EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞER’İ DELİLLER ...
SÜNNET / ALTINCI MESELE:
Daha önce de geçtiği
gibi sünnet üç çeşittir:
a) Rasıllullah'tan
[s.a.v.] sadır olan söz, b) Fiil, c) Tasvip (takrir, onay). Bu üçüncüsünde onaylanan
şeyin Rasulullah'ın [s.a.v.] bilgisi dahilinde olması ve eğer tepki
gösterilmesi gereken bir şey ise buna da imkan bulunması şartı vardır.
Sözlü sünnet hakkında
bir problem olmaması hasebiyle tafsilata girmeyeceğiz.
Fiili sünnete gelince,
bu kısmın altına terkler de girmektedir. Çünkü terk de, bazılarına göre
fiildir. Usulcülerin çoğunluğuna göre ise terk, fiil değildir. Her halükarda
her ikisinden de söz etmemiz gerekecektir.
Rasulullah'ın [s.a.v.]
fiili, o konuda -aksi durumu gerektiren söz, hal karinesi ya da benzeri bir
başka delil olmadıkça- mutlak izin bulunduğunun delilidir. Konu ile ilgili
bilgiler usul kitaplarında mevcuttur. Ancak bizi burada ilgilendiren husus,
fiilin uyma ve örnek edinme konusunda mücerred sözden daha açık ve güçlü
olduğuna dikkat çekmektir. Gerçi bu husus izah edilmeye muhtaçsa da, bu kitabın
hem "Mübeyyen ve Mücmel" hem de "İctihad" bahislerinde ele
alınmıştır. Bu yüzden burada tekrara girmiyoruz ve bu vesile ile Allah'a
hamdederiz. Sonra mutlak izine delaletten çıkaracak delil ya da karinenin
bulunması halinde de fiil, iznin kapsamı dışına çıkmış olmaz. Çünkü mutlak
izin, hem vacibi, hem mendubu, hem de mübahı kapsar. Sonuç itibarıyla
Resulullah'ın [s.a.v.] fiili izin hükmü dışına çıkmaz ve o ya vacip, ya mendup
ya da mübah olur. Fiilin belli bir hale has ya da mutlak olması arasında bir
fark yoktur. Mutlak olanı, Rasulullah'ın (cibilli) davranışları dışında kalan)
normalde yapmış olduğu işleridir. Belli bir hale has olanı ise, zina ikrarında
bulunan bir kimsenin yaptığı işten iyice emin olmak için aşırı bir itina
göstermesi ve hatta ona, cinsi ilişkiyi (kinaye yoluyla değil) aşikare ifade
eden kelimeyi kullanarak sorması gibi fiilleridir. Aslında böyle bir kelimenin
kullanılması normal hallerde caiz değildir; çünkü kötü ve çirkin (müstehcen)
sözler hakkında mutlak yasak hükmü vardır. Burada bir zarurete binaen caiz
olmuş ve zaruret miktarı ile de yetinilmiştir. Zira zaruretler ancak miktarınca
takdir olunur. Buradaki Resulullah'ın [s.a.v.] sözü, fiildir. Çünkü burada o,
tarifi değil teklifi bir mana olmaktadır. Sözlerden sayılanlar, tarifi
olanlardır ve bunlar bir emir veya nehiy getiren ya da şer'i bir hüküm bildiren
sözler olmaktadır. Teklifi ise, bir söz olarak bizzat kendisi bir hüküm
belirlemeyen sözdür. Nitekim bu manada fiil de aynı şekildedir.
Terke gelince, aslında
bunun yeri, hakkında izin bulunmayan şeyler yani mekruh ve haram olmalıdır.
Dolayısıyla Rasulullah'ın [s.a.v.] terki, o şeyin işlenmesinin mercuhiyetini
(yani tercihe şayan olmadığını) gösterir. Terk ya mutlak olur ya da bir hale
özelolur. Mutlak olarak terkedilen şeyin durumu açıktır. Bir hale özelolan
terke ise Rasulullah'ın [s.a.v.] şu olaydaki şahitliğe yanaşmamasını örnek
verebiliriz: Bir zat çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Rasulullah'ı
şahit tutmak ister. Rasulullah ona: "Çocuklarından her biri için buna
benzer şeyler verdin mi?" diye sorar ve: "Hayır!" cevabını
alınca da: "Benden başkasını şahit tut; çünkü ben bir haksızlığa şahitlik
etmem" buyurur ve şahit olmaz. Bu açıktır.
Bazen terk, zikredilen
başka sebeplerden dolayı da olur:
1) Caiz olan şeyin
yaratılış icabı hoşlanılmaması ve bu yüzden terkedilmesi: Mesela RasuluIlah
[s.a.v.], keler (dabb) yemeye yanaşmamış ve haram mıdır diye sorulunca da:
"Hayır! Ancak memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi içim
çekmiyor'' diyerek terkin gerekçesini açıklamıştır. Bu mübah olan bir şeyin
cibilli bir özellikten dolayı terki olmaktadır ve o şeyin işlenmesinde herhangi
bir sakınca yoktur.
2) Başkasının hakkı
sebebiyle terk: Nitekim Rasulullah meleklerin hakkını gözeterek, sarımsak ve
soğan yemeyi terketmiştir. Bu da başkasının hakkı ile çatıştığı için mübahın
terki olmaktadır.
3) Farz kılınır
endişesiyle terk: Rasulullah [s.a.v.] bazı amelleri işlemek istediği halde,
insanlar onunla amel ederler de bu yüzden üzerlerine farz kılınır endişesiyle
terkederdi. Nitekim teravih namazını cemaatle kılmayı bu yüzden terketmişti.
Keza: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım onlara (her namaz
esnasında) misvak kullanmalarını emrederdim''; kadınlar ve çocuklar uyuyacak
kadar yatsıyı geciktirdiği zaman da: "Eğer ümmetime meşakkat verecek
olmasaydım, onlara namazı bu saatte kılmalarını emrederdim'' buyurmuştur.
4) Hakkında bir sakınca
olmayan şeylerin küll, olarak ele alınması halinde yasak olacağı ilkesinden
hareketle terki. Mesela, Rasulullah'ın [s.a.v.] evinde şarkı söyleyen iki
cariyeyi dinlememesi gibi. Bir hadiste de: "Eğlence ile benim bir işim
yok; eğlencenin de benimle işi yok'' buyurmuştur. Hadiste geçen "ded"
kelimesi oyun ve eğlence anlamına gelmektedir. Her ne kadar oyun ve eğlence,
hakkında bir sakınca olmayan şeylerden ise de, Rasülullah [s.a.v.] ondan yüz
çevirmiştir. Her sakıncasız olan şeyin izin verilmiş bir şeyolması da
gerekınez. Bu konu hakkında açıklama, Hükümler bahsinde geçmişti.
5) Sırf mübah olan bir
şeyi, daha üstün olan bir şey için terketmesi: Rasülullah [s.a.v.] için kasm,
yani eşleri arasında sıraya riayet etmek gerekli değildi. "Ey Muhammed!
Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri
bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanına almanda sana bir sorumluluk
yoktur''[Ahzab 51] ayeti de bir takım müfessirlere göre bu manayı ortaya
koymaktadır. Buna rağmen Rasülullah [s.a.v.] kendisi için mübah kılınan bu
davranış şeklini bırakarak, kendi üstün ahlakına daha uygun olan sıraya riayet
esasını benimsemiştir. O, kendisine: "Adil ol! Şüphesiz bu taksim,
Allah'ın rızasının gözetildiği bir taksim değildir" diyen kimseden öc
almaya gitmemiş, onun öldürülmesini isteyen kimseye de mani olmuştur. Yine o,
kendisini öldürmek için ikram ettiği koyunu zehirleyen kadını öldürmekten
vazgeçmiştir. Kendisini gafil avlayıp öldürmek isteyen Vrve b. el-Haris'in
elinden kılıç düşüp bu kez kendi eline alıp: ''Ya şimdi seni benden kim
kurtaracak?" dediği olayda onu öldürmekten vazgeçmiştir. İşte bu örnekler
bu türdendir.
6) Daha büyük bir zarar
doğurabileceği endişesiyle yapmak istediği bir şeyi terketmesi: Nitekim hadiste
geldiği üzere Rasülullah [s.a.v.], Hz. Aişe validemize şöyle buyurmuştur:
"Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı ve
kalblerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları
Ka'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım" Bir başka
rivayette de: "Ka'be'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa
ederdim" buyurmuştur. Münafıkların öldürülmesini de "Muhammed,
adamlarını öldürüyor" derler ve bunu İslam'ın aleyhine kullamrlar
gerekçesiyle engellemiştir. Doğrusu bütün bu örnekler, geçen esasa
dayandırılabilir.
Birincisinden, yani
Resulullah'ın [s.a.v.] keler yemeyi terkinden başlayalım. Aslında bu, terk
kabilinden değildir; çünkü bu davranışta mutlak anlamda bir terk söz konusu
değildir. Nasılolabilir ki, diğerleri tarafından bizzat Rasulullah'ın [s.a.v.]
sofrasında yenmiştir.
İkincisinde, soğan ve
sarımsak benzeri şeylerin alınması, söz konusu başkasının hakkı itibarıyla
bizzat kendisi hakkında yasak ya da mekruh 0lmaktadır. Bu, mescide gelme
dışındaki durumlarla ilgilidir. Mescidlere gelme ve oralara girme durumunda ise
hüküm, hem Rasulullah [s.a.v.] hakkında, hem de ümmeti hakkında geneldir. İşte
bu yüzden de Rasulullah [s.a.v.], bunları yiyen kimselerin mescide
yaklaşmalarını yasaklamıştır. Dolayısıyla bu, mescide gitmek isteyen kimse için
yenmesinin yasak olması hükmüne çıkmaktadır.
Üçüncüsü, aslında mendup
olan merhametli davranma esasına çıkar.
Dolayısıyla burada terk
zaten matluptur. Eğer o, daha şiddetli olan bir durumun meydana gelmesinden
korkarak, aslında matlup olan bir şeyin terki kabilinden ise, o zaman da sedd-i
zeria ilkesine çıkar. Eğer terk, aslında izin verilen bir şeyin, sonuç
itibarıyla kötü bir durumun ortaya çıkacağı endişesiyle nehyedilmesi esasına
çıkıyorsa, o zaman terk zaten matlup bir hal almaktadır.
Dördüncü türden olana
gelince, onun da, aslında yasak olan bir esasa çıktığı bilinmektedir.
Beşinci kısım ise,
burada sonunda terkin meydana gelmesi sonucunu doğuran fiile yönelik bir nehiy
vardır ve gerekçesi de şudur: Rütbe ve mevkii yüksek olan kimseler,
makamlarının gereğini yerine getirmek ile memurdurlar. Öyle ki, bunun aksini
yapmak -aslında öyle olmasa bile- hem yasak, hem de makama yakışmaz kabul
edilir. Nitekim onlar bu hususu şu sözleri ile ifade ederler:
"Hasenatu'l-ebrar seyyiatu'l-mukarrabın'' Onlar bu telakkilerinin kendi
itibarlarına -şer'i hitabın hakikatine göre değil- nisbetle böyle olduğunu
söylerler. Nitekim rivayete göre Rasulullah [s.a.v.] eşleri arasında sıra
gözetmeye tam olarak dikkat etmesine ve kendi şanına yakışacak şekilde
aralarında adaletle muamele etmesine rağmen, Rabbine karşı mazeret beyan eder
ve şöyle yakarırdı:
"Allahımı Bu benim
gücümün yettiği konudaki yapabildiğimdir. Senin elinde olup da benim elimde
olmayan şeyden dolayı beni sorgulamal" Rasülullah [s.a.v.], bununla
kalbinin bütün eşlerine aynı oranda olmaksızın bazılarına daha fazla
meylettiğini ifade etmek isterdi. Zira bu konu, -insanın herhangi bir
katkısının bulunmadığı diğer kalbi durumlarda da olduğu gibi- bizzat kendi
elinde olmayan bir şeydi.
Bu konuya yani yüksek
makamların, o makama layık hareket edilmemesi halinde kınama ve azarlanmayı
gerektireceğine açıklık getirecek en güzel örnek şefaat hadisindeki Nüh
[aleyhisselam] ve İbrahim [aleyhisselam] peygamberlerin durumudur. Bu hadiste
ifade edildiği üzere, insanlar akın akın Nuh'a [aleyhisselam] gelip kendisinden
(hesabın başlatılması için) şefaatçi olması istendiğinde, o özür beyan ederek
böyle bir şeyi yapabilecek yüzü olmadığını, çünkü bir hatası bulunduğunu
bildirir. Bu hatası, kavmine beddua etmesidir. Halbuki Nuh [aleyhisselam] kavmine
bedduayı onların imana gelmelerinden tamamen ümit kestikten ve kendisine:
"Senin: milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır"[Hud
36] ayeti geldikten sonra yapmıştı. Bu onun yaptığı bedduanın mübah olmasını
gerektirir. Buna rağmen kendisinden böyle bir bedduanın sadır olmasını
kendisine yakıştıramamış ve şefaat etmeye yüzü olmadığını söylemiştir. Çünkü
onun gibi birine yaraşan böyle bir bedduadan kendisini tutmaktı. Aynı şekilde
Hz. İbrahim [aleyhisselam] de kendisinin kusurlu bir kimse olduğunu beyan
ederek mazeret belirtmiştir. Onun yaptığını ifade ettiği hatalar da:
"İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç
durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım' demesidir ... " hadisinde
anlatılan şeylerdir. O, bunları -her ne kadar ta'riz iseler de- yalan
saymıştır.
Bu izahın doğruluğuna
delil, Kitap bahsinde (Şer'u men kablena hakkında) geçen şu esastır: Kitap'ta
nakledilip reddedilmeyen, iptal edilip hakkında uyarılmayan her hüküm, sahih ve
doğrudur. Şimdi konumuzu bu esasa vurduğumuz zaman şunu görürüz: Allah Teala,
Nuh'tan [aleyhissselam] yaptığı bedduayı: "Nuh dedi ki: Rabbim! Yeryüzünde
hiçbir kafir bırakmama"[Nuh 26] şeklinde nakletmektedir. Bu naklin ne
başında, ne de sonunda bu yüzden onun bir azar ya da kınama hakettiğine, emir
ya da nehyin gereği dışına çıktığına dair herhangi bir ifade ya da işaret
zikretmemiştir. Aksine onun: "Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını
saptırırlar; sadece inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" dediğini nakletmiştir.
Açıktır ki o, bu sözü ancak bir vahiy sonucu söylemiştir; çünkü gaybi bir
haberdir ve: "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası
inanmayacaktır"[Hud 36] ayetinin manası olmaktadır. Aynı şekilde
İbrahim'in [aleyhissselam] de: "Yıldızlara şöyle bir baktı ve dedi ki:
Şüphesiz ben hastayım"[Saffat 79] dediğini nakletmiş, ne önünde ne de
sonunda bu yüzden kınama ya da azar hakettiğine ya da bir emir ya da yasağa
muhalefet ettiğine dair en ufak bir işaret zikretmemiştir. Aynı durum (kırdığı
putlar hakkında söylediği): "Belki de şu büyükleri yapmıştır"[Enbiya
63] sözünün naklinde de söz konusudur ve bu ayetin de önünde ya da sonunda
ondan sadır olan bir muhalefet bulunduğuna dair bir ifade ya da azar hak
ettiğine dair bir işaret yer almamıştır. Aksine birinci ayet hakkında:
"Nitekim Rabbine temiz bir kal b ile geldi''[Saffat 84] buyurmak suretiyle
son derece uygun hareket ettiğine dair övgüde bulunmuştur. Olayla ilgili
sözlerin akışı hep böyle övgü dolu olarak sona erer. Diğer ayet hakkında da:
"And olsun ki, daha önce ibrahim'e de akla uygun olanı göstermiştik ...
''[Enbiya 51] diye devam etmekte olan kıssasında hep onun övülmesini ve hakkı
savunmuş olmasını gerektiren bir ifade ve üslup' görmekteyiz. Bu da, onun hakkı
savunmak için kullanmış olduğu vasıtaların (yani söylediği yalan sözlerin)
hepsinin doğru ve yerinde olduğunu gösterir. Buna rağmen Hz. Muhammed [s.a.v.]:
"İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç
durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım.' demesidir .. .'' demiş, bizzat
İbrahim [aleyhissselam] de, belirttiği mazeret sebebiyle kendisinin şefaate
ehil bulunmadığını belirtmiştir. Nuh'un durumu da aynı şekildedir. Böylece şu
nokta ortaya çıkmıştır ki, burada sözü edilen kusur (hata), Allah'ın emrine
muhalefetten kaynaklanmış bir kusur değildir; aksine kulun sahip olduğu yüce
mertebenin bir gereği olarak tamamen itibari bir durumun sonucu olmaktadır.
Kasm yani eşler arasında sıraya riayet konusunda Hz. Muhammed'in [s.a.v.]
durumu da aynı şekildedir. Konu önemli olduğu için burada sözü biraz uzatmış
olduk. Eğer söz iyice uzatılmış olmasaydı, diğer peygamberler hakkında da varid
olan bu kabilden şeyleri Kur'an, sünnet ve şer'i kaidelerin ışığı altında sadra
şifa olacak, kalbleri tatmin edecek şekilde açıklama yoluna giderdik. Kendinden
yardım istenilecek olan, ancak Allah Teala'dır.
Emir ve Nehiy bahsinin
sonlarına doğru da bu esas için bir giriş olabilecek şeyler geçmişti.
Bütün bunların
toplamından şu ortaya çıkıyor ki, burada yani beşinci kısımda sözü edilen terk,
nehyin gerektirdiği bir esasa çıkmaktadır; ancak burada sözü edilen nehiy
hakiki olmayıp itibari mahiyette olmaktadır.
Altıncı kısma gelince,
onun nehyin gerektirdiği bir esasa çıktığı açıktır.
Çünkü bu gibi yerlerde
sözkonusu olan şey iki mefsedetin karşı karşıya gelmesi halidir. Bu durumda
tercihe şayan (racih) olanın alınması talep edilir, mercilh olanın ise terki
istenir. Terk ciheti burada tercihe şayan (racih) olmaktadır; dolayısıyla zaten
onunla amel edilecektir.
FASIL:
İkrara yani Rasülullah'ın
[s.a.v.] tasvip ve onaylarına gelince, bunlar, görüp de onayladığı ya da işitip
de ses çıkarmadığı fiillerde "bir sakınca olmadığı" (La harace fih)
anlamına gelir. Bu mana usill kitaplarında detaylı biçimde ele alınmıştır.
Ancak burada bizi ilgilendiren nokta, "hakkında sakınca olmayan"dan
maksadın; altında vacip, mendup ve 'hakkında izin bulunan' ve 'hakkında bir
sakınca yok' anlamlarında mübah olmak üzere türleri kapsayan bir cins olduğunu
vurgulamaktır. Mekruh ise onun kapsamına girmez. Çünkü Resulullah'ın [s.a.v.]
mekruh karşısında sükutu, en azından o şeyin işlenmesi ile terkinin eşit olduğu
anlamına gelir. Mekruh hakkında böyle bir şey ise sahih olmaz. Çünkü mekruhun
işlenmesi yasaklanmıştır. Hal böyle iken onun işlenmesi karşısında susması mümkün
değildir. Sonra ikrar, ulemaya göre teşrı'e mahal olmaktadır. Beraberinde
fazladan bir karıne (yani sükutu ikrar manasından çıkaracak bir delil)
olmaksızın, mücerred sükuttan mekruhluk hükmünün anlaşılması mümkün değildir.
Ortada bir karıne ya da tarif (yani iznin dışında başka bir şeye delalet eden
bir söz) bulunmadığı zaman, akla ilk gelen şeyanlaşılır
ki o da izindir veya
mutlak olarak bir sakınca olmayan şeydir. Mekruh ise böyle değildir.
İTİRAZ: Aynı durum vacip
ve mendup hakkında da gerekir; zira ikrar vasıtasıyla mutlak izin ya da
hakkında sakınca yok anlamından başka bir şeyanlaşılmaz. Halbuki vacip ve
mendup böyle değillerdir. Çünkü vacip, terki yasaklanan, ışlenmesi emredilmiş
olan şeydir; mendup da işlenmesi emredilmiş şeydir. Bütün bunlar, mutlak
anlamda bir sakınca olmadığı anlamının üzerine ziyade şeylerdir. Dolayısıyla
bunlar da ikrarın gereği altına girmezler. Halbuki siz bunların da gireceğini
sanmaktasınız. Bu ise bir çelişki olur.
CEVAP: Hayır, bilakis
biz onların ikrarın gereği altına gireceklerini söylemekteyiz. Çünkü vacip bir
fiilin işlenmesi durumunda bir sakınca olmaması hali zorunlu olarak bulunur.
Zira aralarında terslik yok, uygunluk vardır. Çünkü vacip ve mendup, fiilin
işlenmesi açısından iktizaı hükümlerden sayılmaktadıdar ve bu açıdan
bakıldıklarında onlar işlenmesinde bir sakınca olmayan şeyler olmaktadırlar.
Mekruh ise böyle değildir. Çünkü o, fiilin işlenmesi değil, terki açısından
iktiza.ı hükümlerden sayılmaktadır. "Hakkında bir sakınca yoktur"
hükmü ise, fiilin işlenmesine yönelik bir hükümdür. Dolayısıyla mekruh ile
aralarında bir uygunluk bulunmamaktadır. Nasıl uygunluk olabilir ki? Nehiy,
fiilin işlenmesi hakkındaki "bir sakınca yoktur" hükmü ile çatışma
durumundadır.
İTİRAZ: Hükümler
bölümünde geçen meselelerden birinde "mekruhun fiilin işlenmesi açısından
affa mahal (ma'fuvvun anh) olduğu" geçmişti. Mfa mahal olması ise, o
konuda bir sakınca bulunmadığı anlamına gelir. Halbuki siz burada bu sözünüzle
mekruh için bir sakınca bulunduğunu ifade etmiş olmaktasınız.
CEVAP: Buradaki maksat
ile oradaki farklıdır. Çünkü orada murad olunan fiilin işlenmesinden önceki
hali değil, sonraki durumudur. Mekruhu işleyen kimsenin, aynen haram fiili
işleyen kimse gibi açıktan yasağa muhalefet ettiği konusunda kuşku yoktur.
Ancak mekruhun önemsizliği ve sebebiyet vereceği mefsedetin azlığı, vukuundan
sonra onu "hakkında bir sakınca yok" hükmüne çevirmiştir. Bu, Şari'
Teala'nın mükellefe yönelik merhametinin sonucu ve yaptığı hayır işler
sebebiyle bir telafi mekanizması olarak böyle olmaktadır. Bu halde mekruhun
durumu, taharet, namaz, cuma, Ramazan orucu, büyük günahlardan kaçınma vb. gibi
çeşitli taatlerin keffaret olduğu "sağire" yani küçük günahlara
benzetilmiş olmaktadır. Küçük günah, mekruhtan daha ağır olduğu halde
affediliyorsa, mekruhun -Allah'tan bir lütuf ve ihsan olmak üzere- aynı hükme
tabi olması daha öncelikli olarak sabit olacaktır. Burada söz konusu edilen,
nehyin, bir sakınca yoktur hükmü ile çatışması haline gelince, bu fiilin vukuundan
önceki haline nisbetledir. Bunun böyle olduğunda da herhangi bir kuşku yoktur.
Dolayısıyla vaziyet bu merkezde iken, mekruhun "bir sakınca yoktur"
kavramı altına girmesine imkan bulunmamaktadır.
Bu kısımla ilgili
örnekler çoktur: Müdlicli kaifin Üsame ve babası Zeyd hakkındaki birbirlerinden
olduklarına dair tanıklığı, Rasulullah'ın [s.a.v.] sofrasında keler yenmesi
gibi. Bir başka örnek: Abdullah b. Muğaffel şöyle anlatır: Hayber gününde elime
bir dağarcık dolusu iç yağ geçirdim. Ona sarıldım ve: "Bugün bundan hiçbir
kimseye bir şey vermeyeceğim" dedim. Bir de baktım Rasulullah [s.a.v.]
yanımda tebessüm ederek duruyordu. Bazı alimler de, Rasulullah'ın [s.a.v.]
kanının temiz olduğuna, aldırdığı kanı içen bir kimseye ses çıkarmamasını
delilolarak kullanmışlardır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: