EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞER’İ DELİLLER ... SÜNNET / İKİNCİ MESELE:

 

Sünnetin Yeri: Sünnet, dikkate alınma bakımından Kitap'tan sonra gelir. Buna şu hususlar delalet eder:

 

(1)   Kitap kat'i, sünnet ise zannidir. Sünnette kat'ilik ancak, kısmen söz konusu olabilir; tafsilatta kat'ilikten söz edilemez. Kitap ise hem genel hem de tafsil üzere kat'idir. Kat'i olan, zannl üzerine takdim olunacağından, Kitab'ın sünnet üzerine takdimi lazım gelir.

 

(2)   Sünnet, ya Kitab'ı beyan etmektedir ya da ona ilave bir hüküm getirmektedir. Eğer Kitab'ın içeriğini beyan mahiyetinde ise, o zaman sünnet, dikkate alınma bakımından beyan edilene nisbetle ikinci derecede bir yere sahip olacaktır. Şöyle ki, beyan edilecek olan şeyin düşmesi durumunda, beyanın da düşmesi lazım gelir; bunun aksine beyanın düşmesi halinde ise beyan edilecek olan şey düşmez. Durumu böyle olan birşeyin (yani Kitab'ın) tabi durumda olana takdimi gerekir. Eğer sünnet, beyan edici mahiyette değil de Kitab'a ilave birşey getiriyorsa, o zaman ona itibar Kitab'a bakıldıktan ve aranılanın onda bulunamamasından sonra olacaktır. Bu da Kitab'ın mertebece sünnetten önde geldiğinin delilidir.

 

(3)   Bu konuda gelen nakli deliller vardır. Muaz hadisi bunlardandır: Bu hadise göre,Hz. Peygamber [s.a.v.] ile, Yemen'e vali gönderdiği Muaz (r.a.) arasında şöyle bir konuşma cereyan eder:

- Ne ile hükmedeceksin?

- Allah'ın kitabıyla.

- Ya onda bulamazsan?

- Rasülullah'ın sünnetiyle.

- Onda da bulamazsan?

- Reyimle ictihad ederim ... 

 

Hz. Ömer, kadı Şureyh'e yazdığı mektubunda ise şöyle demiştir: "Sana bir durum geldiği zaman, Allah'ın kitabına göre hükmet. Eğer Allah'ın kitabında hükmü olmayan bir durum karşına çıkarsa, Rasülullah'ın [s.a.v.] verdiği hükümle hükmet ... " Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: "Eğer Allah'ın kitabında bir şey bulursan onunla hükmet ve başka hiçbir şeye iltifat etme." Hz. Ömer, bu sözün manasını bir başka rivayette şöyle açıklamıştır: "Allah'ın kitabında gördüğün ştıyi bak al ve o konuda başka hiçbir kimseye bir şey sorma. Allah'ın kitabında bulamadığın şey hakkında ise, Rasülullah'ın [s.a.v.] sünnetine tabi ol!" Buna benzer bir söz İbn Mesüd'dan da nakledilmiştir. O şöyle demiştir: "Sizden birinize bir dava arzedildiği zaman, Allah'ın kitabı üzere hükmetsin. Eğer Allah'ın kitabında hükmü bulunmayan bir mesele ile karşı karşıya gelirse, o zaman da Rasülullah'ın [s.a.v.] sünneti üzere hükmetsin." İbn Abbas ise, kendisine birşey sorulduğu zaman, eğer o meselenin hükmü Allah'ın kitabında varsa, onunla hükmederdi. Eğer Allah'ın kitabında hükmü yoksa ve o konuda Rasülullah'tan [s.a.v.] bir hüküm varsa onunla hükmederdi. Selef ve ulema sözlerinde, sünnetin Kur'an'dan sonra geldiğini gösteren benzen sözler pek çoktur.

 

Hanefi usülcülerin taksiminde yer alan farz ve vacip ayırımı da, Kitab'ın sünnet üzerine takdimi, Kitab'a itibarın sünnetten daha güçlü olduğu esasından kaynaklanır. Bu ayırımın manası konusunda diğerlerinin de farklı düşünmediğini söyleyebiliriz. Bu durumda herkes tarafından kesin olarak kabul edilen sonuç şudur: Sünnet, değerlendirme bakımından Kitap mertebesinde değildir.

 

İTİRAZ: Bu sonuç, tahkikçi alimlerin görüşlerine aykırıdır. Şöyle ki:

 

(1)   Alimlere göre sünnet, Kitap üzerinde hakim konumda iken, Kitap sünnet üzerinde hakim değildir.  Çünkü Kitab'ın iki ya da daha fazla durumlara ihtimali olabilir, sonra sünnet gelerek bu ihtimallerden maksüd olanı belirler. Bu durumda sünnete dönülmüş ve Kitab'ın gereği terkedilmiş olur. Keza bazen Kitab'ın zahiri emir olur, sonra sünnet gelir ve onu zahir manasından çıkarır. Bu ise sünnetin takdim edildiğinin bir delilidir. Bu konuda şunu belirtmek dahi yeterlidir: Sünnet Kitab'ın mutlakını takyit, umumunu tahsis eder ve onu zahiri dışında başka manalara yorar. Nitekim bu konular usul kitaplarında zikredilmiştir. Mesela Kur'an, her hırsızın elinin kesilmesi hükmünü getirmiştir. Sünnet ise, koruma (hırz) altında bulunan ve nisap miktarına ulaşan malı çalan kimsenin elinin kesileceğini belirtmek suretiyle Kur'an'ın getirdiği hükmü tahsis etmiştir. Yine Kur'an, zahir olan her maldan zekat alınması hükmünü getirirken, sünnet bunu belirli mallara tahsis etmiştir. Allah Teala, kendileriyle evlenmeleri haram olan kadınları saydıktan sonra: "Bunların dışında kalanlar size helM kılındı"[Nisa 24] buyurur. Sünnet ise, bu genellemeden bir kadının halası ve teyzesi ile bir arada nikah edilmesi hükmünü dışarı çıkarır. Bütün bunlar Kur'an'ın zahirinin bırakıldığını ve sünnete itibar edildiğini gösteren örneklerdir. Bu tür örnekler sayılamayacak kadar çoktur.

 

(2)   Bir diğer nokta şudur: Kitap ve sünnetin tearuz etmesi (çelişmesi) durumunda usulcüler, Kitab'ın mı yoksa sünnetin mi takdim edileceği ya da gerçekten tearuzun söz konusu olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir.

 

Bazıları Muaz hadisi üzerinde eleştiride bulunmuşlar ve aslında onun delilolamayacağını söylemişlerdir. Çünkü gerçekte Kitap'ta olanın tümü, sünnetin tümü üzerine takdim olunmaz. Zira (sübut bakımından kat'i olan) mütevatir sünnet, delalet bakımından Kur'an nasslarından geri değildir. Kitab'ın zahiri karşısında vahid haberlerin durumu ise ictihad mahalli olup tartışmaya açıktır. Bu yüzden de söz konusu olan görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Bunlara göre Muaz hadisinde sözü edilen takdim, daha kolay ve kendisine ulaşılması daha yakın olan (Kitap) ile işe başlamaya yorulur. Durum böyle olunca da, mutlak surette Kitab'ın sünnete takdim edileceğini söylemenin bir anlamı kalmaz; aksine hangisinin takdim edilip esas alınacağını delil belirler.

 

CEVAP: Sünnetin, Kitap üzerinde hakim konumda olmasından maksat, onun öne alınması ve Kitab'ın atılması manasına değildir. Aksine bu söz, sünnette ifade edilenin, bizzat Kitap'ta murad olunan mana olduğu anlamına gelir. Bu durumda sanki sünnet, Kitab'ın getirmiş olduğu hükümlerin şerh ve tefsiri merlebesinde olur. Nitekim: "İnsanlara indirileni açıklayasın diye ... "[Nahl 44] ayeti de bunun böyle olduğunu gösterir. Mesela: "Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin"[Maide 38] ayetini sünnet açıklayarak, elin bilekten kesileceğini, çalınan malın koruma altında ve en az nisap miktarı kadar olacağını belirtmişse, bu haddizatında ayetten murad olan mana olmaktadır; bu durumda bu hükümlerin Kitap'la değil de sünnetle sabit olduğunu söylememiz doğru olmaz. Aynı şekilde mesela İmam Malik ya da bir başka müfessir bize bir ayet ya da hadisin manasını açıklasa ve biz de onun gereği ile amel etsek, şimdi bizim "Biz Allah'ın (c.c.) ya da Rasulullah'ın [s.a.v.] buyruğu ile amel ediyoruz" demek yerine "Biz falanca müfessirin sözü ile amel ediyoruz" dememiz doğru olmaz. Sünnetin, Kitab'ın getirdiği diğer hükümleri beyanı da aynı şekildedir. Şu halde "sünnetin Kitap üzerinde hakim konumda olması" ifadesinden maksat, "onun açıklayıcısı olması" demektir. Sünnet tarafından maksat açıklanmışken hala mücmel ve çeşitli manalara muhtemel Kur'an nassları yanında durulmaz; sünnetin gereği alınır. Ancak bu, hiçbir zaman sünnetin Kur'an üzerine takdimi anlamına gelmez.

 

Tearuz konusundaki usulcülerin ihtilafına gelince, Deliller bölümünün başında da geçtiği gibi vahid haber kesin olan bir kaideye dayandığı zaman, amel konusunda makbuldür; aksi takdirde durup beklemek (tevakkuD gerekir. Vahid haberin kesin bir kaideye dayanmış olması demek, Kur'ani külli bir mananın altına girmesi demektir. Nitekim bu sözün manası orada açıklanmıştı. Bu durumda biz, buradaki ile orada açıklanan hususları birlikte ele aldığımız zaman, ayet ile vahid haber arasındaki tearuzun, aslında iki Kur'anı asıl arasında meydana gelen tearuz olduğunu görürüz. Bu durumda konu Kitabın sünnetle muarazası olmaktan çıkar ve Kitabın Kitap'la tearuzu halini alır. Dolayısıyla da zanninin kat'iye tearuzundan değil; iki kat'inin birbiri ile tearuzundan söz edilir. Ancak vahid haber herhangi bir kat'i esasa dayanmıyorsa, o zaman mutlak surette Kur'an'ın takdimi gerekecektir.

 

Üçüncü noktaya şu şekilde cevap verilir: Mütevatir olarak zikredilen haberlerin hemen büyük çoğunluğu, caiz olan bir işin varsayımı şeklindedir ve sünneti nebeviyye içerisinde, olayın vuku bulduğu zamana kadar mütevatir olduğuna hükmedilebilecek hadisler bulmak hemen hemen imkansızdır. Dolayısıyla konu ile ilgili ileri sürülen itiraz noktası ya vakıada olmayan ya da vukuu çok nadir bulunan bir hususla ilgilidir; fazla bir önemi yoktur. Allah'u alem!

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ÜÇÜNCÜ MESELE