EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AVARİZU’L-EDİLLE /
BEŞİNCİ FASIL: MÜCMEL VE MÜBEYYEN /
ALTINCI MESELE:
MENDUP: Birşeyin gerçek
anlamda mendup olarak yerleşmesi için, onun vaciple; ne sözde, ne fiilde, ne de
itikatta eş tutulmaması gerekir.
Eğer mendup söz, ya da
fiilde vaciple eşit tutulacaksa bunun itikat açısından herhangi bir ihlali
getirmemesi gerekir. Bu hususu aşağıdaki noktalar açıklar:
1. Vacip ile mendup arasını itikat açısından
eşit tutmak yani vacip olmayan birşeyin vacip olduğuna inanmak ittifakla
batıldır. Söz ya da fiil, vacip ile mendup arasında mutlak bir eşitleme
yapılması sonucuna götürecekse (zeria), o zaman aralarının ayrılması vacip
olur. Bu ise ancak sözlü beyan ve aralarında fark olduğunu gösteren fiil
yoluyla yapılır. Bu fiil de, mendupların devamlı olarak işlenmesini terketmek
yoluyla olur. Zaten mendupların özelliği de, onların devamlı olarak
işlenilmeyişleridir.
2. Hz. Peygamber [s.a.v.], insanları doğru yola
iletmek ve kendilerine indirileni onlara açıklamak için gönderilmiştir. Onun bu
görevinden olmak üzere (mendup ve vacibin arasını) sözlü ve fiili beyanları ile
açıklaması da vardır. Mesela sadece cuma günü oruç tutmayı, yalnızca cuma
gecesini ihya etmeyi yasaklamıştır. Bir hadislerinde "Sizden biriniz namazından
şeytana bir payayırmasın!" buyurmuştur. Bunu İbn Ömer hadisi açıklamıştır:
Vasi' b. Hibban der ki: Namaz (kıldığım yer)den sol tarafımdan ayrıldım.
Abdullah b. Ömer bana: "Seni sağ tarafından ayrılmadan alıkoyan şey
nedir?" diye sordu. Ben de: "Seni öyle gördüm ve senin yaptığın gibi
yaptım" dedim. O: "İsabet ettin. Birileri 'Sağından ayrıl!' diyor.
Ben ise: 'Nasıl istersen öyle ayrıl; ister sağından, ister solundan.'
diyorum" Bazı hadislerde Hz. Peygamber'in [s.a.v.] vacip olmayan hükmü
belirledikten sonra şöyle buyurduğu belirtilir: Kim işlerse iyi yapmış olur;
kim de işlemezse ona bir günah yoktur" Bedevi'nin: "Bana (bu
bildirdiklerinden) başka bir yükümlülük var mı?" diye sorması üzerine Hz.
Peygamber [s.a.v.] cevap olarak: "Hayır! Ancak nafile olarak yapılan
müstesna" buyurmuştur. Tertibe riayeti gerekli olmayan bazı hac
fiillerinin birbirinden önce yapılması durumu sorulduğu zaman da: "Bir
sakınca yok" buyurmuştur. Ravi diyor ki: O gün öne alınan ya da tehir
edilen şeylerle ilgili soruların hepsine: ''Yap, bir sakınca yok!" diye
cevap verdi. Halbuki bazı fiillerin diğerinden önce yapılması, istenilen
birşeydir, ancak bu vücup yoluyla değildir. Rasulullah [s.a.v.] Ramazan'dan bir
ya da iki gün önce oruca başlanmasını yasaklamış, bayram günü oruç tutulmasını
haram kılmış, uzletten (tebettül) nehyetmiştir. Halbuki ayette "Herşeyi
bırakıp yalnız O'na yönel" buyurulmaktadır. Visal orucunu yasaklamış ve:
"Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını alın" buyurmuştur. Oysa ki,
hayırlı ameller ne kadar çok yapılırsa o kadar iyidir. Buna benzer daha pek çok
aksi matlup bulunduğu halde Hz. Peygamber'ce [s.a.v.] söz, fiil ve takrirleri
ile beyan edilmiş şeyler bu konuya örnek teşkil eder. Bunlar aslında matlup
bulunduğu halde, farz olduğuna itikat edilir korkusuyla onları terketmiş ve
verilen örneklerdeki gibi açıklamalarda bulunmuştur.
Bir başka tutum daha
vardır: Şeyle ki: Hz. Peygamber [s.a.v.] işlemek istediği bazı amelleri,
insanlar onunla amel ederler de üzerlerine farz olur korkusuyla terkederdi. Hz.
Aişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber [s.a.v.], kuşluk namazını asla
kılmamıştır. Ben ise onu müstehap görüyorum" Hz. Peygamber [s.a.v.],
Ramazan gecesini ihya etmek (teravih namazı kılmak) üzere mescide çıkmış,
insanlar etrafına toplanarak onunla birlikte namaz kılmışlar_ Daha sonraki
günler insanlar iyice çoğalınca, Hz. Peygamber [s.a.v.] onu terketmiş ve
gerekçe olarak da insanların üzerine farz kılınacağından korktuğunu
söylemiştir. Bu gerekçe iki şekilde anlaşılabilir:
a) Vahiy yolu ile ve
bütün insanlar üzerine farz kılınabilir korkusu.
b) Eğer devamlı olarak
kılarsa, aslında farz olmadığı halde ümmeti içerisinden bazı kimselerin onun
farz olduğu zannına kapılması korkusu. Bu gayet yerinde bir izah tarzıdır.
3. Sahabe [r.a.], bu hususun şeriatta gözetilmiş
olan esaslardan biri olduğunu kavrayarak, dinde ihtiyat üzere amelde
bulunagelmişlerdir. Onlar, kendilerine tabi olunan örnek insanlardı ve bazı
şeyleri terkederek, bu noktayı açıklamışlardı. Böylece o şeylerin terkinin -her
ne kadar işlenmesi matlup olan şeyler ise de- kişinin diyanetini
zedelemeyeceğini beyan etmiş oluyorlardı.
Bu noktadan hareketle
Hz. Osman, hilafeti esnasında yolculuk sırasında namazları kısaltmadan
kıldırmış ve ruhsat hükmünü terketmiştir. Gerekçe olarak da şöyle demiştir:
"Ben insanların önderiyim. Bedeviler, badiye halkı bana bakacak; iki rekat
namaz kılıyorum, sonra namazın böyle farz kılınmış olduğunu söyleyecekler"
Oysa ki müslümanların ekserisi yolculuk esnasında namazın kısaltılmasının
matlup 0lduğu görü-
şündedirler.
Huzeyfe b. Esid şöyle
der: "Ebu Bekir ve Ömer'i gördüm; onlar insanlar vacip sanırlar korkusuyla
kurban kesmezlerdi" Bilal de şöyle demiştir:
"Bir koç ya da
horoz kurban etmişim; benim için fark etmez" Rivayete göre İbn Abbas da
kurban bayramı gününde iki dirhemlik et satın alırdı ve (azadlısı) İkrime'ye
şöyle derdi: "Sana soran olursa, 'Bu İbn Abbas'ın kurbanıdır'
dersin". Halbuki İbn Abbas zengindi. (İbn Mesud da) şöyle demiştir:
"Şüphesiz ki ben -en varlıklılarınızdan olduğum halde- komşular vacip
sanmasın diye kurban kesmeyi terkediyorum" Ebu Eyyub el-Ensari de şöyle
demiştir: "Biz kadınlarımız ve aile efradımız için kurban keserdik.
İnsanlar bu yolla öğünmeye başlayınca, biz de terkettik" Ashabın tavrı
işte böyle. Kurbanın, kesilmesi matlup birşeyolduğunda herhangi bir görüş
ayrılığı bulunmamaktadır.
İbn Ömer, kuşluk
namazının bid'at olduğunu söylemiştir. Bu iki şekilde izah edilebilir:
a) Ya onlar onu cemaat
halinde kılıyorlardı.
b) Ya da, farz namazların
akabinde kılınan sünnet namazlar şeklinde kılıyorlardı.
Kadınlar mescide
gitmekten engellenmişlerdir. Halbuki: "Allah'ın (kadın) kullarını,
Allah'ın mescitlerine gitmekten alıkoymayın" şeklinde hadis vardır. Çünkü
onlar kendilerini bir miktar gösterişe kaptırmışlar ve çıkışlarından endişe
edilir hale gelmişlerdi.
4. Müctehid imamlar da -her ne kadar detaylarda
farklı düşünseler degenel anlamda aynı esas üzerinde yürümeye devam
etmişlerdir.
Mesela İmam Malik ve Ebu
Hanife, altı günlük Şevval orucunu mekruh görmüşlerdir. Bu, belirtilen
endişeden dolayıdır. Halbuki bu konuda teşvik edici hadislerin bulunduğu sahih
ve sabittir. Buna rağınen onlar, Ramazan orucundan sanılabilir endişesiyle bu
orucu mekruh görmüşlerdir. el-Karafi, bu korkuııun Acem için vaki olduğunu
söylemiştir.
İmam Şafii benzeri şeyi
kurban kesme hakkında söylemiş ve onun vacip olmadığına zikri geçen sahabilere
ait davranışları delil olarak kullanmıştır. İmam Malik'te bu kabilden
zikredilen şeyler çoktur. Sedd-i zeria ilkesi, onca makbul ve hem adetlerde,
hem de ibadetlerde bidüziyelik gösteren bir esastır.
Bütün bu delillerin
tümü, vacip ile mendubu birbirinden ayırmanın -sözlerin ve fiillerin eşit
durumda olmalan halinde- şer'an maksud olduğunu ve örnek alınma durumunda olan
insanlardan onların matlup bulunduğunu kesin olarak ortaya koyar. Keza itikat
bakımından bu iki kısımın birbirinden ayrılması gereğini de kesin bir şekilde
isbat eder.
FASIL:
Mendup ile vacibi
birbirinden ayırma çeşitli şekillerde olur: ı. Yeterli olması halinde sözlü
beyanla yapılır.
2. Sözlü beyanın yeterli
olmaması halinde fiil ile beyan edilir ve bu tür yerlerde asıl amaçlanan da
budur. Beyan edici fiil, bazen mendup olan şeyin öncesinde, bazen beraberinde
ve bazen de sonrasında olur. Bunlarla ilgili örnekler konu esnasında geçmiştir.
Farkın en çok ortaya çıktığı şey, hakkında nass bulunmayan keyfiyetler hakkında
olmuştur. Hakkında nass bulunanlara gelince, onlar hakkında bir söz yoktur. Şu
halde fiil, mendupla vacibi birbirinden ayırma konusunda sözden daha güçlüdür.
Zira fiil, sözü ya tasdik ya da tekzip eder.
FASIL:
Mendubun gerçek anlamda
yerleşebilmesi için, onu işleme konusunda vaciple eşit tutulmaması gerektiği
gibi, mutlak terk konusunda bazı mübahlarla beyansız eş tutulmaması da gereklidir.
Çünkü eğer menduplar terk konusunda mübahlarla eş tutulacak olursa, bundan o
mendubun terkinin meşru olduğu sonucu çıkar; mendubun mendup olduğu anlaşılmaz.
Bu bir.
Bir husus daha var. Oda
şudur: Mendubun terki, külli bir esasın ihlali sonucunu doğurur. Bilindiği gibi
menduplardan bir kısmı külolarak ele alındığı zaman vacip olmaktaydı. Bu
durumda onun mutlak terki, vacibin ihlaline sebep olur. Dahası mutlaka o
mendubun işlenmesi, böylece onun mendup olduğunun insanlara gösterilmesi ve
onların da işlemelerinin sağlanması gerekir. Bu, örnek konumunda olan
kimselerden istenilen birşeydir. Nitekim selef-i salihin durumu böyle idi.
Enes'ten gelen hasen bir
hadiste şöyle denilir: Rasulullah [s.a.v.] bana dedi ki: '7 avrucuğum! Eğer
kalbinde hiçbir kimse hakkında en ufak bir kötü düşünce olmadan sabahlamaya
gücün yeterse bunu yap" Sonra şöyle buyurdu: ''Yavrucuğum! Bu benim
sünnetimdendir. Kini benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Kim de beni
severse cennette benimle beraber olur"
Bu hadiste, sünnetle
amel etmek, onu ihya sayılmıştır. Dolayısıyla sünnetin açıklanması sadece sözlü
beyana has değildir. İmam Malik, hacıların Mekke'de Muhassab'a -yani Ebtah'a-
inmeleri hakkında şöyle demiştir: "Ben imamlar ve örnek konumda olan insanlar
için, orada konaklamadan geçmemelerini müstahap görüyorum. Çünkü bu onların bir
görevidir. Zira bu, RasuluIlah [s.a.v.] ve halifeleri tarafından yapılmış
birşeydir. Dolayısıyla imamlar ve örnek konumunda olan ilim adamları için onun
bu sünnetini ihya etmeleri, bu fiilin tümden terkedilmemesi ve bunun sonucunda
orada konaklama ile herhangi bir yerde konaklama arasında hüküm bakımından bir
farkın olmadığı ve orada konaklamanın bir fazileti bulunmadığı, dahası orada
konaklamanın sevap getireceğine inanmanın caiz olmayacağı inancının doğmaması
için, onu işlemeleri kendilerine bir görevolarak taayyün eder. Baci'nin nakli
böyledir. İmam Malik'in mezhebinden anlaşılan, mendubun mutlaka mendup
olmayandan ayrılması gerektiğidir. Bu da, onun işlenmesi ve böylece ortaya
konulması yoluyla olacaktır.
Bazıları [Hz. Ömer, (Amr
b. el-As'a) şöyle demiştir: "Hayret! Ey Ası oğlu! Haydi sen elbiseler
buldun; peki herkes bulabiliyor mu? Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet
olur. Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur
biter)" şeklindeki] Hz. Ömer hadisi hakkında şöyle demişlerdir: Hz. Ömer,
kendi fiil ve sözlerinin sünnet edinildiğini ve kendisine uyulan önder
konumunda olduğunu bildiği için böyle yaptı. Yani bu fiilini, yaptığı şeyin
görülmesini ve kendisinden alınmasını istediği için yaptı. Böylece bu, namaz
için ayrı bir elbise külfetine girilmemesi ve elbiseyi yıkamak için namazın
geciktirilmesi konusunda insanlara genişlik getiren bir esas oldu. Bu yüzdendir
ki şöyle demiştir:
"Hayret! Ey Asi
oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu? Vallahi eğer ben
bunu yaparsam, bu sünnet olur ... " İşte bu ve benzeri sebeplerden
dolayıdır ki torunu Ömer b. Abdulaziz, onun yoluna uymuş ve onun gidişatını
benimsemiştir. el-Utbiyye'de şöyle nakledilir:
Ömer b. Abdulaziz'e
namazı biraz geciktirdiği söylendi. O: "Elbisem yıkandı da" diye
cevap verdi. İbn Rüşd şöyle der: "Onun dünyaya karşı zühdü sebebiyle
giydiğinden başka elbisesi olmaması muhtemeldir. Belki de vakit geniş olmakla
birlikte başkasını almayı Allah'a karşı tevazu olsun diye terketmiş, böylece bu
gibi konularda kendisine uyulmasını istemiş olabilir. Bunu yaparken de kendisi
Hz. Ömer'in yaşantısını örnek almış olmaktadır. Zaten o, her konuda Hz. Ömer'in
hal ve gidişatını kendisine örnek alma konusunda insanların en önde geleni idi.
KonumuzIa ilgili olarak
Maverdi de şöyle diyor: Namazı cemaatle kılmayı terketmeyi adet haline getiren
bir kimse, eğer onun bu alışkanlığının başkalarına da sirayet etmesinden endişe
edilirse hakim tarafından men ve te 'dip edilir. 0, Hz. Peygamber'in [s.a.v.]
bu konuda varid olan: ''Askabıma odun toplamalarını emredeyim ... "
hadisini de bu hükme delilolarak kullanmıştır. Keza bir ülke ahalisi namazı son
vaktine kadar geciktirmeyi itiyat haline getirseler, hakim onları meneder.
Çünkü bütün insanların bunu itiyat haline getirmesi, yeni yetişen çocukların,
namazın vaktinin öyle olduğu, daha öncesinde kılınamayacağı inancına
kapılmasına sebep olur. Maverdi daha başka benzer meselelere de işaret eder ve
şu konu ile ilgili iki görüş nakleder: Köylüler, (sayı gibi) bazı yönlerden
kendileri ile inikad edip etmeyeceği konusunda ihtilaf edilen cuma namazının
kılınması meselesinde muhtesibin köylülere müdahalesi söz konusu olur mu? Bu
muhtesibin kılınması görüşünde, köylülerin ele kılınmaması görüşünde oldukları
zaman söz konusudur. Muhtesibin reyi üzere kılınması görüşünün izahı,
maslahatın dikkate alınmasıdır. Buna göre yeni yetişen çocuklar cumasız olarak
büyürlerse, sayı dolduğu zaman dahi cumanın gerekmeyeceği düşüncesine sahip
olurlar. Bu konu çok geniştir. Zikrolunan ve benzeri zikrolunmayan bu tür
meselelerde beyanın takviyesi meyanında kabul edilecek şeylerden biri de, Ömer
b. Abdulaziz'in Urve b. İyaz ile aralarında geçen olaydır. 0, iki gözü arasına
hayzerane (ok ya da kamış) ile dürttükten sonra, iki gözü arasındaki secde
izini kastederek: "Senin hakkında beni aldatan şey bu. Eğer benden sonra
bunun sünnet edinileceğinden korkmasaydım, emrederdim de secde mahalli
oyulurdu" demiştir.
Alimler, bu anlayış
üzerinde yürümüşler ve onu bidüziyelik gösteren bir esas kabul etmişlerdir. Bu
anlayış, sonuç itibarıyla sedd-i zenıi' ilkesine çıkar. Alimler bilindiği gibi
bu ilke konusunda bütün olarak -her ne kadar detaylarında görüş ayrılığı olsa
da- ittifak halindedirler. Mesela:
"Ey iman edenler!
Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da ullanılabilecek)
'Raina" demeyin ... ''[Bakara 104]; ''Allah'tan başka yalvardıklarına
sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler''[En'am 108]
ayetleri gibi. İmam Malik, yalnız başına Şevval hilalini gören kimsenin orucunu
bozmaması görüşündedir. Çünkü eğer bozarsa bu, zaten oruç tutmamak için bahane
arayan rasıklar için bir sebep olur ve onu delil göstererek oruçlarını
tutmazlar. İki yalancı şahidin karısını boşadığına dair şahitlik eden ve
mahkemece birbirinden ayrıldığına karar verilen kimse hakkında da, boşanmış
gözüken karısıyla ilişkide bulunmamasını -insanlardan habersiz olması hali
hariç- söylemiştir. Ziyad da, Basra ve Küfe camilerinde insanların namaz
kılmaları konusunda bu manayı göz önünde bulundurmuştur. Onlar camide namaz
kılarken secdedeİı başlarını kaldırdıklarında, yapışan toprak sebebiyle
alınlarını siliyorlardı. Caminin zeminine çakıl döşenmesini emretti ve şöyle
dedi: "Ara uzayınca, yeni yetişen çocukların secde izinden dolayı alnı
silmeyi namazın sünnetlerinden sayabileceklerinden emin değilim" Ebü Cafer
el-Mansür ile İmam Malik arasında geçen Muvatta'ın kanunlaştırılması olayı da
böyledir. Mansür, insanları onunla amel etmeye zorlayacağını söylediği zaman,
İmam Malik buna engel olmuştur. İbn Ömer, kuşatıldığı sırada Hz" Osman'ın
yanına girmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti: İbn Ömer:
"- Bak şunlar ne
söylüyorlar!" Hz. Osman:
"- Ya kendini azlet
ya da seni öldüreceğiz" diyorlar. "- Sen dünyada ebedi misin?"
"- Hayır!"
"- Peki onlar seni
cennete, ya da cehenneme sokmaya kadirler mi?" "- Hayır!"
"- Şu halde
üzerindeki Allah'ın gömleğini çıkarma; yoksa bu bir adet (sünnet) olur. Her ne
vakit bir grup halifelerinden hoşlanmasa ya onu azlederler ya da
öldürürler"
Ebu Cafer el-Man sur,
İbnu'z-Zübeyr'in bina ettiği şekilde Hz. İbrahim tarafından atılmış asıl
temeller üzerinde Kabe'yi yeniden inşa etmek istemişti. Bu konuda İmam Malik'e
danıştı. İmam Malik ona: "Allah aşkına ey mü'minlerin emiri, bu kutlu evi
senden sonra gelecek hükümdarların elinde bir oyuncak haline getirme! Eğer öyle
yaparsan her aklına esen, onda değişiklikler yapmaya kalkar ve insanların
kalplerinden onun heybeti kaybolur gider" dedi ve onu bu düşüncesinden
vazgeçirdi. Çünkü bu bir çığır olur ve ictihada dayansın dayanmasın uyulur ve
hiçbir şekil üzere istikrar kalmaz.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: