: Buna da yine "Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşabih olanlarına uyarlar ... ''[Al-i İmran 7] ayeti delalet etmektedir. Bu, heva ve heveslere tabi olmak suretiyle haktan sapmak demektir. "Allah'tan bir yol gösterici olmadan heva ve hevesine uyandan daha sapık kim vardır?''[Kasas 50]; "Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü?''[Casiye 23]

 

Ancak bu özellik, herkesin kendi içinde buluttan duruma dönükolur, çünkü bu özellik gizli bir iştir ve sahibinden başka kimse onu bilemez. Ancak ona delalet edecek açık bir delilin olması hali müstesna. Bir önceki özellik ise, ilimde yüksek payeye erişen ulemaca bilinir. Çünkü muhkem ve müteşabihin beyanı onlara tevdi edilmiştir. Dolayısıyla onlar müteşabihi ve onlara tabi olanları, sahip oldukları ilim sayesinde bilirler. Birinci özelliğe gelince, onu sağduyu sahibi her müslüman bilebilir.

 

Zira birlik halde olma veya ayrılma herkesçe bilinebilen bir özelliktir. Dolasıyla bu bilgi ile o özelliğe sahip olan kimseler tanınmış olur.

 

Herhangi bir fırka hakkında gelen ayrıntılı özelliklere gelince, onlar hakkında da dikkat çekilmiş ve işarette bulunulmuştur. Mesela aşağıdaki ayet ve hadisler bu türden örneklerdir:

 

"Eğer birşeyde çekişirseniz -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanızonun hallini Allah'a ve peygamberine bırakın. Bu hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir. Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister. "[Nisa 59-60]

"Onlar sadece zanna uyuyorlar ve ancak tahminde bulunuyorlar. Doğrusu Rabbin, yolundan kimin saptığını daha iyi bilir. ''[En'am 117]

 

"Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimse, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!''[Nisa 115]

 

"Sapıtmak için hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek, küfürde gerçekten ileri gitmektir. İnkar edenler Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için onu bir yıl haram, bir yıl helal sayıyor, böylece Allah'ın haram kıldığını helal kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. "[Tevbe 37] "Onlara: 'Allah'ın size verdiği rızıktan sarfedin' denince inkar edenler inananlara:'Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım. Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız' derler. ''[Yasin 47]

 

"Ey inananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın ... Siz kendinize, bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır.''[Maide 101-105]

 

"Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar sapıtmışlardır. ''[En'am 140] ''Allah sekiz çift yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki .... Allah, zalim milleti doğru yola eriştirmez. ''[En'am 143-144]

 

Hadiste de durum aynıdır: "Yüce Allah, ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak ulemayı alır, öyle ki geride tek bir alim bırakmaz. Sonunda onlar cahil başlar edinirler, onlara sorarlar, onlar da bilgisizce cevap verirler. Böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar. "

 

Aynı şekilde alimin zellesinden söz edilirken bu manada zikredilen hadisler de buraya örnek teşkil eder.

 

Onlara dikkat çekilmesi, şeriatın üzerlerine dikkat çekmesi ve mutlak surette onları tasrih cihetine gitmemesi sebebiyledir. Eğer onlara ulaşabilirse ne ala; aksi takdirde onları bilmemesi yüzünden kendisine birşey gerekmez. Doğruya muvaffak kılan Allah Teala'dır.

 

 

FASIL:

 

Bu noktadan hareketle, hak olduğu bilinen herşeyin -şeriat ilimlerinden olsa ve ahkamla ilgili bir bilgi içerse de- neşredilmesinin matlup olmadığı anlaşılır. Bu açıdan bilgiler ikiye ayrılır:

 

1) Neşri matlup olanlar. Şeriatla ilgili bilgilerin çoğunluğu bu özellikte dir.

 

2) Mutlak olarak neşri istenmeyen ya da neşri bazıhallere, zamanlara ya da şahıslara nisbetle istenmeyen bilgiler.

 

Söz konusu fırkaların tayin üzere belirlenmesi de bu kısımdandır. Çünkü -her ne kadar onlar hakkında verilecek hüküm hak ise de- fıtneye sebep olur. Nitekim bu nokta daha önce açıklanmıştı. Bu noktadan hareketle de onların tayin üzere belirlenmeleri, neşri yasak olan bilgi kısmından olur.

 

Müteşabihat ilmi ve bu konu üzerinde söz etmek de bu kabildendir.

 

Çünkü Allah Teala, onlara tabi olanları zemmetmiştir. Eğer onlar zikredilir ve üzerinde söz edilmeye başlanırsa, bu belki de kendisine ihtiyaç duyulmayan şeylere götürebilir. Hz. Ali'den gelen rivayette: "İnsanlara anlayabilecekleri dille konuşun. Allah ve Rasulünün tekzip edilmesini ister misiniz?" buyurulmuştur.

 

Sahih'te Muaz'dan rivayet edilir: "Ya Muaz! Allah'ın kulları üzerinde, kulların da Allah'ın üzerinde hakkı nedir, bilir misin?" buyurdu. Ben: "Allah ve Rasulü bilir" dedim. "Gerçekten Allah'ın kulları üzerindeki hakkı:

 

Allah'a ibadet etmeleri ve O'na hiçbirşeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah Teala üzerindeki hakkı ise, O'na hiçbir şeyi ortak koş maya n kimseye azap etmemesidir" buyurdu. Ben: ''Ya Rasulallah! Bunu insanlara müjdelemiyeyim mi?" "dedim. Rasulullah [s.a.v.]: "Müjdeleme, zira güvenirler (ve amelden geri kalırlar)" buyurdu. Yine Muaz'dan gelen bir başka rivayette: ''Ya Rasulallah! Ben bunu haber vermiyeyim mi ki, onlar sevineler" dedim. Rasulullah [s.a.v.]: "O zaman güvenirler (ve amelden geri kalırlar)" buyurdu. Enes der ki: "Muaz bunu, günaha girerim korkusuyla ölümü sırasında haber vermiştir."

 

Benzeri bir olay da Hz. Ömer ile Ebu Hureyre arasında yaşanmıştır.

 

Müslim ve Buhari'de yer alan bu hadisin sonlarına doğru anlatıldığı üzere Hz. Ömer, Rasulullah'a gelerek şöyle demiştir: ''Ya Rasulallah! Anam babam sana feda olsun! Sen, 'kalbi yüzde yüz inanmış olarak Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur diye şehadet getiren kime rastlarsan onu cennetle müjdele' diye Ebu Hureyre'yi ayakkabılarınla gönderdin mi?" dedi. Rasulullah [s.a.v.]: "Evet" buyurdu. Hz. Ömer: "Aman yapma! Zira korkarım insanlar buna güvenip (amelden geri) kalırlar. Binaenaleyh bırak şunları amel etsinler" dedi. Rasulullah [s.a.v.] da: "Öyle ise bırak şunları" buyurdu.

 

İbn Abbas'ın Abdurrahman b. Avftan rivayeti de bu kabildendir: Şöyle demiştir: Keşke mü'minlerin emirini görseydin. Ona bir adam geldi ve:

 

"Filan kimse: 'Eğer mü'minlerin emiri ölseydi, falancaya bey' at ederdik' dedi" diye haber verdi. Hz. Ömer: "Akşam elbette kalkacağım ve asabiyet gütmek isteyen şu grubu uyaracağım" dedi. Ona: "Bunu yapma! Çünkü (hac) mevsimi, ayak takımı insanları burada toplamaktadır ve onlar mecliste seni dinlemezler ve sana galebe çalarlar. Dolayısıyla onların senin söyleyeceğin sözü anlayamayacaklarından ve anladıkları yanlış manayı da her tarafa yayacaklarından korkarım. Sen şimdilik bunu bırak. Ne zaman ki Medine'ye, hicret yurduna, sünnet evine varırsın, Rasulullah'ın ashabından muhacir ve ensar ile başbaşa kalırsın, onlara söylersin, onlar da sözünü yerine koyarlar ve gereği şekilde anlarlar" dedim. O: "Vallahi, Medine'de ilk fırsatta bunu yerine getireceğim" dedi.

Selman ile Huzeyfe arasında geçen olay da bu kabildendir.

 

Bu kabilden bir diğer şey de, ilim tahsili sırasında henüz yeni başlayan bir kimseye, ancak tahsil hayatının sonuna gelmiş bir kimsenin anlayabileceği bahisleri vermemek, aksine ilim tahsiline yeni başlayan kimseye, ilmin basit ve ilk konularından başlayarak tedrici bir program izlemektir.

 

Ulema bazı farazi meseleler koymuşlardır ki, -"fıkhi değerlendirme bakımından yerinde de olsa- bunlarla fetva vermek caiz değildir. Nitekim İzzuddin b. Abdisselam'ın talakta devr meselesi hakkında zikrettiği şey bu türdendir. Çünkü o, talak hükmünün kesin olarak ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır ki bu bir mefsedettir.

 

Yine bu kabilden olan şeylerden bir diğeri de, avamın fıkhi mesailin illetlerinden ve teşri'i hükümlerin hikmetlerinden sual etmeleridir. Her ne kadar sahih illetler ve yerli yerinde hikmetler varsa da, bunlar avama söylenmez. Bu noktadan hareketledir ki, Hz. Aişe kendisine: Hayızlı kadın orucu kaza ediyor da namazı niye kaza etmiyor?" diye sorana, sert çıkmış ve onu: "Sen Harura meşrepli misin?" diye azarlamışlar. Hz. Ömer de, kendisine herhangi bir amel taalluk etmeyen Kur'an ilimleri hakkında çokça soru soran Sabiğ'i dövmüş ve onu kovmuştur. Çünkü o bu gibi sorularıyla, her ne kadar yerinde de olsa bir yanlış anlama ve fitneye sebep olabilirdi. Hz. Ömer, " ... ve fakiketen ve ebben"[Abese 31] ayetini okuduktan sonra: "Fakiheyi (meyveyi) anladık; peki "ebb" ne oluyor?" demiş sonra:

"Biz bununla emrolunmadık" diyerek bu gibi şeylerle uğraşmanın yerinde olmadığını belirtmek istemiştir.

 

Bunlara benzer daha pek çok, her bilginin doğru da olsa yayılması gerekmediğini gösteren delil bulunmaktadır. İmam Malik, bu konudaki tutumunu: "Bende öyle hadisler ve bilgiler vardır ki, ben onları anlatmadım ve rivayet etmedim" sözüyle ifade demiştir. O, bir amele taalluk etmeyen herhangi bir konu hakkında konuşmayı sevmezdi, kendinden önceki alimlerin de aynı şekilde bu gibi şeylerden hoşlanmadıklarını söylerdi.

 

Bu nokta üzerinde düşün. Bunda yani hangi bilginin neşrinin uygun olmayacağı konusunda kıstas şudur: Meseleni önce şeriata arzedeceksin. Eğer onun terazisinde sahih olduğunu görürsen, bu kez o şeyi işleyen kişiye ve işleneceği zamana nisbetle sonuçlarının ne olacağını düşüneceksin.

 

Eğer söylenmesi bir mefsedete neden olmayacaksa, bu kez onu zihnin de sağduyu sahiplerinin kabul ile karşılayıp karşılamayacakları noktasını düşünmelisin. Eğer müsb et bir cevap alırsan o zaman o şeyi; eğer herkesin kabullenebileceği birşey ise herkese, yok belli kimselerin kabullenebileceği birşey ise belli kimselere söyleyebilirsin. Eğer meselen hakkında bu sözünü ettiğimiz cevaz yoksa, o zaman şer'i ve akli maslahata uygun olan

onun hakkında sükut etmen olacaktır.

 

 

FASIL:

 

Bu fırkalar, her ne kadar sapıklık üzerinde bulunuyorlarsa da, yine de ümmetin dışına çıkmış değillerdir. Buna hadisteki "Ümmetim fırkalara ayrılacaktır" ifadesi delalet etmektedir. Çünkü bunlar, eğer bid'atleri yüzünden ümmetin dışına çıkmış olsalardı, o zaman onlan "ümmetim" diye kendisine nisbet etmezdi. Hariciler hakkındaki hadiste: "Fi hazih'i'l-ümmeti keza = Bu ümmet içerisinde şöyle şöyle ... " ifadesi kullanılmış ve bu, onların ümmet içinde ve onların cümlesinden olduğunu belirten fi" edatı ile ifade edilmiştir. Hadiste: "Tetemara fi'l-fak", yani "Okun avı delip geçtiğinden şüphe eder" buyurulmuştur. Eğer onlar ümmetin dışına çıkmış olsalardı, o zaman onların küfür üzere oldukları konusunda şüpheye mahal kalmazdı ve o zaman: "Onlar müslüman olduktan sonra kafir oldular" denirdi.

 

İTİRAZ: Ulema Hariciler, Kaderiler  ... vb. gibi ehl-i bid'atın tekfiri yani kafir olup olmadıkları konusunda ihtilM etmişlerdir.

 

CEVAP: Şer'i nasslar içerisinde onların İslam'dan çıkmış olduklarını açık ve kesin olarak gösteren bir delil bulunmamaktadır.

 

Asılolan, aksini ispat edecek kesin bir delil bulununcaya kadar, onlar hakkında İslam hükmünün var olmaya devam etmesidir. Eğer biz onların kafir olduklarını söylersek, o zaman onlar hadiste sözü edilen fırkalar cümlesinden olmayacaklardır. Zira fırka demek; bid'atleri kendilerini küfre götürmeyen gruplar demektir. Bu bid'atler, daha önceden İslam üzerinde bulunan bu kimselerden, İslam'a ait özellikleri tümden gidermemekte, onlardan bir kısmını ibka etmektedir. Haricilerle ilgili hadiste onların öldürülmelerinin emredilmesi, onların kafir olduklarına delalet etmez. Zira öldürmenin, küfürden başka sebepleri de bulunmaktadır; eşkiyanın (muharib), te'vilsiz isyana kalkış an grubun ... vb. öldürülmesi gibi. Sonuç olarak diyebiliriz ki, hak olan, böyle kimselerin kafir olduklarına hükmetmemektir.

 

Bütün bu izahlar sonucunda ortaya çıkıyor ki, onların tayin üzere hadisin kapsamı altına girmiş olduklarını söylemek zordur ve bu iş, kesin olmayan ictihadi bir konudur.Ancak bu engeli ortadan kaldıracak kesin bir delilin bulunınası hali bir istisnadır. Böyle bir delilin bulunınası da ne kadar azdır!

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ONUNCU MESELE