EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

AVARİZU’L-EDİLLE / DÖRDÜNCÜ FASIL: UMUM VE HUSUS /

ALTINCI MESELE:

 

Umum, sadece amm lafızlar yönünden sabit olmaz. Aksine onun sübutu için iki yol vardır:

 

a) Varid olan (amm) lafızlar (siga). Usulcülerin sözlerinde yaygın olan da budur.

 

b) İstikra yoluyla zihinde külli ve amm bir sonucun oluşması. İstikra sonucunda elde edilen bu sonuç, hüküm konusunda lafızdan elde edilen umum yerine konulur. Bu ikinci yolun sıhhatine aşağıdaki hususlar delalet eder:

 

1.    İstikranın mahiyeti bunu gerektirir. Çünkü istikra, söz konusu mananın cüziyyatını araştırmak, onları teker teker elden geçirmek ve onlar yoluyla kat'i ya da zanni amm bir hükme ulaşmak demektir. Bu, hem akli hem de şer'i ilimlere mensup otoriteler tarafından kabul edilmiş bir yoldur. İstikra tam olarak gerçekleştiği zaman, takdir edilebilen her cüz hakkında artık onun hükmü ile mutlak olarak hükümde bulunulur. Burada kastedilen umumdan maksat işte budur.

 

2.    Manevi tevatürün anlamı da zaten budur. Mesela, Hatem'in cömertliğini ele alalım: Bu kayıtsız mutlak ve tahsis edilmeksizin amm olarak sabit olmuştur. Bu sonuç, onun hakkında muhtelif şekillerde ve farklı zamanlarda cereyan eden, fakat hepsi de onun cömertliğine delalet eden sayısız pek çok özelolayın nakli sonucunda ortaya çıkmıştır. Bütün bu nakiller sonucunda muhatapta külli bir mana -ki onun cömertliği oluyor- oluşmakta ve bunun sonucunda o, söz konusu külli manayı Hatem üzerine yüklemektedir. Vakaların özel mahiyetli olması, böyle bir sonucu doğurmaya mani değildir. Aynı şekilde mesela "dinde zorluk yoktur" esası konusunda amm bir lafzın bulunmadığını farzetsek; buna rağmen biz bu sonucu özel mahiyette olan, yönleri farklı bulunan, fakat hep güçlüğün kaldırılmış olması esasına dayanan pek çok olaydan çıkarabiliriz:

 

Mesela; teyemmüm, su bulunmadığı zaman ortaya çıkacak meşakkatten dolayı meşru kılınmıştır. Oturarak namaz kılmak, ayakta durarak namaz kılma durumunda ortaya çıkacak meşakkat yüzünden kolaylık olsun diye kabul edilmiştir. Yolculuk sırasında namazların kısaltılması ve oruç tutulmaması; yolculuk, hastalık ve yağmur gibi hallerde namazın cem edilmesi, cana ya da organ itlafine sebebiyet verecek ikrah (zor kullanma) durumunda küfür kelimesinin söylenmesine müsade edilmesi; en büyük meşakkat demek olan çaresiz kalma durumunda öleceğinden korkuyorsa murdar hayvan eti vb. gibi haram şeylerin mübah kılınması; kıblenin tayin edilememesi halinde herhangi bir yöne doğru namazın kılınması; çıkarma meşakkati ve doğacak zararın kaldırılması için mest ve sargı üzerine meshedilmesi; toz ve duman gibi kaçınması mümkün olmayan şeylerin orucu bozmaması... ve buna benzer daha pek çok cüziyyat hep meşakkatin giderilmesi için konulmuştur. İşte bunların tümünden, Şari'in güçlük ve meşakkatin kaldırılmış olmasına yönelik bir kasdının bulunduğu sonucu çıkar. Bundan sonra da biz, artık her konuda mutlak olarak güçlüğün kaldırılmış olduğuna hükmederiz. Bunu yaparken istikra ile amel etmiş oluyoruz ve onu sanki amm bir lafızmış gibi kabul ediyoruz. Manevi tevatürün itibara alınması sabit olduğuna göre, onun zımnında konumuz da sabit olur.

 

3.    Şedd-i zerai' kaidesi. Selef, bu kaide ile bu mana yüzünden amel etmişlerdir. Mesela, kudretleri olduğu halde kurban kesmeyi terketmişlerdir. Hz. Osman, hacc esnasında insanlara namaz kaldırırken kısaltmadan tam olarak kıldırmış, beraberinde olan ashab da onun sedd-i zerai' kabilinden olan mazeretini makbul görmüş ve yaptığım tasvip etmişlerdir.

 

Buna benzer daha başka örnekler de böyledir. Halbuki, sedd-i zera.İ' konusunda varid olan nasslar külli olmayıp hususi olaylarla ilgilidir. Mesela:

 

"Ey iman edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da kullanılabilecek) 'Rama' demeyin ... [Bakara 104]; "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler"[En'am 108] Hadiste de şöyle buyurulur: "En büyük günahlardan biri de kişinin kendi anne ve babasına sövmesidir" Nasslarla belirtilen bu konular hususi durumlar olup, selefin hükümde bulundukları konularla ancak sedd-i zerai' manasında birleşirler. O, zikredilenler hakkında problemsiz delil olmaktadır.

 

İTİRAZ: Cüz'i olaylardan külli manalar çıkarmak çeşitli açılardan açık değildir:

 

1     Böyle birşeyancak akli konularda (akliyyat) geçerli olabilir; şer'i mesailde geçerli olamaz. Çünkü akli manalar, terkip kabul etmeyecek basitlikte, farklılık göstermeyecek benzerlikte olurlar. Akıl, bu gibi konularda, ister görünürde olsun ister olmasın birşeye onun benzerinin hükmünü verir; çünkü onun aksini farzetmek akla göre muhaldir. Vaz'i meseleler ise böyle değildir. Çünkü bunlar akli meseleler gibi konulmamıştır.

 

Aksi takdirde o da bizzat onlar gibi olurdu ve vaz'i olmazdı. Bu ise, böylesi bir ayırımı ortadan kaldır. Vaz'i hükümler, akli meselelerin konulu şu gibi konulmadığına göre, ihtiyar (tercih) esasına uygun olarak konulmuş olduğu taayyün edecektir; ihtiyara göre ise birşey ile benzeri arasını ayırmak, birşey ile zıddını ve çelişenini bir arada cem etmek sahihtir. Bu durumda cüz'i şer'i meselelerin istikrası sonucunda onlardan külli ve amm bir sonucun çıkarılması sahih olmaz.

 

2.    Hususilik, bir ya da daha fazla konuda amm olan manada bulunmayan bir ayrıcalığın olmasını gerektirir. Bu, akli konularda açıktır. Çünkü müşterekliği sağlayan noktalar, ayrıcalığı gerektiren konular değildir. Bu durumda o hususide şer'i hükmü n taallukunun, mücered amm olan manaya olması; hükmün taallukunun sadece hassa ya da her ikisine birden olmaması taayyün etmiş değildir. Taayyün etmeyince de, o cüz'llerden külli mananın ortaya konulması sahih olmaz. Bunun sahih olabilmesi, hükmün sadece müşterek olan amm mana sebebiyle o hususiye taalluk etmiş olduğunun bilinmesi durumunda olur. Bu ise ancak delil ile mümkündür. Delilin bulunması halinde ise, amm hükmün elde edilmesi için o cüz'llere sarılmanın bir manası kalmaz. Zira o delilin umum sigası, bizi böylesi uzun ve yorucu bir işten müstağni kılacaktır.

 

3.    Şeriatta tahsis olayı pek çoktur. Bir mahal belli bir hükümle tahsis edilirken, benzeri bir yer daha farklı bir hükme konu olabilmekte; öbür taraftan aynı hükümde farklı olan şeyler cem edilebilmektedir.

 

Bunun pek çok örnekleri vardır. Mesela: Toprak, aslında su gibi temizleyici olmadığı aksine kirletici olduğa halde, onun gibi temizleyici kılınmıştır. Gusül, meninin gelmesinden dolayı vacip kılınmış, mezi ve idrar sebebiyle gerekli görülmemiştir. Oruç ve namaz hayız halinde bulunan bir kadından düşürülmüş, daha sonra orucun kaza edilmesi istenirken, namazın kazası istenmemiştir. Hür bir kadın kocasını muhsan kılarken, cariye efendisini muhsan kılmamaktadır; halbuki kurulan ilişki arasında fark yoktur. Hür kadının ziynet mahallerine bakmak haram kılınırken, cariyeninkine bakmak haram kılınmamıştır. Hırsızın eli kesilirken; (emaneti) inkar edenin, gasıbın ve yankesicinin (muhtelis) eli kesilmemektedir. Sadece zina iftirasında had vurulurken, diğer çeşit iftiralardan dolayı had vurulmamaktadır. Her türlü hadde iki şahidin tanıklığı yeterli kabul edilirken, zina haddinde bu yeterli görülmemiştir. İftira haddi, isnadın köleye değil de hür kimseye yapılması halinde uygulanmaktadır. Vefat iddeti ile talak iddeti arasında fark vardır; halbuki rahmin her ikisine nisbetle bir ayrıcalığı yoktur. Hür kadının istibrası üç hayız ile olurken, cariyenin istibrası tek bir hayızIa gerçekleşmektedir. İftira cezası ile içki cezası; zina cezası ile amden öldürme durumunda kısastan vazgeçilmesi (aD halinde katile verilecek ceza; irtidat cezası ile katile verilecek ceza aynı kılınmış; keffaret konusunda zıhar, katil ve kasten Ramazan orucunu bozma keffaretleri aynı kabul edilmiş; keza ihramlının av hayvanını öldürmesi durumunda kasıtlı olup olmaması arası ayrılmamıştır.

 

Sonra teklif karşısında kadın ve erkek genel anlamda eşit, her birinin kendi yaratılış özellikleri ile ilgili alanlarda ise birbirinden farklıdırlar.

 

Kadına nisbetle hayız, lohusalık, iddet hükümleri vb. gibi. Bu gibi konularda ayrıcalığın olduğu konusunda herhangi bir problem yoktur. Buna rağmen erkekle ilgili birçok özel hüküm gelmiştir; cuma namazı, cihad, -kadınların içerisinde olsa dahi- imamet gibi. Hatta büyük ve küçükten çıkan pislik arasında da ayırım yapılmış, küçük kız çocuğun sidiği ile erkek çocuğun sidiği hüküm bakımından farklı mütalaa edilmiştir. Halbuki bu gibi müşterek hususlarda bu ayırımı gerektiren (yaratılış özelliği gibi) bir gerekçe yoktur. Aynı şekilde köle de, diğer erkeklerle müşterek olduğu hususlarda kendisine has farklı hükümlerle muhataptır. Bütün bunlar ortada iken, özel vakalardan hareketle genellemelere gitmek ve bunlardan amm sonuçlar çıkarmak sahih olmaz.

 

CEVAP: Birinci itiraza şu şekilde cevap verebiliriz: Cüz'i vakalardan külli sonuçların çıkarılması, akliyyatta olduğu gibi şer'i mesailde de mümkündür. Bunun delili de, selefin pek çok meselede bu yolla kesin hükümde bulunmuş olmasıdır. Nitekim daha önce işarette bulunulmuştu. Böyle birşey vaki olduğuna göre bu, şer'i ihtiyari vaz' şeklinin, genel sonuçlar çıkarılması açısından zorunlu olan akli vaz' şekline mümasil olduğunu açıkça gösterir. Çünkü selef, onun Şari'in maksadı cümlesinden olduğunu anlamadan onunla amel etmez.

 

İkinci itiraza gelince, onlar özelolaylardan amm sonuçlar çıkarırken, bunu onların kendi özelliklerinin ve ayrıcalıklarının muteber olmadığını gördükten sonra yapmışlardır. Onlardan sonra gelenler için de durum aynıdır. Eğer özelolaylarla ilgili hususi ayrıcalıklar, mutlak sürette dikkate alınmak zorunda olsaydı, o zaman kıyas diye birşey kalmaz ve tamamen delilolmaktan çıkardı. Bu ise batıldır; böyle bir sonuca götürecek şey

de batıl olur.

 

Üçüncü itiraz ise, bizzat kıyasın delilolup olmadıgı meselesine yöneltilen itirazın aynıdır. Usülcülerin o konuda verdikleri cevap, aynen burada da geçerlidir.

 

 

FASIL:

 

Bu meselenin üzerine aslı ve fer'ı olmak üzere terettüp edecek faydalar vardır: Şöyle ki: Bu meseleyi iyice kavrayan bir müctehid, hususı delillerin istikrası sonucunda amm bir sonuca ulaşır ve bu sonucun bidüziyeliğini görürse, ondan sonra ortaya çıkan herhangi bir olay hakkında istikra sonucunda elde ettiği amm hükmü ona da tatbik eder ve o olay için hususı bir delil bulma ihtiyacı duymaz; onu kıyas ya da başka birşeye gerek kalmaksızın istikra sonucunda elde ettiği umum mananın altına sokar. Zira istikra sonucunda, elde edilen mana, amm bir lafızIa ortaya konulan umum mana gibidir. Böyle bir durumda, o olay için hususı bir delile niye ihtiyacı olsun?

 

Bunu anlayanlar için Karafi'nin, Maliki mezhebine karşı ileri sürdüğü problemi anlamak kolaylaşır. Malikiler, Şafii'lere karşı sedd-i zerai' konusunda "Onların tapmakta oldukları şeylere sövmeyin ... "[Bakara 108]; "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyoruz ... "[Bakara 65] ayetleriyle; "Allah, yahudileri kahretsin! Onlara içyağı haram kılınmıştı. Onlar bunu yordular (ve satıp parasını yediler)"; "Davalının (hasım) ve sanığın şahittiği caiz değildir" hadislerini delilolarak kullanmaktadırlar. Karafi diyor ki: "Delilolarak kullandıkları bu ve benzeri şeyler aslında onların davalarını isbat etmez. Çünkü bunlar, şeriatın genel anlamda sedd-i zerai'e itibar ettiğini gösterir. Bu ise zaten üzerinde icma edilen bir konudur. Asıl tartışma konusu özel zerialar (yani yasak olana götüren yollar, vasıtalar) hakkındadır. Bunlar da büy-u'u'l-acin (veya 'ıyne) adı verilen örtülü riba satışları ve benzeri şeylerdir. Bu gibi meseleler hakkında, tartışma konusuna ait hususı deliller zikretmek gerekir; aksi takdirde bunlar boşuna çabalardır" Devamla şöyle der: "Eğer onların maksatları, hu gibi tartışma konusu meseleleri, üzerinde icma bulunan meselelere kıyas etmekse, o zaman delillerinin sadece kıyas olması gerekir ve bu takdirde, yaptıkları kıyasın illetini (cami' yönünü) belirtmeleri gerekir ki, böylece karşı taraf kıyas maa'l-farık olup olmadığını görsün ve ona göre tenkitte bulunabilsin. Bu durumda delilleri, tek bir kıyas olacağı halde, onlar öyle düşünmemektedirler ve ulaştıkları hükmü nasslardan aldıklarına inanmaktadırlar. Halbuki durum öyle değildir. Onların büyu'ul-acal (veya 'ıyne satışları) ile ilgili hass ve sadece ona ait -Zeyd b. Erkam'ın ümmüveledi ile ilgili hadis gibi- deliller getirmeleri ve onunla da yetinmeleri uygun düşerdi"

 

Onun problem olarak ileri sürdüğü şey işte bu.

 

Bu itiraz, meselemize uyarlandığı zaman yerinde olmadığı görülür.

Çünkü kötülüklere yol açan kapıların (zerai') pek çok özelolaylarda kapatıldığı sabittir. Bunlar, şeriatta sedd-i zerai' manasının mutlak ve amm olduğunu gerektirecek çokluktadır. Ne İmam Şafii'nin ve ne de İmam Ebu Hanife'nin karşı çıkması meselenin esasını zedeleyecek boyutta değildir.

 

Hem biz İmam Şafii'nin de, sedd-i zerai' konusunda bir genelliğe ulaşacak şekilde istikrada bulunduğu kanaatindeyiz. Zira vacip olmadığını bildirmek için kurban kesmeyi terketmesi onun bu esası benimsediğinin bir delilidir. Çünkü bu konuda ne Kur'an'da ne de sünnette açık bir delil yoktur. Birkaç sahabinin bu doğrultuda amel ettikleri bilinmektedir, o kadar. Sahabi kavli (ya da ameli) ise İmam Şafi'ye göre delil değildir. Bu durumda o, 'ıyne satışları konusunda başka bir delil görmüş olmalı ve onu daha üstün görerek onunla amel etmiş ve sedd-i zerai' ilkesini işte bu yüzden terketmiş olmalıdır. Zeria prensibini kendince daha ağır basan bir muarızdan dolayı terketmiş olunca, muhalif sayılmaz.

 

İmam Ebu Hanife'ye gelince, eğer ona göre bir prensip olarak hiyel yollarının kullanılması caiz ise, o zaman 'ıyne satışları konusunda vereceği hüküm, kabul ettiği bu prensibin bir sonucu olarak cevaz olacaktır. Bundan sedd-i zerai' ilkesini terketmiş olması anlamı çıkmaz. Bu açıktır. Şu kadar var ki, ondan -her ne kadar bazı tafsilatta muhalefet etse de'ıyne satışları konusunda sedden li'z-zeria İmam Malik'e muvafakat ettiği de nakledilmektedir. Durum böyle olunca da, meseleyle ilgili herhangi bir problem kalmamaktadır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

YEDİNCİ MESELE