EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
ŞER’İ DELİLLER
... KİTAP (KUR’AN) /
DOKUZUNCU MESELE:
Kur'an'ın zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre
anlaşılan şeyolduğu konusunda herhangi bir problem
bulunmamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur'an'ın
açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce
Allah: "And olsun ki: 'Muhammed'e elbette bir
beşer öğretiyor' dediklerini biliyoruz" buyurduktan sonra onların bu
iddialarını: "Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur'an
ise fasih Arapça'dır"[Nahl
103] buyurarak reddetmiştir. Bu red, cedelde cevapta aranacak şarta uygundur. Çünkü kendi
dilleri ile olan Kur'an'dan anladıkları şeyle cevap
vermiştir. Burada beşerden maksat bir alimdir. Kendisi
hıristiyan iken müslüman
olmuştur. Veya Selman'dır; o da İranlı idi ve müslüman
olmuştu. Yada ittifakla dili yabancı olan bir başkasıydı. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'an'ı
yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi?
Bir Arab'a yabancı dille söylenir mi?' derlerdi''[Fussilet 44] Bilindiği gibi, onlar Kur'an'ın
Arapça olmadığı konusunda herhangi birşey
söylememişlerdir. Bu da, Kur'an'ın Arapça olduğunun
onlarca da kabul edildiğini gösterir. Bu sabit olduğuna göre, demek onlar Kur'an'ın lafızlarını sadece Arapça olması açısından
anlamışlardı. Gerçi ondan maksadın ne olduğu konusunda ittifak etmiş
değillerdi, ama bu sadece Arap dili özellikleri üzere cari olan zahir için şart
da değildi.
Şu halde, Kur'an'dan elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili
üzere cari olmayan hiçbir mananın Kur'an ilimleri ile
ilgisi yoktur; ne kaynak ne de metot olamaz. Kim böyle bir iddiada bulunursa,
onun bu iddiası batıldır. Makasıd bölümünde bu
konunun açıklaması geçmişti. Bu vesileyle Allah'a tekrar hamdederiz.
Nasipsizin birinin
kendisinin Kur'an'da zikredildiğini iddia etmesi bu
konunun örneklerinden birini teşkil eder: Beyan b. Sem'an
adında (Rafızilerden) biri, "Bu insanlar için bir beyandır''[Al-i İmran
138] ayetinden maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılmıştır. Bu apaçık bir
konuda yapılmış bir hezeyandır. Cehalet üzere sükut etmek, böylesi cüretkar
iftiralardan daha hayırlıdır. Eğer bu iddiası, Arap diline uygun düşseydi,
tabisi olan ahmaklar onu delillerinden biri sayarlardı. Ancak o, bu saçma sapan
sözleriyle kendi şaşkınlığını her yönden ortaya koymuş oluyordu. Allah Teala, aklımızı ve dinimizi bu tür saçmalıklardan korusun!
Eğer "Haza beyanun li'n-nas" ayetindeki "Beyan" kelimesi onun özel
adı ise, bu cümle Arapça'da ne manaya gelecektir.
"Haza Zeydün li'n-nas" deyince insanlar ne anlayacaklardır? Aynı
çirkeflik kendisine "Kisf' ismi verip de sonra:
"Ve in yerav kisfen mine's-semai
sakıtan ... " ayetindeki "kisf'ten maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılan kimse
için de varittir. Onun bu sakat anlayışına ayet nasıl delalet edebilir? Onun bu
sözü ile aynı olan "Ve in yerav racülen mine's-semai sakıtan ... " denilse bundan Arap ne anlar? Zalimlerin
söyledikleri saçmalıklardan Allah Teala yücedir.
Beyan b. Sem'an, (Rafizilerden)
Beyaniyye denilen fırkanın kendisine intisap ettiği
kimse olmaktadır. O -İbn Kuteybe'nin
sandığına göre- Kur'an'ın mahluk olduğunu ortaya atan
ilk kimsedir. el-Kisfise, el-Mansuriyye
fırkasının kendisine intisap ettikleri Ebu
Mansur'dur.
Bazı alimler şöyle
anlatmışlardır: Kendisini Mehdi diye isimlendiren Şii Ubeydullah
İfrikiyye'yi istila edip egemenliği altına aldığında Kütame'den iki tane müsteşarı vardı; birinin adı Nasrullah, diğeri de Feth idi.
Mehdi onlara: "Siz Allah'ın kitabında "İza cae nasrullahi ve'l-feth ... " diye
adlarını zikrettiği kimselersiniz" derdi. Alimler, onun Allah'ın
ayetlerinde değişiklik yaparak tasarruf ta bulunduğunu ve mesela "Küntüm hayra ümmetin ... "[Al-i İmran 110] ayetini
"Kütame hayru ümmetin
... " şeklinde değiştirdiğini söylemişlerdir. Aklından zoru olmayan bir
kimsenin böyle birşey söylemesi mümkün değildir.
Çünkü Nasrullah ve Feth
adındaki bu kimseler, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] vefatından yüzlerce sene sonra
ortaya çıkmışlardır. O zaman mana şöyle olacaktır: "Ey Muhammed! Sen ölüp
de bu ikisi yaratıldığı zaman ve insanların Allah'ın dinine bölük bölük girdiğini gördüğünde Rabbini tesbih
et ... " Kahrolasıca bu şii'nin
ortaya attığı bu iftiradan daha çelişkili bir düzmece tasavvur edilebilir mi?
Bazıları bir erkeğin
dokuz hür kadınla evlenebileceği düşüncesine kapılmış ve bu iddiasına: "Fenkihu ma tabe
lekum mine'n-nisai mesna ve
sülase ve rubaa ... "
ayetini delilolarak kullanmıştır. Arab'ın
mesna, sülase ve ruMa şeklindeki kullanış tarzından neyi kastettiğini bilen
bir kimsenin böyle saçma bir görüşe ulaşması mümkün değildir.
Bazıları da domuzun iç
yağının ve derisinin heMl olduğu görüşünü: "Size
murdar hayvan, kan ve domuz eti haram kılındı .. .''[Maide
3] ayetinden çıkarmış ve etinden başka birşeyin haram
kılınmadığını söylemişlerdir. Halbuki et (lah m)
kelimesi, hem iç yağını hem de deriyi kapsar; aksi ise varit değildir.
Bazıları ise, "Onun
kürsısi gökleri ve yeri kuşatmıştır. ''[Bakara 255]
ayetindeki "kürsi"yi ilim ile tefsir etmiş
ve (...) şeklindeki tanınmayan bir beyit ile istidlalde bulunmuştur. Sanki
bunlara göre onun ilmi bilinmez. Sonra beyitte ge sen
kelime hemzelidir, ayette geçen Kürsı ise
hemzesizdir. Bazıları ... ayetindeki "ğava"
kelimesine çok yemekten doğan rahatsızlık manasını vermişler ve buna fazla
sütten tıkanan ve rahatsız olan buzağı için kullanılan ... fiilinden geldiğini delilolarak ileri sürmüşlerdir. Bu da sakattır; çünkü
ayette geçen "faale" kalıbından, delil getirdikleri kelime ise
faile" kalıbındandır. Bazıları ... ayetindeki [A'raf
179] "zerae" fıiline
atmak ve savurmak manası vermişlerdir ve buna ... sözünü delil getirmişlerdir.
Halbuki ayette geçen kelime hemzeli, delil getirdikleri kelime ise hemzesizdir.
''Allah, İbrahim'i dost (haLU) edindi." anlamına
gelen ... ayetindeki [Nisa 125] "halU" kelimesine,
yoksulluk anlamına gelen "el-halletu"
kökünden olduğunu söyleyerek "fakir': anlamı vermişlerdir. Buna da Züheyr'in şu şiirini delil getirmişlerdir: ......
İbn Kuteybe şöyle demiştir: O zaman
bu sözde İbrahim [a.s.] için ne gibi bir fazilet söz konusu olacaktır? Onlar
bütün insanların Allah'a muhtaç olduğunu bilmiyorlar mı? İbrahim'in [a.s.] ne
ayrıcalığı olur? İbrahim'in HaLUullah olduğunun
ifadesi, Musa'nın "Kelimullah", İsa'nın
"Ruhullah" olduğunun ifadesi gibi bir
şeydir. Buna hadis de tanıklık eder: "Eğer rabbimden başka bir dost (halıl) edinecek olsaydım, EbU
Bekir'i edinirdim. Sizin sahibiniz, Allah'ın dostudur. "
İşte Kelamcılardan bir
kısmı, re'ye tabi olarak menkul delilleri bir tarafa
atmışlardır. Onların bu tutumu, Allah Teala'nın kelamını,
lafzından Arabın anlamayacağı şekilde ve manasına da
bir delil ikame edilemeyecek biçimde tahriflere sebep olmuştur.
Her ne kadar Arap
dilinden gözetilen maksatlar ve onun delalet ettiği manalardan çıkma kabilden
ise de örnekleri çoğalttım ki, bunların ötesinde kalan benzerlerine ya da
onlara yakın durumda olanlara da ışık tutsun ve onlar üzerine de dikkat
çekilmiş olsun.
FASIL;
Hitaptan muradın batın
(ruh) olduğu da, bundan önce geçen mesele sırasında ortaya çıkmıştı. Ancak bunun
iki şartı bulunmaktadır:
1 Arap dilinden
gözetilen maksatlara uygun düşecek şekilde, zahire uygun düşmesi.
2. Başka bir yerde o
mananın doğruluğunu gösterecek bir nass ya da zahir
bir delalet şeklinin bulunması ve bir muanzın
olmaması.
Birinci şart, Kur'an'ın Arapça olmasının bir gereğidir. Çünkü eğer Kur'fm'a isnad edilen bir mana
varsa ve bu mana Arap dilinin gereklerinden değilse, o şeyin Arapça 'olduğunu
söylemek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü o, Kur'an'a
yamanmaya çalışılan, fakat Kur'an'ın ne lafzında ne
de manasında ona bir delalet bulunmayan birşeydir.
Böyle birşeyi kesinlikle Kur'an'a
isnad etmek doğru olamaz. Çünkü, medlülü
budur diye Kur'an'a böyle bir isnadda
bulunmak, onun tam zıddını isnadda bulunmaktan daha
evla değildir ve onlardan birini diğerine tercihi gerektirecek bir delil de
yoktur. Hal böyle iken birini reddedip diğerini isbat
etmek, delilsiz yapılan bir keyfilik (tahakküm) ve Kur'an'a
yapılan açık bir iftiradır. Böyle bir durumda, o manayı Kur'an'a
isnad eden kimse, Allah'ın kitabı hakkında bilgisizce
konuşan kimselerin kazanacağı günahın altına girer. Kur'an'ın
Arapça olduğu hakkında getirilen deliller aynısıyla burada da geçerlidir.
İkinci şarta gelince;
eğer o manayı destekleyen Kur'an'ın başka yerinde bir
delil bulunmaz ve aksine onunla çelişen durumlar (muanz)
bulunacak olursa, yapılan şey, Kur'an hakkında ileri
sürülen iddialardan biri olur. Delilden yoksun kuru iddialar ise, alimlerin
ittifakı ile makbul değildir.
İşte bu iki şart ile, Kur'an'ın batınından maksadın açıkladığımız şe-
kilde olduğunun
doğruluğu açıklık kazanır. Çünkü her iki şart da tam olarak bulunmaktadır.
Batınilerin yapmış olduğu teviller ise bunun aksinedir; çünkü onların bizim
açıkladığımız manada ne batın ne de zahirle ilgisi yoktur. Mesela onlar şöyle
demişlerdir: "Ve Süleyman Davud'a varis oldu''[Neml 16] ayetinden maksat; İmam'ın Peygamber'in ilmine
varis olmasıdır. Cünüplük, çağınya icabet edenin,
henüz istihkak mertebesine ulaşmadan
önce sırrı ifşa
etmesidir. Gusül, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenileme-
sidir. Tahilr, İmam'a tabi olma dışında her türlü inançlardan annmak ve uzaklaşmaktır. Teyemmüm, dai
ya da imamı görünceye kadar izin verilen şeylerden almaktır. Oruç, sırrı
tutmaktır. Kabe, Peygamber; kapı, Ali'dir.
Safa, Peygamber; Merve
Ali'dir. Telbiye, daiye
icabette bulunmaklar. Yedi defa tavaf etmek, yedi imamın tamamına değin
Muhammed'i [s.a.v.] tavaf etmektir. Beş vakit namaz, dört esas ve İmam üzerine
getirilen delillerdir. İbrahim'in ateşi, gerçek ateş olmayıp Nemrud'un öfkesidir. İshak'ın boğazlanması, onun üzerine ahid almaktır. Musa'nın asası, sihirbazların şüphelerini
izale eden hüccetidir. Denizin yarılması, Musa'nın onlar hakkındaki ilminin
ikiye ayrılmasıdır. Deniz, alimdir. Bulutların gölgelemesi, Musa'nın irşad için Imam'ı tayin
etmesidir. Kudret helvası (menn), gökten inen
ilimdir. Selva (bıldırcın), dallerden biridir.
Çekirge, bit ve kurbağa, Musa'nın onlara yöneltip tahakküm kurduğu sorularıdır.
Dağların tesbih etmesi, dinde sağlam insanların
bulunmasıdır. Süleyman'ın [a.s.] hükümran olduğu cinler, o zamanın batınileridir. Şeytanlar ise, zor hükümlerle yükümlü
tutulan zahirilerdir. Bunlara benzer daha nice gülünç ve zırva teviller vardır.
Böyle hezeyanlardan Allah'a sığınırız.
el-Kutbi
şöyle der: Ediblerden biri şöyle derdi: Rafizilerin Kur'an tevilleri,
Mekkeli birinin şiir teviline ne kadar da benziyor! Çünkü o birinde şöyle
demiş: "Temimoğullarından daha yalancısını
görmedim; şairin: ... beytinin kendilerinden biri hakkında olduğu kuruntusuna
kapılmışlardır" Kendisine: "Peki beyit hakkında sen ne dersin?"
dediklerinde şöyle dedi: Beyt (ev) Beytullah'tır. Zurara, Hıcr'dır" "Peki Mücaşi
nedir?" dediler: "Su ile taşan Zemzem" dedi. "Ebu'l-Fevaris?"
dediklerinde: "Ebu Kubeys"
dedi. "Nehşel'e ne demeli?" dediklerinde:
"Nehşel tefsiri en zor olanı" dedi ve bir
müddet sustuktan sonra: "Evet, Nehşel, Kabe'nin
kandilidir; çünkü o uzun ve siyahtır ve bu nehşeldir"
dedi. Nakilburada bitti.
FASIL.:
Kur'an hakkında bazı müşkil açıklamalar
yapılmıştır ki, onların da bu türden ya da sahih olan batın kabilinden olması
mümkündür. Bunlar, ilim ehlinden bazılarına nisbet
edilen hatta selef-i salihe kadar ulaşan şeylerdir.
Sure başlarında bulunan
(...) gibi harfler hakkında gelen yorumlar bu kabildendir. Bunlar çeşitli şekillerde
yoruma tabi tutulmuşlardır. Bunlardan bir kısmı doğru kabul edilebilecek
durumda iken, diğer bir kısmını kabul etmek mümkün değildir. Mesela, İbn Abbas'tan Elif Lam Mim hakkında: "Elif, Allah;
Lam, Cibril; Mim, Muhammed'dir" şeklinde bir yorum nakledilmektedir. Bu
-eğer nakil sahih isebir müşkil
olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü böyle bir kullanış şeklinin Arap dilinde
bulunduğu asla bilinmemektedir. Böyle birşeye ancak
lafzi ya da hal karınesinin delalet etmesi halinde
başvurulurdu. Mesela şu sözlerde olduğu gibi:
Elif Lam Mim hakkında
nakledilen ise böyle değildir. Sonra lafziden vazgeçtik, harici başka bir delil
(hal karınesi) de yoktur. Eğer olsaydı, adeten onun nakledilmesi gerekirdi. Çünkü konu, delillerin
nakledilmesi için yeterli gerekçelerin bulunduğu bir konudur. Eğer bu harflerin
tefsir edilmesi sahih olsa ve manalarının açıklanması murad
edilseydi, o zaman bu konu hakkında mutlaka doyurucu deliller nakledilirdi.
Böyle birşey . sabit olmadığına göre bu durum,
onların müteşabihattan olduklarına bir delilolur. Eğer onlara delalet eden bir delil bulunursa,
delilin gereği ne ise o yapılır.
Bazı alimler, bu
harflerden maksadın hece harflerine işaret olduğunu söylemişlerdir. Bu izaha
göre Kur'an, işte bu he ce
harflerinden meydana gelmiştir ve Arapça'dır.
(Dolayısıyla buyurun; eğer Allah katından olduğuna inanmıyorsanız onun bir
benzerini de siz getirin, manasına gelir.) Bu görüş birinciye nisbetle daha tutarlıdır.
Bu harflerin remizler (sırlar)
olduğu ve Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini söyleyenler de
olmuştur ki bu, konuyla ilgili görüşler içerisinde en açık olanıdır. Şu halde
bu harfler, müteşabihattandır.
Bazılarına göre
bunlardan maksat, bu ümmetin ecelini belirleyen sayı remizleridir (cifr hesabı gibi). Siyer kitaplarında bu manaya delalet
eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilmesi için, Kur'an'ın
indiği sırada Araplar'ın harflere belli sayılar
yükleyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usulü bildikleri sabit
olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit değildir. Bunun
aslı, Siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere dayanmaktadır.
Görüldüğü gibi, ortaya
konulan kıstaslara vurduğumuz zaman bu gibi sözler bir problem arzetmektedir. Süre başlarında bulunan harflerle ilgili
olarak zikredilen diğer sözler de aynı derecede müşkil
gözükmektedir. Buna rağmen, iHme intisap ettiklerini,
hatta eşyanın hakikatına keşif yoluyla vakıf
olduklarını söyleyen bazı kimseler, bu görüşleri Kur'an
hakkında ileri sürdükleri iddialarına hüccet kabul etmişler ve muhtemelen
bunlardan bir kısmını da Hz. Ali'ye isnad
etmişlerdir. Bunlar, sözü edilen yorumları ilimlerin aslı, dünya ve ahiret hallerine mükaşefe yoluyla
vakıf olabilmenin kaynağı sanmışlardır. Gariptir ki bu kimseler, bu konuda hiçbirşey bilmeyen ümmi Arap halkına yönelik olan ilahi
hitaptan Allah'ın muradının bunlar olduğunu iddia etmişlerdir. Haydi diyelim ki
onlar, kısmen süre başlarında murad olsun; peki
onların çeşitli şekillerde terkip edilmesi ve birbiri ile çarpılması yoluyla
her hal ve durum üzere delalet ettiklerine, onların dört tabiata nisbetine ve varlık aleminde etkin olduğuna; her mufassalın
özü, her mevcudun unsuru olduğuna delil nerede?! Onlar bu konuda çeşitli
tertipler yapmaktadırlar ve onların hepsi de keşf ve gayba ıttıla esası üzerine dayandırılmaktadır. Keşf iddiası, şer'i konularda kesin olarak bir delil
değildir. Kaldı ki şeriat dışında diğer hususlarda da -inşallah ileride
geleceği gibi- delil sayılmamaktadır.
FASIL:
Bu kabilden olmak üzere,
Sehl b. AbdiHah'tan Kur'an'ın batıni yorumu hakkında
nakledilen bazı şeyleri örnek gösterebiliriz. ('Allah'a zıdlar
yani denkler ve ortaklar koşmayın' anlamında olan) "Fela
tec'alu lillahi endaden"[Bakara 22] ayeti hakkında şöyle demiştir:
"Allah'a koşulan en büyük nidd (yani zıd, ortak), Allah'tan gelen herhangi bir hidayete tabi
olmaksızın her türlü kötülüğü emreden, hazIarı
peşinden koşan nefs-i emmaredir"
O, bununla nefs-i emmarenin,
endad kelimesinin umumu altına girdiğini demek
istiyor. Dolayısıyla ayeti biraz açacak olursak mana: 'Allah'a zıdlar koşmayın; ne bir put, ne bir şeytan, ne nefs-i emmare ne de bir başka şey
... " şeklinde olacaktır. Bu gerçekten izahı zor bir tefsirdir. Çünkü
ayetin sevk şekli ve mevcut karineler, endad'dan
maksadın onların tapmakta oldukları putlar ya da benzeri şeyler olduğunu
göstermektedir. Onlar hiçbir zaman kendi nefıslerine
tapınmıyorlar ve onları kendilerine tanrı edinmiyorlardı. Ancak onun bu
tefsirini doğruya çıkarabilecek bir yön de yok değildir. Çünkü o, bu sözünü
söylerken, "Ayetin te fs
iri sadece budur" dememiş, onu şer'an nidd kabul edilebilecek birşeyle
izahta bulunmuştur. Onun bu telakkisine Kur'an iki
açıdan destek vermektedir:
Birincisi:
Değerlendirici, bazen ayetin manasından itibar yoluyla bir mana çıkarır ve onu
ayetin hakkında inmediği başka birşey hakkında icra
eder. Çünkü kasıt açısından her ikisi arasında müştereklik ya da yakınlık
vardır. Nidd demek, karşıtına zıt olan ve onunla
çatışma halini sürdüren demektir. Nefs-i emmarenin durumu da böyledir. Çünkü o sahibine, kendi hazIarına riayet etmesini emreder ve onu Yaratıcısının
haklarına riayetten meneder, oyalar ve saptırır. Zıddın, zıddı ile ilgilenmesi
ve ona karşı koyması da işte bunun içindir. Onlar putları bizzat bu mana için
dikmişlerdir. Öte yandan bu yaklaşımın doğruluğunu destekleyen ayet de vardır.
Allah Teala: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını,
papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler"[Tevbe 31] buyurur. Bilindiği gibi onlar Allah'tan başkasını
Rab edinmemişlerdi. Ancak onlar ayette sözü edilen kimselerin emirlerine uymuş,
yasaklarından kaçınmışlar ve nasılolursa olsun onlara
itaat göstermişlerdi. Onlar birşeyi haram kılınca,
tabileri de haram kabul etmiş, kendilerine mübah
kıldıkları şeyi de helal saymışlardı. İşte bu yüzden Allah Teala
onlar hakkında: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem
oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" buyurdu. Nefsinin arzu ve
hevesleri peşinden koşanın durumu da aynıdır.
İkincisi: Ayet her ne
kadar putperestler hakkında inmiş ise de, müslümanların
da ondan kendilerine bir pay çıkarmaları mümkündür. Nitekim Hz. Ömer,
halifeliği sırasında (kaliteli olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder,
yamalıklı elbiseler giyerdi.) Mü'minlerden ailelerinin
nafakaları konusunda genişlik gösteren bazılarını gördüğünde "Bu
'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzelolan her şeyi
harcadınız ... ' ayeti sizi nereye götürecek?!" derdi. O, bu ayetten
kendisine de bir pay çıkarırdı. Halbuki sözün akışı (siyak), ayetin dünya
hayatına razı olup ahirete aldırış etmeyen kafirler
hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim ayet: "İnkar edenler,
ateşe sunuldukları gün, onlara 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzelolan herşeyi harcadınız ...
Ama bugün alçaltıcı bir azap göreceksiniz' denir"[Ahkaf
20] şeklindedir. Bu konuya Umum ve Husus bahsinde değinilmişti. Durum böyle
olunca "Fela tec'alü lillahi endaden"[Bakara 22]
ayetindeki endad altına nefs-i
emmarenin de sokulması sahih olacaktır. Allahu alem!
FASIL:
Yine Sehl'den
nakledilir: "Bu ağaca yaklaşmayın"[Bakara 35] ayetindeki yasaktan
maksat gerçek anlamda yemek değildir. Burada kastedilen şey himmetin Allah'tan
başkasına yönelmesidir. Bu durumda ayetin manası: "Benden başka hiçbirşeye ilgi duyma, dayanma" şeklinde olur. Adem
[a.s.], himmet ve tedbirden korunmuş olmadığı içindir ki, başına gelenler
gelmiştir. Kendisinde olmayan şeyi iddia eden ve nefsinin arzularına kapılarak
ona meyleden herkesin durumu da aynıdır ve böyle bir durumda o kimse yaratılış
özelliklerinin de bir gereği olarak Allah'tan uzaklaşma durumuna düşer. Ancak
Allah Teala ona acır ve onu tedbire sarılma gibi
durumlardan korur, düşmanına ve nefsine karşı himaye ederse bu bir istisna
olur. İşte .Adem, cennette ebedi kalma arzusuyla kalbinin tedbire
meyletmesinden korunamadı. Bu fer'i' konuda başına gelen bela, nefs inin kendisine vesvese verdiği şeye kalbinin
meyletmesi sonucunda oldu. Böylece, kader saiki ile heva ve şehvet ilim, ve aklagalebe
çaldı.
Onun ayet hakkında
söylediği bu sözler, alimlerin yaptıkları açıklamalara terstir. Çünkü onlar
yasaktan maksatın ağaçtan yemek olduğunu, himmetin
Allah'tan başkasına yönelmesi olmadığını söylemişlerdir. Her ne kadar yemek de
yasak ise de, Sehl'in yaptığı bu tevilin izahı yok
değildir. Çünkü ayette yasak, sadece yaklaşma üzerine gelmiştir ve yemek
hakkında da açik olarak gelmemiştir. Yapılan tevil
ile lafız arasında bir bağdaşmazlık da yoktur. Sonra yasağın mücerred yaklaşma üzerine hasredilmesi sahih olmaz. Zira
böyle bir yasak münaşebetsiz olur. Zaten böyle birşey söyleyen de olmamıştır. Şu halde yasak, yaklaşmada
bulunan bir manaya yönelik olacaktır. Bu da ya almak ya da yemektir veya yemek
sonucunu doğuracak başka birşeydir yani himmeti ona
yöneltmektir. Çünkü himmetin ona yönelmesi, yeme fiilinin gerçekleşmesi için
bir asıldır. Bir fayda elde etmek ya da bir zarar uzaklaştırmak için Allah'tan
başkasına meyletmenin yasak olduğunda da kuşku yoktur. Böylece yapılan tefsirin
açık bir izah şekli olduğu görülür. Buna göre o, sanki şöyle demiş olur:
Yasak, mücerred yemek hakkında gelmemiştir; aksine yemek sonucunu
doğuracak olan şeye yani Allah'tan başkasına meyle yönelik gelmiştir. Çünkü
yasağa uysaydı, kendisini sadece Allah'a vermiş ve bir başka şeye meyletmiş
olmayacaktı. O böyle yapmayıp, ağaçta bulunan birşeye
meyledince, şeytan onu aldatmış oldu. Ağaçta olduğunu sandığı şey, şeytan
tarafından iddia edilen ebedilikti. Bunun sonucunda Allah Teala
onun hakkında "isyan" sözcüğünü kullandı, sonra o tevbe
etti, Allah da affetti. Şüphhesiz O tevbeleri kabul eden ve merhameti her şeyi kuşatandır.
"Allah için
yeryüzünde konulan ilk ev ... "[Al-i İmran 96] ayeti hakkında da şöyle
demiştir: "Evin batıni tefsiri, Muhammed'in
[s.a.v.] kalbidir. Allah'ın, kalbine tevhidi koyduğu kimseler ona inanır ve
tabi olurlar" Bu tefsir izaha muhtaçtır. Çünkü böyle bir manayı Arap
bilmez. Üstelik ona uygun mecazi bir vaz' şekli de
yoktur ve sözün akışı ile herhangi bir münasebeti de bulunmamaktadır. Hal böyle
iken böyle bir izah nasıl yapılabilir? Şu kadar var ki, o bunun Kur'an'ın tefsiri olduğunu söylememiştir ve bu onun için
bir mazeret olabilir. Şu halde ilgili problem de ortadan kalkmış olur. Geriye
harici bir durumun dikkate alınması suretiyle yapılan yorumların izahı üzerinde
durmak kalıyor ki inşallah bu da açıklanacaktır.
"Cibt ve Tağut'a inanırlar"
ayeti hakkında da şöyle demiştir: "Bütün TağUtların
başı, masiyet karşısında başbaşa
kalınması halinde nefs-i emmaredir"
Onun bu sözü de, bir önceki gibidir. Eğer onun tefsir olduğu farzedilecek olursa, o zaman durum, "Fela tec'alu lillahi
endaden''[Bakara 22] ayetinde geçtiği gibi olur.
Nisa 36 ayeti hakkında
ise şöyle demiştir: "el-Caru zi'l-kurba" kalptir; "el-caru'l-cünüb" nefs-i tabi'idir;
"es-sahibu bi'l-cenb" şeriatın işine uyan akıldır; "ibnu's-sebil" Allah'a itaatkar olan organlardır"
Bu da aynı şekilde izahı
güç sözlerdendir. Başkalarının da buna benzer sözleri vardır. Şöyle ki: Bu
ayetten Arap dilinin özellilkleri üzerinde yürüyen
kimsenin anlayacağı şey, onun zahiridir, yani "el-Caru
zı'l-kurba" ve
diğerlerinden ne kastedildiği ilk etapta anlaşılan şeylerdir. Bunun dışında
onlara yüklenmek istenen manalar Arabın bilmediği
şeylerdir. Ne inananları ne de inkar edenleri bu ayetten, Sehl'in
anladığı manayı hiçbir zaman anlamazlar. Bunun en güzel delili, sahabe ve
tabiin neslinden oluşan seleften Kur'an tefsirine
dair bunlara benzer ya da yakın izahların nakledilmemiş olmasıdır. Eğer onlar
bu türden tefsirler yapacak olsalardı mutlaka kendilerinden nakledilirdi. Zira
onlar, Kur'an'ın hem zahir hem de batınını anlama
konusunda bütün alimlerin ittifakı ile daha önde bulunan kimselerdi ve bu
ümmetin sonra gelenlerinin önde gelenlerin üzerinde bulunduğundan daha doğru
şeyler ortaya koymaları mümkün değildir, kaldı ki sonrakiler Allah'ın şeriatını
bilme konusunda öncekilerden daha anlayışlı da değillerdir. Öte taraftan
yapılan bu tefsirlerin doğruluğunu gösterecek bir delil de yoktur; sözün akışı
da desteklememekte, üstelik onunla bağdaşmamaktadır, ayrıca harici bir delil de
bulunmamaktadır. Zira onun böyle olduğunu gösteren başka bir delil yoktur.
Dolayısıyla bu gibi tefsirler, Kur'an hakkında ileri
sürülen ve reddi sabit olan Batıni vb. tevillerine daha yakın gözükmektedir.
"Camdan yapılmış
mücella bir salon" manasına gelen "Sarhun mümerredun min kavarır"[Neml 44] ayeti
hakkında da şunları söylemiştir: "Sarh"
nefistir; "el-mümerred" ise hevadır; Allah'ın kulunu koruma altına almayı terketmesi sebebiyle heva galebe
çalarsa, hidayet ışıklarını örter"
"İşte zulüm
etmelerine karşılık çökmüş bulunan evleri" anlamındaki "Fe tilke büyutuhum
haviyeten bima zalemu"[Neml 52] ayeti
hakkında da şöyle demiştir: "Onlar kendilerinin emir ve yasaklarla muhatap
olduklarını bildikleri halde kendilerine yasaklanan şeyleri irtikap etmeleri
yüzünden kalpleri harap oldu. BüyfLt (evler),
kalplerdir. Onlardan bazısı, zikir ile mamurdur, bazısı da zikirden gafletinden
dolayı haraptır"
"Allah'ın
rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl
diriltiyor?"[Rum 50] ayeti hakkında ise, kalplerin zikir ile diriltilmesi muraddır, demiştir.
"Karada ve denizde fesad çıktı"[Rum 41] ayeti için de: "Allah Teala, kalbi denize, organları ise karaya benzetmiştir.
Keza onu (kalbi) bitkilerle güzelleşen yeryüzüne benzetmiştir. Ayetin batını
işte budur" demiştir.
Bazıları: "Allah'ın
mescidlerinde O'nun isminin anılmasını yasak eden.
d,en ... daha zalim kim vardır?"[Bakara 114] ayetini şöyle yormuşlardır: Mescidler, kalplerdir ve onlar işlenen günahlarla Allah'ı
anmaktan alıkonur"
(Tesniye
sigasıyla "Pabuçlarını çıkar!" anlamına
gelen "Fahla' na'leyk"[Taha
12] ayeti hakkında "na'leyk"in batını,
dünya ve ahirettir demişlerdir. eş-Şıbli'den "Fahla' na'leyk"in manası hakkında: "Senden olan herşeyden arın ki bize tam olarak ulaşasın" dediği
nakledilmiştir. İbn Ata, "Fahla'
na'leyk" hakkında: "Kainattan sıyrıl ve bu
hitaptan sonra artık ona bakma" demiştir. Yine o, "Na'l" nefıstir;
"mukaddes vadi", kişinin dinidir; yani nefsinden kurtulmanın ve dinin
ile bizimle birlikte olmanın vakti geldi, demektir. Daha başka şeyler de
söylemişlerdir ki bunların hepsi, seleften gelen nakiller içerisinde bulunmayan
manalardır.
Bütün bunlar -eğer nakli
sahih ise- Arabın anladığı manaların dışında
şeylerdir ve Allah'ın kelamı hakkında muraddır diye
ileri sürülen ve delilden yoksun bulunan iddialardır. Hz. Ebu
Bekir Sıddik şöyle derdi: "Eğer Allah'ın kitabı
hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi
gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?"
Hadiste de: "Kim Kur'an hakkında kendi görüşünce
birşey söylerse, isabet etse de hata etmiş olur"
Buna benzer daha başka uyarıcı sözler vardır. Buna rağmen, izaha ihtiyaç
duymamanızın sebebi, bu gibi sözlerin kadri yüce insanlardan nakledilmiş
olmasıdır. Hatta el-Gazzali bile, İhya'sında ve diğer
eserlerinde bunlara yer vermiştir. Konu, bu insanların sözü edilen yorumlardan
ne kastettiklerini bilmeyen kimseler için yanlış anlamaların olabileceği bir
yerdir. Çünkü bu gibi sözler karşısında insanlar iki gruptur:
Bir grup, onları tasdik
ve zahiri üzere olduğu gibi alıp kabul etmekte ve Allah'ın kitabından muradın o
olduğuna inanmaktadır. Bunun sonucunda, tefsir kitaplarında o yorumlara ters
düşen sözlerle karşılaştığı zaman ya onları yalanlamakta ya da bocalamaktadır.
Bir diğer grup ise bu
gibi yorumları mutlak surette yalanlamakta ve reddetmekte, onların Allah'ın
kitabına yapılmış iftira ve yalanlar olduğuna inanmakta ve onları Batıni
tevilleri ile eş tutmaktadır. Her iki grup da insaf ölçülerinden biraz
uzaklaşmaktadırlar. Bu gibi problemleri izale için konuya girmeden önce, bu kabilden
nakledilen şeylerin durumunun açıklık kazanacağı herkesçe kabul gören bir
esasın ortaya konması gerekmektedir. O da şudur:
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: