EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞER’İ DELİLLER ... SÜNNET / ALTINCI MESELE:

 

Daha önce de geçtiği gibi sünnet üç çeşittir:

 

a) Rasıllullah'tan [s.a.v.] sadır olan söz, b) Fiil, c) Tasvip (takrir, onay). Bu üçüncüsünde onaylanan şeyin Rasulullah'ın [s.a.v.] bilgisi dahilinde olması ve eğer tepki gösterilmesi gereken bir şey ise buna da imkan bulunması şartı vardır.

 

Sözlü sünnet hakkında bir problem olmaması hasebiyle tafsilata girmeyeceğiz.

Fiili sünnete gelince, bu kısmın altına terkler de girmektedir. Çünkü terk de, bazılarına göre fiildir. Usulcülerin çoğunluğuna göre ise terk, fiil değildir. Her halükarda her ikisinden de söz etmemiz gerekecektir.

 

Rasulullah'ın [s.a.v.] fiili, o konuda -aksi durumu gerektiren söz, hal karinesi ya da benzeri bir başka delil olmadıkça- mutlak izin bulunduğunun delilidir. Konu ile ilgili bilgiler usul kitaplarında mevcuttur. Ancak bizi burada ilgilendiren husus, fiilin uyma ve örnek edinme konusunda mücerred sözden daha açık ve güçlü olduğuna dikkat çekmektir. Gerçi bu husus izah edilmeye muhtaçsa da, bu kitabın hem "Mübeyyen ve Mücmel" hem de "İctihad" bahislerinde ele alınmıştır. Bu yüzden burada tekrara girmiyoruz ve bu vesile ile Allah'a hamdederiz. Sonra mutlak izine delaletten çıkaracak delil ya da karinenin bulunması halinde de fiil, iznin kapsamı dışına çıkmış olmaz. Çünkü mutlak izin, hem vacibi, hem mendubu, hem de mübahı kapsar. Sonuç itibarıyla Resulullah'ın [s.a.v.] fiili izin hükmü dışına çıkmaz ve o ya vacip, ya mendup ya da mübah olur. Fiilin belli bir hale has ya da mutlak olması arasında bir fark yoktur. Mutlak olanı, Rasulullah'ın (cibilli) davranışları dışında kalan) normalde yapmış olduğu işleridir. Belli bir hale has olanı ise, zina ikrarında bulunan bir kimsenin yaptığı işten iyice emin olmak için aşırı bir itina göstermesi ve hatta ona, cinsi ilişkiyi (kinaye yoluyla değil) aşikare ifade eden kelimeyi kullanarak sorması gibi fiilleridir. Aslında böyle bir kelimenin kullanılması normal hallerde caiz değildir; çünkü kötü ve çirkin (müstehcen) sözler hakkında mutlak yasak hükmü vardır. Burada bir zarurete binaen caiz olmuş ve zaruret miktarı ile de yetinilmiştir. Zira zaruretler ancak miktarınca takdir olunur. Buradaki Resulullah'ın [s.a.v.] sözü, fiildir. Çünkü burada o, tarifi değil teklifi bir mana olmaktadır. Sözlerden sayılanlar, tarifi olanlardır ve bunlar bir emir veya nehiy getiren ya da şer'i bir hüküm bildiren sözler olmaktadır. Teklifi ise, bir söz olarak bizzat kendisi bir hüküm belirlemeyen sözdür. Nitekim bu manada fiil de aynı şekildedir.

 

Terke gelince, aslında bunun yeri, hakkında izin bulunmayan şeyler yani mekruh ve haram olmalıdır. Dolayısıyla Rasulullah'ın [s.a.v.] terki, o şeyin işlenmesinin mercuhiyetini (yani tercihe şayan olmadığını) gösterir. Terk ya mutlak olur ya da bir hale özelolur. Mutlak olarak terkedilen şeyin durumu açıktır. Bir hale özelolan terke ise Rasulullah'ın [s.a.v.] şu olaydaki şahitliğe yanaşmamasını örnek verebiliriz: Bir zat çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Rasulullah'ı şahit tutmak ister. Rasulullah ona: "Çocuklarından her biri için buna benzer şeyler verdin mi?" diye sorar ve: "Hayır!" cevabını alınca da: "Benden başkasını şahit tut; çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem" buyurur ve şahit olmaz. Bu açıktır.

 

Bazen terk, zikredilen başka sebeplerden dolayı da olur:

 

1) Caiz olan şeyin yaratılış icabı hoşlanılmaması ve bu yüzden terkedilmesi: Mesela RasuluIlah [s.a.v.], keler (dabb) yemeye yanaşmamış ve haram mıdır diye sorulunca da: "Hayır! Ancak memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi içim çekmiyor'' diyerek terkin gerekçesini açıklamıştır. Bu mübah olan bir şeyin cibilli bir özellikten dolayı terki olmaktadır ve o şeyin işlenmesinde herhangi bir sakınca yoktur.

 

2) Başkasının hakkı sebebiyle terk: Nitekim Rasulullah meleklerin hakkını gözeterek, sarımsak ve soğan yemeyi terketmiştir. Bu da başkasının hakkı ile çatıştığı için mübahın terki olmaktadır.

 

3) Farz kılınır endişesiyle terk: Rasulullah [s.a.v.] bazı amelleri işlemek istediği halde, insanlar onunla amel ederler de bu yüzden üzerlerine farz kılınır endişesiyle terkederdi. Nitekim teravih namazını cemaatle kılmayı bu yüzden terketmişti. Keza: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım onlara (her namaz esnasında) misvak kullanmalarını emrederdim''; kadınlar ve çocuklar uyuyacak kadar yatsıyı geciktirdiği zaman da: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara namazı bu saatte kılmalarını emrederdim'' buyurmuştur.

 

4) Hakkında bir sakınca olmayan şeylerin küll, olarak ele alınması halinde yasak olacağı ilkesinden hareketle terki. Mesela, Rasulullah'ın [s.a.v.] evinde şarkı söyleyen iki cariyeyi dinlememesi gibi. Bir hadiste de: "Eğlence ile benim bir işim yok; eğlencenin de benimle işi yok'' buyurmuştur. Hadiste geçen "ded" kelimesi oyun ve eğlence anlamına gelmektedir. Her ne kadar oyun ve eğlence, hakkında bir sakınca olmayan şeylerden ise de, Rasülullah [s.a.v.] ondan yüz çevirmiştir. Her sakıncasız olan şeyin izin verilmiş bir şeyolması da gerekınez. Bu konu hakkında açıklama, Hükümler bahsinde geçmişti.

 

5) Sırf mübah olan bir şeyi, daha üstün olan bir şey için terketmesi: Rasülullah [s.a.v.] için kasm, yani eşleri arasında sıraya riayet etmek gerekli değildi. "Ey Muhammed! Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanına almanda sana bir sorumluluk yoktur''[Ahzab 51] ayeti de bir takım müfessirlere göre bu manayı ortaya koymaktadır. Buna rağmen Rasülullah [s.a.v.] kendisi için mübah kılınan bu davranış şeklini bırakarak, kendi üstün ahlakına daha uygun olan sıraya riayet esasını benimsemiştir. O, kendisine: "Adil ol! Şüphesiz bu taksim, Allah'ın rızasının gözetildiği bir taksim değildir" diyen kimseden öc almaya gitmemiş, onun öldürülmesini isteyen kimseye de mani olmuştur. Yine o, kendisini öldürmek için ikram ettiği koyunu zehirleyen kadını öldürmekten vazgeçmiştir. Kendisini gafil avlayıp öldürmek isteyen Vrve b. el-Haris'in elinden kılıç düşüp bu kez kendi eline alıp: ''Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?" dediği olayda onu öldürmekten vazgeçmiştir. İşte bu örnekler bu türdendir.

 

6) Daha büyük bir zarar doğurabileceği endişesiyle yapmak istediği bir şeyi terketmesi: Nitekim hadiste geldiği üzere Rasülullah [s.a.v.], Hz. Aişe validemize şöyle buyurmuştur: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı ve kalblerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları Ka'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım" Bir başka rivayette de: "Ka'be'yi Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur. Münafıkların öldürülmesini de "Muhammed, adamlarını öldürüyor" derler ve bunu İslam'ın aleyhine kullamrlar gerekçesiyle engellemiştir. Doğrusu bütün bu örnekler, geçen esasa dayandırılabilir.

 

Birincisinden, yani Resulullah'ın [s.a.v.] keler yemeyi terkinden başlayalım. Aslında bu, terk kabilinden değildir; çünkü bu davranışta mutlak anlamda bir terk söz konusu değildir. Nasılolabilir ki, diğerleri tarafından bizzat Rasulullah'ın [s.a.v.] sofrasında yenmiştir.

İkincisinde, soğan ve sarımsak benzeri şeylerin alınması, söz konusu başkasının hakkı itibarıyla bizzat kendisi hakkında yasak ya da mekruh 0lmaktadır. Bu, mescide gelme dışındaki durumlarla ilgilidir. Mescidlere gelme ve oralara girme durumunda ise hüküm, hem Rasulullah [s.a.v.] hakkında, hem de ümmeti hakkında geneldir. İşte bu yüzden de Rasulullah [s.a.v.], bunları yiyen kimselerin mescide yaklaşmalarını yasaklamıştır. Dolayısıyla bu, mescide gitmek isteyen kimse için yenmesinin yasak olması hükmüne çıkmaktadır.

 

Üçüncüsü, aslında mendup olan merhametli davranma esasına çıkar.

Dolayısıyla burada terk zaten matluptur. Eğer o, daha şiddetli olan bir durumun meydana gelmesinden korkarak, aslında matlup olan bir şeyin terki kabilinden ise, o zaman da sedd-i zeria ilkesine çıkar. Eğer terk, aslında izin verilen bir şeyin, sonuç itibarıyla kötü bir durumun ortaya çıkacağı endişesiyle nehyedilmesi esasına çıkıyorsa, o zaman terk zaten matlup bir hal almaktadır.

 

Dördüncü türden olana gelince, onun da, aslında yasak olan bir esasa çıktığı bilinmektedir.

 

Beşinci kısım ise, burada sonunda terkin meydana gelmesi sonucunu doğuran fiile yönelik bir nehiy vardır ve gerekçesi de şudur: Rütbe ve mevkii yüksek olan kimseler, makamlarının gereğini yerine getirmek ile memurdurlar. Öyle ki, bunun aksini yapmak -aslında öyle olmasa bile- hem yasak, hem de makama yakışmaz kabul edilir. Nitekim onlar bu hususu şu sözleri ile ifade ederler: "Hasenatu'l-ebrar seyyiatu'l-mukarrabın'' Onlar bu telakkilerinin kendi itibarlarına -şer'i hitabın hakikatine göre değil- nisbetle böyle olduğunu söylerler. Nitekim rivayete göre Rasulullah [s.a.v.] eşleri arasında sıra gözetmeye tam olarak dikkat etmesine ve kendi şanına yakışacak şekilde aralarında adaletle muamele etmesine rağmen, Rabbine karşı mazeret beyan eder ve şöyle yakarırdı:

 

"Allahımı Bu benim gücümün yettiği konudaki yapabildiğimdir. Senin elinde olup da benim elimde olmayan şeyden dolayı beni sorgulamal" Rasülullah [s.a.v.], bununla kalbinin bütün eşlerine aynı oranda olmaksızın bazılarına daha fazla meylettiğini ifade etmek isterdi. Zira bu konu, -insanın herhangi bir katkısının bulunmadığı diğer kalbi durumlarda da olduğu gibi- bizzat kendi elinde olmayan bir şeydi.

 

Bu konuya yani yüksek makamların, o makama layık hareket edilmemesi halinde kınama ve azarlanmayı gerektireceğine açıklık getirecek en güzel örnek şefaat hadisindeki Nüh [aleyhisselam] ve İbrahim [aleyhisselam] peygamberlerin durumudur. Bu hadiste ifade edildiği üzere, insanlar akın akın Nuh'a [aleyhisselam] gelip kendisinden (hesabın başlatılması için) şefaatçi olması istendiğinde, o özür beyan ederek böyle bir şeyi yapabilecek yüzü olmadığını, çünkü bir hatası bulunduğunu bildirir. Bu hatası, kavmine beddua etmesidir. Halbuki Nuh [aleyhisselam] kavmine bedduayı onların imana gelmelerinden tamamen ümit kestikten ve kendisine: "Senin: milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır"[Hud 36] ayeti geldikten sonra yapmıştı. Bu onun yaptığı bedduanın mübah olmasını gerektirir. Buna rağmen kendisinden böyle bir bedduanın sadır olmasını kendisine yakıştıramamış ve şefaat etmeye yüzü olmadığını söylemiştir. Çünkü onun gibi birine yaraşan böyle bir bedduadan kendisini tutmaktı. Aynı şekilde Hz. İbrahim [aleyhisselam] de kendisinin kusurlu bir kimse olduğunu beyan ederek mazeret belirtmiştir. Onun yaptığını ifade ettiği hatalar da: "İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım' demesidir ... " hadisinde anlatılan şeylerdir. O, bunları -her ne kadar ta'riz iseler de- yalan saymıştır.

 

Bu izahın doğruluğuna delil, Kitap bahsinde (Şer'u men kablena hakkında) geçen şu esastır: Kitap'ta nakledilip reddedilmeyen, iptal edilip hakkında uyarılmayan her hüküm, sahih ve doğrudur. Şimdi konumuzu bu esasa vurduğumuz zaman şunu görürüz: Allah Teala, Nuh'tan [aleyhissselam] yaptığı bedduayı: "Nuh dedi ki: Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kafir bırakmama"[Nuh 26] şeklinde nakletmektedir. Bu naklin ne başında, ne de sonunda bu yüzden onun bir azar ya da kınama hakettiğine, emir ya da nehyin gereği dışına çıktığına dair herhangi bir ifade ya da işaret zikretmemiştir. Aksine onun: "Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" dediğini nakletmiştir. Açıktır ki o, bu sözü ancak bir vahiy sonucu söylemiştir; çünkü gaybi bir haberdir ve: "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır"[Hud 36] ayetinin manası olmaktadır. Aynı şekilde İbrahim'in [aleyhissselam] de: "Yıldızlara şöyle bir baktı ve dedi ki: Şüphesiz ben hastayım"[Saffat 79] dediğini nakletmiş, ne önünde ne de sonunda bu yüzden kınama ya da azar hakettiğine ya da bir emir ya da yasağa muhalefet ettiğine dair en ufak bir işaret zikretmemiştir. Aynı durum (kırdığı putlar hakkında söylediği): "Belki de şu büyükleri yapmıştır"[Enbiya 63] sözünün naklinde de söz konusudur ve bu ayetin de önünde ya da sonunda ondan sadır olan bir muhalefet bulunduğuna dair bir ifade ya da azar hak ettiğine dair bir işaret yer almamıştır. Aksine birinci ayet hakkında: "Nitekim Rabbine temiz bir kal b ile geldi''[Saffat 84] buyurmak suretiyle son derece uygun hareket ettiğine dair övgüde bulunmuştur. Olayla ilgili sözlerin akışı hep böyle övgü dolu olarak sona erer. Diğer ayet hakkında da: "And olsun ki, daha önce ibrahim'e de akla uygun olanı göstermiştik ... ''[Enbiya 51] diye devam etmekte olan kıssasında hep onun övülmesini ve hakkı savunmuş olmasını gerektiren bir ifade ve üslup' görmekteyiz. Bu da, onun hakkı savunmak için kullanmış olduğu vasıtaların (yani söylediği yalan sözlerin) hepsinin doğru ve yerinde olduğunu gösterir. Buna rağmen Hz. Muhammed [s.a.v.]: "İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım.' demesidir .. .'' demiş, bizzat İbrahim [aleyhissselam] de, belirttiği mazeret sebebiyle kendisinin şefaate ehil bulunmadığını belirtmiştir. Nuh'un durumu da aynı şekildedir. Böylece şu nokta ortaya çıkmıştır ki, burada sözü edilen kusur (hata), Allah'ın emrine muhalefetten kaynaklanmış bir kusur değildir; aksine kulun sahip olduğu yüce mertebenin bir gereği olarak tamamen itibari bir durumun sonucu olmaktadır. Kasm yani eşler arasında sıraya riayet konusunda Hz. Muhammed'in [s.a.v.] durumu da aynı şekildedir. Konu önemli olduğu için burada sözü biraz uzatmış olduk. Eğer söz iyice uzatılmış olmasaydı, diğer peygamberler hakkında da varid olan bu kabilden şeyleri Kur'an, sünnet ve şer'i kaidelerin ışığı altında sadra şifa olacak, kalbleri tatmin edecek şekilde açıklama yoluna giderdik. Kendinden yardım istenilecek olan, ancak Allah Teala'dır.

 

Emir ve Nehiy bahsinin sonlarına doğru da bu esas için bir giriş olabilecek şeyler geçmişti.

 

Bütün bunların toplamından şu ortaya çıkıyor ki, burada yani beşinci kısımda sözü edilen terk, nehyin gerektirdiği bir esasa çıkmaktadır; ancak burada sözü edilen nehiy hakiki olmayıp itibari mahiyette olmaktadır.

 

Altıncı kısma gelince, onun nehyin gerektirdiği bir esasa çıktığı açıktır.

 

Çünkü bu gibi yerlerde sözkonusu olan şey iki mefsedetin karşı karşıya gelmesi halidir. Bu durumda tercihe şayan (racih) olanın alınması talep edilir, mercilh olanın ise terki istenir. Terk ciheti burada tercihe şayan (racih) olmaktadır; dolayısıyla zaten onunla amel edilecektir.

 

 

FASIL:

 

İkrara yani Rasülullah'ın [s.a.v.] tasvip ve onaylarına gelince, bunlar, görüp de onayladığı ya da işitip de ses çıkarmadığı fiillerde "bir sakınca olmadığı" (La harace fih) anlamına gelir. Bu mana usill kitaplarında detaylı biçimde ele alınmıştır. Ancak burada bizi ilgilendiren nokta, "hakkında sakınca olmayan"dan maksadın; altında vacip, mendup ve 'hakkında izin bulunan' ve 'hakkında bir sakınca yok' anlamlarında mübah olmak üzere türleri kapsayan bir cins olduğunu vurgulamaktır. Mekruh ise onun kapsamına girmez. Çünkü Resulullah'ın [s.a.v.] mekruh karşısında sükutu, en azından o şeyin işlenmesi ile terkinin eşit olduğu anlamına gelir. Mekruh hakkında böyle bir şey ise sahih olmaz. Çünkü mekruhun işlenmesi yasaklanmıştır. Hal böyle iken onun işlenmesi karşısında susması mümkün değildir. Sonra ikrar, ulemaya göre teşrı'e mahal olmaktadır. Beraberinde fazladan bir karıne (yani sükutu ikrar manasından çıkaracak bir delil) olmaksızın, mücerred sükuttan mekruhluk hükmünün anlaşılması mümkün değildir. Ortada bir karıne ya da tarif (yani iznin dışında başka bir şeye delalet eden bir söz) bulunmadığı zaman, akla ilk gelen şeyanlaşılır

ki o da izindir veya mutlak olarak bir sakınca olmayan şeydir. Mekruh ise böyle değildir.

 

İTİRAZ: Aynı durum vacip ve mendup hakkında da gerekir; zira ikrar vasıtasıyla mutlak izin ya da hakkında sakınca yok anlamından başka bir şeyanlaşılmaz. Halbuki vacip ve mendup böyle değillerdir. Çünkü vacip, terki yasaklanan, ışlenmesi emredilmiş olan şeydir; mendup da işlenmesi emredilmiş şeydir. Bütün bunlar, mutlak anlamda bir sakınca olmadığı anlamının üzerine ziyade şeylerdir. Dolayısıyla bunlar da ikrarın gereği altına girmezler. Halbuki siz bunların da gireceğini sanmaktasınız. Bu ise bir çelişki olur.

 

CEVAP: Hayır, bilakis biz onların ikrarın gereği altına gireceklerini söylemekteyiz. Çünkü vacip bir fiilin işlenmesi durumunda bir sakınca olmaması hali zorunlu olarak bulunur. Zira aralarında terslik yok, uygunluk vardır. Çünkü vacip ve mendup, fiilin işlenmesi açısından iktizaı hükümlerden sayılmaktadıdar ve bu açıdan bakıldıklarında onlar işlenmesinde bir sakınca olmayan şeyler olmaktadırlar. Mekruh ise böyle değildir. Çünkü o, fiilin işlenmesi değil, terki açısından iktiza.ı hükümlerden sayılmaktadır. "Hakkında bir sakınca yoktur" hükmü ise, fiilin işlenmesine yönelik bir hükümdür. Dolayısıyla mekruh ile aralarında bir uygunluk bulunmamaktadır. Nasıl uygunluk olabilir ki? Nehiy, fiilin işlenmesi hakkındaki "bir sakınca yoktur" hükmü ile çatışma durumundadır.

 

İTİRAZ: Hükümler bölümünde geçen meselelerden birinde "mekruhun fiilin işlenmesi açısından affa mahal (ma'fuvvun anh) olduğu" geçmişti. Mfa mahal olması ise, o konuda bir sakınca bulunmadığı anlamına gelir. Halbuki siz burada bu sözünüzle mekruh için bir sakınca bulunduğunu ifade etmiş olmaktasınız.

 

CEVAP: Buradaki maksat ile oradaki farklıdır. Çünkü orada murad olunan fiilin işlenmesinden önceki hali değil, sonraki durumudur. Mekruhu işleyen kimsenin, aynen haram fiili işleyen kimse gibi açıktan yasağa muhalefet ettiği konusunda kuşku yoktur. Ancak mekruhun önemsizliği ve sebebiyet vereceği mefsedetin azlığı, vukuundan sonra onu "hakkında bir sakınca yok" hükmüne çevirmiştir. Bu, Şari' Teala'nın mükellefe yönelik merhametinin sonucu ve yaptığı hayır işler sebebiyle bir telafi mekanizması olarak böyle olmaktadır. Bu halde mekruhun durumu, taharet, namaz, cuma, Ramazan orucu, büyük günahlardan kaçınma vb. gibi çeşitli taatlerin keffaret olduğu "sağire" yani küçük günahlara benzetilmiş olmaktadır. Küçük günah, mekruhtan daha ağır olduğu halde affediliyorsa, mekruhun -Allah'tan bir lütuf ve ihsan olmak üzere- aynı hükme tabi olması daha öncelikli olarak sabit olacaktır. Burada söz konusu edilen, nehyin, bir sakınca yoktur hükmü ile çatışması haline gelince, bu fiilin vukuundan önceki haline nisbetledir. Bunun böyle olduğunda da herhangi bir kuşku yoktur. Dolayısıyla vaziyet bu merkezde iken, mekruhun "bir sakınca yoktur" kavramı altına girmesine imkan bulunmamaktadır.

 

Bu kısımla ilgili örnekler çoktur: Müdlicli kaifin Üsame ve babası Zeyd hakkındaki birbirlerinden olduklarına dair tanıklığı, Rasulullah'ın [s.a.v.] sofrasında keler yenmesi gibi. Bir başka örnek: Abdullah b. Muğaffel şöyle anlatır: Hayber gününde elime bir dağarcık dolusu iç yağ geçirdim. Ona sarıldım ve: "Bugün bundan hiçbir kimseye bir şey vermeyeceğim" dedim. Bir de baktım Rasulullah [s.a.v.] yanımda tebessüm ederek duruyordu. Bazı alimler de, Rasulullah'ın [s.a.v.] kanının temiz olduğuna, aldırdığı kanı içen bir kimseye ses çıkarmamasını delilolarak kullanmışlardır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

YEDİNCİ MESELE