EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞER’İ DELİLLER ... KİTAP (KUR’AN) /

DOKUZUNCU MESELE:

 

Kur'an'ın zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şeyolduğu konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur'an'ın açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce Allah: "And olsun ki: 'Muhammed'e elbette bir beşer öğretiyor' dediklerini biliyoruz" buyurduktan sonra onların bu iddialarını: "Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur'an ise fasih Arapça'dır"[Nahl 103] buyurarak reddetmiştir. Bu red, cedelde cevapta aranacak şarta uygundur. Çünkü kendi dilleri ile olan Kur'an'dan anladıkları şeyle cevap vermiştir. Burada beşerden maksat bir alimdir. Kendisi hıristiyan iken müslüman olmuştur. Veya Selman'dır; o da İranlı idi ve müslüman olmuştu. Yada ittifakla dili yabancı olan bir başkasıydı. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'an'ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir Arab'a yabancı dille söylenir mi?' derlerdi''[Fussilet 44] Bilindiği gibi, onlar Kur'an'ın Arapça olmadığı konusunda herhangi birşey söylememişlerdir. Bu da, Kur'an'ın Arapça olduğunun onlarca da kabul edildiğini gösterir. Bu sabit olduğuna göre, demek onlar Kur'an'ın lafızlarını sadece Arapça olması açısından anlamışlardı. Gerçi ondan maksadın ne olduğu konusunda ittifak etmiş değillerdi, ama bu sadece Arap dili özellikleri üzere cari olan zahir için şart da değildi.

 

Şu halde, Kur'an'dan elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili üzere cari olmayan hiçbir mananın Kur'an ilimleri ile ilgisi yoktur; ne kaynak ne de metot olamaz. Kim böyle bir iddiada bulunursa, onun bu iddiası batıldır. Makasıd bölümünde bu konunun açıklaması geçmişti. Bu vesileyle Allah'a tekrar hamdederiz.

 

Nasipsizin birinin kendisinin Kur'an'da zikredildiğini iddia etmesi bu konunun örneklerinden birini teşkil eder: Beyan b. Sem'an adında (Rafızilerden) biri, "Bu insanlar için bir beyandır''[Al-i İmran 138] ayetinden maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılmıştır. Bu apaçık bir konuda yapılmış bir hezeyandır. Cehalet üzere sükut etmek, böylesi cüretkar iftiralardan daha hayırlıdır. Eğer bu iddiası, Arap diline uygun düşseydi, tabisi olan ahmaklar onu delillerinden biri sayarlardı. Ancak o, bu saçma sapan sözleriyle kendi şaşkınlığını her yönden ortaya koymuş oluyordu. Allah Teala, aklımızı ve dinimizi bu tür saçmalıklardan korusun! Eğer "Haza beyanun li'n-nas" ayetindeki "Beyan" kelimesi onun özel adı ise, bu cümle Arapça'da ne manaya gelecektir. "Haza Zeydün li'n-nas" deyince insanlar ne anlayacaklardır? Aynı çirkeflik kendisine "Kisf' ismi verip de sonra:

"Ve in yerav kisfen mine's-semai sakıtan ... " ayetindeki "kisf'ten maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılan kimse için de varittir. Onun bu sakat anlayışına ayet nasıl delalet edebilir? Onun bu sözü ile aynı olan "Ve in yerav racülen mine's-semai sakıtan ... " denilse bundan Arap ne anlar? Zalimlerin söyledikleri saçmalıklardan Allah Teala yücedir. Beyan b. Sem'an, (Rafizilerden) Beyaniyye denilen fırkanın kendisine intisap ettiği kimse olmaktadır. O -İbn Kuteybe'nin sandığına göre- Kur'an'ın mahluk olduğunu ortaya atan ilk kimsedir. el-Kisfise, el-Mansuriyye fırkasının kendisine intisap ettikleri Ebu Mansur'dur.

 

Bazı alimler şöyle anlatmışlardır: Kendisini Mehdi diye isimlendiren Şii Ubeydullah İfrikiyye'yi istila edip egemenliği altına aldığında Kütame'den iki tane müsteşarı vardı; birinin adı Nasrullah, diğeri de Feth idi. Mehdi onlara: "Siz Allah'ın kitabında "İza cae nasrullahi ve'l-feth ... " diye adlarını zikrettiği kimselersiniz" derdi. Alimler, onun Allah'ın ayetlerinde değişiklik yaparak tasarruf ta bulunduğunu ve mesela "Küntüm hayra ümmetin ... "[Al-i İmran 110] ayetini "Kütame hayru ümmetin ... " şeklinde değiştirdiğini söylemişlerdir. Aklından zoru olmayan bir kimsenin böyle birşey söylemesi mümkün değildir. Çünkü Nasrullah ve Feth adındaki bu kimseler, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] vefatından yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışlardır. O zaman mana şöyle olacaktır: "Ey Muhammed! Sen ölüp de bu ikisi yaratıldığı zaman ve insanların Allah'ın dinine bölük bölük girdiğini gördüğünde Rabbini tesbih et ... " Kahrolasıca bu şii'nin ortaya attığı bu iftiradan daha çelişkili bir düzmece tasavvur edilebilir mi?

 

Bazıları bir erkeğin dokuz hür kadınla evlenebileceği düşüncesine kapılmış ve bu iddiasına: "Fenkihu ma tabe lekum mine'n-nisai mesna ve sülase ve rubaa ... " ayetini delilolarak kullanmıştır. Arab'ın mesna, sülase ve ruMa şeklindeki kullanış tarzından neyi kastettiğini bilen bir kimsenin böyle saçma bir görüşe ulaşması mümkün değildir.

 

Bazıları da domuzun iç yağının ve derisinin heMl olduğu görüşünü: "Size murdar hayvan, kan ve domuz eti haram kılındı .. .''[Maide 3] ayetinden çıkarmış ve etinden başka birşeyin haram kılınmadığını söylemişlerdir. Halbuki et (lah m) kelimesi, hem iç yağını hem de deriyi kapsar; aksi ise varit değildir.

 

Bazıları ise, "Onun kürsısi gökleri ve yeri kuşatmıştır. ''[Bakara 255] ayetindeki "kürsi"yi ilim ile tefsir etmiş ve (...) şeklindeki tanınmayan bir beyit ile istidlalde bulunmuştur. Sanki bunlara göre onun ilmi bilinmez. Sonra beyitte ge sen kelime hemzelidir, ayette geçen Kürsı ise hemzesizdir. Bazıları ... ayetindeki "ğava" kelimesine çok yemekten doğan rahatsızlık manasını vermişler ve buna fazla sütten tıkanan ve rahatsız olan buzağı için kullanılan ... fiilinden geldiğini delilolarak ileri sürmüşlerdir. Bu da sakattır; çünkü ayette geçen "faale" kalıbından, delil getirdikleri kelime ise faile" kalıbındandır. Bazıları ... ayetindeki [A'raf 179] "zerae" fıiline atmak ve savurmak manası vermişlerdir ve buna ... sözünü delil getirmişlerdir. Halbuki ayette geçen kelime hemzeli, delil getirdikleri kelime ise hemzesizdir. ''Allah, İbrahim'i dost (haLU) edindi." anlamına gelen ... ayetindeki [Nisa 125] "halU" kelimesine, yoksulluk anlamına gelen "el-halletu" kökünden olduğunu söyleyerek "fakir': anlamı vermişlerdir. Buna da Züheyr'in şu şiirini delil getirmişlerdir: ......

 

İbn Kuteybe şöyle demiştir: O zaman bu sözde İbrahim [a.s.] için ne gibi bir fazilet söz konusu olacaktır? Onlar bütün insanların Allah'a muhtaç olduğunu bilmiyorlar mı? İbrahim'in [a.s.] ne ayrıcalığı olur? İbrahim'in HaLUullah olduğunun ifadesi, Musa'nın "Kelimullah", İsa'nın "Ruhullah" olduğunun ifadesi gibi bir şeydir. Buna hadis de tanıklık eder: "Eğer rabbimden başka bir dost (halıl) edinecek olsaydım, EbU Bekir'i edinirdim. Sizin sahibiniz, Allah'ın dostudur. "

 

İşte Kelamcılardan bir kısmı, re'ye tabi olarak menkul delilleri bir tarafa atmışlardır. Onların bu tutumu, Allah Teala'nın kelamını, lafzından Arabın anlamayacağı şekilde ve manasına da bir delil ikame edilemeyecek biçimde tahriflere sebep olmuştur.

 

Her ne kadar Arap dilinden gözetilen maksatlar ve onun delalet ettiği manalardan çıkma kabilden ise de örnekleri çoğalttım ki, bunların ötesinde kalan benzerlerine ya da onlara yakın durumda olanlara da ışık tutsun ve onlar üzerine de dikkat çekilmiş olsun.

 

 

FASIL;

 

Hitaptan muradın batın (ruh) olduğu da, bundan önce geçen mesele sırasında ortaya çıkmıştı. Ancak bunun iki şartı bulunmaktadır:

 

1 Arap dilinden gözetilen maksatlara uygun düşecek şekilde, zahire uygun düşmesi.

2. Başka bir yerde o mananın doğruluğunu gösterecek bir nass ya da zahir bir delalet şeklinin bulunması ve bir muanzın olmaması.

 

Birinci şart, Kur'an'ın Arapça olmasının bir gereğidir. Çünkü eğer Kur'fm'a isnad edilen bir mana varsa ve bu mana Arap dilinin gereklerinden değilse, o şeyin Arapça 'olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü o, Kur'an'a yamanmaya çalışılan, fakat Kur'an'ın ne lafzında ne de manasında ona bir delalet bulunmayan birşeydir. Böyle birşeyi kesinlikle Kur'an'a isnad etmek doğru olamaz. Çünkü, medlülü budur diye Kur'an'a böyle bir isnadda bulunmak, onun tam zıddını isnadda bulunmaktan daha evla değildir ve onlardan birini diğerine tercihi gerektirecek bir delil de yoktur. Hal böyle iken birini reddedip diğerini isbat etmek, delilsiz yapılan bir keyfilik (tahakküm) ve Kur'an'a yapılan açık bir iftiradır. Böyle bir durumda, o manayı Kur'an'a isnad eden kimse, Allah'ın kitabı hakkında bilgisizce konuşan kimselerin kazanacağı günahın altına girer. Kur'an'ın Arapça olduğu hakkında getirilen deliller aynısıyla burada da geçerlidir.

 

İkinci şarta gelince; eğer o manayı destekleyen Kur'an'ın başka yerinde bir delil bulunmaz ve aksine onunla çelişen durumlar (muanz) bulunacak olursa, yapılan şey, Kur'an hakkında ileri sürülen iddialardan biri olur. Delilden yoksun kuru iddialar ise, alimlerin ittifakı ile makbul değildir.

 

İşte bu iki şart ile, Kur'an'ın batınından maksadın açıkladığımız şe-

kilde olduğunun doğruluğu açıklık kazanır. Çünkü her iki şart da tam olarak bulunmaktadır. Batınilerin yapmış olduğu teviller ise bunun aksinedir; çünkü onların bizim açıkladığımız manada ne batın ne de zahirle ilgisi yoktur. Mesela onlar şöyle demişlerdir: "Ve Süleyman Davud'a varis oldu''[Neml 16] ayetinden maksat; İmam'ın Peygamber'in ilmine varis olmasıdır. Cünüplük, çağınya icabet edenin, henüz istihkak mertebesine ulaşmadan

önce sırrı ifşa etmesidir. Gusül, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenileme-

sidir. Tahilr, İmam'a tabi olma dışında her türlü inançlardan annmak ve uzaklaşmaktır. Teyemmüm, dai ya da imamı görünceye kadar izin verilen şeylerden almaktır. Oruç, sırrı tutmaktır. Kabe, Peygamber; kapı, Ali'dir.

 

Safa, Peygamber; Merve Ali'dir. Telbiye, daiye icabette bulunmaklar. Yedi defa tavaf etmek, yedi imamın tamamına değin Muhammed'i [s.a.v.] tavaf etmektir. Beş vakit namaz, dört esas ve İmam üzerine getirilen delillerdir. İbrahim'in ateşi, gerçek ateş olmayıp Nemrud'un öfkesidir. İshak'ın boğazlanması, onun üzerine ahid almaktır. Musa'nın asası, sihirbazların şüphelerini izale eden hüccetidir. Denizin yarılması, Musa'nın onlar hakkındaki ilminin ikiye ayrılmasıdır. Deniz, alimdir. Bulutların gölgelemesi, Musa'nın irşad için Imam'ı tayin etmesidir. Kudret helvası (menn), gökten inen ilimdir. Selva (bıldırcın), dallerden biridir. Çekirge, bit ve kurbağa, Musa'nın onlara yöneltip tahakküm kurduğu sorularıdır. Dağların tesbih etmesi, dinde sağlam insanların bulunmasıdır. Süleyman'ın [a.s.] hükümran olduğu cinler, o zamanın batınileridir. Şeytanlar ise, zor hükümlerle yükümlü tutulan zahirilerdir. Bunlara benzer daha nice gülünç ve zırva teviller vardır. Böyle hezeyanlardan Allah'a sığınırız.

 

el-Kutbi şöyle der: Ediblerden biri şöyle derdi: Rafizilerin Kur'an tevilleri, Mekkeli birinin şiir teviline ne kadar da benziyor! Çünkü o birinde şöyle demiş: "Temimoğullarından daha yalancısını görmedim; şairin: ... beytinin kendilerinden biri hakkında olduğu kuruntusuna kapılmışlardır" Kendisine: "Peki beyit hakkında sen ne dersin?" dediklerinde şöyle dedi: Beyt (ev) Beytullah'tır. Zurara, Hıcr'dır" "Peki Mücaşi nedir?" dediler: "Su ile taşan Zemzem" dedi. "Ebu'l-Fevaris?" dediklerinde: "Ebu Kubeys" dedi. "Nehşel'e ne demeli?" dediklerinde: "Nehşel tefsiri en zor olanı" dedi ve bir müddet sustuktan sonra: "Evet, Nehşel, Kabe'nin kandilidir; çünkü o uzun ve siyahtır ve bu nehşeldir" dedi. Nakilburada bitti.

 

 

FASIL.:

 

Kur'an hakkında bazı müşkil açıklamalar yapılmıştır ki, onların da bu türden ya da sahih olan batın kabilinden olması mümkündür. Bunlar, ilim ehlinden bazılarına nisbet edilen hatta selef-i salihe kadar ulaşan şeylerdir.

 

Sure başlarında bulunan (...) gibi harfler hakkında gelen yorumlar bu kabildendir. Bunlar çeşitli şekillerde yoruma tabi tutulmuşlardır. Bunlardan bir kısmı doğru kabul edilebilecek durumda iken, diğer bir kısmını kabul etmek mümkün değildir. Mesela, İbn Abbas'tan Elif Lam Mim hakkında: "Elif, Allah; Lam, Cibril; Mim, Muhammed'dir" şeklinde bir yorum nakledilmektedir. Bu -eğer nakil sahih isebir müşkil olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü böyle bir kullanış şeklinin Arap dilinde bulunduğu asla bilinmemektedir. Böyle birşeye ancak lafzi ya da hal karınesinin delalet etmesi halinde başvurulurdu. Mesela şu sözlerde olduğu gibi:

 

Elif Lam Mim hakkında nakledilen ise böyle değildir. Sonra lafziden vazgeçtik, harici başka bir delil (hal karınesi) de yoktur. Eğer olsaydı, adeten onun nakledilmesi gerekirdi. Çünkü konu, delillerin nakledilmesi için yeterli gerekçelerin bulunduğu bir konudur. Eğer bu harflerin tefsir edilmesi sahih olsa ve manalarının açıklanması murad edilseydi, o zaman bu konu hakkında mutlaka doyurucu deliller nakledilirdi. Böyle birşey . sabit olmadığına göre bu durum, onların müteşabihattan olduklarına bir delilolur. Eğer onlara delalet eden bir delil bulunursa, delilin gereği ne ise o yapılır.

 

Bazı alimler, bu harflerden maksadın hece harflerine işaret olduğunu söylemişlerdir. Bu izaha göre Kur'an, işte bu he ce harflerinden meydana gelmiştir ve Arapça'dır. (Dolayısıyla buyurun; eğer Allah katından olduğuna inanmıyorsanız onun bir benzerini de siz getirin, manasına gelir.) Bu görüş birinciye nisbetle daha tutarlıdır.

 

Bu harflerin remizler (sırlar) olduğu ve Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini söyleyenler de olmuştur ki bu, konuyla ilgili görüşler içerisinde en açık olanıdır. Şu halde bu harfler, müteşabihattandır.

 

Bazılarına göre bunlardan maksat, bu ümmetin ecelini belirleyen sayı remizleridir (cifr hesabı gibi). Siyer kitaplarında bu manaya delalet eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilmesi için, Kur'an'ın indiği sırada Araplar'ın harflere belli sayılar yükleyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usulü bildikleri sabit olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit değildir. Bunun aslı, Siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere dayanmaktadır.

 

Görüldüğü gibi, ortaya konulan kıstaslara vurduğumuz zaman bu gibi sözler bir problem arzetmektedir. Süre başlarında bulunan harflerle ilgili olarak zikredilen diğer sözler de aynı derecede müşkil gözükmektedir. Buna rağmen, iHme intisap ettiklerini, hatta eşyanın hakikatına keşif yoluyla vakıf olduklarını söyleyen bazı kimseler, bu görüşleri Kur'an hakkında ileri sürdükleri iddialarına hüccet kabul etmişler ve muhtemelen bunlardan bir kısmını da Hz. Ali'ye isnad etmişlerdir. Bunlar, sözü edilen yorumları ilimlerin aslı, dünya ve ahiret hallerine mükaşefe yoluyla vakıf olabilmenin kaynağı sanmışlardır. Gariptir ki bu kimseler, bu konuda hiçbirşey bilmeyen ümmi Arap halkına yönelik olan ilahi hitaptan Allah'ın muradının bunlar olduğunu iddia etmişlerdir. Haydi diyelim ki onlar, kısmen süre başlarında murad olsun; peki onların çeşitli şekillerde terkip edilmesi ve birbiri ile çarpılması yoluyla her hal ve durum üzere delalet ettiklerine, onların dört tabiata nisbetine ve varlık aleminde etkin olduğuna; her mufassalın özü, her mevcudun unsuru olduğuna delil nerede?! Onlar bu konuda çeşitli tertipler yapmaktadırlar ve onların hepsi de keşf ve gayba ıttıla esası üzerine dayandırılmaktadır. Keşf iddiası, şer'i konularda kesin olarak bir delil değildir. Kaldı ki şeriat dışında diğer hususlarda da -inşallah ileride geleceği gibi- delil sayılmamaktadır.

 

 

FASIL:

 

Bu kabilden olmak üzere, Sehl b. AbdiHah'tan Kur'an'ın batıni yorumu hakkında nakledilen bazı şeyleri örnek gösterebiliriz. ('Allah'a zıdlar yani denkler ve ortaklar koşmayın' anlamında olan) "Fela tec'alu lillahi endaden"[Bakara 22] ayeti hakkında şöyle demiştir: "Allah'a koşulan en büyük nidd (yani zıd, ortak), Allah'tan gelen herhangi bir hidayete tabi olmaksızın her türlü kötülüğü emreden, hazIarı peşinden koşan nefs-i emmaredir" O, bununla nefs-i emmarenin, endad kelimesinin umumu altına girdiğini demek istiyor. Dolayısıyla ayeti biraz açacak olursak mana: 'Allah'a zıdlar koşmayın; ne bir put, ne bir şeytan, ne nefs-i emmare ne de bir başka şey ... " şeklinde olacaktır. Bu gerçekten izahı zor bir tefsirdir. Çünkü ayetin sevk şekli ve mevcut karineler, endad'dan maksadın onların tapmakta oldukları putlar ya da benzeri şeyler olduğunu göstermektedir. Onlar hiçbir zaman kendi nefıslerine tapınmıyorlar ve onları kendilerine tanrı edinmiyorlardı. Ancak onun bu tefsirini doğruya çıkarabilecek bir yön de yok değildir. Çünkü o, bu sözünü söylerken, "Ayetin te fs iri sadece budur" dememiş, onu şer'an nidd kabul edilebilecek birşeyle izahta bulunmuştur. Onun bu telakkisine Kur'an iki açıdan destek vermektedir:

Birincisi: Değerlendirici, bazen ayetin manasından itibar yoluyla bir mana çıkarır ve onu ayetin hakkında inmediği başka birşey hakkında icra eder. Çünkü kasıt açısından her ikisi arasında müştereklik ya da yakınlık vardır. Nidd demek, karşıtına zıt olan ve onunla çatışma halini sürdüren demektir. Nefs-i emmarenin durumu da böyledir. Çünkü o sahibine, kendi hazIarına riayet etmesini emreder ve onu Yaratıcısının haklarına riayetten meneder, oyalar ve saptırır. Zıddın, zıddı ile ilgilenmesi ve ona karşı koyması da işte bunun içindir. Onlar putları bizzat bu mana için dikmişlerdir. Öte yandan bu yaklaşımın doğruluğunu destekleyen ayet de vardır. Allah Teala: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler"[Tevbe 31] buyurur. Bilindiği gibi onlar Allah'tan başkasını Rab edinmemişlerdi. Ancak onlar ayette sözü edilen kimselerin emirlerine uymuş, yasaklarından kaçınmışlar ve nasılolursa olsun onlara itaat göstermişlerdi. Onlar birşeyi haram kılınca, tabileri de haram kabul etmiş, kendilerine mübah kıldıkları şeyi de helal saymışlardı. İşte bu yüzden Allah Teala onlar hakkında: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" buyurdu. Nefsinin arzu ve hevesleri peşinden koşanın durumu da aynıdır.

 

İkincisi: Ayet her ne kadar putperestler hakkında inmiş ise de, müslümanların da ondan kendilerine bir pay çıkarmaları mümkündür. Nitekim Hz. Ömer, halifeliği sırasında (kaliteli olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder, yamalıklı elbiseler giyerdi.) Mü'minlerden ailelerinin nafakaları konusunda genişlik gösteren bazılarını gördüğünde "Bu 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzelolan her şeyi harcadınız ... ' ayeti sizi nereye götürecek?!" derdi. O, bu ayetten kendisine de bir pay çıkarırdı. Halbuki sözün akışı (siyak), ayetin dünya hayatına razı olup ahirete aldırış etmeyen kafirler hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim ayet: "İnkar edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzelolan herşeyi harcadınız ... Ama bugün alçaltıcı bir azap göreceksiniz' denir"[Ahkaf 20] şeklindedir. Bu konuya Umum ve Husus bahsinde değinilmişti. Durum böyle olunca "Fela tec'alü lillahi endaden"[Bakara 22] ayetindeki endad altına nefs-i emmarenin de sokulması sahih olacaktır. Allahu alem!

 

 

FASIL:

 

Yine Sehl'den nakledilir: "Bu ağaca yaklaşmayın"[Bakara 35] ayetindeki yasaktan maksat gerçek anlamda yemek değildir. Burada kastedilen şey himmetin Allah'tan başkasına yönelmesidir. Bu durumda ayetin manası: "Benden başka hiçbirşeye ilgi duyma, dayanma" şeklinde olur. Adem [a.s.], himmet ve tedbirden korunmuş olmadığı içindir ki, başına gelenler gelmiştir. Kendisinde olmayan şeyi iddia eden ve nefsinin arzularına kapılarak ona meyleden herkesin durumu da aynıdır ve böyle bir durumda o kimse yaratılış özelliklerinin de bir gereği olarak Allah'tan uzaklaşma durumuna düşer. Ancak Allah Teala ona acır ve onu tedbire sarılma gibi durumlardan korur, düşmanına ve nefsine karşı himaye ederse bu bir istisna olur. İşte .Adem, cennette ebedi kalma arzusuyla kalbinin tedbire meyletmesinden korunamadı. Bu fer'i' konuda başına gelen bela, nefs inin kendisine vesvese verdiği şeye kalbinin meyletmesi sonucunda oldu. Böylece, kader saiki ile heva ve şehvet ilim, ve aklagalebe çaldı.

 

Onun ayet hakkında söylediği bu sözler, alimlerin yaptıkları açıklamalara terstir. Çünkü onlar yasaktan maksatın ağaçtan yemek olduğunu, himmetin Allah'tan başkasına yönelmesi olmadığını söylemişlerdir. Her ne kadar yemek de yasak ise de, Sehl'in yaptığı bu tevilin izahı yok değildir. Çünkü ayette yasak, sadece yaklaşma üzerine gelmiştir ve yemek hakkında da açik olarak gelmemiştir. Yapılan tevil ile lafız arasında bir bağdaşmazlık da yoktur. Sonra yasağın mücerred yaklaşma üzerine hasredilmesi sahih olmaz. Zira böyle bir yasak münaşebetsiz olur. Zaten böyle birşey söyleyen de olmamıştır. Şu halde yasak, yaklaşmada bulunan bir manaya yönelik olacaktır. Bu da ya almak ya da yemektir veya yemek sonucunu doğuracak başka birşeydir yani himmeti ona yöneltmektir. Çünkü himmetin ona yönelmesi, yeme fiilinin gerçekleşmesi için bir asıldır. Bir fayda elde etmek ya da bir zarar uzaklaştırmak için Allah'tan başkasına meyletmenin yasak olduğunda da kuşku yoktur. Böylece yapılan tefsirin açık bir izah şekli olduğu görülür. Buna göre o, sanki şöyle demiş olur:

 

Yasak, mücerred yemek hakkında gelmemiştir; aksine yemek sonucunu doğuracak olan şeye yani Allah'tan başkasına meyle yönelik gelmiştir. Çünkü yasağa uysaydı, kendisini sadece Allah'a vermiş ve bir başka şeye meyletmiş olmayacaktı. O böyle yapmayıp, ağaçta bulunan birşeye meyledince, şeytan onu aldatmış oldu. Ağaçta olduğunu sandığı şey, şeytan tarafından iddia edilen ebedilikti. Bunun sonucunda Allah Teala onun hakkında "isyan" sözcüğünü kullandı, sonra o tevbe etti, Allah da affetti. Şüphhesiz O tevbeleri kabul eden ve merhameti her şeyi kuşatandır.

 

"Allah için yeryüzünde konulan ilk ev ... "[Al-i İmran 96] ayeti hakkında da şöyle demiştir: "Evin batıni tefsiri, Muhammed'in [s.a.v.] kalbidir. Allah'ın, kalbine tevhidi koyduğu kimseler ona inanır ve tabi olurlar" Bu tefsir izaha muhtaçtır. Çünkü böyle bir manayı Arap bilmez. Üstelik ona uygun mecazi bir vaz' şekli de yoktur ve sözün akışı ile herhangi bir münasebeti de bulunmamaktadır. Hal böyle iken böyle bir izah nasıl yapılabilir? Şu kadar var ki, o bunun Kur'an'ın tefsiri olduğunu söylememiştir ve bu onun için bir mazeret olabilir. Şu halde ilgili problem de ortadan kalkmış olur. Geriye harici bir durumun dikkate alınması suretiyle yapılan yorumların izahı üzerinde durmak kalıyor ki inşallah bu da açıklanacaktır.

 

"Cibt ve Tağut'a inanırlar" ayeti hakkında da şöyle demiştir: "Bütün TağUtların başı, masiyet karşısında başbaşa kalınması halinde nefs-i emmaredir" Onun bu sözü de, bir önceki gibidir. Eğer onun tefsir olduğu farzedilecek olursa, o zaman durum, "Fela tec'alu lillahi endaden''[Bakara 22] ayetinde geçtiği gibi olur.

 

Nisa 36 ayeti hakkında ise şöyle demiştir: "el-Caru zi'l-kurba" kalptir; "el-caru'l-cünüb" nefs-i tabi'idir; "es-sahibu bi'l-cenb" şeriatın işine uyan akıldır; "ibnu's-sebil" Allah'a itaatkar olan organlardır"

 

Bu da aynı şekilde izahı güç sözlerdendir. Başkalarının da buna benzer sözleri vardır. Şöyle ki: Bu ayetten Arap dilinin özellilkleri üzerinde yürüyen kimsenin anlayacağı şey, onun zahiridir, yani "el-Caru zı'l-kurba" ve diğerlerinden ne kastedildiği ilk etapta anlaşılan şeylerdir. Bunun dışında onlara yüklenmek istenen manalar Arabın bilmediği şeylerdir. Ne inananları ne de inkar edenleri bu ayetten, Sehl'in anladığı manayı hiçbir zaman anlamazlar. Bunun en güzel delili, sahabe ve tabiin neslinden oluşan seleften Kur'an tefsirine dair bunlara benzer ya da yakın izahların nakledilmemiş olmasıdır. Eğer onlar bu türden tefsirler yapacak olsalardı mutlaka kendilerinden nakledilirdi. Zira onlar, Kur'an'ın hem zahir hem de batınını anlama konusunda bütün alimlerin ittifakı ile daha önde bulunan kimselerdi ve bu ümmetin sonra gelenlerinin önde gelenlerin üzerinde bulunduğundan daha doğru şeyler ortaya koymaları mümkün değildir, kaldı ki sonrakiler Allah'ın şeriatını bilme konusunda öncekilerden daha anlayışlı da değillerdir. Öte taraftan yapılan bu tefsirlerin doğruluğunu gösterecek bir delil de yoktur; sözün akışı da desteklememekte, üstelik onunla bağdaşmamaktadır, ayrıca harici bir delil de bulunmamaktadır. Zira onun böyle olduğunu gösteren başka bir delil yoktur. Dolayısıyla bu gibi tefsirler, Kur'an hakkında ileri sürülen ve reddi sabit olan Batıni vb. tevillerine daha yakın gözükmektedir.

"Camdan yapılmış mücella bir salon" manasına gelen "Sarhun mümerredun min kavarır"[Neml 44] ayeti hakkında da şunları söylemiştir: "Sarh" nefistir; "el-mümerred" ise hevadır; Allah'ın kulunu koruma altına almayı terketmesi sebebiyle heva galebe çalarsa, hidayet ışıklarını örter"

 

"İşte zulüm etmelerine karşılık çökmüş bulunan evleri" anlamındaki "Fe tilke büyutuhum haviyeten bima zalemu"[Neml 52] ayeti hakkında da şöyle demiştir: "Onlar kendilerinin emir ve yasaklarla muhatap olduklarını bildikleri halde kendilerine yasaklanan şeyleri irtikap etmeleri yüzünden kalpleri harap oldu. BüyfLt (evler), kalplerdir. Onlardan bazısı, zikir ile mamurdur, bazısı da zikirden gafletinden dolayı haraptır"

 

"Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor?"[Rum 50] ayeti hakkında ise, kalplerin zikir ile diriltilmesi muraddır, demiştir.

 

"Karada ve denizde fesad çıktı"[Rum 41] ayeti için de: "Allah Teala, kalbi denize, organları ise karaya benzetmiştir. Keza onu (kalbi) bitkilerle güzelleşen yeryüzüne benzetmiştir. Ayetin batını işte budur" demiştir.

 

Bazıları: "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını yasak eden. d,en ... daha zalim kim vardır?"[Bakara 114] ayetini şöyle yormuşlardır: Mescidler, kalplerdir ve onlar işlenen günahlarla Allah'ı anmaktan alıkonur"

 

(Tesniye sigasıyla "Pabuçlarını çıkar!" anlamına gelen "Fahla' na'leyk"[Taha 12] ayeti hakkında "na'leyk"in batını, dünya ve ahirettir demişlerdir. eş-Şıbli'den "Fahla' na'leyk"in manası hakkında: "Senden olan herşeyden arın ki bize tam olarak ulaşasın" dediği nakledilmiştir. İbn Ata, "Fahla' na'leyk" hakkında: "Kainattan sıyrıl ve bu hitaptan sonra artık ona bakma" demiştir. Yine o, "Na'l" nefıstir; "mukaddes vadi", kişinin dinidir; yani nefsinden kurtulmanın ve dinin ile bizimle birlikte olmanın vakti geldi, demektir. Daha başka şeyler de söylemişlerdir ki bunların hepsi, seleften gelen nakiller içerisinde bulunmayan manalardır.

 

Bütün bunlar -eğer nakli sahih ise- Arabın anladığı manaların dışında şeylerdir ve Allah'ın kelamı hakkında muraddır diye ileri sürülen ve delilden yoksun bulunan iddialardır. Hz. Ebu Bekir Sıddik şöyle derdi: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?" Hadiste de: "Kim Kur'an hakkında kendi görüşünce birşey söylerse, isabet etse de hata etmiş olur" Buna benzer daha başka uyarıcı sözler vardır. Buna rağmen, izaha ihtiyaç duymamanızın sebebi, bu gibi sözlerin kadri yüce insanlardan nakledilmiş olmasıdır. Hatta el-Gazzali bile, İhya'sında ve diğer eserlerinde bunlara yer vermiştir. Konu, bu insanların sözü edilen yorumlardan ne kastettiklerini bilmeyen kimseler için yanlış anlamaların olabileceği bir yerdir. Çünkü bu gibi sözler karşısında insanlar iki gruptur:

 

Bir grup, onları tasdik ve zahiri üzere olduğu gibi alıp kabul etmekte ve Allah'ın kitabından muradın o olduğuna inanmaktadır. Bunun sonucunda, tefsir kitaplarında o yorumlara ters düşen sözlerle karşılaştığı zaman ya onları yalanlamakta ya da bocalamaktadır.

 

Bir diğer grup ise bu gibi yorumları mutlak surette yalanlamakta ve reddetmekte, onların Allah'ın kitabına yapılmış iftira ve yalanlar olduğuna inanmakta ve onları Batıni tevilleri ile eş tutmaktadır. Her iki grup da insaf ölçülerinden biraz uzaklaşmaktadırlar. Bu gibi problemleri izale için konuya girmeden önce, bu kabilden nakledilen şeylerin durumunun açıklık kazanacağı herkesçe kabul gören bir esasın ortaya konması gerekmektedir. O da şudur:

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ONUNCU MESELE