EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / İCTİHAD / ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Şeriat, usulde olduğu gibi furu alanında da, pek çok görüş ayrılığı olsa bile, sonuçta tek bir görüşe çıkar. Bunun dışında başka bir şekil doğru olamaz.

 

Delilleri:

 

(1) Kur'an delilleri: Bu meyanda şu ayetleri zikredebiliriz: "Kur'an üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar (ihtilaf) bulurlardı."[Nisa 82] Bu ayette Allah Teala, Kur'an'da ihtilafın bulunduğunu kesinkes reddetmiştir. Eğer onda iki farklı görüşü gerektiren birşeyler olsaydı, o zaman bu ayet o duruma hiçbir zaman uygun düşmezdi.

 

Yine Kur'an'da şu ayet bulunmaktadır: "Eğer birşeyde çekişirseniz, onun hallini Allah'a ve peygambere götürün ... "[Nisa 59] Bu ayet, çekişme ve görüş ayrılığına düşmenin kaldırıldığı konusunda gayet açıktır. Çünkü o, farklı düşünüp tartışma halinde olanların şeriata başvurmalarını amirdir. Bu da elbette ki ihtilafın kaldırılmış olması için olacaktır. İhtilaf ise, ancak tek birşeye başvurmak durumunda ortadan kalkabilir. Zira eğer onda ihtilafı gerektiren unsurlar olsaydı, o zaman ona başvurmada tartışma ve görüş ayrılıklarının kalkması durumu olmazdı. Bu ise batıldır.

 

Allah Teala, bir başka ayette şöyle buyurmuştur: "Kendilerine belgeler (beyyintU) geldikten sonra ayrılan ve görüş ayrılığına (ihtilafa) düşenler gibi olmayın ... ''[Al-i İmran 105] Ayette sözü edilen "beyyinat"tan maksat şeriattır. Eğer onlar, kesin bir surette ihtilafı gerektirmez ve onu kabul etmez bir özellikte olmasaydı onlar hakkında: Kendilerine belgeler (beyyinat) geldikten sonra ... " şeklinde bir ifade kullanılmaz ve onların bu konuda son derece haklı mazeretleri olurdu. Bu ise doğru değildir. Dolayısıyla şeriatta ihtilafa mahal yoktur.

 

Allah Teala yine şöyle buyurmuştur: "Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın ... "[En'am 153] Bu ayette Allah Teala, hak yolunun tek olduğunu ifade buyurmuştur ve bu şeriatın hem tümü hem de ayrıntıları konusunda ammdır; hepsini içine alır.

 

Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: "İnsanlar bir tek ümmetti. ALlah, peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi. "[Bakara 213] Gönderilen kitapların, aralarında hakim olabilmesi, ihtilaf edenler arasında kesin çözüm getiri ci tek bir hüküm olması halinde ancak mümkün olabilir.

 

Bir başka ayette ise: "Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur ... " buyurduktan sonra Allah Teala, İsrailoğullarının durumunu zikreder ve ümmeti onların gidişatına uymamaları konusunda uyarır ve: "Kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düşmeleri ancak, birbirini çekememekten oldu"[Şura 13] buyurur.

 

Bir diğer ayette de: "Bu da, Allah'ın Kitab'ı doğru olarak indirmesinden ileri geliyor. Kitap hakkında ayrılığa düşenler, doğrusu derin bir çıkmazdadırlar"[Bakara 176] buyurur.

 

Kısaca ihtilafı yeren ve şeriata başvurulmasını emreden ayetler çoktur ve hepsi de şeriatta ihtilafın bulunmadığı ve onun tümüyle tek bir yaklaşım ve hüküm üzere olduğu konusunda kesindir. İmam Şafii'nin arkadaşı el-Müzenı şöyle demiştir: "Allah Teala, ihtilafı yermiş ve görüş ayrılığı bulunduğunda Kitap ve sünnete başvurulmasını emretmiştir."

 

(2) İslam alimlerinin hemen hemen tamamı Kur'an ve sünnette nasih ve mensühun bulunduğu konusunda görüş birliği etmişler ve bu konudaki cehaletten ve bu yüzden hataya düşmekten sakındırmışlardır. Bilindiği üzere nasih ve mensüh, hiçbir şekilde cemi mümkün olmayan birbiri ile tearuz halindeki iki delil arasında olur. Aksi takdirde bunlardan birine nasih diğerine de mensüh denmez. Halbuki nesih konusunda farzedilen durum böyle değildir. Eğer dinde ihtilafa mahal bulunsaydı o zaman nasih ve mensühun -kat'ı bir nass bulunmadıkça- isbatının bir faydası olmazdı ve bu konuda söz etmenin hiçbir pratik faydası bulunmaz dı. Zira her iki delil ile de daha baştan ve devamlı surette amel etmek sahih olurdu. Çünkü o vakit ihtilaf, zaten dinin esaslarından biri olurdu ve bu esasa dayanılarak da tearuz halindeki her iki delil ile aynı anda amel etmek caiz olurdu. Ancak bütün bu sonuçlar batıldır. Dolayısıyla bu, şeriatta ihtilafa bir temelin bulunmadığını gösterir. Muarızı bulunması halinde bütün deliller hakkında söylenecek söz de aynıdır; umüm-husüs, mutlak-mukayyed vb. arasındaki durumlarda olduğu gibi. Eğer durum iddia edildiği gibi olsaydı, o zaman bütün bu esasların zedelenmesi gerekirdi ki bu sonuç sakattır. Böyle bir sakatlık sonucunu da doğuran şey de aynı şekilde sakat olacaktır.

 

(3) Eğer şeriatta ihtilafa mahal ve cevaz olsaydı, bu takat üstü yükümlülüğe neden olurdu. Çünkü iki delilin birbiriyle tearuz halinde bulunduğu ve her ikisinin de aynı anda Şari' Teala'ca maksud olduğu farzedildiğinde bu durumda şu ihtimaller söz konusu olacaktır:

 

a) Ya mükellef, bu iki delilin her ikisinin de gereği ile yükümlü tutulacaklar.

 

b) Ya da öyle olmayacaktır.

 

Birinci ihtimal, aynı mükellefin aynı yönden olmak kaydı ile birşey hakkında hem: "Yap!" hem de ''Yapma!" şeklinde emir ve nehye muhatap olmasını gerektirecektir. Bu ise takat üstü yükümlülüğün ta kendisidir.

 

İkinci ihtimal de batıldır; çünkü vaz' edilen konu öyle değildir. Üçüncüsü de aynı şekildedir. Zira farzedilen konu, talebin her ikisine de birden yönelik olmasıdır. Bu durumda birinci seçenekten başkasına mahal kalmamaktadır. Ondan da, sözü edilen sonuç doğmaktadır.

 

Burada, söz konusu iki delilin iki kişiye ve iki hale yönelik olabileceği şeklinde bir itiraz ileri sürülebilir. Ancak bunun yeri yoktur; çünkü farz edilen konu öyle değildir. Hem, eğer öyle olsaydı o zaman iki görüşten değil tek görüşten söz edilirdi. Çünkü delillerden her biri ayrı bir yöne tevcih edilince, ortada ihtilaf diye birşey kalmayacaktır. Halbuki farzedilen meselede durum böyle değildir.

 

(4) Usulcüler, delillerin tearuzu durumunda tercihe gidileceği, yeterli araştırma ve değerlendirme yapılmaksızın. rastgele iki delilden birinin imali cihetine gidilemeyeceğilOs konusunda görüş birliği içerisindedirler.

 

Şeriatta ihtilafa yer olduğunu kabul etmek, tercih konusunu tümüyle ortadan kaldırır. Zira o zaman tercihin hem faydası olmayacak; hem de ona zaten ihtiyaç duyulmayacaktır. Zira ihtiların varlığı şeriatta bir esas olacak ve o zaman tearuzun bulunması haddizatında sahih olacaktır. Ancak bu sonuç sakattır; böyle bir sonuca götüren şey de sakat olacaktır.

 

(5) İhtilaf, aslında tasavvuru imkansız olan birşeydir. Çünkü birbirine zıt iki delilin Şari' Teala tarafından kastedilmiş olduğunu düşündüğümüz zaman, maksadı gerçekleşmez. Aynı şey hakkında hem ''Yap!'' hem de ''Yapma!" dediği zaman, bundan anlaşılan fiilin işlenmesi olamaz; çünkü "Yapma!" yasağı var; keza terkinin istendiği de anlaşılamaz; çünkü "Yap!" emri var. Bu durumda mükellef için yükümlülük konusu anlaşılamaz bir hal alacaktır ve hiçbir şekilde onun yerine getirilmesi düşünülemeyecektir.

 

Şeriatta ihtilafın fesadını gösteren daha başka deliller de vardır. Ancak onları burada zikretmek suretiyle sözü uzatmaya ihtiyaç yoktur.

 

İTİRAZ: Şeriatta ihtilafın bulunmadığını gösteren delillerin yanında, onun varlığını gerektiren deliller de vardır ve fiilen vuku bulmuştur da. Buna şu hususlar delalet eder:

 

1) Müteşabih ayetlerin indirilmiş olması. Bunlar ihtilafa mahaldirler. Çünkü bunlar karşısında bakışlar ayrı, anlayış ve görüşler farklıdır. Bunun sonucunda ihtilaf da kaçınılmaz olacaktır. Bu gibi ayetler karşısında tevakkuf etmek ve bir yoruma gitmemek, her ne kadar övgüye değer görülmüş se de, bu gibi alanlarda ihtilaf fiilen vukubulmuştur. Şari' TeMa'nın onları koymuş olması, O'nun maksadı sonucudur. Onların konulması O'nun maksadı olunca da -ki bunun nereye varacağını bilendir 0- ihtilafa yol açmış olmaktadır. Bu durumda şeriattan ihtilafa mahal olan alanları tümden kaldırıp atarak onda ihtilafyoktur, diye kesip atmak doğru değildir.

 

2) İctihada mahal olan alanların bulunması: Bunları Şari' Teala ihtilafa bir mahal kılmıştır. Çoğu zaman tek bir mesele hakkında hem kıyasi olan, hem de kıyasi olmayan deliller bulunmakta, bunun sonucunda aralarında tearuz doğmaktadır. Şari' Teala'nın şeriatı koyuşu sırasında kıyası delillerden biri kılması ve emsalinde araştırmacıların maksadı yakalamaya çalışmak için ictihad etmeleri ve bunun sonucu olarak da ihtilafa düşmeleri kaçınılmaz olan zahirleri (zavahir) şeriatın bir parçası olarak getirmesi ihtilafa şer'an zemin hazırlanmasından başka birşey değildir. Bunun içindir ki, "Hakim, ictihad eder ve hata ederse bir sevabı vardır; eğer isabet ederse iki sevabı vardır" hadisinde Rasülullah [s.a.v.] bu maksada işaret buyurmuş olmaktadır. Bu nokta, zemin hazırlaması bakımından ihtilafin konuluşunu gösteren bir başka yer olmaktadır.

 

3) İlimde yüksek payeye ulaşmış takva sahibi büyük imamlar ihtilaf etmişlerdir: "Acaba her müctehid, ictihadında isabetli midir? Yoksa müdehidler arasında isabet eden tek biri midir?" Ama hepsi de bu ihtilafı benimsemişlerdir. Bu da genel anlamda şeriatta ihtilafa mahal bulunduğuna bir delilolur. Öbür taraftan her müctehidin ictihadında isabetli olduğu görüşü şu manaya gelmektedir: Her görüş isabetlidir ve ihtilaf haktır; o inkar edilemez, şeriatta yasak birşey olamaz.

 

Yine alimlerden bir grup, şeriatta birbirine zıt iki delilin gelmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bunun caiz görülmesi, ihtilaf konusunda kendilerince kabul görmüş bulunan bir esasa müstenid olmaktadır.

 

Yine bir grup, sahabinin görüşünün hüccet olduğu kanaatindedir. Buna göre her sahabinin görüşü, başka bir sahabi görüşü ile çelişse de, hüccet olacaktır ve mükellefin birbirine zıt olan görüşlerden her biri ile amel etmesi caizdir. Bu mana Rasulullah'tan [s.a.v.] da rivayet edilmiştir. Çünkü o bir hadislerinde: "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz" buyurmuşlardır. Bir cemaat, sahabenin ihtilaf etmeleri halinde kişinin onlardan dilediğinin görüşünü alabileceğini caiz görmüştür.

 

el-Kasım b. Muhammed şöyle demiştir: "Allah Teala, Rasulullah'ın [s.a.v.] ashabının amellerindeki ihtilafı sayesinde bizleri faydalandırmıştır. Bunun sonucunda bir fiil işleyen kimse mutlaka kendisini bir çıkar yol içerisinde bulur ve kendisinden daha hayırlı birinin o şeyi işlemiş olduğunu görür." Yine o şöyle demiştir: "Onların görüşlerinden hangisini alsan, ondan dolayı sana birşey gerekmez." Aynı anlamda bir söz, Ömer b. Abdulaziz'den de rivayet edilmiştir. O şöyle demiştir: "Kırmızı develerimin olması, onların ihtilaf etmiş olmaları kadar beni sevindirmez." el-Kasım ise şöyle demiştir: "Ömer b. Abdulaziz'in şu sözü benim çok hoşuma gitmektedir: "Rasulullah'ın [s.a.v.] ashabının ihtilaf etmemiş olmaları beni sevindirmezdi. Çünkü onlar tek bir görüş üzere olsalardı, o zaman insanlar sıkıntı içerisine düşerlerdi. Hem onlar kendilerine uyulan önderlerdir; dolayısıyla bir kimse onlardan birinin görüşünü aldığı zaman bir çıkar yol içerisine girmiş olur." Ulemadan bir grup da aynı manada sözler etmişlerdir.

 

Sonra mukallitlere nisbetle ulemanın sözleri, müctehidlerin sözleri gibidir. Bir gruba ait görüşe göre onlardan her birinin, dile diği alimi taklit etmesi caizdir ve o bu konuda bir genişlik üzeredir. İbnu't- Tayyib ve diğerleri şöyle demişlerdir: Deliller tearuz eder ve herbiri diğerinin hükmünün tam zıddını gerektirecek durumda olur ve tercihe imkan bulunmazsa o zaman müctehidin onlardan dilediği ile amel edebilme imkanı vardır. Çünkü o deliller kendisine nisbetle keffaret hükmündeki şıklardan birini isteğe bağlı olarak seçme özelliğini almıştır. Ulema arasında ihtilaf, ancak delillerin tearuzu halinde ortaya çıkar. Şeriatta delillerin tearuzu ise sabittir. Şeriatta ihtilafın bulunmadığına dair serdedilen yukarıdaki deliller, dinin furuuna değil, aslına yönelik olan ihtilafa yorulur. Çünkü sahabe zamanından zamanımıza kadar şeriatta ihtilafın vukuu bir gerçektir.

 

Cevap: İtiraz sadedinde ileri sürülen bu kaideler üzerinde bu mesele açısından tekrar durulması zarureti vardır. Çünkü onların mesele ile ilgisi sadece var sanılmaktadır. Aslında ise öyle değildir.

 

Önce müteşabihler konusunu ele alalım: Onların şeriatta ihtilafa temel teşkil etsin diye kasıtlı olarak konulmuş olduğunu söylemek doğru olamaz. Çünkü daha önce geçen delillerde bu iddianın sakatlığı ortaya konmuştu. Onların: " ... Allah, mahvolan, apaçık belgeden ötürü mahvolsun, yaşayan da apaçık belgeden ötürü yaşasın diye ... "[Enfal 42] konulduğu hakkında söz edilmemektedir. Allah Teala: "Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir tarafa, onlar hala ayrılıktadırlar; esasen onları bunun için yaratmıştır"[Yusuf 118] buyurmuş ve kul için bir hüccete mahal olmayan vaz'ı kaderi -ki bu çevrilme imkanı bulunmayan iradeye uygun olarak konulmuş olandır- ile iradeye uygunluğu gerekmeyen vaz'ı şer'i arasını ayırmıştır. Allah Teala: "Takva sahipleri için bir hidayettir"; "O, bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir"[Bakara 26] buyurmaktadır. Bu konunun izahı, Emir bahsinde geçmişti. Müteşabihat konusu birinci kısımdan olmayıp ikinci kısımdandır. Durum böyle olunca da bu, ihtilafin şer'an matlup olduğu için konulmadığını, aksine onun bir imtihan unsuru olmak üzere konulduğunu gösterir. Bunun sonucunda ilimde yüksek payeye erenler (rasihun) Allah Teala'nın kendilerine haber verdiği şeye uygun olarak amel ederler, 'sapıklar ise kendi heva ve heveslerine uyarlar ve sapıtırlar. Açıktır ki, bunlar içerisinde doğruya isabet edenler ilimde yüksek payeye ulaşan rüsuh erbabıdır. Onlarınmanasını bilsinler veya bilmesinler- müteşabihlere iman konusunda aynı yaklaşım üzere oldukları, sapıkların ise hata edenler olduğu bildirilmiştir. Bu durumda mesele hakkında ne iki, ne üç, sadece tek bir durum vardır. Şu halde müteşabihlerin indirilmesi, ihtilaf için ne zemin ne de alem konumunda değildir. Keza eğer öyle iddia ettikleri gibi olsaydı, o zaman onlar hakkında ihtilaf edenler, isabet edenler ve hata edenler diye ikiye ayrılmazdı. Aksine hepsi isabet edenler olurlardı. Çünkü bu halleriyle onlardan hiçbir kimse, şeriatı vaz'edenin kasdı dışına çıkmamış olacaktı. Zira daha önce de geçtiği üzere isabet, ancak Şari' Teala'nın kasdına uygun düşme ile, hata da onun kasdına muhalif düşme ile olur. Onlar madem ki isabet edenler ve hata edenler diye iki kısma ayrılmaktadırlar; öyleyse bu, müteşabihatın şer'an ihtilafa mahal bir konu olmadığını gösteren bir delil olur.

 

İctihada mahal olan alanlara gelince, onlar da müteşabihlik manasına çıkar. Çünkü ictihad, şer'ı nefy ve isbat arasında dönmek (yani birşey hakkında müsb et ya da menfi bir hükme ulaşmaktır). Bazen hatalı taraf ile doğru taraf kapalı kalır ve birbirinden ayırdedilemez. Her takdire göre, eğer isabet eden tek kişidir görüşü üzerinden yürünecek olursa, bu görüşün sahipleri, ictihada mahal olan yerin ihtilaf alanı olmadığını ve dolayısıyla ihtilafin varlığı için bir hüccet olamayacağını söylemektedirler. Aksine ictihada mahal olan yerler, Şari' Teala'nın tek olan maksadının elde edilmesi uğrunda bütün gücün ortaya konduğu ve var olan takatin en sonuna kadar kullanıldığı bir alan olmaktadır. Bu grubun düşüncesi, herşeyden önce ortaya konulan delillere uygun düşmektedir. Eğer her müctehidin isabet edeceği görüşü üzerinden yürünecek olursa, o zaman da bu mutlak olmamakta, aksine her müctehide ya da onları taklit eden her bir kimseye nisbetle böyle olmaktadır. Çünkü her müctehidin, ictihadı sonucunda ulaştığı hükümden vazgeçmesinin caiz olmadığı ve vereceği fetvanın mutlaka onunla olması gerektiği konusunda görüş birliği vardır. Bunlara göre isabet, hakiki olmayıp izafidir. Eğer ihtilaf (her bir müctehidin dilediği müctehidin görüşünü almasının caiz olması şeklinde) mutlak anlamda caiz olsaydı, işte o zaman İtirazcılar için delilolabilirdi. Ancak durum öyle değildir.

 

Kısaca, bu görüşe göre de ancak tek bir hüküm caiz olabilir. Şu kadar var ki, o izafidir. Dolayısıyla bu görüşe müsteniden hiçbir şekilde kabullenilmiş bir ihtilaf sabit olmaz. Her müctehid, kendisine göre Şari' Teala'nın kasdı olan tek bir hükme -iki ayrı görüşe değil- ulaşmak peşindedir. Şu halde ictihada mahal alanların bırakılmasından hareketle Şari' Teala'nın kasdında, ihtilafa bir mesned aranması gibi bir sonuç ortaya konamaz. Aksine O'nun ictihada mahal alanlar koymasındaki maksadı, tek olan Şari'in kasdını elde edebilmek için çaba göstermelerini temindir. Bu noktadan hareketledir ki, hiçbir müctehidin kendisi için aynı anda asla iki farklı görüşe sahip olduğu görülemez; aksine onları hep tek bir görüşü benimser ve diğerlerini reddeder buluruz.

 

Bütün müctehidlerin ictihadlarında isabetli olacağı (tasvib), sadece bir müctehid hariç diğerlerinin ictihadlarında hata etmiş olacağı (tahti'e) meselesinin cevabı da geçmiş oldu. 

 

Birbiri ile tearuz halinde bulunan iki delilin bulunabilmesi noktasına gelince, eğer bu görüşün sahipleri, bununla aslında öyle değil de sadece görünüşte ve müctehidlerin değerlendirmelerinde birbirine zıt görünen delilleri kastediyorsa, durum dedikleri gibi caizdir. Ancak bununla şer'i deliller arasında tearuzun cevazına hükmedilemez. Eğer onlar bu sözleriyle, işin aslında da tearuzun bulunabileceğini kastediyorlarsa, şeriatı az çok anlayan hiçbir kimse böyle bir görüşü benimseyemez. Zira onun sakatlığını sözü edilen deliller ortaya koyar. Böyle bir görüşte olan birinin olacağını da sanmıyorum.

 

Sahabi görüşü meselesine gelince, iki noktadan dolayı delilolamaz:

 

1) Sahabi görüşü, ilgili hadisin sahih olduğunu bir an kabul etsek bile -ki senedi tenkide uğramıştır- zanniyyattandır. Bizim meselemiz ise kat'ı esaslardandır; zannı olan birşey ile kat'ı arasında tearuzdan söz edilemez.

 

2) Onun kabul edilmesi halinde bile bundan murad, onlardan her birinin teker teker ele alınması takdirine göre hüccettir, şeklindedir. Yani bir kimse onlardan birinin görüşüne istinad ederse, müctehidlerden birini taklit etmiş olması açısından isabet etmiş demektir. Yoksa onun anlamı, onlardan her biri haddizatında ve herkese nisbetle hüccettir şeklinde değildir. Çünkü bu, geçen esaslara ters düşer.

 

Onların ihtilaflarının ümmet için bir genişlik olduğu görüşüne gelince bu konuda, İbn Vehb, İmam Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmiştir:

 

"RasululIah'ın [s.a.v.] ashabının ihtilafında genişlik yoktur; şüphesiz hak tektir." Ona: "Her müctehidin ictihMında isabetli olduğunu söyleyenler var" dediler. O şöyle cevap verdi: "İki farklı görüşün ikisi de doğru olmaz. Öyle kabul edilse bile, bunun ictihad kapısının açılması yönünden olması muhtemeldir. İctihadı meseleleri Allah Teala bizim hakkımızda bir genişlik kılmıştır; bu bir başka sebepten dolayı değil, sadece ictihad alanlarını geniş tutması yönünden böyledir." el-Kadı İsmail şöyle demiştir: "Rasulullah'ın [s.a.v.] ashabının ihtilafı hakkındaki genişlik, sadece re'y ictihadındaki genişlik olmaktadır. İnsanın onlardan herhangi birinin isabet edip etmediğine bakmaksızın görüşü ile hükmetmek anlamında bir genişliğe gelince, buna hayır. Onların ihtilaf etmeleri, onların ictihad ettiklerini ve ihtilafın da bunun sonucunda ortaya çıktığını gösterir." İbn Abdilberr: "İsmail'in bu sözü gerçekten güzeldir" demiştir. "Onların ihtilafları rahmettir" şeklinde düşünenlerin görüşü de, onların ictihad kapısını açmış olmaları yüzünden olabilir. Bunu böyle anlamak zorundayız; çünkü şeriatta ihtilafa mahal olmadığı, onun, hem şeriata hem de dine müteallik olan her konuda ihtilafa düşenler arasında hüküm vermek, ihtilafı gidermek için geldiği sabittir. Bu esas, pek çok açık nasslar ve kat'ı delillerin bir gereği olarak onların yanında hem usul hem de furU konusunda geneldi. Karşılarına tam vakıf olamadıkları bir mesele çıktığı zaman, eğer o bir amele taalluk etmeyen konulardan ise: "İlimde yüksek payeye erenler ise: 'İnandık, hepsi Rabbimizin katındandır' derler ... "[Al-i İmran 7], ayetinin gereği olarak onu bilene havale ederlerdi. Amele taalluk eden konularda ise çaresiz düşünme ve değerlendirmeye başvurmaları gerekiyordu. Çünkü şeriat tamamlanmış, herhangi bir konuda şeriatın, hükümden hall kalması da caiz değildi. Bu durumda kendilerine göre Şari' Teala'nın maksadına kendilerini ulaştıracak en kestirme yolu aramaya koyuldular. Tabi ki kabiliyetler ve bakışlar farklıdır. Bunun sonucu olarak da aralarında ihtilaflar doğmuştur; yoksa bu ihtilaflar Şari' Teala'nın maksadı olduğu için doğmamıştır. Eğer farz edilecek olsa ki, sahabe bu tür hükmü açık olmayan fer'i mesail üzerinde çalışmış olmasalar, şöyle ya da böyle onlar hakkında söz etmeselerdi -ki onlar, şeriatın anlaşılması ve onun maksatları doğrultusunda yürünmesi konusunda önderler olmaktadır- o zaman kendilerinden sonra gelecek olan nesiller için ictihad kapısı aralanmış olmayacaktı. Çünkü ihtilafı yeren ve şeriatta ihtilafa yer olmadığını gösteren deliller vardı. Durumu kapalı kalan konular, hakka isabet konusunda ihtilafların muhtemelen kaynaklanabileceği alanlardır. O zaman böylesine riskli olan alanlara girmekten çekineceklerdi. Ancak sahabe ictihad edip, ictihadları sonucunda doğruyu elde etme yolunda ihtilaflar belirince, kendilerinden sonra gelen nesiller için de o yola girme kolaylaşmış oldu. İşte bunun içindir ki -Allah'u alem- Ömer b. Abdulaziz: "Rasülullah'ın [s.a.v.] ashabının ihtilaf etmemiş olmaları beni sevindirmezdi ... " sözünü söylemiştir.

 

Mukallitlere nisbetle ulemanın ihtilafına gelince, onda da durum aynıdır; müctehidin delile isabet etmesiyle amminin (sıradan biri) müftiye isabeti arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla ammi hakkında iki fetvanın tearuzu, müctehid hakkında iki delilin tearuzu gibidir. Nasıl ki müctehid için, aynı anda her iki delile de tabi olması veya ictihadsız ve tercihe gitmeksizin ikisinden birisine keyfi olarak uyması caiz değilse, amminin de iki müftiye aynı anda tabi olması veya kendince ictihad ve tercihte bulunmaksızın ikisinden birine uyması caiz olmayacaktır. "Tearuz ederlerse istediğini seçer" şeklindeki görüş, iki sebepten dolayı doğru değildir:

 

1) Bu söz, zahiren değil de işin aslında iki delil arasında tearuzun bulunabileceği manasına gelir. Bunun yanlışlığı az önce ortaya kondu.

 

2) Daha önce şer'i bir esas geçmişti. Bu, şeriatın konulmasında gözetilen amaçlardan birinin, mükellefi kendi heva ve heveslerinin egemenliğinden kurtarmaktı. Kişiyi iki görüş arasında keyfi olarak muhayyer bırakmak, bu esasa ters düşer ve bu caiz değildir. Çünkü şeriat, daha önce de ortaya konulduğu gibi her mesele ile ilgili olarak biri Cüz'i biri de külli olmak üzere iki masIahat içermektedir. Cüz'i olanı, her hükmün hususi delilinin ortaya koyduğu fayda ve o hükmün hikmetidir. Külli olan ise mükellefin hem inanç, hem söz, hem de fiil olarak bütün tasarruflarında şer'i yükümlülükler getiren belli bir kanunun altına girdiğinin şuuruna varması ve hiçbir zaman başıboş hayvan gibi he va ve heveslerinin peşinde koşan bir yaratık olmadığının, bütün davranışlarının şeriatın getirmiş olduğu kayıtlar içerisinde olması gerektiğinin bilincine varmasıdır. Eğer biz sıradan insanları, imamların mezheplerini taklit konusunda, kendilerince en güzel olanmı seçmede başıboş bırakırsak, o zaman bu tercih konusunda onların kendi heva ve heveslerinden başka başvuracakları bir merci bırakılmamış olacaktır. Bu ise şeriatın konuluşunda gözetilen temel maksada ters düşer. Dolayısıyla onlarm kendi tercihlerine bırakılacaklarını söylemek hiçbir şekilde doğru olmaz. Bu konuda el-Gazzali'nin el-Mustazher adlı kitabına bakınız.

 

Böylece şeriatın aslında ihtilaf olmadığı ve onun ihtilaf esası üzerine kurulmadığı, ihtilafın onda Şari' Teala'nın maksadı olmak üzere kendisine başvurulan bir esas olmadığı, aksine var olan ihtilaflarm şer'i bir esastan kaynaklanmayıp, mükelleflerin bakışlarından ve onların imtihan edilmeleri amacından kaynaklandığı sabit olmuş, şeriatta hem usulde hem de furuda mutlak ve genel anlamda ihtilafın bulunmadığı ve onun yerilmiş olduğu tezi sıhhat kazanmıştır. Zira eğer tek bir fer'in ihtilaf kasdı üzerine konulmuş olması sahih olsaydı, o zaman şeriatta mutlak anlamda ihtilafın varlığı sabit olurdu. Çünkü bir tür ihtilafın sabit olması halinde, tüm ihtilafın sabit olması sahih olur. Bunun sakatlığı ise açıktır. Böyle bir sonuca götüren şey de aynen onun gibi sakat olacaktır.

 

 

FASIL:

 

Bu esas üzerine bazı kaideler bina edilir:

 

(1)   Mukallid olan bir kimsenin ihtilaflı konularda kendince bir seçime gitme yetkisi yoktur. Mesela, bir konuda müctehidler iki görüşe ayrılsalar, mukallid bunlardan keyfince dilediği birini seçemez. Bazıları, mukallide nisbetle bu iki görüşün, aynen keffaret hükmündeki seçenekler mesabesinde olduğunu, dolayısıyla dilediği birini seçebileceğini söylemişlerdir.

 

Bu durumda onun heva ve heveslerine tabi olacağı, garazına ters düşeni değil de uygun düşeni alacağı kaçınılmazdır. Bu görüşün taraftarları, iddialarını desteklemek için bazı müteahhir müftilerin sözlerine dayanmışlar ve Rasulullah'tan [s.a.v.] rivayet edilen: "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz" hadisi ile görüşlerini teyide çalışmışlardır. Eğer bu hadisin sahih olduğunu farzedecek olursak, gerekli cevap daha önce geçmişti. Bu hadis, mukallidin bir ayırım yapmaksızın herhangi bir sahabiye gidip ondan fetva istemesi ve lehinde ya da aleyhinde her nasılolursa olsun aldığı fetva ile amel etmesi durumuyla ilgili bir delilolur. Ancak mukallid karşısında iki müftiden farklı iki görüşün bulunması halinde, doğru olan bunun hadisin kapsamına girmeyeceğidir. Çünkü müftilerden her biri, karşı taraftakinin delilinin zıddını gerektiren bir delile tabi olmaktadır. Bu halleriyle onlar, birbirine zıt olan iki delile tabi kimselerdir. Bunlardan birine keyfi olarak tabi olmak, heva ve heveslere tabi olmak anlamına gelir. Bunun da dinde yeri olmadığı geçmişti. Bu durumda onlardan birinin diğerine nisbetle daha alim olduğu ya da benzeri bir gerekçe ile aralarında tercihte bulunması gerekmektedir.

 

Sonra avamdan birine nisbetle iki müctehid, müctehide nisbetle iki delil mesabesindedir. Nasıl ki, müctehidin tearuz eden deliller karşısında tercihte bulunması, buna imkan yoksa tevakkuf yani durup beklemesi gerekiyorsa, mukallidin durumu da aynıdır. Eğer bu gibi konularda şehvetin peşinden gitmek, arzu ve heveslere tabi olmak caiz olsaydı, o zaman aynı şey hakim için de caiz olurdu ki, bu icma ile batıldır.

 

Sonra ihtilaflı meseleler hakkında, heva ve heveslere uymayı kesinlikle reddeden Kur'ani bir kıstas bulunmaktadır. O da: "Eğer birşeyde çekişirseniz, onun hallini Allah'a ve peygambere götürün ... "[Nisa 59] ayeti kerimesidir. Burada mukallidin meselesinde iki müctehid birbirleri ile çekişme halindedir; dolayısıyla meselenin Allah'a ve Rasulüne götürülmesi gerekecektir. Bu da şer'i delillere başvurmak demektir ve bu, heva ve hevese, şehvete tabi olmadan daha salim bir yoldur. İki görüşten birini heva ve hevese, şehvete uyarak seçmek, Allah'a va Rasulüne başvurma esasına ters düşer. Bu ayet, Tağfrt'un (put, şeytan vb.) hükmüne başvurmak suretiyleheva ve heveslerine uyan kimse hakkında inmiştir. O yüzdendir ki akabinden: "Ey Muhammed! Sana indiriten Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağut'un (putların, şey tanı n) önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. "[Nisa 60] Böylece bu kısmın, "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz" hadisinin altına girmeyeceği ortaya çıkar.

 

Öbür taraftan bu görüş, şer'ı bir delil e dayanmaksızın mezhepler içerisinde mevcut ruhsat hükümlerin derlenmesi ve onlara uyulması sonucunu doğurur. İbn Hazm, bunun asla helal olmayacak bir fasıklık olduğuna dair icma bulunduğunu nakletmiştir.

 

Yine bu, ihtilaflı bulunan her meselede yükümlülüğün düşürülmesi gibi bir sonuca götürür. Çünkü işi mukallidin seçimine bırakmanın manası, mükellefin hükmü isterse alması, isterse terketmesi demektir. Bu ise yükümlülüğü düşürmenin ta kendisidir. Tercihle kayıtlanması hali ise böyle değildir; çünkü o vakit delile tabi olacaktır, dolayısıyla ne heva ve heveslerine tabi durumunda olacak, ne de yükümlülüğü düşürmüş olacaktır.

 

İTİRAZ: İki müctehidin ihtilaf etmesi halinde, diğeri ile karşılaşmadan önce birini taklid etmesi caiz olmaktadır. Dolayısıyla karşılaştıktan sonra da caiz olması gerekir. İetima tardıdir (yani ikisinin bir arada bulunması halinde, her birinin yalnız başına bulunması halinde söz konusu olan hüküm de bulunur).

 

CEVAP: İtiraz yerinde değildir. Aksine bir arada bulunma (ictima) halinin etkisi bulunur. Çünkü iftirak, yani ayrı ayrı bulunma halinde her biri ulaştırıcı bir yololmaktadır. Aynen bir delil bulup, araştırma sonu- . cunda onun muarızına rastlamama neticesinde o delil ile amel etmenin caiz olması gibi. Ancak ictima ederler ve ihtilaf halinde de bulunurlarsa, o zaman müctehidin muttali olduğu her biri diğeri ile tearuz halinde bulunan iki delil gibi olur. el-Kadı İbn et-Tayyib'e nisbet edilen mukallidin seçimine bırakma (tahyir) görüşü müşkil bulunur ve onun mutlak değil, mukayyed olduğu mazereti ileri sürülebilir. Dolayısıyla iki delilden biri ile amel konusunda ancak bir şartla muhayyer kılınır: O da şudur: Mezkur amelde sadece delilin gereğini kastetmiş olması, ne heva ve heveslerine uymuş olmayı, ne de genel anlamda muhayyer kılınanın gereğini kastetmiş olmamasıdır. Çünkü ibaha anlamında muhayyer kılma burada bulunmamaktadır. Reva ve heveslere uyma da yasaktır. O zaman mutlaka bu kasdın bulunması kaçınılmaz olacaktır. Bu mazerette (kabul edilemeyecek) hususlar vardır ki bu bir çelişkidir. Çünkü tercih e gitmeden iki delilden birine tabi olmak muhaldir. Zira tercih olmaksızın tearuzun bulunduğu farzedildiği zaman delili bulunmaz. O zaman da heva ve heveslere tabi olmaktan başka bir ihtimal kalmaz.

 

 

FASIL:

 

Bu esastan gaflet, fukahayı taklid edenlerden birçoğunu, yakınına ya da dostuna, bir başkasına vermeyeceği görüşle fetva verir hale getirmiştir. Tabii bu, kendi garaz ve şehvetine ya o yakınının ya da dostunun çıkarına tabi olmasının bir sonucu olmuştur.

 

Bu tavır bırakın bizim zamanımızı, geçmiş dönemlerde de olmuştur.

 

Nitekim, dünyevi çıkarlara ve nefsani arzulara uyularak mezheplerde yer alan ruhsatların derlenmesi ve onlara uyulması konusu böyle olmuştur.

 

Bu tavır hem kazai konuların taalluk ettiği, hem de etmediği konularda cari olabilir.

 

Kazai bir hükmün taalluk etmediği ve sadece insan ile kendi nefsi arasında ibadetlerinde ya da itiyatlarında cereyan eden konularda, bu tavrın sözü edilen kusurları bulunmaktadır. (Kadı) Iyaz, el-Medarik'te şöyle nakleder: Müsa b. Muaviye şöyle anlatır: Behlül b. Raşid'in yanında idim. O sırada Falanca oğlu geldi. Behlül ona: "Seni getiren nedir?" diye sordu. O: "Başıma gelen bir olay. Bir adama sultan zulmetti. Ben de onu gizledim ve onu gizlemediğime dair üç talak üzerine yemin ettim" dedi. Behlül ona:

 

"İmam Malik, (böyle birinin) zevcesi hakkında hanis olacağını söylüyor" dedi. Soruyu soran: "Ben onun ne dediğini biliyorum, ancak ben başka bir cevap istiyorum" dedi. Behlul: "Benim yanımda işittiğinden başkası yok" dedi. Adam sorusunu üç defa tekrarladı, Behlül ise her defasında aynı sözünü tekrarlıyordu. Üçüncü ya da dördüncüsünde idi ki o (?) şöyle dedi:

 

"Ey Falanca oğlu! Siz insanlara insaflı davranmıyorsunuz. Onlar başlarına gelen olaylar sebebiyle size geldiklerinde: 'Malik böyle dedi, Malik şöyle dedi' diyorsunuz. Fakat bizzat kendi başınıza birşey geldi mi, onun için ruhsatlar arıyorsunuz. el-Hasen, böyle bir kişinin yemininde halis olmayacağını söylüyor." Bunun üzerine soru soran kişi tekbir getirdi ve kendisinin mesul olmadığını, mes'ul kişinin el-Hasen olduğunu ve bu konuda kendisinin onu takip edeceğini söyledi.

 

Taraflar arasında verilmesi gereken kazai bir hükme taalluk eden bir konuda ise durum daha da ağırdır.

 

el-Mevvaziyye'de Hz. Ömer'in şu sözü yer alır: "Tek bir konuda iki hükümde bulunma; yoksa işin karışır (içinden çıkamazsın)."

 

İbn Mevvaz da: "Kadının, görüşlerin ihtilaflı olduğu bir konuda ictihad etmesi uygun değildir" demiştir. İmam Malik, bunu mekruh görmüş ve hiçbir kimse için caiz olmayacağını söylemiştir. Bunun anlamı bence şudur: Bir kişi hakkında önceki nesillerden birisinin verdiği hüküm ile hükmetmesi, sonra aynı konuda bir başkası hakkında onun hilafı ile olan bir diğerinin hükmü ile hükümde bulunmasıdır. Verdiği bu hüküm de daha önce geçenlere ait olmaktadır ve aynı konudadır. Eğer bir kimse hakkında bu caiz olsaydı, o zaman aynı konuda, falancanın fetvası ile bu kişi, filancanın fetvasıyla da şu kişi hakkında hükmetmek istese buna yetkisi olurdu. Bu ise öncekilerin ayıpladıkları ve İmam Malik'in mekruh görüp doğru kabul etmediği birşeydir. Onun dedikleri de doğrudur. Çünkü hakimlerin tayininden maksat, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları kaldırmak, davaları çözüme bağlamaktır; ancak bunu yaparken taraflardan birine zarar gelmemesi, hakimin de töhmet altında kalmasını gerektirecek bir tavırın olmaması gerekmektedir. Görüşler içerisinden keyfi bir seçimin yapılması ise, bütün bu maksatlara ters düşer.

Ahmed b. Abdilberr anlatır: Kurtuba kadılarından biri, Yahya b. Yahya'ya aşırı derecede bağlı idi. Fukaha arasında muhalefet olduğu zaman, hep onun görüşleriyle amel ederdi. Bir olayoldu ve o olayda Yahya tek başına kaldı ve tüm şura ehline muhalefet etti. Kadı, onların çokluklarından utandığından o meselede vereceği hükmü erteledi. Arkasından bir olay daha oldu ve onunla ilgili olarak Yahya'ya yazdı. Yahya, haberciyi geri çevirdi ve ona: "Ona hiçbir işarette bulunmayacağım. Zira, falan hakkındaki davada benim işaret ettiğim şey sebebiyle tevakkuf etti; hüküm vermeden kaçındı" dedi. Habercisi kendisine gelip, Yahya'nın sözünü kendisine ulaştırınca o bundan rahatsız oldu ve bineğine atlayarak doğru Yahya'ya gitti. Ona: "Senin işi bu kerteye getireceğini düşünmemiştim. Ben inşallah yarın onun hakkında hüküm vereceğim" dedi. Yahya ona: "Bunu gerçekten yapacak mısın?" dedi. O da: "Evet!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Yahya: "İşte şimdi öfkemi harekete geçirdin. Çünkü ben senin, arkadaşlarını bana muhalefet ettikleri zaman hüküm vermekten geri durmam, Allah'a istiharede bulunman ya da görüşler içerisinden birini tercihte bulunman sebebiyle olduğunu sanmıştım. Madem ki sen böyle değil de, he va ve heveslerin peşinde koşuyor ve (benim gibi) zayıf bir yaratığın rızası doğrultusunda hükmediyorsun, o vakit senin getirdiğin şeyde hiçbir hayır olmayacaktır; senden razı olmam halinde de bende hiçbir hayır kalmayacaktır. Bu itibarla o görevden affını iste; çünkü bu senin için daha uygun olacak ve senin içyüzünü ortaya dökmeyecektir. Aksi takdirde azledilmen için ben dava edeceğim" dedi. Bunun üzerine o istifasını istedi ve görevden alındı.

 

-Şeyh İbn Lübabe'nin kardeşi olan Muhammed b. Yahya b. Lübabe'nin hikayesi meşhurdur. Onu Kadı Iyaz anlatmıştır: Bu zat makamından uzaklaştırılmıştı. Kendisi el-Bire kadılığından, şehir sakinlerinin şikayeti üzerine azledilmişti. Sonra üzerine şimşekleri çektiği bazı sebeplerden ötürü şUra üyeliğinden de azledilmişti. Kadı Habib b. Ziyad, onu öfkesi yüzünden kara listeye (sicill-i sahte) aldı ve onun adalet sıfatının düşürülmesini ve evinde oturup hiçbir kimseye fetva vermemesini emretti. O bir süre böyle ikamet etti. Sonra (melik olan) en-Nasır, Kurluba'da nehir kenarında bulunan hastalara ait vakıf arazisinden bir bölümün satın alınmasına ihtiyaç duydu. Kadı İbn Bakiyy'e durumu ve o yere olan ihtiyacım ileterek bir çözüm bulmasını istedi. Çünkü orası, mesire yerinin tam karşısına düşüyor, yukarıdan bakınca onları görüyor ve bu durum dinleneceği yerde kendisini rahatsız ediyordu. İbn Bakiyy ona: "Bence buna bir çare yok. Vakıfların dokunulmazlığını gözetmek en ihtiyatlı olanıdır" dedi. en-Na sır: "Bu konuda fukaha ile bir konuş. Onlara benim arzumu ve oraya karşı kıymetinin kat kat üstünde ödeme yapacağımı anlat. Belki bir çare bulurlar" dedi. İbn Bakiyy onlarla bu konuda konuştu; fakat sonuç aynıydı ve bir çare bulunamadı. Bunun üzerine en-Nasır onlara kızdı ve vezirlerine onlarla sarayda bir araya gelmelerini ve onları azarlamaIarını emretti. Vezirlerle arasında bir tartışma yapıldı; fakat en-Nasır amacına bu yolla da ulaşamadı. Bu haber İbn Lübabe'ye ulaştı. en-Nasır'a arkadaşları fukahanın gadirlik ettiklerini ve kendisini kısıtlılık altına aldıklarını, eğer kendisi o mecliste hazır bulunsa, mübadelenin cevazına dair fetva vereceğini, melikin de bu fetvaya uyabileceğini, bu konuda fukaha ile tartışmada bulunabileceğini iletti. en-Nasır'ın içine bir ümit düştü ve Muhammed b. Lübabe'nin eski hali üzere tekrar şüra meclisine iade edilmesini emretti. Sonra kadıdan mesele hakkında yeniden meşverette bulunmasını istedi. Kadı ve fukaha toplandılar, İbn Lübabe en son gelenleri oldu. Kadı İbn Bakiyy, onlara toplantı konusu olan meseleyi ve mübadelenin (maddi açıdan) cazipliğini anlattı. Hepsi de caiz olmayacağı ve vakfın eski halinden değiştirilemeyeceği şeklindeki ilk görüşleri doğrultusunda söz ettiler. İbn Lübabe susmaktaydı. Kadı ona: "Sen ne dersin ey Ebü Abdullah!" diye sordu. O şöyle dedi: "İmamımız Malik b. Enes'in görüşünü diyorsanız, o arkadaşlarımız fakihlerin dediği gibidir. Iraklı fakihlere gelince, onlar vakıfların esastan bağlayıcı olmadığı, görüşündedirler. Onlar büyük alimlerdir ve ümmetin çoğunluğu onlara tabi olmaktadır. Madem ki mü'minlerin emirinin bu yere ihtiyacı vardır, dolayısıyla onun eliboş geri çevrilmesi uygun olmaz. Bunun sünnette de geniş yeri vardır. Ben bu konuda Iraklı fakihlerin görüşünden yanayım ve görüş olarak onlarınkini taklit etmekteyim." Bunun üzerine fukaha ona: "Sübhanallah! Seleflerimizin fetva veregeldikleri ve üzerinde yürüdükleri, bizim de onlardan sonra aynı şekilde itikat edip fetva verdiğimiz ve hiçbir zaman sapmadığımız (imamımız) Malik'in görüşünü terk mi ediyorsun? O aynı zamanda mü'minlerin emirinin ve kendisinden önce geçen ataları emirlerin görüşü de olmaktadır" dediler. Bunun üzerine Muhammed b. Yahya şöyle dedi: "Yüce Allah aşkına doğru söyleyin! Sizden birinizin başına bir olay geldiğinde, İmam Malik'in görüşleri dışına çıkarak, başkalarının görüşleri arasında bir seçim yapıp, kendinize ruhsat hükümler bulduğunuz olmadı mı?" Onlar: "Evet, oldu" dediler. O: "Buna mü'minlerin emiri daha layıktır. Onun hakkında da kendinize gösterdiğiniz tavrı gösteriniz ve alimler arasında onun haline uygun düşenin görüşünü alınız. Zira o alimlerin hepsi birer önderdirler" dedi. Bunun üzerine onlar sustular. O kadıya: "Benim fetvamı, mü'minlerin emirine ulaştır" dedi. Kadı, mü'minlerin emirine celsede geçen sözlerin zabtını gönderdi ve adamlarıyla birlikte orada cevabı bekledi. Sonunda emirden, Muhammed b. Yahya b. Lübabe'nin fetvasını kabul ettiğini belirten ve onun yürürlüğe konmasını isteyen, alınan yere mukabil hastalara Minyet Aceb'deki emlakinin -ki oranın kat kat fazlasını edecek çok değerli bir mülktü- verilmesini emreden cevap geldi. Sonra mü'minlerin emirinden sözü edilen İbn Lübabe'ye, noterlik (huttatu'l-vesaik) vazifesine getirildiğini içeren bir yazı geldi. Böylece yapılacak olan bu mübadele akdinin üstlenicisinin kendisi olması isteniyordu. Bu görevden dolayı o tebrik edildi ve kadı, hükmü onun fetvası üzere uyguladı; onun üzerine şahit oldu ve dağıldılar. İbn Lübabe üç yüz otuz altı yılında vefat edinceye kadar hem bu noterlik görevinde, hem de şura meclisi üyeliğinde kaldı.

 

Kadı Iyaz der ki: Bir üstadla bu haberi aramızda müzakere ettik, o şöyle dedi: Bu haberin, kara listeye (sicill-i sahte) eklenmesi uygun olur. O, içermiş olduğu şeye sebep fişlenmeye daha evladır.

 

el-Bad, et-Tebyin li-süneni'l-mühtedin adlı kitapta, bu meseleden söz ederken, benzeri bir olay daha anlatır ve şöyle der: Muhtemelen bazıları değerlendirme (nazar) ve istidlalden maksadın, fakihin İmam Malik ve tabilerinin görüşlerinden dilediğini alması, onların dışına herhangi bir şekilde çıkmaması, meylettiği görüşü almasını gerektiren bir durumun bulunmaması olduğunu sanmışlardır. Buna göre mesela bir olay hakkında İmam Malik'in görüşü ile hükmeder, sonra o olay tekerrür ederse, bu kez o konuda birinci görüşe muhalif olarak İbn Kasım'ın görüşü doğrultusunda -kendisi için oluşmuş yeni bir re'y olmaksızın- hükmedebilir ve bu sadece onun -değerlendirme ve ictihadı değil- seçimi sonucudur. O şöyle devam eder: Güvendiğim biri bana şöyle anlattı: Ben, bir arazinin şayi' bir hissesini kiralamıştım. Sonra bir başkası da kalan kısmını kiraladı. Ben (ilk kiracı olarak) kalan kısmı şufa hakkımı kullanarak almak istedim ve sonra memleketten ayrıldım, ikinci kiracı hakkında, İmam Malik'in iki görüşünden biri doğrultusunda ve icarede şufa hakkı bulunmadığı şeklinde fetva verilmiş. Sonra ben yolculuktan döndüm ve fukahaya meselemi sordum. Vakıa onlar, fıkhi mesaili bilen ve dinde iyi hal sahibi oldukları bilinen kimselerdi. Bana: "Biz onun seninle ilgili olduğunu bilmedik. Madem ki mesele seninle ilgili, o zaman senin için İmam Malik'in Eşheb yoluyla gelen rivayetini alırız" dediler ve hepsi de benim için şufa hakkı olduğuna dair fetva verdiler. Bunun sonucunda da bu şekilde benim lehime hükmedildi. O şöyle dedi: Bir adam bana şöyle bildirdi: Bu sınıf fukahadan fıkhi mesaili iyi bilmek ve onların ileri gelenlerinden olmakla meşhur büyük biri, g7zli kapaklı değil, alenen şöyle dedi: "O, benim dostumdur. Onunla ilgili bir hüküm verilmesi gerektiği zaman, onun haline uygun gelecek rivayet ile fetva vermem benim için bir borçtur."

 

el-Bad şöyle der: Eğer bu sözün sahibi, böyle bir davranışın kendisine hel al olmadığına inansa, o şeyi caiz görerek yapmaya kalkmazdı. Şayet buna rağmen yapmışsa, o zaman da bunu alenen söyleyip, kendi durumunu başkasına bildirmezdi.

 

Yine o şöyle der: Yemin ve benzeri konularda meselesi olan kimseler çoğu zaman bana şöyle derler: "Belki bu konuda bir rivayet vardır" veya "Belki bu konuda bir ruhsat vardır." Onlar bu haliyle, bu yaptıklarının caiz ve yaygın birşeyolduğunu düşünmektedirler. Eğer fukaha bu gibi sözlere karşı tepki gösterir olsalardı, o zaman onlar böyle bir taleb e muhatap olmaz, ne benden ne de bir başkasından bunun gibi bir istekte bulunmazlardı. Bu konu, İslam ümmeti içerisinde icma konusunda sözleri dikkate alınan kimseler arasında hakkında ihtilaf bulunmayan konulardandır ve herkes, hiçbir kimsenin Allah'ın dini konusunda kesin olarak hak olduğuna inandığı şey ile olmadıkçafetva vermesinin caiz ve helal olmayacağında görüş birliği içerisindedir. Verilen hükme razı olan olsun, kızan da kızsın, hak ne ise onunla hükmedilmesi gerekir. Müfti, şüphesiz ki hüküm konusunda Allah'tan haber verir konumdadır. Kesin olarak onun hükmü olduğuna ve öylece vacip kıldığına inanmadığı birşeyi Allah adına nasıl bildirebilir?! Allah Teala, peygamberine [s.a.v.] şöyle buyurmaktadır: "O halde Allah'ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, onların heva ve heveslerine uyma!"[Maide 49] Bu durumda müftinin kendi arzusu doğrultusunda fetva vermesi veya aralarındaki dostluk ya da başka bir amaç sebebiyle A için B'ye vermediği fetvayı vermesi nasıl caiz olabilir? Müfti kesin olarak bilmelidir ki, Allah Teala'nın kendisine emri, indirmiş olduğu hak ile hükmetmesi ve bu uğurda çaba göstermesidir. Kendisine yasakladığı şey de, hakka muhalefet etmesi, ondan sapmasıdır. Onun yapacağı şey, ilim ve ictihad ehli biri olmasına rağmen, kurtuluşunun ancak ve ancak Allah Teala'nın lütfu, tevfiki, yardımı ve koruması ile olacağını aklından çıkarmamasıdır.

 

Onun zikrettikleri böyle. Bu alıntı daha önce geçen esası beyan etmektedir. Buna göre fakihin, görüşler içerisinden herhangi bir ictihada gitmeksizin sırfheva ve heveslerine, şehvetine uyma sonucu keyfi bir seçimde bulunması ve onunla bir kimse hakkında fetva vermesi asla helal olmaz. Görüşlerin ihtilaflı olması halinde mukallidin alacağı tavır da, aynen müftinin sözü edilen tavrı gibi olacaktır. Bunun, müctehid olmayan kimse hakkında verilmesi, bir müctehidden kendi arzusunca nakilde bulunmuş olması sebebiyledir. Dolayısıyla bu konuda yani nefsani arzuları doğrultusunda müctehidin ictihadda bulunmasının hükmü daha da ağır olacaktır.

 

 

FASIL:

 

Bu konu üzerinde lüzumundan fazla durulmuş ve hatta bir meselede müctehidler arasında ihtilafın bulunması, o şeyin mübahlığına dair delil olarak kullanılır olmuştur. Zaman içerisinde hem önceleri hem de sonraları, bir fiilin caizliği konusunda, o fiilin ilim erbabı arasında ihtilaflı bulunup bulunmadığı Cmuhtelefun fih) noktasına dayanılmıştır. Bu, ihtilafların gözönünde bulundurulması manasına değildir; çünkü bu mana için başka bir bakış açısı vardır. Bazen mesele hakkında men'ine dair fetva verilir, buna karşılık: "Niçin menediyorsun? Halbuki mesele, üzerinde ihtilar edilen bir konudur" denilir ve böylece mevcut ihtilaflar, -o meselenin üzerinde mücerred ihtilaf vuku bulmuş olması hasebiyle- caizlik delili kılınır; oysa ki ortada caizliği gösteren bir delil yoktur. Keza caizdir diyenlerin görüşünü taklit etmek, men görüşünü taklitten daha evla da değildir. Bu, şeriata karşı işlenilen bir hatadır; çünkü şer'an muteber olmayan birşey muteber yapılmakta, delilolmayan birşey de delil kılınmaktadır.

 

el-Hattabi, hadiste geçen bita', yani bal şarabı hakkında bazılarından şu nakilde bulunur: "İnsanlar içecekler konusunda ihtilaf etmişler, üzüm şarabının haramlığı konusunda icma etmişler, diğer içkiler hakkında da ihtilaf etmişlerdir. Bu durumda biz, haramlığı hakkında icma ettiklerini haram kılar, diğerlerini de mübah kılarız." Bu açık ve çirkin bir hatadır. Allah TeMa, bir mesele hakkında ihtilafa düşen kimselere, meselelerini Allah'a ve Rasulüne götürmelerini emretmiştir. O devamla şöyle der: Eğer bu görüşün sahipleri hakikaten isabetli olsaydı, o zaman aynı şey riba, sarf, müt'a nikahI... hakkında da lazım gelirdi; çünkü ümmet bunlar hakkında ihtilaf etmiştir. Yine o: "İhtilaf, hüccet değildir. Sünnetin beyanı ise hem öncekilerden, hem sonrakilerden ihtilaf edenlere karşı hüccettir" demiştir. Özetle onun söyledikleri böyle. Bu görüşün sahibi nefsani arzularına uymayı, garazına uygun olan görüşü kendisine delil kılmayı ve onunla kendisini temize çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu haliyle o, arzularına uygun olan görüşü heva ve heveslerine tabi olmak için bir vesile edinmekte, aksine takvaya bir yol edinmemektedir. Bu durumda o, Şari' Teala'nın emrine uymuş olmaktan oldukça uzak, kendi heva ve heveslerini mabud edinenlerden olmaya ise daha yakındır.

 

Bazı kimselerin ihtilafı, görüşler içerisinde bir genişlik, tek bir görüş üzerine donup kalmama manasında bir rahmet telakki etmeleri de bu kabildendir. Bunlar görüşlerine el-Kasım b. Muhammed, Ömer b. Abdülaziz ve daha başkalarından nakledilen sözleri delilolarak kullanırlar ki, biz daha önce bu rivayetlere değinmiş ve onlardan maksadın ne olduğunu açıklamıştık. İhtilaf rahmettir diyen bu görüş sahipleri, meşhur olan veya delile uygun düşen görüşe veyahut da değerlendirme sonucunda daha üstün (racih) bulunan ve ümmetin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen görüşe bağlı kalan kimselere zaman zaman saldırmaktan çekinmez ve: "Geniş olanı daralUınız, insanları sıkıntıya soktunuz; halbuki dinde zorluk yoktur" derler ve buna benzer sözler ederler.

 

Bu görüş tamamıyla hatalıdır ve şeriatın konulu Ş amacını bilmemekten kaynaklanır. Tevfik, Allah'ın elindedir. Onların bu görüşlerinin aksini ortaya koyan deliller geçmiştir ve bunlar yeterlidir. Bu vesile ile Allah'a ham d ederiz. Ancak burada daha önce temas etmediğimiz bir kaç noktaya değinmek istiyoruz. Şöyle ki:

 

Mesela iki görüşten birini mücerred kendi garazına uygun olması sebebiyle seçme durumunda olan kimse, ya hakimdir, ya müftidir ya da müftinin verdiği fetva ile amel etme durumunda olan bir mukalliddir.

 

a) Hakim olması halinde böyle bir seçime gitmesi asla sahih olmayacaktır. Çünkü hakimin bir delilolmaksızın iki görüşten birini seçmesi halinde, davaya taraf olanlardan biri hükmün kendi lehinde verilmesi konusunda diğerinden daha üstün değildir. Zira bu durumda, onlardan birinin haklılığını tercih etmeyi gerektirecek keyfi arzusu dışında bir delil (müreccih) bulunmamaktadır. Hal böyle iken biri lehinde meyli, mutlaka öbürüne zulmetmesi sonucunu beraberinde getirecektir. Sonra aynı olay başka iki kişi hakkında daha meydana gelse ve yine aynı şekilde hükmedecek olsa, sözü edilen sakınca kaçınılmaz olacak, her ikisinde de öbürü lehine hükmetse durum bu kez öbürü aleyhine olacaktır. Birincide biri, ikincide diğeri lehine hükmetse bu hiç olmayacak, kısaca ne yapsa hepsi sakat ve sayısız mefsedetlere kapı açacaktır. İşte bu noktadan hareketledir ki, hakimlik için ictihad mertebesine 'ulaşma şartını ileri sürmüşlerdir. Müctehid hakimin bulunmaması halinde ise, yargıda kaosu önlemek için muhakeme usulü getirmişler ve uyulması gereken şartlar ileri sürmüşlerdir. Mesela, Kurtuba valileri hakimleri tayin ederlerken, mutlaka falancanın görüşü üzere hükmetmelerini, eğer onun görüşleri arasında hükme mesned olacak birşey bulamazlarsa, ondan sonra falancanın görüşleriyle ... hükmetmelerini şart koşarlardı ve böylece verilen hükümleri zabtu rabt altına alırlar, muhtemel kaosun önüne geçerler ve bunun sonucunda beklenti halinde olan mefsedetler ortadan kalkmış olurdu. Bu husus açıktır; o yüzden bu konuda sözü uzatmaya ihtiyaç duymuyoruz.

 

b) Müfti olması halinde, "ikisinden birini seç" diye aynı anda iki görüşle birden fetva verecek olursa, o zaman olay hakkında ibaha ve dizginlerin salınması hükmüyle fetva vermiş olur ki, bu iki görüşün dışında üçüncü bir görüştür. Bu ise, eğer müfti ictihad derecesine ulaşmamışsa ittifakla caiz değildir. Eğer ictihad derecesine ulaşmış ise, tek bir olay hakkında aynı zaman içinde iki görüşün bulunması -usulcülerin genişçe üzerinde durdukları gibi- sahih değildir. Sonra fetva talebinde bulunan kimse, müftiyi kendisine nisbetle hakim yerine koymaktadır, şu kadar var ki müftinin verdiği fetva, hakimin hükmü gibi bağlayıcı değildir. Bu durumda nasıl ki hakim için keyfi tercih caiz olmamaktadır; aym şekilde müfti için de caiz olmayacaktır.

 

c) Eğer avamdan biri ise, o zaman amel edeceği fetvada nefsani arzularına, arzu ve heveslerine dayanmış olacaktır. Heva ve heveslere uyma, şeriata muhalefetin ta kendisidir. Sonra avamdan birinin, kendisi hakkında ilmi hakim kılması, heva ve heveslerine tabi olma durumundan çıkmış olması içindir. Peygamberlerin gönderilişi, kitapların indirilişi hep bu amaç içindir. Çünkü kul, hayatının her safhasında iki dürtü arasında yaşar: Meleğin dürtüsü, şeytanın dürtüsü. O imtihan edilmesinin bir gereği olarak bu iki taraftan birine doğru meyletme hakkına sahip olmaktadır. Yüce Allah bu konuda: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki ... "[Şems 7]; "Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük. "[İnsan 3]; "Biz ona eğri ve doğru iki yolu da gösterdik"[Beled 10] buyurmaktadır. Fıkhi mesail içerisinde yer alan görüşlerin tamamı, nefy (men') ve isbat arasında döner. Arzular ise bunları aşmaz. Bu durumda avamdan biri, başına gelen olayı müftiye arzettiği zaman, bu haliyle şöyle demiş olmaktadır: "Beni heva ve heveslerime tabi olmaktan çıkar ve bana hakka uymanın yolunu göster." Hal böyle iken, müftinin:

 

"Senin meselen hakkında iki görüş vardır; dolayısıyla sen onlardan hangisi arzularına daha uygun geliyorsa onu tercih et" demesi doğru olamaz. Çünkü böyle bir cevabın manası, şeriatın değil, arzu ve heveslerin tahkimi demektir. "Bunu ben sadece falanca alimin görüşü sebebiyle yaptım" demesi, kendisini bu sonuçtan kurtarmaz; çünkü bu nefsin kendisini dedikodulardan kurtarması için kurduğu bir tür hiledir, onunla dünyevi maksatlarına ulaşmayı amaçladığı bir tuzaktır. Avamdan birinin müftiye gelip kendisini heva ve heveslerine uymaktan kurtarma talebinden sonra müftinin onu tekrar heva ve heveslerinin peşine takması, karanlığa taş atmaktır; şeriatı bilmemektir, müslüman kardeşe yapılması gerekli olan nasihat borcuna hiyanet etmektir. Bu mana hem hakim için, hem de diğerleri için geçerlidir. Tevfik, ancak Allah Teala'nın eliyledir.

 

 

FASIL:

 

Bazı müteahhit alimler, mezheplerdeki ruhsat hükümleri n derlenmesini ve onlara uyulmasını (tetebbu'u'r-ruhas) caiz görmeyen, bir mezhepten başka birine intikalin ancak tümü ile caiz olacağını söyleyen kimselere itiraz etmişler ve şöyle demişlerdir. Eğer men' cihetine gidenler, kadının hükmünün iptalini gerektiren dört duruma muhalif olan şeyleri kastediyorlarsa kabul; yok mükellef hakkında genişlik manasını içeren bir davranışı kastediyorlarsa o zaman sözleri kabul edilemez. Aksine Rasülullah'ın [s.a.v.] "Ben hoşgörü ve kolaylık esasına dayalı (İslam şeriatı) ile gönderildim" hadisi, bunun caiz olmasını gerektirir. Çünkü bu bir nevi kula karşı lütuf ta bulunmaktır ve şeriat kullara meşakkat yüklemek için gelmemiştir; aksine onların çıkarlarını kollamak ve maslahatlarını gerçekleştirmek için gelmiştir. Siz de görüyorsunuz ki bu sözler isabetli değildir. Çünkü kolaylık ve hoşgörü öyle sanıldığı gibi mutlak değil, ustilü dairesinde cari olmakla kayıtlıdır. Ne ruhsatların derlenmesi ve onlara uyulması ne de görüşler içerisinden nefsani arzular doğrultusunda keyfi seçimler yapılması, şeriatın genel esaslan tarafından belirlenmiş sabit şeyler değildir. İtirazcının söyledikleri zaten isbatı gerekli iddialardan öte başka birşey değildir. Sonra şu da var. Hep ruhsat hükümlere uyulması, nefsani arzular doğrultusunda olan bir meyildir. Şeriat ise, insanı heva ve heveslere tabi olmaktan çıkarmak amacı ile gelmiştir. Bu itibarla iddianız, üzerinde ittifak sözkonusu olan bu genel esasla çelişki halindedir. Aynı şekilde o, Allah Teala'nın: "Eğer birşeyde çekişirseniz, onun hallini Allah'a ve peygambere götürün ... "[Nisa 59] buyruğuna da uymamaktadır. İhtilaf alanı, çekişme alanıdır; dolayısıyla onların nefislerin heva ve heveslerine götürülmesi sahih olmaz. Bu gibi konular ancak ve ancak şeriata götürülür. İki görüş arasından üstün (racih) olanını o belirler ve artık nefsani arzularımıza ya da çıkarlanmıza uygun düşene değil, o görüşe uyulması vacip olur.

 

 

FASIL:

 

Bazıları bunu belli yerlerde caiz görmek istemişler ve gerekçe olarak da bunda zarfrret ve ihtiyaç bulunduğunu, çünkü zartiretlerin yasak olan şeyleri mübah kılacağını ileri sürmüşlerdir. Böylece garaza uygun düşen görüşün alınması sonucuna ulaşmak istemişlerdir. Bunlar iddialarının kabul görmesi için devamla şöyle derler: Eğer mesele, zarfrret bulunmayan bir hal üzere meydana gelirse, merctih (zayıf) ya da mezhep dışı bir görüşü almak için bir ihtiyaç bulunmazsa, o zaman mezhebin görüşü ile ya da mezhep içerisinde racih (üstün) olan görüşle amel edilir:

 

Bu da, biraz önce geçen tarzda bir yaklaşım biçimidir. Çünkü bunun da varacağı sonuç, peşin arzu ve isteklere uygun olan görüşle amel etme noktasıdır. Zartiret mahalleri, şeriatta bellidir. Eğer bu mesele de o yerlerden ise, mezheb imamı, şeriatın sahibinden aldığı verilerden hareketle onun hükmünü zaten açıklamış olacaktır. Dolayısıyla ondan intikale bir ihtiyaç yoktur. Yok mesele, şer'i zaruret mahallerinden değilse ve kişi onun zaruret mahalline girdiğini sanıyorsa, bu apaçık ve çirkin bir hatadır; kabul edilmesi mümkün olmayan bir iddiadır.

 

İbn Rüşd'ün Nevazil adlı kitabında, bu kabilden olmak üzere müt'a nikahı meselesi yer almıştır.

 

İmam el-Mazeri'den de şöyle nakledilir: Ona şöyle sorarlar: "Zamanımızda insanların kuraklık yıllarında çaresiz başvurmak zorunda kaldıkları bir muamele var. Bilindiği gibi zaruretler yasak olan şeyleri mübah kılar. Fakir badiye ehlinin yapmakta oldukları bu muamele hakkında hüküm ne olur? Bunlar (tahıl ve hurma gibi) gıda maddesine ihtiyaç duyarlar; hasat ve meyve toplama mevsimine kadar borca onu satın alırlar. Vade gelince, alacaklılarına: "Bizde tahıl veya hurmadan başka birşey (yani para) yok" derler, muhtemelen doğru da söylerler. Bu durumda alacaklılar, onlardan tahıl ya da hurma almak zorunda kalırlar; çünkü almadıkları zaman onu da yiyip tüketecekler ve ellerinde borca karşılık alacak birşeyleri kalmayacağından haklarının zayi olacağından korkarlar. Keza şehir halkından olan bu alacaklılar uzun süre badiyede de kalamazlar ve şehre dönmek zorunda kalırlar, badiyede hakim de bulunmadığından alacaklarını bu şekilde kapatmak zorundadırlar. Zaten bu konuda -bir şart ya da adetin bulunmaması halinde- mezhepte ruhsat da bulunmaktadır. Çeşitli şehirlere mensup bulunan fukahanın birçoğu da, bu ve diğer sebeplerden ötürü ı'yne satışlarına (büyuu'l-acal), sedd-i zerai' ilkesinin gereği olan görüş hilafına olarak cevaz vermişlerdir.

 

O şöyle cevap verdi: "Eğer bu söylediklerinizle, (tahıl ya da hurma gibi) gıda maddesinin bedeli yerine aldığı maddenin cinsine muhalifyine gıda maddesinin alınmasının mübah olduğuna işaret etmek istiyorsanız, bu işlem mezhebe göre yasaktır ve bu konuda sandığınız gibi, mezhepte bir ruhsat bulunmamaktadır."

 

O devamla şöyle dedi: "Ben insanlan, İmam Malik ve ashabının mezhebinde yaygın olarak bilinen görüş dışında öyle şaz görüşlere yöneltemem. Çünkü takva azaldı, hatta nerdeyse kalmadı, kişinin diyanetine havale edilen konuların korunması da aynı şekilde zayıfladı, şehvetler arttı, ilim iddiasında bulunanlar çoğaldı ve bilgisizce fetvaya cüret edenler arttı. Eğer böyle bir ortamda, mezhebe muhalefet konusunda bir kapı aralanacak olursa, o zaman delik giderek büyüyecek ve yama imkanı kalmayacak, mezhebin heybeti çiğnenmiş olacaktır. Böyle bir sonucun ortaya çıkaracağı mefsedetlerin büyüklüğü ise açıktır. Ancak borcu almak için tahıldan başka alacak birşey bulamazsa, o zaman bu tahılı sahibi adına şehirde satacak biri alsın ve satıcı alacağını tahılın parasından tahsil etsin. Bunu da caiz olmayan birşeyin sureta caiz kılınması için hile yoluna başvurmaksızın şahit tutarak yapsın."

 

Bak! İmamlığı hakkında ittifak bulunan el-Mazeri, mezhep içerisinde meşhur olan ve bilinen görüş dışında bir başkasıyla fetva verilmesini caiz görmemiştir. Bunu yaparken o, zaruri masIahat kaidesine dayanmıştır. Zira ilim öğretmek ve fetva vermek için görevlendirilmiş kimselerin birçoğunda takva azalmış ve diyanet duygusu zayıflamıştır. Eğer onlara böyle bir kapı açılacak olursa, mezhebin hatta bütün mezheplerin şirazesi kopacak, işler çığırından çıkacaktır. Çünkü birşey için gerekli olan, onun benzeri için de gerekli olur. Dolayısıyla soruda var olduğu iddia edilen zaruretin gerçekten bir zaruret olmadığı ortaya çıkar.

 

 

FASIL:

 

Burada, mezheplerin ruhsat hükümlerine tabi 0lma konusunda daha önce sözü edilenlerin dışında daha başka mefsedetlerin de ortaya çıkacağını hatırlamakta yarar vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

 

1. Delile tabi olmayı terk etmek ve ihtilaflara uymak suretiyle dinden sıyrılmak, dini küçümsemek. Çünkü bu durumdaki kişi belli bir karar üzere bulunup nefsini arzu ve heveslerine karşı gemI eyemez.

 

2. Yaygın olarak bilinen mezhebin görüşü terkedilerek bilinmeyen bir görüş alınmış olur.  Çünkü bu ülkelerde İmam Malik'in mezhebi dışında kalan diğer mezhepler bilinmemektedir.

 

3. (Mezhep içerisindeki) bilinen durumun terkedilmesi suretiyle şer'i: siyaset kanunun bozulması.

 

4. İcma noktalarını ortadan kaldıracak şekilde mezheplerin telfikine gidilmesi.

 

Buna benzer daha pek çok mefsedet söz konusudur. Eğer sözü uzatma ve maksattan çıkma korkusu olmasaydı daha fazla üzerinde dururdum. Ancak bu kadarı yeterlidir. Bu vesileyle Allah'a hamd ederiz.

 

 

FASIL:

 

Bu mana üzerine bir başka mesel e daha bina etmişlerdir. O da şudur:

Acaba iki görüş arasından daha hafif olanın mı, yoksa daha ağır olanın mı alınması gerekir?

 

Daha hafif olan görüşün alınacağı inancında olanlar tezlerine: "Allah, sizin için kolaylık diler. "[Bakara 185]; ''Allah, dinde sizin üzerinize bir zorluk kılmadı"[Hacc 78] ayetleriyle Resulullah'ın [s.a.v.} "Zarar ve zarara zararla mukabele yoktur. "; "Ben hoşgörü ve kolaylık esasına dayalı (İslam şeriatı) ile gönderildim" hadislerini delilolarak kullanmışlar ve şöyle demişlerdir: Bütün bu deliller, zor ve ağır mükellefiyetI er getirilmesi esasıyla bağdaşmaz. Kıyas açısından da bakıldığı zaman şöyle denir:

 

Allah Teala zengindir ve kerem sahibidir, kul ise ihtiyaç içerisindedir ve fakirdir. İki taraf arasında bir tearuz bulunması halinde, zengin tarafından feragat etme ve fakir tarafını tutma daha uygun bir davranış olacaktır.

 

Bunun cevabı yukardaki ile aynıdır. Ayrıca bu düşünce, teklifin tümden düşürülmesi gibi bir sonuca da götürür. Çünkü teklif, tümüyle zor ve meşakkatlidir. O yüzdendir ki "teklif' diye isimlendirilmiştir. Teklif, meşakkat manasına gelen "külfet" kelimesindendir. Eğer bu deliller, meşakkat içeren tekliflerin kaldırılmasını gerektirecekse, bu durum taharet, namaz, zekat, hac, cihad ve benzeri her konuda kendisini gösterecek ve mükellef üzerinde tek bir yükümlülük kalmayıncaya kadar belli bir sınırda durmayacaktır. Bu tabii ki muhaldir. Böyle bir sonuca ulaştıran şey de aynıdır. Çünkü şeriatın hem konulmuş hem de kaldırılmış olması muhaldir. Sonra bu görüş taraftarları şöyle demektedirler: "Sonuç itibarıyla bu görüş, ''Yararlı olanlarda asılolan izin, zararlı olanlarda da haramlıktır' esasına çıkar. Bu, başka bir konu hakkında konulmuş bir asılolmaktadır. Makasıd bölümünde onun ne manaya geldiğine dikkat çekilmişti. Eğer biz bu aslı burada hakim kılarsak, o zaman ondan "Asılolan, teklitİn mükellefüzerine konulmuş olmasından sonra kaldırılmasıdır" gibi bir sonuç lazım gelecektir. Bütün bunlar, sözü edilen görüşe iltifat edilmemesini gerektiren noktalardır.

 

 

FASıL:

 

İTİRAZ: Peki, MMild mezhebi içerisinde sözü edilen hilafa riayetin manası ne olmaktadır? Göründüğü kadarıyla bu mezhepte hilafa riayet edilmekte yani ihtilaflı bir meselede karşı görüşün delili dikkate alınmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da, üzerinde ittifak edilen meselelerde delilinden başka birşeye bakılmazken, ihtilaflı olması halinde o konuda muhalifin görüşü de -her ne kadar Maliki mezhebince üstün görülen delile ters düşme durumda ise de- dikkate alınmaktadır. Üzerinde ihtilaf edilen meseleler, üzerinde ittifak edilen meseleler gibi muamele görmez. Dikkat edilirse onlar şöyle derler: Üzerinde ihtilafbulunan her fasid nikah ile, miras hükümleri sabit olur, feshi için talaka ihtiyaç duyulur. Kişi, rükuya imamla birlikte girer ve iftitah tekbirini unutarak rüku için tekbir alırsa, o imam ile birlikte namaza devam eder; çünkü rüku tekbiri iftitah tekbiri yerine geçer diyenler vardır. Aynı şekilde nafile namaz kılan biri, üçüncü re kata kalkarsa, dört rekat şeklinde kılınan nafile namazlarını caiz görenlerin görüşlerine istinaden bir rekat daha ilave eder ve namazını öylece tamamlar. Üzerinde ittifak edilen meseleler ise böyle değildir; onlarda ancak delile riayet edilir. Aynı durum alış-veriş akitleri ve diğer konularda da geçerlidir. Bunlar içerisinden fasitliği üzerinde ihtilaf edilenler, fesadı hakkında ittifak edilenler gibi işlem görmez. Aralarındaki ayırımı, hilafa riayet ilkesi ile izah ederler. Görüldüğü gibi onlar, hilafa riayet etmektedirler. Bu ise meselede ortaya konulan esasa ters düşmektedir. (ı5ı]

 

Bil ki: Mesele bir grup alimce problem kabul edilmektedir. Bunlardan biri de İbn Abdilber'dir. o: "Hilaf, şeriatta hüccet olmaz" demektedir. Onun bu sözü açıktır. Çünkü iki görüşün delilleri mutlaka birbiriyle tearuz halinde olur ve her biri diğerinin gerektirdiğinin zıddını gerektirir. Onlardan her birine diğerinin gereğini ya da gereğinin bir kısmını vermek hilafa riayet demektir. Bu ise daha önce de geçtiği üzere birbiri ile bağdaşmayan iki şeyin arasını birleştirmek demektir. Ben onu yetiştiğim üstadlardan bir cemaata sordum. Onlardan kimisi, sözü geçen ifadeyi tevil etti ve zahiri üzere almadı. Aksine bir dayanağı yok gerekçesiyle gereğini inkar etti. Şöyle ki: Meselenin delili başlangıç itibariyle men'i gerektirmekte ve üstün (racih) olan da, o olmaktadır. Fiilen vukuundan sonra ise racih, muhalifin delilinin üstünlüğünü gerektiren bir başka delilin tearuzu sebebiyle mercuh (zayıf) hale dönmekte ve bu durumda iki görüşten biri ile hükmetmek diğer görüşle hükmetme yönünden farklı olmaktadır:

 

Birincisi vuku sonrası ile, diğeri ise vuku öncesi ile ilgilidir. Bunlar ayrı ayrı iki meseledir. Dolayısıyla birbiriyle bağdaşmayan iki şey arasını birleştirmek ya da her ikisi ile birden hükmetmek sözkonusu olmaz. Bu Fas ve Tunus ulemasından mesele hakkında sorduğum kimselerin verdikleri cevabın kısa bir özeti olmaktadır. Onlardan biri bana, onun karşılaştığı şeyhlerden birinin görüşü olduğunu, onu da kendisine Ebü İmran el-Fası'nin işaret ettiğini söyledi. Bu cevapla hilafa itibar edildiğine dair soru berteraf edilmiş olur. Mesele için daha sonra inşaallah başka bir izah gelecektir. 

 

Kaldı ki el-B acı, ahkamda hilafa itibar konusunda görüş ayrılığı bulunduğunu nakletmekte ve eş-Şırazı'nin itibar ettiğini zikretmektedir. Buna şöyle delil getirmektedir: Nutk ile illet olması caiz olanın, istinbat ile illet olması da caizdir. Şari': "Ümmetimin, haramlığı üzerinde icma etmediği ve yenmesinin caizliğinde ihtilaf ettiği herşeyin derisi tabaklama yoluyla temiz olur" deseydi, bu sahih olurdu. Aynı şekilde bu hükmün, ona istinbat yolu ile bağlanması halinde de durum aynı olur.

 

Onun bu söyledikleri iki husustan dolayı açık değildir:

 

a) Bu delil her iki tarafı da ilzam eder ve onu delilolarak kullanana geri teper. Zira karşı taraf, "Nutk ile illet olması caiz olanın, istinbat ile illet olması da caizdir" sözünü kabullenip arkasından şöyle diyebilir: Şayet Şari' Teala: "Ümmetimin helalliği üzerinde icma etmediği ve yenmesinin caizliği konusunda ihtilaf ettikleri herşeyin derisi tabaklama yoluyla temiz olmaz" deseydi bu sahih olurdu. Aynı şekilde bu hükmün ona istinbat yolu ile bağlanması halinde de durum aynı olur. Bu tersine çevirme daha yerinde olur. Çünkü ihtiyat tarafına mail olmaktadır. Bu şekilde olduğu farzedilen her meselenin durumu da aynıdır.

 

b) Her caiz olan vaki değildir; aksine vuk-uun delile ihtiyacı vardır.

Görülmez mi ki biz şöyle diyoruz: "Şari' Teala'nın duvara elini sürenin abdesti bozulur; sıcak su içenin haccı fasid olur, pabuçsuz yalın ayak yürümek, eşlerin arasını ayırır ... vb" deseydi bu caiz olurdu." Bunun caiz görülmesi, sözü edilen şeylerin istinbat yoluyla şer'i illetler yapılması konusunda sebep olmaz. Bu sahih olmayınca, onun caiz görülmesi, ileri sürdüğü şeyi caiz kılıcı olmaz.

 

Denildi ki: Sen, bu ayırımı yapmadın. Sonra istinbat yollarından biri de, dayanılacak mananın zuhurunun gerekli olmadığı ıttırad, in'ikas ve benzeri şeylerdir. Muhtemeldir ki el-Baci, cevaz konusunda hilaf hakkında bulunan ve sözü edilen manaya işaret etmek istemiştir ve o zaman iki görüş arasında mana bakımından bir hilafbulunmaz.

 

Men' taraftarları şöyle delil getirmişlerdir: Hilaf, hükmü n (Rasulullah'tan [s.a.v.] telakki edilen delillerin gereği olarak) takririnden sonradır. Hükmün illetine tekaddüm etmesi caiz değildir. el-Baci bunun -icma gibi- mümteni' olmadığını söylemiştir. Çünkü zamanımızda vuku bulsa bile icma ile hüküm sabit olmaktadır. Sonra "muhtelefun fih" sözünden maksadımız da, üzerinde ictihad caiz olan şey demektir.

 

Bu, Ras-ulullah [s.a.v.] zamanındaki hali idi; dolayısıyla illetine tekaddüm etmedi.

 

el-Baci'nin sözüne cevap da şöyledir: İcma, hüküm için illet değil, aksine hükmün aslı yani dayanağıdır. Bizim "muhtelefun fih" sözünden maksadımız da, üzerinde idihad caiz olan şey demektir" sözüne gelince, bu iddiamızın dışında kalmaktadır.

 

 

FASIL:

 

Bu mesele üzerine bina edilen kaidelerden biri de şudur: Acaba müctehidin, iki delil arasını herhangi bir cem yoluyla birleştirme yetkisi var mıdır? Ki bunun sonucunda her birinin gereği doğrultusunda gerek fiil ve gerekse terk olarak amel mümkün olabilsin. Aynen bazı takva sahiplerinin terkler konusunda yaptıkları gibi. Yoksa böyle bir yetkisi yok mudur? Her ikisi ile birlikte bir arada ya da ayrı ayrı olarak amel etmenin terki konusuna gelince, bu ikisinden birinin gereği ile hükmetmeyip tevakkuf etmek demektir ve tercihin gerçekleşmemesi halinde yapılacak olan da budur. Amel konusuna gelince, eğer delili ile birlikte cem etme imkanı varsa, aralarında tearuz yok demektir. Tearuzun var olduğu farzedilecek olursa, o zaman aralarının cem edilmesi birbiri ile bağdaşmayan iki şeyin cemi ve şeriatta ihtilafın isbatı manasına gelecektir. Bunun da şeriatta yeri olmadığı geçmişti.

 

Mukallide nisbetle iki müctehidin tearuz etmesi halinde de hüküm aynı minval üzere cari olacaktır. Bu konu inşallah Tearuz ve Tercih bahsinde tekrar ele alınacaktır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

DÖRDÜNCÜ MESELE