EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İCTİHAD / İCTİHAD /
İKİNCİ MESELE:
İctihad derecesi, ancak
kendisinde şu iki vasfı bulunduran kimseler hakkında gerçekleşir:
1) Tam anlamıyla şer'i
maksatları kavramış olmalıdır.
2) Bu anlayış üzerine
bina edeceği hüküm istinbatına kudreti bulunmalıdır.
Birinci vasıf: Makasıd
bölümünde, şeriatın maslahatlara riayet esası özerine kurulu olduğu,
masIahatların masIahat olabilmesi için de, Şari' Teala'nın onları o şekilde
koymuş olması gerektiği, mükelleflerin takdir ve değerlendirmelerine bağlı
olmadığı, zira o takdirde masIahatların yapılan nisbet ve izafiyete göre
tamamen farklılıklar arzedeceği, birine göre masIahat olan şeyin; diğerine göre
mefsedet olabileceği geçmiş, tam olarak yapılan istikra sonucunda masIahatların
üç mertebede bulunduğu ortaya konmuştu. İnsan belli bir seviyeye geldiği zaman,
şer'i bütün mesail ve konular ile ilgili olarak Şari' Teala'nın onlardan
gözettiği maksatları kavrayabilir. Böylece onda bir meleke meydana gelmiş olur
ve bu meleke, onu Allah'ın kendisine gösterdiği doğrultuda dinin öğretilmesi,
fetva verme ve hüküm çıkarma konusunda Nebi'nin [s.a.v.] halefi olmaya elverişli
kılan sebep olur.
İkinci vasfa gelince, bu
birinci vasfın yardımcısı durumundadır. Çünkü ictihada kadir olma keyfiyeti,
öncelikli olarak şeriatı kavramak için kendisine ihtiyaç duyulan bilgiler
vasıtasıyla tahakkuk edebilecektir. Bu noktadan hareketle bu ikinci
vasıfbirinci için yardıma (hadim) konumda olmaktadır. İkinci olarak da
hükümlerin istinbatında kullanılmaktadır. Ancak kavramanın semeresi ancak
istinbat sırasında ortaya çıkar. O yüzden de bu ikinci vasfı, ictihad için
ikinci derecede bir şart olarak kabul etmiştir. Birinci vasfın, ictihad
mertebesine ulaşılması için asıl sebep kılınması, nihai maksad, ikincinin ise
vesile olması sebebiyledir.
Ancak bu ilimler, her
zaman için bir kimsede toplanmayabilir; bazen insan bu ilimlerde alim ve
onlarda müctehid olur, bazen onları ezberlemiş ve ictihad derecesine ulaşmamış
olmakla birlikte onlarda gözetilen maksatlara vakıf olmuş olabilir. Bazen de
onları ne ezberlemiş, ne de onlara vakıf olmuştur; ancak onların gayesini
bilmektedir ve o kimsenin ictihad edeceği meselesi ile ilgili olarak onların
bilgisine ihtiyacı bulunmaktadır. Böyle bir kimse ictihad etme durumunda kaldığı
bir mesele ile karşılaştığı zaman ona bakar ve meselesi ile ilgili ilimlerde
ihtisası bulunan kimselerle müzakerede bulunur ve onlarla mesele hakkında
danışmadıkça bir sonuca varmaz. Bu üç mertebenin ötesinde, sözü edilen ilimlere
ulaşma konusunda dikkate alınabilecek başka bir mertebe bulunmamaktadır.
Eğer o ilimlerde
müctehid ise, mesela hadis ilminde İmam Malik, usül ilminde İmam Şafii gibi, o
zaman onun ictihadı konusunda bir problem bulunmayacaktır. Eğer o ilimlerden
gözetilen maksatlara vakıf biri ise, -nitekim mesela, hadis ilmine nisbetle
İmam Şam ve İmam Ebü Hanife hakkında öyle demektedirler- bu durumda da yaptığı
ictihadın sıhhati konusunda herhangi bir problem bulunmayacaktır. Yok üçüncü
kısımdan ise, eğer ictihadına mesned olarak kullanacağı bilgiler, o ilimde
ictihada ehil olan birinden sadır olmuşsa, o zaman ictihadı ikinci mertebedeki
müctehidlerin ictihadı gibi muteber olacak; aksi takdirde ictihadının hiçbir
değeri olmayacak, sanki yokmuş gibi işlem görecektir.
FASIL:
Verilen bu kısa izahtan
anlaşılmaktadır ki, şer'i hükümlerde ictihad için müctehidin, ictihadın uzaktan
yakından taalluk ettiği her ilimde ictihad derecesinde olması gerekmemektedir.
Aksine (bu gibi ilimlerin) durumu ikiye ayrılmaktadır: a) Eğer ictihad
mertebesine ulaşılması, ancak o ilmin künhüne vakıf olmaktan geçiyorsa, o
takdirde ictihad mertebesine ulaşılmış olmak için mutlaka o ilimde ictihad
derecesinde bulunmak ,gerekmektedir. b) Bu kabilden olmayan diğer ilimlere
gelince, o ilim her ne kadar ictihad için yardımcı konumda olsa bile, onlarda
taklid ictihadın hakikatini zedelemeyeceğinden, müetehidin o ilimlerde ictihad
derecesinde mahir olması gerekmemektedir.
Bu durumda karşımızda
beyan edilmesi zarureti bulunan üç bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: İctihad
ile alakası bulunan her ilimde ictihad derecesine bulunma şartı yoktur.
Delilleri:
(1) Eğer böyle bir şart olsa, o zaman sahabe
dışında gerçek anlamda hiçbir müetehid bulunmaz, istisnai olarak ortaya
çıkabilirdi. Mesela, dört imamı örnek olarak ele alalım: Onlara göre İmam
Şafii, hadis ilminde mukallid olup, hadis kritiği ve ilimleri konusunda ictihad
derecesine ulaşmış değildir. İmam Ebu Hanife de aynı şekildedir. Bu ilimde,
sadece İmam Malik'i ictihad mertebesinde kabul etmişlerdir. Buna rağmen onun
birçok konuda başkalarına atıfta bulunduğunu görmekteyiz: Mesela tıp, hayız,
tecrübi ilimler vb. gibi alanlarda bunların erbabına göndermelerde bulunmakta
ve onların verileri üzerine hükümler bina etmektedir. Onun bu kabilden
hükümlerini, hükme mesned olan o ictihaddan bağımsız olarak düşünmek mümkün
değildir. Eğer ictihad mertebesi için müctehidin hüküm için ihtiyaç gösterdiği
her ilimde mahir olması şart olsaydı, o zaman hiçbir hakimin, hüküm vermek için
ihtiyaç duyulan her ilan ictihad derecesinde bilmedikçe davaya taraf olanları
yargılamak üzere harekete geçmesi sahih olmazdı. Halbuki durum icma ile öyle
değildir.
(2) İkinci delil şudur: Şer'i hükümlerin istinbatı
konusunda ictihad, haddizatında müstakil bir ilim olmaktadır ve her ilimde, o
ilme temel teşkil eden öncüllerin (mukaddime) herhangi bir şekilde
delillendirilmesi gerekmemektedir. Aksine ulema, bunu yapan kimseler hakkında
''İlmine başka bir ilmi sokmuştur ve onun özü ile uğraşmak yerine arazları ile
uğraşmaktadır" demektedirler. Nasıl ki bir tabibin, tabiat ilminin
verilerini alması ve bu meyanda temel unsurların dört (anasırı erba'a) olduğu,
insan mizacının, insan için en uygun mizaç olduğu ve buna benzer öncülleri
kabullenmesi nasıl doğru ise, aynı şekilde müctehidin de diğer ilim erbabından
bazı verileri alması öylece sahihtir.
Buna göre müetehid
mesela kıraat aliminden abdest ayetindeki "ayaklarınızı da" anlamına
gelen kelimenin "ercüliküm" şeklinde mecrur okunduğunun sahih olarak
rivayet edilmiş olduğunu, muhaddisten, falanca hadisin sahih ya da zayıf
olduğunu, nasih ve mensuh aliminden, "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer
mal bırakıyorsa, ana-babaya, yakınlara uygun bir tarzda vasiyet etmesi size
farz kılındı"[Bakara 180] ayetinin, miras ayetleri ile mensuh bulunduğunu,
dil aliminden "el-Kur'" (ya da "el-Kar' (...) el-Kuru"')
kelimesinin hem temizlik süresi hem de hayız anlamında kullanıldığını vb.
alması sahih olacak, sonra da bu veriler üzerine ictihadda bulunarak hüküm
binasında bulunabilecektir. Dahası geometri (hendese) ilmine ait burhanlar,
yakin mertebesinin en üst düzeyinde yer alır; buna rağmen bu ilim, bir başka
ilimde kabullenilmiş olan ve geometri ilmince taklit yoluyla alınan öncüller
üzerine kurulu olmaktadır. Matematik ve benzeri kesinlik arzeden diğer ilimler
de aynı şekildedir. Bununla birlikte ne geometri alimi (mühendis) ne de
matematikçi için, kendi ilimlerine ait bahislerde kesin sonuçlara ulaşılmaması
gibi bu durum söz konusu olmaz. Cedelciler, yaratıcının varlığını, peygamberlik
müessesesini ve şeriatı inkar eden kafirden bile ictihadın vuku bulabileceğini
caiz görmüşlerdir. Zira ictihad, sıhhati farzedilen öncüller üzerine bina etme işleminden başka
birşey değildir; bu öncüllerin vakıada da öyle olup olmaması farketmemektedir.
Bu konu açıktır, o yüzden de konuyu uzatmaya gerek yoktur.
İTİRAZ: Müctehid,
ictihadı için temel teşkil edecek öncülleri bilen biri olmadığı zaman, yaptığı
ictihadının sahih olup olmadığını bilemez.
CEVAP: İtiraz yerinde
değildir. Çünkü biz, aksine ictihadının sahih olacağına dair kendinde bir bilgi
oluşacağını iddia ediyoruz. Zira ictihad, o öncüllerin sahih olduğu varsayımı
üzerine bina
edilmektedir. Aksi delil (burhanu'l-hulf)Bı ise, haddizatında batıl olan
öncüller
üzerine sahih
farzedilerek bina edilmiştir. Öncüller üzerine binada bulunmak, elde edilmek
istenilen şeye dair bilgi ifade eder. Bizim buradaki meselemizde de durum
aynıdır.
(3) Üçüncü delil şudur: İctihadın bir türü vardır
ki, müctehidin bu türde sözü edilen ilimlerde ictihad mertebesine ulaşmış
olması bir yana, onlardan hiçbirşeye ihtiyaç bile duyulmaz. Bu ictihad türü,
tenkihu'l-menat kabilinden olanıdır. Bu türde sadece şeriatın maksatlarına
vakıf olmaya ihtiyaç duyulur. O ilimlerde ictihad mertebesinde bulunmak bir
yana, onlara hiç ihtiyaç hissedilmeden bir tür ictihad sabit oluyorsa, onlar
olmaksızın mutlak ictihad da sabit olur. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.
İTİRAZ: Müctehid,
ictihada taalluk eden bazı ilimlerde mukallid olursa, onun için bilinen hiçbir
meselenin varlığından söz edilemez. Çünkü bazı öncülleri taklit yoluyla alınan
bir mesele, mutlak anlamda üzerinde ictihad edilmiş bir mesele olmaz. O mesele
üzerinde çalışan kimsenin de mutlak anlamda müctehidlik vasfı ile nitelenmesine
imkan olmaz. Bizim burada sözünü ettiğimiz ise, ictihadına mutlak anlamda güvenilen
müctehiddir. İctihadına temel teşkil edecek bazı ilimlerde mukallid olan bir
kimsenin bu vasıfta olmayacağı ise aşikardır.
CEVAP: Sözünü ettiğiniz
şey, bir meseleye dair olan ilimde şarttır ki, o meselede müetehid olan mutlak
anlamda müetehid olsun, yoksa ictihadın sıhhati konusunda şart değildir. Çünkü
söz konusu bilgiler, ictihadın mahiyetinden bir parça değildir; aksine ictihada
kendisi ile ulaşılabilecek vasıtalardır. Dolayısıyla taklit veya ictihad ya da
farzımuhal gibi bir yolla bu bilgiler elde edilecek olursa (vasıtalara, bunlar
aracılığı ile de amaca yani ictihada ulaşılmış olur). Burada olan şudur: O
bilgilerin gerçek sahibi o meselede ictihad eden kimseye, elde ettikleri
verileri teslim etmiş olmakta, müctehid de sonra onlar üzerine hüküm binasında
bulunmaktadır. Bu durumda yapılan bu bina işlemi sahih olacaktır. Çünkü
ictihad, hükme ait kesin ya da kesine yakın bilgi elde edebilmek için bütün
gücün ortaya konmasıdır. Bu şart da gerçekleşmiştir. İkinci delil sırasında
geçen husus da bu noktayı açıklamaktadır. Keza bütün insanlar tarafından
ictihad derecesine ulaşmış oldukları kabul görmüş olan İmam Malik, İmam Şafii
ve İmam Ebu Hanife gibi müctehid imamları ele alalım. Bunların tabileri vardı
ve bu imamlar onlardan ilim almışlar ve yararlanmışlardı. Onların tabileri
zamanla ictihad ehli olan kimseler arasına girmişlerdi; halbuki onlar insanlar
katında usulde imamlarım taklit eden kimseler oluyorlardı. Bunlar, sonra taklit
ile almış oldukları mukaddimeler (usul) üzerine istinaden ictihadda bulunmuşlardı;
buna rağınen onların bu türden olan görüşleri kabul görmüş, ictihadlarına
(re'y) tabi olunmuş ve onlar doğrultusunda amel edilmişti. Onlar bu görüş ve
ictihadlarında imamları ile kah muvafık, kah muhalif durumda bulunuyorlardı.
Bunun sonucunda İbnu'l-Kasım veya Eşheb ya da benzeri tabi alimlerin görüşleri,
imamları İmam Malik'e muhalefet konusunda dikkate alımr olmuştur. Ebu Yusuf ve
Muhammed b. el-Hasen'in İmam Ebu Hanife; el-Müzeni ve el-Buvayti'nin İmam Şafii
karşısındaki durumları da aynı şekildedir. Şu halde, ictihad edilen meselenin
taalluk ettiği bazı esasların taklit yoluyla elde edilmesinin ictihada bir
zararı yoktur.
İkinci bahis: İetihadın
sahih olması kendisine bağlı olan ilimlerin bulunması halinde, o ilimlerin
ictihad derecesinde tahsili zorunlu olmaktadır. Bir ilim bulunur ve şeriatta
ictihad mertebesine ulaşmak, ancak o ilimde ictihad mertebesine ulaşmak ile
mümkün olursa, o ilmin tahsili zaruri olacaktır. Çünkü bu özellikte bir ilmin
bulunması farzedildiğinde, adeten o ilim olmaksızın ictihad mertebesine ulaşmak
mümkün olmayacaktır. Bu durumda da o ilmin en üst düzeyde tahsili gerekecektir.
Bu husus açıktır.
Ancak bu ilim, genelde
müphemdir ve belirlenmesi için üzerinde durulması gerekir.
İlimler içerisinde bu
özelliğe en yakın olanı, Arap dili ilmidir. Ben bu tabirle, ne sadece N ahiv
ilmini ne Sarf ilmini, ne Meani ilmini ne de dille ilgisi bulunan diğer ilim
dallarını kastetmiyorum. Aksine amacım, hem lafiz hem de mana bakımından her
yönüyle dilin kendisini kastediyorum. Bundan garib ilmi, fiil diye
isimlendirilen tasrif ilmi ve şiirle ilgili aruz, kafiye vb. gibi ilimler
müstesna olmaktadır. Çünkü bunlar -her ne kadar bu gibi ilimlere sahip olma
Arap dilinde bir kemal ifadesi ise de-ictihad için ihtiyaç duyulmayan şeylerdir.
Bu yüzden, onları da bilmek şart değildir. Bu ilmin taayyün edişi ve ictihad
için kaçınılmazlığının beyanı, Makasıd bölümünde geçmişti ve orada özetle şu
noktalar üzerinde durulmuştu: Şeriat Arapça'dır; Arapça olunca da onu gerçek
anlamda anlayabilme ancak Arap diline gerçek anlamda vukufiyetle mümkün olur,
çünkü şeriat ve Arap dili -şeriatın i'caz yönü hariç- aynı tarz ve üslup üzere
olma bakımından birbirlerine eşittirler. Bu durumda biz, bir kimsenin Arap
dilini anlama konusunda henüz mübtedi olduğunu farzedecek olursak, o kişi
şeriatı anlama ve kavrama konusunda da mübtedi olacak, dilde
orta seviyede olan
kimse, şeriatı anlamada da orta seviyede bulunacaktır. Orta yolda olan kimse,
en son noktaya ulaşmış olmayacaktır. Arap dilinde son noktaya ulaştığında ise,
aynı şekilde şeriatta da öyle olacaktır. Bu durumda olan kimsenin şeriattaki
anlayışı hüccet olacaktır; aynen sahabenin ve Kur'an'ı gerçek anlamda anlayan
diğer fesahat ve belağat sahibi kimselerin anlayışlarının hüccet oluşu gibi.
İnsanlar, Arap dilini anlama konusunda onların derecesine ulaşamadıkları zaman,
taksirleri ölçüsünde şeriatı anlamalarında da eksiklik olacaktır. Anlayışında
kıtlık olan kimsenin şeriat hakkındaki sözleri ise hüccet olmaz ve ileri
sürdüğü görüşleri dikkate alınmaz.
Sonra müctehidin Arap
dilinde, bu konuda imam kabul edilen el-Halil, Sibeveyh, el-Ahfeş, el-Cermi,
el-Mazeni ... vb. gibi kimseler ayarında olması zorunludur. el-Cermi şöyle
demiştir: "Ben, otuz senedir insanlara Sibeveyh'in el-Kitab'ından fetva
veririm." Alimler, onun bu sözünün sabit olduğunu kabulden sonra yoruma
gitmişler ve onun hadis alimi olduğunu, Sibeveyh'in kitabından değerlendirme
(nazar) ve araştırmayı yani yöntemi öğrendiğini ifade etmişlerdir. Yani
Sibeveyh, her ne kadar kitabında nahivden bahsetmekte ise de, onda Arab'ın
sözdeki maksatlarına, gerek lafız ve gerekse mana bakımından istimal
şekillerine dikkat çekmiştir. Sadece, failin merfü, mefülün mansüb olduğunu
belirtmekle kalmamış, aksine o, her konu ile ilgili olarak münasip düşen
hususları da açıklamıştır. Bunun sonucunda onun kitabı, Meani ve Beyan
ilimlerini, mana ve lafızların kullanılış biçimlerini içeren bir eser olmuştur.
el-Cermi, yukarıdaki sözünü işte bu noktadan hareketle söylemiştir. Onun bu
ifadesi, Sibeveyh'in kitabının başında hiçbir kimseden tepki görmeksizin
nakledilegelen sabit bir sözdür.
İTİRAZ: Usülcüler, Arap
diline vukufiyet konusundaki bu aşırılığı kabul etmemektedirler ve:
"Usülcünün, Arap diline vukufiyet konusunda elHalil, Sibeveyh, Ebü Ubeyde,
el-Asmai gibi i'rab inceliklerini ve lügavi problemleri derinlemesine araştırma
konusu yapmış kimseler seviyesinde olması gerekmez. Onun için yeterli olan,
Kitap ve sünnetten kolayca hüküm çıkarabilecek bir seviyeye ulaşmasıdır"
demektedirler.
CEVAP: Burada itiraz
sadedinde ileri sürülen nokta ile, az önce bizim açıkladığımız şey farklıdır.
el-Gazzali, bu şart-hakkında şunu söylemiştir: "Bunun ölçüsü, Arab'ın
hitabını ve onların istimal şekillerini bilecek kadar bir seviyeye sahip
olmasıdır ki, bunun sonucunda sözün sarihini, zahirini, mücmelini, hakikatini,
mecazını, ammını, hassını, muhkemini, müteşabihini, mutlakını, mukayyettini,
nassını, fahvasını, lahnını, mefhümunu ayırabilsin." Onun ileri sürdüğü bu
şart, ancak Arap dilinde ictihad mertebesine ulaşan kimseler için mümkün
olabilir. O sonra şöyle devam eder: "Şartın biraz hafifletilmesi,
müctehidin el-Halil ve el-Müberred seviyesinde olmasının, bütün lügatleri
bilmesinin ve nahivde derinleşmiş olmasının şart olmamasıdır." Bu da
sahihdir. Çünkü onun lazım olmadığını söylediği şey, şart ileri sürme konusunda
maksud bulunmamaktadır; asıl maksat, Arabi'nin anlayışına müsavi bir anlayışa
sahip olmaktır. Arabi olmak için, bütün lügatleri bilmek ve incelikleri
kullanmak şartı yoktur. Arap dilinde müctehid olan kimseler için de durum
aynıdır. Şeriatta müctehid olan kimseler hakkında da vaziyet aynıdır. Bazı
insanlar belki de, Arap dilinde ictihad konusunda el-Halil ve Sibeveyh
derecesine ulaşmış olmanın şart olmadığı düşüncesine kapılabilir ve dolayısıyla
Arap dili ile ilgili konularda mahza taklit üzerine binada bulunabilir. Bunun
sonucunda da şer'i mesail ile ilgili olarak öyle sözler eder ki, sükutu ondan
daha hayırlıdır. İsterse o kimsenin, dinde ve imamlar arasında önemli bir yeri
olsun. İmam Şafii, er-Risale'sinde bu konuya temas etmiş ve orada Allah
Teala'nın, Arab'a kendi dilleri ile ve anlayacakları manasıyla hitap ettiğini
belirtmiş, ondan sonra dilin genişliğini ortaya koyacak şeyleri zikretmiş, bu
meyanda zahiri murad olan amm ile hitap edildiğini, kendisinden amm murad olmakla
birlikte hususun da bir şekilde dahil olduğu hitapların bulunduğunu belirtmiş
ve bunu ispatlamak için bazı deliller getirmiş, kendisinden hassın murad olduğu
ammdan söz etmiş ve bunun sözün akışından anlaşılabileceğini veya sözün başının
sonunu ya da sonunun başını belirlemesi yoluyla öğrenilebileceğini, bazen aynen
işaretlerin anlaşılması gibi lafız olmaksızın manayı belirleyecek şekilde bir
hitap şeklinin olabileceğini, tek birşeyin pek çok isim ile
adlandırılabileceğini, bazen de aynı isimle birden fazla mananın
kastedilebileceğini açıklamıştır. Sonra şöyle demiştir: "Kim Arap dilinin
bu özelliklerini bilmezse, -ki Kur'an ve sünnet Arap dili ile gelmiştir- buna
rağmen onunla ilgili söz söyleme gibi bir tekellüfe girerse, o kimse kısmen
bilip, kısmen bilmediği birşey hakkında tekellüfe giriyor demektir. Kim de,
cahilolduğu ve tam olarak vakıf olmadığı bir dalda söz söyleme gibi bir
tekellüfe girerse, bu durumda doğruyu elde etmesi halinde -eğer isabet etmişse
tabii- bu bilinçsizce / tesadüfi olacağı için övgüye değer olmayacaktır. Doğru
ile yanlış arasındaki farkı bilmeden konuşması durumunda edeceği hatada ise
mazur görülmeyecektir."
Onun sözü böyledir ve bu
sonuç, kaçınma imkanı olmayan bir gerçektir. Fıkıh usulünde tasnif edilen
ilimlerin büyük çoğunluğu, Arap diline ait ve müctehidin cevap için tekellüfe
girmesi gereken dallar olmaktadır. Bunların dışında kalan diğer öncüIlere
gelince, onlarda taklit yeterlidir. Hükümlerle ilgili tasavvur (kavram) ve
tasdik (önerme)den, nesih ve hadisle ilgili hükümlerden vb. söz etme gibi.
Kısaca, müctehid için,
Arap dilinde ictihad derecesine ulaşması zorunluluğu vardır. Bunun da ölçüsü,
bu dille söylenilmiş sözlerin tekellüfsüz ve duraksamadan -zeki birinin akıllı
birinin sözünü anlaması gibi- anlayabilecek bir seviyeye sahip olmaktır.
Üçüncü bahise gelince,
bu Arap dili dışında kalan diğer ilim dallarında müctehidin, ictihad
derecesinde alim olmasının gerekmediği idi. Buna delalet eden deliller daha
önce geçmişti. Çünkü müctehid, ictihadın daha önceden taklit yolu ile aldığı
bazı öncüller üzerine bina etmesi halinde, bu durum o meselede onun ictihad
ehli oluşuna halel getirmiyordu. Aynen mühendisin durumunda olduğu gibi. Mesela
o, bazı burhanlarını, mesela dairenin varlığının sıhhati üzerine bina etmiş
olduğunda, onun temelde dairenin varlığını ispatlayan metafiziğin verilerine
taklit yolu ile dayanması -her ne kadar mühendis, bunu burhan yolu ile
bilmiyorsa da- burhanının sıhhatine zarar vermez. Keza, İmam Şafii'nin hadis
ilmindeki taklidi konusunda da aynı şeyi söylemişlerdir. O, bu ilmi taklit yolu
ile almış olmakla birlikte bu durum, onun ictihadının sıhhatini
zedelememektedir. Aynı şekilde mesela kadı, itlaf edilen bir malın tazmini
konusunda hükmünü, -her ne kadar bunu kendisi bilmiyor ise de- bilirkişinin
takdir ve ictihadı üzere bina etmekte ve bu durum onu ictihad derecesinden
çıkarmamaktadır. Aynı şekilde İmam Malik de böyle davranmış ve hayız, nifas ile
ilgili hükümleri, -her ne kadar kendisi bunlara vakıf değilse de- kadınların
kadın halleri ile ilgili bilgileri üzerine bina etmiştir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: