EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞER’İ DELİLLER ... SÜNNET / DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Allah'a dayanarak diyoruz ki: Bu konuda insanların farklı yaklaşımları vardır:

 

a) Bunlardan biri gerçekten çok geneldir ve sanki o, Kitap'tan, sünnet ile amel etmenin sıhhati ve ona tabi olmanın gerekliliği üzerine delil getirme mecrasına kaymıştır. Bu, "Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız''[Nisa 115] ayetinden icmaın alınması gibi birşeydir. Bu yaklaşımda olanlardan biri Abdullah b. Mesüd'dur. Rivayete göre Esed oğullarından bir kadın kendisine gelir ve ona: "Bana ulaştığına göre sen falana, falana, dövme yapana ve dövme yaptırana lanet ediyormuşsun. Ben Kur'an'ın iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat senin dediğin şeyi görmedim?!" dedi. Abdullah ona:

 

"Peki, 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah'tan sakının'[Haşr 7] ayetini okumadın mı?" diye sordu. Kadın:

 

"Evet okudum" dedi. İbn Mesüd; "İşte o, odur" dedi.

 

Bir başka rivayette Abdullah b. Mesüd: "Allah, dövme yapana, dövme yaptırana, kaşlarını aldırtana, Allah'ın yarattığını değiştirerek güzellik için dişlerini seyreltenlere lanet etsin!" dedi. Onun bu sözü, Esedoğullarından bir kadına ulaştı ve (o gelerek) İbn Mesud'a şöyle dedi: "Ey Ebü Abdurrahman! Bana senin falan falan kimselere lanet ettiğin haberi ulaştı." İbn Mesüd ona: "Allah Rasülünün [s.a.v.] lanet ettiğine ben niye lanet etmeyecekmişim. O Allah'ın kitabında var" dedi. Kadın: "Ben Kur'an'ın iki kapağı arasında ne varsa, hepsini okudum, fakat onu görmedim?!" dedi. İbn Mesüd: "Eğer onu gerçekten okumuş olsaydın elbette görürdün. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah'tan sakının. '[Haşr 7] dedi."

 

İbn Mesüd'un kadına "O Allah'ın kitabında var" deyip arkasından bu sözünü, "Elbet ben (şeytan) onlara emredeceğim de onlar muhakkak Allah'ın yarattığını değiştirecekler''[Nisa 119] ayeti yerine 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondangeri durun, Allah'tan sakının'[Haşr 7] ayeti ile açıklaması, bu ayetin sünnette yer alan herşeyi içermekte olduğunun ifadesidir.

 

Aynı yaklaşım şu olayda da gözükmektedir: Abdurrahman b. Yezid, üzerinde elbisesi bulunan ihramlı bir kimse görür ve onu bu halden menetmek ister. Ancak o: "Bana, elbisemi çıkarttıracak Kur'an'dan bir ayet getir" diye tutturur. Abdurrahman da ona: "Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun. Allah'tan sakının"[Haşr 7] ayetini okur.

 

Yine rivayet edildiğine göre Tavüs ikindi namazından sonra iki rekat nafile kılardı. İbn Abbas ona: "Onu bırak!" dedi. Ancak o: "Rasülullah [s.a.v.] onu sadece sünnet edinilmesin diye yasaklamıştır" diye karşılık verdi. İbn Abbas: "Şüphesiz ki Rasülullah [s.a.v.] ikindi namazından sonra namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bu durumda senin kılmakta olduğun bu namazdan dolayı azaba mı maruz kalacaksın, yoksa sevap mı alacaksın, bilemem. Çünkü Yüce Allah: "Allah ve Peygamberi birşeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz'[Ahzab 36] buyurmaktadır" dedi.

 

Rivayete göre el-Hakem b. Eban, İkrime'ye ümmüveledlerin durumu hakkında sorar. İkrime, onların hür olduklarını söyler. el-Hakem: "Ne ile?" diye sorar. O da: "Kur'an ile" diye cevap verir. Bu kez: "Kur'an'da ne ile?" diye sorar. İkrime: "Allah Teala: 'Ey inananları Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin ... "[Nisa 59] buyurmaktadır. Hz. Ömer, buyruk sahibi olanlardandı ve o, bu tür kadınların, düşükle de olsa azad olacaklarını söylemişti" şeklinde cevap verir.

 

Bu yaklaşım, sünnet ile amel etme konusunun delillendirilmesine benzemekte hatta bizzat kendisi olmaktadır. Şu kadar var ki, bu uğraşıda deliller, Kitab'ın, sünnette yer alan tafsill manalara delaleti mecrasına kaydırılmıştır.

 

b) Bir diğer yaklaşım ulemaca meşhur olanıdır. Mücmel olarak zikredilen hükümlerin beyanı sadedinde gelen, aşağıdaki türden olan hadisler gibi. Bu beyan, ya amelin nasıl yapılacağının belirlenmesi ya da sebeplerinin veya şartlarının veya manilerinin veyahut da sonuçlarının vb. açıklanması şeklinde olur. Mesela Kur'an'da nassla belirtilmemiş bulunan namazların vakitlerinin, rukü ve secdelerinin, diğer hükümlerinin açıklanması, zekata nisbetle oranların, zekat vaktinin, zekata tabi malların nisaplarının, zekata tabi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyan edilmesi gibi. Hadesten ve ne cas etten taharet, hacc, usülüne uygun boğazlama (tezkiye), av, yenmesi helal olanların, haram olanlardan ayrılması, nikah hükümleri ve buna bağlı olarak talak, ric'at, zıhar, li an gibi diğer konular, alış-veriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler ... evet bütün bunlar Kur'an'da mücmel olarak gelen esasların beyanı olmaktadır. "İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab'ı indirdik"[Nahl 44] ayeti kerimesinde ifade edilen husus da bu olmaktadır.

 

Rivayete göre Imran b. Husayn bir adama şöyle demişti: "Sen ahmak birisin! Sen Allah'ın kitabında öğle namazının dört olduğunu ve kıraat esnasında açıktan okunmayacağını bulabilir misin?" Sonra o, namaz, zekat ve benzeri yükümlülükleri saydı ve şöyle dedi: "Bütün bunları Allah'ın kitabında açıklanmış buluyor musun? Allah'ın kitabı bunları müphem bırakmıştır, sünnet ise onları açıklamaktadır."

 

Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şıhhir'e: "Bize sadece Kur'an'dan bahsedin" dendiği zaman şöyle demiştir: ''Vallahi biz (hadis rivayeti ile) Kur'an'a bir alternatif getirme arzusunda değiliz. Ancak bu halimizle biz, Kur'an'ı bizden daha iyi bilen birinin olduğunu göstermek istiyoruz."

 

el-Evzai, Hassan b. Atıyye'den şöyle dediğini nakleder: "Vahiy Rasulullah'a [s.a.v.] inerdi. Onu tefsir eden sünneti de ona Cibril getirirdi"

 

el-Evzai ise: "Kitab'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab'a olan ihtiyacından daha çoktur" derdi. İbn Abdilberr de: "O bu sözüyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve ondan muradın ne olduğunu açıklar, demeyi kastetmiştir" demiştir.

 

Ahmed b. Hanbel'e: "Sünnet, Kitap üzerine hakim konumdadır" şeklindeki söz hakkında sorulduğu zaman: "Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem. Ancak ben şunu derim: Sünnet Kitab'ı tefsir eder ve onu açıklar."

 

Bu yaklaşım, tafsil konusunda maksadı ifadeye en yakın ve bu manada ulemanın kullanışında en yaygın alanıdır.

 

c) Bir diğer yaklaşım Kitab'ın muhtevasını genelolarak tesbit edip, ilave beyan ve şerhleriyle birlikte aynısının sünnette de mevcut olduğunu görmek şeklindedir. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim, hem dünya hem de ahiretle ilgili tüm masIahatların temini, mefsedetlerin de defi amacıyla belirlenmesini esas almıştır. Daha önce de geçtiği gibi masIahatlar üç kısımdan oluşur: 1) Zaruriyyat ve tamamlayıcı unsurları. 2) Haciyyat ve tamamlayıcı unsurları. 3) Tahsiniyyat ve tamamlayıcı unsurları. Daha önce Makasıd bölümünde de ortaya konduğu gibi bunların bir dördüncüsü yoktur. Sünnete baktığımız zaman onun muhtevasının da aynı şekilde bu üç kısmın ötesine taşmadığını görürüz. Kitap, masIahatın bu üç türünü başvurulacak genel esaslar olarak getirmiş, sünnet ise, Kitapta yer alan bu genel esaslara detaylar getirmiş ve açıklamalarda bulunmuştur. Sünnetin muhtevası içerisinde sonuç itibarıyla bu üç türe çıkmayan hiçbir şey bulunmamaktadır.

 

Nasıl ki beş zaruri esas Kitap'ta genel ilkeler halinde yer almışsa, sünnette de detaylarıyla açıklanmıştır:

 

Mesela dinin korunması esasını ele aldığımızda bunun özünü üç şeyin oluşturduğunu görürürüz: İslam, iman ve ihsan (ihlas). Şu halde bunların esası Kur'an'da, beyanı ise sünnettedir. Tamamlayıcı unsurları da üç şeydir:

 

1) Terğib ve terhib yoluyla yani kah öğütle ve müjdeleyerek, kah sert sözle ve korkutarak dine davette bulunmak,

 

2) Karşı tavır alanlara ya da onu ifsad etmek isteyenlere karşı cihad etmek,

3) Onun esasına arız olabilecek noksanlıkları telafi etmek, Bu üç şeyin aslı Kitap'ta, detaylı olarak açıklanması ise sünnette yer almaktadır.

 

Nefsin (can) korunması ilkesini üç esas oluşturur:

 

1) Türemenin (tenasül) meşru kılınması suretiyle aslının ikamesi yani nefse vücut verilmesi.

 

2) Yokluktan varlık alemine çıktıktan sonra onun yaşantısının sürdürülmesi. Bu da ona gıda veren ve böylece onu içeriden koruyacak olan yiyecek ve içeceklerle, onu dışarıdan koruyacak olan giyecek ve barınma yoluyla olur. Bütün bunlar ilke olarak Kur'an'da mevcuttur, sünnet ise onlara açıklık getirmiştir.

 

Bunların tamamlayıcı unsurları da üçtür:

 

1) Onu, zina gibi haram yollarla vücuda getirmeden koruma. Bu türemenin sahih nikah yoluyla olması suretiyle temin edilmiştir. Nikahla ilgisi olan talak, hulu', li an vb. gibi hükümler de bu kısma katılır.

 

2) Gıda olarak kullanacağı şeylerin zararsız olmasını, öldürücü ve ifsad edici olmamasını temin ve bunun için gerekli olan tezkiye (boğazlama) ve av hükümlerinin konması.

 

3) Had ve kısas cezalarının konması, cana arız olabilecek durumların dikkate alınması ve benzeri durumlar.

 

Neslin korunması esası da bu kısma girmektedir. Esasları Kur'an'dadır ve sünnet onları açıklamıştır.

 

Malın korunması, esasen onun mülkiyete konu olması ve tükenmemesi için (ya da yeterli olmaz korkusuyla) üretilip nemalandırılması ilkelerinin dikkate alınması demektir. Bu esasın tamamlayıcı unsurları ise ona arız olabilecek durumların bertaraf edilmesi ve aslın maruz kalabileceği tecavüzlerin tazir (zecr), had ve tazminat hükümleriyle telafi edilmesidir. Bunlar hem Kitap'ta hem de sünnette yer almıştır.

 

Aklın korunması, onu bozmayacak şeylerin alınması yoluyla olur. Bu esas da Kur'an'da bulunmaktadır. Tamamlayıcı unsuru ise, (içkide) had, (diğer uyuşturucu vb. şeylerde ise) tazir cezalarının konulmasıdır. Bunun için Kur'an'da belirlenmiş özel bir esas yoktur. Durum sünnette de aynı şekildedir ve konuyla ilgili özel bir hüküm yoktur. Dolayısıyla hüküm ümmetin ictihadına bırakılmıştır. 

 

Eğer ırzın korunması, muhafazası zaruri olanlara katılacak olursa (ki öyledir) onun da Kur'an'da yer alan ilkeleri bulunmaktadır ve sÜnnet tarafından açıklanmıştır: Lian ve kazf (iftira) hakkındaki hükümlerde olduğu gibi.

 

Buraya kadar anlattıklarımız, zarüriyyatın dikkate alınması konusunda bir yaklaşım olmaktadır. Makasıd bölümünün baş tarafında geçen yaklaşımı da esas almak mümkündür ve o zaman da maksat yine hasıl olacaktır.

 

Hacİyyat konusuna baktığımız zaman, orada da durumun aynı ya da yakın bir tertip üzere bidüziyelik arzettiğini göreceğiz. Çünkü haciyyat, zarüriyyat etrafında dpnmektedir.

Tahsiniyyat hakkında söylenecek söz de aynıdır.

 

Kur'an ve sünnette yer alan şeriatın temel ilke ve kaideleri tamamlanmış ve bu konuda eksik hiçbir şey bırakılmamıştır. İstikra (kapsamlı araştırma) da bunu ortaya koymaktadır ve bu durum Kitap ve sünneti bilen kimseler için hiç de zor değildir. Selefi salih öyle oldukları için bu durumu açıkça belirtmişlerdir. Nitekim konu ile ilgili bazılarından nakiller yapılmıştı.

Daha fazla bilgi edinmek isteyen kimse şunu göz önünde bulundurmalıdır: Haciyyattan olan hükümler hep bir tür genişlik getirmek, kolaylaştırmak, güçlüğü kaldırmak ve rıfkla muamelede bulunmak esası etrafında döner.

 

Mesela dine nisbetle haciyyat, ruhsatIarın konulması konusunda kendisini gösterir. Mesela taharette teyemmümün getirilmesi ve giderilmesi güç olan pisliğin hükmünün kaldırılması gibi. Namazda, yolculuk esnasında kısaltılarak kılınması, baygın halde geçirilen zamanlara ait namazın kaza edilmemesi, cem yani iki vaktin birleştirilerek kılınması, oturarak ve yan üzere kılınması ruhsat hükümleri gibi. Oruçta, yolculuk ve hastalık anında tutmama ruhsatı gibi. Diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Bu gibi konularda eğer Kur'an mesela teyemmüm, namazın kısaltılması ve orucun tutulmaması gibi konularda olduğu gibi bazı detaylara temas ediyorsa ne ala, yok böyle bir temas yoksa, sıkıntı, meşakkat ve güçlüğün (harec) kaldırıldığına dair nasslar bu konuda yeterlidir. Dolayısıyla müctehid bu kaideyi işletebilecek ve ona göre kolaylıklar getirebilecektir. Sünnet ise, bu işi ilk yapandır.

 

Haciyyat, nefsi korumaya nisbetle de çeşitli yer ve şekillerde tezahür eder. Bunlardan biri ruhsat mahalleridir: Çaresiz kalan kimsenin laşe yemesi, zekat vb. yollarla yardımlaşılması, avın haramlığı gerektiren kanın akıtılması, normal boğazlama ameliyesindeki gibi gerçekleştirilmiş olmasa bile mübah kılınması gibi.

 

Neslin yani türemenin korunmasına nisbetle nikah akdinde, diğer akitlerde müsamaha edilmeyen bazı durumlara müsaade edilmiştir: mehir belirlemeden akitte bulunma gibi. Çünkü nikah konusunda insanlar alışoverişte olduğu gibi davranmazlar ve burada, diğer akitlerde dikkate alınan bilinmezliklerin dikkate alınması çeşitli sıkıntılar doğurur. Talakın sayısının en fazla üçle sınırlandırılması, esasen talakın (bir çözüm olarak) benimsenmiş olması hul' ve benzeri hükümler de aile hukuku ile ilgili getirilen ruhsatlardandır.

Malın korunmasına nisbetle ise, az kabul edilebilecek aldanmalar (garar) ile genelde kaçınılması mümkün olmayan bilinmezliklerin dikkate alınmaması şeklinde bir ruhsat getirilmiştir. Keza selem, araya, karz, şufa, kıraz, müsakat vb. ruhsatlar getirilmiştir. Malların biriktirilmesi konusunda genişlik gösterilmesi ve ihtiyaç miktarından daha fazla malın tutulmasının meşru görülmesi, helalolmak kaydı ile güzelolan şeylerden israfa kaçmadan, pintiliğe düşmeden itidalli bir şekilde istifadenin caiz görülmesi de bu kabildendir.

 

Akla nisbetle mükreh yani tehdit altında olan kimse hakkında içinde bulunduğu sıkıntı sebebiyle ruhsatlar getirilmiş ve tehdidin hükmü kaldırılmıştır. Yine bazılarına göre çaresiz durumda kalan (muztar) için de durum aynıdır; açlık, susuzluk ve hastalık durumunda nefsinin telef olacağından korkarsa aklın korunması esasına illa da riayet etmesi gerekmez; çünkü nefsin korunması akıldan daha önce gelir.

 

Bütün bunlar, "Harec yani sıkıntı ve güçlük kaldırılmıştır" ilkesinin birer tezahürüdür. Çünkü bunların çoğu ictihadidir ve sünnet onlardan Kur'an'da yer alan külli esasla aynı durumda' olanları belirlemiştir ve bunlar Kur'an'da mücmel olarak belirlenmiş olan genel esasın açıklaması durumundadır. Bu kabilden olup da Kur'an'da açıklanan şeylere gelince, sünnet onların çizmiş olduğu sınırın ötesine geçmez ve çerçevesi dışına çıkmaz.

Tahsiniyyattan olanlar hakkında da, haciyyat hakkında geçerli olan durumlar aynen geçerlidir. Çünkü bunlarla ilgili hükümler üstün ahlak telakkisine ve geçerli olan güzel adetlere dayanırlar. Namaza nisbetle temizlik şartı gibi. Tabii bu, taharetin tahsiniyyattan olduğunu savunanIara göre böyledir. Keza namaz için en güzel elbiselerin giyilmesi, üste başa çeki düzen verilmesi, güzel koku alınması vb. durumlar da bu kabildendir. Zekat verirken ve infakta bulunurken en kaliteli ve güzelolanların verilmesi, oruçta yumuşaklıkla muamele edilmesi böyledir. Nefsin korunmasına nisbetle rıfk ve ihsan, yeme ve içme adabı vb. gibi şeyler gibi. Nesle nisbetle eşi ya güzellikle tutma ya da iyilikle salıverme, ona karşı baskıcı ve sıkıcı olmama, iyi davranma vb. gibi. Mala nisbetle onu nefsani arzulardan uzak olarak elde etme ve hem kazanırken hem de kullanırken takva prensibine riayetkar olma, ihtiyaç sahiplerine ondan harcamada bulunma gibi. Akla nisbetle içkiden uzak durma ve içme kasdı olmasa bile ondan kaçınma gibi. Çünkü Allah Teala, "Ondan kaçının!" buyurmakta, ondan mutlak surette kaçınılmasını ve uzak durulmasını istemektedir. Bütün bunlar esas olarak Kur'an'da mevcuttur. Bunlar, Kitap'ta mücmel veya mufassal olarak ya da her iki biçimde de beyan edilmiş, arkasından sünnet gelerek bütün bu esaslar üzerinde hakimane bir şekilde durmuş ve anlaşılmasını daha kolay kılacak, başka şerhe ihtiyaç bırakmayacak şekilde beyan etmiştir. Burada gözetilen maksat sadece buna dikkat çekmekten ibarettir. Aklı başında olan kimse, işaret edilen şeylerden hareketle sözü edilmeyenleri de kavrayabilir ve onların künhüne vakıf olabilir. Tevfik ancak Allah'tandır.

 

d) Bir diğer yaklaşım, hükmü gayet açık olan her iki uç tarafın arasında kalan ictihad alanıyla -ki bu "İetihad" bölümünde ortaya konan husus olmaktadır- usul ile furu arasında dönen kıyas sahasına -ki bu da "Kıyas Delili" bahsinde açıklanmıştır-bakmadır.

Söze birincisi ile başlayalım:

 

Şöyle ki: Kitap'ta ya da sünnette iki uç hakkında hükmü belirleyici nass bulunur. Bu iki uç arası ise, her iki tarafın da ona asılması ve kendi hükmüne katma eğiliminde olması hasebiyle ortada ve ictihada mahal olarak kalır. Bazen bu gibi meselelerde değerlendirme yapma ve bir sonuca ulaşma açık ve kolayolur ve o zaman konu müctehidlerin değerlendirmelerine havale edilir. Nitekim "İctihad" bölümünde ortaya konulmuştur. Bazen de değerlendiricinin idrakinden uzak ya da illetin belirlenmesi imkanı bulunmayan taabbudi bir konu olur. İşte böyle bir durumda Rasulullah'tan [s.a.v.] onun hakkında bir beyan gelir ve onun iki uçtan falancaya katılacağını ya da ihtiyat tedbiri olmak üzere ya da başka birşey sebebiyle her iki ucun da hükmünü alacağını belirler. Burada kastedilen mana işte budur.

 

Bu noktayı örneklerle açıklamak istiyoruz:

 

(1)   Allah Teala temiz olan şeyleri (tayyibilt) helal, pis ve iğrenç olan şeyleri de (habais) haram kılmıştır. Bu iki ucun arasında bunlardanher birine katılması mümkün olan pek çok şey bulunmaktadır. İşte Rasulullah [s.a.v.] bu konuda gerekli açıklamalarda bulunmuş ve köpek dişli olaİı yırtıcı hayvanlar ile pençeli kuşları yemeyi yasaklamıştır. Yine eMi eşeklerin etlerinin yenilmesini yasaklamış ve onlar hakkında, "O necistir" buyurmuştur. İbn Ömer'e kirpinin yenilip yenilmeyeceği hakkında sorarlar. O da: "Ye!" diye cevap verir ve: "De ki: Bana vahyolunanda onu yiyecek kimse için, laşe veya akıtılmış kan, yahut domuz eti- ki pisliğin kendisidirya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş birşey bulamıyorum"[En'am 145] ayetini okur. Bunun üzerine birisi: "Şüphesiz Ebu Hureyre bu konuda Rasulullah'tan [s.a.v.] onun iğrenç yaratıklardan biri olduğuna dair rivayette bulunmaktadır" deyince İbn Ömer şöyle der:

 

"Eğer onu Rasulullah [s.a.v.] söylemişse, elbette ki durum onun söylediği gibidir." Ebu Davud'un kitabında rivayet ettiği bir hadiste de, "Rasulullah [s.a.v.] cellalenin yenilmesini ve sütünü yasakladı" denilmektedir. Bu, öyle si bir hayvanın etinde pisliğin etkisinin olması sebebiyledir: Bütün bunlar pis ve iğrenç olan şeylerin haram olması esasına katılması anlamına gelir. Öbür taraftan Rasulullah [s.a.v.] keleri, tay kuşunu, tavşam ve benzeri şeyleri de temiz ve güzelolan şeylerin helalolması esasına katmıştır.

 

(2)   Allah TeMa, içeceklerden su, süt, bal vb. gibi sarhoşluk verici olmayanları helal kılmış, içkiyi ise haram kılmıştır. Çünkü o, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep olan aklın izalesi sonucunu doğurmakta, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktadır. Bu hükmü belli iki esas arasında ise, aslında sarhoşluk verici olmayan fakat sarhoş etmeye ramak kalan içecekler bulunmaktadır. Bunlar "Dubba", "Müzeffet" ve "Nakir" vb. denilen kaplarda tutulan şıralardır. Resulullah [s.a.v.] bunları önce, sedd-i zeria ilkesinden hareketle sarhoş edici içkilere katmış ve içilmesini yasaklamıştır. Sonra mesele üzerinde tekrar durarak "eşyada asılolan ibahadır" prensibinden hareketle bunlarda da asli hükmün su ve balda olduğu gibi mübahlık olduğu noktasından hareketle şöyle buyurmuştur: "Ben size daha önce şıra (nebiz) edinmenizi yasaklamıştım. Şimdi ise şıra edinebilirsiniz. Her sarhoşluk verici nesne haramdır. " Bu durumda azıcık sarhoşluk veren şeyin durumu asli haramlık (ile mübahlık) arasında kalmıştı. Bunu açıklamak üzere de: "Azı sarhoşluk verenin çoğu da haramdır" buyurmuştur. (Üzüm ile hurma ya da kuru üzüm ile yaş üzüm veya kuru hurma ile yaş hurma gibi) iki ayrı maddeden elde edilen şıranın yasaklanışı da, "Dubba" ve "Müzeffet" gibi kaplarda şıra tutulması yasağının gerekçesine bağlıdır. Bu ve benzeri meseleler, hükmü belli olan iki esas arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu durumda Rasulullah'tan [s.a.v.] gelen beyan, onların iki esastan hangisine dahilolduklarını göstermekten ibaret olmaktadır.

 

(3)   Allah Teala, eğitilmiş av hayvanının sahibi için tuttuğu avı helal kılmıştır. Bundan eğitilmiş olmayan hayvanın tuttuğu avın heliH olmayacağı hükmü de bilinir. Çünkü eğitilmemiş bir hayvan avı sırfkendisi için tutar. Şimdi hükmü belli olan bu iki esas arasında eğitilmiş olan bir av hayvanının tuttuğu ve birazını da yediği avın hükmü kalmaktadır. Hayvanın eğitilmiş olması, avı sahibi için tutmuş olmasını gerektirir. Yemesi ise, onu sahibi için değil kendisi için tutmuş olduğu anlamına gelir. Bu durumda iki esas tearuz eder. İşte bu anda sünnet gelerek hükmü beyan eder: Rasulullah [s.a.v.] bu konuda şöyle buyurur: "Eğer yerse, sen yeme; çünkü ben onu sadece kendisi için tutmuş olmasından korkarım. " Başka bir hadiste: "Eğer avı öldürür ve ondan birşey yemezse, onu mutlaka senin için tutmuş demektir" buyurur. Bir başka hadiste ise: "Köpeğini gönderdin ve besmele de çektiysen, ondan yese bile tuttuğu avı ye!" buyurmuştur. Bütün bunlar hükmü belli olan iki uç asla dönmekten başka birşey değildir.

 

(4)   İhramlı bir kimseye mutlak surette av hayvanı öldürmesi yasaklanmıştır. Kasıtlı öldüren ihramlı bir kimseye ceza gerekeceği hükmü de getirilmiştir. İhramlı olmayan bir kimse için de mutlak surette helallik hükmü konulmuştur; dolayısıyla ihramlı olmayan bir kimsenin av hayvanı öldürmesi halinde birşey (ceza) gerekmemektedir. Bu iki belli hüküm arasında ihramlı bir kimsenin hata yoluyla av hayvanı öldürmesi durumunun hükmü meçhul kalmaktadır. İşte bu konuda sünnet gelerek, hata ile kasıtlı öldürmenin arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Zühri şöyle demiştir: "Kur'an, kasten öldüren kimseye ceza hükmünü getirmiştir. Ceza, hata yolu ile öldürmede de sünnetin hükmü olmaktadır." Zühri, alimler içerisinde sünneti en iyi bilenlerden biridir.

 

(5)   Her türden olan helal ve haramı Kur'an beyan etmiştir. Bu ikisi arasında ise durumları belli olmayan şeyler vardır ve bunlar hem helal hem de haram tarafının hükmünü alabilir. İşte bu konuda Rasulullah [s.a.v.] devreye girerek durumu hem icmali olarak hem de detaylı bir biçimde açıklamıştır. İcmali olarak şöyle açıklamıştır: "Haram bellidir, helal bellidir; bu ikisi arasında ise durumları belli olmayan şüpheli şeyler vardır ... " İkinci kısımdan açıklamasına ise şunları örnek gösterebiliriz: Abdullah b. Zem'a hadisinde, (yargı yoluyla Zem'a'ya ait olduğuna hükmettiği çocuk hakkında) (Zem'a'nın kızı olan) Sevde validemize (ki hükme göre kardeş oluyorlar): "Ey Sevde! Onun yanında örtün!" buyurmuştur. Çünkü her ne kadar çocuğun Zem'a'ya ait olduğuna hükmetmişse de, (onun kendisinden olduğunu iddia eden) Utbe'ye benzer olduğunu görmüştü. Av konusunda Adiy b. Hatim hadisinde ise Rasulullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "Köpeklerine başka bir köpek karışırsa, tutulan avı yeme! Bilemezsin belki de senin olmayan köpek tutmuştur. " İçerisine çeşitli hayız bezi, pislik vb. şeyler atılan Bida'a kuyusu hakkında da: "Allah Teala, suyu temiz olarak yaratmıştır; onu hiçbir şey pis kılamaz" buyurmuş ve onun hükmünü iki taraftan birine yani temizlik hükmüne katmıştır. Av hakkında: "Gözünün önünde öleni ye, yaralanıp kaçan ve daha sonra öleni bırak!" buyurmuştur. Süt haramlığı konusundaki Ukbe b. Haris hadisinde şöyle anlatılır. Bu zat evlenmek istediği zaman siyah bir kadın gelerek hem kendisini hem de evlenmek istediği kadını emzirdiğini söyler. Bunun üzerine bu sahabi doğru Medine'ye hareket eder ve olanları Rasulullah'a [s.a.v.] anlatır. Bunun üzerine Rasulullah [s.a.v.]: "Nasılolabilir?! Kadın her ikinizi de emzirdiğini iddia etmektedir. Onu bırak!" buyurur. Buna benzer daha pek çok örnek vardır.

 

(6)   'Allah Teala zinayı haram kılmış, evlenmeyi ve cariyelerle ilişkide bulunmayı helM kılmıştır. Meşru şekle muhalif aktedilen nikah hakkında ise sükut geçmiştir. Çünkü böylesi bir akit, ne gerçek bir nikahtır, ne de tam bir zina ilişkisidir. İşte bu gibi konularda, bazı uygulamaların hükmünü bildirmek üzere sünnet gelmiş, sünnetin açıklık getirmediği diğer şekiller ise ya mutlak surette ya da bazı hallerde iki asıldan birine katılması veya başka bir durumda diğer asla katılması konusunda ictihada mahal olmak üzere kalmıştır. Hadiste şöyle gelmiştir: "Hangi kadın velisinin izni olmadan nikahlanırsa, onun nikahı batıldır, onun nikahı batıldır, onun nikahı batıldır. Eğer zifaf gerçekleşmişse, kocanın kadından istifadesi karşılığında ona mehir vermesi gerekir. " Fasid diğer nikahlarla ilgili olarak sünnette yer alan diğer hadisler için de edilecek söz aynıdır.

 

(7)   Allah Teala, deniz hayvanlarını temiz olan şeyler arasında olmak üzere helal kılmış,laşeyi de haram olan iğrenç şeyler arasında saymıştır. Bu iki ucun arasında deniz ölüsünün hükmü belirsiz kalmıştır. Acaba denizde kendiliğinden ölen bir hayvanın hükmü nedir? İşte bu konuya sünnet ışık tutmuş ve Rasulullah [s.a.v.] konuyla ilgili olarak: "Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir" buyurmuştur. Bazı hadislerde de şöyle buyrulmuştur:

"İki ölü helM kılınmıştır: balık ve çekirge. " Öbür taraftan Rasulullah [s.a.v.], deniz tarafından karaya vuran ve Ebu Ubeyde tarafından getirilen (balık)tan da yemiştir.

 

(8)   Allah Teala taammüden işlenen cinayetlerde cana can, dişe diş olmak üzere hem canlar hem de organlar için kısas hükmünü koymuş ve bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme (kısas) yazdık. "[Maide 45] Hata yoluyla işlenen cinayetler hakkında ise: "Mü'min bir köle azadı ve ailesine ödenecek diyet gerekir"[Nisa 92] buyruğu ile diyet hükmünü getirmiştir. Rasulullah da inşallah ileride gelecek olan şekil üzere organ diyetlerini belirlemiştir. Bu durumda her iki ucun hükmü belirlenmiş, bu ikisi ortasında anne karnından bir darbe vb. sonucunda düşürülen ceninin hükmü müşkil bir hal almıştır. Çünkü bir taraftan diğer organlar gibi annesinin bir parçası durumundadır, öbür taraftan bakıldığı zaman hilkat itibarıyla tam bir insan sayılabilmektedir. İşte bu müşkil durumun hükmünü sünnet açıklamış ve hükmün "gurre" olduğunu ve tam olarak her iki tarafa da benzemediği için nevi şahsına münhasır bir hükmü bulunduğunu belirtmiştir.

 

(9)   Allah Teala meyteyi yani usulüne göre boğazlanmadan ölmüş hayvanı haram, usulüne göre boğazlanmış hayvanı da hel al kılmıştır. Boğazlanmış bir hayvan karnından ölü olarak çıkan yavrunun hükmü, bu iki esas arasında kalmakta ve her iki tarafın da hükmünü alabilecek durumdadır. Vaziyet böyle iken Resulullah [s.a.v.} "Yavrunun boğazlanması, annesinin boğazlanmasıdır" buyurmuş ve yavrunun annesinin bir parçası sayılması tarafını, onun müstakil bir varlık olduğu tarafına tercih etmiştir.

 

(10)       Allah Teala miras ayetinde: "Eğer kadınlar ikinin üzerinde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır. Şayet bir ise yarısı onundur"[Nisa 11] buyurmaktadır. Bu ayete göre iki kızın durumu beyan edilmiş olmamaktadır (meskutun anh). Onlarla ilgili hükmün belirlenmesi sünnete kalmış ve onlar da, ikiden fazla kızın hükmüne katılmışlardır. Nitekim el-Kadı İsmail böyle zikretmiştir.

 

Buraya kadar verilenler konu ile ilgili örneklerdir ve bunlar değerlendirilmek suretiyle diğerleri hakkında da bir hükme ulaşmak mümkündür. Çünkü konu düşünen kimse için gayet açıktır ve sonuçta bunlar, hükmü nasslarla belirlenmiş olan iki uçtan birine ya da aynı anda her ikisine de birden katmak demektir ve hiçbir zaman bu iki uç esasın dışına çıkılması söz konusu değildir.

 

Şimdi de kıyas alanına giren hadisler üzerinde duralım: Kur'an-ı Kerim'de bazı esaslar vardır ki bunlar, benzeri durumların hükmünün de kendi hükümleri gibi olduğuna işarette bulunur ve bunların mutlak olarak zikredilmeleri bazı kayıtlı olanların da onlar gibi olduğunun anlaşılmasını sağlariar. Bu durumda sünnetin konu ile ilgili beyanına dayanılarak fer'i meselelerin tefriine gidilmeksizin bu esaslarla yetinilir.

 

Bu yaklaşım, makisun aleyhin -her ne kadar has s olsa da- mana bakımından amm olması esasından hareketle olmaktadır. Bu konunun izahı Deliller bahsinde geçmişti. Durum böyle olunca konuyu şöylece özetlememiz mümkün olacaktır: Kur'an'da bir asıl bulunduğu zaman, sünnet ya onun manasında olanı, ya ona katılacak olanı veya ona benzer olanı ya da ona yakın olanı getirmiş olacaktır. İfade edilmek istenen mana işte budur. Burada Rasulullah'ın [s.a.v.] söz konusu hadisi kıyas yoluyla ya da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark yoktur. Her halükarda o söz, bizim zihinlerimizde makis (kıyas yapılan) mecrasında algılanacak, Kitap aslı -Deliller bölümünün başında zikredilen mana itibarıyla- onu da kapsamış olacaktır. Konu ile ilgili çeşitli örnekler verilecektir:

 

1. Allah Teala, ribayı ve hakkında, "Elbette alış-veriş de riba gibidir"[Bakara 275] dedikleri cahiliye ribasını haram kılmıştır. Cahiliye ribasından maksat, alacaklının borçluya: ''Yaborcunu ödersin ya da arttırırsın" demesi ve onun da kabul etmesi suretiyle borcun yeni bir borç karşılığında feshedilmesidir. "Eğer tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz"[Bakara 279] ayeti de buna delalet etmektedir. Rasulullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "Cahiliye ribası kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk riba da Abdulmuttalip oğlu Abbas'ın ribasıdır; onun hepsi kaldırılmıştır. " Durum böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık yüzündendir. Sünnet işte bu noktayı göz önünde tutarak, karşılıksız fazlalığın her türlüsünü yasağın kapsamına sokmuştur. Bu meyanda olmak üzere Rasulullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile, arpa arpa ile, hurma hurma ile, tuz tuz ile (mübadele edildiğinde) misli misline, dengi dengine ve elden ele olacaktır. Kim artırır veya fazla alırsa şüphesiz o ribfı almış / vermiş olur. Bu sınıflar muhtelif olduğu zaman, elden ele olmak kaydı ile istediğiniz gibi alıp satın!" Hadisin son cümlesinde sınıfların muhtelif olması halinde söz konusu olan nesi'e ribası da yasak kapsamına eklenmiştir. Çünkü bedellerden birinin ertelenmesi, (genelde) karşılıksız bir fazlalık anlamı taşır. Menfaat celbeden her türlü selef yani borç ilişkileri de yine bu mana içine girmektedir. Şöyle ki: Nesiede yani bedellerden birinin veresiye olması halinde cinsin kendi cinsi karşılığında satılması, birşeyin kendisini yine kendine bedel tutma kabilindendir. Çünkü her ikisinden elde edilecek fayda birbirine yakındır. Bu durumda bedellerden birinin fazla olması, karşılıksız bir ziyadelik anlamına gelir. Bu ise yasaktır. İki bedelden birinin veresiye olması, adeten ancak kıymette bir ziyadeliğin olması halinde olur. Zira elde peşin olan birşeyin, kendi cinsinden veresiye bir şey ile mübadelesi, ancak elde peşin olandan veresiye olanın daha kıymetli ve üstün olması halinde söz konusu olur. Dolayısıyla bu, akdin yasaklanmasını gerektiren bir fazlalıktır. Geriye şu soru kalıyor: Peki, nakdeyn yanı altın ve gümüş ile gıda maddeleri dışında kalan diğer malların bu tür satışı niçin caizdir de bunlarınki caiz değildir?! İşte bu nokta, müctehidlerce ayırımı zor ve kapalı olan bir konudur ve bu şimdiye kadar manası henüz açıklık kazanamamış en kapalı meselelerden biri olma özelliğini hala korumaktadır. Bu yüzden sünnet konuya müdahale ederek müctehidlerce bulunup ortaya çıkarılması ve diğerlerinden ayrılması imkansız olan bu meseleye açıklık getirmiştir. Eğer bu konu da, diğer konular gibi açık olsaydı, diğerleri gibi bu da müctehidlerin görüş ve değerlendirmelerine havale edilirdi. İşte böyle bir konu, kıyastaki asıl ile fer' mecrasında cari olmaktadır. Düşün!

 

2. Allah Teala, nikahta ana ile kızın ve iki kızkardeşin bir arada tutulmasını haram kılmış ve: "Bunların dışında kalanlar size helal kılındı" [Nİsa 24] buyurmuştur. Rasulullah [s.a.v.] da, kıyas kabilinden olmak üzere bir kadın ile teyzesinin ya da halasının aynı nikah altında bir arada (cem) tutulmasının haram olacağı hükmünü getirmiştir. Zira Allah Teala'nın, sözü edilen kadınların aynı nikah altında cem edilmesini haram kılmasını gerektiren illet burada da mevcuttur. Bu hükmü getiren hadiste Rasulullah [s.a.v.]: "Çünkü eğer siz bunu yaparsanız, akrabalık ilişkilerini koparmış olursunuz" buyurmuştur. Bilindiği gibi hükmün talili, kıyasın yönüne işaret eder.

 

3. Allah Teala, temiz suyu belirlerken, onun gökten indirip yeryüzüne yerleştirdiği su olduğunu ifade buyurur. Böyle bir niteleme, deniz suyu hakkında gelmemiştir. İşte bu konuda sünnet gelerek, onun da diğer sular gibi olduğunu belirtmiş ve: "Denizin suyu temiz, ölüsü helfıldir" buyurarak onun hükmünü diler suların hükmüne katmıştır."

 

4. Can diyetini Allah Teala Kur'an'da zikretmiştir. Organların diyetinden ise söz etmemiştir. Bu konuda aklen kıyas yürütülmesi zordur. İşte bu yüzden hadis devreye girerek konuyu aydınlatacak şekilde organ diyetlerini açıklamıştır. Bu durumda hadis, bir nevi durumu müşkil olan kıyas mahiyetindedir, Dolayısıyla mutlaka ona başvurmak ve onun parelelinde yürümek gerekecektir.

 

5. Allah Teala, miktarları belli olan miras paylarını açıklamıştır. Bunlar:

 

Yarım, dörtte bir, sekizde bir, üçte bir, altıda bir olarak belirlenen paylardır. Asabenin mirasını ise sadece işaret yoluyla zikretmiştir. Bu meyanda ana babadan bahsederken: "Çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur; anasına üçte bir düşer"[Nisa 11], çocuklardan bahsederken: "Erkeğe iki dişinin hissesi vardır"[Nisa 11] buyurur. Kelfıle ayetinde de: "(Ölen) kızkardeşin çocuğu yoksa, (erkek kardeş) ona tamamen vfıris olur. Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse, erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır"[Nisa 176] buyurur. Bu ayetler, belirlenmiş miras payları alındıktan sonra geri kalan kısmın asabeye ait olacağını gerektirir. Geriye mesele olarak burada ismi geçmeyen dede, amca, amca oğlu vb. gibi erkek akrabaların durumu kalmaktadır. İşte bu konuda Rasulullah [s.a.v.] devreye girerek: "Belirlenmiş payları sahiplerine verin! Geriye kalan kısım ise, en yakın erkeğe aittir"; bir başka rivayette: "En yakın erkek asabeye aittir" buyurarak onların durumunu da Kur'an'da zikri geçen erkeklerin hükmüne katmıştır. Böylece Rasulullah [s.a.v.], bizzat Kur'an'da belirtilmiş olan asla, ihtiyaç duyulan (ve muhtemelen ictihad ile de ulaşılamayacak olan) diğer erkek akrabaların durumunu da katmıştır.

 

6. Allah Teala, süt haramlığı ile ilgili olarak: "Sizi emziren anneleriniz ve süt kızkardeşleriniz size haram kılındı"[Nisa 23] buyurmuştur. Rasulullah [s.a.v.] ise, nesep dikkate alındığı zaman kimler haram oluyorsa, süt yoluyla onların da haram olacağını belirtmiş ve böylece hala, teyze, erkek kardeş kızı, kız kardeş kızı vb. kimselerin hükmünü, Kur'an'da geçen iki grubun hükmüne katmıştır. Bu katma yolu, kıyas ile katma yolu olmaktadır. Zira burada söz konusu olan, (asıl ile fer') arasında fark olmadığı belirtilerek yapılan kıyas kabilinden olmaktadır ve buna bizzat sünnet de değinmiştir. Zira bu konu Rasulullah'ın dışında kalan müctehidler için tereddüde mahal olacak ve "Acaba bu konu taabbudi midir? Yoksa ictihadi midir?" tartışması hep açık kalacak ve bir çözüme ulaşılamayacaktı. İşte Rasulullah [s.a.v.] bunu öngörmüş ve konu ile ilgili olarak: "Şüphesiz ki Allah Teala, nesepten dolayı haram kıldığını sütten dolayı da haram kılmıştır" buyurmuştur. Bu manada daha başka hadisleri de vardır. Sonra haramlık hükmünde kadınlara erkekleri de katmıştır. Çünkü haramlığı doğuran süt, kadında kocasının ilişkisi sonucunda oluşmaktadır. Süt sebebiyle kadın anne olduğuna göre, sütün sahibi olan erkeğin de hiç şüphesiz baba olması gerekecektir.

 

7. Allah TeMa, Mekke'yi Hz. İbrahim'in [aleyhisselam] "Rabbim! Burayı güvenli bir belde kıl!"[Bakara 126] şeklindeki duası sebebiyle kutsal (haram) kılmış ve: "Bizim Mekke'yi güvenli ve kutsal bir belde kıldığımızı görmediler mi?"[Ankebut 67] buyurmuştur. Böylece Allah Teala, Mekke'yi kutsal belde kılmıştır. Rasulullah [s.a.v.] da, aynen Hz. İbrahim'in [aleyhisselam] Mekke için yaptığı duasını bir misli fazlasıyla beraber Medine için yapmıştır. Allah Teala da onun bu duasını kabul ederek Medine'nin iki taşlığı arasındaki alanı kutsal belde (harem) kılmıştır. (Rasulullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "Ben Medine'nin iki taşlığı arasını ağacı kesilmemek, avı öldürülmemek üzere kutsal belde ilan ediyorum." Bir başka rivayette de: "Eğer Medinelilere biri bir kötülük etmek isterse Allah onu cehennemde kurşun eritir gibi yahut suda tuz eritir gibi eritir" buyurmuştur. Başka bir rivayette de şöyle buyurur: "Medine kutsaldır; dolayısıyla orada kim bir bidat çıkarır veya bir bidatçiyi barındırırsa, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir. Kıyamet gününde onun ne farzı ne de nafilesi (veya onun ne tevbesi ne de fidyesi) kabul edilmez.'' Aynı ibare Hz. Ali'nin sahifesinde de yer almaktadır. Burada görülen şey, Medine'nin kutsallık bakımından Mekke'ye katılmasıdır. Ayette Mekke hakkında şöyle buyurulur: "Doğrusu inkar edenleri, Allah'ın yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram'dan alıkoyanları ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak (ilhad) isteyeni, can yakıcı bir azaba uğratırız. "[Hacc 25] Bu ayette geçen "ilhad" kelimesi, haktan zulme doğru meylin her türlüsünü ve bütün türleriyle yasak olan şeylerin işlenmesini içine alır. Nitekim sünnet ayeti bu şekilde tefsir etmiştir. Bu manada Medine de onun hükmüne katılmış olmaktadır.

 

8. Allah Teala, "Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, -biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak- iki kadın olabilir"[Bakara 282] buyurmakta ve mali konularda bir erkeğin yanında iki kadının şahitliğini kabul etmektedir. Bundan kadınların şahitliklerinin zayıflığı ortaya çıkmaktadır. ''Akıl ve dini noksan olanlardan hiç birinin akıllı bir kimseye sizin kadar galebe çaldığını görmedim" sözünde de bu noktaya işarette bulunmuştur. Akıl noksanlığını, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk sayılması şeklinde izah etmiştir. Bu husus Kur'an'la sabit olmuş ve "biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak" buyurulmakla da onların şahitlik konusunda erkeğin derecesinden daha aşağı bir mertebede olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu noktadan hareketle Rasulullah [s.a.v.], bir şahitle birlikte yemini de ayette zikredilenlerin hükmüne katmış ve bu yolla hüküm de bulunmuştur. Çünkü insanların haklarının yenmesinde ve yerine getirilmesinde yeminin de bir yeri vardır ve Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın ahdini ve yeminlerinizi az bir değere değişenlerin, işte onların, ahirette bir payları yoktur .. "[Al-i İmran 77] Böylece bir şahit ile yemin, kıyasta iki erkek şahit ya da bir erkek ile iki kadın şahit yerine geçmiştir. Ancak bu herkesin kavrayamayacağı bir kapalılıkta olduğu için sünnet onu açıklamıştır.

 

9. Allah Teala, rak ab e mülkiyetinin satışını Kur'an'da zikretmiş ve onu helal kılmıştır. Bazı şeyler hakkında olmak üzere icareden de bahsetmiştir. Mesela: "Onu getirene bir deve yükü (ödül) vardır"[Yusuf 72] ayetinde "cu'l"dan; "Kim fakir ise uygun bir şekilde yesin"[Nisa 6] ayetinde yetim malının idaresi hakkında icareden, "Zekat işlerinde çalışanlara ... " [Tevbe 60] ayetinde zekat memurluğundan ve daha başka menfaatler üzerine yapılan icareden söz etmiş, diğer menfaatler hakkında bir hüküm getirmemiştir. Sünnet ise, bu konuda mutlak cevaz hükmünü getirmiş ve insan, hayvan, ev ve arazi gibi her türlü rakabe menfaatlerinin icareye konu olabileceğini belirtmiştir. Rasulullah [s.a.v.], bu konuda birçoğunun durumunu beyan buyurmuş, diğerlerini de idihad müessesesine havale etmiştir. Bu ise, şeriatta muteber olan kıyas alanı olmaktadır. Bu konuda Resulullah'ın [s.a.v.] özelolarak kıyasta bulunmayı kastetmiş olup olmaması bizim açımızdan önemli değildir. Çünkü bunların hepsi sonuç itibarıyla hangi şekilde olursa olsun Allah'ın kendisine indirmiş olduğu şeylerin açıklanması amacına çıkmaktadır.

 

10. Allah Teala, Hz. İbrahim ile ilgili olarak onun rüyasından bahsetmiş ve buna istinaden oğlunu boğazlamaya giriştiğinden söz etmiştir. Keza Hz. Ylisufun ve iki gencin rüyalarından bahsetmiştir. Bunlar doğru (sadık) rüyalardı; ancak bütün rüyaların doğru olduğuna dair bunda bir delalet yoktu. Rasulullah [s.a.v.] işte bu konunun hükmünü beyanla her salih kimsenin göreceği sadık rüyanın, nübüvvetin (kırk altı) cüzündün bir cüz olduğunu ifade etti. Yine o, rüyaların birer müjde (mübeşşir) olduklarını ve kısımları olduğunu ve buna benzer diğer hükümlerini beyan buyurdu. Böylece rüyaların onun tarafından bu şekilde değerlendirilmesi, diğer rüyaların da Kur'an'da zikredilenlerin rüyalarına katıldığı anlamını içermiş olmaktadır. Kıyasta yapılan şey de işte budur. Bu konuda örnek pek çoktur. Bu kadarla yetiniyoruz.

 

e) Bir diğer yaklaşım da, Kur'an'ın çeşitli delillerinden ortaya çıkan toplu manaların dikkate alınmasıdır. Deliller çeşitli manalar hakkında gelmiş olabilir, ancak onların hepsini -me salih-i mürsele ya da istihsandakine benzer- bir mana kapsar halde bulunur. Sünnet de işte bu kapsamlı mananın bir gereği olarak gelir. Böylece bilinir ya da zannedilir ki, söz konusu kapsamlı mana o cüzlerin toplamından çıkarılmıştır. Tabii bu, sünnetin sadece Kitab'ın açıklanması için geldiğini gösteren delilin sıhhati üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu yaklaşımın örneği, "Şerı Deliller" bölümünün başında "Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur" hadisinin manasının Kitap'tan çıkarılması sırasında geçmişti. Bu manada bulunan diğer hadisler de bu kısma girer. Burada tekrara gerek görmüyoruz.

 

f) Bir diğer yaklaşım da, hadislerin detaylarının -her ne kadar ilave beyanlar içerse de- Kur'an'ın tafsilatı içerisinde bulunduğu yaklaşımıdır. Ancak bu yaklaşım sahiplerinin her halükarda sünnette yer alan her mananın -bir başka açıdan değil de sadece lügavi vaz' açısındanbizzat Kur'an'da işaret edilmiş ya da açıkça değinilmiş olduğunu isbat etmesi gerekir. Bu yaklaşımla ilgili önce örnekler verelim, sonra da doğru olup olmadığına bakalım:

 

Konu ile ilgili çeşitli örnekler vardır:

 

1) Bid'i talakla ilgili İbn Ömer hadisi: İbn Ömer, hayız halinde iken karısını boşamıştı. Rasulullah Hz. Ömer'e: "Ona emret, karısına dönsün, sonra temizleninceye kadar bıraksın, sonra hayız görsün, sonra temizlensin, sonra isterse tutsun, isterse ona yanaşmadan önce boşasın. Allah Tedld'nın kadınların boşanmasında dikkate alınmasını emrettiği iddet işte budur" buyurdu. Rasulullah [s.a.v.] bu sözüyle Allah Teala'nın: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın!''[Talak 1] emrini kastetmektedir.

 

2) Fatıma bt. Kays hadisi: Rasulullah [s.a.v.], bu kadın (kocası Ebu Amr b. Hafs tarafından) hain talak ile boşandığı zaman kendisine ne mesken ne de nafaka bağladı.  Halbuki bilin talak ile boşanmış kadınların, nafaka hakları yoksa da mesken hakları bulunmaktaydı. Çünkü bu kadın kötü huylu biriydi ve dili ile ailesine eza veriyordu. Rasulullah'ın [s.a.v.] bu uygulaması, "Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali hariç evlerinden çıkarmayın'' [Talak 1] ayetinin tefsiri olmaktadır.

 

3) Sübey'a el-Eslemi hadisi: Bu kadın, kocasının vefatından on beş gün sonra doğurdu ve Rasulullah [s.a.v.] kendisine artık evlenebileceğini bildirdi. Böylece bu hadis, "İçinizden ölenlerin geride bırakmış olduğu eşler, kendi kendilerine dört ayan gün beklerler? [Bakara 234]" ayetinin, hamile olmayan kadınlara mahsus olduğunu açıklamış oldu. "Hamile olanların iddeti, doğurmaları ile tamamlanır"[Talak 4] ayeti ise, hem boşanmış hem de kocası ölmüş kadınlar için genel (amm) olmaktadır.

 

4) Ebu Hureyre hadisi: "Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler"[Bakara 59] ayeti hakkında Ebu Hureyre: "İsrailoğullan 'Hıtta' sözcüğü yerine 'Habbe rı şa're' demişlerdir" der.

 

5) Cabir hadisi: Rasulullah [s.a.v.] Mekke'ye geldiği zaman Kabe'yi yedi defa tavaf etmiş, "İbrahim'in makamını namaz kılma yeri edinin'''[Bakara 125] ayetini okuyarak, Makam'ın arkasında namaz kılmış, sonra Hacerü'l-Esved'e gelerek onu selamlamış; daha sonra da (sa'ye başlamak üzere) "Allah'ın başladığı (Safa) ile başlarız" buyurarak: "Şüphesiz ki Safa ve Merve, Allah'ın nişanelerindendir''[Bakara 158] ayetini okumuştur.

 

6) Nu'man b. Beşir hadisi: Rasulullah [s.a.v.], "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size icabette bulunayım ...''[Mü'min 60] ayeti hakkında: "Dua, ibadettir" buyurmuş ve ayeti sonuna kadar okumuştur.

 

7) Adiyy b. Hatem hadisi: Bu zat şöyle demiştir: "Tan yerinde, beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırd edilinceye kadar yiyin, için''[Bakara 187] ayeti inince Rasülullah [s.a.v.] bana: "Şüphesiz (dyetteki ipliklerden) maksat gündüzüm aydınlığı ile gecenin karanlığıdır" dedi.

 

8) Semüre b. Cündüb hadisi: Rasülullah [s.a.v.]: "Salatu'l-vusta" ikindi namazıdır" buyurmuştur. Keza Hendek savaşı sırasında: "Allah'ım! Onların kabirlerini ve evlerini ateş doldur; çünkü onlar bizi güneş batıncaya kadar 'salatu'l-vusta'dan (yani ikindi namazından) alıkoydular" buyurmuştur.

 

9) Ebü Hureyre hadisi: Rasülullah [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "Cennette bir kamçı kadarcık yer, elbette dünyadan ve dünyada olan herşeyden daha hayırlıdır. İsterseniz: 'Ateşten uzaklaştırılıp, cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur'[Al-i İmran 185] ayetini okuyun."

10) Kebair yani büyük günahlar hakkındaki Enes hadisi: Rasülullah [s.a.v.] bu konuda şöyle buyurmuştur: ''Allah'a şirk koşmak, ana babaya isyan etmek, cana kıymak ve yalan söylemek. '' Bu konuda daha başka hadisler vardır ve onlarda da büyük günahların zikri geçmektedir. Hepsi de sonuç itibanyla: "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız ... "[Nisa 31] ayetinin tefsiri mahiyetindedir.

 

Bu türden olan sünnet çoktur.

 

Ancak Kur'an, bu yaklaşımı destekleyecek gibi değildir. Hadislerde geçen her konuya Kur'an'ın doğrudan değinmesi veya Arab'ın kullandığı lügav! vaz' açısından onlara işarette bulunması mümkün değildir. Bu konuda ilk şahit namaz, hacc, zekat, hayız, nifas, lukata, kıraz, müsakat, diyet, kasame ve benzeri sayılamayacak kadar çok olan durumlardır (ve bütün bunlar, bu yaklaşım sahiplerinin iddia ettiği gibi sünnetin, Kur'an nasslarını husus! beyan tarzında geldiği konular olmaktan uzaktır). Bu itibarla bu yaklaşımın taraftarları iddialarını isbat edecek durumda değillerdir. Bunların yapacakları şey, olsa olsa Arap dilinin kabul etmeyeceği zorlamalara girerek iddialarına mesnet aramaya çalışmak olacaktır. Böyle bir çabaya ne selef-i salihin ve ne de ilimde yüksek payeye ulaşmış alimlerin katılması mümkün değildir. Birileri, üzerine dikkat çektiği bu kapının aralanmasına merak sarmış, fakat başaramamıştır. Zira iddiasını ancak sözü edilen zorlamalara girerek ve sünnetin getirdiği şey hakkında Kur'an'da husus! surette nass ya da işaret bulunmayan pek çok yerde de ilk yaklaşıma başvurmak yoluyla ispata çalışmıştır. Bu ise onun iddiasının boşa çıkması anlamına gelir. Üstelik böylesi bir tekellüfe girişen kişi, sadece Müslim b. Haccac'ın kitabında yer alan müsned hadislerin manalarının Kur'an'dan çıkarılmasına çalışmıştır. Diğer imamların telif ettikleri hadis kitaplarına bakmamıştır. Bu yeltenme, Kur'an ve Hadis ilimleri içerisinde vücuda getirilen en garip çalışmalardan biri olmaktadır.

Burada zikrettiğimiz yaklaşımların konu ile ilgili tezi ortaya koymaya yeterli olacağını umuyoruz. Doğruya muvaffak kılan ancak Allah'tır.

 

 

FASIL:

 

Buraya kadar verilen izahattan, Kur'an'ın temas ve işarette bulunmadığı ileri sürülen hadisler hakkında cevap da anlaşılmış olmaktadır. "Çok geçmez sizden biri koltuğuna kurulur; kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: 'Aramızda ve aranızda Allah'ın kitabı var. Onda helfıl olarak bulduğumuzu helM kabul eder, onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.' Dikkat edin! Allah'ın Rasulünün [s.a.v.] haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir'' hadisi konumuzIa ilgili değildir. Çünkü o hadis, Kur'an'ı anlama konusundaki kendi anlayışına dayanarak sünneti bir tarafa atmak isteyen kimseler hakkında gelmiştir. Biz ise burada böyle birşey iddia etmiyoruz. Hadiste sözü edilen görüş örnek yoldan çıkan sapıkların görüşü olmaktadır. Rasulullah'ın [s.a.v.], "Dikkat edin! Allah'ın Resulünün [s.a.v.] haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir" ifadesi geçen şekil üzere doğrudur ve bu ya hükmü açık olan iki uç arasında dönüp durmakta olan illetin belirlenmesi (tahkik-i menat) yoluyla, ya kıyas yoluyla ya da geçen yaklaşımlardan bir başkası yoluyla gerçekleşir.

 

[Hatırlanacağı üzere daha önce şöyle bir itiraz gelmişti: İstikra (kapsamlı araştırma) da göstermektedir ki, sünnette bizzat Kur'an tarafından temas edilmeyen sayılamayacak kadar çok şey vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kadının halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehli eşeklerin yenilmesinin, köpek dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması, diyet, esirlerin fidye karşılığı kurtarılması, müslümanın kafir karşılığında kısas yoluyla öldürülmemesi ... gibi.]

 

Bir kadının halası ya da teyzesi ile birlikte nikah edilmesinin haram kılınması, keza köpek dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması ve diyet ile ilgili cevap geçmiş bulunmaktadır.

 

Esirlerin fidye karşılığı kurtarılması meselesine gelince, bu: "Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir"[Enfal 72] ayetinden alınmaktadır. Ayet gücü yetmediği için hicret edemeyen kimseler hakkında gelmiş ve böyle birinin hicret için yardım istemesi durumunda bu yardımın yapılmasını vacip kılmıştır. Esir ise yardıma hak kazanma konusunda daha öncelikli durumdadır. Bu, sünnetin kıyas yoluyla kitaba katılması yaklaşımına ait bir örnek olmaktadır.

 

Müslümanın kafir karşılığında öldürülmemesi hükmüne gelince, alimler bunu şu gibi Kur'an ayetlerinden çıkarmışlardır: ''Allah inkarcılara, inananlar aleyhinde asla fırsat vermeyecektir. "[Nisa 141]; "Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. ''[Haşr 20] Bu ayet delillikten çok uzaktır. Şu nokta daha açıktır ki, eğer bunun hükmü Kur'an'da nass ile ya da işaret vb. bir yolla belirlenmiş olsaydı, Hz. Ali onu Kur'an'dan hariç tutmaz ve: "Bizim yanımızda sadece Allah'ın kitabı ve bir de şu sahifede olanlar var" demezdi. Zira eğer kafire karşılık müslümanın öldürülmesi Kur'an'da olsaydı, bunu saymaksızın diğer iki şeyi zikrederdi. Meselenin hükmünün sözü edilen kıyas yaklaşımından alınması mümkündür. Çünkü Allah Teala:

 

"Hür hür karşılığında, köle köle karşılığında ... kısas edilir''[Bakara 178] buyurmuş ve hürü köle karşılığında kısas yoluyla öldürtmemiştir. Kölelik, kafirliğin sonuçlarından olmaktadır; öyleyse müslümanın kafir karşılığında kısas edilmemesi hükmü öncelikli olarak sabit olacak demektir.

 

Hz. Ali'nin sahifesinde Kur'an dışında yer aldığını söylediği "Kim bir müslümana hiyanet ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin!" hadisine gelince, bu mana Kur'an'da vardır ve bunu en güzel şekilde: "Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lanet onlara ve kötü yurt, cehennem onlaradır"[Ra'd 25] ayeti ortaya koyar. Başka bir ayette de onların hüsrana uğrayan kimseler olduğu bildirilir.

 

Medine'nin kutsal (harem) belde oluşu ve bu mananın Kur'an'dan çıkarılması geçmişti.

Hz. Ali'nin sahifesinde yer alan ve müntesip olduğu kimselerin izni olmadan başka bir kavme intisap eden kimsenin durumuna gelince, bu da "Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar ... " ayetinin manası altına girmektedir. Çünkü vela bir nevi nesep bağı gibi sayılmaktadır. Buna göre azadlı kimsenin mevlasını ve müntesip olduğu kabilesini tanımaması ve kendisini bir başkasına nisbet etmesi vela nimetine karşı nankörlüktür. Aynen gerçek nesep konusunda öz babadan başka birisine intisap etmek gibi. Allah Teala ise şöyle buyurmaktadır: "Allah, size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar var eder. Size temiz şeylerden rızık verir. Öyle iken batıla inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?"[Nahl 72] Müslim'in Sahih'inde yer alan şu hadis de bu manayı doğrulamaktadır: "Herhangi bir köle, sahiplerinden kaçarsa, onlara dönünceye kadar nankörlük (küfr) etmiş olur"; "Bir köle kaçtı mı, hiç bir namazı kabul edilmez. "

 

Muaz hadisi ise, Kur'an'da açıkça beyan edilmeyen şeylerin, sünnette beyan edilmiş olduğunu, eğer onda da beyan edilmemişse ictihad yoluyla hükmünün açıklanacağı hakkında zahirdir. Dolayısıyla bu hadiste daha önce geçenlere ters düşen bir durum yoktur.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

BEŞİNCİ MESELE