EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

AVARİZU’L-EDİLLE / ÜÇÜNCÜ FASIL: EMİR VE NEHİY /

ON YEDİNCİ MESELE:

 

Daha önce hakların iki kısım olduğu geçmişti. Bunlar: a) Allah hakkı b) Kul hakkı şeklindeydi. Kul hakkı olan şeyler, içerisinde bir yönden Allah hakkı bulundumrlar. Nitekim Allah hakkı diye nitelediğimiz haklar da sonuç itibarıyla kulların maslahatlarına yönelik şeylerdir. Buna göre burada - Allah'ın izniyle - bir ayrıntıya gidip şöyle diyebiliriz:

 

Emirler ve nehiyler: a) İçermiş oldukları kula yönelik masIahat ve benzeri şeylerden sarfi nazarla sadece Allah hakkı olmaları yönünden ele alınabilirler. b) Bunun aksine kulların haklarını dikkate alma açısından da değerlendirilebilirler. Bunu bir örnekle açıklayalım: Mesela mükellef: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe'yi haccetmesi gerekir"[Al-i İmran 97] buyruğunu işittiği zaman bu emre uymak için iki çıkış yönü olabilir:

 

1.    Birincisi meşhur olan ve yaygın olarak bilinen yöndür. Mükellef kendisine bakar; mesafeyi katedip edemeyeceğine, oraya ulaştıracak kadar azı ğı bulunup bulunmadığına, binek vasıtasına, yol güvenliğinin olup olmadığına, yolda kendisine destek verecek kafileye, yalnız başına hacca gitmenin zorluk ve tehlikelerine ... ve benzeri sonuç itibarıyla dünyevi ve uhrevi masIahat ya da mefsedetleri ortaya çıkaracak olan konulara bakar ve bir değerlendirme yapar: Eğer bütün bunlardan sonra yolculuk sebepleri ve normalde bulunması gereken şartları tahakkuk etmişse, hac emrini yerine getirmek için yola koyulur. Eğer sebepler ve şartlar tahakkuk etmemişse, bu ilahi hitabın kesin olarak kendisine yönelik olmadığı anlaşılmış olur.

 

2.    Hac emri ile ilgili hitabın bizzat Allah'tan kendisine yönelmiş olmasına bakar ve bunun ötesinde, şu şu sebepler ya da şartlar bulunması gerekirmiş gibi hususları asla dikkate almaz ve bunun sonucunda her halükarda haccın ifası için yola koyulur. Onu bu azminden ancak halihazırda mevcut olan bir acziyet veya ölüm durdurabilir. Bu düşünce sahibi, kendisinde hayat eseri olduğu sürece hac yapma imkanına sahip olduğunu düşünür; sonradan ortaya çıkacak olan arızi haller ve endişe edilen sebepler ise, Allah'ın emri azameti karşısına çıkıp onu itibardan düşürebilecek değerde değildir. Yahut da başa gelecekler ya da arızi haller Allah'a olan yakini iman ve O'na güven içerisinde hesaba katılmaz. Nitekim bu konu Hükümler bölümünün Sebeb ve Müsebbeb bahsinde geçmişti.

 

Diğer emir ve nehiyler karşısındaki durum da aynı olur.

 

Birinci hareket noktası, kul haklarının dikkate alınması sonucu olmaktadır. Çünkü fukahanın, şart olan istitaat (güç yetirebilme) konusunda ileri sürdükleri şeylerin tümü, sonuç itibarıyla kulların haklarına (çıkarlarına) yönelik olmaktadır.

 

İkinci hareket noktası ise, kul haklarının düşürülmesi yönünden olmaktadır. Bu kabilden olan düşürmenin sahih olacağını gösteren deliller daha önce geçmişti. Bu düşünce tarzının doğruluğuna aşağıdaki hususlar da delalet etmektedir:

 

1.    Kur'an-ı Kerim'de kullardan istenilen şeyin mutlak anlamda kulluk icrası olduğuna delalet eden ve rızkın ise -esbabına yapışma olsun olmasın. Allah'a ait olduğunu gösteren ayetler: Mesela: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan bir rızık istemem; Beni doyurmalarını da istemem"[Zariyat 56]; "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biziz. Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanındır''[Taha 132] Açıktır ki, Allah hakkı ile kul haki çatıştığı zaman Allah hakkı öne alınacaktır. Çünkü kulların hakları Allah TeMa tarafından garanti edilmiştir. Rızık kulların en büyük haklarından biridir. Dolayısıyla konu şu mecraya ulaşmıştır:

 

Kim Allah'a ibadetle meşgulolur ve kendisini Allah'a adarsa, Allah onun rızkını üstlenir. Bu rızık hakkında böyle olduğuna göre, diğer celbi istenen masIahatlar, deri istenen mefsedetler hakkında da geçerlidir. Zira Allah Teala hepsine kadirdir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini engelleyecek yoktur"[Yünus 107]; "Allah sana bir iyilik verirse, başkası onu engelleyemez. O, her şeye kadirdir" Allah, kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yerden rızık verir" ifadesinden sonra "Allah'a güvenen kimseye O yeter" buyurur. Bütün bunlar gösteriyor ki, kim kendisini Allah'a verirse, Allah onun ihtiyaçlarını karşılamaya kefildir. Bu konuyu işleyen ayetler çoktur.

 

2.    Sünnette de aynı doğrultuda deliller vardır. Mesela Hz. Peygamber [s.a.v.] şöyle buyurmuştur: "Allah'ı gözet, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki, O'nu önünde bulasın. Bolluk anında O'nu an ki, sıkıntı anında O da seni ansın. İstediğin zaman Allah'tan iste. Yardım istediğin zaman Allah'tan iste. Olacaklar yazılmış ve kalem (mürekkep) kurumuştur. Bütün insanlar, Allah'ın senin için yazmadığı birşeyi sana vermek için birleşseler, buna güç yetiremezler. Senin için yazmış olduğu birşeyin sana ulaşmasını engellemek için birleşseler güç yetiremezler" Bütün bunlar, sebeplere yapışmanın terki ve Allah'a dayanmanın gereği, herşeyin Allah'ın elinde olduğu konusunda nassdır. Rızık ve ecelle ilgili hadisler de böyle: Mesela: ''Allah'ım! Senin verdiğini engelleyecek yoktur; senin esirgediğini verecek yoktur. Senin (kaderin karşısında) çalışıp çabalayanın çabası hiçbir fayda vermez'' Hz. Peygamber [s.a.v.], Hz. Ömer'e, (kahin) İbn Sayyad ('ı öldürmek istemesi) hakkında: "Eğer oysa (yani Deccalsa), ona güç yetiremeyeceksin'' buyurmuştur.

Hadislerde: "Başına ne gelecekse kalem onu yazmış ve kurumuştur"; "Kadın, sahanını kendisi için boşaltması ve onun yerine kendisinin nikaklanması için kardeşinin talakını istemesin. Çünkü kendisi için ne takdir olunmuşsa o vardır" buyurulmuştur. Azil hakkında da: "Onu yapmamanız gerekmez. Çünkü o canlı değildir. Allah'ın (varlık alemine) çıkmasını yazdığı her can, mutlaka olacaktır" buyurur. Yine hadislerde: "Masum, Allah'ın koruduğu kimsedir"; "Şüphesiz ki Allah, ..A.demoğlu üzerine zinadan nasibini yazmıştır; onu mutlaka elde edecektir" buyurulmuştur. Bunlara benzer daha birçok delil vardır ki, bütün bunlar sebeplerin aslının tesebbüb (esbaba yapışmak) olduğunu ve onun da hiçbirşeyi getirebilecek ve çevirebilecek durumda olmadığını, verenin de alanın da ancak Allah olduğunu ve Allah'a taatin birinci sırada azım et olduğunu belirtme konusunda sarihtir.

 

3.    Peygamberler [A.S.] de bu doğrultuda hareket etmişler ve Allah'a itaati bizzat kendi haklarından önde tutmuşlardır. Hz. Peygamber [s.a.v.] ayakları şişinceye kadar kıyamda durmuş ve kendisine: "Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların affolunmuştur?" diyenlere karşı: "Ben Rabbime şükreden bir kulolmayayım mı?" demiştir. Kavmi kendisini öldürmek için anlaştıkları bir sırada, Rabbinin risaletini onlara tebliğ etmiş, buna karşılık Allah kendisini korumuş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim Mevlamızdır. İnananlar O'na güvensin"[Tevbe 51]; "İnkarcılara, münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma; Allah'a güven, güvenilecek olarak Allah yeter"[Ahzab 48] Korunduğu şeyleri atmasını emretmiş, çünkü Allah'ın kendisine yeterli olduğunu bildirmiştir: "Allah'ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar"[Ahzab 39] Daha öncesinde de şöyle buyurmuştu: ''Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir"[Ahzab 38] Hüd (s.a.) kavmi ne peygamberlik görevini tebliğ ederken şöyle demişti: "Hepiniz bana tuzak kurun, sonra da ertelemeyin. Ben ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim ... "[Hud 56] Musa (s.a.) ve Harün (s.a.): "Rabbimiz! Onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından korkarız" dediklerinde Allah Teala onlara: "Korkmayın, Ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm"[Ta-ha 45-46] buyurmuştur.

 

Abdullah b. Ümmü Mektüm, (ama olması) sebebiyle (Nisa 4/95) ayeti gereğince cihada katılmadan mazurdu. Fakat buna rağmen daha sonra o: "Ben amayım; kaçamam. Sancağı bana verin ve beni iki saf arasına (yani İslam ordusu ile düşman askerleri arasına) oturtun" der ve kendisine tanınan ruhsatı terkeder, böylece Allah'ın hakkını kendi hakkı üzerine takdim ederdi. Cenda' b. Damra hakkında anlatılır: Bu zat iyice yaşlı biriydi. Hicret emri çıkıp bu konuda müsamaha edilmeyince, dinde zorluğun olmadığını ve takat üstü yükümlülüğün bulunmadığını bildiği halde o oğullarına: "Şüphesiz ben bir çare (hiyle) biliyorum; dolayısıyla mazur olamam. Beni bir sedye üzerinde taşıyın!" demiştir. Onlar da öyle yaptılar. Yolda Ten'im'de öldü. Sağını solu üzerine vurur ve: "Bu senin için, bu Rasülün için!" derdi. Bir sahabi de şöyle anlatmıştır: Ben ve bir kardeşim Uhud'da Rasülullah [s.a.v.] ile beraber hazır bulunmuştuk. İkimiz de yaralı olarak döndük. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] ilancısının düşmanı takip için çıkılacağını bildirmesi üzerine kardeşime şöyle dedim (ya da o bana şöyle dedi): "Rasülullah [s.a.v.] ile birlikte gazayı kaçıracak mıyız?" Vallahi, ne bineğimiz vardı; ne de durumumuz iyi idi, ikimiz de ağır yaralıydık. Buna rağmen Hz. Peygamber [s.a.v.] ile birlikte çıktık. Benim yaram onunkinden biraz daha hafifti. Onun durumu iyice ağırlaştığı zaman biraz ben taşırdım, biraz kendi giderdi. Böyle böyle müslümanların son vardıkları yere kadar vardık.

 

Kaynaklarda bu kabilden pek çok nakil vardır. Onlardan yeterli bir miktar Hükümler bölümünün azimet ve Ruhsat bahsinde geçmişti.

 

İTİRAZ: Eğer ortaya konulduğu şekilde anlaşılır ve zikredilen bu delillerin gereği ile amel edilecek olursa, o zaman sebeplerin yani kulların maslahatlarına yönelik olanların tümden atılması gerekir. Bu ise sahih değildir. Çünkü Şari' onları koymuş ve onların yapılmasını emretmiştir.

 

Hem Resulullah [s.a.v.], hem sahabe hem de tabiin onları kullanagelmişlerdir. Esbaba tevessül, şeriatın üzerinde önemle durduğu bir umde olmaktadır.

Sonra, Allah hakları talep konusunda hep aynı düzeyde değildir. Bir kısmı kesinkes talep edilmiştir: Beş zaruri esas ve her millette riayet edilegelen diğer zaruriyyat gibi. Bir kısmı da vardır ki, kesinkes talep edilmemiştir: Menduplar gibi. Bu durumda nasılolur da, menduplar, vacip de olsa kul hakları önüne takdim olunur, denilebilir. Böyle bir değerlendirme doğru olamaz.

 

Keza, geçen deliller ile tearuz halinde bulunan deliller daha çoktur.

 

Mesela: "Kendi kendinizi tehlikeye atmayın"; "Azık edinin"[Bakara 197]; "Onlara karşı gücünüzün ye ttiği kadar kuv vet ve savaş atları hazırlayın ... " ayetleri gibi. Hz. Peygamber [s.a.v.] gerek geçimini temin ve gerekse savaş ve diğer yapacağı işler için hazırlıklarını görür, gerekli önlemleri alırdı. Aynı şekilde ashabı da çalışırdı. Kainatta yaratılış kanunu, herşeyin esbaba bağlanması şeklinde cereyan etmektedir. Zikrettiğiniz deliller ise, esbaba tevessülün gerekmediğini söylüyor. Bu durumda, bu delillerden bir grubun sahih olması gerekiyor. Biri sahih olduğu zaman diğeri batıl olur. Sizin delilolarak ileri sürdüklerinizin, bizim ileri sürdüklerimizden üstün bir tarafı yoktur. Delilolmaksızın bir tercihe gitmek ise keyfilik olur.

 

CEVAP: Bizim ileri sürdüğümüz deliller, sebeplerin atılması gereğine delalet etmez; aksine hususi bazı sebeplerin - ki bunlar Allah haklarının gerektirdiği sebepler olmaktadır- kul haklarının gerektirmiş olduğu sebeplere -delillere dayanan şer'i ictihadi bir şekil üzere- takdimine delalet eder. Dolayısıyla bununla, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] esbaba yapışılmasını emretmesi ve bizzat kendisinin de sebepleri kullanması arasında bir tearuz (çatışma) yoktur. Bunun delili de, bizzat Hz. Peygamber'in [s.a.v.], tearuz durumunda esbaba tevessülü terkeden kimselerin davranışlarını onaylamış olması, birçok yerde kendisinin de aynı şekilde hareket etmesi ve yerine göre bu gibi davranışlara teşvik etmesidir. Nitekim bunun mendup olduğunu gösteren hadisler geçmişti. Hükümler bölümünün Sebeb bahsinde, sebeplere girmenin keyfiyeti açıklanırken bu konunun fıkhı yeri ve inceliği ortaya konmuştu. İtirazın birinci şıkkına cevap bu.

 

İtirazın ikinci şıkkına gelince: Allah hakları, hangi şekil üzere farzedilmiş olursa olsun, kul haklarına karşı -her nasılolursa olsun- daha üstün konumda olurlar. Mükellefin hakkını alması ve onu talep etmesi azimet üzere gelen talepler şeklinde değil, ancak ruhsat ve genişletme kabilinden olmaktadır. Bunun açıklaması da Ruhsat ve azimet bahsinde geçmişti. Durum böyle olunca, azimetler muarız bir delilolmadıkça takdime daha layıktır.

Sonra eğer Allah hakları mendup kabilinden ise, o tahsinat kabilinden olmak üzere bir zaruriye hadim durumda olacaktır ve onun ihlali belki de zaruri esasın ihlali sonucunu doğuracaktır. Kaldı ki cüz olarak mendup olanlar, kül itibarıyla vaciptirler. Bütün bunlar sebebiyle, onların kul hakları üzerine takdimi akla ilk gelen husus olmaktadır. Bu değerlendirme bakımından sağlıklı bir fikhı yaklaşım olmaktadır.

 

İtirazın üçüncü şıkkına gelince, ortada herhangi bir tearuz durumu yoktur. Çünkü itirazcının ileri sürdüğü deliller, kul haklarının Allah hak- . ları önüne takdim edileceğini göstermemektedir. Böyle bir delalet olmayınca, deliller arasında tearuzdan bahsetmek mümkün değildir. Bütün bunlara ilaveten şunu da belirtelim ki, kul haklarının takdimi, Allah hakkı takdim edildiği zaman, O'nun başka bir hakkının zayi olması sonucunu doğuracak bir muarızın bulunması durumunda ancak söz konusu olabilir. Mesela kişiye hasta olduğu için oruç tutmak ağır gelse, fakat buna rağmen tutsa, oruç yüzünden maruz kaldığı meşakkat kendisini kemali üzere namaz kılmaktan ya da ona devam etmekten vb. alıkoysa, bu durumda Allah hakkının takdiminde bulunmak, yine Allah'a ait bir başka hakkın zayi olması sonucunu doğuracaktır; dolayısıyla bu gibi durumlarda takdimde bulunulamaz. Ama böyle bir sonuç doğmuyorsa, Allah hakkının kul hakkı üzerine takdimi hiçbir şekilde kötü birşey değildir; aksine mutlak surette yapılması uygun olan da odur. Bu, mesele ile ilgili gerçekten çok güzel fikhi bir inceliktir. Başarı ancak Allah'tandır.

 

 

FASIL:

 

Üzerinde durduğumuz bu konu, yani kul haklarının Allah hakları karşısında geri plana itilmesi, mükellefin bizzat kendi haklarına nisbetledir. Başka bir kulun hakkı söz konusu ise, o haklar da kendisine nisbetle Allah haklarından olmaktadır. Bu husus yerinde açıklanmıştır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ON SEKİZİNCİ MESELE