EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / İCTİHAD / İKİNCİ MESELE:

 

İctihad derecesi, ancak kendisinde şu iki vasfı bulunduran kimseler hakkında gerçekleşir:

 

1) Tam anlamıyla şer'i maksatları kavramış olmalıdır.

2) Bu anlayış üzerine bina edeceği hüküm istinbatına kudreti bulunmalıdır.

 

Birinci vasıf: Makasıd bölümünde, şeriatın maslahatlara riayet esası özerine kurulu olduğu, masIahatların masIahat olabilmesi için de, Şari' Teala'nın onları o şekilde koymuş olması gerektiği, mükelleflerin takdir ve değerlendirmelerine bağlı olmadığı, zira o takdirde masIahatların yapılan nisbet ve izafiyete göre tamamen farklılıklar arzedeceği, birine göre masIahat olan şeyin; diğerine göre mefsedet olabileceği geçmiş, tam olarak yapılan istikra sonucunda masIahatların üç mertebede bulunduğu ortaya konmuştu. İnsan belli bir seviyeye geldiği zaman, şer'i bütün mesail ve konular ile ilgili olarak Şari' Teala'nın onlardan gözettiği maksatları kavrayabilir. Böylece onda bir meleke meydana gelmiş olur ve bu meleke, onu Allah'ın kendisine gösterdiği doğrultuda dinin öğretilmesi, fetva verme ve hüküm çıkarma konusunda Nebi'nin [s.a.v.] halefi olmaya elverişli kılan sebep olur.

 

İkinci vasfa gelince, bu birinci vasfın yardımcısı durumundadır. Çünkü ictihada kadir olma keyfiyeti, öncelikli olarak şeriatı kavramak için kendisine ihtiyaç duyulan bilgiler vasıtasıyla tahakkuk edebilecektir. Bu noktadan hareketle bu ikinci vasıfbirinci için yardıma (hadim) konumda olmaktadır. İkinci olarak da hükümlerin istinbatında kullanılmaktadır. Ancak kavramanın semeresi ancak istinbat sırasında ortaya çıkar. O yüzden de bu ikinci vasfı, ictihad için ikinci derecede bir şart olarak kabul etmiştir. Birinci vasfın, ictihad mertebesine ulaşılması için asıl sebep kılınması, nihai maksad, ikincinin ise vesile olması sebebiyledir.

 

Ancak bu ilimler, her zaman için bir kimsede toplanmayabilir; bazen insan bu ilimlerde alim ve onlarda müctehid olur, bazen onları ezberlemiş ve ictihad derecesine ulaşmamış olmakla birlikte onlarda gözetilen maksatlara vakıf olmuş olabilir. Bazen de onları ne ezberlemiş, ne de onlara vakıf olmuştur; ancak onların gayesini bilmektedir ve o kimsenin ictihad edeceği meselesi ile ilgili olarak onların bilgisine ihtiyacı bulunmaktadır. Böyle bir kimse ictihad etme durumunda kaldığı bir mesele ile karşılaştığı zaman ona bakar ve meselesi ile ilgili ilimlerde ihtisası bulunan kimselerle müzakerede bulunur ve onlarla mesele hakkında danışmadıkça bir sonuca varmaz. Bu üç mertebenin ötesinde, sözü edilen ilimlere ulaşma konusunda dikkate alınabilecek başka bir mertebe bulunmamaktadır.

Eğer o ilimlerde müctehid ise, mesela hadis ilminde İmam Malik, usül ilminde İmam Şafii gibi, o zaman onun ictihadı konusunda bir problem bulunmayacaktır. Eğer o ilimlerden gözetilen maksatlara vakıf biri ise, -nitekim mesela, hadis ilmine nisbetle İmam Şam ve İmam Ebü Hanife hakkında öyle demektedirler- bu durumda da yaptığı ictihadın sıhhati konusunda herhangi bir problem bulunmayacaktır. Yok üçüncü kısımdan ise, eğer ictihadına mesned olarak kullanacağı bilgiler, o ilimde ictihada ehil olan birinden sadır olmuşsa, o zaman ictihadı ikinci mertebedeki müctehidlerin ictihadı gibi muteber olacak; aksi takdirde ictihadının hiçbir değeri olmayacak, sanki yokmuş gibi işlem görecektir. 

 

 

FASIL:

 

Verilen bu kısa izahtan anlaşılmaktadır ki, şer'i hükümlerde ictihad için müctehidin, ictihadın uzaktan yakından taalluk ettiği her ilimde ictihad derecesinde olması gerekmemektedir. Aksine (bu gibi ilimlerin) durumu ikiye ayrılmaktadır: a) Eğer ictihad mertebesine ulaşılması, ancak o ilmin künhüne vakıf olmaktan geçiyorsa, o takdirde ictihad mertebesine ulaşılmış olmak için mutlaka o ilimde ictihad derecesinde bulunmak ,gerekmektedir. b) Bu kabilden olmayan diğer ilimlere gelince, o ilim her ne kadar ictihad için yardımcı konumda olsa bile, onlarda taklid ictihadın hakikatini zedelemeyeceğinden, müetehidin o ilimlerde ictihad derecesinde mahir olması gerekmemektedir.

 

Bu durumda karşımızda beyan edilmesi zarureti bulunan üç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: İctihad ile alakası bulunan her ilimde ictihad derecesine bulunma şartı yoktur. Delilleri:

 

(1)   Eğer böyle bir şart olsa, o zaman sahabe dışında gerçek anlamda hiçbir müetehid bulunmaz, istisnai olarak ortaya çıkabilirdi. Mesela, dört imamı örnek olarak ele alalım: Onlara göre İmam Şafii, hadis ilminde mukallid olup, hadis kritiği ve ilimleri konusunda ictihad derecesine ulaşmış değildir. İmam Ebu Hanife de aynı şekildedir. Bu ilimde, sadece İmam Malik'i ictihad mertebesinde kabul etmişlerdir. Buna rağmen onun birçok konuda başkalarına atıfta bulunduğunu görmekteyiz: Mesela tıp, hayız, tecrübi ilimler vb. gibi alanlarda bunların erbabına göndermelerde bulunmakta ve onların verileri üzerine hükümler bina etmektedir. Onun bu kabilden hükümlerini, hükme mesned olan o ictihaddan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Eğer ictihad mertebesi için müctehidin hüküm için ihtiyaç gösterdiği her ilimde mahir olması şart olsaydı, o zaman hiçbir hakimin, hüküm vermek için ihtiyaç duyulan her ilan ictihad derecesinde bilmedikçe davaya taraf olanları yargılamak üzere harekete geçmesi sahih olmazdı. Halbuki durum icma ile öyle değildir.

 

(2)   İkinci delil şudur: Şer'i hükümlerin istinbatı konusunda ictihad, haddizatında müstakil bir ilim olmaktadır ve her ilimde, o ilme temel teşkil eden öncüllerin (mukaddime) herhangi bir şekilde delillendirilmesi gerekmemektedir. Aksine ulema, bunu yapan kimseler hakkında ''İlmine başka bir ilmi sokmuştur ve onun özü ile uğraşmak yerine arazları ile uğraşmaktadır" demektedirler. Nasıl ki bir tabibin, tabiat ilminin verilerini alması ve bu meyanda temel unsurların dört (anasırı erba'a) olduğu, insan mizacının, insan için en uygun mizaç olduğu ve buna benzer öncülleri kabullenmesi nasıl doğru ise, aynı şekilde müctehidin de diğer ilim erbabından bazı verileri alması öylece sahihtir.

 

Buna göre müetehid mesela kıraat aliminden abdest ayetindeki "ayaklarınızı da" anlamına gelen kelimenin "ercüliküm" şeklinde mecrur okunduğunun sahih olarak rivayet edilmiş olduğunu, muhaddisten, falanca hadisin sahih ya da zayıf olduğunu, nasih ve mensuh aliminden, "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana-babaya, yakınlara uygun bir tarzda vasiyet etmesi size farz kılındı"[Bakara 180] ayetinin, miras ayetleri ile mensuh bulunduğunu, dil aliminden "el-Kur'" (ya da "el-Kar' (...) el-Kuru"') kelimesinin hem temizlik süresi hem de hayız anlamında kullanıldığını vb. alması sahih olacak, sonra da bu veriler üzerine ictihadda bulunarak hüküm binasında bulunabilecektir. Dahası geometri (hendese) ilmine ait burhanlar, yakin mertebesinin en üst düzeyinde yer alır; buna rağmen bu ilim, bir başka ilimde kabullenilmiş olan ve geometri ilmince taklit yoluyla alınan öncüller üzerine kurulu olmaktadır. Matematik ve benzeri kesinlik arzeden diğer ilimler de aynı şekildedir. Bununla birlikte ne geometri alimi (mühendis) ne de matematikçi için, kendi ilimlerine ait bahislerde kesin sonuçlara ulaşılmaması gibi bu durum söz konusu olmaz. Cedelciler, yaratıcının varlığını, peygamberlik müessesesini ve şeriatı inkar eden kafirden bile ictihadın vuku bulabileceğini caiz görmüşlerdir. Zira ictihad, sıhhati farzedilen  öncüller üzerine bina etme işleminden başka birşey değildir; bu öncüllerin vakıada da öyle olup olmaması farketmemektedir. Bu konu açıktır, o yüzden de konuyu uzatmaya gerek yoktur.

 

İTİRAZ: Müctehid, ictihadı için temel teşkil edecek öncülleri bilen biri olmadığı zaman, yaptığı ictihadının sahih olup olmadığını bilemez.

 

CEVAP: İtiraz yerinde değildir. Çünkü biz, aksine ictihadının sahih olacağına dair kendinde bir bilgi oluşacağını iddia ediyoruz. Zira ictihad, o öncüllerin sahih olduğu varsayımı

üzerine bina edilmektedir. Aksi delil (burhanu'l-hulf)Bı ise, haddizatında batıl olan öncüller

üzerine sahih farzedilerek bina edilmiştir. Öncüller üzerine binada bulunmak, elde edilmek istenilen şeye dair bilgi ifade eder. Bizim buradaki meselemizde de durum aynıdır.

 

(3)   Üçüncü delil şudur: İctihadın bir türü vardır ki, müctehidin bu türde sözü edilen ilimlerde ictihad mertebesine ulaşmış olması bir yana, onlardan hiçbirşeye ihtiyaç bile duyulmaz. Bu ictihad türü, tenkihu'l-menat kabilinden olanıdır. Bu türde sadece şeriatın maksatlarına vakıf olmaya ihtiyaç duyulur. O ilimlerde ictihad mertebesinde bulunmak bir yana, onlara hiç ihtiyaç hissedilmeden bir tür ictihad sabit oluyorsa, onlar olmaksızın mutlak ictihad da sabit olur. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

 

İTİRAZ: Müctehid, ictihada taalluk eden bazı ilimlerde mukallid olursa, onun için bilinen hiçbir meselenin varlığından söz edilemez. Çünkü bazı öncülleri taklit yoluyla alınan bir mesele, mutlak anlamda üzerinde ictihad edilmiş bir mesele olmaz. O mesele üzerinde çalışan kimsenin de mutlak anlamda müctehidlik vasfı ile nitelenmesine imkan olmaz. Bizim burada sözünü ettiğimiz ise, ictihadına mutlak anlamda güvenilen müctehiddir. İctihadına temel teşkil edecek bazı ilimlerde mukallid olan bir kimsenin bu vasıfta olmayacağı ise aşikardır.

 

CEVAP: Sözünü ettiğiniz şey, bir meseleye dair olan ilimde şarttır ki, o meselede müetehid olan mutlak anlamda müetehid olsun, yoksa ictihadın sıhhati konusunda şart değildir. Çünkü söz konusu bilgiler, ictihadın mahiyetinden bir parça değildir; aksine ictihada kendisi ile ulaşılabilecek vasıtalardır. Dolayısıyla taklit veya ictihad ya da farzımuhal gibi bir yolla bu bilgiler elde edilecek olursa (vasıtalara, bunlar aracılığı ile de amaca yani ictihada ulaşılmış olur). Burada olan şudur: O bilgilerin gerçek sahibi o meselede ictihad eden kimseye, elde ettikleri verileri teslim etmiş olmakta, müctehid de sonra onlar üzerine hüküm binasında bulunmaktadır. Bu durumda yapılan bu bina işlemi sahih olacaktır. Çünkü ictihad, hükme ait kesin ya da kesine yakın bilgi elde edebilmek için bütün gücün ortaya konmasıdır. Bu şart da gerçekleşmiştir. İkinci delil sırasında geçen husus da bu noktayı açıklamaktadır. Keza bütün insanlar tarafından ictihad derecesine ulaşmış oldukları kabul görmüş olan İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ebu Hanife gibi müctehid imamları ele alalım. Bunların tabileri vardı ve bu imamlar onlardan ilim almışlar ve yararlanmışlardı. Onların tabileri zamanla ictihad ehli olan kimseler arasına girmişlerdi; halbuki onlar insanlar katında usulde imamlarım taklit eden kimseler oluyorlardı. Bunlar, sonra taklit ile almış oldukları mukaddimeler (usul) üzerine istinaden ictihadda bulunmuşlardı; buna rağınen onların bu türden olan görüşleri kabul görmüş, ictihadlarına (re'y) tabi olunmuş ve onlar doğrultusunda amel edilmişti. Onlar bu görüş ve ictihadlarında imamları ile kah muvafık, kah muhalif durumda bulunuyorlardı. Bunun sonucunda İbnu'l-Kasım veya Eşheb ya da benzeri tabi alimlerin görüşleri, imamları İmam Malik'e muhalefet konusunda dikkate alımr olmuştur. Ebu Yusuf ve Muhammed b. el-Hasen'in İmam Ebu Hanife; el-Müzeni ve el-Buvayti'nin İmam Şafii karşısındaki durumları da aynı şekildedir. Şu halde, ictihad edilen meselenin taalluk ettiği bazı esasların taklit yoluyla elde edilmesinin ictihada bir zararı yoktur.

 

İkinci bahis: İetihadın sahih olması kendisine bağlı olan ilimlerin bulunması halinde, o ilimlerin ictihad derecesinde tahsili zorunlu olmaktadır. Bir ilim bulunur ve şeriatta ictihad mertebesine ulaşmak, ancak o ilimde ictihad mertebesine ulaşmak ile mümkün olursa, o ilmin tahsili zaruri olacaktır. Çünkü bu özellikte bir ilmin bulunması farzedildiğinde, adeten o ilim olmaksızın ictihad mertebesine ulaşmak mümkün olmayacaktır. Bu durumda da o ilmin en üst düzeyde tahsili gerekecektir. Bu husus açıktır.

 

Ancak bu ilim, genelde müphemdir ve belirlenmesi için üzerinde durulması gerekir.

İlimler içerisinde bu özelliğe en yakın olanı, Arap dili ilmidir. Ben bu tabirle, ne sadece N ahiv ilmini ne Sarf ilmini, ne Meani ilmini ne de dille ilgisi bulunan diğer ilim dallarını kastetmiyorum. Aksine amacım, hem lafiz hem de mana bakımından her yönüyle dilin kendisini kastediyorum. Bundan garib ilmi, fiil diye isimlendirilen tasrif ilmi ve şiirle ilgili aruz, kafiye vb. gibi ilimler müstesna olmaktadır. Çünkü bunlar -her ne kadar bu gibi ilimlere sahip olma Arap dilinde bir kemal ifadesi ise de-ictihad için ihtiyaç duyulmayan şeylerdir. Bu yüzden, onları da bilmek şart değildir. Bu ilmin taayyün edişi ve ictihad için kaçınılmazlığının beyanı, Makasıd bölümünde geçmişti ve orada özetle şu noktalar üzerinde durulmuştu: Şeriat Arapça'dır; Arapça olunca da onu gerçek anlamda anlayabilme ancak Arap diline gerçek anlamda vukufiyetle mümkün olur, çünkü şeriat ve Arap dili -şeriatın i'caz yönü hariç- aynı tarz ve üslup üzere olma bakımından birbirlerine eşittirler. Bu durumda biz, bir kimsenin Arap dilini anlama konusunda henüz mübtedi olduğunu farzedecek olursak, o kişi şeriatı anlama ve kavrama konusunda da mübtedi olacak, dilde

orta seviyede olan kimse, şeriatı anlamada da orta seviyede bulunacaktır. Orta yolda olan kimse, en son noktaya ulaşmış olmayacaktır. Arap dilinde son noktaya ulaştığında ise, aynı şekilde şeriatta da öyle olacaktır. Bu durumda olan kimsenin şeriattaki anlayışı hüccet olacaktır; aynen sahabenin ve Kur'an'ı gerçek anlamda anlayan diğer fesahat ve belağat sahibi kimselerin anlayışlarının hüccet oluşu gibi. İnsanlar, Arap dilini anlama konusunda onların derecesine ulaşamadıkları zaman, taksirleri ölçüsünde şeriatı anlamalarında da eksiklik olacaktır. Anlayışında kıtlık olan kimsenin şeriat hakkındaki sözleri ise hüccet olmaz ve ileri sürdüğü görüşleri dikkate alınmaz.

 

Sonra müctehidin Arap dilinde, bu konuda imam kabul edilen el-Halil, Sibeveyh, el-Ahfeş, el-Cermi, el-Mazeni ... vb. gibi kimseler ayarında olması zorunludur. el-Cermi şöyle demiştir: "Ben, otuz senedir insanlara Sibeveyh'in el-Kitab'ından fetva veririm." Alimler, onun bu sözünün sabit olduğunu kabulden sonra yoruma gitmişler ve onun hadis alimi olduğunu, Sibeveyh'in kitabından değerlendirme (nazar) ve araştırmayı yani yöntemi öğrendiğini ifade etmişlerdir. Yani Sibeveyh, her ne kadar kitabında nahivden bahsetmekte ise de, onda Arab'ın sözdeki maksatlarına, gerek lafız ve gerekse mana bakımından istimal şekillerine dikkat çekmiştir. Sadece, failin merfü, mefülün mansüb olduğunu belirtmekle kalmamış, aksine o, her konu ile ilgili olarak münasip düşen hususları da açıklamıştır. Bunun sonucunda onun kitabı, Meani ve Beyan ilimlerini, mana ve lafızların kullanılış biçimlerini içeren bir eser olmuştur. el-Cermi, yukarıdaki sözünü işte bu noktadan hareketle söylemiştir. Onun bu ifadesi, Sibeveyh'in kitabının başında hiçbir kimseden tepki görmeksizin nakledilegelen sabit bir sözdür.

 

İTİRAZ: Usülcüler, Arap diline vukufiyet konusundaki bu aşırılığı kabul etmemektedirler ve: "Usülcünün, Arap diline vukufiyet konusunda elHalil, Sibeveyh, Ebü Ubeyde, el-Asmai gibi i'rab inceliklerini ve lügavi problemleri derinlemesine araştırma konusu yapmış kimseler seviyesinde olması gerekmez. Onun için yeterli olan, Kitap ve sünnetten kolayca hüküm çıkarabilecek bir seviyeye ulaşmasıdır" demektedirler.

 

CEVAP: Burada itiraz sadedinde ileri sürülen nokta ile, az önce bizim açıkladığımız şey farklıdır. el-Gazzali, bu şart-hakkında şunu söylemiştir: "Bunun ölçüsü, Arab'ın hitabını ve onların istimal şekillerini bilecek kadar bir seviyeye sahip olmasıdır ki, bunun sonucunda sözün sarihini, zahirini, mücmelini, hakikatini, mecazını, ammını, hassını, muhkemini, müteşabihini, mutlakını, mukayyettini, nassını, fahvasını, lahnını, mefhümunu ayırabilsin." Onun ileri sürdüğü bu şart, ancak Arap dilinde ictihad mertebesine ulaşan kimseler için mümkün olabilir. O sonra şöyle devam eder: "Şartın biraz hafifletilmesi, müctehidin el-Halil ve el-Müberred seviyesinde olmasının, bütün lügatleri bilmesinin ve nahivde derinleşmiş olmasının şart olmamasıdır." Bu da sahihdir. Çünkü onun lazım olmadığını söylediği şey, şart ileri sürme konusunda maksud bulunmamaktadır; asıl maksat, Arabi'nin anlayışına müsavi bir anlayışa sahip olmaktır. Arabi olmak için, bütün lügatleri bilmek ve incelikleri kullanmak şartı yoktur. Arap dilinde müctehid olan kimseler için de durum aynıdır. Şeriatta müctehid olan kimseler hakkında da vaziyet aynıdır. Bazı insanlar belki de, Arap dilinde ictihad konusunda el-Halil ve Sibeveyh derecesine ulaşmış olmanın şart olmadığı düşüncesine kapılabilir ve dolayısıyla Arap dili ile ilgili konularda mahza taklit üzerine binada bulunabilir. Bunun sonucunda da şer'i mesail ile ilgili olarak öyle sözler eder ki, sükutu ondan daha hayırlıdır. İsterse o kimsenin, dinde ve imamlar arasında önemli bir yeri olsun. İmam Şafii, er-Risale'sinde bu konuya temas etmiş ve orada Allah Teala'nın, Arab'a kendi dilleri ile ve anlayacakları manasıyla hitap ettiğini belirtmiş, ondan sonra dilin genişliğini ortaya koyacak şeyleri zikretmiş, bu meyanda zahiri murad olan amm ile hitap edildiğini, kendisinden amm murad olmakla birlikte hususun da bir şekilde dahil olduğu hitapların bulunduğunu belirtmiş ve bunu ispatlamak için bazı deliller getirmiş, kendisinden hassın murad olduğu ammdan söz etmiş ve bunun sözün akışından anlaşılabileceğini veya sözün başının sonunu ya da sonunun başını belirlemesi yoluyla öğrenilebileceğini, bazen aynen işaretlerin anlaşılması gibi lafız olmaksızın manayı belirleyecek şekilde bir hitap şeklinin olabileceğini, tek birşeyin pek çok isim ile adlandırılabileceğini, bazen de aynı isimle birden fazla mananın kastedilebileceğini açıklamıştır. Sonra şöyle demiştir: "Kim Arap dilinin bu özelliklerini bilmezse, -ki Kur'an ve sünnet Arap dili ile gelmiştir- buna rağmen onunla ilgili söz söyleme gibi bir tekellüfe girerse, o kimse kısmen bilip, kısmen bilmediği birşey hakkında tekellüfe giriyor demektir. Kim de, cahilolduğu ve tam olarak vakıf olmadığı bir dalda söz söyleme gibi bir tekellüfe girerse, bu durumda doğruyu elde etmesi halinde -eğer isabet etmişse tabii- bu bilinçsizce / tesadüfi olacağı için övgüye değer olmayacaktır. Doğru ile yanlış arasındaki farkı bilmeden konuşması durumunda edeceği hatada ise mazur görülmeyecektir."

 

Onun sözü böyledir ve bu sonuç, kaçınma imkanı olmayan bir gerçektir. Fıkıh usulünde tasnif edilen ilimlerin büyük çoğunluğu, Arap diline ait ve müctehidin cevap için tekellüfe girmesi gereken dallar olmaktadır. Bunların dışında kalan diğer öncüIlere gelince, onlarda taklit yeterlidir. Hükümlerle ilgili tasavvur (kavram) ve tasdik (önerme)den, nesih ve hadisle ilgili hükümlerden vb. söz etme gibi.

 

Kısaca, müctehid için, Arap dilinde ictihad derecesine ulaşması zorunluluğu vardır. Bunun da ölçüsü, bu dille söylenilmiş sözlerin tekellüfsüz ve duraksamadan -zeki birinin akıllı birinin sözünü anlaması gibi- anlayabilecek bir seviyeye sahip olmaktır.

 

Üçüncü bahise gelince, bu Arap dili dışında kalan diğer ilim dallarında müctehidin, ictihad derecesinde alim olmasının gerekmediği idi. Buna delalet eden deliller daha önce geçmişti. Çünkü müctehid, ictihadın daha önceden taklit yolu ile aldığı bazı öncüller üzerine bina etmesi halinde, bu durum o meselede onun ictihad ehli oluşuna halel getirmiyordu. Aynen mühendisin durumunda olduğu gibi. Mesela o, bazı burhanlarını, mesela dairenin varlığının sıhhati üzerine bina etmiş olduğunda, onun temelde dairenin varlığını ispatlayan metafiziğin verilerine taklit yolu ile dayanması -her ne kadar mühendis, bunu burhan yolu ile bilmiyorsa da- burhanının sıhhatine zarar vermez. Keza, İmam Şafii'nin hadis ilmindeki taklidi konusunda da aynı şeyi söylemişlerdir. O, bu ilmi taklit yolu ile almış olmakla birlikte bu durum, onun ictihadının sıhhatini zedelememektedir. Aynı şekilde mesela kadı, itlaf edilen bir malın tazmini konusunda hükmünü, -her ne kadar bunu kendisi bilmiyor ise de- bilirkişinin takdir ve ictihadı üzere bina etmekte ve bu durum onu ictihad derecesinden çıkarmamaktadır. Aynı şekilde İmam Malik de böyle davranmış ve hayız, nifas ile ilgili hükümleri, -her ne kadar kendisi bunlara vakıf değilse de- kadınların kadın halleri ile ilgili bilgileri üzerine bina etmiştir.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ÜÇÜNCÜ MESELE