EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

ŞER’İ DELİLLER ... KİTAP (KUR’AN) /

SEKİZİNCİ MESELE:

 

Bazı insanlar Kur'an'ın bir zahiri bir de batını olduğunu sanmışlar ve muhtemelen bu konuyla ilgili olarak bazı hadis ve selefe ait sözler de nakletmişlerdir. Mesela el-Has en' den mürselolarak şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Allah'ın indirmiş olduğu her bir ayetin, mutlaka bir zahiri bir de batını vardır. Her harfin bir haddi; her haddin de bir matla'ı vardır"

 

Rivayetlerde geçen "zahr" ya da "zahir" kelimeleri "tilavetin zahiri"; "batın" da, o ayetten Allah'ın muradı olarak tefsir edilmiştir. Çünkü Allah Teala: "Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?"[Nisa 78] buyurmaktadır. Ayetten murad: "Onlar, sözden Allah'ın muradını anlamıyorlar" şeklindedir. Yoksa onların bizzat sözü anlamadıkları kastedilmemektedir. Nasılolabilir ki?! Kur'an, bizzat kendi dilleri ile inmekteydi. Ancak onlar, kelamdan Allah'ın muradının ne olduğunu anlamak konusunda bir çaba göstermemişlerdir. Sanki bu, Hz. Ali'den rivayet edilen sözün manası olmaktadır. Ona: "Sizin yanınızda yazılı birşey (kitap) var mı?" diye sorduklarında cevap olarak: "Hayır, ancak Allah'ın kitabı var veya müslüman bir adama verilen anlayış var ya da şu sahifede bulunanlar var" demiştir. el-Hasen'in hadis için yapmış olduğu "ez-zahr" zahirdir; "el-batın" ise sır yani gizli olandır" şeklindeki yorumu, işfe bu manaya çıkar. Allah Teala: "Kur'an'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar bulurlardı"[Nisa 82] buyuruyor. Sözün zahiri birşeydi ve onlar bunu anlıyorlardı; çünkü kendileri Arap idiler; murad ise başka birşeydi yani Kur'an'ın hiç kuşkusuz Allah katından inmiş olduğu idi. Eğer gerçek anlamda düşünecek olsalardı, Kur'an üzerinde asla ihtilaf olmayacaktı. İşte ittifakın sağlanıp, ihtilafların def edildiği bu yön, Kur'an'ın sözü edilen batın yönü olmaktadır. Onlar iyilikler hakkında "o Allah'tandır" kötülük hakkında da "o da Rasulullah'tandır" dediklerinde Allah Teala, her ikisinin de Allah'tan olduğunu beyan etti ve onların sözden anlamadıklarını açıkladı. Ancak, her ikisinin de Allah'tan oluşunun nasılolduğunu da açıkladı ve şöyle buyurdu: "Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, Sana ne kötülük dokunursa kendindendir"[Nisa 79] "Bunlar Kur'an'ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?''[Muhammed 24] Kur'an'ı düşünme (tedebbür), ancak onda gözetilen maksatIara yönelmek yoluyla olur. Bu, onların Kur'an'ın gözettiği maksatlardan yüz çevirmiş olmaları hakkında açıktır; dolayısıyla onların Kur'an üzerinde düşünmesi olmamıştır. Eğer düşünselerdi böyle olmazdı. Bazıları şöyle demişlerdir: "Kur'an hakkında söylenecek söz iki türlüdür:

 

1. Rivayetle olur ve sadece nakle dayanılır.

 

2. Anlayış ile olur. Bu ancak hikmetin, kulun dili aracılığıyla açığa çıkarılması için Hakk'tan gelen bir ilham ile olur" Bu söz, Hz. Ali'nin sözünün manasına işaret etmektedir.

 

Sözün kısası, zahirden maksat, Arap dili açısından ondan anlaşılan şeydir; batın ise, kelam ve hitaptan Allah'ın gözettiği maksadıdır. "Kur'an'ın bir zahiri bir de batını vardır" diyen kimsenin maksadı, bu ise doğrudur ve hakkında herhangi bir tartışma da olmaz. Ama bunun dışında başka birşeyi kastediyorsa, o zaman, sahabe ve onları takip eden selef tarafından bilinmeyen yeni birşey getiriyor demektir ve bu iddiasını isbat için de mutlaka kesin bir delile ihtiyaç vardır. Çünkü iddia, Kitab'ın tefsirinde baş vurulacak bir esas olmaktadır; dolayısıyla onun zan ile sabit olması mümkün olamaz. Delilolarak kullanılan hadis ise, eğer senedi sahih ise nihayet mursel hadislerden biri olarak kabul edilir. Hal böyle olunca, biz zahir ve batından maksadın, yapılan izah doğrultusunda olması gerektiği sonucuna varmak durumundayız.

 

Bu manayı ortaya koyacak örnekler vardır: İbn Abbas anlatır: Hz. Ömer, beni Hz. Peygamber'in [s.a.v.] ashabının bulunduğu meclislere kabul ederdi. Birinde Abdurrahman b. Avf: "Onu bizim yanımıza alıyor (ve bizimle bir mi tutuyor)sun? Bizim onun yaşında çocuklarımız var" dedi. Hz. Ömer ona, beni ilmimden dolayı kabul ettiğini söyledi ve bana "Nasr" suresi hakkında sordu. Ben: "O Rasulullah'ın [s.a.v.] ecelidir; Allah Teala onunla peygamberine öleceğini bildirmiştir" dedim. Hz. Ömer: "Vallahi biz de yalnız senin bildiğini biliyoruz" dedi. Bu surimin zahirine göre Allah Teala, peygamberinden, kendisine yardım ve fetih nasip ettiği için tesbih ve hamdetmesini istemektedir. Batınına göre ise Allah Teala, peygamberine ecelinin gelmiş olduğunu bildirmiştir.

 

"Bugün size dininizi tamamladım .... ''[Maide 3] ayeti indiğinde sahabe sevinmiş, Hz. Ömer ise ağlamış ve şöyle demişti: "Kemalden sonra mutlaka noksanlık gelir" O bu ayet ile Hz. Peygamber'in [s.a.v.] vefatının yaklaştığını hissetmişti. Gerçekten de öyle oldu ve bu ayetten sonra Rasulullah [s.a.v.], sadece seksen bir gün yaşadı.

 

Allah Teala: ''Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir ... ''[Ankebut 41] buyurduğu zaman kafirler:

 

"Örümceğin, sineğin Kur'an'da ne işi var?! Bu Tanrı kelamı değildir" dediler. Bunun üzerine: ''Allah, sivrisineği ve onun üstününü misalolarak vermekten haya etmez''[Bakara 26] ayeti indi. Onlar inen ayetin sadece zahirine bakmışlar ve ondan ne kastedildiğine aldırış etmemişlerdi. Allah Teala:

 

"İnananlar ise, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler''[Bakara 26] buyurmuştur.

Konumuza, kafirlerin dünyaya bakış açıları da bir örnek teşkil eder.

 

Onlar, dünyanın dış görünüşüne kapılmışlar ve onu oyun, eğlence ve geçici bir gölge olarak kabul ederek, ondan istifadelerini azamileştirmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda dünyadan gözetilen asıl amacı, onun bir geçit ve durak yeri olduğu, ebedi ikamet yurdu olmadığı hakikatini görememişlerdir. Geçen izah üzere batının manası işte bu olmaktadır.

"Orada ondokuz bekçi vardır''[Müddessir 30] buyurulduğu zaman kafirler zikredilen sayının zahirine bakmışlar ve rivayete göre Ebu Cehil: "Sizden her on kişi, onlardan birini tutmadan aciz kalmaz ya" demiştir. Bunun üzerine Allah Teala işin hakikatini (batınını) açıklamış ve "Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır ... Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar: Allah, bu misalle neyi murat etti?' desinler"[Müddessir 31] ayetini indirmiştir.

Münafıklar, "Eğer bu savaştan Medine'ye dönersek, şerefli kimseler alçakları and olsun ki, oradan çıkaracaktır''[Münafikun 8] demişlerdi. Onlar dünya hayatının dış görünüşüne bakmışlardı. Allah Teala, ayetin devamında onların bu yanlışını düzeltti ve "Oysa şeref Allah'ın, peygamberinin ve inananlarındır; ama münafıklar bu gerçeği bilmezler" buyurdu.

"İnsanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş sözlerle değişenler ve Allah yolunu alaya alanlar vardır''[Lokman 6]. İnsanlar için bir hidayet, iyilik sahipleri için bir rahmet olan Kur'an inmeye başladığı zaman, kafir en-Nadr b. el-Haris, Fars ve eski cahiliye dönemi mitolojileri ve şarkı türkü ile ona karşı koymaya çalıştı. Ayet, onun durumunu bildirmektedir. Onun bu tavn, Allah Teala'nın indirmiş olduğu Kur'an'ın batınına itibar etmemek oluyordu.

 

Allah Teala, münafıktar hakkında: "Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan, Allah'tan çok sizlersiniz. Bu onların akıl etmez kimseler olmalarındandır''[Haşr 13] buyurmaktadır. Bu onların, anlayışsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü, aklı başında olan kimse, ancak herşeyin mülk ve idaresini elinde bulunduranın sadece Allah olduğuna ve herşeyde tasarrufta bulunanın yalnız O olduğuna inanan kimsedir. Bu yüzden de onlar hakkında "Bu onların akıl etmez kimseler olmalarındandır''[Haşr 13] buyurmuştur. "Anlamaz bir güruh olmalarına karşılık Allah onların kalplerini imandan döndürmüştür''[Tevbe 127], ayeti hakkında da durum aynıdır. Çünkü onlar "Bir sure inince 'Sizi bir kimse görüyor mu?' diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderlerdi''[Tevbe 127]

 

Bil ki, eğer Allah Teala, bir kavmi akılsızlıkla, anlayışsızlık ve bilgisizlikle suçluyorsa, mutlaka bu, onların zahire takılıp kalmaları ve o sözden muradın ne olduğuna itibar etmemeleri sebebiyledir. Eğer bir kavim hakkında da, onların anlayışlı, akıl ve bilgi sahibi olduklarını belirtmişse, bu da mutlaka onların Allah'ın hitabından maksadın ne olduğunu -ki bu o sözün batını oluyor- anlamaları sebebiyledir.

 

 

FASIL:

 

Arap dili hususiyetlerinden olup, Kur'an'ın anlaşılması için gerekli olan herşey, "zahir" kapsamına dahilolmaktadır.

 

Beyan ve belagata ait meseleler, Kur'an'ın zahiri altında mütalaa edilir. Mesela, (...) ayetindeki "dayyik" kelimesi ile (....) ayetindeki "daik" kelimesi arasındaki fark; ... şeklinde yapılan hitap şekilleri arasındaki farkı; her ikisi de mü'minlerin vasıflarını bildiren ayetlerden sonra geldiği halde ... ayetinde  atıf harfi olan vav kullanılmaz iken, ....... ayetinde kullanılmış olması arasındaki fark; keza aynı atıf harfinin ... ayetinde [Şuara 164] kullanılmaz iken, ... ayetinde [Şuara 186] kullanılması arasındaki fark; ayetinde [Meryem 47] selam kelimesi merfu iken ... ayetinde[Furkan 63] mansub olması arasındaki fark; .... ayetinde  hatırlamak için fiil kalıbı kullanılırken, görmek hakkında ism-i mil kipinin kullanılması arasındaki fark; ...... ayetindeki[A'raf 131] "iza" ile "in" şart edatları arasındaki farkı, keza "izo''' ile fiilin geçmiş zaman kipinde, "in" ile ise gelecek zaman kipinde kullanılması arasındaki fark; aynı şekilde ... ayetinde" ise ''iza'' dan sonra ''(erihu'' fiilini geçmiş zaman kipinde, "in" den sonra gelen "yaknetun" fiilini de gelecek zaman kipinde kullanması arasındaki farkı... evet bütün bu ve benzeri sonra gelen Beyan alimlerince muteber olan farklar, Arap dili husüsiyetlerine uygun biçimde kavranacak olursa, Kur'an'ın zahiri işte o zaman anlaşılmış olacaktır.

 

Kur'an'ın i'cazının fesahat yönünden olduğunu söyleyenlere göre, onun mucizeliği işte bu yönden hasıl olmaktadır. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure meydana getirin .. .''[Bakara 23]; "Senin için 'Onu uydurdu' diyorlar, öyle mi? De ki: 'Öyleyse onun surelerine benzer uydurma on sure meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın''[Hud 13] Bu durumda, Kur'an'ın i'cazının başka yolla değil de, fesahatı ile olması uygundur. Bu takdire göre, onlara genelde güç yetirebilecekleri bir sahada kendilerine meydan okunmalı ve buna rağmen onlar acze düşmelidir. Çünkü onlar Hakk'a davet edilmişler; fakat kalpleri Kur'an'ın indirilişinde gözetilen Allah'ın muradından gafil olmuştu. Şimdi eğer onlar meydan okunma karşısında aciz kalırlarsa, indirilen şeyin doğruluğunu anlayacaklar ve ona boyun eğeceklerdi. Bu, hidayete ulaşmanın ve Allah Teala'nın muradını anlamanın bir yolu olacaktı.

 

Muhatabm kulluk vasfım gerçekleştirmesini, Rablığın ancak Allah'a ait olduğunu ikrarı gerektiren her bir mana da, Kur'an'ın batım ve onun indirilişinden gözetilen amaç olmaktadır.

 

Bu, az önce geçen delillerle açıklık kazanır. Bu meyanda olmak üzere şunları da zikredebiliriz: ''Allah'a -kat kat karşılığını artıracağı- güzel bir ödünç takdiminde kim bulunur?''[Bakara 245] ayeti indiği zaman Ebu'd-Dahdah:

 

"Şüphesiz Allah, kerem sahibidir; bize verdiği şeyi bizden ödünç istiyor"

dedi. Yahudiler ise: ''Allah fakir; biz zenginiz" dediler. Ebu'd-Dahdah'ın anlayışı, hakka uygundu ve murad olan batındi. Bir rivayette ise Ebu'd-Dahdah şöyle demişti: "Zengin olduğu halde, bizden ödünç mü istiyor?" Hz. Peygamber [s.a.v.] onun bu sorusuna: "Evet, sizi cennete sokmak için" şeklinde cevap verdi. (Hadiste bunun üzerine Ebu'd-Dahdah'ın içerisinde altı yüz hurma ağacı bulunan bahçesini Allah'a ödünç verdiği anlatılır.) Yahudilerin anlayışı, Arap dilinin zahirini öte aşmamış, bunun sonucunda herşeyden müstağni olan Rab Teala'nın borç istemesini, fakir bir kulun borç istemesi şeklinde yormuşlardır. Allah TeMa, bizi böylesi nasipsizliklerden muhafaza buyursun!

 

Bir başka delil şudur: Emredilmiş bulunan ibadetler hatta emredilmiş ve yasaklanmış şeylerin tamamı, sadece kulun, kendisine olan nimetlerinden dolayı Rabbine şükretmiş olması için konulmuştur. Dikkat edilecek olursa Allah Teala: "Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir''[Nahl 78]; bir başka ayette: "Ne kadar az şükrediyorsunuz?!''[Mülk 23] buyurur. Şükür, küfrün zıddıdır; iman ve onun şubeleri şükür olmaktadır. Bu durumda mükellef, bu kasıt ile yükümlülük altına girdiği zaman, hitaptan gözetilen manayı anlamı Ş ve onun batın manasını tam olarak elde etmiş bir kimse olur. Eğer, teklifyükü altına (İslam'a) girmekle sadece malını ve canını korumayı kastetmiş ise, o kimse maksadı kavrayamamış ve hitabın sadece zahiri üzerine takılıp kalmış olur. Allah Teala: "Puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin"[Tevbe 5] buyurup arkasından: "Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın" deyince, münafık, işin sadece zahir yönünü anlayarak müslümanların girdiği şeyin (yani İslam'ın) malı ve canı kurtaracağını görmüş ve bunun sonucunda dünyevi çıkarlarını korumak için ona girmiş, fakat İslam'dan gözetilen asıl maksadı terketmiştir. Bu maksat Kur'an'ın açıklamış olduğu kulluk ve Hakk'a hizmet yolunda yürüme görevidir. Şimdi namaz, Allah'a huşu ve tazarruda bulunma yoluyla O'na karşı şükretmiş olma manasını içerirken, bu maksattan tamamen uzak olarak namaz kılan bir kimsenin, Kur'an'ın batınını anlamı Ş sayılması nasıl mümkün olabilir? Keza malı olup üzerinden bir sene geçen zengin bir kimsenin, o malın cüz'i bir miktarını zekat olarak vermesi suretiyle şükretmesi gerekir. Hal böyle iken, sene dolarken elindeki malı, zekattan kaçmak için bir yakınına (sonra geri almak niyetiyle) hibe eden ve böylece zahirde zekat yükümlülüğünü kendisinden düşürmüş olan bir kimsenin, Allah'ın nimetine karşı şükreden bir kul sayılması mümkün mü? Böyle birisinin Kur'an'ın batınından nasibi olduğu söylenebilir mi? Aynı şekilde karısına sürekli eziyet ve işkence ederek, hul' yoluyla verdiği mehri gönülsüz geri iade ederek ayrılmaya zorlayan bir kimsenin, "Eğer ikisi Allahın yasalarını koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur"[Bakara 229] ayetinin gereği ile amel etmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve böyle birinin: "Eğer ondan gönül hoşnutluğu ile size birşey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin''[Nisa 4] ayetinin altına girebileceğini iddia edebilir miyiz?

 

Hiyel çeşitleri de, bu konuya örnek olur. Çünkü kendisine hitap edilen şeyin ruhunu (batın) kavrayan bir kimsenin, Allah'ın hükümlerine karşı hileye girişmesi ve bunun sonucunda onları tebdil ve tağyir etmesi mümkün değildir. Kim zahiri şekiHere takılır kalır ve hükümlerde gözetilen amaca (batın) bakmazsa, bu tür şaşırtıcı ve yoldan çıkarıcı davranışlar içerisine dalacaktır.

 

Ehl-i bid'atin ortaya attığı meseleler de bu kısım içerisine girer. Bunlar, fitne ve bozgunculuk çıkarmak için Kur'an'ın müteşabih unsurlarına tutunan ve keyfi tevillere giren kimselerdir. Mesela, Hariciler Hz. Ali hakkında şöyle söylemişlerdir: "O Allah'ın dini hakkında yaratıkları hakem kıldı. Halbuki Allah Teala şöyle buyuruyor: 'Hüküm ancak Allah'a aittir.[Yusuf 40] O, kendisini müslümanların başı olmaktan uzaklaştırmıştır; öyleyse kafirlerin başı olmuştur" İbn Abbas'a şöyle demişlerdir: "Onunla tartışmaya girmeyin. Çünkü o Allah Teala'nın haklarında: 'Onlar şüphesiz kavgacı bir millettir'[Zuhruf 58] buyurduğu kimselerdendir". Müşebbihenin durumu da aynıdır. Onlar, ayetlerde Allah Teala hakkında kullanılan göz[Kamer 14], el [Yasin 71], işiten ve gören[Mü'min 56], avuç (kabza)[Zümer 67] gibi kelimelerin zahirine takılarak O'nu yaratıklara benzetme gibi yanlış bir sonuca varmışlar ve ifrata düşmüşlerdir. Eğer Hariciler, Allah Teala'nın, "Sizden iki adil kişinin hükmedeceği ... "[Maide 95]; " Erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin ''[Nisa 35] ayetlerinde, dini hakkında yaratıkları hakem kılmış olduğuna baksalardı, Hz. Ali'nin yapmış olduğu şeyin "Hüküm ancak Allah'a aittir" ayeti ile bağdaşmaz olmadığını ve onun yaptığının da Allah'ın hükmü cümlesinden olduğunu görürlerdi. Çünkü insanların hakem tayin edilmesi sonuç itibarıyla Allah'ın hükmüne çıkmaktadır. (Çünkü tahkim usfilünü Allah koymuştur.) Dolayısıyla Hz. Ali'nin yapmış olduğu benzeri işte de durum aynı olacaktır. Eğer onlar, onun kendisini müslümanların emirliğinden uzaklaştırmasından, zıddının isbatının gerekmeyeceğini düşünselerdi, onun kafirlerin başı olduğunu söylemezlerdi. Müşebbihe de aynı şekilde eğer sözü edilen ayetleri "Leyse kemislihı şey'un''[Şura 11] ayetine vursalar ve ona göre anlasalardı, o zaman o ayetlerin batınını anlar ve Rab Teala'nın herhangi bir konuda yaratıklara benzemekten münezzeh olduğunu kavrarlardı.

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, sirat-ı müstakimden kayan ve sapan her kimse, anlayış ve ilim açısından Kur'an'ın batınından (ruhundan) kaybı oranında sapmıştır; Hakk'a ulaşan ve doğruyu elde eden kimse de, keza onun batınına olan vukfifiyeti oranında başarılı olmuştur.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

DOKUZUNCU MESELE