EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞER’İ DELİLLER
... KİTAP (KUR’AN) /
ON İKİNCİ MESELE:
Kur'an tefsirinde orta yol ve itidal üzere bir metot izlenmelidir.
Selef-i salihin büyük çoğunluğunun tavrı bu şekilde olmuştur. Hatta
bu, onların özellikleriydi diyebiliriz. Bu meziyetleriyle onlar, Kur'an'ın maksatlarını ve içerdiği batıni
manaları bilme konusunda insanların en anlayışlıları ve alimterin
en önde gelenleriydi.
Ancak itidal çizgisi
bırakılarak iki aşırı uçtan birine kaçıldığı da olmuştur. Bunlar ya if rat ya da tefrit taraflarıdır.
Her ikisi de kötüdür.
Tefrit gösterenler, Kur'an'ın tefsiri konusunda sadece indiği dil ile -ki
Arapça oluyor- yetinmek istemişler (ve ona Arapların bilmediği manalar
yüklemeye çalışmışlardır). İçerdiği mana ve maksadı öğrenmek için herhangi bir
gayret sarfetmemişlerdir. Daha önce de geçtiği üzere
Batınilerin vb. yaptığı gibi. Bu gibilerin yaptıkları tefsirlerin reddedileceği
ve onlara dayanılamayacağı konusunda herhangi bir anlaşmazlık yoktur.
İfrat yolunu tutanlar
ise, Kur'an'ın anlaşılabilmesi için bir başka yöne
gitmişlerdir. Makasıd bölümünde de geçtiği gibi
şeriat ümmidir ve o indiği sırada Araplarca bilinmeyen (astronomi, felsefe ... gibi) şeyler, şeriatı anlamak için dikkate
alınmaz. Keza orada, kelam ve lafızlar üzerinde sadece terkip olunan manaya ulaştırınası açısından durulacağı ve bunun ötesinde çeşitli
araştırmalara girilmeyeceği belirtilmişti. Terkip olunan manayı elde etme
çabasının dışında kalan şeyler, eğer istenilen şeyler ise onlar ikinci kasıtla
ve maksud olan manayı anlamaya yardımcı olması
yönünden olmaktadır; mecaz, istiare ve kinaye gibi. Durum böyle olunca kelam
üzerinde onu anlamak için kişinin düşünmemesi gerekir. Eğer düşünme ihtiyacı
duyuyorsa, o güzelolan tarzdan çıkıp kötü ve tekellüf
olan tarza kayıyor demektir. Bu ise, Arap dilinin özelliklerinden değildir. Tekellüfile anlaşılır olmak Arap diline yakışmayınca
öncelikli olarak Kur'an için de yakışmayacaktır.
Sonra bu tür lüzumsuz tetkikler, insan ile hitap arasına girer ve hitaptan
gözetilen mananın kavranmasını, sonra da onun gereği olan kulluğun icrasını
engeller. Kur'an, mazeret gösterir, korkutur; müjde
verir, uyanr, sırat-ı müstakime çevirir. O, işte
budur, onu bu şekilde anlamak gerekir. Onun manasını anlayan ve o mananın
ibareden maksat olduğunu gören, sonra korku ve ümit arasında kollarını
sıvayarak çalışma ve gayret içerisine giren, onun gereğine uygun düşmek ve
muhalefet durumuna girmemek için var gücünü ortaya koyan kimse ile; lafızlara
takılıp kalan, sözün şöyle ya da böyle güzelliği ile oyalanıp, asıl maksat olan
manayı kavramayı ihmal ederek, yok falan lafız mana aynı olduğu halde
müteradifleri içerisinden niçin seçilmiş; yok falanca lafızlar arasında cinas
varmış, yok lafızlar şöyle olursa şöyle güzelolurmuş
... gibi asıl maksadı kavramak için hiç de zaruri olmayan hususlar üzerinde
duran kimse arasında ne kadar fark vardır!
Aklı başında herkes
bilir ki, hitaptan maksat, sözün ibaresi üzerinde derinleşmek değildir; aksine
maksat, o sözle ne ifade edilmek istendiğinin kavranması ve mananın
yakalanmasıdır. Bu hususta, aklı başında olan hiçbir kimsenin şüphe etmesi
mümkün değildir.
Şöyle demek doğru
değildir: Lafız ye ibare üzerinde yoğunlaşmak manaların kavranması için bir
vesiledir ve bunda alimlerin icmaı vardır. Bu
durumda, inkan mümkün olmayan birşeyin
inkan nasıl sahih olabilir? Sonra vesile ile uğraşmak
ve bunun için gerekli olan yükümlülükleri üstlenmek, maksud
olan mana ile uğraşmaktan önce geldiği genelde inkar olunamayacak bir husustur.
Aksi halde Arap dilinin tüm kısımlan ile yerilmiş olması gibi bir sonuç lazım
gelir ki, bu alimlerin ittifakı ile böyle değildir.
İtiraz doğru değildir;
çünkü biz, ileri sürülen şeylerin mutlak olarak lüzumsuzluğunu söylemiyoruz.
Nasıl diyebiliriz ki, biz Allah'ın kelamından muradını ancak Arapça sayesinde
anlamaktayız. Bizim burada karşı çıktığımız şey, bu konuda mütekellimin
(konuşanın) muradı olduğunda şüphe edilen, ya da onun muradı olmadığı zan
ölçüsünde bilinen veyahut da öyle olduğuna kesin hükmedilen ifrat durumudur.
Hem sonra Araplar, kendi dillerinde böyle bir kasıt bulundurmamışlar, bu
ümmetin selefi de böyle bir uğraşıda bulunmamıştır. Yarın kıyamet gününde Allah
Teala'nın: (...........) ayetleri [Kehf 104 ve Şuara 168] hakkında, "Benim bunlardan cinas
kastettiğimi nereden çıkardınız?" demeyeceğine bizi kim temin edebilir?
Çünkü Kur'an hakkında bu gibi iddalarda
bulunmak ve onların söz sahibince maksud olduğunu
savunmak gerçekten çok tehlikelidir ve bu gibi cüretkar işler: "Onu
dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz birşey sanıyordunuz, oysaAllah
katında önemi büyüktü''[Nur 15] ayetinin manası altına girer ve Allah'ın kitabı
hakkında re'y ile söz söylemek olur. Bu
anlattıklarımız "Kadınlara dokunduğunuzda ... [Maide
6]; "Her ikisi de yemek yerlerdi'' vb. şeklinde örnekleri bulunan
kinayeden farklıdır. Çünkü kinaye Arap dilinde yaygın olarak bulunur, sözün
gelişinden anlaşılır; dolayısıyla onun dilcilerce zorunlu olarak dikkate
alınacağı malumdur. Cinas vb. ise öyle değildir. Aralarındaki ayırım, manaya
yardımı olup olmaması sebebiyledir. Cinasta bu yoktur. Bunun da şahidi, -Ebu Ubeyde'nin de dediği gibi-
topuğuna işeyen kaba bedevi Araplarda ve onlar gibi olanlarda cinasın çok
nadir, kimiyenin de yaygın olarak görülmesidir. Cinas
gibi şeyleri halis Araplarda görmek imkansızdır, bunlara ancak saflığını
yitirmiş Araplar'da (müvelledın)
ve onların sözlerini dilde delilolarak kullananlarda
rastlanır. Kasaca demek istiyoruz ki, her ilmin bir itidal hali, ifrat ve
tefrit olmak üzere iki de aşırı hali bulunur. Her iki aşırı uç da yerilmiştir,
övülmüş olanı orta halidir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: