EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

AVARİZU’L-EDİLLE / DÖRDÜNCÜ FASIL: UMUM VE HUSUS /

BİRİNCİ MESELE: 

 

Umumi ya da mutlak bir kaide sabit olduktan sonra, kadıyyetu'l-ayn (ç. kadaya ayan) tabir edilen özel uygulamaların ve nakledilen davranışların (hikayatu'l-ahval) o kaideye ters düşmesi, onun umumiliğine ya da mutlaklığına etki etmez. Buna aşağıdaki hususlar delalet eder:

 

1.    Kaide bilfarz kesin olduğuna hükmedilen birşeydir. Çünkü biz kesin ve külli olan esaslar hakkında konuşuyoruz. Kadaya a'yan denilen özel uygulamalar ise zannı ya da vehmi şeylerdir. Zanni olan birşeyin, kati olan birşey karşısında durması ve ona tearuz teşkil etmesi mümkün değildir.

 

2.    Kaidenin tevile ihtimali yoktur; çünkü kesin delillere dayalıdır. Kadaya ayan ise çeşitli yorumlara açıktır; mümkündür ki zahiri üzere olmayabilir veya zahiri üzere olsa bile o esastan müstesna kılınmış olabilir. Bu durumda, böyle birşeyin kendisine ters düşer gözükmesi sebebiyle kaidenin külliliği iptal edilemez.

 

3.    Kadaya a'yan cüz'idir; bidüziyelik (muttaritlik) arzeden kaideler ise külli esaslardan olmaktadır. Cüz'ilerin, külli esasları ortadan kaldıracak gücü yoktur. Bu yüzdendir ki, külli esasların hükümleri cuziyyatta -kendilerinde külli esasın hikmeti hususı olarak ortaya çıkmasa bile- cari olmaya devam eder. Konfor içerisinde olan bir hükümdarın yolculuk yapması örneğinde olduğu gibi. Keza hususi olarak kendisine yetmeyen bir nisaba sahip olan kimsenin durumu ile, nisaba malik olmadığı halde, elinde olan miktarın kendisi için yeterli olduğu kimsenin durumu gibi.

 

4.    Eğer kadaya ayan genel kaideyle tearuz halinde alacaksa, bu durumda; tearuz mahallinde ya her ikisi ile birlikte amel edilecek ya da her ikisi birden ihmal edilecektir. Ya da biri ile amel edilecek diğeri terkedilecektir. Her ikisi ile birlikte amel edilmesi batıldır; ikisinin birden ihmali de aynı şekilde batıldır. Çünkü her ikisiyle amel etme durumunda zanni ile kat'i arasında muarazanın olduğunu kabul etmek anlamı vardır; küllinin bırakılıp cüz'inin amel ettirilmesi halinde, cüz'inin külli üzerine tercihi söz konusudur. Bu ise kaidenin aksine bir durumdur. Bu durumda geriye sadece dördüncü yön kalmaktadır ki, o da cüz'inin bırakılıp külli ile amel edilmesidir. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

 

İTİRAZ: Bu usulcülerin ortaya koyduğu tahsis ve takyid bahsi dikkate alındığı zaman problem görünür. Çünkü onlara göre umumun tahsisi ve mutlakın takyidi haber-i vahid gibi zanni delillerle bile caiz olmaktadır. Zikredilen konu da buna girer. Bu durumda ya usulcülerin dedikleri asılsızdır; ya da ileri sürülen bu kaide batıldır. Usulcülerin ortaya koydukları sahih olduğuna göre, bu kaidenin batıl olması gerekir.

 

CEVAP: Bu itiraza iki yönden cevap verilecektir:

 

Birincisi: İleri sürülen bu itirazın konumuzIa hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü konumuz, cüz'inin külli ile tearuz halinde olduğunun sanılışı fakat aslında öyle olmayışı hakkındadır. Zira kaide eğer külli ise, sonra hususi birşey ve özel bir uygulama (kadıyyetu'l-ayn) hakkında, zahiren sadece o özel uygulama hakkında tearuzu gerektiren birşey gelmişse fakat o şeyin külli kaideye muhalif değil muvafık olabilecek şekilde değerlendirilebilme imkanı da varsa, o' zaman bu ikisi arasında bar tearuz olmaz ve bir problemden de bahsedilemez. Bu durumda (zahiren tearuz halinde gözüken o delil) tevilciler için ya yorum mahalli olur, ya da -eğer cüz'i ile ilgili delilin terki ve ihmalini gerektiren birşeyse- umumun itibara alınması mahalli olur. Nitekim mesela bizim için tenzih esası külli ve amm olarak sabit olmuştur. Sonra bir yer gelmiş ki, ilgili delil zahiren o konuda teşbihi gerektiriyor; fakat bu, tenzih esasının doğrultusunda zahir mananın dışında başka bir mananın da murad edilmiş olabileciği ihtimaliyle oluyor. İşte böyle bir durumda bu özel nass vb. sabit bulunan külli esasa zarar vermez. Keza, biz peygamberlerin masum olduklarını sabit bir esas olarak bilmekteyiz. Buna rağmen: "İbrahim [a.s.] sadece üç yalan söyledi ... "  vb. gibi haberlerin gelmesi, -bu özel içerikli haberler genel kaideyi ihlal etmeyecek şekilde yorumlabildiklerinden- esasa zarar vermez. Ammın tahsisine gelince, o tamamen başka birşeydir. Çünkü orada tahsis, tahsis delilinin (muhassıs) tevili mümkün olmayacak ve başka ihtimaller içermeyecek şekilde zahirinin murad olduğu esası üzerine kuruludur. Bu durumda tahsis delili -usulcülerin dedikleri gibi- dikkate alınır ve onun gereği ile amel edilir. Dolayısıyla ileri sürülen itirazIa konumuzun ilgisi yoktur.

 

 

FASIL:

 

Bu konu, cüziyyattan ve kadaya a'yandan olan şeylerin tearuzu halinde külli esaslara tutun an kimselere nisbetle faydası büyük bir konudur. Çünkü böyle bir durumda külliye yapıştığı zaman, cüz'i hakkında onu çeşitli şekillerde yormak konusunda tercih hakkı olur. Cüz'iye tutunması halinde ise, külli üzerinde herhangi bir tercih hakkı olmaz ve o kişi hakkında tearuz söz konusu olur, böylece çıkmazlar yumağı onu uzak uçurumlara atar. Dinden sapmaların ve sapıklıkların temeli işte bu noktadır. Çünkü sapıklık, müteşabihata tutunmak ve muhkem olan kat'i esaslar hakkında şüpheye düşmek demektir. Tevfik, ancak Allah'tandır.

 

Bu meselenin faydalarından biri de, külli esaslara yapışan kimsenin tartışma esnasında karşı taraftan kolayca sıyrılması ve fitneyi körüklemek isteyen kimselere fırsat vermemesidir. Bunun örneğini bazı ilim meclislerinde vuku bulan şu olayı verebiliriz: Gırnata'ya Mrikalı taşkınlardan biri gelmiş ve peygamberlerin masumluğu konusunda Musa'nın [a.s.] kıptiyi öldürmesini bir çıkmaz olarak ileri sürmüş ve Kur'an'ın zahir ifadesinin ondan günahın sadır olduğunu ortaya koyduğunu, çünkü Kur'an'da onun ağzından: "Bu şeytanın işidir"; "Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim"[Kasas 15-16] buyurulduğunu söylemiş, olayı anlatan ayetin bazı lafızlarına tutunmuş ve yapılan tevillerin ayetlerin zahirlerinden çıkarılması olduğunu ileri sürmüş. Böyle bir yaklaşım doğru olamaz ve bu gibi tartışmalar belki de belli bir nokta üzerinde anlaşmaya ulaşmaksızın biter. Bu arkadaşlardan biriyle müzakere ettiğim bir konuydu: (Ona şöyle izah ettim:) Mesele aslında basittir; yeter ki ilgili asla irca edilsin. Bu asıl, peygamberlerin [a.s.] masumiyetidir. O kişiye şöyle denir: Peygamberler, ehl-i sünnetin icmaı ile büyük günah işlemekten masumdurlar. Küçük günahlardan da ihtilaflı olmakla birlikte yine masum bulunmaktadırlar. Bu konuyla ilgili deliller Kelam ilminde ortaya konulmuştur. Bu durumda, Hz. Musa'nın yaptığı bu fiilin büyük günah (kebire) olması muhaldir. Eğer peygamberlerin aynı zamanda küçük günahlardan da masum oldukları kabul edilecek olursa -ki sahih olan budur- o zaman bu fiilin küçük günah olması da imkansızdır. Şu halde onun yaptığı bu fiilin, kendisi hakkında bir günah olmadığı sonucu taayyün etmiş olacaktır. Bu durumda o fiille ilgili, değerlendiricinin önünde peygamberliğe yakışacak ve ayetlerin zahirlerinin de ihmal edilmeyecek şekilde çeşitli tevillere açık olacaktır. Arkadaşım bu yaklaşımı güzel buldu ve tartışma (münazara) konusunda bunun ilmi bir yololduğunu ve çoğu zaman münazaracının görüşünü bu esas üzerine bina edebileceğini söyledi. Bu güzel bir yaklaşımdır. Allahu a'lem!

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

İKİNCİ MESELE