EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
BEŞİNCİ FASIL: MÜCMEL VE MÜBEYYEN /
SEKİZİNCİ MESELE:
Mekruhların gerçek
anlamda yerleşebilmesi için ne haramlarla ne de mübahlarla eşit tutulmamaları
gerekir.
Haramlarla eş
tutulmamalıdır; çünkü eğer mekruh haram mesabesinde tutulursa o zaman onun
haram olduğu inancı doğar ve belki zamanla bilmeyen kimseler için o şeyi
terketmek vacip halini alır.
İTİRAZ: Bu hususun
beyanı için mekruhun işlenmiş olması gerekir.
Halbuki o, yasaklanmış
şeyler kapsamındadır.
CEVAP: Beyan durumu daha
güçlüdür. Bazen kesin yasak bile, üstün bir masIahat varsa işlenebilmektedir.
Mesela, zina eden kimsenin suçu gerçekten işleyip işlemediğinin tesbiti için
ona çeşitli sorular yöneltilmesi bu kabildendir. Hadiste geldiği üzere, Hz.
Peygamber [s.a.v.] zina ikrarında bulunan kimseye çeşitli sorular yönelttikten
sonra "Sen onu şey ettin mi?" diye kinayesiz açıkça o fiilin ismini
zikretmiştir. Halbuki aynı sözün beyan sadedinde olmaksızın zikredilmesi mekruh
ve adaba aykırıdır. Ancak burada, hükmün ortaya çıkması için açıkça söylenmesi
gerekmektedir ve beyan yönü daha güçlü olmaktadır. Dolayısıyla üzerine terettüp
edecek şey hoşgörülür ve bağışlanır. Burada da durum aynıdır. Hz. Aişe'nin,
Rasulullah [s.a.v.] ile birlikte yaptığı şeyi yani guslün gerekmesi için sünnet
mahallinin girmesinin yeterli olduğunu haber vermesine baksanız al Keza Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] Ümmü Seleme'ye "Benim de öyle yaptığımı, haber
verseydin ya" buyurması da böyledir. Burada Hz. Aişe'nin bildirdiği, Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] bildirmesini istediği şeyler, ayıp şeyler olup, beyan
sadedinde olmadığı zaman söylenmesi yasaktır. Daha önce, ihramlı olduğu halde
İbn Abbas'ın cimadan bahseden recez söylediği geçmişti. Beyan sadedinde olduğu
zaman, bu gibi şeylerde bir beis görülmemektedir.
İkincisine yani
mekruhların, mübahlarla eş tutulmaması kısmına gelince; mekruhlar devamlı
surette işlenir ve onlardan kaçınılmaz ise, o mekruhların mübah oldukları
inancı doğar ve bilmeyenlere göre onun hükmü mekruhluktan mübahlığa dönüşür.
Bunun beyanı, değiştirme ve uygun bir şekilde te'dib (zecr) yoluyla olur.
Özellikle de sünnet edinilebilecek mekruhlar karşısında bu tavır daha
belirgindir. Bunlar, mescitlerde ve dini amaçlı toplantı ve derneklerin olduğu,
çoğunluk halkın bir arada bulunduğu yerlerde işlenen mekruhlardır. İşte bu
noktadan hareketledir ki İmam Malik, Rasulullah'ın [s.a.v.] mescidinde herhangi
bir mekruh işleyen kimseye karşı çok şiddetli tepki gösterirdi. Hatta o, sevap
kasdı ile mübah işleyen kimselere dahi sert çıkardı. Nitekim birinde, sıcaktan
ridasını önüne koyan bir kimsenin te'dib edilmesini emretmişti.
FASIL:
Buraya kadar geçen
meselelerden hem fıkıh (furu') hem de usul ile ilgili kaideler doğar:
Bunlardan biri şudur:
Mendup olan bedeni ibadetlerden herhangi birini kendisi için iltizam edinen bir
kimsenin, -eğer gözlerin kendi üzerinde olduğu bir kimse ya da benzeri biri
ise- cahillerin, o ibadetin vacip birşeyolduğunu zannedecekleri şekilde
devamlılık göstermesi uygun değildir. Aksine böyle birinin bazı vakitlerde o
ameli terketmesi ve böylece onun vacip olmadığının bilinmesi uygun olur. Çünkü
tekrarlanmakta olan vaciplerin özelliği, o şeyin iltizam edilmesi ve ihmal
edilmeksizin sürekli olarak vaktinde yapılmış olmasıdır. Nitekim mendubun
özelliği de, sürekli yapılmamasıdır. Eğer devamlı yapılacak olursa, o zaman
vacip için söz konusu olan özelliği kazanmış olacağından yanlış
değerlendirmelere meydan verecek, belki zamanla kendisi de o mendubu vacip
kabul edecek
ve bu şekilde devam edecek,
sonunda da sapıtacaklar.
Aynı durum şu hususlarda
da geçerlidir:
1. İbadetin, illa da
belli bir keyfiyet üzere ifasının iltizam edilmesi.
2. Bir başka ibadetin ya
da ibadet olmayan başka bir unsurun eklenmesi sebebiyle, bu hallerde bulunmayan
manaların ortaya çıkması.
3. Mübahın çeşitli
şekillerde irası mümkün iken illa da içlerinden bir şeklin seçilip, hep o şekil
üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilmesi.
4. Bazı mübahların,
belli bir gerekçe olmaksızın -meşru hükmün terk olduğu intibaını verecek
şekilde- terkedilmesi.
Bu noktadan hareketle
Hz. Ömer, minberde secde ayetini okumuş, sonra insanlarla birlikte secde
etmişti. Bir başka defasında yine okumuştu. Yerine yaklaştığında, insanlar
secde etmek üzere hazırlandılar; fakat Hz. Ömer secde etmedi: "Allah
Teala, bunu bize yazmamıştır; ancak dilersek yapmamız hali müstesna" dedi.
İmam Malik'e, abdest
alınırken besmele çekilmesi soruldu. o: "Hayvan boğazIamak mı
istiyor?" diye takılarak, soruya verilecek cevabın sanki bu konuda güçlü
bir talep olduğu şeklindeki beklentisine tepki göstermiş oldu.
Yine Hz. Ömer'den abdest
hakkında: "Ha sağımızdan başlamışız, ha solumuzdan başlamışız, bizce
önemli değil" dediği nakledilmiştir. Halbuki her şeyde sağdan başlamak
müstehaptır.
Birinci kısma yani
ibadetin, illa da belli bir keyfiyet özere irasının iltizam edilmesine örnek
olarak, İmam Malik'in namazda kıyamda iken ayakların hiç oynatılmamasma
gösterdiği tepkiyi verebiliriz.
İbadet olmayan başka bir
unsurun ibadete eklenmesine örnek, Maverdi'nin naklettiği secdeden kalktıktan
sonra alnın silinmesi ile Hz. Ömer'in ihtilam olduğunda elbisesini
değiştirmeyip yıkamayı tercih etmesi ve ''Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu
sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur
biter)" demesidir.
Mübahın çeşitli
şekillerde ifası mümkün iken illa da içlerinden bir şekli seçip, hep o şekil
üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilmesine örnek olarak
da, İmam Malik'ten nakledilen şu olayı gösterebiliriz: Ona abdest alınırken bir
kere yıkanmasının hükmü sorulmuştu:
"Hayır, abdest
ikişer ikişer veya üçer üçer (yıkamakla) olur" diye cevap verdi. Halbuki
hem abdestte hem de gusülde belli bir sayı değil de, istenilen organların iyice
yıkanmış olması (isbağ) esas kabul edilmişti. el-Lahmi bunu şöyle izah eder:
"Bu bir ihtiyat ve koruma şeklidir. Çünkü sıradan biri, örnek olan kimseyi
birer kere yıkayarak abdest alır halde görünce, kendisi de aynı şeyi yapacaktır.
Belki bir kerede organlarını tam olarak yıkayamayacak, bu yüzden abdestsiz
namaz kılma durumuna düşecektir."
Bu gibi örnekler çoktur.
Bütün bunlar, insanların
yanında yaptığı zaman ve o fiili işleyene başkalarının uyabileceği ihtimalinin
bulunması halinde söz konusudur. Böyle olmaz da kişi kendi başına, kimsenin
görmeyeceği şekilde ve yaptığı şeyin de dindeki hükmü ne ise ona itikat ederek
işlemesi durumunda bir sakınca yoktur. Nitekim müteahhir alimler Şevval'den
altı gün oruç tutma hakkında, kim bunu kendi kendine onun sahih olacağına
itikat ederek tutarsa, bu sahih olur, demişlerdir. Keza İmam Malik bir kere
yıkanarak alınan abdest hakkında: "Bunu, ancak abdest ahkamını bilen bir
kimse için caiz görürüm" demiştir. el-Lahmi'nin izahı, kişinin kendisine
tabi olunmayacağı bir yerde yapması halinde bir sakınca olmayacağını ve onun
mezhep üzere hareket etmiş olacağını göstermektedir. Çünkü İmam Malik'in abdest
hakkındaki aslı, bir sayı tahdidinin bulunmadığı, asıl maksadın organların tam
olarak yıkanmış olması şeklindedir. Ama bir kere yıkamayı iltizam eder ve o
şekli hiç terketmez ise, o zaman bunun insanların gözü önünde olması uygun
olmaz. Çünkü devamlı olarak insanların gözü önünde öyle yapacak olursa,
muhtemelen bilgisiz insanlar onun vacip veya matlup, ya da terki caiz olmayan
birşeyolduğunu zannedeceklerdir. Halbuki şer' an o öyle değildir. Dolayısıyla
izhar etmesi durumunda mutlaka o kişinin, o şekli devamlı olarak iltizam
etmediğini göstermesi, iltizamı halinde de onu izhar etmemesi gerekecektir. Bu,
Deliller bölümünün evvelinde zikredilen şart üzere olacaktır.
İTİRAZ: Bu, daha önce
ortaya konan amellerin devamlılığına yönelik Şari'in kasdına ters düşer. Hz.
Peygamber [s.a.v.] bir amel işlediği zaman onu iyice ortaya kordu.
CEVAP: İtiraz varid değildir.
Çünkü devamlılık vasfı, hiç terkedilmeyen birşey hakkında kullanıldığı gibi,
çoğunlukla yapılan şey hakkında da kullanılır. Dolayısıyla birşeyin bazı
vakitlerde terkedilmiş olması, onu devamlılık vasfından çıkarmış olmaz. Nitekim
biz, sahabenin kurban kesmeyi bazı vakitlerde terketmeleri hakkında, onların
kurban kesme konusunda müdavim olmadıklarını söylemiyoruz. Şu halde devamlılık
vasfının sahih olabilmesi için, asla terk durumunun olmaması şart değildir;
şart olan lügat bakımından ism-i fail kalıbının kendisine hakikat anlamda
kullanılması sahih olabilecek ölçüde çoğu zaman o şeyi yapar olması veya
ekseriyettir.
Sufiyye, seyrü sülükte,
vacip olmayan bazı şeyleri iltizam etmiş, hatta işleme konusunda vacip ile
mendup; terk konusunda da mekruhla haramı eşit tutmuşlardır. Dahası terk
konusunda bir çok mübah ile mekruhları dahi eşit kabul etmişlerdir. Bu tarz,
onların gidişatlarının esası olmuştur. Özellikle de ruhsatların alınmasını
terketmişlerdir. Zira onların tuttukları yolun gereklerinden biri de, salik
için -seyrü sülük halinde olması hasebiyle- ruhsatlara kendisini kaptırmaması
ve diğer insanlar için gerekli olmayan şeyleri iltizam edinmesidir. Onlar
tarikatlarını, kendileri ve müritleri arasında sırlarını saklamak ve hiçbir
şekilde onları izhar etmemek, seyrü sülük için üstlenmiş oldukları vazifeler ve
mücahede halleriyle halvete çekilmek üzere kurmuşlardır. Çünkü bunlar
kendilerini görüp de maksatlarını anlayamayacakların; vacip olmayanı vacip,
caiz olanı caiz değil veya matlup sanmalarından ya da kendi hallerine muttali
olanların hakklarında kötü zanna düşebileceklerinden korkmuşlardır. Dolayısıyla
bu konuda onları suçlamamak gerekir. Nitekim onlar vecd hallerine ait sırlarını
sakladıkları için de kınanmazlar. Zira onlar, bu esasa dayanmaktadırlar.
Onlardan bazılarının ya kendilerine galebe çalan bir vecd halinden dolayı, ya
da bazılarının görüşlerini sahih başka bir esas üzerine bina etmeleri sebebiyle
bu aslı ihlal etmeleri yüzünden, bir yanda ulemadan pek çoğunun onlara karşı
suizan beslemesi kapısı açılırken, öbür taraftan da cahillerin onların
maksatlarını anlayamamaları, kastetmiş oldukları şeyi anlamaları kapısı
aralanmıştır. Bunların hepsi de mahzurludur.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: