EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

AVARİZU’L-EDİLLE / DÖRDÜNCÜ FASIL: UMUM VE HUSUS /

ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Umum için konulmuş siğalar olduğu konusunda kuşku yoktur. Bu konunun incelenmesi Arap dili mütehassıslarına aittir. Biz burada bir başka nokta üzerinde duracağız; her ne kadar bu, Arap dili mütehassıslarınca da ele alınacak konulardan ise de, asıl yeri bizim burada irdelememizdir. Bu konu şudur: Sigaların konuluş (vaz') itibarıyla delalet etmiş olduğu umum için iki bakış açısı yardır:

 

1.    Siganın, onu vaz' edenler arasındaki mutlak delaleti açısından ele alınır. UsDkülerin dikkate aldığı yön bu olmaktadır. Bu yüzdendir ki onlara göre tahsis; akıl, duyular (gözlem) ve diğer ayrı (munfasıl) tahsis delilleri ile (de) gerçekleşir.

 

2.    Lafzın kullanılış maksadı açısından ele alınır. Lafız, asıl konulu şu itibarıyla öyle olmasa bile, cari olan adetler ondan gözetilen maksadın ne olduğuna hükmeder.

Bu ikincisi lafzın kullanılış (isti'mal) yönü, birincisi de kıyası yönü olmaktadır.

Arap dilinde geçerli olan esaslara göre, lafzın kullanılış yönü, kıyasi yönü ile çatışırsa, hüküm kullanılış yönüne ait olur.

 

Şöyle ki: Araplar, sözü genellemek (ta'mim) istediklerinde maksatlarına (bir bütün olarak) kelamın manasının delalet edeceği türden sözcükleri seçebilirler ve o lafızların tek tek konuluşları itibarıyla delalet ettikleri manayı itibara almayabilirler, ya da asıl konulmuş oldukları manayı itibara alarak onunla sözün umumi kılınmasını kastederler. Bütün bunlar halin gereğinin belirlediği şeylerdendir. Açıklamak gerekirse mesela sözü konuşan kimse, asli konulu Ş itibarıyla kendisini de başkalarını da kapsayan bir amm lafız kullanır, halbuki o bununla kendisini kastetmez ve kendisinin o amm lafzın gereğine dahilolduğunu düşünmez. Keza bazen amm ile, o lafzın asıl konuluş manasına uygun olabilecek bir sınıfı kastedip, diğerlerini kastetmeyebilir. Bazen amm lafız yerine bir parçaya delalet eden lafzı zikreder ve bununla o parçanın bütününü kastetmiş olabilir. Mesela: "Falan, doğuya batıya sahip" denir, bundan maksat bütün yeryüzüdür. "Zeyd'in sırtına karnına vuruldu" denir, her yeri kastedilir. "O, iki doğunun Rabbidir ve iki batının Rabbidir"[Rahman 17]; "Gökte de Tanrı, yerde de Tanrı 0'dur"[Zuhruf 84] ayetleri de böyledir. Aynı şekilde bir kimse mesela: "Kim evime girerse ona ikram edeceğim" dediğinde, bundan kendisi kastedilmez. "İnsanlara ikram ettim" veya "Kafirlerle savaştım" denildiği zaman da bundan maksat "karşılaştıklarım"dır. Bu durumda lafız özellikle onlar için amm olmaktadır. Amm lafızdan kastedilen, hatırdan asla geçmeyenler olmaksızın sadece bunlardır.

 

İbn Harlif şöyle der: Bir kimse kendisi de evde olduğu halde, evdekilerin hepsini döveceğine dair talak ve azad üzere yemin etse, onların hepsini dövse fakat kendisini dövmese, yemininde sadık olur ve kendisine birşey lazım gelmez. Yine "Emir, şehirde bulunan herkesi itham etti ve onları dövdü" denildiği zaman, itham ve dövme içerisine emir girmez. O devamle şöyle der: Aynı şekilde Allah Teala'nın kendisinden haber verdiği "Herşeyin yaratıcısı" gibi amm lafızların altına Yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi birşey girmez. Çünkü Araplar bu gibi sözlerden böyle bir manaya kasıt ve niyet etmezler. Bunun bir benzeri de "Allah, herşeyi bilicidir''[Bakara 282] ayetidir. Her ne kadar Allah Teala zatını ve sıfatlarını bilici ise de, ancak bu haber sadece yaratıklarla ilgili olmak üzere gelmiştir. O'nun kendi zatını ve sıfatlarını bilmesi başka birşeydir. Kendisini tanıtma kabilinden bu tür her ne haber gelmişse, bunlarda Allah Teala'nın da o bildirilen şeyin umumu altına girip girmeyeceği konusuna bakılmaz; O'nun sıfatları hitap altına girmez. Bu lisanın konuluşundan bilinen birşeydir.

 

Kısaca, umum konusunda kullanılış şekline Cisti'mfıl) itibar edilir. Kullanılış şekilleri ise çoktur. Ancak bu konuda kıstas beyanın esasını teşkil eden halin gerekleridir (hal karinesi). Çünkü mesela: "O (rüzgar) Rabbinin buyruğu ile herşeyi yok eder"[Ahkaf 25] denildiği zaman bununla gökler, yer, dağlar, sular ve benzeri şeyler kastedilmemiştir. Aksine ayetten maksat adeten rüzgarın üzerinden geçtiği zaman etki edebileceği herşey demektir. Bu yüzdendir ki arkasından: "Bunun üzerine evlerinden başka birşey görünmez 'oldu" buyurulmuştur. Başka bir ayette de: "Onların üzerine, uğradığı herşeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik"[Zariyat 42] buyurulmuştur.

 

Buna delalet eden hususlardan biri de, bu gibi sözlerden dil kuralları gereğince istisnanın sahih olmamasıdır. Mesela şöyle denmez: "Kendim hariç, kim evime girerse ona ikram edeceğim" veya "İnsanlara ikram ettim, kendim hariç" veya "Kafirlerle savaştım, karşılaşmadıklarımla hariç" ya da benzeri sözler. İstisna, ancak sözü söyleyenin dışında evde olan kimselerden, karşılaşılan kimselerden olur ve o, yani istisna edilen, şayet istisna yapılmasa sözün kapsamına gireceği düşÜnülen kimsedir. Umum kılma (ta'mim) konusunda Arap dilinin gereği işte bu. Şu halde aynı durum, şeriatın umum lafızları için de geçerli olacaktır.

 

Sonra bazı usulcüler de bu noktaya işarette bulunmuşlar ve genelleme kasdı sırasında, konuşanın hatırından hiç geçmeyen ve ancak hatırlatılması durumunda düşünebilecek olduğu şeylerin üzerine lafız hamledilemez, demişlerdir. Böyle birşey, ancak sadece lafıza yapışmak sonucunda olabilir. Mana açışından ise, o şeyin konuşanın maksadı dahilinde olması uzaktır. Mesela Hz. Peygamber'in [s.a.v.]: "Her deri tabaklandığında temiz olur" hadisini ele alalım. İmam Gazzali bu konuda şöyle der: Derinin tabaklanması konusuna temas edildiği sırada gerek konuşanın ve gerekse dinleyenin kafasında, köpeğin derisinin bu genellemeden hariç olduğu düşüncesi uzak değildir; aksine vaki ve galip olan budur. Bunun tersi ise garip ve uzak görülen bir ihtimaldir. Başkaları da aynı şeyi söylemiştir. Bu Arap (dili) kaidesine uygundur. Dolayısıyla Şari'in kelamı mutlaka bu anlayış üzerine yorulacaktır.

 

İTİRAZ: Amm bir lafzın, terkibe girmeden önce, ne için konulmuşsa onların tümünü kapsadığı sabittir. Terkip ve kullanılış şekli sırasında ise bakılır: Bu halde iken, ya terkibe girmeden önceki kapsadığı manaya delalet etmeye devam edecektir, ya da etmeyecektir. Eğer birinci şık söz konusu ise, bu lafzın konuluşunun gereği olacağından herhangi bir problem bulunmayacaktır. Eğer ikinci şık söz konusu ise, o zaman bu, amm lafzın tahsisinden başka bir şey değildir. Her tahsis için de mutlaka akli veya nakli ya da daha başka bir delile ihtiyaç vardır. Usulcülerin muradı da işte budur.

 

Bir başka nokta daha var: Bizzat Arabın kendisi, bir çok şer'i delilde yer alan lafzı, umumu üzerine hamletmiştir; halbuki sözün akışı -bilindiği üzere- onların bu anlayışının aksini gerektirecek mahiyette idi. Onların sözün kullanılışı hakkındaki anlayışları, genelleme (ta'mim) konusunda delilolarak kullanılabilecek kadar önemli ise, o zaman onların bu anlayışları, sözün kullanılış şeklinin, lafzın müstakil halde iken mevcut bulunan delaletine ikinci bir vaz' şekli olacak gibi etkisi olmadığını; bilakis lafzın terkip öncesindeki delaletinin, asli vaz' şekli üzere olmakta devam ettiğini gösterir. Sonra onların bu anlayışının arkasından bitişik ya da ayrı bir delille tahsis gelir. Buna şunu örnek verebiliriz: "İşte güven onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır"[En'am 82] ayeti inince durum ashaba çok ağır geldi ve Rasülullah'a [s.a.v.] gelerek: "Hangimiz imanına zulüm karıştırmamıştır ki?!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.]:

 

"Öyle değil. Lokman'ın oğluna söylediği: "Şüphesiz ki şirk büyük zulümdür" sözünü işitmez misiniz?" buyurdu. Bir rivayette de bunun üzerine "Şüphesiz ki şirk büyük zulümdür"[Lokman 13] ayeti indi. Bir başka misal de şudur:

 

"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin odunusunuz"[Enbiya 98] ayeti indiği zaman bazı kafirler şöyle demişlerdir: "Meleklere de tapılmaktadır. Mesih'e de tapılıyor!" Bunun üzerine: "Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır"[Enbiya 101] ayeti inmiştir. Buna benzer daha başka örnekler gösteriyor ki, sözün akıp (siyak), şer'i maksada göre lafzın umumiliğinden daha özel bir umumilik gerektirmesine rağmen onlar, bu ayetlerden mücerred lafzın gereğini anlamışlardır. Onların akıllarına gelen ilk mana bu olmuştur. Onlar, Kur'an'ın kendi lisanları üzere inmiş olduğu kimselerdi. Eğer onlara göre itibara alınması gereken şey, lafzın ne için konulmuş olduğu olmasaydı, böyle bir anlayışa kapılmazlardı.

 

CEVAP: Birinci itiraza şöyle cevap verebiliriz: Biz Arabın isti'mal şeklini dikkate aldığımız zaman, lafız terkibe girmeden önceki delaletini ya sürdürecektir ya da sürdürmeyecektir. Eğer sürdürecek se tahsis yoktur. Eğer önceki delaleti, terkip sonrasında mevcudiyetini sürdürmüyorsa, o zaman kullanış şekli için, asıl için olmayan bir başka itibar hasıl olmuş demektir. Sanki o, mecazi olmayan hakiki ikinci bir vaz'dır. Bazı alimlerin bu gibi durumlarda, asli vaz' şeklini murad ettiklerinde "lügavı hakikat"; kullanılış şekline ait olan vaz''ı murad ettikleri zaman da "örfi hakikat" tabirlerini kullanmaları belki de bu değerlendirmenin sonucudur. Ortaya konan bu şeyin sıhhatine Arap dili esasları içerisinde delilolacak şey vardır: Arapça bir lafzın iki asliyeti vardır: a) Kıyasi asliyet b) Kullanılış şekline ait asliyet. Kullanılış şeklinin, lafzın esas konuluşu sırasında bulunan asliyeti dışında bir başka asliyet şekli daha vardır. O da üzerinde konuşulan ve hakkında delil ikamesine çalışılan yöndür. Şu halde kullanılış şeklinde amm lafzın herhangi bir şekilde tahsisi söz konusu olmayacaktır.

 

İkinci itiraza da şöyle cevap verilecektir: Kullanış şeklinin umumiliğini kavrayabilmek için, o konuda gözetilen maksatları bilmek gerekir. Şeriatın bu konuda iki maksadı vardır:

 

1.    Arab'ın kullanış şeklindeki -ki Kur'an ona uygun olarak inmiştir- maksadi. Bu konudan bahsedilmişti.

 

2.    Şer'i kullanılış şeklindeki maksadi. Bu maksat, Kur'an'ın sürelerinde şer'i kaidelerin ortaya konması hasebiyle yer almıştır. Şöyle ki: Arabın kullanmış olduğu mutlak vaz' şekline nisbetle şer'i vaz'ın nisbeti, özel zanaatlardaki vaz'ın cumhura ait olan vaz'a nisbeti gibidir. Mesela "salat" hakkında şöyle dersin: "Onun aslı sözlükte dua demektir. Sonra şeriatta belli bir şekil üzere icra edilen özel bir duaya tahsis edilmiştir. O, bu özel dua hakkında hakikattir; mecaz değildir" Aynı şekilde umum lafızları hakkında da, şer'i kullanılış şekli hasebiyle onlarla ilgili Şari'in maksadı açısından ancak amm lafız olabilirler, deriz. Buna delil, az önce zikri geçen kullanılış şekline ait vaz' hakkındaki delilin benzeridir. Şari'in maksatlarının istikraya tabi tutulması bu hususu açıklar; ayrıca şer'i hakikatin ispatı konusundaki deliller de onlara eklenir:

 

Arabın kullanış şeklindeki maksadı bilme konusunda onlar birbirine eşittir; çünkü Kur'an, onların dili üzere inmiştir.

 

Şer'i kullanış ş.eklindeki maksadı bilme konusuna gelince, bunu kavrama konusunda farklılık mevcuttur. Zira onu anlama bakımından sonradan müslüman olanlarla, ilk müslümanlar bir değildir; onu anlamak için kendini veren, tahsili için uğraşan kimse ile, bu derecede olmayan aynı değildir; bu konuda mübtedi (az bilgili) olanla müntehl (en son noktaya ulaşmış) olan bir olmaz: ''Allah içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir"[Mücadele 11] Dolayısıyla sahabeden bir kısmının, kendilerine müşkil gelen bir husus karşısında duraksamaları ve gözetilen şer'i yönü anlayamamaları mümkündür. Şer'i manaları kavrama konusunda bilgi ve tecrübesi arttıkça, konuyla ilgili ufku açıldıkça daha önce kendisi için müşkil olan noktalar ortadan kalkacak ve şer'i kasıd apaçık olarak kendisine ayan olacaktır. Sözün kullanılışına ait bu özellikler anlaşıldı ise diyoruz ki, onlardan bazılarının problem kabul ederek durduğu hususlardan bir kısmı işte bu noktaya çıkacak türdendir. Usulcülerin şer'i hakikat diye ortaya koymuş oldukları husus da bunu destekler mahiyettedir. Çünkü konu ondan alınmaktadır. Bu vaz' şekli, her ne kadar Arap kelamı içerisinde zımnen getirilmiş se de, kendisine has maksatları vardır. Buna aynı zamanda hükümle ilgili sözün sevk şekli (hükmi mesak) da delalet eder. Bunu da ancak Şari'in maksatlarını bilebilen kimseler kavrayabilir. Nitekim birincisini de ancak Arapların maksatlarını bilebilenler anlayabilir. Üzerinde düşünülecek olursa sordukları hep bu kabildir.

 

 

FASIL:

 

Ortaya konulan hususların doğruluğu, ikinci itiraz sırasında ileri sürülen örnekler üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkacaktır:

 

"İnanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlar ... "[En'am 82] ayetini ele alalım:

Burada kelamın akışı (siyak) ayette geçen "zulüm"den maksadın, hususiyle şirk türleri olduğuna delalet etmektedir. Çünkü sure baştan sona kadar tevhid esaslarını ortaya koymakta ve şirkin her çeşidini ve uzantılarını yıkmayı amaçlamaktadır. Ayetten önce İbrahim'in [aleyhi'sselam] kıssası işlenmiş [En'am 74]; onun yıldızlar, ay ve güneş hakkında ortaya koymuş olduğu delillerle kavmiyle yaptığı mücadele sergilenmiştir. Ondan önce de şu ayet geçmişti: Allah'a karşı yalan uyduran ve ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim vardır"[En'am 21] Bundan, sözü edilen iki hasleti kendisinde bulundurandan daha zalim kimse olmadığı ortaya çıkar ve En'am suresinde ele alınan konunun bunlar olduğu, deliller getirmek suretiyle onların iptaline, Allah'a muhalefetlerinin büyüklüğü ortaya

konulmaya, zıddı bulunan hakkın izahına çalışıldığı anlaşılmış olur. Bu durumda soru, sanki bu mananın ortaya konmasından önce varid olmuş gibidir. Sonra bu ayet, şer'i bir hükmü amm bir lafızIa ortaya koyduğu için, ondan büyük küçük her türlü zulmün kastedilmesi anlaşılabilecek bir durumda idi. İşte o yüzden de soru sormuşlardı ve bu, sürenin inişi sırasında olmuştu. Sonra bu süre Mekkidir ve İslam'ın ilk yıllarında henüz külli ahkamın tamamının ortaya konmadığı bir arada inmiştir.

 

Ayet üzerinde doğrudan durmayı gerektiren sebeplerden biri de şu olabilir: (...) Görüldüğü gibi ayette zulüm kelimesi olumsuzluk bildiren bir ifadeden sonra nekre (belirsiz) olarak gelmiştir  ve zulmün nevilerinin tümünü kapladığına (istiğrak) dair bir belirti de yoktur. Aynen şu örnektekine benzemektedir: (...) Bu durumda Sibeveyh'in zikrettiği manalar ihtimal dahilinde olur. Bu muhtemel manaların hepsi mezkür ya da mukadder olanın gereğini nefyetmektir.

 

Bu muhtemel manal,ar içerisinde istiğrak manası yoktur; istiğrak manası olması için zaid bir ... ya da o manada bir harf ile nefyin (olumsuzluğun) tekidi gerekir. Böyle bir tekit ise ayette yoktur. Aksine sürede söz konusu nefyin, bilinen bir zulüm üzerine gelmiş olduğunu gösteren hususlar vardır. Bu zulüm de; Allah'a iftira ve ayetlerini yalanlama zulmüdür. Bu durumda ayet, sözün akışına (siyak ve sibak) bakılmaksızın ele alınması ve hükümlerin konması açısından sevkedilmesi itibarıyla mücmel halini almış ve bu yüzden hakkında tartışma doğmuştur. Sonra Hz. Peygamber [s.a.v.] tarafından, onun umumundan, zulüm türlerinden sürenin delalet etmiş olduğa bir ya da iki türünün kastedildiği açıklanmıştır. Buna göre ayette, herhangi bir şekilde tahsis söz konusu olmamıştır.

 

"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz"[Enbiya 98] ayetine gelince; alimler cevap olarak bu ayet hakkındaki İbn Ziba'ra'nın itiraz ının, ayetin kullanılış şekli ve yeri hakkındaki bilgisizliğinden kaynaklandığını belirtmişler ve konu ile ilgili olarak rivayet Hz. Peygamber'in [s.a.v.]: "Kavminin dili hakkında ne kadar da cahilsin!" sözünü zikretmişlerdir. Çünkü ayette ... şeklinde buyurulmuştur. Bilindiği gibi (eşya, hayvan gibi) aklı olmayan şeyler için kullanılan bir ilgi zamiridir. Bu durumda ayet melekleri ve Mesih'i nasıl kapsar?!

 

Bizim burada ortaya koyduğumuz esasa göre ise şöyle cevap verilir: Hitap, açıkça Kureyş kafirlerine yöneliktir. Onlar ise ne meleklere ne de Mesih'e tapınmıyorlardı; onlar sadece putlara tapıyorlardı. Bu durumda "taptıklarınız" ifadesi, onların tapmakta oldukları putları hakkında ammdır. Kullanılış şekline ait umumilik içerisine onların tapmakta oldukları putlardan başkası girmez. Bu yüzden karşı çıkan kimsenin bu itirazı, ayetin sevk şeklini bilmemesinden ve ayetlerde kastedilmiş bulunan maksattan gafletinden kaynaklanmıştır. Rivayet edilen "Kavminin dili hakkında ne kadar da cahilsin!" şeklindeki hadis, onun Arap diline ait maksatları anlama konusunda -kendisi Arap olsa bile- yetersiz olduğuna delildir. O kimsenin anlayış yoksunluğunun sebebi de (İslam'ın. ruhundan) habersizliği, itiraz konusunda hırslı ve önyargılı olması, böylece kastedilen manayı düşünememesidir. "Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır''[Enbiya 101] ayeti de, onun bilgisizliğini (iyice) ortaya koymak için gelmiştir.

 

Benzeri bir ornek de Sahih'te zikredilen şu olaydır: Mervan, kapıcısına: ''Ya Rafi! İbn Abbas'a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı sevinen ve yapmadığı şeyden dolayı da övülmeyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göreceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbas şöyle cevap verdi: "Bu ayetle sizin ne ilginiz yar? Hz. Peygamber [s.a.v.] yahudileri çağırmış ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sakladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmaktan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler" İbn Abbas sonra şu ayeti okudu: ''Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür! Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananların, sakın sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanma; elem verici azap onlaradır''[Al-i İmran 187-188]

 

Bu da o kabildendir.

 

Kısaca, (geçen üç ayette) sorulan sorulara verilen cevaplar, o nassların umumlarının şeriatta nasıl vaki olduklarını beyandan ibarettir. Bu cevaplar aynı zamanda, kelamın kullanılışı sırasındaki Arab'ın kasdından başka, bir de Şari'in kasdının bulunduğunu ve mutlaka onun da öğrenilmesi gerektiğini, bu kasdın öğrenilmesiyle ancak bu tür müşkillerin giderilebileceğini ve diğer umum lafızlarda da durumun aynı olacağını ortaya koyar. Bu durumda sözü geçen yerlerde munfasıl bir delille hiçbir şekilde tahsisten bahsedilemez. Umum lafızlar kuralolarak bidüziyelik göstermişler ve ammlıklarına bir halel gelmemiştir.

 

Burada bir fasıl açalım. Bu ihtiyaç, ortaya konulan açıklamalar ve itiraza verilen cevap üzerine ortaya çıkabilecek problem sebebiyledir. Böylece amaçlanan sonuç tam olarak ortaya çıkacaktır.

 

İTİRAZ: Birileri şöyle diyebilir: Selef-i salih, kendileri şer'i maksatları bilmelerine ve Arap olmalarına rağmen, her ne kadar ayetin siyakı aksine delalet etse de sözün umumunu esas almışlardır. Bu, onlar katında lafızda muteber olanın, lafzın -siyak aksi bir duruma delalet etse dahi- müstakil haldeki delaleti itibarıyla umumu olduğuna delil olur. Onlara göre durum böyle olunca, geçen örneklerde olduğu gibi hususiliği beyan edilmiş olanlar, munfasıl bir delil ile tahsis edilmiş olur; iddia edilen lafzın kullanılış şekline ait umum üzere konulmuş olmaz.

 

Bu hususla ilgili onların sözlerinde örnekler vardır:

 

1.    Hz. Ömer, halifeliği sırasında kaliteli olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder, yamalıklı elbiseler giyerdi. Kendisine: "Bundan daha uygun yiyecekler alsan ya!" denildiği zaman: "Onların (dünya hayatında tüketilecek) iyiliklerim kılınmasından korkuyorum. Allah Teala: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzelolan herşeyi harcadınız ... '[Ahkaf 20] buyuruyor" derdi. Yine o, ailelerinin nafakaları konusunda genişlik gösteren bazılarını gördüğünde şöyle demiştir: "Bu 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzelolan herşeyi harcadınız ... ' ayeti sizi nereye götürecek?!" Sözün akışı (siyak), ayetin dünya hayatına razı olup ahirete aldırış etmeyen kafirler hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim ayet: "İnkar edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzelolan herşeyi harcadınız ... Ama bugün alçaltıcı bir azap göreceksiniz' denir"[Ahkaf 20] şeklindedir.

 

Bu ifadeler mü'minlerin haline uygun değildir. Buna rağmen Hz. Ömer israfın terki konusunda ayeti mutlak olarak almış ve onu mü'min olsun, kafir olsun herkese şamil kılmıştır. Onun bu görüşünün, Sahih'te yer alan Hz. Peygamber'e [s.a.v.] karşı dayanışma içerisine giren iki kadın hadisinde bir dayanağı da vardır. Şöyle ki: Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e [s.a.v.]: "Allah'a dua et de, ümmetin hakkında genişlik versin. İranlılara ve Bizans'a bolluk vermiştir; halbuki onlar O'na tapmıyorlar" Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.] oturarak doğruldu ve: "Ey Hattab oğlu! Yoksa sen şüphe içerisinde misin? Onlar dünya hayatında iken iyilikleri kendilerine peşin olarak verilen bir kavimdir" buyurdu. Bu, -her ne kadar ayetin akışı aksini ortaya koysa da- Hz. Ömer'in yaklaşımına bir işaret olur.

 

Cehennem ateşinin ilk yakacağı üç zümre ile. ilgili hadis hakkında Muaviye şöyle demiştir: "Allah da, Rasulü de doğru söylemiştir: 'Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz; onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte ahirette onlara ateşten başka birşey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları şey de batıldır. '[Hud 15] Muaviye, bu sözü ile hadisin gereğini -ki o müslümanlar hakkında varid olmuştur-, kafirler hakkında olan -çünkü ayette 'İşte ahirette onlara ateşten başka birşey yoktur' denilmektedir (ve bu ayetin kafirler için olduğunu gösterir)- bu ayetin hükmü altına sokmuştur. Bu, ayette geçen:';' sıla isminin kafirlerin dışında müslümanları da kapsayacak şekilde umlim ifade etmek üzere alındığını gösterir.

Buhari'de, Muhammed b. Abdirrahman anlatır: Medineliler üzerine bir askeri birlik planlandı; ben de ona yazıldım. İbn Abbas'ın azadlısı İkrime ile karşılaştım ve ona durumu bildirdim. Beni böyle bırşeyden şiddetle menetti ve sonra bana şöyle dedi: İbn Abbas'ın bana haber verdiğine göre, Hz. Peygamber [s.a.v.] döneminde muslümanlardan bazı kimseler müşriklerle beraber idiler ve onların kalabalık gözükmesine yardımcı oluyorlardı. Ok gelir onlardan birine isabet eder ya da kılıç darbesi isabet eder ve ölürlerdi. (Muslümanlardan bazılarının: 'Onlar tazim kardeşlerimizdi, onlar için istiğfar edelim' dediklerinde: "Kendilerine yazık edenlere melekler canlarını aldıkları zaman ... "[Nisa 97] ayeti inmiştir. Bu da aynı şekilde bu kabildendir. Çünkü ayet müşriklerin kalabalıklanm artıran kimseler hakkında ammdır. Sonra İkrime, onu bundan da daha genel bir şekil üzere almıştır.

 

Tirmizı ve Nesal'nin İbn Abbas'tan yaptıkları bir rivayet de şöyledir: Ashab "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ... "[Bakara 284] ayeti indiği zaman, daha önce hiçbirşeyden görülmedik bir şekilde endişe ve korku duydular ve bunu gelip Hz. Peygamber'e [s.a.v.] söylediler. O da onlara: "İşittik ve itaat ettik! deyin" buyurdu. Allah onların kalbine iman verdi (de buna tahammül gösterdiler). Bunun üzerine Allah TeMa şu ayetleri indirdi: "Peygamber ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi ... 'inandık, itaat ettik' dediler. Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme''[Bakara 285-286] Hadis, bu dualar karşısında Allah TeMa'nın: "Öyle yaptım" diye icabette bulunduğunu bildirmiştir.

 

Bu rivayette de ashab, ayetten muradın umum olduğunu anlamışlar ve Hz. Peygamber [s.a.v.] de, onların bu anlayışını tasdik etmiştir. Ondan sonra "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler ... " ayeti, ''Allah size dinde güçlük kılmamıştır''[Hacc 78] ayeti ile birlikte nesh ya da bir başka şekil üzere inmiştir. Dinde güçlüğün olmadığı ilkesi, Mekke'de konulmuş külli bir kaidedir. Bunda, lügavı ya da şer'i kullanılış şekli bir başka şeye delalet etse bile, lafzı umumi delalet şeklinin alınmasının sahih olacağına delalet vardır.

 

Aynı durum "Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız" ayeti [Nisa 115] için de geçerlidir. Çünkü bu ayet dinden dönenler (mürted) hakkında nazil olmuştur. Zira arkasından gelen; "Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette affetmez. Bundan başkasını dilediğine bağışlar" ayeti bunun delilidir. Buna rağmen bütün alimler, bu ayeti icma'ın hüccet oluşuna, ona muhalefet edeninin ası kabul edileceğine, dinde bid'at çıkarmanın kötü birşeyolduğuna delilolarak kullanmışlardır.

 

"Bilin ki, onlar Kur'an okunurken ondan gizlenmek için iki büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründüklerinde bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir"[Hud 5] ayetinin sevki aslında kafirler ve münafıklar ya da başkaları içindir. Çünkü "ondan (yani Allah'tan veya Rasulullah'tan [s.a.v.] gizlenmek için" ifadesi bunun delilidir. Buna rağmen İbn Abbas: "Ayet, helaya gittikleri zaman utanan ve başlarını (avret yerine bakmayıp) yukarı diken, eşlerine yanaşırken başlarını yukarı kaldıran bir takım insanlar için inmiştir" demiş ve bu tür insanları da ayetin hükmü içine almıştır; halbuki sözün akışı böyle bir genellemeyi gerektirmemektedir.

 

Bu gibi örnekler çoktur. Bütün bunlar, "İtibar, lafzIn umumi: oluşuna olup, sebebin hususiliğine değildir" görüşü üzerine kuruludur.

 

Bir başka örnek de Allah Teala'nın: "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir" ayetidir. Bu ayetder) yahudiler hakkında inmiştir ve sözün akışı bunu göstermektedir. Sonra alimler, ayetin hükmünü kafirler dışındakilere de teşmil etmişler ve Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemenin küfrün dlinunda (berisinde) bir çeşit küfür olduğunu söylemişlerdir.

 

Bu konu, itibarın lafzın umlimi oluşuna olmayıp, sebebin hususiliğine olduğu mecrasına girdiğine ve bu konuda da bilinen ihtilaf mevcut olduğuna göre, daha sahih olanın iki görüşten biri olacağı sonucuna varmış olacağız; bunun ötesinde başka bir fayda elimize geçmeyecektir.

 

CEVAP: Selef-i salih, bu ince anlayışa, onu lafzın umumiliği konusu üzerine değil, bir başka noktaya dayandırarak varmışlardır. Çünkü onlar Allah'ın kelamından ancak ilimde üstün paye (rüslih) sahiplerinin elde edebileceği bir maksadı kavramışlardır ki o da şudur: Allah TeMa, kafirleri kötü fiilleriyle, mü'minleri de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Bundan amacı, kulun bu iki makam arasında devamlı korku ve ümit içerisinde olmasını temin etmektir. Bu durumda kul, iman sahiplerinin sıfatlarına ve onlar için vaad edilen şeylere bakacak, onlan elde edebilmek ümidi ile çalışacak, onlar içerisine katılamamaktan korkacak ve günahlardan kaçacaktır; kafirlerin sıfatlarına ve onlar için hazırlanmış olan azaba bakacak ve onların içine düştükleri şey içerisine düşmekten korkacak, şüpheli şeylerden dahi kaçacak; imam sebebiyle onlara katılmayacağını ümit edecektir. Bu haliyle o korku ve ümit arasında olacaktır. Çünkü o, her ne kadar süklit geçilmiş de olsa her iki grupla da bir nevi müştereklik içerisindedir. Zira iki uç zikredildiği zaman, ikisi arasında kalan her iki taraftan da sayılır. Aynen ictihad mahallerinde olduğu gibi, aralarında fark yoktur. Onların zikredilen görüşlere ulaşmaları işte bu yönden olup, onları lafzın umumu altına dahil etmiş olmalarından değildir. Sözü edilen Ahkaf (20), Hud (15) ve Nisa (97) ayetleri hakkında bu tezimiz çok açıktır. Nisa (115) ayetinin zahiri de öyle gözükmektedir. Diğerleri ise, ya (bu cevapta) sözü edilen kaidedendir ya da, külli bir kaideden alınmış cüz'i bir açıklamadır; yoksa maksat tahsis değildir; aksine um um yönünün beyan edilmesidir. Tafsilat konusunda daha fazla araştırmalısın. Yardım istenilecek olan ancak Allah'tır.

 

 

FASIL:

 

Verilen bu bilgilerden sonra diyoruz ki; tahsis ya ayrı (munfasıl) bir delille ya da bitişik (muttasıl) bir delille söz konusu edilmektedir.

 

Eğer istisna, sıfat, şart, gaye, bedeli ba'z vb. gibi bitişik bir delille ise, bunlarda aslında birşeyin çıkarılması söz konusu değildir. Aksine bu, muhatabın kastedilen şeyin dışında başka bir mana anlamaması için lafzın umumundan Şari'in ne kastettiğinin beyan edilmesidir. Bu Sıbeveyh'in; "Tanımayana nisbetle 'Kızıl Zeyd' ifadesi, tanıyana nisbetle sadece 'Zeyd' ifadesi ile aynıdır." sözüne çıkar. Şöyle ki: "Kızıl Zeyd"in delaleti, konu-

şanın kastına göre "Zeyd"in delaletinin aynıdır. Nitekim sıla ismi de, arkasından gelen sıla cümlesiyle birlikte ismi beraberce oluşturur; isim, ikisinden biri değildir. "Terzi adam" dediğin zaman, muhatap ondan muradın Zeyd ile aynı olduğunu anlar; şu halde medlule delalet eden sadece biri değil her ikisidir (yani "terzi adam" tamlamasıdır). Bu istisnada iyice ortaya çıkar. Mesela "üç hariç on" denildiği zaman bu ifade, "yedi" sözcüğü ile eş anlamlı olur. Bu sanki terkip esnasında ortaya çakan başka bir vaz' gibi olur. Durum böyle olunca,hükmün elde edilmesinde, ne lafız ne de kasıt itibarıyla bir tahsis yok demektir. Aynı şekilde onun mecaz olduğunu söylemek de yanlıştır; çünkü Arap dili mütehassıslarına göre:

 

"Kahramanları avlayan bir arslan görmedim" sözü ile, "Cesur bir adam görmedim" sözü arasında fark vardır. Zira birincisi mecaz, ikincisi ise hakikattir. Bu konuda söz onlarındır; söz hakkında aklın ortaya koyabileceği tasavvurlara ait deldir.

 

Munfasıl (ayrı) delil ile tahsise gelince; o da aynı şekilde umum lafızlardan maksadın ne olduğunun açıklanması esasına çıkar. Nitekim meselenin başında bu husus ortaya konulmuştur. Gerçekte ise, usulcülerin belirttikleri gibi bir tahsis yoktur.

 

İTİRAZ: Usulcüler de böyle söylüyor ve şöyle diyorlar: Tahsis, zikredilen lafızdan maksadın ne olduğunun açıklanmasıdır. Çünkü tahsis, muhatabın anlayışına göre tahsis edilenin, lafzın umumu altına girmiş olabileciği anlayışını ortadan kaldırmaktır ve lafzın altına girmesinin murad olunması değildir; aksi takdirde tahsis, ne sh olurdu. Şu halde, ayrı delil ile yapılan tahsis ile bitişik bir delille yapılan tahsis arasında yaptığınız açıklamaya göre bir fark yoktur. Bu durumda zikettiğiniz şeyle, usulcülerin zikrettikleri şeyarasında nasıl fark görüyorsunuz?

 

CEVAP: Aralarındaki fark açıktır. Şöyle ki: Burada bizim zikrettiğimiz şey, Arap diline ya da şeriata ait kullanılış şeklinde umum sıgalarının konuluş biçiminin beyanı esasına yöneliktir. Usulcülerin zikrettikleri şey ise, sıganın konuluşu itibarıyla umumdan hususa çıkmış olmasının beyanı esasına varmaktadır. Biz, onun lafzın vaz' şeklinin beyanı olduğunu açıklamıştık. Onlar ise, lafzın aslI vaz' şeklinden çıkışının beyanıdır, demektedirler. Dolayısıyla aralarında fark vardır. Burada sözünü ettiğimiz tefsir, kendisinden muradın ne olduğunu açıklamak üzere müşterek lafzın hemen arkasından getirilen beyanın benzeri (nazıri) olmaktadır. Usulcülerinki ise, hakikatin hemen arkasından ondan muradın mecaz olduğunu beyan için getirilen açıklamaya benzemektedir (naziri). "Bir arslan gördüm; kahramanları avlıyor" sözünde olduğu gibi.

 

İTİRAZ: Yani usulcülerin ortaya koymuş oldukları esaslar tümden batıl mı? Eğer batıl ise, onların üzerinde icma ettikleri şey hatalı olmayacak mı? Halbuki ümmet, hata üzerinde icma etmez. Eğer, onların görüşleri doğru ise, -ki icma etmiş olmaları bunu gerektirir- o zaman onların görüşlerine ters düşen herşey hatalı olmuş olur. Şu halde şimdiye kadar anlattıklarınızın hepsi hatalı olmalıdır.

 

CEVAP: Önce icma iddiası -şartı üzere- sabit değildir. Haydi sabit kabul edelim; bundan bizim anlattıklarımızın batıl olması lazım gelmez. Çünkü onlar umum lafızlarını, sadece terkip öncesindeki vaz' itibarıyla delaletleri açısından ele almışlardır; kullanılış şekline ait vaz' halini dikkate almamışlardır. Hatta hükümlere istidlal konusunda, onu itibara rücu etmişlerdir: Bu durumda her biri, görmüş olduğu bir noktayı itibara almış ya da razı olduğu bir tevile gitmiş olmaktadır. Burada ortaya konanlar, onların, kullanılış şeklinde lafızları itibara almış olmaları noktasından çıkarılmaktadır ve bu konuda bizimle onlar arasında bir ihtilafbulunmamaktadır. Bundan ancak onların maksatlarını anlayamayanların ve sözlerini gerçek anlamda değerlendiremeyenlerin anlayışları bir istisna olmaktadır. Başarı ancak Allah'tandır.

 

 

FASIL:

 

İTİRAZ: Buraya kadar anlatılanlar nihayet sözde kalan bir bahistir; mana itibarıyla bir farklılık yoktur. Böyle birşey üzerine herhangi bir hüküm bina edilmez.

 

CEVAP: Buna verilecek cevap hayır, olacaktır. Aksine konu, üzerine bir çok hükmün bina edildiği bir bahistir. Bunlardan bazıları şunlardır;

 

1. Amm, tahsis gördükten sonra hüccet olabilir mi? Olmaz mı? konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu din konusunda çok tehlikeli meselelerden biridir. Haddizatında bu gibi konularda mevcut olan görüş ayrılığı, çirkin birşeydir. Zira şer'ı delillerin büyük çoğunluğu ve umdeleri, umum ifadeli nasslardır. Eğer böylesine bir konu, ihtilaflı konulardan sayılacak olursa o zaman şer'ı nassların büyük çoğunluğu, üzerinde "Acaba delil olur mu? Yoksa olmaz mı?" diye tartışılan şeyler halini almış olur. Bunun benzeri bir durum, mutlak ifadeli nasslar hakkında da söz konusu olur. Ama mesele zikri geçen esasa arzedildiği zaman, böylesine tehlikeli bir problem ortadan kalkmış ve umum ifadeli bütün nasslar, her görüşe göre de hüccet olmuş olur.

 

Bu konunun problem edilmesi, bir başka çirkin iddiaya daha götürmüştür. Bu iddiaya göre Kur'an'ın umum ifadeli nassları içerisinde, tahsisten sonra hüccet olduğu görüşü kabul edilse bile- hakikaten umum kabilinden sayılacak hiçbirşey yoktur. Böyle bir görüş, Kur'anı külli esasların iptalini ve onlarla istidlalde bulunmayı bütün olarak düşürür. Ancak bu konuda biraz gevşeklik gösterilir ve hüsnü zanda bulunulursa o başka. Yoksa İşin tahkiki yapılır ve kesin hükme varma istenirse bu mümkün olmaz. Bu düşünce, dikkat edilecek olursa şer'ı delillerin zaafa uğratılması sonucunu doğurur ve onlara dayanılması esasını zayıflatır. Bunlar, görüşlerine esas olmak üzere İbn Abbas'ın: "Allah, herşeyi bilicidir" ayeti hariç, Kur'an'da tahsis görmemiş hiçbir amm yoktur" sözünü naklederler. Bütün bunlar, Arap diline muhalif şeylerdir, selef-i salihin tahkik sonucunda anladıkları Kur'an'ın umum ifade li nasslarına kesin bir surette dayanmalarına ters düşer. Bu hem, Arabın kendi dilindeki kasdı, hem de Şari'in benimsemiş olduğu hüküm koyma şekilleri hakkındaki kasdı açısından sakattır.

 

Sonra bilindiği üzere Hz. Peygamber'in [s.a.v.] özelliklerinden biri de kendisine cevamiu'l-kelim özelliğinin verilmiş olmasıdır. Bu özelliğinin bir sonucu olarak söz, onun dilinde olabileciğinin en son haddinde muhtasar ve maksadı ifadeye de en yakın bir şekilde gelmiştir. Bu kabilden olan ifadelerin başında, umum ifadeli nasslar gelir. Kur'an'da cami' ifadeler, ancak tahsis, takyid ya da daha başka delillere ihtiyaç gösterecek şekilde vardır, denilecek olursa, o zaman bunlar muhtasar cami' ifadeler olmaktan çıkar. İbn Abbas'tan nakledilen sözün ise, -eğer sahih bir senedle sabitse- tevili mümkündür. 

 

Doğrusu şudur ki, gelen umum lafızları, kullanış şekline ait asliyetle umumIarı üzeredir; onların umum mahallerini Şari'in maksatlarını kavramış ve Arap dilinin kullanış şekline hakim olan kimseler anlarlar. Bu bahis görüldüğü gibi, sadece sözde kalan bir konu değildir; üzerine çok kıymetli fıkhi sonuçlar ve bilgiler bina edilmektedir. Tevfik ancak Allah'tandır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

DÖRDÜNCÜ MESELE