EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
BEŞİNCİ FASIL: MÜCMEL VE MÜBEYYEN /
ON BİRİNCİ MESELE:
Rasülullah'ın [s.a.v.]
beyanının, geçerli ve sahih olduğu konusunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü o
zaten bunun için gönderilmiştir: "Sana da insanlara [gönderileni
açıkLayasın diye Kur'fın'ı indirdik''[Nahl 44] ayeti onun bu görevini açıkça
ortaya koyar. Bu konuda herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
Sahabe beyanlarına
gelince; eğer beyan ettikleri konuda icma etmişlerse, onun da geçerli ve sahih
olduğunda şüphe yoktur. Mesela, sünnet mahallinin girmesi sebebiyle guslün
gerekeceği konusu üzerinde icma etmeleri gibi ki, bu icma, "Eğer cünüp
iseniz temizLenin''[Maide 6] ayetini açıklamış olmaktadır.
Eğer aralarında icma
yoksa, o zaman beyanları bir delil kabul edilebilir mi? Yoksa edilemez mi? İşte
bu, üzerinde düşünülmeye ve tafsilata ihtiyaç gösteren bir konudur. Ancak ağır
basan taraf, beyan konusunda onların açıklamalarına iki sebepten ötürü
dayanılması gereğidir:
Birincisi: Sahabe Arap
dilini selika olarak çok iyi biliyordu. Çünkü onlar fasih konuşan Araplardı ve
dilleri henüz değişmemişti, fasahat bakımından en üst mertebede bulunuyorlardı.
Bu özelliklerinden dolayı onlar, Allah'ın Kitab'ını ve Sünneti anlama konusunda
diğerlerinden daha ayrıcalıklı bulunuyorlardı. Bu durumda, beyan makamında
onlardan bir söz ya da fiil geldiği zaman, bu açıdan ona dayanmak sahih
olacaktır.
İkincisi, İslam'ın
ruhuna vakıf idiler: Olayların ve nüzfil hadiselerinin bizzat içerisinde idiler,
Kitap ve Sünnet yoluyla gelen vahye tanıktılar. Bu itibarla onlar, hal
karınelerini ve nüzul sebeplerini en iyi bilen kimseler oluyordu. Bu
ayrıcalıktan dolayı başkalarının kavrayamadıkları şeyleri kavrayabiliyorlardı.
Bir olayda hazır bulunanın, orada bulunmayanın (haber vartasıyla)
öğrenemediklerini görmüş olması tabiidir.
Bu durumda ne zaman
onlardan mutlakın takyidi ya da umumun tahsisi gelecek olsa, onun ile amel
etmek doğru olacaktır. Bu, meseleyle ilgili onlardan herhangi bir görüş
ayrılığı nakledilmediği zaman böyledir. Eğer aralarında görüş ayrılığı var ise,
o zaman mesele ictihada açık demektir.
Buna örnek Hz.
Peygamberin [s.a.v.]: "İnsanlar iftar etme,de acele ettikleri sürece hayır
üzere olmaya devam ederler" hadisidir. Bu acele etmeden hem orucun
namazdan önce açılması anlaşılabilir, hem de namazdan hemen sonra açılması
kastedilebilir. Hz. Ömer ile Hz. Osman, önce namazı kılarlar sonra iftar
ederlerdi. Onlar böylece, hadiste sözü edilen acele etmenin illa da namazdan
önce olması şeklinde anlaşılmamasını, bilakis namazdan sonra hemen iftar
edilmesi şeklinde de anlaşılabileceğini, doğuluların yaptığı tehirin ise, başka
birşeyolup dinde yasak olan aşmlık (taammuk) içerisine gireceğini beyan etmiş
oluyorlardı. Aynı şekilde yahudilerin, iftarı tehir etmekte oldukları ve bu
yüzden de müslümanların acele etmelerinin mendup kılınmasını da (açıklamış
oluyorlardı).
Hz. Peygamber'in
[s.a.v.} "HilMi görmedikçe oruç tutmayın, onu görmedikçe iftar
etmeyin" hadisinde sözü edilen görme, ekser (çoğunluk hal) ile kayıtlı
olabilir. Bu durumda güneşin batışından sonra görülmesi kastedilmiş olur. Hz.
Osman bunun gerekli olmadığını açıklamıştır. Hilafeti sırasında hilali güneşin
batmasından önce görmüş, buna rağmen akşam olup güneş batıncaya kadar if tar
etmemiştir. Düşünülmeli!
Malik b. Enes'in
-Muvatta'da ve diğer yerlerde- takip ettiği metot, çoğunlukla sünneti
açıklayıcı mahiyette sahabe görüş ve tatbikatına (asar) yer vermesiydi. Böylece
o, bunlarla, sünnetleri beyan etmek, onlar içerisinde hangisiyle amel edilip
hangisiyle amel edilmediğini, hangisinin mutlakının takyid edildiğini tesbit
etmek istiyordu. Zikri geçen konuda onun tavrı ve yaklaşımı (mezhebi) bu
merkezde idi. Onların sözlerinin açıldık getirdiği hususlardan biri de dil idi.
Nitekim İmam Malik, "düluki'ş-şems", ''gaseki'l-leyl'' hakkında İbn
Ömer ve İbn Abbas'ın sözlerini nakletmiş, cumaya koşma [Cum'a 10] ayetinde
bahis konusu edilen "sa'y" (koşma) hakkında da Hz. Ömer'den nakilde
bulunmuştur. "İkve" yani kardeşler manası hakkında da, sünnetin iki
ve daha fazlasına hükmettiği naklinde bulunmuştur ... Onların sözleri ile,
Kitap ve Sünnetin manalarının açıklık
kazanacağı açıktır.
İTİBAZ: Bu görüş,
sahabinin taklid edilmesi sonucuna çıkar. Halbuki o konuda tartışmalar ve görüş
ayrılıkları bulunmaktadır.
CEVAP: Evet bu bir
taklittir; fakat bu, gereği üzere (sahip oldukları ayrıcalıklar sebebiyle)
ancak onların ictihad edebilecekleri şeylere yönelik olmaktadır. Daha önce
geçtiği gibi onlar Araptırlar. Aslen ve meşrep olarak Arap olan ile, araplaşan
arasında fark vardır. "Suni şeylere, fıtri özellikler galebe çalar"
Sonra onlar nassların nüzlil ve vürliduna sebep olan olayların bizzat
içerisinde yer almışlar, kendilerinden sonra gelenlerin görmedikleri hal
karinelerine vakıf olmuşlardır. Hal karinelerinin olduğu şekil üzere
nakledilmesi imkansız gibi birşeydir. Şu halde onların şeriatları
anlayışlarının daha sağlam ve tam olduğunu ve bu konuda onların takdim
edilmesinin lüzumunu söylemek gerekecektir. Bu durumda gerek Kur'an ve gerekse
Sünnet hakkında, beyan makamında onlardan bir nakil gelse ve bu, eğer o olmasa
nassın tam olarak anlaşılması imkansız olacak kabilden olsa, kesin olarak o
beyan ile amel edilmesine hükmolunacaktır. Zikredilen gerekçeler bunu
gerektirecektir bir. İkincisi sünnette de onların yolundan gidilmesi ve onlara
tabi olunması emredilmiştir. Nitekim bir hadis şöyledir: "Sünnetime ve
benden sonra gelecek hakka kılavuzluk eden raşid halifelerin sünnetine yapışın.
Onlara iyice tutunun ve azı dişlerinizle sarılın" Buna benzer daha başka
hadisler de vardır. Bütün bunlar, konumuzu genel anlamda desteklemektedir.
Ancak konunun ictihad
mahalli olduğu bilinirse ve o konuda ictihad için sahabeye has olan sözünü
ettiğimiz iki özelliğe ihtiyaç duyulmayacaksa, o zaman onlarla kendilerinden
sonra gelenler o konuda eşittirler. Avl, uykudan dolayı abdest alma, pek çok
riba ile ilgili meseleler gibi. Hz. Ömer riba hakkında: "Hz. Peygamber
[s.a.v.], bize riba ayetini açıklamadan önce öldü. Binaenaleyh, ribayı da riba
şüphesini de terkedin" demiştir ya da buna benzer birşey söylemiştir. Bu
gibi meseleler, bütün ümmet için ictihad mahalli olup, bunlarda sahabenin diğer
müctehidlere nisbetle bir ayrıcalığı yoktur. İşte bu gibi konularda da alimler
arasında görüş ayrılığı vardır. Bazıları, sahabi söz ve görüşünü bir hüccet
kabul etmekte ve başka bir delil araştırmaya gerek duymaksızın onunla amel
etmektedir. Buna göre onlar, sahabi kavlini hadisler ve nebevi ictihadlar gibi
kabul etmektedirler. Bunlar, usul kitaplarında anlatılmaktadır; dolayısıyla
onları burada zikretmeye gerek yoktur.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: