EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / İCTİHAD / BİRİNCİ MESELE:

 

İctihad iki kısımdır:

 

a) Yükümlülük diye bir şey kalmayıncaya kadar -ki bu ancak kıyamet gününde olur- devam edecek olan ictihad.

 

b) Dünyanın sonu gelmeden önce kesintiye uğraması mümkün olan ictihad.

 

Birinci türden olan idihad, tahkiku'l-menata müteallik olan idihaddır. Ümmet arasında kabulü konusunda ihtilafbulunmayan kısım işte budur. Tahkiku'l-menatın manası şudur: Hüküm, şer'i delili ile sabit bulunmakta; ancak geriye hükmü n mahallinin belirlenmesi için  i'mali fikir etme kalmaktadır. Mesela şöyle: Şari' Teala: "Sizden adil iki şahit tutunl" buyurmaktadır. Biz şer'an "adalet"in manasını biliyoruz. Ancak bu vasfın kimde bulunup bulunmadığı noktasının belirlenmesine ihtiyaç vardır. İnsanlar adalet vasfında hep aynı düzeyde değillerdir. Aksine bu konuda aralarında çok farklılıklar bulunmaktadır. Şöyle ki:

 

Biz adalet sahibi insanları bir araya getirip ele aldığımızda onların iki uçta bulunduklarını ve bu iki ucun da bir ortası olduğunu görürüz. En üst tarafı, Hz. Ebu Bekir'in sahip olduğu adalet vasfı gibi hakkında en ufak bir problem bulunmayan uç taraftır. Diğer uç taraf ise, adalet vasfının gereğinden çıkışın ilk derecesi olmaktadır. Sırf müslüman olmakla henüz çizgiden içeri girmiş bulunan (fakat üzerinden hayra mı yoksa şerre mi sapacağına dair henüz bir vakit geçmediği için durumu bilinmeyen) kimsenin hali gibi. Büyük günah işlemiş ve bu yüzden de hadde maruz kalmış kimselerin ise elbette bu çizgi içerisinde hiç yeri yoktur (ve onlar adalet vasfından gittikçe uzaklaşmış olacaklardır.) Bu iki Uç arasında ise sayılamayacak kadar çok mertebeler bulunmaktadır. Bu orta kısmın belirlenmesi pek net değildir. Bu vasfın bulunup bulunmadığının belirlenmesi için bütün gücün ortaya konması gerekir ki, ictihad da budur. Bu, hakimin her şahit hakkında ihtiyaç duyduğu bir şeydir.

 

Keza bir kimse malını fakirlere verilmek üzere vasiyette bulunsa yine bu kabilen bir ictihada gerek duyulacaktır. Şöyle ki: Kuşkusuz, insanlardan bazıları vardır ki hiçbir şeyleri yoktur ve bu kimseler için "fakirlik" sıfatının tahakkuku açıktır. Dolayısıyla bu gibi insanlar vasiyete hak kazananlar listesine gireceklerdir. Bazıları da vardır ki, her ne kadar nisap miktarı malları olmasa da bir ihtiyaç ve fakirlikleri yoktur. Bu iki zümre arasında ise ortada bulunan kimseler vardır. Mesela, malı olan fakat kendisi için yeterli olmayan kişi gibi. Bu durumda onun haline bakılır: Acaba onun hakkında zenginlik tarafı mı, yoksa fakirlik tarafı mı daha ağır basmaktadır? (İşte yapılacak bu değerlendirme sonucunda o kişinin vasiyete hak kazananlar listesine girip girmeyeceğine karar verilir.)

 

Aynı şekilde zevce ve akraba nafakalarının miktarının belirlenmesi de bu kabildendir. Zira bu konuda hem nafaka yükümlüsünün, hem na fak aya hak kazananın hallerinin dikkate alınması, hem de zamanın gereklerinin göz önünde tutulması gerekecektir. Buna benzer belli bir sayı altına sokulamayacak kadar çok mesele konunun örneğini teşkil edecektir ve bunların teker teker ele alınmasına imkan yoktur. Bu gibi durumlarda ictihad yapılmaksızın taklid ile işi bitirmenin imkan ve ihtimali bulunmamaktadır. Çünkü taklid, ancak taklid edilen konuda hükmün menatının (dayanak) tahkiki sonucunda düşünülebilir. Menat burada ise henüz tahakkuk etmiş değildir. Çünkü meydana gelen olaylardan her biri, haddizatında yepyeni bir olaydır ve hiçbir şekilde nazırlerinin daha önce geçmesi mümkün değildir. Vakıada geçmiş olsa bile, en azından bizim için öyle değildir. Şu' halde olaylar üzerinde hükmün menatını belirlemek için mutlaka ictihada ihtiyaç vardır. Biz olayın benzerinin daha önce geçmiş olduğunu kabul etsek, o takdirde bile, bunun o olayın benzeri olup olmadığı konusunda yine değerlendirme yapma zarureti bulunmaktadır ki, bu da ictihad olmaktadır.

 

Cinayetler hakkında yapılan "erş" (yani diyet) takdirleri ile itIM edilen malların kıymetlerinin tesbiti konuları da aynı şekildedir.

 

Bunun böyle olduğu konusunda şu noktanın dikkate alınması dahi yeterlidir: Şeriat her cüzı olayın hükmünü ayrı ayrı koymamış, buna mukabil belli bir sayı altına sokulamayacak kadar çok cüz'lleri içine alacak külli esaslar ve mutlak ibareler getirmekle yetinmiştir. Öte yandan her muayyen olan şeyin de, bir başkasında bulunmayan kendisine ait bir ayrıcalığı bulunacal;etır. Bu, isterse bizzat belirleme hakkında olsun. Bir ayrıcalığı olan şeyler, ne mutlak olarak hüküm içerisine girer; ne de mutlak olarak hüküm dışında kalır. Aksine bunlar, iki kısma ayrılırlar ve aralarında da her iki tarafla bir yüzde müşterek olan üçüncü bir kısım bulunur. Bu durumda varlık alemine çıkan belirli hiçbir suretin, şöyle ya da böyle derinlemesine ya da yüzeysel alimin değerlendirmesi dışında kalmasına imkan yoktur. Çünkü o şeyin hangi delil altına gireceğinin belirlenmesi için bu değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Eğer değerlendirme konusu olan o şey, her iki tarafla bir yüzde müşterek oluyorsa o zaman durum daha da zor olacaktır. Bütün bunlar, ilimden biraz nasibi olanlar için son derece açıktır.

 

Kaza (yargı) ile ilgili kurallardan biri şudur: "Beyyine yani delil ikamesi müddet yani davacı tarafına düşer, yemin de inkar eden tarafa verdirilir. " Kadı'nın herhangi bir olay hakkında hükmetmesi, hatta delilleri yönlendirilmesi ve taraflardan kendilerinin yapmaları gereken şeyleri isteyebilmesi, her şeyden önce mutlaka davacı ile davalıyı birbirinden ayırdetmesine bağlıdır. Bu nokta, kazanın esasını teşkil eder.

 

Bu da ancak değerlendirme, ictihad, davanın delillere vurulması yoluyla belirlenebilir. Yapılan bu iş ise bizzat "tahkiku'l-menat" olmaktadır.

 

Kısaca bu tür ictihadın her değerlendirici, hakim ve müftiye nisbetle bulunacağı, hatta her mükellefe nisbetle kendisini ilgilendiren konuda olacağa zaruri olmaktadır. Çünkü sıradan bir mükellef (amm!) mesela fıkıhta "namaz kılarken sehven fazladan işlenilen fiiller -namazdaki fiillerin cinsinden olabilir veya olmayabilir- eğer az miktarda ise affedilmiştir; namazı bozmaz, ama çoksa namazı bozar" diye bir hüküm işitse ve namazında fazladan bu tür hareketlerde bulunsa, bu durumda mutlaka yaptığı bu hareketlerin namazı bozacak kadar çok olup olmadığı konusunda değerlendirme yapması ve ona göre iki taraftan birinin hükmüne katması gerekecektir. Bu ise ancak ictihad ve değerlendirme yoluyla olacaktır. Bunun sonucunda kıldığı namazın hangi kısımdan olduğu belirince, o kimse için hükmün menatı (dayanağı) gerçekleşmiş olacak ve artık fiilini ona göre icra edecektir. Diğer yükümlülükleri hakkında söylenecek söz de aynıdır. Eğer bu tür ictihadın kalkmış olduğu farzedilecek olsa, o zaman şer'i hükümler hiçbir zaman mükelleflerin fiilleri üzerine inmeyecek, hep zihinlerde kalacaktır. Çünkü şer'i hükümler mutlaktır ve umumilik özelliği arzeder; dolayısıyla ancak aynen kendileri gibi mutlak olan fiiller üzerine inebilir. Fiiller ise, varlık aleminde hiçbir zaman mutlak olmaz; aksine muayyen ve müşahhas olarak meydana gelir. Bu durumda mevcut şer'i hükmün onun üzerine indirilmesi, ancak ve ancak o muayyen fiilin, o mutlak ya da amm hüküm tarafından kapsandığına dair bir değerlendirme sonucunda mümkündür. Bu değerlendirme de yerine göre kolay, yerine göre de zor olur. Bütün bunlar ictihad olmaktadır.

 

Taklidi sahih olan şeylerin, bu kısımdan olması da mümkündür.

 

Bu da öncekilerin muayyen cüzilere yönelik değil de nebilere yönelik tahkiku'l-menat hakkında ictihadda bulundukları konularda olur. Mesela, avın cezası konusunda dengi keffaretle hükmetme gibi. Bu konuda şeriatta gelen: "Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan öldürdüğünün dengi olduğuna içinizden iki adil kimsenin hükmedeceği, Ka'be'ye ulaşacak bir kurbanı ödeme ... vardır"[Maide 95] ayetidir. Bu denkliğe itibar konusunda zahirdir. Ancak dengin nevinin ve öldürülen av türü için denk olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Mesela, sırtlana karşılık koçun, geyiğe karşılık keçinin, tavşana karşılık oğlağın, yaban öküzüne karşı sığırın, ceylana karşı koyunun denk olduğunun belirlenmesi gibi. Keffaretler için getirilen köle azadı, erkek ve kızın ergenliklikleri (büluğ) vb. konularda da durum aynıdır. Ancak neviler hakkında yapılmış bulunan bu ictihad, muayyen cüziler hakkında yapılması gereken ictihaddan müstağni kılacak değildir. Dolayısıyla bu türden ictihad her zaman mutlaka olacaktır. Zira yükümlülüğü onsuz düşünmek mümkün değildir. Eğer bu türden ictihadın kaldırılması ile birlikte yükümlülüğü n sürdürülmesi düşünülecek olsa, o zaman muhal ile yükümlü kılmak gibi bir sonuç lazım gelecektir. Bu ise, şer'an mümkün değildir. Öte taraftan bu aklen de mümkün değildir. Bu, konu ile ilgili en açık delilolmaktadır.

 

b) Zaman içerisinde kesintiye uğraması mümkün olan ikinci kısım ictihada gelince, bunlar üç türlüdür:

 

1) Tenkihu'l-menat: Hükümde dikkate alınan vasfın, nassda diğerleri ile birlikte zikredilmesi ve ictihad yoluyla gerçek illet olan vasfın diğerlerinden ayıklanması ve böylece muteber olanın mülga olandan ayırdedilmesi işlemidir. Saçını yalarak, döşünü döverek gelen ve (Ramazanda eşi ile cinsel ilişkide bulunduğunu) söyleyen bedevi hadisinde yapılan işlemde olduğu gibi. el-Gazzall bunu, Şifau'l-ğalil'de zikretmiş olduğu kısımlara ayırmıştır. Bu konu usul kitaplarında etraflıca açıklanmıştır.

 

Usulcüler bunun kıyas konusu dışında olduğunu söylemişlerdir. İşte bu yüzdendir ki Ebu Hanife, keffaretler konusunda kıyası kabul etmemekle birlikte, onunla hükmetmiştir. O, sadece zahirin tevili anlamına gelen bir nevi olmaktadır.

 

2) Tahricu'l-menat: Bu kısımda hükmü belirleyen nass, menata yani illete temas etmemekte ve sanki o ayrı bir araştırma sonucu çıkarılmış olmaktadır. Bu kıyasi ictihad olmaktadır ve malumdur.

 

3) Daha önce sözü edilen tahkiku'l-menatın bir nevi. Ancak tahkiku'l-menat iki kısımdır:

 

Birincisi, cüz'ilere değil de nev'ilere yönelik olan kısım. Mesela, av keffareti konusunda öldürülen av hayvanına denk olarak belirlenecek cezanın nev'inin, keffaret olarak azad olunacak kölenin nev'inin vb. belirlenmesi gibi. Buna daha önce kısaca işaret edilmişti.

 

İkinci kısım, hükmün menatının tahakkuk ettiği konuda menatın (Yeniden ve başka bir nazarla) tahkiki manasına gelen kısım. Bu durumda (cüziyyat konusunda) tahkiku'l-menat sanki iki kısımmış gibi olmaktadır:

 

a) Genel tahkik ki bu. zikredilen kısım oluyor.

b) Bu genel tahkik içerisinde daha özel bir tahkikin bulunması.

 

Şöyle ki: Birincisinde değerlendirme, bütün mükelleflere nisbetle genel olarak yapılır. (Her mükellefin kendi özel durumuna bakılmaz.) Mesela, müctehid adalet vasfına baktığı ve falanca şahsın zahiren onunla muttasıfbulunduğunu gördüğü zaman, nassın adalet sıfatına bağlı olarak gerektirdiği şehadet, kamu velayeti, özel velayetler gibi yükümlülükleri o şahsın üzerine tatbik etmede bir sakınca görmez. Mendupluk için olan emir ve nehiyler, mübahlık için olan durumlar karşısında da aynı şeyi yapar ve onlarla yükümlü ve muhatap olan kimseler hakkında ilgili nassların hükümlerini uygular. Nitekim vaciplik ve haramlık hükümleri getiren nassların gereklerini de aynı şekilde, zahiri mükellefiyet şartı dışında herhangi bir şeye iltifat etmeksizin uygular. Bu bakış açısından, bütün mükellefler eşit olmaktadırlar.

 

İkinci kısma, yani daha özel anlamda olan bakış açısına göre ise, durum bundan daha ince ve derindir. Bu bakış aslında: "Ey insanlar! Allah'tan sakınırsanız (tak va sahibi olursanız), O size iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir"[EnfaI 29] ayetinde sözü edilen "takva"nın bir sonucu olmaktadır. Bazen bu anlayışa "hikmet" adı verilir ve: "Hikmeti, dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir"[Bakara 269] ayeti de buna işaret eder. İmam Malik şöyle demiştir: "Ademoğlunun özelliğinden biri de, bilmez iken bilir olmasıdır." Allah Teala'nın: "Ey insanlar! Allah'tan sakınırsanız (tak va sahibi olursanız), O size iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir"[EnfaI 29] buyruğunu işitmediniz mi?" O yine şöyle demiştir: "Şüphesiz hikmet, bir melekin, kulun kalbine mesh etmesidir." Yine o: "Hikmet" Allah'ın kulun kalbine attığı bir nurdur" demiştir. Yine o: "Kalbime, hikmetin Allah'ın dininde üst düzeyde bir anlayışa (fıkıh) ulaşmak olduğu doğuyor. O Allah'ın rahmeti ve lütfu sonucu kalblere soktuğu bir şeydir" demiştir. İmam Malik, ilmin -fetva kabilinden olan şeylerin- yazılmasını hoş karşılamazdı. "Peki ne yapalım?" diye sorduklarında da: "Ezberlersiniz, anlarsınız, bunun sonucunda kalbleriniz aydınlanır. Ondan sonra ise artık yazıya ihtiyacınız kalmaz" derdi.

 

Kısaca, özel anlamda tahkiku'l-menat, her mükellefin içerisinde bulunduğu özel hallerin değerlendirilmesi ve onlarla özelolarak ilgili olan teklifi delillerin dikkate alınması, şeytanın, arzu ve heveslerin, peşin zevklerin etkinliklerinin hesaba katılması ve bütün bunların sonucunda o mükellef hakkında yükümlülüklerin mutlak olarak değil de, üzerinde etkin bulunan unsurlardan kaçınması kaydı ile getirilmesi demektir. Bu hem kesinlik arzeden, hem de kesinlik arzetmeyen yükümlülükler hakkında böyledir. Kesinlik arzetmeyen yükümlülükler hakkında bir başka bakış açısı daha vardır; o da her mükellefin kendi kişiliğine, içinde bulunduğu vakte, hale vb. uygun olan hükümlerin seçilmesidir. Çünkü nefisler, belirli amellerin kabulü konusunda, hep aynı konumda değillerdir. Nitekim ilim ve zanaatlar karşısında insanların durumu da aynı şekildedir. Nice yararlı işler vardır ki, onlar yüzünden bazı insanların başına zarar ya da fütur gelir. Halbuki bir başka işe karşı aynı tepkiyi göstermez. Nice ameller de vardır ki, onu işleyen kimseye nisbetle nefsin ve şeytanın payı, bir başka amele göre çok daha güçlü olur. Oysa ki bir başka amelde, bu gibi unsurlardan tamamen uzak bulunur. İşte bu özel tahkiki gerçekleştiren kimse, basiret nurundan nasibini almış ve böylece nefisleri ve onların hazIarını, onların anlayışlarındaki farklılıkları ve yükümlülükler karşısındaki sabır ve tahammül güçlerini, zaaflarını, peşin zevklere iltifat edip etmediklerini gören ve bilen kimsedir. Bu şekilde o, her kişiye kendisine uygun olan nassın hükmünü getirir; çünkü yükümlülüklerin getirilişinde gözetilen şer'i maksat da budur. Sanki o, bu özel tahkik sonucunda mükelleflerin ve yükümlülüklerin umumunu tahsis etmiş olmaktadır. Ancak umumluktan maksat, birinci genel tahkik sonucunda umumluğu sabit alandır. Keza o, birinci genel tahkikte mutlaklığı sabit olan şeyi kayıtlamış olmakta veya daha önce kısmen kayıtlı bulunanlara ilave bir veya daha fazla kayıt eklemektedir.

 

Buradaki tahkiku'l-menattan kastettiğimiz mana işte budur.

 

Geriye bu ictihadın doğruluğunu gösterecek delillerin getirilmesi kalmıştır. Diğer konularla ilgili olanların açıklanması ve delillendirilmesi konusunu usulcüler üstlenmişlerdir. Aslında bu, tahkiku'l-menatın umumu içerisine dahil olmak hasebiyle, onun hakkında olan mutlak delalet altına girmektedir. Buna rağmen, konu ile ilgili hususi deliller arzu edenler varsa, bu konuda deliller fazlasıyla mevcut bulunmaktadır. Biz -Allah'ın izniyle- onlardan sadece bir kısmını zikredeceğiz:

 

Bu delillerden biri şudur: Rasulullah'a     çeşitli zamanlarda en faziletli amelin, en hayırlı işin ne olduğu sorulmuştur. Bazen de bu konuda bir soru olmaksızın açıklamalarda bulunmuştur. Sorulan sorulara karşı tamamen farklı cevaplar vermiştir. Eğer bu cevaplardan her biri mutlaklığı ve umumluğu üzere alınacak olsalar, aralarında çelişki meydana gelirdi.

 

Sahih'te rivayet olunduğuna göre Rasulullah'a [s.a.v.] "Hangi amel daha üstündür?" diye sorulmuştu. Rasulullah [s.a.v.] "Allah'a imandır" buyurdu. "Sonra nedir?" diye sordular. "Allah yolunda cihfıddır" buyurdu. "Sonra nedir?" diye sordular. "Haccmebrurdur" buyurdu.

 

Bir başka zaman ona: "Hangi amel daha üstündür?" diye soruldu.

Rasulullah [s.a.v.]: "Vaktinde kılınan namazdır" buyurdu. "Sonra hangisidir?" dediler. "Ana-babaya iyiliktir" buyurdu. "Sonra hangisidir?" dediler. "Allah yolunda cihfıddır" buyurdu. 

 

Nesai'de Ebu Ümame'den şöyle rivayet edilir: Rasulullah'a geldim ve: "Bana doğrudan senden öğreneceğim birşeyemret" dedim. Bana: "Oruca sarıl! Çünkü onun gibisi yoktur" buyurdu.

 

Tirmizi'de de şu hadis yer alır: Rasulullah'a [s.a.v.] "Kıyamet gününde Allah katında derece bakımından en üstün amel hangisidir?" diye soruldu. "Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlar" buyurdu.

 

Sahih'te de: "Lfı ilfıhe illallahu vahdehu la şerike leh ... " zikri hakkında:

"Hiçbir kimse, ondan daha üstün bir şey getirmemiştir" buyurduğu nakledilir.

Nesai'de şu hadis bulunmaktadır: "Allah katında duadan daha üstün başka bir şey yoktur. "

 

Bezzar'da ise şu hadis yer almaktadır: "Hangi ibadet daha üstündür?" diye soruldu. "Kişinin kendisi için duasıdır" buyurdu.

 

Tirmizi'de ise: "Kıyamet gününde mü'minin terazisinde güzel ahlaktan daha üstün bir şey bulunmaz" hadisi yer alır.

 

Bezzar'da: "Ey Ebu Zerr! Sana sırtta hafif, fakat terazide başkalarından daha ağır olan iki şeyi bildireyim mi? Sen güzel ahlaka ve sessiz kalmaya özen göster. Canımı elinde tutana yemin ederim ki, mahlukat bu ikisinden daha faziletli hiçbir şey işlememiştir" rivayeti vardır.

 

Müslim'de de şu hadis vardır: "Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?" sorusuna Rasülullah [s.a.v.]: "Müslümanların, dilinden ve elinden emin oldukları kimsedir" buyurdu.

 

Yine ona: "Hangi müslümanlık (özelliği) daha hayırlıdır?" diye sordular: "Yemek yedirmen, tanıdığın tanımadığın herkese selam vermendir" buyurdu.

 

Sahih'te: "Kişiye sabırdan daha hayırlı ve geniş başka bir bağışta bulunulmamıştır" hadisi vardır.

 

Tirmizi'de: "Sizin en hayırlınız, Kur'an'ı öğrenen ve öğreteninizdir" buyurulmaktadır.

 

Yine Tirmizi'de: "İbadetlerin en üstünü, (Allah'tan) kurtuluş (ferec) beklentisidir" hadisi bulunmaktadır.

 

Bunlara benzer daha başka hadisler de vardır ki bunlar sözü edilen üstünlüğün mutlak olmadığını, aksine göreli olduğunu gösterir ve üstünlükten kasdın belli bir vakte ve soruyu soran kimsenin haline nisbetle öyle olduğuna işarette bulunur.

 

Resülullah [s.a.v.], Enes hakkında çok malı olması için dua etmiş ve o bu duanın bereketini de görmüştür. Kendisinden çok malı olması için dua isteyen Sa'l-ebe b. Hatıb'a ise: "Şükrünü ifa ettiğin az, şükrüne güç yetiremeyeceğin çoktan daha hayırlıdır" buyurmuştur."

 

Ebu Zerr'e: "Ey Ebil Zer! Ben, seni kuşkusuz zayıf görüyorum ve ben elbette ki, kendim için sevdiğim şeyi senin için de severim. Sakın ola ki, iki kişi (de olsa) üzerlerine emir (yönetici) olma ve asla yetim malı idaresini üstlenme!" demiştir. Halbuki, her iki amel de, bihakkın yerine getirecek kimseler için en üstün amellerden olduğu bilinmektedir. Yöneticilik ve yargı hakkında mesela Rasulullah [s.a.v.]: "Şüphesiz adilolan (yönetici ve hakimYler, Allah katında Rahman'ın sağında nurdan minberler üzerinde olacaklardır"; "Ben ve yetime kefilolan kimse cennette şöyleyiz" buyurmuştur. Buna rağmen Rasulullah [s.a.v.], Ebu Zerr'in özel durumunu dikkate alarak, bu iki şeyi üstlenmesini ona yasaklamıştır.

 

İsmail b. İshak'ın Ahkam adlı eserinde İbn Sirin'den şöyle dediği nakledilir: Hz. Ebu Bekir (namazda) alçak, Hz. Ömer ise yüksek sesle okurdu. Ebu Bekir'e: "Niçin böyle yapıyorsun?" dediler. "Ben Rabbime münacatta bulunuyor ve O'na tazzarru ediyorum" diye cevap verdi. Hz. Ömer'e: "Niçin böyle yapıyorsun?" dediler. O da: "Uykusu gelenlerin uykusunu kaçırıyor, şeytanı çaresiz kılıyor ve Rahman'ı razı ediyorum" dedi. Hz. Ebu Bekir'e: "Sesini biraz yükselt"; Hz. Ömer'e de: "Sen de biraz indir" denildi. O şöyle bir yorum yaptı: Bununla Rasülullah [s.a.v.] onlardan her birini -aslında kasıtları doğru ve yerinde olsa da- kendi tercihinden çıkarmayı kastetmiş oldu.

 

Sahih'te geldiğine göre bazı kimseler Rasulullah'a [s.a.v.] gelerek: "Biz içimizde, konuşarak dışımıza vurmayı göze alamadığımız şeylerin geçmekte olduğunu görüyoruz" dediler. Rasulullah onlara: "Böyle bir düşünce geçmekte mi?" diye sordu. Onlar: "Evet!" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasulullah [s.a.v.]: "O açık imandır" buyurdu. Başka bir hadiste de: "Kimin içinden böyle şeyler geçerse şöyle desin: 'Hüve'l-evvelu ve'l-ahiru ve'z-zahiru ve'l-bfıtın ve hüve bi külli şey'in alim' Böylece Rasulullah'ın farklı cevaplar verdiğini görmekteyiz. İbn Abbas da daha başka bir şekilde cevap vermiştir. Halbuki ele alınan konu hep aynıdır.

 

Sahih'te ŞU hadis yer almaktadır: "Ben, adama (mal) veririm. Halbuki başkaları bana ondan daha makbuldür. Bunu Allah'ın onu yüzüstü ateşe sürmesinden korktuğumdan yaparım. " RasuluIlah [s.a.v.], (ganimet taksimi sırasında) bazı insanlara mal vermiş, diğer bir kısmını ise imanlarıyla başbaşa bırakmıştır. Çünkü bu iki grubun durumlarını yakinen biliyordu. RasuluIlah [s.a.v.], Hz. Ebu Bekir'den malının tümünü kabul etmiş, fakat diğerleri için mallarının bir kısmını bırakmalarını, hepsini tasadduk etmemelerini tavsiye etmiş ve onlar hakkında: "Malının bir kısmmı kendin için tut; bu senin için daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bir başkası yumurta büyüklüğünde külçe altın getirmiş, fakat RasuluIlah [s.a.v.] kabul etmemiştir.

 

Hz. Ali: "İnsanlara anlayabilecekleri dille konuşun. Allah ve Rasulünün tekzip edilmesini ister misiniz?" diyerek ilmin sunuluşuna bir kayıt getirmişti. Öyle meseleler vardır ki, bazı insanlara uygun gelirken, diğer bazılarına uygun gelmez. "Rabbani" yani gerçek eğitimci hakkında, "ilmin büyük meselelerinden önce küçük meselelerini öğreten kimse"dir demişlerdir. Buradaki tertip de bu kabildendir. el-Haris b. Yaklib'dan şöyle dediği rivayet edilir: "Gerçek fakih, Kur'an'ı tam anlayan ve şeytanın hilelerini kavrayan kimsedir." Buradaki "şeytanın hilelerini kavrayan kimsedir"sözü, meselemizle ilgili kısmı teşkil etmektedir. Ebu Reca el-Ataridi'den rivayet edilmiştir: Zübeyr b. el Avvam'a: "Ey Muhammed'in ashabı!

 

Ben niye sizi insanlar içerisinde namazı en hafif tutan kimseler olarak görüyorum?" dedim. O bana cevaben: "Biz vesveselerin önünü almak istiyoruz" dedi. Halbuki namazı uzatmak ınüstehap bir şeydir. Ancak, onun müstehaplığım ortadan kaldıracak ters bir duruın sebebiyle onlar namazlarını kısa kılınışlardı. "Ey MuCtz! Yoksa sen insanları dinlerinden mi etmek istiyorsun?" hadisi de bunun benzeridir.

 

Eğer araştırılacak olsa, gerçekten bu türün çok olduğu görülür. Sahabe, tabiin ve ilk imamlardan nakledilen birçok şey de bu kabilden olmaktadır. Bunlar çoktur.

 

Nev'iler hakkında tahkiku'l-menatın yapılması ve bunun üzerinde alimlerin kısmen ittifak halinde olmaları, geçtiği üzere bu konuya tanıklık eden hususlardan biridir. Alimler bu esas üzerine ayrıntılara da girmişlerdir. Mesela: "Allah ve peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir"[Maide 33] ayeti aslında mutlak muhayyerlik hükmü getirmektedir. Ancak ulema onun ictihad yoluyla kayıtlı olduğunu görmüş ve öldürme hükmünün bir duruma, asılma hükmünün başka bir duruma, kesme ve sürgün hükümlerinin de daha başka durumlara ait olduğunu belirtmişlerdir. Aynı şekilde esirlerle ilgili getirilen karşılıksız serbest bırakma ve fidye alma hükümleri hakkında da durum aynıdır. Yine şeriatta nikahın emredildiği ve sünnet olduğu sabit iken alimler onu (kişinin durumuna göre farzdan harama kadar) beş farklı hükme ayırmışlardır. Bu gibi konularda onlar, her mükellefin kendi özel durumuna bakmışlardır. Her ne kadar hüküm, nev'i itibarıyla ele alınmakta ise de, bu ancak kişinin durumunun ele alınması ile tamamlanabilmektedir. Bu durumda hepsi de aynı manadadır. Hepsine istidlal de aynıdır. Şu kadar var ki, ilk bakışta ve ilk yaklaşım ile yaklaşıldığında bu uzak görülebilir. Ancak bu intiba, dayanağı ve şeriattaki yeri ortaya konuluncaya kadar devam eder. Yukarıda verdiklerimiz ve emsali örnekler, bu tür ictihadın yerinde ve sahih olduğunu ispat için yeterlidir. Burada bizim aynen üzerinde durmamızın sebebi, alimlerin bu konuya özelolarak çok az işaret etmiş olmalarıdır. Tevfik, ancak Allah'tandır.

 

İTİRAZ: Hakkında delil getirilen bu ictihad türü ile öbür ictihadların arası nasıl ayrılabilir? Halbuki her iki kısım da hüküm itibarıyla aynıdır. Çünkü eğer bu tür ictihadın kesintiye uğramadan sürmesi söz konusu ise, diğer kısım da aynıdır. Zira "kesintiye uğramamak" ifadesiyle ictihadın ancak; ne küll olarak, ne de cüz olarak kalkmaması kastedilmiş olabilir. Başka bir ihtimal bulunmamaktadır. Her iki takdire göre de, diğer ictihad türlerinin durumu da aynıdır.

 

Birinci (yani ictihadın külolarak kalkmaması anlamında kesintiye uğramaması) ihtimalini ele alalım: Varlık aleminde meydana gelen olaylar sonsuz niteliktedir ve onların sınırlı nasslar altına girmesi mümkün değildir. Bu yüzden de kıyas vb. yollarla ictihad kapısının açılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Hükmü nass ile belirlenmemiş, öncekiler tarafından da (ictihad yoluyla) ortaya konmamış olayların meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bu durumda ya insanlar kendi heva ve hevesleri ile başbaşa bırakılacak ya da şer'i bir ictihad olmaksızın onların işlerine bakılacaktır ki, bu da heva ve heveslere uymak demektir. Bu tavırların tamamı yanlıştır. Bu durumda gayesi olmayan bir duraksama (tevakkuD kaçınılmaz olacaktır. Bu ise zorunlu olarak teklifın askıya alınması (ta'tili) demektir. Bu da teklifu ma la yutaka (takat üstü yükümlülüğe) götürür. Şu halde ictihad,' her zaman (ve mekan) için zorunludur. Çünkü olaylar sadece belli bir döneme has bulunmamaktadır.

 

İkinci (yani ictihadın cüz olarak kalkmaması anlamındaki) ihtimale gelince, o da batıldır. Çünkü bazı cüz'iyyatta ictihadın imkansız olması sebebiyle mutlak mükellefiyet, işlerliğini yitirmez. Zira onun, sadece o hususi nev'ide ve diğer bazı nev'ilerde kalkmış olması mümkündür. Bu durumda iki tür ictihad arasında herhangi bir fark kalmamaktadır.

 

CEVAP: Aralarındaki fark açıktır. Çünkü bu özel nev'i (yani tahkiku'l-menat) her zaman hakkında küllidir ve olayların tümü ya da büyük çoğunluğu hakkında ammdır. Eğer o tür ictihadın kalktığı farzedilecek olsa, o zaman şer'i yükümlülüğün büyük çoğunluğu'ya da tümü ortadan kalkmış olur. Böyle bir sonuç ise sahih değildir. Zira bu herhangi bir zamanda farzedilecek olsa, şeriatın bir anda tümden kalkmış olması lazım gelir. Diğer ictihad türlerinin durumu ise böyle değildir. Çünkü ilk dönemlerde görülmeyen yeni olaylar, daha önce geçenlere nisbetle çok azdır. Zira öncekilerin değerlendirme ve ictihad alanları çok geniştir. Bu durumda o konuda onları taklit etme mümkündür ve şeriatın büyük çoğunluğunu o tür ictihadlar sonucu ulaşılan hükümler oluşturmaktadır. Hal böyle iken bazı cüz'iyyatın çözümsüz kalması ile şeriatın ortadan kalkması gibi bir sonuç lazım gelmez. Durum aynen sadece bazı cüz'ilerin menatının asla bulunamaması halindeki gibi olur. Çünkü bu durumda şeriatın bir zarar görmesi gibi bir sonuç lazım gelmez. Sonuçta bu iki tür ictihadın aynı olmadıkları ve aralarında farkın bulunduğu ortaya çıkar.

 

Allah'u alem!

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

İKİNCİ MESELE